SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, GÖKHAN KORKMAZ, ASUMAN İNCİ, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
Dünyanın en güzel insanlarından birini geçen ay kaybettik. Heavy Metal’in en önemli kilometre taşlarından biri artık bu dünyada değil. Yazılacak çok şey var, yazmak istediğim hiç bişey yok. Zira Dio için söylenecek her şey söylendi, yazılacak her şey yazıldı. Bu ayki editör yazımız da bu olsun hatta. Huzur içinde yatsın.
SELİM VARIŞLI
MELİS SARILAR
PETER PAN: RONNIE JAMES DIO Bu bir yas yazısıdır. Senelerim önümden geçti şimdi. Duygulandığım, üzüldüğüm, sevindim günler. Günlere soundtrack olanlar. Kaybedilmişler ve kaybedilen. Gözlerinde yaşama sevinci vardı senin. Olmamalıydın. Bu lanet sende büyümemeliydi. Sen de koşacakken gidenlerden olmamalıydın. Anlatacak bir sürü masallar vardı. Odamın içinde çınlayan sesin pencereden içeri girecekti yine. Gölgeni dikmeme izin verecektin . Büyüyecektim, dev olacaktım hayallerimin odasında. Uçarken nefesin parıldayacaktı ardında. Aynı atmosferde nefes almış olacaktık. İnanılması güç. Bu da bir masal. Kanserin sırtına binip Neverland’den de uzaklara gitmek. Yaşam gözlerinin içindeydi. Kürenin içinde her yerinde. Masalcı kulaklarımın derinliklerindeydi. Beynine örülmüş masalların. Ve ruhun. Ruhun vardı senin. Dünyayı etkileyecek kadar. İnanması güç, atmosferde nefesin dolaşmıyor artık. Yeni masallar uçuşmayacak ruhumuzun posta kutularında. Ve biz sadece eskileri yinelemek zorunda kalacağız. Onca insanı ardına katıp Neverland’e götüreceksin yine. Ama nefesinin pırıltılı izini göremeyeceğiz etrafında. Parmakların bir daha birleşmeyecek. Umutsuz olmak içimden gelen. Senin tersine. Hiçbir zaman tılsımın kaybolmadı içinden. Kelimeler zor geçiyor boğazımdan. Anlatılamıyor. Gölgeni dikmeye çalışan milyonlarca insan, gölgen yerine parmaklarını iğneliyor şimdi. İnanamıyorlar gittiğine. Parmakları kan içinde kalan, delik teşik bir sürü gölge terzin var şimdi. Duaları dudaklarından dökülürken ağzına tuzlu bir tat gelen. Her şey kapalı. Duyular gitmiş. Yerine sesin, melodilerin kalmış. Masallarını milyonlarca insan hücrelerine kazıyor. Dakikalar, saatler geçti. Bir kahraman daha kötüye yenildi dünya yine bizlere kaldı vs. Ronnie James Dio, gölgen olmasa da artık, yine dolaşacaksın aramızda. Boşluğa tutunmak da var. Neverland’de sesin yankılanacak yine. Ve sen o minik vücudun, muzip gözlerinle ruhumuzu süsleyeceksin. Umut tılsımın yine yardım edecek birilerine. Ölümsüzlüğe hoşgeldin.
www.myspace.com/yolcubarankara
www.facebook.com/yolcubar
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Thrash Metal’in kurucularından olup da, kara bahtının kölesi olan canımız cananımız gruplardandır Exodus... Metallica’dan önce oradaydılar, ama olanaksızlıklardan şanssızlıklardan, Gary Holt’un kendi değişiyle “zamanlama konusunda mükemmel” olmalarından hiçbir zaman hakettikleri ilgiyi tam olarak göremediler. Hala tartışılan bir hadise olan Big Four kapsamına kimileri Anthrax’ı çıkartıp onları ekledi, çünkü onlara göre Exodus kökenlerine asla ters düşmeden hep belirli bir çizgide ilerleyen tek safkan Thrash Metal yadigarıydı. 1985 tarihli Bonded By Blood eserleriyle Thrash Metal’i tanımlayan ayrı bir eser ortaya koyan, aşırı ve sert müziklerini yıkıcı tavırlarıyla destekleyen fakat uyuşturucu ve grup içi problemler sebebiyle her zaman parçalı bulutlu bir atmosfer içinde olmak zorunda kalan grup, Pleasures Of The Flesh, Fabulous Disaster, Impact Is Imminent ve Force Of Habit albümlerinden sonra 1993 senesinde deaktif konuma geçmiş, ‘97’de tekrar toplanıp orijinal kadrosuyla Another Lesson In Violence canlı kayıdını yayınlamış, ama yine “zamanlama hatası” nedeniyle Nu-Metal’in zirvede olduğu yıllar sebebiyle ilgi göremeyip tekrar aktifliğini yitirmişti. Chuck Billy’nin kanser tedavisi yararına düzenlenen Thrash Of The Titans konseri için tekrar toplanmalarının ardından 2 Şubat 2002 tarihinde vokalleri Paul Baloff’u kaybetmeleri ile tekrar darbe yiyen grup, ardından diğer vokalistleri Steve Zetro Souza’yı tekrar saflarına katarak yılların acısını Tempo Of The Damned albümüyle çıkartmıştı. Bu kadar çilekeş bir kariyerin ekmeğini
ancak yiyebilmeye başlayan grup, 2004’te yakaladığı bu rüzgarı günümüze kadar sürdürdü ve yoluna hızla devam ediyor. Her ne kadar Tempo Of The Damned sonrasında olaylı bir şekilde Steve Souza ile tekrar yollarını ayırıp, Rob Dukes adlı yeni bir vokalistle yollarına devam etseler de, son beş senede yayınladıkları Shovel Headed Kill Machine ve The Atrocity Exhibition: Exhibit A albümleriyle modernize ettikleri Exodus müziğini başarıyla devam ettirdiler. İki sene önce araya kült olmuş albümleri Bonded By Blood’un yeniden kaydedilmiş halini sıkıştırmaları her ne kadar biraz tartışmaya yol açmış olsa da, grubun yükselen grafiğine terslik çıkarmadı. Shovel Headed Killing Machine’de Rick Hunolt yerine gruba katılan Heathen gitaristi Lee Altus’un grubun kimyasına gayet uyması da grubun son dönemine etki eden ayrı bir faktör oldu. 2007’de yayınlanan The Atrocity Exhibition: Exhibit A albümünün ardından Exhibit B geleceği grup tarafından duyurulmuştu. Aslında iki albüm arasında birkaç ay fark olması bekleniyordu başta fakat grup albümü iki buçuk senelik bir aradan sonra çıkartabildi. Geç olsun, güç olmasın, şu an karşımızda Exhibit B duruyor. İlk Atrocity Exhibition albümüne benzer bir kapağa sahip olan albüm, daha bu noktada yine eleştiriselliğini gösteriyor. Leonardo Da Vinci’nin Vitruvian Man skeç çalışmasından etkilenerek yapılan kapakta, pentagram önünde yer alan bir iskelet elinde silahlar tutuyor ve Gary Holt’a göre bu gönderme
insanın vahşi yanına yapılmış. Şarkıların konuları da Exodus’tan bekleyebileceğimiz gibi savaş, ölüm ve politika gibi konuları temel alıyor. Albüme genel olarak bakarsak, Exhibit A’nın tam olarak devamı gibi durduğunu söyleyebiliriz. Shovel Headed Kill Machine’den beri grubun üzerinde daha çok durduğu modernize, groovy melodilerle dolu epik şarkı yapıları bu albümde tavan yapmış durumda... 78 dakikalık bir Exodus albümü sevenlerini tedirgin eder mi bilmiyorum ama grubun edindiği bu progresif tavır benim açıkçası hoşuma gidiyor. Evet, şarkılar gayet uzun, 6-7 dakikalık epik şarkılar var. Şarkıların hızı ve temposu pek düşmüyor, Exodus agresifliği ve temposu çoğunlukla korunuyor. Bunun yanında yer yer bas gitarın kimi zaman solo olarak direkt şekilde yönlendirdiği ve ya kısa akustik kısımların şarkılara nefes aldırdığı yerler de bulunuyor. Öbür yandan Altus/Holt ikilisinin uyumlarının bu albümde gerçekten öne çıktığını belirtmek gerek. Oldukça ölümcül riffler, taramalar ve melodilerle gelen ikilinin solo departmanında da klasik Exodus çizgisini ileri taşıdıklarını görüyoruz. Yer yer özellikle seksenlerde Metallica’nın sık kullandığı minör kalıp rifflerin kullanılması da şarkıların verdiği hissiyata pozitif bir etki yapıyor. Tom Hunting ise kendisinden bekleyeceğimiz şekilde davullarda yine harikalar yaratıyor. Amerika’daki Thrash Metal davulcuları içerisinde kesinlikle ayrı bir yeri hakediyor bu adam... Gruba girdiğinden
beri kimi fanlarca hala tartışılan Rob Dukes’i ise ben beğendim. Vokalleri açıkçası beni rahatsız etmiyor ve şarkılarla bence örtüşüyor. Kendisinin Zetro ile Baloff arasındaki çiğ vokalleri kimi yerlerde oldukça melodik vokallerle pekiştirilmiş ki bunu Democide’da rahatça görebiliyorsunuz. Albümdeki favori şarkılarım olarak Downfall, Democide, The Ballad Of Leonard And Charles, The Sun Is My Destroyer, Class Dismissed (A Hate Primer) ve Beyond The Pale’i gösterebilirim. Ayrıca Andy Sneap tarafından yapılan prodüksiyon aşırı derecede temiz ve net ve bu durumda albümün müzikal duvarının yoğunluğunun daha net algılanmasını sağlamış. Grubun Tempo Of The Damned ile başlattığı ikinci döneminin doğal gelişim sürecinin son aşamasını gösteren Exhibit B, agresif, amansız ve hızlı yapısı kadar grubun gittikçe çeşitli ve progresif bir alana kaydığı bir albüm olarak göze çarpıyor. Bonded By Blood dönemindeki gibi çiğ ve direkt Thrash Metal isteyenler için içine girmesi biraz zaman alabilir ki 78 dakikalık uzunluğuyla gerçekten zor bir albüm aslında bu... Fakat içerdiği güçlü şarkılar ve yoğun müzisyenlik ile belli bir süre sonra kesinlikle sizi içine çekiyor. Kısacası, otuzuncu yılını kutlayan Thrash Metal değeri, yıldönümünün hakkını verecek bir albüm ile karşımızda... Thrash Metal seviyorsanız mutlaka kulak verin. Bu sene Overkill ve Heathen’dan sonra diğer bir Thrash efsanesi de hayalkırıklığı yaratmıyor.
25 yılı çoktan deviren ve hala inatla çizgisini bozmayan Exodus, Atrocity Exhibition’ın ikinci ayağı olan “Exhibit B: The Human Condition” ile saçları dökülmüş kafalarımıza hitli effect takılmaya devam ediyor. Tabii son iki albümün ister istemez göze (kulağa) çarpan iki handikapı bu albümde de mevcut. Kayıt fazla dijital tınlıyor ve vokal hiç dayak yememiş gibi bi ses tonuna sahip. Halbuki rahmetli Baloff ile rahmetsiz ışıksız leş karakter Souza, çocuklukları Ömer Seyfettin hikayelerinde geçmiş gibi acımasızca söylüyorlardı. Ama Baloff’un ölümü, Souza’nın da dengesiz bi herif olması nedeniyle gruptan şutlanması neticesinde şu anki vokalin sopa yüzü görmemiş sesine kısıldı kaldı Exodus üç albümdür (bu arada ben bu herifle aynı masada yemek yedim, arkasından konuştuklarıma bak). Ha şu var. Piyasadaki treş vokallerinin biçoğuna ezici bi üstünlük
SELİM VARIŞLI
sağlar bu adam (lan adı bi türlü aklıma gelmedi herifin ya). Ama mevzu Exodus olunca beklentimiz iki seksenin altına inmez. İkinci dezavantaj aslında daha da beter. Gitarlar hesap makinesı gibi. Hesap makinesında 1837837 yazınca o makinenın kendine özgü dijit fontuyla baş aşağı çevirilip okununca “LEBLEBİ” yazar ya, Exodus da öyle tınlıyor bana üç albümdür, bu son albüm dahil. Besteler gayet leş. Gary Holt lafının eri adam, yer yer 1982’ye ayarlanmış saatlerin tik tak’larını duymak mümkün albümde. Zaten bestelerin azalmayan gücü sanırım Exodus’un peşinde hala mürit gibi koşuyor olmamızın nedeni. “Şöyle lezzetli aranjeler var, böyle baba sololar var, hele üçüncü şarkının iki Dakka yirminci saniyesinde Nirvana’ya erdim, Selam Kurt, atıl!” atmosferi yaratmayım hiç. Eskiden çok yapardım öyle. Lakin bu albüme zaten gelmez o ayar. 24 karat bunun
besteleri, böylesi her zaman denk gelmiyor şu zamanda. Yalnız albümün kapağı pek kötü geldi bana. “Tempo Of The Damned” ve “Shovel Headed Kill Machine” albümlerinin muazzam kapakları vardı (bu arada Shovel albümünün grup içindeki adının Mushroom Headed Kill Machine olduğu notunu da düşeyim, kendi aralarında yaptıkları bi geyikte fark etmiştim). Exhibit A’nın kapağı “idare eder”den öte değildi. Bu ise bildiğin vasat. Tamam dert anlatmaya yönelik, mesajlı içerikli kapak hazırlama fikrine saygım sonsuz ama uygulamada da daha lezzetli girişimler yapılabilirdi. Bu ne tuhaf bi yazardır da yazdığı her grubun albüm kapağına kafayı takıyor be kardeşim. Öyle abi öyle kabul ettik onu biz. Teşekkür ediyor, Burn Hollywood Burn nidalarıyla selamlıyorum hepinizi. El netice, Exodus döver.
SELİM VARIŞLI
Klişe başlıklar listeme bi çizgi daha çektikten sonra olaya gireyim. “Şın” efektiyle biten grup isimlerine her daim hastayım. Genelde de hepsi iyi gruplar oluyor zaten. Suffocation, Malevolent Creation, Dissection, Incantation gibi. Okunmayan grup logolarına da ayrıca hastayım. Miseration tarzı itibarıyla yeni dönem Cannibal Corpse ve her dönem Necrophagist’i (zaten kaç albümü var ki ne dönemi olsun) fazlaca anımsattı bana. Böyle çekici örsü üzengiyi birbirine vurduran kudrette Death Metal albümlerini her daim sevmişimdir. Son zamanlarda da Ophiolatry, Gorod gibi yer altından zemini tüm gücüyle tekmeleyen gruplara denk geldim, mutlu ve zinde hissediyorum. Death Metal’in ömrü kısalttığı, erken yaşlanmaya ve iktidarsızlığa neden oldu yalan. Kendimden biliyorum. Tavuklar üzerinde deneyler yapıp bunun insanlar için geçerli olabileceğini varsayan bilim adamlarının zırvaları onlar :) Miseration’ı benzerlerinden, takipçisi olduğu gruplardan ayıran ne özellik var peki, neden bu iki sayfayı ayırdık onlara? Açıkça söyleyim, hiç bi orijinal farklılıkları yok benzerlerinden. Ama eksikleri de yok. O nedenle fazlaca iyi ve profesyonelce duran bir albüm “The Mirroring Shadow”. Sahi yazının neresine gelmişiz hala albümün adını zikretmemişim. Efendim medya partneri olduğumuz (aslında partner kelimesini
de dikkatli kullanmak lazım şu zamanda) Lifeforce Records’un son bombalarından biri olan bu albümü, kafama kafama yolladıkları maillerle bıkmadan usanmadan gazlayan firmanın ısrarına dayanamayıp bi an önce media section’dan indirip kurtulayım diye düşünerek download ettim. Meğer herifler feci haklıymış. Kafaya vurulmaya değecek kadar kafaya göze hitap eden bir albüm The Mirroring Shadow. Morbid Angel’vari partisyonlarıyla ‘Dreamdecipher’ ve bana yeni dönem Cannibal Corpse’u en çok anımsatan parça ‘A Trail Blazed Through Time’ albümün zirve noktaları. ‘Sulphury Sun’ da gerek adı, gerekse tadıyla Behemoth’u göz önüne getiren muazzam bi çalışma. İçinde yaşadığımız çağda haklı olarak promo pack’leri CD ile yollamak yerinde online dağıtmayı seçen Lifeforce Records’a bunun için kızamasam da şu albüm bana CD formatında gelseydi de dinlerken “lan acaba şu ziller orijinal CD kalitesinde nasıl tınlıyodur” diye düşünmekten kendimi alıkoyabilseydim. 224 kbit VBR mp3 ile o kadar da umutsuz sayılmasa da kayıtta ziller söz konusu olunca frekans spektrumu açısından (bak bak) bitrate’in her bit’i önem kazanıyor. Şu halde bu albümü de “orijinaline denk geldiğin yerde affetme” adlı uzunca listeye ekliyor, yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyoruz.
Hahahaha. Kesinlikle hayatımda duyduğum en samimi albüm girişi. Yetenek avcılığı konusundaki başarısından artık şüphe duymadığım Lifeforce Records’un geçen ay kafama fırlattığı yeni albümlerden biri de “Internet Killed The Audiostar”dı. Albümün adını haklı bulabilirsiniz. Tabi bu, audiostar’ı kendinizce nasıl tanımladığınıza bağlı. İnternet bence audiostar’ı değil cdstar’ı öldürdü. Müzisyenlerin ne kadarı yayınladıkları CD’den para kazanıyor? Daha doğrusu, müzisyenler yayınladıkları CD’lerden ne kazanıyor, çıktıkları konserlerden ne kazanıyor? “Internet raised the audiostar” işi realize edersek daha mantıklı bi cümle olacaktır ama Türk işi yorumlama gücümle iki dakkada albümün ismini batırdım, bari cismini kurtarayım dur. Metalcore, Screamo, Power-Violence, Mathcore, Hardcore, Necrotormentorbrutalizeleşcore gibi bi sürü sonu kor’la biten tarzın bir araya gelip Tarhana style bi lezzette önümüze konmasından müteşekkil Name. Name’in bi grup ismi olarak orijinal olduğunu da kabul ediyorum. Bak sıvamadım bu sefer. ‘My Sweetheart, the Whore’ adıyla sanıyla direk favorim oluverdi. ‘The Spark Of Divinity’ aksak ritmli girişi ve daha atraktif gelişme kısmıyla başta Chöpstick Suicide olmak üzere ülkemizdeki bilumum postmodern orijinal sound hastası tayfanın böbreküstü bezlerini overload edecek düzeyde lezzetli. Sahi içinizde Chöpstick Suicide fanları varsa Name’in albümünü de koşarak gidip alabilirler. Hayır birebir aynı değil ama mantık ve performans olarak benzer albümler. Tabi Audiostar’da ‘Robot’ gibi bi masterpiece mevcut değil ama olsun, adı yeter. The Sycophant, The Saint & The Gamefox Kesinlikle çok eğleneceksiniz (bu kesinlikle kelimesinden kurtulmam lazım, nothing is exact babe). 10 dakikayı aşan süresiyle “epik” core şarkı nasıl yazılır onu göstermiş elemanlar. Sycophant benim, tekim hepinizsiniz. Yağız da kaleye geçsin. Bu maçtan sağ çıkabilenleri albümün bir sonraki eğlence kaynağı olan ikinci epik parça ‘Dave Mustaine’ bekliyor. Megadeth’i severim ama o kadar da değil. Ve biliyorum ki etrafımda azılı hayranları var. Kendimi riske atmayım hiç, dinleyin kendiniz bizzat hakim olun mevzuya. Tarzın takipçisiyseniz, görkemli bir kamikazede baş aşağı duruyormuşçasına eğleneceğinize garanti verebilirim. Özellikle şarkının son iki dakikasında. Hahahaha. ‘You’ll Never Die In This Town Again’ görkemli bir kapanış için iyi bir seçim olabilirmiş ama arada hafiften harcamışlar resmen şarkıyı. Kapanış şarkısında Black Metal’e tek kaşı havada bir Öztürk Serengil selamı vermişler ki anlayana sivrisinek saz, anlamayana Black Metal gaz… Yarasın.
SELİM VARIŞLI
Başlık iğrenç di mi? Gizliden gizliye propagandasını yaptığımız EBM – Aggrotech tayfasının ne yazık ki keşfetmekte geç kaldığım gruplarından biri Tamtrum. Bir tam turum… Neyse. Bir eczaneye girip “Tamtrum var mı” diye sorsanız muhtemelen olumlu yanıt alırsınız, ama yine de denemeyin bunu :) “Dö le mua sick fuck” şeklinde tınlayan Fransızcaİngilizce kırması Aggrotech sounduyla “Elektronic Black Mess” kimi yerlerde garip gelse de ben çabuk alıştım. Zaten albümün genelinde Fransızca atmosferi yok (ne demekse o) ama aralarda Premiere Basiere’e bağlamıyor değil. Premiere Basiere’in ne olduğunu bilenler gözyaşlarıma eşlik etmişlerdir şu dakika. Grubun altyapısı ve karanlık
anlayışı o kadar uyumlu ki uzun zamandır ilk kez Hocico ayarında bir grupla karşılaşmanın mutluluk gözyaşlarını paylaşıyorum sizlerle. The Sisters Of Mercy, Kraftwerk ve hatta Depeche Mode gibi topluluklardan aldıkları mirası modern zamanlara taşıyan Tamtrum gibi topluluklar, henüz ülkemizde (hatta dünyada da) undergroundun undergroundu gibi kabul görseler de gittikçe artan bir takipçi kitlesi ve buna paralel büyüyen bir dik saçlı, deriler giymiş turuncu atmosferli yetmişler punk’ı tayfası ile enteresan bir gidişatın yolcusu durumundalar. Tamtrum bu cephenin daha ekstrem bir penceresinden bakıyor. Üstüne bi gitar eklenip yeni Kovenant albümü diye ortaya atılsa gayet inandırıcı olabilir. Hatta “Kovenant’dan
bile beklenmeyecek düzeyde iyi bir albüm” şeklinde eleştiriler alabilir (hahaha överken yermenin dayanılmaz distorşını). Neyse olayın daha realistik yanlarından dem vuralım. Yazıyı şu noktaya kadar okuyup grubu merak eden iflah olmaz metalci bünyeler albümü dinleyince bana küfür edebilirler. Zira üçüncü sınıf kanlı canlı postmodern at-avrat-silah tandanslı vampir filmlerinde çalan müzikler gibi gelecektir onlara bu albüm. Zira öyle (bu tanım güzel açıkladı olayı bak). Şahsen bu gürültüyü benim için çekici kılan şey iyi bi altyapının üstüne çöreklenmiş fantastik ve ışınsal synth melodileri. Sırf bu lead synth’ler yetersiz ve gaydiriguppak olduğu için ciğerlerimde çok özel bi yere sahip Wumpscut gibi bi grubun son albümüne alttan alttan sıvamıştım geçen sayıda hatırlarsanız.
daha Aptamil bi isim tabii ama yine de über klişe. Deshumanization İstanbul – Ankara otobanında coşup 200 kilometre hız yaparak hayatınıza tınlayan son şeyin leş gibi bi elektronik sound olmasına neden olabilecek kadar gaz bi parça. O nedenle arabada dinlemeyin. Emniyet kemerinizi de takın. Doksanların başında atari salonlarındaki oyunların biçoğunun başlangıcında “good players don’t use drugs” gibisinden bi FBI uyarısı yer alırdı. Tabii Türk gençliği için ne dil açısından ne de başka açılardan bi anlam ifade etmiyordu bu uyarı ama şimdi emniyet kemeri mevzusu yapınca aklıma geldi. Albümün eğlenceli dakikaları ‘Abort The Pope’da da inzibat eri gibi dolaşıyor. Parça isimlerinden Tamtrum’un Internal Anadolu ozanı usulü, yer yer bozlak style dertleri olduğunu anlamak mümkün.
Electronic Black Mess’in zirve noktası beşinci parça ‘Deshumanization’. Bu arada albümün adı de hiper klişe tınladı şimdi fark ettim. Adını hatırlamadığım ve açıkçası hatırlamaya değer görmediğim İtalyan olması muhtemel kıytırık bi power metal grubu “Super Metal” diye bi albüm yayınlamıştı da baya bi süre hazmedememiştim o ismi. Electronic Black Mess daha sindirimi kolay,
Güzel albüm, güzel grup. Ben henüz yeni tanıştığım için dinlediğim tek albümleri üzerinden anlatmaya çalıştım. O nedenle grubun dikografisine genel olarak bakılınca biraz sığ kalabilir yazdıklarım (tabi o durumda grubun diskografisinin Pasifik Okyanusu ebatlarında derinlik ihtiva etmesi gerekir, true ukala yazar). Tarzın takipçileri için ultimate ideal. Orijinalini aramaya başladım bile.
SELİM VARIŞLI
Bu ayın Aggrotech namına ikinci sürprizi ağır altyapısal cüsseli electro boyband (çüş) Aesthetic Perfection’dan geldi. Daha doğrusu onun bi yere geldiği yok, ben yeni keşfettim adamı. Üçüncü sınıf gothic metal grubu ismine sahip olan ama birinci sınıf çifte kavrulmuş, iki kere rafine, sızma Aggrotech icra eden Perfeksiyon öyle daralmış bi zamanımda imdadıma yetişti ki tebdili müzikte hakkaten ferahlık hissettirdi. Yine damardan infernal altyapı, yüksek subasman ve kaleidoskopik lead synth’lerle dört dörtlük bir EBM ürünü var elimizde. Suya sabuna dokunuyoruz. İçinizde after armageddon oyunları sevenler illa ki vardır. O tarz oyunlarda atmosfer vermek adına illa ki kullanılması gereken ama niyeyse pek nadir yer verilen bu ve bunun gibi albümler muazzam “geleceğimiz çok karanlık, hepimiz ölecez” atmosferiyle benim gibi Turist Ömer Mistır Spak mantığına sahip bi adamı bile “evet lan ölecez galiba” tribine alabildiğine göre yeterince iyi bi oyunda yaratacağı etki Richter’in iflahını kesecek düzeyde olacaktır. Ama henüz olamadı niyeyse. Aesthetic Perfection, bu sayıda tanıttığımız diğer aggro’cu gençlik grubumuz Tamtrum’a göre daha geniş bi açıdan bakıyor olaya. Yine Hocico – Signos De Aberracion rüzgarı yok değil ama öyle kafaya çekiç style girmemiş. Zaten bu tarzın bütün klasik
ve klasikleşmeye aday albümlerinde Hocico’nun Memorias Atras ve Signos De Aberracion albümlerinden izler olacaktır diye tahmin ediyorum. Şu ana kadar da yanıldığım söylenemez. Yeri gelmişken Hocico’nun da yeni albüm yapma zamanı geldi çoktan. Baksana Wumpscut altı ayda bir albüm atıyor ortaya, Hocico’dan stüdyosal imgelemde (ne?) iki senedir ses yok. Grubun (grup değil bu tek kişi ama tek kişilik projeleri tanımlayacak böyle kısa bi isim icat edilmesi lazım acilen) çeşitlilik mantığına dayanan bakış açısı gereği ağır tekno ritmlerden full atmosferik (wöhe lan hala mı atmosferik) ambiyans dakikalara kadar geniş bi yelpaze, hatta yel değirmeni var. Albümün ortasında chillout lounge formatlı bi parça var mesela. Brunch yapan göstermelik rich-trash tayfansın pervasızca soundtrack yapmaktan kaçınmayacağı bu parçanın ardından dronal mevzulara yerden terennüm eden ambient bi şarkı var mesela. Namlusunu seksenlere çevirmiş sniper effect trip-hop bi parçayı da distortion scream vokalli bir Alman underground latex club parçası izleyebiliyor. Adamın bu mahalle manavı çeşitliliğini Salı pazarı atmosferine girmeden hazırlayabilmiş olması da takdire şayan. Sevdim.
SELİM VARIŞLI
Dergimizi sürekli takip edenlerin (hep yapmak istediğim klişe yazı girişlerinden birini daha aradan çıkardım) hatırlayacakları üzere Grendel’i daha önce tanıtmıştık. Harsh Generation adlı 2008 tarihli albümleriyle ortamlara derinlemesine izler kazımış, Nazca düzlüklerinden hallice iniş pistleri çizmişlerdi kayıp jenerasyonun zihinlerinde dolaşan UFO’lara… Şu an dinlemekte olduğum EP, Grendel’in 3 parçadan ve bolca remix’den oluşan 2009 tarihli EP’si “Chemicals + Circuitry”. İlk bakışta gayet iyi tınlıyor ancak eski kayıtlarına göre Grendel fazla diskoya bağlamış, fazla bi Scooter olmuş gibi görünüyor. ‘Serotonin Rush’ gibi kıro bir parça ismini ben açıkçası Scooter’dan beklerdim. ‘Shotwired’ adlı parçanın, orijinalini eşek sudan gelmeye korkacak kadar dövecek bi The Synthetic Dream Foundation remix’i var ki mevzubahis grupla ilgili klavyeye aldığım bi yazıyı da bu sayıda okuyabilirsiniz. Ben lisedeyken şu grup var olsaydı ve ben de gruptan haberdar olsaydım (duble ihtimalsizlik motoru, hail
to Hitchhiker) bugün çok daha neon bi hayatım olabilirdi, hatta metal belasına hiç bulaşmayabilirdim (yok yok kıyamam, iyi ki lisede cühelaymışım). Scooter’ın Fire şarkısı vardı ben lisedeyken. “Toplama disko kaset”lerin açılış ve genelde pik noktasıydı. Hey gidi elektronik müziğin elite nedense yakın olduğu gençlik yıllarım… Grendel’i bu sayıda yer verdiğimiz diğer EBM-Aggrotech gruplarıyla bir tutmayın. Zaten Grendel’de Aggrotech olayı pek yok. Aggrotech mevzuatını kafanız kaldırmıyosa bile Grendel için örneğin böbreğinize bi şans verin, infiltrasyonun ne derece kolay olduğunu görüp hayrete düşeceksiniz. Shotwired’ın diğer iki parça karşısındaki kalitesi aklın yolu bir lezzetinde öne çıkıyor olmalı ki Thomas Rainer gibi muhterem bir şahsiyetin de remix yapmak için aynı parçayı seçmiş olması tesadüf olamaz. Bu EP’yi de “orijinali edinilmesi gereken lanet albümler” listesine yazdım el mahkum. Ayrıca grubun Harsh Generation albümünü henüz dinlemediyseniz bir an önce koşmaya başlayın, terli terli su içmeyin.
SELİM VARIŞLI
Adında “Season” geçen albümlere karşı zaafım vardır. Uzun uzun örnek vermeyim, Seasons In The Abyss’den başlar, alır başını gider. Eskiden Morgul diye bi grup vardı. Bilenler bilir, Yılmaz Morgul diye dalga geçilirdi hatta. The Horror Grandeur diye şahane bi albümleri vardı. Güçlü kuvvetli bi kayıtla bol klavyeli derinlemesine bi albümdü. İşte Sadist de albümünde pek çok yerde Morgul’ın hasta korku filmi atmosferi veren klavye tonlarını Death Metal’in içine döşemiş. Morgul’la kadro olarak bi bağlantısı var mı bilmiyorum ama hatırladığım kadarıyla Morgul zaten tek kişiydi. Sadist eski bi grup. Eski albümlerini pek iyi bilmem ama bildiğim kadarıyla eskiden bu kadar iyi parçalar yapmıyorlardı. Bu arada albümün adı “Season In Silence”. Yukarda Season’lı girizgah yapmışım ama devamını getirmeyi unutmuşum. Klavye olmasaymış bu albüm kuru kalacakmış. O açıdan ekstrem metalde klavyenin mümkün mertebe kullanılmaması taraftarı olan ben (Dimmu Borgir, Cradle Of Filth gibi başarıdan ağlayan istisnaları ayrı tutuyorum) bile Sadist’in şu hareketi karşısında şapka çıkardım. Ayrıca solo konusunda da yer yer pis bi tavır sergilemişler, şık sololar var albümde. Yalnız vokal sarmadı beni. Fill In The Blanks tadında çalışmış. Vokal dediğin görev adamı levelından daha fazlasını yapabilmeli. Neyse. Albümde ‘Bloody Cold Winter’ ve ‘Evil Birds’ gibi ismi klişe ötesi ama cismi şık parçalar var (tamam kabul ediyorum, Evil Birds o kadar da klişe bi isim
değil ama ilk bakışta öyle duruyodu). Zaten Bloody Cold Winter’da tuhaf atraksiyonlar var, pek anlayamadım o şarkıyı. Ya çok ustaca arak yapmışlar ya da o şarkı o albüm için haddinden fazla iyi. Dinleyin görün (böyle de adamı merak ettirip download etmeye zorlarım, boşa okumayın, pamuk eller klavyeye). Bu albüm için şöyle bi tespit püskürdüm. 5 sene sonra derginin bu sayısını elime alıp okuduğumda bu yazıda afallayıp kalacam zira bu albümü çoktan unutmuş olurum. Öyle akılda kalıcı, peşinde koşturucu bi albüm değil. Ama hakkını verelim, iyi çalışmış adamlar. Yer yer orijinallik adına fazla kasılmış gibi dursalar da genel olarak eli yüzü düzgün bi albüm Season In Silence. Koşun alın diyemem, zaten almazsınız da ama indirin dinleyin, indirip de dinlemeden istiflemeyin.
SELİM VARIŞLI
Chill out man! This is Chill-Out. This is Electronica. This is Ambiance. A little bit of EBM. This is it! Son yıllarda dinlediğim en ağırbaşlı, en bi “sükut altındır” albümlerden biri “Mechanical Serpent”. Baştan aşağı zerafet kokan bir sound, kuğulu parkta şafak vakti soslu bir vokal, sağ gösterip sol vuran muazzam bir altyapı. Bu grubu daha önce de dinlemiştim ama bu kadar iyi olduklarını bilmiyordum. Ya da fark etmemiştim. Ya da bu kadar iyi değillerdi bilemiyorum. Ama şu an dinlediğim şey orijinallikte sınır tanımayan bünyeler için damardan enjeksiyon, çift süspansiyon, 8 silindirli bir etki yaratacaktır. Tempo ayarı şahane, klaslıktan asfalt ağlamış. ‘Invoking The Beast’ adamı 1000 pieces of zürafa puzzle’a bağlar. Bu soundda bir grubun o inanılmaz yüksekten tınlayan die hard EBM remixlerini yapan grup olduğuna ilk bakışta inanmak güç ama grubun sahip olduğu müzikal bakış açısının fish-eye objektifle kapışacak düzeyde olduğunu albümü dinledikçe ağır ağır sindirmek mümkün. Adıyla bu kadar özdeş müzik yapan çok az grup tanıdım (alakasız bkz. Slayer). Gece gündüz, plajda kahvede, yemekte tuvalette, çatıda bodrumda, işte güçte her
daim dinlenebilecek standartta bir albüm yaratmışlar. Ancak standardı kendileri çizmişler ki zaten bu albümü böyle yere göğe sığdıramamamın sebebi de orijinalliği. Loreena McKenneth bu albümü dinlediyse uykuları kaçmış olabilir. Aynı şeyi Enigma üyeleri için bile söyleyebilirim hatta. Sahi Enigma ne güzel gruptu, naapıyolar acaba? Açık söyleyim, bu grubun nereli olduğunu bilmiyorum ama Alman olduklarını duysam hiç şaşırmazdım zira bu tarz orijinal fanteziler genelde Almanlardan, kısmen de İngilizlerden çıkıyor. İngilizler sıralarını yetmişlerden doksanlara uzanan yelpazede savdıklarına göre Foundation Alman olabilir. Fark etmişsinizdir, bişeyler yazarken Google’dan falan kaynak araklamayı sevmiyorum, merak eden zaten girer bakar. Ben kendi derdimi anlatıyorum o grupla ilgili. Ve The Synthetic Dream Foundation’dan yana da epeyce derdim var anlatacak. Ama epeyce bi kısmını dinleyenin kendisine bırakıp yukarıda yazdıklarım ışığında grubu merak etmediyseniz boşuna kendinizi yormayın diyerek ukalaca bir yazı kapanışı yapayım. Afiyetten yoruldum bu grup yüzünden, o derece iyiler.
SELİM VARIŞLI
Orijinal isim bulma adına Çarşamba pazarı wrist tadında tuhaflaşmış ama müziği hiç de azımsanmayacak derecede şık olan yeni dönem gruplardan biri We Got This Far. Tahmin etmişsinizdir, Lifeforce Records’un keşfi bu gençler de. Yalnız baştan söyleyim, bu vokalle olmaz gençler. Microsoft Sam vardır bilir misiniz? Windows’ta vardı eskiden, bişeyler yazardınız, speech’e basınca Sam sizin için onları okurdu. Tabii ultimate mekanik bişey çıkardı ortaya ama adam okuyo muydu okuyodu neticede. Sizin vokal o kadar bile değil be gençler. Hayır vokal partlarının üstüne synth abanın, yine de olmasın o vokal. O derece yavan durmuş. Sound olarak kimi orijinallikler yakalasam da genele baktığımızda benzerlerinizden pek farkı olmayan eli yüzü düzgün ve adamakıllı parçalar yapmış bi grupsunuz. Ancak hiçbir zaman Nine Inch Nails olamayacağınızı bilmenizi isterim. Bu yönde bi çabanız varsa (ki gördüğüm kadarıyla olabilir) vazgeçin. Kendiniz olun (Hail to Erşan Kuneri). Bu yolda nice gençler heba oldu. Trent Reznor adamı alır Marilyn Manson yapar; yaptı da… Ama o bi kere olur. Adam kendi bile Marilyn Manson kadar şöhret olamadı ama kabul edelim ki Manson’dan bile daha sadık ve azılı bi kitlesi var. Onun gibi olmaya çalışanların önce onun yarısı kadar sadık bi kitleye oynamaları gerek. Bunu
yapacak orijinalite, daha amiyane tabirle buna yetecek testosteronu salgılayacak bez sizde yok arkadaşlar. Dost acı söyler. Gidişat güzel, ortam güzel, ama yemezler. Şimdi sizin hakkınızda insanlara bu grup kendi tarzında baya iyi, hem gençler de, umut vaat ediyolar, şimdiden keşfedin de ileride grup büyüyünce “ben eskiden dinlerdim bunları yaw breh breh” diye hava atarsınız desem; asla o kadar büyüyemeyeceğiniz için haybeye bi laf etmiş olurum. Ha şu cümleye kadar yazdıklarımı da bunu okuyanların ne kadar haybeye görmüyor, orası ayrı konu. Ama benim sizden farkım şu ki, benim sizin gibi ideallerim, orijinal olma çabalarım, Trent Reznor’laşma hedeflerim yok. Kendimle barışığım görüyosunuz. Ama görmekle olmaz, değerlendirin, siz de kendinizle barışık olun. Tribal olmaktan çekinmeyin ama işi müzikal anlamda trip yapmaya götürmeyin. Camia hassastır, anında silerler sizi, kimse o tripleri kaldırmaz. Uzun lafın kısası, sizi bi süre daha dinlerim ama aradan bi zaman geçince ancak ‘Endgame’ şarkınızı hatırlarım dinlediğim zaman. O da şarkının temellerini üstat John Powell atmış gibi duruyor, ordan ayrı bi lezzet aldım; vokale rağmen hem de... Sahi John Powell güzel adamdır bak, illa rol model arıyorsanız onu denemeniz daha bi hayrınıza olacaktır güzel kardeşlerim.
2000’LERDE PROGRESSIVE METAL İkibinli yıllara Progressive Metal’in bir nevi üst noktalarını görerek girdiğini doksanlı yılları anlattığımız sayımızda sizlere aktarmıştık. Dream Theater’ın Scenes From A Memory albümüyle büyük bir ivme yakalayarak onu takip etmesi, grubu Progressive Metal tarzının ticari açıdan en büyük grubu haline getirecekti. Dream Theater’ın ikibinli yıllarda yaptıklarına değinmeden önce genel bir durum değerlendirmesi yapmak yararlı olacaktır. Metal müziğin birçok farklı alt tarza bölündüğü ve genel akımdan biraz uzaklaşıp içselleştiği doksanlı yıllar, Progressive Metal’in “progresif” takısını da yavaş yavaş başka tarzlara eklemeye başlamıştı. Progressive Death Metal, Avant-Garde Metal ve Progressive/Technical Thrash Metal tarzlarından önceki sayılarımızda bahsetmiştik. Bu tarzların yanında Progressive Metal, Progressive Black Metal gibi fazla ayrıksı bir tarz oluşturmasa da yine de çeşitli gruplar için kullanılan terimlere de yol açmıştır. Enslaved, Direwolf, Akercocke, Ne Obliviscaris, Hades Almighty ve Sólstafir gibi gruplar Black Metal’i progresif etkilerle icra ederek tarzın belirli kalıpları dışına çıkmayı başarmışlardı. Bu tarz grupların, fazlasıyla muhafazakar bir tarz olan Black Metal’e daha sanatsal bir yan getirerek müzisyenliği farklı bir tabana oturttuklarını ve akustik gitar, synth, orkestrasyon gibi yan elementler kullanarak müziklerine gelişken bir yan verdiklerini söyleyebiliriz.
ENSLAVED Bunun yanında, yazı dizimizin ilk kısımında kısaca geçtiğimiz Prog-Power Metal tarzını da bu noktada açabiliriz. Temel olarak birbirine çok yakın yerlerden gelmiş bu iki türün füzyonunu yapan gruplar, klasik anlamda Power Metal yapan gruplara göre daha kompleks şarkı yapıları, uzun şarkı süreleri, farklı orkestrasyon denemeleri kullanarak Power Metal’in epik yapısını pekiştiriyorlardı. Şu an hala göz önünde olan bir tür olan Prog-Power Metal, kendi adında bir festivale de sahip ve geniş bir hayran kitlesi tarafından takip ediliyor. Bu noktada Amerika ve Avrupa kıtalarındaki Power Metal anlayışlarının farklılığından da bahsetmemiz gerekmektedir. Amerikalı Power Metal grupları daha çok Speed Metal, Thrash Metal ve Power Metal arasında dengeli bir müzik icra edip, Avrupa’ya göre rif bazlı bir anlayış taşıyorlardı. Yine Amerika Power Metal’inde klavye Avrupa’nın aksine çok kullanılan bir element değildi. Avrupa Power Metal’i ise klavyeyi oldukça yoğun kullanan ve daha fazla melodik olma kaygısı içeren bir tarzdı. Avrupa Power Metal’i yer yer Folk Metal ile flört
ediyordu ama Amerika Power Metal’inin yerel müzik etkileşimi fazlasıyla nadir bulunuyordu. Progressive Metal’in temelinin de Amerikan Power Metal’inden geldiğini varsayarsak, ProgPower Metal gruplarının “klasik” diyebileceğimiz yapıyı icra eden kolunun genelde Avrupa Power Metal’inden gelen/etkilenen gruplar olduğu şeklinde bir çıkarım da yapabiliriz. Amerika Power Metal’inden gelipte müziğini progresif yöne çeken grupların genelde Prog-Power Metal’den daha farklı müziklere (bknz. Nevermore, Control Denied) kaydığı da pek yanlış bir genelleme olmayacaktır. Ama yine de istisna payı bırakalım. :) Prog-Power Metal’de Angra, Conception, Communic, Vanishing Point, Evergrey, Kamelot, Labyrinth, Pagan’s Mind, Time Requiem gibi gruplar ;ülkemizden ise Dreamtone & Iris Mavraki’s Neverland örnek verilebilir. Diğer bir füzyon tarz ise Progressive Doom Metal’di. Progresif ile Doom Metal terimlerini yanyana kullanmak garip gelebiliyor tabii ama burada kastedilen Candlemass, Solitude Aeturnus gibi Doom Metal gruplarından alınan etkilerin daha kompleks ama yine Doom Metal ağırlığını hissettiren, yer yer de senfonik etkilerle
birleştirilen bir müzik tarzı... Bu tarza örnek olarak Confessor ve Veni Domine örnek verilebilir. Bu ara tarzlardan sonra ikibinlere tekrar geri dönelim. İlk olarak 2001 tarihli Lateralus albümüyle kendisini iyice kanıtlayan Tool’dan bahsetmemiz uygun olacaktır.
TOOL DİYE BİR GRUP Metal ve Rock aleminin şüphesiz son yirmi yılda gördüğü en farklı gruplardan birisi olan Tool, Progressive Metal söz konusu olunca adından bahsedilmeyi hakediyor. Doksanların başında kurulan ve şu ana kadar dört albüm yayınlayan grup, varolan sanat algısını ters edecek anlayışıyla oldukça ilgi çekmişti. Albüm kapaklarından, kliplerine, albüm iç kitapçığına ve şarkılarında kullandıkları fikirlere kadar özgün bir konum elde eden grup, zamanla büyüyeceği gibi önemli bir etkileşimde olacaktı. İlk albümlerini Undertow adı altında 1993 senesinde yayınlayan grup, bu albümden çıkan Prison Sex ve Sober şarkılarıyla da ilgi çekmişti. 1996 senesinde Ænima albümüyle birlikte, günümüzde Tool karakteristikleri olarak anılacak müzikal yapıları oturtmaya başlayan grup, ikibinli
yıllar boyunca iki albüm yayınlayarak ününü ve konumunu daha da arttırdı. 2001’de yayınlanan Lateralus, içerdiği Schism, Parabola ve Lateralus eserleriyle oldukça adından söz ettirdi. Beş sene aradan sonra yayınlanan son albüm 10000 Days ise aynı başarıyı devam ettirdi. Tool’u bu kadar farklı ve başarılı kılan, müziğini yan sanat dallarıyla çok güçlü bir şekilde destekleyerek, dinleyicilerine tam bir paket sunması ve her seferinde farklı işlerle gelebilmesiydi. The Melvins ve King Crimson’u kendileri için birincil etkileşim olarak gören grup, özellikle King Crimson’a olan bağlılığını müziğiyle sık sık belli etmiştir. Farklı ölçüler ve ritm kalıpları kullanmaları, elemanlarının enstruman yetkinliğinin çeşitli olması gibi faktörler grubu progresif müzik adına da önemli bir karaktere sokmuştur. Bateristleri Danny Carey’in bir şarkı içerisinde Fibonacci sayılarına karşılık gelecek düzenlemeler yapabilecek kadar kafayı poliritmlere takmış olması da dikkat çekicidir. Tool’un etkisi Porcupine Tree, Opeth, Katatonia, Dead Soul Tribe gibi farklı tarzlardan grupların son dönemlerinde yer yer belirgin olmuştur. Dream Theater bile Tool’dan birşeyler kapmıştır. (bkz. The Great Debate ya da Home)
Adları geçmişken bahsetmemiz gereken iki grup, Opeth ve Porcupine Tree’yi de inceleyelim.
OPETH VE PORCUPINE TREE EKOLÜ Opeth ismi artık birçok kişi için fazlasıyla tanıdık... Doksanların ortasında aktif olup, ’99 tarihli Still Life’a kadar adını çok fazla duyuramayan ama o arada Morningrise gibi muhteşem bir albüm bahşetmiş olan ve asıl patlamasını ancak 2001 tarihli Blackwater Park ile yapabilen Mikael Akerfeldt ve tayfası, Blackwater Park ile kazandığı ivmeyi öyle ya da böyle iyi şekilde kullanmasını bildi ve ikibinli yılların en heyecan veren Progressive Metal gruplarından birisi oldu. Yola enstrumental ağırlıklı, Death Metal etkileri taşıyan ve çift gitarı oldukça iyi kullanan bir Progressive Metal grubu olarak başlayan Opeth, zaman geçtikçe Progressive Rock’ı da işin içine katarak işlettiği formülü daha ulaşılır hale getirmişti. ‘95’te Orchid, ‘96’da Morningrise ile yukarda bahsettiğimiz formülü başarıyla işleyen ve iki güçlü albüm yayınlayan grup, ardından My Arms, Your Hearse ile müziğini daha brutal bir atmosferle buluşturmuş, ’99 tarihli Still Life ile belli bir değişim sinyali vermiştir. Blackwater Park albümünde Porcupine Tree beyni Steven Wilson ile çalışarak müziğini Progressive Rock ile dengeleyen grup, ardından fazlasıyla sert bir albüm olan Deliverance ve tamamen Progressive
Rock şarkılarından oluşan Damnation’u yayınlayarak ününü perçinledi. Grubun son iki albümü Ghost Reveries ve Watershed, grubun giderek Progressive Rock etkileşimli bir yola kaydığının habercisi olan ve genel anlamda başarılı bulunan albümler oldular. Progressive Metal grubu olmasına rağmen, etkileri Melodic Death Metal ve Doom Metal gibi tarzlarda da görülen Opeth, akustik pasajlar ile sert gitar melodilerin arasında yaptığı sürekli geçişlerle de birçok gruba yol gösterdi. Son on yılda kurulan gruplardan çoğunda Opeth’in izlerine rastlamak mümkündür. Porcupine Tree’de Opeth gibi son on yılı karlı geçiren bir grup... Aslen Progressive/Psychedelic Rock grubu olsa da, grubun başı Steven Wilson’un Opeth ile yaptığı işbirliğinden olsa gerek, son üç albüm Deadwing, Fear Of A Blank Planet ve The Incident’ta daha sert rifflere ve melodilere dayanan bir müziğe geçmesi de kimi kritiklerce grubun Progressive Metal ile flörtleşmesine dayanıyor. Doksanlarda yoğun Pink Floyd etkili bir tarz icra eden Porcupine Tree, Wilson’un projeyi tek adam projesinden bir grup işine geçirmeye karar vermesiyle daha grup odaklı bir hale geldi.
Grubun müziğine metal müzik etkilerinin gelmesi, yine Wilson’un Gojira, Sunn O)), Meshuggah ve Fear Factory gibi grupları dinlemesiyle olmuş. Porcupine Tree, son on yılda, Katatonia, Opeth, Riverside gibi gruplara bir etkileşim olurken, bu grupların dinleyicilerine de ulaşarak ününü arttırdı ve metal müziğin dışında da olsa bu tarzla ilişkide olan gruplardan birisi haline geldi.
ÜÇ BÜYÜKLERDE SON DURUM Üç büyükler olarak andığımız Dream Theater, Fates Warning ve Queensryche üçlüsü de ikibinli yıllarda aktif olsalarda kimi zaman tartışmalı bir dönem geçirdiler. Fates Warning, on yılı sadece iki albüm yayınlayarak geçirdi. 2000’de oldukça deneysel bir albüm olan ve başarılı da kabul eden Disconnected’ı yayınlayan grup, 2004’te FWX’i yayınladığından beri sessizliğini koruyor. Grup elemanları bu altı sene içinde sürekli yan projeler ile meşgul oldular. Grubun bu sene yeni albüm çıkartması bekleniyor. Queensryche ise son on yılı eskiye özlemle geçirdi desek çokta yanlış olmaz. Grubun orijinal gitaristi Chris DeGarmo’nun katkısıyla kaydedilen 2003 tarihli Tribe, ticari olarak istenilen başarıyı getiremedi. Grup, efsane albümleri
Operation:Mindcrime’ın devamı niteliğinde Operation:Mindcrime II’yi ise 2006 senesinde yayınladı ve Billboard listesinde başarılı bir konum elde etti. Ardından gelen cover albümü ve geçen sene çıkan –konsept yüzünden biraz tartışma yaratan- American Soldier ile ikibinleri kapatan grup, hala eski şanından uzakta... Üç büyüklerin en önde gideni Dream Theater’da bu on yılı tartışmalar yaratacak işlerle geçirdi. Başarılı geçen Scenes From A Memory turnesi ardından Six Degrees Of Inner Turbulence adlı iki Cdlik albümle dönen grup, etkileşimlerini artık daha net gösterdiği bir anlayışa geçmişti. Tool, Radiohead, King Crimson, Alice In Chains gibi etkileşimler ışığında kaydedilen albümün ikinci CDsi kırk dakikalık bir konsept şarkıya ev sahipliği yapıyordu. Albüm genel olarak başarılı bulunmuştu. Ayrıca bu albümün turnesiyle birlikte grup ilk defa ülkemizde konser vermişti. Ardından gelen Train Of Thought ile Progressive Rock yanını tamamen yoksayan ve Metallica etkileşimli bir metal albümü yapan grup, hayranlarını ikiye böldü. Kimileri albümü fazla düz bulurken, kimisi de bu sert yaklaşımı cesur bir yaklaşım olarak değerlendirmişti. Grup, ardından Octavarium ve Systematic Chaos albümleriyle tekrar tartışmalı işler yapmaya devam etti. En son geçtiğimiz sene Black Clouds And Silver Linings’i çıkartan grup, bu albüm ile birlikte son yedi senedir pek yanına uğramadığı Progressive Rock yanını tekrar hatırladı. Albüm yine tartışmalara sebep oldu ve hayranları böldü fakat hem edindiği yüksek Billboard konumu ve kritiklerden genelde başarılı puanlar alması ile ticari açıdan en başarılı Dream Theater albümlerinden birisi olarak adını yazdırdı.
YENİ GELEN GRUPLAR, VAROLAN GRUPLAR... İkibinli yılları en karlı geçiren gruplardan birisi olan İsveçli Pain Of Salvation’a da kısaca değinmek gerek... The Perfect Element ile ikibinlere çok sağlam giriş yapan POS, bu albüm ile adını hem daha fazla duyurabilmiş hem de birçok hayran edinmişti. Melankolik yapısını güçlü bir müzikaliteyle birleştiren albümün ardından gelen Remedy Lane bu başarıyı devam ettirerek grubu devler ligine soktu ve grubun beyni Daniel Gildenlöw çeşitli yan projelerde yer almaya başladı.
Grubun son on yıldaki en büyük işi 2004 tarihli Be oldu. İnsanın yaratılışı ve varoluşu üzerine soyut bir konsepti anlatan ve Rock Opera tadıyla daha da dikkat çeken albüm gruba büyük başarı getirdi. Fakat 2005’te grubun basçısı ve Daniel Gildenlöw’ün kardeşi Kristoffer Gildenlöw’ün gruptan atılması ile başlayan yeni dönem, grubu tartışmalara konu etti. 2007’de Scarsick’i yayınlayaran ve hayranlar arasında bir bölünme yaratan grup ardından bateristi Johan Langell’i kaybetti. Bu değişiklik sonrasında grubun Daniel Gildenlöw’ün kesin diktatörlüğü altında olduğuna dair eleştiriler bile geldi. 2007’den beri iki basçı değiştiren ve yeni baterist ile yola devam eden grup, geçen ay yeni albüm Road Salt One’ı çıkarttı. Ve görünen o ki, Pain Of Salvation tartışılmaya devam edecek.
ÖZLENEN KADROSUYLA PAIN OF SALVATION Diğer dikkat çeken ama ana akıma çok açılamamış gruplara gelirsek... Önce Ayreon adını anabiliriz. Hollandalı müzisyen Arjen Lucassen’in tek kişilik projesi olan ve her albümde birçok ünlü konuk sanatçıya yer veren Ayreon, belli konseptler etrafında dolaşan ve bunu geniş bir müzik tarzı yelpazesiyle yapan bir proje... Doksanlarda aktif olan grup, ikibinlerde özellikle The Human Equation albümüyle geniş bir kitleye adını duyurdu. Progressive Rock, Heavy Metal, Electronica, Folk gibi birçok tarzı harmanlayan ve her albümünde yıldızlar kadrosu toplayan Ayreon, en son 2008’de 01011001 albümünü yayınlamıştı. Bu on senelik zamanda en çok dikkat çeken diğer bir grup Polonyalı Riverside’dı. Polonya’nın son yıllarda Progressive Rock alanında yaptığı atılımlar içerisinde ana akıma en çok etki eden Riverside, 2003 senesinde Out Of Myself ile
piyasaya güçlü bir giriş yapmıştı. Neo-Progressive Rock etkisi taşıyan, Pink Floyd, Tool, Opeth, Porcupine Tree ve Dream Theater gibi önemli gruplardan da izler taşıyan atmosferik ve duygusal müzikleri kısa sürede geniş bir kitleye ulaştı. Dört albüme sahip grup, Out Of Myself’ten sonra Second Life Syndrome ile başarısını pekiştirdi ve Reality Dream üçlemesinin son albümü Rapid Eye Movement ile tarzın önemli gruplarından birisi oldu. Grup en son geçtiğimiz sene Anno Domini High Definition’u yayınladı ve albüm genel anlamda pozitif tepkiler aldı. Orphaned Land’de bu on senelik dönem içerisinde popülaritesini arttıran bir grup oldu. Hem de tek albüm ile... :) Grubun ’96 tarihli El Norra Alila’dan sekiz yıl sonra çıkartabildiği Mabool, grubu hem Progressive Metal adına önemli bir yere konumlandırdı hem de oldukça büyük başarı elde etti. Albüm, oryantal müzikler ile metal müziğin en başarılı füzyonlarından birisi olarak görüldü. Orphaned Land bu albümün ardından birçok yerde sahne aldı ve adını geniş kitlelere duyurma şansı elde etti. Grup, geçtiğimiz aylarda yeni albümü The Neverending Way Of ORwarriOR’u yayınlamış ve yine pozitif eleştiriler almıştı. İsveçli
deliler topluluğu Meshuggah’ta ikibinli
yıllarda adından söz ettiren gruplardan oldu. ‘95’te çıkarttıkları Destroy Erase Improve ile poliritmlerle bezeli kompleks bir müziğin ilk örneğini sunan grup, ikibinlerde bu anlayışını ilerletmeye devam etti. Thrash Metal etkileşimindeki müziklerini yoğun groovy riffler ve Death Metal ile Progressive Metal’den de etkilerle icra eden grup, kimilerine göre devrimci işler yapıyordu. Bu on yıl boyunca Nothing, Catch 33 ve obZen albümlerini yayınlayan grup yakında bir canlı albüm ve DVD yayınlayacak. İkibinlerde oldukça dikkat çeken yeni gruplardan birisi de Mastodon oldu. Sludge Metal tabanlı müziklerini kompleks yapılarla ilerleyen, değişik ritm ve ölçü kalıpları kullanan progresif yöne çekmeleriyle birlikte önemli Progressive Metal gruplarından birisi haline gelen Mastodon özellikle geçtiğimiz sene çıkarttığı Crack The Skye ile oldukça fazla pozitif eleştiri aldı ve albüm 2009’un en iyi albümlerinden birisi olarak gösterildi. Dört albümü olan grup, Progressive Metal için günümüzde yeni birşeyler sunan önemli gruplar arasında... Mastodon gibi genç bir grup olan Metalcore temelli Between The Buried And Me’de yeni nesilin dikkat çeken gruplarından... Metalcore temeline
Progressive Metal, Death Metal gibi türler ve King Crimson, Soundgarden , Smashing Pumpkins, Pantera gibi gruplardan etkileşimler ekleyen ve bunu kaotik bir füzyon olarak dinleyiciye sunan grup, 2002 yılından beri altı albüm yayınladı. Şu an Extreme Progressive Metal adına önemli bir grup olarak görülen BTBAM, geçtiğimiz aylarda Cynic, Devin Townsend ve Scale the Summit ile turneye çıkmış, ardından Avrupa için Lamb Of God’a açılış grubu olmuştu.
Yine bu on yıllık zaman içerisinde tamamen teknikalite içeren grupların sayısında artış oldu. Kimi zaman Jazz Fusion’a kayan, akustik kısımlar içeren ama genel mentalite olarak yüksek teknik ve enstruman hakimiyeti isteyen eserler veren, kimi zaman da tamamen enstrumental takılan bu gruplara örnek olarak Behold...The Arctopus, Canvas Solaris, Degree Absolute, Blotted Science, Spiral Architect ve Twisted Into Form gibi isimler örnek verilebilir.
Sanctuary’nin küllerinden doğan Nevermore’da yirmi seneye yakın bir kariyere sahip olmasına rağmen asıl patlamasını bu son on yıl içerisinde yaptı. Dead Heart In A Dead World, Enemies Of Reality ve oldukça beğeni toplayan This Godless Endeavor ile ününü pekiştirerek geniş hayran kitlesine ulaşan grup, Thrash Metal, Groove Metal, Power Metal ve Progressive Metal tarzlarından etkilenmiş yenilikçi ve farklı müziği, gitaristleri Jeff Loomis’in farklı gitar tekniği ve Warrel Dane’in kendine özgü vokalleriyle dikkatleri çekiyor. Grup bu ay içerisinde yeni albümü The Obsidian Conspiracy’i çıkartarak beş senelik suskunluğuna son verecek.
Burada en çok adından bahsettiren gruplardan bahsetmiş olsakta kısaca şöyle bir özet verebiliriz. İkibinli yıllar Progressive Metal’in daha küçük dallara ayrılıp, farklı tarzlarla yeni füzyon gruplar oluşturmasına sebep olmuştur. Klasik Progressive Metal’in ana akımdan uzaklaştığı ve farklı tarzlardan etkilenerek müzik yapan grupların daha çok öne çıktığı bu dönemde Progressive Metal’de belli kavramları oluşturarak/kapsayarak varolmaya devam etmiştir. Yazımızın gelecek ayki son bölümünde genel olarak az bilinen ya da burada adı henüz geçmeyen gruplar hakkında kısa bilgiler vereceğiz. Gelecek ay yayınlanacak olan son bölümde görüşmek üzere...
Düzeltme Geçtiğimiz ay yayınlanan bölümde İsviçreli grup Celtic Frost’un geldiği ülke olarak İsveç yazılmıştır. Düzeltir, özür dileriz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
IMAGES Diğer bir acı kayıp ise ayın sonlarına doğru Slipknot cephesinden geldi. Grubun basçısı Paul Gray Iowa’da bir otel odasında ölü bulunmuştu. Ölüm nedeni bu yazı yazılana kadar henüz açıklanmamış olmasına rağmen Gray’in uyuşturucu kullandığı ve odasında da enjeksiyon iğneleri bulunduğu yönünde güçlü iddialar ortaya atılıyordu. Yakın zamanda baba olacak olan Gray’in gidişi özellikle Slipknot sevenler arasında büyük üzüntüye yol açtı. İlk resmi albümlerinden beri dokuz kişilik kadrosuna her zaman sadık kalan grubun nasıl devam edeceğini ise zaman gösterecek. Umarım öbür dünyada aradığı huzuru bulmuştur Gray.
Metal dünyası açısından kapkara geçmiş bir mayıs ayından sonra hepinize merhaba... Biliyorsunuz, 16 Mayıs’ta metal dünyasının yetiştirdiği en önemli vokallerden birisi olan Ronnie James Dio’yu kaybettik. Üstad geçtiğimiz sene sonlarından beri mide kanseri ile savaşıyordu. Heaven And Hell olarak çıkacakları yaz turnesini üstadın sağlık durumları elverişli olmadığı için iptal etmiş ve bizleri kaygıya sürüklemişlerdi. Eşi ve menajeri Wendy Dio ise 16 Mayıs’ta websitesinden Dio’nun artık aramızda olmadığını haber edince, metal dünyası yasa boğuldu. Rainbow ve Black Sabbath gibi önemli gruplar kadar, kendi solo grubu Dio ile metal müzisyenlerini fazlaca etkileyen, devilhorn işaretini metal müzikte yaygınlaştıran ve vokal kabiliyetiyle adından sıkça söz ettiren Dio’nun yerini doldurmak mümkün olmayacak. Huzur içinde uyu üstad!
VAKAY-İ HAYRİYE: LOST HEDESİNİN BİTİŞİ Geçen hafta altı senedir bir fenomene dönüşmüş olan Lost’u noktaladık. Büyük çoğunluğa göre hayalkırıklığı olan bir final ile bitti koca dizi... Açıkçası finalden yana çok tatmin olmayanların arasında ben de varım ama zaten böyle bir final bekliyordum, bekliyorduk. İlk üç sezon boyunca efsane bir şekilde giden, olay örgüsü ile karakter incelemelerini ince ince işleyerek seyirciye vermeyi başaran, kurguya mekan olarak adayı da etkili şekilde katan ve oldukça büyük başarı elde eden dizide ipin ucunun kaçtığı nokta dördüncü sezon ile birlikte adadan ayrılıp sonra nedeni belli olmayan şekilde geri dönmeye çalışmaları olmuştu. Dizi adanın ağırlığını daha spiritüel bir alana kaydırmıştı sanki... Geçen sezonun finalinde de demiştim, dördüncü sezon ile birlikte dizi bilime dayanan yanını tamamen bir kenara atmış ve işi daha fazla inanç döngüsüne sokmuştu. Zaten beşinci sezonda işin içine zamanda yolculuk hedesi girince yavaştan “Bunu nasıl bağlayacaklar bakalım...” düşünceleri oluşmuştu izleyenlerde... Öyle ya da böyle bir şekilde bunlara cevap verildi ama açıklanmayan milyonlarca detayda öylece kaldı final ile birlikte... Altıncı sezonun gidişatından böyle olacağı da belliydi. Sondan bir-iki önceki bölüm, hala ortaya sorular atılıyor, hala doğru dürüst birşey açıklanmıyor. Hatta dizi içinden “Her sorduğun soru yeni bir soruya yol açacak.” replikleriyle seyirciye hafiften ayar veriliyor. En basitinden ekşisözlük’te insanların tarihten oradan buradan alıntı yaparak yazdıkları teorilere bakın. İnsanlar o kadar geniş düşünmüş ve
WORDS dizi insanları o kadar “gaza getirmiş”ti ki... Hala ekşi’deki bazı teorileri okuyunca “Lan bu adam bunu ne diye bu kadar düşünmüş?” diye şaşırdığım oluyor. Ama Lost senaristleri yükledikleri çoğu gizemi altı pek dolu olmayan basit açıklamalarla geçiştirdiler. Final bölümünde zaten beklentiler olabilecek en alt düzeydeydi ve konu bence biraz klişe bir şekilde aşka ve duygusala bağlanarak sonlandırıldı. Zaten altınca sezondaki alternatif evrenin belli bir şekilde havada kaldığı da ayrıca ortadaydı, her ne kadar dizinin bakanları Lindelof ve Cuse bu alternatif olayların dizi için gerekli olduğunu söylese de “bir dokunuş” için 17 bölüm kasmaya da pek gerek yoktu herhalde... Bu nedenler yüzünden dizi, sahip olduğu potansiyeli tam olarak kullanamadan bitti diye düşünüyorum. Yine de altı sezon boyunca tattırdığı farklı konu ve kurgusuyla genel anlamda fazlasıyla sürükleyici ve başarılı bir diziydi. Bitmesiyle Angel’ın Buffy’nin bitişindeki gibi bir boşluk hissiyatı yarattı bende, ne deyim... :) CANIM ÜLKEMİN BİTMEK BİLMEYEN ANATHEMA SEVGİSİ Biliyorsunuz aylardır beklenen Sonisphere Festival bu ayın sonunda vuku bulacak. Fakat Heaven And Hell’in çekilmesi ve Dio’nun vefatı nın üstüne Mastodon’un da bu yaz vereceği tüm konserleri iptal etmek zorunda kalması sebebiyle hafiften bir yaprak dökümü durumu vardı. Geçtiğimiz günlerde ise festivalin hala en zayıf günü olarak gözüken ikinci gün için Manowar’ın üstünde yer alacak (yani şu an öyle gözüküyor ama değişebilir de tabii...) grupta açıklandı. Ama kocaman bir hayalkırıklığı yarattı. Evet, bu grup Anathema. Geçen ay ülkemize gelip turne yapan Anathema’nın Rammstein ve Metallica gibi iki ağır isim yanında headliner olarak pek uygun olmadığı ortada... Organizasyonun birçok grupla görüştüğü söyleniyordu, belki uğraşmalarına rağmen uygun bir isim bulamamış olabilirler ama Anathema bu festivale pek gidecek grup değil, hele daha bir
ay önce ülkemize gelmişken... Facebook, Last. fm ve forumlar gibi ortamlarda zaten feci yoğun tepkiler yükseliyor. Üç günlük kombinelerini satıp, Big Four’un çıkacağı son güne bilet almaya çalışanlar bile var. Bakalım ilerleyen günlerde nasıl gelişmeler olacak. Ama Anathema’nın bu festivalde headliner olması kimse için heyecan verici birşey olmasa gerek... AYIN ALBÜMÜ MIKE PATTON – MONDO CANE Dergimizde Patton ismi hafiften torpillidir. :) Faith No More ve Mr.Bungle’dan tanıdığımız lisanslı deli Mike Patton’ın düzgün takıldığı sayılı projelerinden birisi Mondo Cane... Albümünden önce YouTube gibi sitelere kaliteli canlı performans videoları düşen projeden az çok ne bekleneceği de biliniyordu ama Patton’un Faith No More’un tekrar toplanmasından sonra albümün çıkışını sürekli ertelemesi nedeniyle herkes meraktaydı. Albüm geçtiğimiz ay piyasaya çıktı. Mondo Cane’nin olayı ‘50li ve ‘60lı yılların İtalyan Pop şarkılarının Patton tarafından yorumunu içeriyor olması... Dolayısıyla bu adamı daha rahat dinlenir işlerde duymak isteyenler için oldukça iyi bir çalışma diyebilirim. (Özellikle Patton’un diğer iki solo albümü olan deli işleri Adult Themes For Voice ve Pranzo Oltranzista’ya göre çok çok daha rahat bir albüm bu...) Albüm bir orkestra eşliğinde kaydedilmiş, Frank Sinatra tarzı Pop’tan Rock müziğe kadar çeşitli tarzlardan da etkiler alınarak farklı yorumlar yapılmış. Şarkıların orijinallerini bilmediğimden o tarz bir kıyaslama yapamayacağım ama Peeping Tom yanına diğer bir kolay dinlenir Patton albümü olarak başarılı bulduğumu söyleyebilirim. 20 KM Al Giorno, Il Cielo In Una Stanza, Che Notte, L’Uomo Che Non Sapeva Amare, Quello Che Conta ve Urlo Negro dikkat çeken parçalar... Ama keşke konser kayıtları olan Dio Come Ti Amo ve Legata Ad Un Granello Di Sabbia (hatta bir tane daha vardı da adını bulamadım) gibi eserleri de albüme ekleseymişin Mike’cım.
SELİM VARIŞLI
Bazı insanlar vardır (klişe yazı girişleri listesine de not edelim bunu). Karşılarındaki iş ne kadar zor olursa olsun bi şekilde altından kalkacaklarına inanırlar ve gerçekten de bi şekilde başarırlar bunu. Bu başarı onlara ürküttükleri kurbağadan çok daha fazlasına mal olsa da kendi yapmak istedikleri şeyi yapmaktan vazgeçemezler. Bunu bi kusur değil, enteresan bi özellik olarak görmüşümdür hep. İşte Karakatliam Festivali’nin organizatörü Kemal de böyle bi adam. Karakatliam.com sitesinin dördüncü yaş günü kutlamasına da dahil olarak organize edilen Karakatliam Metal Performance 5, organizasyonun çapı itibarıyla bi sürü ters gidebilecek noktaya sahipken Kemal bunların altından başarıyla kalkabileceğine inandı. Ve başardı da demek isterdim ama darbe beklenmedik bi yerden, organizasyonun yapılacağı mekandan geldi. Ha şu da var. Ekstrem metal gruplarının
sahne alacağı bir organizasyonu Latino Bar adında bi yerde yapmak da Kemal’in hatasıydı evet. Öte yandan, kucağından süs köpeğini eksik etmeyen mekan sahibinin bu derece pervasız ve saygısız bir tavır içerisinde olacağını muhtemelen Kemal de tahmin etmemiştir. Sahnede günün headliner’ı çalarken mekanın ışıklarını açtırıp miksere müdahale edilmesi Türk metal camiasının ilk kez başına gelen bi durum değil. Ancak bunun yabancı bir gruba yapıldığına sanırım ilk kez şahit olduk. Cumartesi ve Pazar olmak üzere iki güne yayılan organizasyonun Cumartesi ayağında son grup olarak sahne alan, festivalin headliner’larından Quo Vadis, henüz bir saat bile çalmamışken (ki konseri baştan sonra, sözünü ettiğim son dakikalardaki rezillik de dahil olmak üzere videoya kaydettim, ne kadar çaldıklarını çok iyi biliyorum) mekan sahibi tarafından zorla sahneden indirildi. Tabii 8 grubun arka arkaya çalacağı bir günde akşam 20:30’a Latin dans organizasyonu
eklemek gibi dahiyane bir fikir ancak bu tarz bir mekan işletmecisinden gelebilirdi. Bu son söylediğim mevzudan Kemal önceden haberdar mıydı, yoksa mekan afişlerle duyurulduktan sonra mı işletmeci bunu söyledi, onu bilmiyorum. Ama önceden haberi varsa bu da Kemal’in kusuru olur. Nitekim Quo Vadis’e yeterince zaman kalması için Carnophage, Self Torture ve Cenotaph gibi üç büyük Türk grubu, 20-25 dakika civarı sahne kalma özverisini gösterdiler. Bu üç grup yakın zamanda bir organizasyon yapılarak sahneye çıkarılmalı ve ne kadar isterlerse çalmalılar. Öte yandan, Ankara seyircisi yoğun bir ilgi gösterdi de mi böyle üç grup tekrar çıksın falan diyorum? Hayır. 50 bilet bile satılmadı. Vaktiyle Suicide’ın çıktığı bir konserde mekanda 30-40 kişi olduğu için konser sonrası grubun frontman’i Erkan Tatoğlu, “uzun bi süre Ankara’da sahneye çıkmayacağız” demişti. Bu cümleden “Bunu hak etmiyorsunuz”
anlamını ne yazık ki çok az kişi çıkarmıştı. Suicide uzunca bi süre sahneden uzak kaldı ama değişen bişey olmadı Ankara seyircisi adına. Neyse. Çalan gruplar genel olarak iyilerdi. Hatta çıktıkları mekana ve sahneye göre fazlaca iyilerdi. Carnophage, Self Torture ve Cenotaph’ın kısa çalmaları esasında kötü oldu ama yukarıda sözünü ettiğim zorunluluk çerçevesinde gösterdikleri özveri takdire şayandı. İlk günün sonunda, “bunun bi de ikinci günü var” diye düşünürken, Ankara’da metal adına çok şey ifade eden Yolcu Bar’ın sahipleri Kenan, Ulaş ve Barış, festivale ve ikinci gün sahne alacak olan gruplara sahip çıkarak organizasyonun ikinci gününü Yolcu’ya almayı önerdiler. Duyurusu haftalar boyu başka bi mekan üzerinden yapılmış olan bu organizasyonu ikinci gün başka bi mekana taşımak yeni mekan açısından da
riskliydi ama Yolcu yönetimi bu riski almaktan hiç çekinmediler. Neticede ilk günün akşamında organizasyonun Yolcu’ya alındığı ve ikinci günün Yolcu’da yapılacağı internetten duyuruldu. Facebook grubumuzda biz de duyurmuştuk, belki denk gelmişsinizdir. Bu duyurunun sürprizi ise ilk gün utanç verici bir şekilde sahneden indirilen Quo Vadis’in ikinci gün Yolcu’da da sahne alacak olmasıydı. Bu iyi bi haberdi zira Yolcu’da “aynı günde organizasyon üstüne organizasyon yapalım, bi de salsa ekleyelim” mantığı yoktu. Daha da önemlisi Yolcu bu festivalin mantığını anlayan insanların mekanıydı. Nitekim ilk gün ne kadar olumsuz ve üzücü geçtiyse, ikinci gün de o kadar sıcak ve güzel geçti. İkinci gün Yolcu Bar için de özel bi gündü zira ilk kez bir yabancı metal grubu Yolcu’da sahne alacaktı. Günün duyurulan diğer gruplar çalarken Quo Vadis elemanları da grupları izleyip, seyircilerle takılıp samimi bir hava sergilediler. Grubun vokalistinin büyük bir Death fanı olduğunu ve Symbolic adında
bir Death tribute grubu olduğunu öğrendim. Tabii elemanla ne kadar derin bi Death muhabbetine girdiğimizi tahmin edersiniz. Günün gruplarından Decentra bi ara ‘Without Judgement’ coverladı ve eleman beğendiğini söyledi. Ama bence bi vokalist ancak bu kadar kötü söyleyebilirdi. Bence Decentra’nın acilen vokalist değişikliğine ihtiyacı var. İkinci gün, ertesi günün Pazartesi olması nedeniyle geç saate kadar kalamadım, Quo Vadis’in ikinci şovunu da izleyemedim haliyle. Ama icabet ettiğim kısmı oldukça iyi bir atmosferde geçti ikinci günün. Tabii katılım yine düşüktü. Kemal “bi daha konser yapmayı düşünmüyorum” diyordu. Umarım gidişat böyle olmaz ve eli ayağı düzgün, katılımı yüksek organizasyonlar gerçekleştirilir. Not: Çektiğimiz fotoların büyük bi kısmı esrarengiz bi şekilde kaybolduğundan elimizde kalan Chöpstick Suicide fotolarını bastık. Grubun esas adamı Yağız’ı böyle kocaman bastığımız için kusura bakmayın :)
ZELİHA KARAKOCA
Kof… Üçüncü dereceden kayık beyinlerimiz. Asırlardır değişmeyen düşünce fosilleriyle dolduruyoruz çünkü içini. Aynı idelerin modernize edilmişi sunuluyor hep kullanımımıza. Evrimin sonlarına doğru yaklaşırken, kapıda aniden neyin belirmesini bekliyor insan? Gelecekten gelecek fosilleşmemiş düşüncelerden başka?! Koyunları çobanların gütmediği, kurtların dağdan inmediği… Var mı öyle bir dünya? “Gerçek” denilen kelime yalanlar harmanında buharlaşıp yok olurken neyin geleceğinden bahis? Kof… Gelecekte çoktan geçmiş! Kayıpsızlar da kof…Çünkü çeşit çeşit kaybetme yollarından, kaybetmemeyi seçmişler… Oysa yerin dibindeysen, kıyılardaysan…ne kadar çok kaybetmişsen o kadar çok isyan etmişsindir ve aynı derecede hissetmişsindir canlılığı. Canlıysan öleceksin. ZANK! İnsan fark etti, ölecek, herkes ölecek… İnsan Dünya’ya yenildi. Kaybetmekte önemini yitirdi böylece, ebediyet ekseninden çıkınca kadın ve adam.
- PEAVEY 6505 head! - ENGL FIREBALL head! - MARSHALL 1960 A LEAD kabinet - HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi - MARSHALL MG100 HDFX head (2 adet) - MARSHALL MG412A kabinet (2 adet) - PEAVEY TNT 115 bas amfisi - JACKSON DK2 elektro gitar - YAMAHA AES420 elektro gitar - IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar - CORT GB-JB Bas gitar - PRESONUS 16.4.2 StudioLive 16 kanal mikser - BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser - RODE NT2-A condenser mikrofon - SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet) - AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass instruments) - STUDIO PROJECTS C4 (Small-diphragm matched pair Microphones) - SAMSON AUDIO drum microphone kit (8 parça) - SHURE PG57 (2 Adet) - SENNHEISER e825S - BLUETUBE 2 kanal mikrofon ve enstrüman preamp - MOTU 2408 ses kartı - ALESIS 3630 compressor - BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 band graphic equalizer - ALESIS Midiverb 4 digital processor - POWEPLAY PRO-XL 4 channel headphones (2 adet) - M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri
- WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 watt stüdyo kabinleri - PEARL EXPORT SELECT SERIES bateri - TAMA IRON COBRA (HP900 PTW Iron Cobra Power Glide twin pedal) - TAMA IRON COBRA (HP200 TWB twin pedal) - PEARL P122 twin pedal - 14 snare - 10/12/13 alto - 14/16 floor tom - 20/22 kick - PEARL DR-501 rack system
Zil Seçenekleri: - MASTERWORK Custom 16/17/18 crash - MASTERWORK Resonant 16/17/18 crash - ZILDJIAN Scimitar 14 hi-hat - İSTANBUL Samatya 14 hi-hat - SABIAN B8 Pro 15 Rock hi-hat - MASTERWORK Custom 14 hi-hat - SABIAN HHX 20 dry ride - SABIAN 20 medium ride - MASTERWORK Custom Pointer 20 ride - MASTERWORK Resonant 16 china - İSTANBUL Custom 18 china - İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 china - İSTANBUL Radiant 10 Rock mini china - İSTANBUL Radiant 10 splash
Stüdyo DEEP’in akustik düzenlemesi yenilenmiştir.