Cıtıes In Dust Selamlar, Dr.Skull’ı hatırlayan kaç kişi var bilemiyorum ama epeyce özleyeni olduğunu tahmin ediyorum. İlk sayıdan bu yana yer vermeyi düşündüğüm bu şahane topluluğa, bu sayımızda Türk müzik camiasının duayen yazarlarından Süreyya İzgi’nin kaleminden yer verdik. Bizim jenerasyonun henüz eli kalem tutmazken bir çok önemli dergide yazıları yayınlanan İzgi, Dr.Skull yıllarının da bizzat tanığı olduğundan, epeyce lezzetli bir yazı ortaya koydu. Bu ay iki önemli konser var. Birisi 6 Aralık’ta İstanbul Parkorman’da gerçekleştirilecek olan Amon Amarth konseri. Ankaralı topluluk Ominous Grief de bu konserde ön grup olarak yer alıyor. Bir diğer konser ise yılbaşı gecesi Yedikule Zindanları’nda gerçekleştirileceği duyurulan Lizzy Borden konseri. Bana da çok inandırıcı gelmemişti ancak Lizzy Borden official MySpace sayfasında duyuruldu konser. Gelişmeleri merakla bekliyoruz. Geçtiğimiz ay birbirini kovalayan yılların özlemi sona erdi ve Yeni Guns N’ Roses albümü Chinese Democracy yayınlandı. Ne yazık ki albümün adını taşıyan parçanın çekiciliği, geri kalan parçalardan uzaktı. Albümü en çok beğenen yazarımız Can Çakır, Axl’a yazdığı açık mektupta içini döktü.
Bu ayki kapak konumuz Chuck Schuldiner. Sert müzik cephesinin yaratıcılarından Schuldiner’ı bu ay aramızdan ayrılışının yedinci yılında anıyoruz. Schuldiner’ı, ona olan hayranlığı çok uzun yıllara dayanan usta kalem Atilla Çelik’ten dinledik. Bu ay ayrıca saçmasapan bir cinayete kurban giden efsanevi southern metal adamı Dimebag Darrell’ın da ölüm yıldönümü. 8 Aralık 2004’te kaybettiğimiz müzisyen için Ankara’da ölüm yıldönümünde bir anma etkinliği düzenlenecek. Türk rock camiasının yakından tanıdığı bir topluluk olan Diken, 15 seneyi aşan kariyerinin ardından dağılma kararı aldı. Diken’in “Düşlerim Ölümsüzdür” EP’sini taa lisedeyken dinlerdim. Eminim benim gibi bir çokları için de Diken özel bir topluluktu. Diken son olarak geçtiğimiz ay Raven Records etiketiyle “İsyan” adlı albümünü yayınlamıştı. Bir çok başarılı çalışmaya imza atan böyle bir topluluğu kaybetmek üzücü. Önümüzdeki sayılarda sizlere statik bir dergiden fazlasını verebilmek için bir takım çalışmalar içerisindeyiz. Yeni yılda görüşmek üzere, mutlu yıllar... Selim Varışlı
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI selimvarisli@gmail.com :: YAZARLAR ::
ATİLLA ÇELİK, SÜREYYA İZGİ, BAHA ÖZER, BURAK ÖZDEMİR, CAN ÇAKIR, CİHAN TEKİN, ÇİĞDEM KOCAMAN, DENİZ ERATAK, DERYA OKUMUŞ, EGEMEN LİMONCUOĞLU, ELİF ATÇI, EMRE DEDEKARGINOĞLU, ERDEM YABAŞ, FATİH KANIK,GAMZE YILMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN, HAKAN KAHRAMAN, HİDAYET DOĞAN, İPEK ATCAN :: FOTOĞRAF ::
SERHAT HOŞGÜL :: www.serhathosgul.net | DERYA ENGİN :: www.myspace.com/shae666 :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
2008 Sakin grubunun yılı oldu diyebiliriz. Bu yıl Sakin ismini konserlerde, televizyon programlarında çokça duyduk. Son dönemlerde mantar gibi türeyen yüzlerce alternatif grupların yanında bir anda yıldızı parlayan bu grubun özelliği acaba nedir? Grup, vokalde Onur Özdemir, gitarda Özdemir Dereli, basgitarda Cenker Kökten ve davulda Soner Özışık’tan oluşuyor. 1999 yılında kurulan grup açıkçası bu seneye kadar benim dikkatimi çok çekmemişti ancak bu benim eksiğim olacak ki, 2005 yılından itibaren ciddi bir hayran kitlesi oluşturmuş. Aslında bugün Hayat isimli son albümlerinde yer alan birçok bestenin temeli de 2005 yılında atılmış, uzun çalışmanın ürünleri. Ben kendime adıma, son zamanlarda dinlenen rock gruplarının, Gripin, Çilekeş ve Sakin’in müzik dünyamıza çok farklı renkler getirdiklerini düşünüyorum. Sakin bana ilk başta oldukça sıradan görünmesine rağ-
DENİZ ERATAK
men bu grubu günden güne çok sevdim, sevmemdeki en büyük sebep sanırım bana biraz İstanbul’u hatırlatıyor. Bir de sözler benim için çok önemli, bazen müziklerini çok beğendiğim şarkıların sözleri kötü olduğu için, içimden dinlemek de gelmiyor, Sakin grubunun müziklerinin sözlerine baktığınız zaman sanki her parçanın ayrı anısı ve ruhu olduğunu düşünüyorsunuz. Bu yıl yayınladıkları “Hayat” adlı albümdeki şarkıları tek tek dinlediğinizde sözler sizin de dikkatinizi çekecektir. Özellikle Edepsiz Komedya’yı arka arkaya defalarca dinleyebilirim. Sözler muhteşem, vokalin sesi tam damar daha ne olsun. Grubun sevdiğim başka bir özelliği de benim için yeni dönem apolitik sanatçılar arasında toplumsal konuları da müziklerinde işlemeleri. Tamam “işçisin sen işçi kal” demiyorlar ama kendilerince bazı eleştirileri müziklerine yansıtıyorlar. Yani rock müziğin bir isyan, haykırış müziği olduğunu düşündüğümüzde bence müziklerinde bunu yansıtmaları onları farklı kılıyor.
ATİLLA ÇELİK
“70’li yılların sonunda bu müzik çok ilgi ve dikkatimi çekiyordu. Kiss çok hoşuma gidiyordu. Ama pek revaçta değildi bu müzik. Grupların albümlerine ulaşmamız çok zor oluyordu. Müzik marketlerin vitrinine bir Heavy Metal albümünün koyulması inanılmaz bir şeydi o dönemlerde. Vitrinde Heavy Metal albümlerini gördüğüm zaman büyülenmiş gibi bakıyordum. O sıralarda bazı düşünceler beynimi kemiriyordu. Bu müziği neden fazla kişi dinlemiyordu? Niçin bu kadar gizli saklıydı? Bu hep böyle mi devam edecekti? Bu düşünceler ışığında bu müziği yapmaya karar vermiştim.” Bunları söyleyen Chuck Schuldiner 1980’li yılların başında müzik hayatına başlıyor, daha önce hiç bilinmeyen bir müzik tarzını ortaya koyuyordu. Death adıyla bir grup kurdu, bir tür yarattı, kendine özgü melodilerle beslenmiş eserler ortaya koydu ve 13 Aralık 2001’de kanserden dolayı aramızdan ayrıldı. İçinde bulunduğumuz ayda ölümünün yedinci yılı saygıyla anılacak. Müzikten elde ettiği cüzi rakamı tekrar müziğe yatıran, beynindeki ur için hastane masraflarını karşılayacak paraya azla yetinmesinden dolayı sahip olamayan, hastalığıyla mücadele ederken ümidini yitirmeyen, sadece hastalığıyla ilgilenmesi gerekirken müzikten kopmayan ve bunun da mücadelesini veren, “İki köpeğime her gün yemek götü-
rebileyim, geri kalan parayla gitar teli takımı alabileyim, daha fazlasını neden isteyim ki” diyen bir müzisyen modelinin aramızdan ayrılışı tabii ki üzücü oluyor. Sanatçı modelinin tanımına uyabilecek özelliklere sahip olduğu söylenebilirdi. Topluma bir şeyler veren, olumlu anlamda bir şeyler aktaran, örnek tavırlar sergileyen, bir ekolü temsil eden ve toplumun yaralarına parmak basan bir insan modelidir sanatçı açılımı. Aslında Death’i kurmasının ve önemli büyüme gösterip kaliteli bir müzisyen olmasının anlamı Chuck’ın kardeşi Frank’ın ölümünde gizlidir. Kardeşi Frank ölünce, 9 yaşında olan Chuck’ın hayatında bazı şeyler değişmiş. Başlangıçlarda içine kapanmış, kendisini müziğe vermiş, hayatın inceliklerini sorgulamış. Frank’ın ölümüyle ilişkili tutarak DEATH adında bir grup kurmuş ve liriklerinde yer yer bu tür acı anlamlara da yer vermiştir. 13 Mayıs 1967’de New York Long Island’de doğan Chuck, 13 Aralık 2001 yılında 34 yaşındayken hayata gözlerini kapadı. Beynindeki uru ve kanseri yenmek için çok mücadele etti, sürekli kemoterapi tedavisi gördü. Amerika gibi tıbbi imkanların en üst düzeyde olduğu bir ülkede mücadele verirken ölmesi ve günlük hayatını normal insanlar gibi yaşarken böyle bir sonuçla karşılaşmak müzik fanları tarafından şok edici olmuştu.
Hayatın mücadeleden ibaret olduğu, daima güçlü olmamız gerektiği, felsefe, psikoloji, insanoğlunun iç dünyası, hayatın bizzat kendisi gibi liriksel temalarla Death’in ağır, filozofça tüm sözlerini yazan Chuck, sevgi ve evliliğe dair kısa bir anekdot geçmekte mahsur görmeyecekti: “Evliliğin çok büyük bir mesele olduğunu düşünüyorum. Maalesef evlilik boş sözcükler yüzünden yıkılmaktadır. Evlilik benim için bir kağıt parçasından daha önemlidir. Evlilik sözleşmesi yok edilebilir ama insanların iç derinliklerinde yok edilemeyecek şeyler var. Sevgi en derindedir. Evlilik hayatı kısıtlayabilir ve boş sözcüklerle bir hayatı kolayca alt üst edebilir. Eğer evlenirsem kesinlikle kilisede olmayacak, Florida sahillerinde bir yerde olacak. Bunu özel olarak yapacağım, tabii yapabilirsem.” (Haziran 1999, Spark Magazine / Çek Cumhuriyeti) Konser sahnesinde olmaktan mutlu göründüğü gözlerden kaçmazdı. Bir metal konseri olmasına rağmen taşkınlık göstermek ve beden diliyle çok enerjik bir performans göstermekten ziyade, tamamen yaptığı müziğe konsantre olan ve kendilerini izlemeye gelen seyircilere %100’ünü vermeyi, onları eğlendirmeyi düşünen bir konser mantalitesi vardı. Mütevazı hareketleriyle ve sadece müziğiyle ilgi çekmeyi başarabiliyordu.
Kariyerinde hangi yönleri yaşadığı, hangi yönünden gurur duyduğunu bilmek için şu söylediklerini okumak gerekebilir: “Bir çok şey hakkında iyi şeyler hissettim. Ama öte yandan kötü zamanlar, acı veren zamanlar, depresif zamanlar oldu. Bazı şeylerin niçin kötü gittiğini, bazı kişilerin neden arkadan işler çevirdiğini bilemezken, bazı kişiler de bizi destekledi. Bir grup olmanın ötesinde daha önemli olan şeyleri yapmaya özen gösterdik. Hala birlikteyiz. Bizi ezmeye çalışan endüstrinin içinde solmadık ve ezilmedik. Asla içki problemim olmadı, başarımıza dil uzatanlardan yakınmadım ve Kurt Kobain gibi kendimi şutlamadım. Başarıyı benim rüyalarıma bağlayanlardan dolayı da üzgünüm. Müziğimizin daha da büyümesi ve onaylanması için benim ismim matbaalarda basılıp durmadı. Böyle bir şey olursa da şaşırmayacağım. Eğer bir gün ilhamımın azaldığını, öldüğünü görürseniz tahmin ediyorum ki bir restaurant açıp, aşçılık yapacağım” (Nisan 1995, Guitar World Magazine / ABD) Death için yazdığı liriklerde hayata nasıl baktığını anlıyorduk. Sürekli mücadeleden söz eden, yaşam çizgisinin ışığında bir şeyleri sorguladığı, olumsuzluklardan umuda doğru yelken açmaktan yola çıkarak ruhani ve toplumsal dokumalardı bu. Ama yazdığı liriklerin bir köşesinde derin
bir acı, karamsarlık ve garip bir rahatsızlık vardır. Kardeşi Frank’in ölümünün ardından benliğine çöken karamsar tortunun bu liriklere karışması makul karşılanabilirdi. Chuck’ın çocukluğunu annesi Jane Schuldiner’dan dinleyelim: “Chuck müthiş bir çocuktu. Doğallığıyla herkes tarafından çok seviliyordu. Her zaman onu yabancılara karşı uyarıyordum, çünkü aynı zamanda arkadaşıydım. Chuck okul döneminde beyzbol ve futbol oynadı, özellikle futbolu çok severdi. Okul yaşamı iyiydi, başarılıydı. İnsanlara sürpriz yapmaktan hoşlanıyordu ve daima mükemmel davranışlarda bulundu. Biz yıllar boyunca kamplarda, doğa ile iç içe yaşamıştık. Çocuklar böyle ortamda yetiştiler ve Chuck kamp yapmayı, ormanları, doğayı, balık tutmayı, kır yürüyüşlerini çok severdi. Bazen yeşillikler arasında komşulara giderdik, Chuck’ı da alırdım yanıma. 2 yaşındayken arkadaşlarıyla ağaçtan yapılmış kaleler ve evlerde zaman geçirirdi. Çok harika ve mutlu bir çocukluk geçirdiğini size söyleyebilirim.” (Ocak 2003 Rockaxis Magazine / Şili) Chuck müzikal hayatına ilk başladığı zamanlarda, büyük bir eski korku filmi fanı olduğu için korku filmi öğelerine, kanlı kavramlara yer vermişti. Zamanla kendi orijinalliğini ortaya koymuştur ve sözlerini tamamen olgulaştırmıştır. Death Metal gibi bir müzik türünü oluşturan bir müzisyen olduğu söylenmekle birlikte bunu kabul etmemektedir. Death Metal çizgisi içinde özgün bir müzik ve filozofça liriklerle büyük etkisi olmuştur. Onun en çok dikkat çeken yönlerinden biri düşündürücü, sorgulayıcı, güçlü temaları yansıtarak yazdığı şarkı sözleriydi. Chuck’ın hayatı Kiss’in “Destroyer” albümünü almasıyla çok değişmiştir. Bu müziğin bir fanı olmuş ve neler yapabileceğini düşünmüştü. İlk zamanlarında korku filmi hayranlığından dolayı daha sert çalışmalar sunmuştu. O sıralarda tüm sert-brutal gruplar satanist grup yaftasını yiyordu ve Death de bundan nasibini almıştı. Başlangıçta gruba böyle bir yaklaşım gösterilmesinin nedenini Chuck’ın ağzından dinleyebiliriz: “Bir çok grup başlangıçlarda otomatik olarak çok sert olabilir ve şeytani öğeler yansıtabilir. Aslında bunun nedeni yapılan çalışmaların normalden daha vahşi yapılması. Müzikal olarak en başlarda Death de bunu içerdi, ama diğer insanların dediği gibi ben şeytan gibi şeylere inanmam ve herhangi bir mezhebi de onaylamam. Ben liriklerimde bunlarla ilgilenmiyorum. Ben şeytani öğeli Venom, Mercyful Fate ve Celtic Frost gibi grupları dinledim ama farklı bir şeydi bu. Death için yazdığım lirikler yaşam üzerinedir. Beni karşılayan ve bana bir şeyler veren yaşam...” (Haziran 1999, Spark Magazine / Çek Cumhuriyeti) Onu karşılayan ve ona bir şeyler veren yaşam…
“Individual Thought Patterns” ve “Destiny” şarkılarında belki de izleri görünüyor: “Zihinsel aldatmanın esirleri kendi kararının içinde özgür olur. Kütleleri idare etmek için kelimeleri değiştirmek, birinin kendi güvensizliğini örtmek, bir ilacın beslediği gibi felç olmuş akılların hayal gücünü besler. Hipnotik bozulmaya uğramış liderlerin takipçileri, sadece kusur bulmak için yaşamlarını yaşarlar. Bireysel düşünce modelini yaratmak için resmi çizdiğimizde, görünmez çizgi nerededir?” “Zaman kabul etmek zorunda olduğumuz bir kavram. Bazen beklenmedik anlarda korkarım. Ben kargaşanın arkasında bizim için gerçeği bekleyene inanırım. Baktığımız engellerden sonra yaşamımıza değer biçer ve güvenirim. Yaşamlarında hangi yolları niçin denediklerini sorgulamanın yılları... Böylece ruhlarımızı birleştirebilirdik. Onaylamak zorunda kaldığımız acıdan kaçabilmek için hiç bir yol olmadığını biliyorum. Gerçek olan diğer yarısını bulmak. Kader hepimizin neyi bulmaya çalıştığıdır, kader seni ve beni bekliyordu” İronik şekilde dokundurmalar yaptığı The Philosopher parçası derinliğinde önemli bir eleştiri saklar: “Benim neyi hissettiğimi hisseder misin, ne gördüğümü görür müsün, ne işittiğimi işitir misin? Senin hayal dünyan ile gerçekliğin arasında çizmek zorunda olduğun bir çizgi vardır. Yaşamımı yaşar mısın yada aldığım nefesi paylaşır mısın? Düşüncelerin bizzat sana ait değildir, nasıl farz edeceğim hakkında vaaz verirsin, lakin kendi cinsel özelliklerini bilmezsin. Yalanlar senin diğer kararlarını besler. Filozof... Sen her şeyin en iyisini bilirsin.” Chuck “Symbolic” parçasında geçmişi, anıları ve bu anıların hediyelerini irdelemeyi ihmal etmiyordu: “Ben yaşamayı kastetmiyorum, ama ben kendim yardım edemem. Yaşamın bir anında, anıların tadına bakmayı hissederken, yıllar hala aynı gözükürken, gözlerimi kapatıyorum ve kendi içimde açıyorum. Değerli anıların hediyelerini anımsıyorum” Yıllar boyu yaşadığımız hayat bize aynı gelebilirdi ama ince düşündüğümüz ve geçmişe baktığımızda güzel şeylerin de olduğunu görecek, anılarımızda kalmış o anların bize haz verebileceğini, kendimizi yeni bir yöne çekebileceğimizi öğrenecektik. Çünkü ne olursa olsun yaşanan şeylerde her zaman bir anlam vardı ama önemli olan insanların bunu nasıl karşıladığı, nasıl reaksiyon gösterdiği ve hayatını hangi yöne çektiğiydi. “Symbolic” parçası bu bağlamda derin şeyler ifade eder.
Hayatın zor bir bütün olduğunu, bazı şeylerin yetersiz kalacağını, bazen karamsar düşüncelerin bize hakim olabileceğini ve bunu yansıtan ruh halini “Empty Words” parçasında bizlere şöyle sunuyordu: “Küller ve umutlar bir bağı paylaşır. Değişim rüzgarları sözcüklerle uzaklara eser. Görüntüler düşüncelerinde dövmelenmeliyken, güçlü yürümek bazen zoru aramaktır. Cevaplar bulunamadı başkalarının yazısında yada eğitilmiş bir aklın sözcükleri hafızalarımızın değerli dünyasında. Kendimizin hapsedildiğini buluruz, ustura gibi keskin pençeler ruhumuzu yırtar. Umutlar potansiyel bir inciniş, hiçbir şey gerçek değil midir? Sonsuza dek derinliklerde olurken, boş sözcüklerin dünyasında, bu saldırılardan kaçış yok. Boş sözcükler...” “Perennial Quest” eserinde belli bir dönem içinde yaşattığı sorgulamalar ve kuşkuyu görüyor gibiydik: “Yolculuk merakla başlar ve ruhla gelişir, soruları hisseder. Yürüdüğümüz taşların üzerinde bir seçim yaparız yönümüzde. Bazen asla bilinemez, bazı zamanlar oldukça çok bilinir. Bizi arkada tutan kötülükler süzülür. Açlığının gerçekliğinin ne
olduğunu kavramayı üstlenirsin. Yarınları tasarlayıp duran yılların sorusuna beni katıyor musun? Cevaplar için yılların sorusunu araştıran, izlenen rüyalar nerede ve zaman bir sınamadır. Bu yazılan sözcüklerin arkasında basit bir planı paylaşıyor, hissettiğimiz yola asıyorum. Üzüntünün nehirlerinden, okyanusların derinliklerine kadar, umutlarımla yolculuk ettim onlarda. Şimdi, geriye dönüş yok. Niçin sorularımı soruyorum? Bugün nedir? Yarın ne zaman?” Ve de insanoğlunun güçlü bir yapıda olması gerektiğini, umutlarının ölmemesini, hayatta her şeyin olabileceğini, güzel zamanları elde etmenin kolay olmayıp içimizdeki mevcut güçle bunu elde edeceğimizi ve güzel zamanların tadının çıkarılmasından bahsettiği “The Flesh And The Power It Holds” parçasında “İhtiraslar rüzgarla taşınan ateşte olduğu gibi yakar. Bir zamanın sonu, bir zamanın başlangıcıdır. Seni bir yolun yukarısına inşa eder ve gözyaşları. Geri doğrulursun, bir zamanın sonunda bir zaman başlar. Dokun, tadına bak, solu, tüket” diyecekti.
Kendisine yazdığı sözler hakkında sorulan soruya şöyle cevaplar verecekti: “Aslında lirikler kayıtların yansımasının da ötesinde, gerçekliği bütünüyle yansıtıyor. Bilindiği gibi gerçeklik, iyi, kötü, doğruları sorgulamak, güçlü olmak ve engelleri yenmek gibi kavramlar yansıtılıyor. Temelde insanların hayatlarında bazı tırmanışlara geçebileceğini, hayatları için en iyi şeylere erişmelerini ve kendi rüyalarını gerçekleştirmelerini betimliyor. “Ben bir hayalperestim. Benim için müzik bir rüya ve en iyi şeylere erişmeyi, korumayı düşünürüm. Bu benim amacımdır. Lirikler benim için hayatın gerçeklikleridir. Benim için lirikler gerçektir, müzik gibi çok önemlidir, her ikisi kesinlikle birbirine bağlıdır.” Kendisine “dahi” mi yoksa müzikal açıdan mecazi anlamda “psikopat” mı olduğu sorulduğunda “aslında ilkini tercih ederdim ama bir dahi olduğumu düşünmüyorum. Yaptığımız şeyler inanarak ve hissederek yaptığımız kişisel şeylerdir, bir dahiliği ortaya koymaz ama rahatsız da etmez. Benim için yaşamda her ne olursa olsun inandıklarınızı yapmalısınız. Neleri yapabileceğime inanırım ve trendlere dikkat etmem, her şey grubumun çevresinde döner ve trend adına diğer şeyleri umursamam. Benim için esas olan doğru şeyleri yapıp durmak ve müziğin içine duyguları yerleştirmek. İnsanların samimi olması ve gerçek şeyleri koruması gerektiğini düşünüyorum. Bunun, bu müziğin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle...” demiştir. Son albümleri “The Sound Of Perseverance” albümünün kapağındaki “dağ motifi” için hayata dair şöyle bağlantı kuracaktı: “Bu pozitif bir dağ türüdür. Korkutucu görünebilir ama sadece sorular betimleniyor, daha çok sorular! Bazı şeylere ulaşmak ve elde etmek için tırmanabileceğimizi, belki bazı zamanlar düşebileceğimizi ama yine de yukarıya tırmanabileceğimizi, bazı insanların en dipte, bazılarının ortada, bazılarının da en yüksekte olabileceğini söylüyorum albümde. Bu yüzden yaşamımızda bu bağlamda attığımız adımlar var. Eğer senin özellikle yapmak istediğin
bir hayalin varsa bunu yapmak için yola koyulursun. Kendi açımdan müzik benim rüyamdır. İnsanlar benim hakkımda kötü konuşarak beni yıkmayı deneyebilir ve ne olursa olsun kendi yoluma engeller koyabilir ama ben yine de bazı şeyleri koruyarak yoluma devam edeceğim, amaçlarıma erişmeye çalışacağım. Bu bağlamda kapak çok önemlidir. Onlar yaşamımda, yapmaya çalıştığım şeylerin bir yansımasıdır.” Yıllar önce müziğe ilk başladığı sıradaki Chuck ile şimdiki Chuck arasındaki fark sorulduğunda “15 yaş daha yaşlıyım. Kesinlikle, çok farklı. 16 yaşından 31 yaşına geldiğiniz zaman çok farklı bir şekilde düşünürsünüz. Çok toyduk, 16 yaşında çocuklardık. Çok şey öğrendim, umutla bir çok iyi şeyi öğrendim, ama aynı zamanda bir çok saçmalık da oldu. Müzikle olmak kendimi iyi hissettirdi. Benim için, müzik burada olmamım sebebidir. Müzik yapmak ve insanları umut vererek eğlendirmek için buradayım. Benim için bir çok mesele önem taşır ve el ele, hep beraber giderek bir şahsiyet olarak ve müzikal olarak bir çok büyüme oldu.” demiştir. Heavy Metal’e neler katmış olabileceği sorusuna da şöyle yanıt vermiştir: “Katkım varsa nasıl bir katkıdır bilmiyorum. Bunu diğer insanlar kararlaştırır. Ama umut ediyorum ki metal müzik ruhunun gücünü korumak, yanlış akımlara gitmemesi yada trendin bir parçası olmaması gerektiği gibi katkılarım oldu. Çünkü trendlere eğilmenin metal müziği yaraladığını düşünüyorum. Amerika’da diğer kişiler trendin gücünün kurbanı olurlarken ben Amerika’daydım ve asla trendin bir parçası olmak istemedim. Gitar çalan bir adam gibi yada bir fan gibi asla yolumdan ayrılmadım. Gerçek şeyleri koruyarak daima ileriye gitmek istedim. Bu benim temel sorumluluğumdu.” Genel bakış açılarından biri de şöyle olmuştu: “Ben bir hayalperestim ve 15 yıldır bu hayalimi gerçekleştirmek için
Seni tümüyle özlüyoruz Seni tümüyle özleyeceğiz Tüm yaptıklarını Yapacak olduklarını Söylediklerini Söyleyeceklerini Seni sevmeyi özlüyoruz Ve bize karşı sahip olduğun sevgiyi Fazlaca sevgi, neşe, umut, huzur ve düşlerimiz vardı Şimdi huzurumuzu, umudumuzu ve geleceğimizi parçalayan Acılarımız, üzüntümüz, kederimiz, kaybımız, öfkemiz, Vicdan azabımız, kırılmış kalpler ve düşlerimiz var. Şimdi değerli anılarımızı bekliyoruz Fakat asla yeterli olmayacak. Seni kaybettiğimiz zaman Sahip olacağımız yada yapacağımız hiçbir şey, Kalbimizdeki bu boşluğu dolduramaz. Her zaman seni özlemek Sonsuza dek seni sevmek Seni asla unutmamak… Jane Schuldiner
çok zor olan bir endüstride amaçlarımı gerçekleştirmek konusunda hayatımı sürdürüyorum. Tek istediğim müzik yapmak ve Amerika’da kaybolmak üzere olan gerçek Heavy Metal’i yeniden ortaya çıkarmak, yüceltmek.” Bir röportajda kendisine Death Metalin babası tanımlaması yapılınca şunları söylemiştir: “Böyle bir şeye katılmıyorum ve yapılan şeyler Death Metal adına yapılmıyor. Ben sadece bir grupta yer alan bir adamım ve Death, bir metal grubudur. ‘Sizin bir stil oluşturduğunuza inanıyoruz’ diyorsanız, Metal müzik için güzel şeyler yaptığımızı umut ediyorum. Ben bir Heavy Metal fanıyım. Bu müziğin güzel taraflarını göstermek imkanı elimde varsa bunu yapmaya çalışırım. Özellikle son zamanlarda Metal müziği yaralayan yeni şeyler çıktı, özellikle Amerika’da. Mesela Korn ve Limp Bizkit kesinlikle Metal değildir. Gerçek Metal müziği yaralıyorlar ve bir an önce bu durumu düzeltmeliyiz. Burada yardıma ihtiyacımız var ve umarım son çalışmamız (The Sound Of Perseverance) gerekli yardımı sağlayabilir. Avrupa müzik konusunda daha zengin ve Amerika bu açıdan kötü durumda. Hammerfall ile beraber tur düzenlemiş ve insanları şok etmiştik. Gerçek bir metal turuydu, sahte metal ve hiphop metal gibi saçmalıklar yoktu. Ortada sadece iki tane gerçek metal grubu vardı ve umarım böyle devam eder” (Aralık 1999 – Rock Hard Magazine / Almanya) Müziği çok içten yaptığı, bu konuda inatçı bir çocuk olduğu, bu işten kazanamadığı sorulduğunda verdiği cevap
şöyleydi: “Bu sadece yaşadığım hayatın bir parçası. Bunun haricinde hayatım gösterişsiz bir şekilde devam etti. Çok küçük bir apartman dairesine sahibim. Zengin değilim. Bir çok genç müzisyen gibi benim için çok avantajsız olan, bana para kazandırmayacak sözleşmelere imza attım. Aslında daha fazla paraya sahip olabilirdim ama bu farklı bir çalışma. Ben şikayet etmiyorum. Eğer şikayet edersem bu kendi hatamdır, iyi bir avukat tutabilirdim bu konuda. Ben durumumdan memnunum, iki tane büyük köpeğim var ve onların her gün yiyeceklerini karşılayabiliyorum. Eğer para kalırsa da kalan parayla gitarıma tel takımı alabiliyorum. Daha fazlasını neden isteyim ki?” (Eylül 1998 – Aardschok Magazine / Hollanda) Ölmeden 2 yıl önce sağlığı hakkında sorulan soruya şöyle bir cevap vermişti ve kapanış lafıyla fanlarının ruh hallerini sarsmıştı: “Şimdilerde günlerin bitkin bir şekilde geçtiği gerçek. Aralık ayında sağlık muayenesinden geçmek üzere New York’a gideceğim ve bu muayenede tümörlerin röntgeni çekilecek. Umarım çok küçük çıkacaklar. Önceden altı hafta tedavide kalmıştım. Altı hafta boyunca evimdeydim. O zaman fazla yapacak bir şey yoktu. Bayağı bir dinlenmeye ihtiyacım var. Aynı zamanda sakinleşmeye, ama ben müzik yapıyorum, bir çok lirik yazıyorum. Şu anki konumum sevinçten uzak olsa bile, yapacak fazla bir şey yok, Umudum ve parmaklarım en iyisini yapmaya çalışacaktır” Chuck’ın, annesi Jane Schuldiner ve ailesi ile ilişkileri çok sıcaktı. Chuck öldükten sonra annesi “emptywords.org”
sitesinde bir çok açıklamalarda bulundu. Oğlunun hastane masraflarını karşılamak için büyük mücadele örneği sergiledi, oğlunun ölmesi sebebiyle ikinci grubu Control Denied’ın yarıda kalan albümünün çıkması için de çabalar sarf etmiştir. Çünkü Chuck’ın en önemli dileklerinden biri yarıda kalan Control Denied’ın ikinci albümünün tamamlanmasıydı. Oğlunun yaptığı müziği yürekten destekleyen bir anne profilini çizmiştir Jane Schuldiner. Jane Schuldiner’a Chuck sonrası yaşamın nasıl olduğu sorulduğunda şöyle yanıtlar vermiştir: “Onsuz hayat benim için günlük bir mücadele, savaş halini aldı. Chuck’ı çok derinden seviyorum ve onunla yaptığımız bir çok şeyi özledim. O çok içten sevgi beslerdi ve bana karşı çok sorumluluk dolu, ilgiliydi. Müzik dışında zamanını sürekli benimle, kardeşleri ve akrabalarıyla geçiriyordu. Evde hep birlikte yemek yiyorduk. Yemek yapmayı çok sever ve barbekü ya-
grubunu çok seviyordu ve 13 yaşındayken onu ilk kez Kiss konserine götürmüştüm. Chuck’ın müziği çok gürültülüydü ve bir şeyler yaptığı zaman bana dinletiyordu. Onun çalışmalarını sevdim. Gitar çalışı konusunda kendisini çok çabuk geliştirmesi beni şaşırtmıştı. Ayrıca bir çok enstrümanı çalabiliyordu. Çok ilginç bir kişilikti ve benim garajım, müziğe aç olan muhteşem genç çocuklarla dolu oluyordu. Ben onun yaptığı müziği sürekli destekledim. Çünkü Chuck asla problemli bir çocuk olmadı ve onu her yönüyle kabul ettim. Chuck hayvanları ve yemek yapmayı çok seviyordu. Bana eğer müzisyen olamazsa aşçı yada veteriner olacağını söylerdi. Ben her zaman grubun isminin DEATH oluşunun kardeşi Frank’ın ölümünden sonra kaynaklandığını düşündüm ve kelimelerin içinde acı dolu anılar yer alıyordu. Bunlara itiraz etmedim. Chuck’ın son anında ailesi olarak yanındaydık, son sözleri sevgi dolu olmuştu ve çok rahat konuşmuştu. Onun böyle gidişi kalbimde ve ruhumda daha derin kırılganlıklar oluşturdu ve bunu hala hissedebiliyorum” (Ocak 2003 Rockaxis Magazine / Şili)
pardı. Evde sinema izler, yürüyüşler yapardık. Yaşamımız sürekli Chuck ile doluydu ve şu an yaşam benim için çok boş, hepimiz için. Chuck hastalığını bana açıkladığında harap olmuştum. Bana sarılmış ve birbirimize uzun uzun sarılarak durmuştuk. O asla kendini koy vermedi, hemen mücadeleye başladı. Kız kardeşini çağırdım ve onunla beraber Chuck’a sürekli yardım ettik, her zaman birlikteydik. Chuck’ı mücadelesinde güçlendiren etkenler ailesi, yaptığı müzik, hiçbir zaman yalnız bırakmayan fanları oldu. Hastalığıyla mücadele ederken müzik onun için çok önemli bir olguydu ve depresif bir şey dinlediğini asla görmedim.” Müziğe nasıl başladığı sorusu sorulduğunda da annesi şöyle cevap vermiştir : “Chuck müzikle 9 yaşındayken ilgilenmeye başladı. Kardeşi Frank, bir kazada öldüğü zaman harap oldu ve içine kapandı. Bir gitar alıp derslere başladı. Çalmayı çok seviyordu ve çok hızlı bir şekilde öğrendi. Kiss
Beyninde tümör bulunduğunu öğrendiği sırada o an neler hissettiği ve neler olduğu konusunda kapanışı Chuck’ın ağzından dinleyerek yapalım: “Bir hayal gibiydi. En başlarda boynumda bir ağrı vardı, asla kötü bir şey olacağını düşünmemiştim. Masaj, akupunktur yaptırdım ama bir faydasını göremedim. Gün geldi beyin tümörüne sahip olduğumu öğrendim. En başta çok ağır bir haberdi ve büyük bir şoktu. Ailem ve herkes yanımda oldu, sürekli ilgi gösterdiler ve cesaret verdiler. Ama bu şoku atlatmamda müzik yardımıma koştu. Şunu söyleyebilirim ki ne zaman tekrar lirikleri yazmaya başladım, büyük bir terapi oldu bu benim için. Ben müziği her şeyiyle seviyorum. Sen besteleri yapmaya başladığında başka bir dünyaya gidersin ve o an için zamanı unutursun. Farkına varmadan oturursun ve saatlerce çalarsın. İnsanların müzik dinlediği zaman farklı boyutlara uçtuğunu görmek harika değil mi?” (Aralık 1999 – Rock Hard Magazine / Almanya) Heavy Metal’in kalbur üstü sanatçısını ölümünün yedinci yılında saygıyla anıyoruz.
Pek sayın Siyah Beyaz okuyucuları,
CAN ÇAKIR
Müsaadenizle bu ayki yazımı muhatabına açık mektup olarak yazmak istiyorum. Bu üslupla yazılan yazılar hoşunuza gidiyor mu bilmiyorum, ancak bu sefer gerçekten çok içimden geldi. Ki gariptir, Guns N’ Roses birçok genç erkeği (ve daha da çok genç kızı) duygusal isterilere gark etmiş bir grup olmasına rağmen ben bu adamları dinlerken göz musluklarımı açmaya hiç gerek duymadım. Ancak yine de kişisel bir yazı olacak. Grubun kaderi sanırım. Devamını okursanız mutlu olurum elbette, ancak mouse’unuzun iki tıkıyla sayfayı çevirmek de isteyebilirsiniz. Karşı çıkmam, çıkamam, bunu gelip suratıma alelade söyleseniz de alınmam.
Sevgili Axl Rose, Herşeyden önce senden özür dileyerek başlamak istiyorum mektubuma. Sanırım şu birkaç yıllık dinleyicilik hayatımda senden daha fazla kimsenin günahını almadım. “Chinese Democracy”’nin çıkmayacağına, çıksa da elle tutulacak bir kayıt olmayacağına dair sonsuz inancım için apayrı özür dilerim, ancak eminim ki bu günahı milyonlarca insanla paylaşıyorum. Zaten bu konudaki kefaretime ilerideki paragraflarda değineceğim, sadece istedim ki hatamı evvelden bir itiraf edeyim, sen de suratına o tüm kızların hasta olduğu “nası kodum” sırıtışını yerleştir. Tüm kızların hasta olması demişken, evet şayet mevcutlarsa iki omzuna tünemiş olan melekleri şirket muhasebecilerine çeviren zibilyonlarca günahlarının bir kısmını üzerime yaptırmış olmamın en büyük sebeplerinden biridir tüm kızların sana hasta olması. Belki de çevremde ergenlikte ünlü ve taş hatunlara bakıp bakıp ağzının suyu akma furyasına en az kapılan insanlardan biri olduğumdan (valla) bu hareketi tekrarlayanlarla bu konuda sık sık dalga geçmeyi kendime bir borç bilmişimdir. Kadın kısmısının oturup saatlerce salak salak fotoğraflarına baktığı erkekler listesinde birinci sırayı çeken SENDİN AXL! Tabii eski halindi, yeni kırmızı sakallı göbekliyi kim ne yapsın, bu gerçeği sen de takdir ediyorsundur. Ama gerek hanım olsun, gerek hanımın (ve benim) en yakın arkadaşımız olsun, sana hastalardı Axl. Seni çok kıskandım. Haketmediğin yere sana çok küfrettim. Özür dilerim. Amma velakin küfürlerimi hak etmediğin zamanlar da az değildi sevgili Cumhurbaşkanı’yla aynı soyadı taşıyan müzisyen! Spesifik bir tarih vereyim sana, takvimler 12 Temmuz 2006’yı, saatler 21:00’ı gösterirken yüzlerce kişi bize arkadan dayarken biz kaburgalarımıza manasız dövmeler yaptırıp yaptırmadığımız sorularına maruz kalma riskini göze alarak bekliyorduk seni. Ya sen ne yaptın? Her zamanki kaprislerini yaptın, tamı tamına iki saat beklettin bizi! Evet, ‘Welcome to the Jungle’ın ilk notaları duyulduğunda “Yaratan Allah’ın adıyla oku!”’yanlardan biri de bendim, hatta ve de hatta konserin sonuna doğru sahneye çağırdığın Izzy Stradlin’in tam benim ve arkadaşımın önüne gelip, bizi işaret edip, bununla da kalmayıp EYVALLAH çekmesi; Kopenhag uçağında Symphony X ile beraber uçup adamların pasaport kontrolünden geçmesine yardım etmemle beraber konser anılarımda birinci sırayı paylaşır, ama bu senin sorumsuzluğuna mazeret değil Axl beyefendi! Şimdi üstte yazdığım paragrafı bir daha okudum da, sanki babanmışım gibi çemkirmişim sana. Affet beni akşamüstü, gölgem uzarken. Ama düşüncelerimin sonuna kadar arkasındayım, bunu yapmamalıydın Axl. Neyse, kötü yanlarını bir yana bırakayım da suratına yine o sırıtışı koyayım. Guns N’ Roses’la yaptığın bazı şarkılar için sana özel olarak teşekkür etmek istiyorum Axl. Mesela bir klasikle yapayım açılışı: ‘November Rain’. Bu grubu beraber kurduğun yoldaşın Tracii Guns’ın dediğine göre şarkıyı piyasaya sürmeden önce 9-10 yıl civarında çalışmışsın üzerinde. Ellerine sağlık Axl, ne diyeyim. Müzik dünyasında ilk giriş notasında insanın kalbine kesici delici aletleri sokup son notasına kadar çevirebilen şarkılara çok sık rastlamışlığım yoktur, ancak sor deseler herhalde söyleyeceklerimin ilk 5’inde yer alır rahatça. Ya ‘Civil War’a ne demeli? Sesinin tüm aralıklarını kullanman
olsun, Paul Newman filmi sample’ları olsun, her yönüyle başarılı ötesi bir şarkı. Senin yüzünden ‘You Could Be Mine’da az gaza gelip söylenmemesi gereken şeyleri söylemedim Axl, ama çok şükür sonuç verdiler, o konuda hakkını yemeyeyim. Lafı fazla uzatmayayım ama birkaç şarkıdan da ismen bahsetmeden geçmemek lazım, efendim ‘Estranged’ olsun, ‘Rocket Queen’ olsun, ‘Paradise City’ olsun… Hepsi için tekrar teşekkürler. Ama ‘Don’t Cry’ olmasın, bunu da araya sıkıştırayım. Yaptığın bunca güzel şarkıdan sonra müzikal anlamda uzun bir sessizliğe bürünmeni hiç hoş karşılamamıştık Axl. Sen 1994’te bu albümü çıkarmaya çalışırken ben daha d ve b’leri ters yazıyordum, albüm 2008’de çıktı, baksana ben dergilere yazıyorum! Ne zaman grupta eleman değişikliği olsa sana küfrettik (Buckethead’in gelişi hariç). Ne zaman medyada albümün maliyeti hakkında bir haber çıksa sana küfrettik. Ne zaman yeni şarkıların bulunduğu söylenen bir konser videosu internete düşse, düşük kaliteli birşeyler izleyip sonra sana yine küfrettik. Açıkçası bu ay içinde albümün demo versiyonunu dinledik, sana yine küfrettik! Ama ben bu küfürleri geri almaya hazırım. Sen şu albüme ‘This I Love’, ‘Street Of Dreams’, ‘Sorry’, ‘Prostitute’, ‘There Was A Time’ koydun ya, ben bu küfürlerin %90’ını geri almaya hazırım. Kalan %10’unu da Better için saklıyorum, uyuz oldum o şarkıya, zaten kusura bakma da bir arkadaşımın dediği gibi “yemiş yemiş s*çamamış” gibi söylüyorsun onda. Şu dakikaya kadar içimde kalan herşeyi sana döktüm Axl, bunu da dememiş olmayayım: Demodan sonra bile, hatta özellikle demodan sonra, böylesini beklemiyordum! Mektubuma son vermenin zamanı geldi gadasını aldığım. Sana geçmişteki muazzam şarkılar için tekrar teşekkür etmek, yeni albüm için seni tebrik etmek ve hatalarını sıfatına sıfatına vurmak büyük bir zevkti. Kusurlarını sana çemkirme konusunu bir daha düşünüyorum da, aslında bir bakıma sen milyonlarca albüm satmış, onlarca efsane şarkı yazmış, dillere destan bir müzik adamısın, bense sadece bir dinleyiciyim. Yine de biz olmasak senin yüzüne doğruyu kim söyleyecek Axl? diyor ve karşında saygıyla… eğilecek kadar yavşak olmasam da, elimi kalbime götürüyorum. Saygılarımla, CAN ÇAKIR
SÜREYYA İZGİ Fotoğraflar:
FATİH ÇAKMAKÇI
Çok iyi hatırlamıyorum, Mart ya da Nisan 1990 olmalı… Güneş Gazetesi’nde müzik yazarlığı yapmaya çalışıyordum. Şimdi 19. yılına geldiğim bu yola yeni başlamışım, daha kilometre değil, ancak birkaç yüz metre almışım… Şimdi bakınca mizah yazmışım gibi geliyor bana! Baştan belirteyim, bu yazı bir grup tarihçesi olmayacak. Hatırlayıp hiç yazmamış olduklarımı yazmak istiyorum, bilinmeyen birkaç detay işte... O günlerde İstanbul’dan bakınca böyleydi, Ankara’dan gülmeyin sakın :) O zamanlar Ada Müzik diye bir plak şirketi vardı. Alpay’ın albümlerini yayınlardı, temiz ve kaliteli işler yapardı. Oradan bir zarf içinde, üzerinde sonradan Vehbi olduğunu öğreneceğim kuru kafa bulunan bir kaset çıkmıştı. “Ne yazık” diye söylenmiştim, “şu Türk rock grupları yeni yeni filizleniyor ama İngilizce’den haberleri yok, bu ne özensizlik…” Kapakta Wory Zover yazıyor ya! E herkes bilge doğmuyor, toyluğuma verin :) Ben öyle yaptım! Ama ilk baktığım-
da oradaki espriyi algılayamadıysam da yine de haklıydım, kasetin üzerinde de Vory Zover yazıyor çünkü! O kaset aylarca jelatini açılmadan evde durdu, durdu, durdu… 1990 sonbaharında olmalı, “tırışka” kasetler arasında bir temizlik yaparken jelatini bile açılmadan nasıl olup da hurdaya ayrılmış olduğuna şaşırarak aldım elime Wory Zover’ı ikinci kez. Teybe yerleştirdim, makaralar dönmeye başladı, ben o an yediğim tokadı hiç unutamıyorum. ‘Wory Zover’ bitti beni sarsarak, ‘Gate of Brandenburg’ başladı. Aklım almıyordu, olamazdı… (O nasıl olup da ıskaladığımı anlamadığım albüm, aylarca kasetçalarımdan hiç çıkmadı, sanıyorum bant koparmaktan 3 kez de satın aldım. O kasetlerden biri şu an yanımda dururken şimdi evde CD’si bangır bangır çalıyor!) Albümü iyice sindirdikten sonra ertesi gün işe gider gitmez önce Ada’yı, oradan aldığım bilgiyle de hemen davulcu Alper Yarangümeli’yi aradım. Albümün çıkışından aylar sonra gelen ilk röportaj talebine çok
Hepimiz sürünün içinde birer kara koyunduk “Hershey Yolunda”yken! Şartlar ne kadar düzenin içine sokmaya çalıştıysa da biz o düzenin asileri olduk hep. Marşlarımız da Dr. Skull’dandı o yıllarda...
şaşırmıştı Alper. Tam “unutulduk, kimse kaale bile almadı” derken o zaman krizde bile olsa ülkenin en prestijli gazetelerinden biri olan Güneş’ten, haftalık eki Güneş Gençlik’e röportaj için aranmışlardı zira. Birkaç dakikada sanki yıllardır tanışan iki dost gibi olduk Alper ile. Röportajı telefonda yaptık, profesyonel fotoğrafçıları Fatih Çakmakçı’nın çektiği fotoğraflar da birkaç gün içinde İstanbul’a ulaştı. Albümden sonra fotoğrafların da mükemmelliğini görünce kapağa koymaya karar verdik hemen. Şanssızlık sürüyordu ki, yaklaşık bir yıldır kuşe kağıda basılan ve sanki parayla satılan bir müzik dergisi kıvamında olan Güneş Gençlik, tam da o hafta gazetenin girdiği batış sürecinde gazete kağıdına basılmaya başlandı… Ne üzüldüğümü düşünüyorum da şimdi… Yine de Ankara’da kısıtlı bir çevre dışında ismi bile duyulmamış bir grup, ulusal basına verdiği ilk röportajda yaklaşık 200 bin tirajlı bir gazetenin ek dergisine kapak olmuştu. (Çok aramama rağmen o dergiyi bulamadım, karanlık bir ortamda trampetin içinden verilmiş ışıkla davula giriş-
miş Alper’in yüzünün aydınlandığı kareyi kapağa koymuştuk, nefis olmuştu.) Dergi piyasaya çıktı, telefonum çaldı, arayan Alper’di. Kapak olduklarına inanamıyordu. Ben hala, bu grubu nasıl bu kadar geç fark edebildiğimi anlamaya çalışıyordum. Kimse abarttığımı düşünmesin, o zaman, 1990’da, yerli gruplar deyince, heyecanlı gençler çoktu da dikkate alınabilecek kıvamda şarkılar yapabilen, organize olabilmiş çok da fazla hard rock ve türevleri yapan seçenek yoktu; Pentagram, Akbaba, belki Whisky, belki biraz Guillotine, Metalium, Mirage, Kramp, hadi Devil de benden olsun… İsimler itiraza açıktır ama belirttiğim kriterlere göre gerçekten yoktu. Hep bugünkü gibi gazete-dergi-radyo-TV kanallarının her albüm yapana açık olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? O zaman bir TRT, bir de Magic Box vardı, bilmem anlatabildim mi? 1990 Aralık ayında Kadıköy ve Taksim civarında her yer “1990’ın son konseri” afişleriyle bezeliydi. Afişler bangır bangır, Tuncay Özkınay
tarafından düzenlenen Akbaba ve Dr. Skull konserini duyuruyordu. 30 Aralık 1990’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi tıka basa dolmuştu. Akbaba’nın ‘Devil’, ‘Talkin’Bout Love’ gibi tempolu şarkılarıyla alışık olduğumuz güçlü, seyirciyi kudurtan performansından sonra Dr. Skull ilk kez İstanbul seyircisinin karşısına çıkıyor ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi adeta yıkılıyordu. Alper, Vehbi’yi de İstanbul’a getirmiş, konserde krosun üzerine yerleştirmişti. Düşünün ki, yılların Akbaba’sı bile onurla Dr. Skull’ın alt grubu durumundaydı. O dönemde neredeyse her gün rock konserlerini okul okul, salon salon dolaşan gençler olarak öyle bir “yıkımı” çok az görmüştük. O konserde çektiğim fotoğrafların Dr.Skull`ın ilk İstanbul konserinden yayınlanmış yegane resimler olacağını bilsem herhalde kudurmayı bırakıp sadece fotoğraf çekerdim... O tarihten sonra Alper ile defalarca konuştuk. İyi arkadaş olmuştuk. Öyle ki, ikinci albümün kayıtları bittiğinde herhalde ilk dinleyenlerden biriydim. Alper ile o kayıtlar elime ulaştığında yaptığımız telefon görüşmesini hatırlıyorum da... Seslerimizin titremesi, gözlerimizin dolması kıvamına gelmiştik desem abartmış olmam. Ortaya çıkan albüm, o günün şartlarında inanılmaz bir sounda sahipti ve özellikle Baştepe’nin vokali, bütün Laneth tayfası olarak
içimizi eritiyordu. “Rools 4 Fools” albümündeki “No synthesizers, just wood” ibaresi, iflah olmaz bir Queen fanı olarak onlar da elektroniği keşfedene kadar aynı yolda olduklarından beni daha bir etkiliyor, zaten full gaz olan albüme olan saygımı artırıyordu. “Rools 4 Fools” piyasaya çıktıktan sonra rock çevrelerinde yine büyük heyecan yarattı. O zamanın gözde gençlik çatışması olan rap-rock kavgasına Dr. Skull “Metal on Metal” şarkısında Alper’in yaptığı rap solo ile cevap veriyordu. O dönemde Alper, ikimizin de -bu yazı yazılırken telefonda karşılıklı hafızalarımızı zorlayıp- yabancı ama kim olduğunu hatırlayamadığımız önemsiz bir grupla Pentagram’ın birlikte verdikleri konser için İstanbul’a gelmişti (söz konusu yabancı grubun Alman Thrash grubu Protector olması kuvvetle muhtemel /ed). İki gün birlikte İstanbul rock alemlerinde, Akmar Pasajı’ndan Köprüaltı Kemancı’ya, gezinip konsere gitmiştik. Hatta gece o zamana ait bir arkadaşımızdaki ev partisinde hep beraber içip, azıp, kudurup dağıtmıştık... Bunları neden anlattım? Artık bilinsin istedim, Alper’in bu güzel gezisi, Dr. Skull’ın 1993’te EMI-Kent Plak’tan çıkan Türkçe sözlü üçüncü albümü “Hershey Yolunda”da şarkılara konu olmuştu çünkü. Dinleyin yakalarsınız mutlaka! Hatta o gezide “Little Beach”in de kime yazıldığını da öğrenmiştim ama tabii ki söylemeyeceğim!
Gelelim o 1993’e, “Hershey Yolunda”ya... 1993 yılında söz konusu plak şirketinde çalışıyordum. Dr. Skull “Rools 4 Fools” ile hiç kesinleştiremediğimiz rivayetlere göre 20 bini aşkın satış yapmıştı. Pentagram da 1992’de yayınladığı ikinci albümü “Trail Blazer” ile benzer rakamlara ulaşıp rock camiasını hareketlendirmişti. Yola Ada Müzik ile devam etmeyen Dr. Skull’ı EMI-Kent’e kazandırmanın en uygun zamanıydı. İşte o görüşmelere başladığımızda Dr. Skull’ın Türkçe sözlü şarkılarıyla karşılaştım. Ağzından girdim, burnundan çıktım, şirketin başkanı (o zaman her şey daha normaldi, CEO diye bir şey yoktu...) Ümit Güner’e kabul ettirdim ve “Hershey Yolunda” EMI-Kent Plak etiketiyle yayınlandı. Hepimiz o albümün kapağındaki gibi sürünün içindeki birer kara koyunduk. Hiçbir zaman da kurban olmadık! Dr. Skull farklı bir gruptu. Müzikal anlayışında güçlü hard rock öğelerini punk anarşistliğine yakın sözlerle birleştiriyor ve rock camiasında herkes tarafından seviliyordu. O kadar yılı içinde geçirdiğim rock camiasında “onlardan nefret eden” kimseyi görmedim. Grubun Ankara’da olması ve fazla göz önünde olmaması da karizmayı güçlü kılan unsurlardan biri oldu, herkeste hep saygı uyandırdı.
Zaman aktı, Dr. Skull’ın Op. Dr. Skull olduğu yıllar, beraberinde profesyonel ayrılıklar getirdi. Alper, Kara Kedi ile deneysel rock ‘n roll çalışmaları yaparken Baştepe Amerika’ya, Musti İngiltere’ye gitmişti. Ersöz de Ankara’da kalan üye oldu. Grubun bence kimliğiyle hiç uyuşmayan solisti Serdar ile ilgili yıllarından çok fazla söz etmek istemiyorum. Skull ruhu açısından Baştepe’nin yerini doldurması gibi bir durum söz konusu olamayacağı gibi, solistliği de asla bir rock grubuna uygun değildi. Haziran 1994’te İstanbul’da Die Toten Hosen’e alt grup olarak çıktıkları ikinci İstanbul konserleri, gerek solistin Baştepe’yi aratan performansı, gerekse Türkçe şarkıların yeterince bilinmemesi ve “Wory Zover” ile “Rules 4 Fools”daki şarkılar kadar hit kimliği taşımaması nedeniyle pek parlak değildi. Ama zaten o konserde sahne performanslarından çok çıkan olaylar akıllarda kalmıştı… Dr. Skull ile ilgili yazılacak o kadar çok şey var ki… Onları bir başka yazıya bırakıyorum. Hele bir de bugün öğrendiğim ama yazamayacağım şeyler var ki, bu gruba hala sevgi besleyen herkesi sarsabilir. Yazmıyorum!
BURAK ÖZDEMİR
Onları Gates Of Ishtar ile tanıdık, sadece 3 albüm çıkarıp dağıldılar. Fakat unutulması mümkün olmayan tatlar bıraktılar, öyle ki şu gün olmuş halen “Dawn of Flames” albümünü bıkmadan dinlerim. Yaptıkları müzik, dinledikçe yeni şeyler keşfedeceğiniz türden. Gates Of Ishtar projesi toprak altına gidince grubun aslarından Mikael Sandorf ve Oskar Karlsson, The Duskfall ile karşımıza çıktılar (şunu üzülerek söylemeliyim ki The Duskfall da dağıldı, 3 ay kadar oluyor, bu açıklamayı yazının sonuna saklayamadım). Grup ilk olarak “Fraility” albümü ile dinleyenlerini şaşırttı. Çünkü yeni grubun tarzı çok daha farklı, agresif ve deyim yerindeyse “thrashy” diyebileceğimiz türdendi. Albümdeki 10 parçadan 5 tanesi ilk dinlemede zihninizde yer edecek türden (The Light, None, Farewell Song, Just Follow, Deliverance). Yalnız ilk albümleriyle beraber bende daha sonra kolayca unutacağım bir hayal kırıklığı oluştu. (Kolayca çünkü, tarzlarına alıştıktan sonra, Gates Of Ishtar ‘dan aldığım hazzın aynını The Duskfall ‘dan da duymaya başladım.) Parçalar arasında acaba Gates Of Ishtar ‘dan izler var mı diye araştırırken, Farewell parçasının ortasındaki melodik solo kısmını tam bir GOI solosuna benzettim. O yüzden ki, bu parçayı ayrı bir severim efendim. Bu albümden sonra bu tarza alışmak pek zor olmadı, hemen ardından 2. albüm Source çıktı. Albüm ama ne albüm, her parçasında başka bir macera var. O sıralar metroda ne zaman kafa sallayarak müzik dinleyen metalci görsem, acaba Source albümünü mü dinliyor demekten kendimi alamazdım. Bu arada albümün adını taşıyan “Source” parçasını tavsiye etmeden yapamayacağım. Kesinlikle dinlenmesi lazım, solo kısmı dinlemeye değer, özellikle tüm sololarda kullanılan keskin harmonik sesler bu parçada zirveye ulaşıyor. Son iki albümün beğeni toplaması, ve grubun tarzının oturmasından sonra, 2 yıl içinde 2 yeni albüm yayınladılar.İlki, önceki 2 albümün re-release hali olan “Fraility & Source” albümü, diğeri ise “Lifetime Supply Of Guilt” albümü idi.İşte gruptaki asıl yükseliş bu albümle beraber
başladı.Albümün belki de, grubun hatırı sayılır ilk video klip’i “Shoot It In” parçasına çekildi.Kırbaç gibi havayı yararcasına çalan güçlü baslar ve bıçak kadar keskin rifflerle gerçektende albümün prestij parçası oldu.Yine aynı albüm içinde geçen, yoğun ritimlerle bezenmiş olan “Hours Are Wasted” parçası ayrı bir güzeldir.Grubun genel olarak tarzı ve çizgisi bu albümle iyice belli oldu, kendi deyimleriyle “Sweden’s Deadly Trashers”, thrash etkilerini ve izlerini taşıyan Death Metal diyebiliriz. Ve gelelim son albüme “The Dying Wonders Of The World”, tarzlarının iyi geliştiğini, deyim yerindeyse bir akıma dönüştüğünü görüyoruz, bu kez bizi “The Wheel And The Blacklight” parçasıyla coşturuyorlar.Albümdeki diğer parçalarda dinledikçe güzelleşen cinsten.Albümü aralıksız ve sırasıyla dinlediğiniz zaman, günlük Death vitamininizi almış oluyorsunuz.Özellikle altını çizmek istiyorum, bu albüm teknik potansiyeli çok yüksek parçalar içeriyor, özellikle muhteşem diyebileceğimiz “I’ve Only Got Knives For You” daha önce Duskfall dinlememiş birini bile kolaylıkla cezdebecek cinsten. 2009’a 1 ay var, Mikael Sandorf’un Duskfall ‘dan ayrılalı 3 ay olmuş, içimizde buruk bir hüzün var, zira grup, Mike olmadan yollarına devam edemeyeceğinden dağılmayı seçtiler. Daha önce Duskfall’ı dinlemediyseniz henüz bir şeyler kaybetmiş değilsiniz, fakat tüm albümleri dinledikten sonra benim duyduğum üzüntüyü sizinden duyacağınızdan eminim.Bu kadar başarılı bir grubun neden dağıldığını en az bende sizin kadar merak ediyorum, ama en azından Mike’ın yaptığı açıklamaya göre “Daha farklı projelerle karşımıza çıkacakmış”. Aslında ben bu açıklamadan sonra Mike ‘a baya bir kızdım, çünkü grup içerisinde pek fazla ön plana çıkamayışı, ve bireysel çalışmalar yapma isteği onu biraz bencil yapıyor. Umarım Mikael Sandorf tekrar grubu bir arada tutmak için geri döner (Bu her ne kadar benim bir hayal olsa da, yinede istiyorum!), çünkü grup yaptığı müziğin zirvesindeyken bıraktığı için, grup elemanları işin meyvelerini toplayamadan bırakmak zorunda kaldılar. Bizlerde elimizde sadece 4 tane albümle, müziklerine doyamadan kala kaldık!
Selim: Selam Arın. İlk olarak son dönemde sıkça sorulan soru ile başlayalım istersen. Yeni Catafalque albümünün çalışmaları ne aşamada? Yeni albümün soundu konusunda neler söyleyebilirsin? Arın: Yeni albümün soundundan bahsetmek için henüz çok erken ancak Catafalque için, asla kendini tekrar etmemek ilk sırada gelir. O nedenle bir sonraki albüm de diğerlerinden daha farklı ve daha iyi olacaktır. S: Prodüksiyon alanında, “Dialectique” sonrası parmakla gösterilen isimler arasındasın. Prodüktörlüğünü veya kayıt sorumluluğunu üstlendiğin diğer gruplar neler? Bu alanda ileriye dönük planlarından bahsedebilir misin? A: Dialectique sonrasında Özge Özkan solo projesinin prodüktörlüğünü, tüm kayıt, edit, mix ve masteringini yaptım. Şu anda da Soul Sacrifice’ın 2.albümünün kayıt, edit, mix ve mastering işlerini üstlenmiş bulunmaktayım. S: Solo projelerin veya bu konuda planların var mı? A: Bir müzisyen olarak hiç bir zaman öne çıkmak istemedim ya da kendimi ilk etapta enstrumanist olarak göstermeyi. Bu sebeple solo proje ya da albüm yapmak değil, bir grubun şarkılarını yazmak ve müziğine hükmedebilmek benim için çok daha keyifli.
S: Ülkemizde rock müzik cephesini, önde gelen bir prodüktör ve müzisyen olarak nasıl değerlendiriyorsun? Dikkatini çeken isimler var mı? A: Son dönemde ülkemizde rock müziğin geliştiğine dair söylemlere katılmıyorum. Sadece bir anda trend haline gelen bu müziğin ve görüntüsünün rock ile ilgisi olan olmayan pek çok kişiye ve gruba çekici geldiğini düşünüyorum. Dinleyicinin, onlara ne pazarlandığıyla pek de ilgilenmediği bu dönemde maalesef dikkatimi çeken kimse yok. S: Catafalque ve Özge Özkan albümlerinin yayınladığı CTF Records’dan biraz bahseder misin? Başka ürünler de yayınladınız mı veya yayınlamayı planlıyor musunuz CTF etiketiyle? Çalışmalarınızı kendi firmanızdan yayınlamanızın avantajları veya dezavantajları nelerdir? A: CTF, ben ve Gökhan Diren ortaklığıyla 2007’de kurulmuş bir prodüksiyon şirketi ve stüdyosu. Sırada Soul Sacrifice’ın 2. albümü ve ardından Catafalque’ın ilk albümü Unique’in remaster’ı var. Sonrası için planladığımız bir kaç isim daha mevcut. Kendi şirketimizden albüm yayınlamanın en güzel tarafı, aradan 3. şahısların kalkması ve olayla tamamen bizim ilgileniyor olmamız. Tabi bu durum, her tür zorluğu da bizim halletmemizi gerektiriyor.
S: Dialectique’deki orijinal altyapı çerçevesinde sormak istediğim bir soru var. Elektronik müziğe bakış açın nedir? Ayrıca EBM ve Aggrotech gibi tarzlarla ilgileniyor musun? A: Bazılarımız bunun utanç verici olduğunu düşünse de, birçok metal severin aksine ben, pop, elektronik, dark pop gibi tarzları da beğenmekteyim. Müzik türlerinin birbirleri içine makul ölçülerde girebilmesinden ve beraber başka lezzetler, başka hisler ortaya çıkarmasından büyük zevk alıyorum. Burada demek istediğim asla “sentez” değil yanlış anlaşılmasın. :) Kendi yazdığım müzikte de birçok dijital sound kullanıp, belli belirsiz bunları metal kalıplarının içine sokma olayından da extra bir keyif alırım. S: Mp3 ve dijital müzik paylaşımı konusunda düşüncelerin nelerdir? A: Konu gerçekten paylaşımsa bence sonuna kadar olmalı. Fakat “paylaşmak” ve “çalmak” arasındaki farkı insanlar algılayamamaktalar. Mp3’e maalesef karşıyım. Bir ses mühendisi olarak, kafayı kırıp uğraştığımız, didindiğimiz güzelim kayıtların, bir anda sıkıştırılıp küçücük ses dosyacıkları haline dönüşüp sound kalitesinin bozulmasına kılım. S: Klişe sorumuz var sırada. Dünyaya bir müzik albümü olarak gelseydin, hangi albüm olmak isterdin? A: Carcass - Heartwork S: Yanıtların için çok teşekkürler, eklemek istediklerin varsa söz senin. A: Röportajınız için çok teşekkür ederim.
BAHA ÖZER
“Gökyüzünün mavisinde pusun arasında Ben, senin isminde denize bir gül attım şimdi dinle, bu gece bir yerlerde rüzgârın gözyaşları var…”
O yok artık. Her kayıp insanın hayatında bir eksiklik bir üzüntüdür. Ve bu kayıp yine bir insanın hayatında değer taşıyıp ona türlü türlü hatıralar yaşatıyorsa bu yitirişi unutması olanaksızdır. Ani olaylar, zamansız kaybedişler hayatımızın gerçeği olarak bize sunulmuş durumda ve biz bu durumda üzülmekten başka bir şey yapamıyoruz. Mike Baker daha 45 yaşında ani bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı. Kendisi Progressive Metal grubu Shadow Gallery’nin kurucu üyelerinden birisiydi. Shadow Gallery dinleyicileri iyi bilir ki Mike Baker’ın kaybıyla artık “büyülü ses” yankılanmayacak ve haykırmayacaktı… Ve onun ardından artık flütler ağıt yakmaya başladı… İLK YILLAR Mike Baker ciddi olarak müzik yaşantısına başlamadan önce yoğun olarak haşır neşir olduğu bas gitarıyla meşguldü. Müzikal olarak ilk önce Alice Cooper ile tanışan Mike Baker onu daha sonra idollerinden birisi olarak görecekti. Hatta aldığı ilk albümlerden birisi de 72 tarihli Alice Cooper’ın “School’s Out” albümüydü. Alice Cooper’dan başka o dönemlerde yoğun olarak Rush, Styx, Iron Maiden, Black Sabbath ve Judas Priest dinleyen Baker bu gruplardan etkileşimini aldıktan sonra kendisini vokallerinde geliştirecek şekilde Geoff Tate, Bruce Dickinson, Rob Halford ve Geddy Lee’den de yoğun bir şekilde etkilendi. Pennsylvania’da yaşayan Baker, 70’lerde ve 80’lerde bir çok rock grubunu canlı olarak izleme şansına kavuştu ve orada yaşayan arkadaşları John Cooney, CarlCadden James ve Ron Evans ile 1985 tarihinde Sorcerer isimli bir cover grubunda şarkı söylemeye başladı. Bu grupla genellikle Rush şarkıları söyleyen Baker nadiren diğer dönemin eski toplulukları da dahil Malmsteen’den de bir çok şarkı seslendirmiştir.1990’ların başında bu gruptan Carl-Cadden James ve John Cooney ile yanlarına Teksas’lı gitarist Brendt Alman ve daha sonra klavye çalacak olan Chris Ingles ile Shadow Gallery’i kurarlar. SHADOW GALLERY VE DİĞER ÇALIŞMALAR Shadow Gallery ilk bestelerini Magna Carta şirketine vermesi 1991 yılına rastlar. 8 şarkılık demo ile bu şirketin kapısını çalan grup müzik tarihinin ilk “epic progressive metal” çalışmalarını dinleyiciye sunar. Mike Baker’ın karakteristik sesi albümde müzikal etkinin önüne geçer. Bu etkinin yansımasının sebebi ise Baker’ın sesindeki farklı estetik anlayışlardı. “Say Goodbye to the Morning”, “Mystified”, “Darktown” ve aslen Freddie Mercury’e adanmış 17 dakikalık epik şaheser “The Queen of City of Ice”da Baker tam anlamıyla istenileni yaratmıştı. Ses tellerini fazla yormadan kullandığı falsetto’lar çok ilgi çekiciydi. Kendi zamanının diğer vokalistleri arasında da en iyilerden bir tanesiydi. Aynı vokal tarzını Shadow Gallery’nin ikinci albümü “Carved In Stone”da da kullanan Baker bu albümdeki “Crystalline Dream”, “Alaska”, “Warcry” ve Rush’a saygı niteliğindeki “Deeper Than Life” adlı çalışmalarda ustalığını konuşturur. Bu albümün epik çalışması “Ghost Ship”te ise karakteristik vokalinin bir başka yüzüyle karşılaşırız. Baker’ın sesi gerektiğinde kızgın ve gerektiğinde ise çok romantikti. İşte kendisinin farklılığı burada yatmaktadır. Bir “Warcry” gibi eleştirel ve kızgın bir şarkıya karşın bir “Alaska”daki ortaya çıkardığı yumuşak ve temiz vokal tarzıyla kendisini hemen hissettirmektedir. Magna Carta şirketi 90’ların ortalarında Yes, Genesis, Rush, Emerson Lake & Palmer ve Jethro Tull gibi büyük grupların tribute albümlerini yayınlamaya başlamıştı. Bu albümlerde Dream Theater, Enchant, Magellan, Fates Warning, Cairo, World Trade gibi o dönemin progressive rock/metal grupları bu tribute albümlerde yer bulmuştu. Shadow Gallery ise bu çalışmalara Genesis’in “Supper’s Ready” tribute albümünde yer alan “Release, Release”, Rush tribute albümü “Working Man”de “The Trees” ve Pink Floyd’un “The Dark Side of the Moon” albümünün yeniden yorumlanışı olarak nitelendirilebilecek olan “The Moon Revisited”de ise “Time” adlı eserde yer almıştı. Baker bu eserlerin hepsinde ama özellikle Rush’ın “The Trees”inde çok başarılı bir performans göstermişti. 1998 yılında Progressive Metal’in kilometre taşı çalışmalarından birisi sayılabilecek “Tyranny” albümünde Mike Baker’ın üç önemli
konuğu vardı. Bunlardan ilki Dream Theater’ın kendine has vokalisti James LaBrie idi. LaBrie ile Baker’ın büyülü düeti “I Believe” adlı şarkıda buluşuyordu. Bu şarkıda LaBrie bir “baba” karakterindeydi ve kısa ama etkili vokaliyle kendisini göstermişti. İkinci konuk ise Shadow Gallery grubunun yakın arkadaşlarından birisi olan Laura Jeager’dı. “Spoken Words”de tıpkı Trans Siberian Orchestra şarkılarını anımsatan bir hava yakalanmıştı ve Laura Jeager’ın etkileyici tarzı Baker’ın romantik haykırışlarıyla buluşuyordu. Üçüncü önemli konuk ise eski Royal Hunt vokalisti D.C. Cooper’dı ve albümdeki “New World Order” adlı eserde iki karakteristik vokalin atışmasını dinliyorduk. Bu şarkı gerçektende dinlenmesi gerekli olan eserlerden bir tanesi, çünkü tamamı teatral bir şekilde geçmesi ve müzikal olarak ta çok üst noktalarda bulunması sebebiyle o güne kadar Progressive Metal eserlerinde pek görülmeyen, klasik müziğin heavy metal ile buluşmasını yaşatan yegâne eserlerden birisi olması nedeniyle dinlenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Baker’ın bu albümde Geoff Tate etkisi daha da ortaya çıkıyor. Konsept yapısı nedeniyle tıpkı “Operation:Mindcrime” albümündeki gibi vokal yazımları olduğu gün gibi açık. “Christmas Day”, “Roads of Thunder” ve “Victims” gibi eserlerde de bu kural bozulmuyor ve Symphony X, Blind Guardian ve Savatage gibi gruplarda rastlanan vokal melodileri bu “Tyranny” albümünde gün yüzüne çıkıyor. 2001 yılında ise Shadow Gallery’nin en iyi albümlerinden birisi sayılabilecek “Legacy” çıkmıştı. Baker’ın bu albümde vokalinin daha da ön planda olduğu anlaşılıyor. Vokal tabanlı bestelerin içerisinde Mike’ın yarattığı etkiler “Destination Unknown”, “Colors” ve yine bir epik şaheser olan “First Light”da sürüyor… Özellikle “First Light”da Baker’ın üzerinde daha önce Savatage’de de söyleyen Zachary Stevens’ın ve Trans Siberian Orchestra’nın değeri verilmemiş vokalistlerinden Jody Ashworth’un yoğun etkileşimleri olduğu anlaşılıyor. Yine aynı yıl bir diğer proje olan Magellan’dan Trent Gardner’ın solo projesi Leonardo: The Absolute Man’de Mike Baker’da “Melzi” karakterine hayat vermişti. Leonardo Da Vinci’nin hayatının anlatıldığı bu eserde Mike Baker’dan başka James LaBrie, Ice Age’den Josh Pincus, Cairo’dan Bret Douglas, Steve Walsh ve Robert Berry’de yer almıştı. 2004 yılında piyasaya çıkan Ayreon’un en iyi albümlerinden birisi sayılan “The Human Equation”da ise Mike Baker “Father” rolünü üstlenmişti. Arjen Lucassen bu albüm hazırlığında “Loser” ve “Have You Gonna See Me Now” gibi şarkılarda tıpkı Alice Cooper’ı anımsatacak bir vokalist arıyordu ve Mike Baker için bu rol biçilmiş kaftandı. Arjen Lucassen fazla düşünmedi ve Mike Baker “The Human Equation”da çok önemli bir rol üstlendi. Kayıtlarını Baker Pennsylvania’dan kendisine göndermişti ve sonuç tek kelimeyle kusursuzdu. 2005 son Shadow Gallery albümü “Room V”ın çıkış yılıydı ve “Tyranny” konseptinin devamı niteliğindeki bu albümde Laura Jeager Baker ile “Comfort Me” adlı çalışmada yine buluştu. Albümün genel yapısı “Legacy” albümünü hatırlattığından vokal tabanlı bir albüm olduğunu düşünebiliriz. “Vow”, “Torn” ve “Rain” gibi eserler Baker’ın unutulmaz performansları arasında kolaylıkla yer aldı. Aynı cd’nin “sınırlı sayıda” baskısında ise “Floydian Memories” adında Pink Floyd’a saygı niteliğinde bir çalışma yer almıştı. Müthiş müzisyen Gary Wehrkamp’ın önderliğinde hazırlanan bu çalışmada Mike Baker yine o büyülü vokalleriyle ön planda yer alıyordu. SABAHA ELVEDA DE Zamanının çoğunu stüdyolarda devamlı müzikle geçiren Mike Baker her şeyden önce bir müzik insanı bir müzik emekçisiydi. Kendisini en son 2008 yılında ise ülkemizin başarılı Power Progressive Metal gruplarından birisi olan Dreamtone’un Iris Mavraki ile buluştuğu Neverland projesinin “Reversing Time” albümünün aynı adlı şarkısında dinledik. Bu albüme de yine Shadow Gallery’den Gary Wehrkamp, Blind Guardian’dan Hansi Kürsch ve Evergrey’den Tom Englund konuk olmuştu… Kim derdi ki 29 Ekim günü onun kaybı ile karşılaşacağımızı… Kim derdi ki onu Shadow Gallery’nin ilk albümündeki “Say Goodbye to the Morning” şarkısıyla uğurlayacağımızı… Ve kim derdi ki yıllar sonra bir kayıbın, bir ölümün ardından çalınacağını... Flütler hiç susmayacak ve biz kendisini hiç unutmayacağız.
ATİLLA ÇELİK
Bazı gruplar kendi orijinalliklerini yansıtarak ortaya gruba özgü orijinal değerler toplamı çıkarırlar. Bize de gruba büyük bir saygı duymak düşer. Onlar türünün en iyilerindendir ve haklarında tartışmaya girmeye asla gerek olmaz. Eller birleştirilir, başlar öne eğilir ve sonsuz bir güvenle yere bakılır. Carcass onlardandı ve İngiliz mantığının içine tükürmüşlerdi. Arkaya baktıklarında da bir efsane olduklarını görmüşlerdi. Dünya Heavy Metal piyasasının lokal bazda kendisine has özellikleri vardır. Florida Death Metal, Bay Area Thrash Metal (San Francisco), Swedish Death Metal, İskandinavya Black Metal, Alman Ekolü ve Yapısı, İngiliz Ekolü ve Yapısı, Underground Death Metal - Grindcore Kültürü vb gibi… Türlere tek tek baktığımız zaman şöyle sonuçlar çıkarabiliriz: Florida Death Metal dendiği zaman acımasız, ödün vermeyen, güçlü bir death metal yapısını algılarız. Genelde en sağlam, sert, teknik ve brutal death metal grupları bu arenadan çıkar. Bay Area alanındaki gruplar 80’li yıllara damgasını vuran, Thrash Metal adı altında bir tarz yaratan,
yıllarca dünyayı kasıp kavuran ve protest yönüyle toplumsal yaralara parmak basan alanı temsil ederler. Florida ve Bay Area alanı kesinlikle sağlam müziği hedef alır ve onlar için para-piyasa değil, gerçek ve erdemli fanlar önem kazanır. Milyonlara seslenmektense –az olsun öz olsun- mantığıyla belirli bir kitleye seslenirler. En azından yıllarca önce öyleydi. Swedish Death Metal brutal bir tür olan Death Metal’in has özelliğinden sıyrılarak brutallikten ziyade çok sert olmayan öğelerin melodiyle birleşiminden oluşur. Saf Death Metal’e tezat olarak daha yumuşak melodileri barındırır ve piyasaya daha arzcı görünür. Death Metal’in kendine has gücü, vuruculuğu ve sertliği farklılaşmıştır. İskandinavya Black Metali hakkında fazla açıklama yapmama gerek yok. Kendine has bir sound, fikirler ve davranışlar bütünü, lokal-iklimsel-dinsel ve geçmişlerine dayalı pagan inanışların etkileri başı çeker. Görüntüsel tema büyük önem kazanır. Çok hızlı ve tekdüze bir müzik yapısını temsil eder. Teknik, melodi, müzikal ahenk hak getire…
Underground death ve grindcore grupları da söz konusu müziğin en ekstrem uçlarını temsil ederler. Kısıtlı fanlara seslenirler. Kanlı kavramlar ve fantastik öğelere yönelirler. Bu öğelerle müziğin eğlence yönünü sergilerler. Bu hallerinden çok memnundurlar ve daha fazlasını istemezler. Onlar için underground kavramı içinde kalmak büyük bir onurdur. Alman ekolünde her zaman çok sağlam gruplar oluyor ve ortaya müzikal bir güç çıkıyor. Alman ekolü dendiği zaman müziğin sertliğinden taviz vermeyen grupları anlıyoruz. Bir çok metal fanı için Almanya Metal müziğin kalesidir. İngiliz ekolüne geldiğimiz zaman çok kaliteli gruplarla farklı formattaki grupların bir arada yaşadığını görüyoruz. Farklı formattaki grupların dikkat çeken özelliği piyasaya çok önem vermesi ve asıl önemin parada bitmesidir. Bu türde tam bir tezatlar bütünü vardır. İngiliz ekolünde heavy ve rock türevleri bir çok parçalanmaya maruz kalmış, araya popülist yaklaşımlar girmiş, popüler müzikten de demetler sunulmuştur. Paraya ve piyasaya tapan İngiliz mantığının içinde öyle gruplar vardır ki İngiliz olduklarına inanılamaz: Napalm Death gibi… Bolt Thrower gibi…
Ve de Carcass gibi... Bu gruplar İngiliz mantığının içine eden ve kendi benliklerini, özünü, samimi duygularını ve ne yaptıklarını tam anlamıyla bilen yönlerini sergilerler. Yazının girişinde bahsettiğim güven duygusunu Carcass’a karşı her zaman çok derinden hissetmiştim. Paragöz eğilimli İngiliz piyasasının içinde Bolt Thrower gibi kendi kabında yoğrulmuştu. Genelde tanınan bir grup olmasına rağmen underground yapı içinde değerlendirilmişlerdi. Piyasa amaçlı bir grup olmadıkları internet sitelerinde Carcass elemanlarının resimlerini ararken çektiğimiz zorluktan anlaşılıyor. Bunda dağılan bir grup olmalarının etkisi de var tabi ki. Gizliliklerine rağmen dünyada en tanınan ve sevilen gruplardan olması grubun müzikal kalitesine işaret ediyordu. Onların reklamı ortaya koydukları emek, müzikal mantaliteleri ve ustalıklarıydı. Carcass, müziğinden taviz vermeyen gruplardan biriydi. Uyumlu, ilk dönem grindcore / ikinci dönem teknik death metal filminin perdesinden eşsiz görünüm, senaryo ve oyun-
culuk gücünü sundular. Yaptıkları müziği diğer grindcore gruplarıyla kıyaslayamazdık. Genelde brutal vokal yapısındaki grindcore’un içinde teknik, derinden gelen ve hırslı çığlık vokaliyle kendi gırtlaklarımızda bir acı duymamıza sebep olurlardı. Bizi de kanser ederlerdi. Kendilerini de… Fi tarihindeki yazıtların derinliklerindeki bir söylenceye göre, vokalist Jeff Walker bir zamanlar kansermiş ama iyileşmiş. Yine vokal yaparsa kanser olma ihtimaline karşılık müzikten kopamamış. Bu muhabbetin doğruluğunu Herodot araştırsın yıllar öncesinden… Gerisi bizi aşar. Grindcore/death metal temeli içinde virtüözlük gerektiren teknik gitar riffleri ve solo gitarlar bir Carcass imzası olsa gerek. Özellikle gitarist Bill Steer’ın melodik, insan içine işleyen solo gitar partisyonları ayrıca irdelenmeliydi. Carcass yıllar geçtikçe tadı mükemmelleşen bir şarabı andırmıştı. Emekleme dönemlerindeki tek düzelik ve yalın öğelerden sıyrılarak teknik, virtüözlük isteyen ve üstün markalı gitar riffleriyle ustalıklarını ehlileştirmişlerdi. Gitarist Bill Steer’in parmaklarının bu işte parmağı(!) olduğunu düşünmemek mümkün değil. Bill Steer zatının parmaklarını bedeni küçük, bacakları çok uzun bir örümceğin ayaklarına benzetebilirsiniz. Hanidir, normal parmaklara sahip bir Ademoğlu örümcek parmaklarına sahip Bill Steer rifflerine nasıl erişebilecekti? Carcass 1985 yılında İngiltere Liverpool’da gitarda Bill Steer, davulda Ken Owen, bassta Jeff Walker ve vokalde Sanjiv tarafından kurulmuştu. Bu kadroyla ilk demolarını “Flesh Ripping Sonic Torment” adıyla yayınlamışlardır. Grubun lideri Jeff Walker bir biyoloji öğrencisiydi. İlerleyen zamanlarda “Excoriating Abdominal Emanation” ve “Crepitating Bowel Erosion” gibi klasikleşmiş parçalarda olduğu gibi insan anatomisi üzerine ve tıp bilimi terimlerini kullandığı kusma, yaralanma, çürüme, bağırsak yırtılmaları ve sakatat fonksiyonlarından bahseden bir çok parça yazacaktı. Onların yaklaşımı karmakarışık yaylım ateşi içinde hastalıklı ölüm hırıltılarıyla tanımlandı ve bass gitar egemenliğini de gözler önüne serdiler. Bill Steer demodan sonra Napalm Death grubuna girecek, Godflesh’den Justin ile Napalm Death’in grindcore dünyasına savurduğu en harika çalışmalardan olan “Scum” albümünde çalacaktı. Carcass, Bill Steer’in ayrılması ile başlamadan bitmiş gibi görünecekti. Ki Bill Steer geri dönerek Carcass 1987 yılında tam anlamıyla kurulmuştur. İkinci başlangıç trio’dan ibaret olmuştu: Jeff Walker (Vokal/Bas), Bill Steer (Gitarlar) ve Ken Owen (Davul). Daha sonra İngiltere’nin underground ve çok sert gruplarını bünyesinde bulunduran Earache Records ile sözleşme imzalamışlardır. Bu bağlılıklarını sonuna kadar devam ettirmişlerdir. Gittikçe grotesk bir havada büyüyecek olan grup 1988 yılında ilk albümleri “Reek Of Putrefaction”ı çıkardı. Jeff Walker bu albümü sanki sindirim sisteminin görevlerine adamıştı. Albümdeki 22 parça baştan aşağıya tıbbi terimler, betimlemeler, insan anatomisinin inceliklerinden(!) bahseder bir haldeydi. Doğrusunu söylemek gerekirse ortada çok kötü bir prodüksiyon vardı. Bana göre tek kötü Carcass albümü olmuştu. Çünkü gerçekte iyi olan riffler, kayıt sisteminin gürültülü ve kötü olmasından dolayı anlamsız sesler halini almıştı. Umudunu kırmayan grup çalışmaya devam ederek 1988 yılı sonunda bir çok yeni materyal yazarak “Symphonies Of Sickness” demosu adı altında kaydetmişti. Aralık 1988’de kaydedilip Ocak 1989’da yayınlanan “Peel Sessions” kayıdından sonra, “Symphonies Of Sickness” ile “Peel Sessions” kayıtlarını birleştirip üzerine 4 yeni parça ekleyerek Ağustos 1989’da “Symphonies Of Sickness” adıyla ikinci albümlerini yayınlamışlardır. Bu sefer korkulan olma-
mış, kaliteli bir prodüksiyon ile öğütücü bir müzik sunulmuştur. Carcass ilk şansızlıkları aşarak deneyim kazanmış, müzikal çizgisini yükseltmişti. Parçalar daha uzun, prodüksiyondaki detaylar ve nüanslarla daha iyi olmuştu. Bu albümde Carcass saf grindcore türünü uygulamış, hız ihtiyacı hissedenleri memnun etmiş, “Exhume To Consume”, “Cadaveric Incubator Of Endoparasites” ve bunun gibi bir çok saf grindcore klasiğine imza atmıştı. Kerrang dergisi albümü klasikler içine katmış ve (5/5) puan vermişti. Dünyaca ünlü “Grindcrusher” turunda grup ikinci gitariste ihtiyaç duymuştu. Eski Carnage elemanı Mike Amott katılınca grup dört eklemden oluşan grind makinesine dönüştü. Amott’un gruba girmesiyle grup yeni parçalar hazırlama konusunda ekstra boyutlar kazanmıştı. Üçüncü Carcass albümü “Necroticism - Descanting The Insalubrious” 1991 yılında piyasaya bomba gibi düşmüştü. Bu albüm, sonraki albümleri Heartwork gibi teknik değildi, Symphonies gibi grindcore değildi ama her ikisini bera-
berinde işliyordu. Katil gibi bir albümdü. Hoş bir uyum sağlanmış ve teknik-grind öğeli bir albüm çıkmıştı karşımıza. Carcass bu albümle kariyerinde yeni bir düzeye çıkmış, yeni sanatların büyümesi beraberinde gelmiştir. Parçalar birbirinden kaliteliydi. Özellikle “Corporal Jigsore Quandary” parçası müzikal enfesliğiyle göz kamaştırıyordu. Albüm, patolojik introlarla kuşatılmış, Jeff Walker vokali, Bill Steer gitar tekniğiyle harika bir eser olmuştur. Albüm bir kadın sesiyle başlıyor, “Inpropagation” kulaklarımıza doluyor ve insanların nasıl öldüğünü mesele ederek yanma ve çürümelerle aktarıyordu. Ya “Carneous Cacoffiny”? İnsanoğlunun bütün telleri kullanarak nasıl bir senfoni ürettiğinin yaratıcılığını gösteriyordu. Bu Carcass’ın büyüleyici dünyasıydı. Albüm sonrasında Carcass sağlam turnelerde yer almıştı. 1992 yılında eski Napalm Death vokalisti Lee Dorian’ın yeni grubu Cathedral, Entombed ve Confessor gruplarıyla
“Gods Of Grind” turnesi Carcass’ın tanınırlılığını arttırmıştı. Bu turdan kısa bir süre önce grup “Tools Of Trade” isimli mini bir albüm yayınladı. Ayrıca Carcass’ın “Gods Of Grind” turnesinde diğer 3 grupla birlikte yer aldığı “Gods Of Grind” CD’si de mevcuttur. Saf grind ve sert müzik öğeli albümlerden sonra Carcass inanılmaz bir değişim gösterecekti. Carcass Tarihi’nin en kaliteli şaheseri, bizi de kalpten vuran ismiyle 1994 yılında ekstrem müzik piyasasında bir devrim başlatıyordu : “Heartwork” Yoğun bir albümdü; gerçek manasıyla tam bir kalp işiydi. Albüm, Carcass üzerinde bir çok olumlu değişimi beraberinde getirmişti. Bu albüme kadar gore konseptlerle dikkati çeken grup, H.R.Gigger’ın yardımıyla albüm kapağına değişimine atıfta bulunuyordu. Grindcore etkisinden uzaklaşıp teknik death metal öğesine kayma görülmüştür. Teknik ve virtüözlük isteyen yeni müzikal oluşum yeni imzalarıydı. Albümdeki parçaların solo gitar partisyonları çok melodiktir. Bu albümle Necroticism’deki çizginin çok ötesine gidilmiş, daha anlaşılır ve teknik yapıyla ustalıklarını göstermişlerdir. Ayrıca grup liriksel düzeyde büyük bir devrimi gerçekleştirerek gore, anatomik ve patolojik liriklerden öğretici ve çok yönlü liriklere kaymıştır. Artık kan dökmeler, otopsiler ve birbirinin kopyası sözler tarihe karışmıştı. Sürekli savaşan dünyayı ve ırkları anlattıkları “Carnal Forge”, teknolojiden bahsettikleri “Death Certificate”, din olgusundan bahsettikleri “Embodiment”, Ademoğlunun hissizliğini ve makineleşmesini anlattıkları “No Love Lost” gibi… Albüm bana göre mükemmeli yakalamıştı. Nazarımca Heavy Metal’in en iyi albümleri listesinde rahatlıkla yer alacak bir çalışmadır. Carcass’ın son albümü 1996 tarihli “Swansong” olmuştur. Albüm çok değişik bir tarzı içermiş ve tür değiştirilmiştir. Gitar riffleri kesik kesik sunulmuş, hız kesilmiş, bateri yavaşlamış ve daha farklı, daha teknik yollara başvurulmuştu. Grubu dinlemeye Swansong ile başlamış olan fanlar eski albümlerdeki Carcass’a iğreti bir gözle bakabilirler. Heavy Metali bütün olarak dinleyen kişiler bu albüme şapka çıkaracaklardır. Teknik anlamda metal dünyasının en kaliteli işlerinden biridir. Hastalıklı gitar riffleriyle “nasıl be?” sorusunu sordurmaktadır. Daha sonrasında hiç beklemediğimiz gelişmeler oldu. Carcass’ın bel kemiği Bill Steer artık farklı bir tarzta müzik yapmak istemiş olacak ki gruptan ayrıldı. Onun ayrılması Carcass’ın ölümü oldu. Bana göre Carcass’ın özgünlüğü sağlayan kişi Bill Steer’dan başkası değildi. Grubun dağılmasından sonra Jeff Walker ve Ken Owen “Black Star” adı altında grup kurdular. Bill Steer da “Firebird” adında bir grup kurmuştur. Her iki grup eski müzik tarzlarıyla tamamen kel alaka olan bir müzik yapmaktadır. Sonu hazin biten bir grup hikayesine tanık olduk. Ama Carcass yaptığı eserlerle ekstrem müzik dünyasının efsaneleri arasında yer almaktadır. Grubun dağılmasının ince noktası, tahminimce, müzikal türde artık değişim zamanının geldiğini idrak etmeleri ve farklı şeyler yapma istekleridir. Haliyle bu müzik tarzı Carcass adı altında uygulanamazdı. Carcass toprak altında çürümeye bırakılmalıydı. Her şeye rağmen onlar Carcass’dı ve İngiliz mantığının içine tükürmüşlerdi. Arkaya baktıklarında bir efsane olduklarını görmüşlerdi…
EMRE DEDEKARGINOĞLU
70’lerin son yılları... Punk müzik, piyasayı dağıttıktan sonra kendisini dağıtmaya başlamış, birçok alt türe bölünmüş. Müziği basite indirgeyen Punk akımı, sokaktan gelen hayatların sesini artık No Wave, Post-Punk, Hardcore Punk gibi farklı alt dallarla seslendiriyor. New York’ta temellenen No Wave akımına gönül veren Michael Gira’da sokaktan gelen binlerce sesten sadece birisi... Anne ve babası kendisi henüz gençliğe yeni adım atarken ayrılan Gira’nın hayatındaki değişimler böylece başlamış olur. Annesi alkoliktir, henüz ergen bir birey için hiç iyi bir model değildir. Gira daha sonra babasının yanına gönderilir fakat o, Avrupa’ya kaçar ve bu umutsuz kaçışı İsrail’de uyuşturucu satarken yakalanmasıyla sona erer. Yaşı hala genç olmasına rağmen işlediği suçun ağırlığı nedeniyle yetişkinlerin ceza evine konulur. Fakat babasının yardım eli gecikmez, Gira İnterpol yardımıyla bulunur ve tekrar Amerika’ya getirilir. Kendisini sanata adamak isteyen Gira, kısa süreli sanat okulu macerasından sonra 1979’da hayat hikayesinin başladığı yere, New York City’e döner. Dönemin güncel akımlarını oluşturan No Wave ve Noise Rock sanatçılarından etkilenir ve yeni bir grup kurmaya karar verir. Bu grup, tarz kavramının sınırlarını yakıp yıkacak grup olarak bilinen Swans’tır. 1982’de ilk EP “Swans”ı yayınlayan grup, dominant bas partisyonları ve tekrar eden Noise Rock bazlı riffler ile örülü müziğiyle dikkat çeker. Fakat Gira, henüz asıl darbesini yapmamıştır. EP’den hemen sonra çıkan ilk albüm Filth, adına yaraşır şekilde şarkılar içeren, gürültülü, bru-
tal ve karanlık bir albümdür. İki baterist kullanılmasından ötürü çivi gibi şarkılara işlenen bateriler, karanlık bas partisyonları ve Gira’nın kontrolsüz vokalleri ile birleşerek, Swans’ı kritiklerin gözünde oldukça aşırı ve agresif bir grup konumuna sokmaya yetmiştir bile... Swans ayrıca konserlerinde oldukça yüksek ses seviyeleri kullanması nedeniyle de dünyanın en gürültülü gruplarından birisi olarak isim yapmıştır. Öyle ki, seyircileri fiziksel açıdan bile rahatsız hale getirecek derecede yüksek seslere çıkıldığı olmuş ve polis tarafından birçok defa şov yarıda kesilmiştir. 1984’te ikinci albüm “Cop” yayınlanır. Filth’te estirilen terör aynen devam ediyordur. Gira rahatsız vokal tarzı ve ürkütücü sözlerini yine dinleyiciye sunmuştur. Gruptaki minimalist, karanlık ve bunaltıcı müzik anlayışı korunmuş, yer yer drone tarzını andıracak derecede ağır kısımlar eklenmiştir. Grup artık Joy Division’dan aldığı mirası bambaşka boyutlara taşımıştır. Herkesin dinleyemeyeceği kadar aykırı bir müzik yapmaktadır. Cop’un ardından gelen “Young God”, Kurt Cobain gibi isimleri bile etkilemiş, grubun en brutal, en rahatsız eserlerini içerir. Özellikle adıyla çok dikkat çeken ‘Raping A Slave’ bu yayındadır. Grup, Cop’taki müziği daha deneysel ve vahşi bir zemine taşır, perküsyon adına zincir ve metal masa bile kullanılmıştır. Müzikteki tekrarlara dayanan hipnotik etki, varolan vahşi yapıyı daha da belirginleştirmektedir, Gira’nın kontrolsüz vokalleri ise tüyler ürpertici bir hal almıştır. Ağır, Noise Rock etkileri taşıyan Young God ile beraber Swans için değişim rüzgarları esmeye başlar.
Grubun ikinci döneminin en önemli isimi olarak görülen Jarboe’nin gruba girmesiyle grup müziğindeki ilk köklü değişimi yapar. “Time Is Money (Bastard)” EP, 1986’da yayınlanır, grup önceki albümlerindeki karanlık ve bunaltıcı atmosferi büyük ölçüde terketmiş, sample kullanımına yönelmiştir. Gira’nın vokallerinin kaotikliği azalmıştır. Yine aynı yıl çıkan grubun üçüncü albümü “Greed”de ise EP’de verilen ipuçlarının daha geniş bir özeti dinleyiciye sunulur. Sample, synthesizer, piyano gibi enstrumanlar müziğe eklenir, grubun edindiği vahşi ve gürültülü Rock yapısından daha melodik bir yapıya geçilir. Jarboe’nin katkıları ile albüm daha farklı bir boyut kazanır. Fakat hala statik ve karanlık müzik yapmaktadırlar. 1987’de grup “Children Of God” albümünü çıkarır. Albümde Jarboe ilk defa solo vokal yapmaya başlar, grupta artık vokaller kesin bir şekilde Gira ve Jarboe arasında paylaşılmaktadır. Gira tarafından grubun müzikal açıdan dönüm noktası olarak kabul edilen Children Of God, grubun en farklı açılımlarını sergilediği albümü olur, grup hala karanlık atmosferini korumaktadır ama müzikal açılımlar oldukça çeşitlenmiştir, akustik gitarlar, piyanolar ve farklı tarzlara göz kırpan yapılar kullanılmıştır. Bu albümden sonra tarz kavramlarını bir bir yıkmaya başlarlar. Jarboe’nun vokal bazında gruba getirdiği derinlik, Gira’nın umutsuzluk, ölüm ve karanlıkla işlediği sözlerini dinleyicinin içini karartırcasına okuduğu bas yorumuyla birleşince grup oldukça farklı bir tat yakalamıştır. Birlikte yaptıkları yan proje ve Joy Division’un ‘Love Will Tear Us Apart’ yorumuyla birlikte dikkatleri iyice üstüne çeken Gira ve Jarboe, 1989’da ilk defa büyük bir firmadan albüm çıkarır: “The Burning World”. Albüm tamamen akustik gitar bazlıdır, yer yer etnik müziklerden tatlar taşır ve o zamana kadar yayınlanan en direkt ve ulaşılabilir Swans albümü olur. Gira’nın vokalleri o zamana kadar yaptığı en sakin vokalleridir. Uni/MCA ile birliktelikleri bir albümlük sürer çünkü Gira plak şirketinden yana çok rahatsızlık duymaktadır. Plak şirketinden ayrıldıktan sonra, o zamana kadarki en estetik ve müzikal açıdan çeşitliliğe sahip albümleri olan “Whi-
te Light From The Mouth Of Infinity”i çıkarırlar. Albüm Hard Rock’tan akustik müziğe kadar geniş bir perspektife yayılmış etkileşimler taşır. Albüm, grubun yayınladığı en kompleks albüm olarak kabul edilir. Albümü takip eden “Love Of Live”, öncülündeki deneyselliği devam ettirir. Grup artık Post-Rock ve Art Rock gibi türlerden de tatlar taşır hale gelmiştir. Takvim 1995’i gösterdiğinde grup en direkt albümü olan “The Great Annihilator”u yayınlar. Albümdeki şarkıları belli tarzlara koymak çok zordur, belli bir bütünlükle bağlı kalmadan, birçok tarzdan etkiler taşıyan bir albüm yaparak bu konuda belki de zirvesine yakınlaşmıştır Swans... Öyle ki çok geçmeden Michael Gira, grubu bir final albümüyle bitirmeye karar verir. “Olmayan bir filmin müziği” mantığıyla adlandırılan “Soundtracks For The Blind”, iki CD olarak 1997’de piyasaya sürülür. Grubun müziğindeki ilerleme devam etmektedir, bu sefer minimalist ve ambiyans tarzlarından etkiler alınmıştır. 80’lerin sonundan beri sürdürdükleri tarzları yıkarak albüm yapma tavırları artık zirvesine ulaşmıştır. Swans, deneysel Rock müziğin tahtına sahip en önemli isimlerden birisi olmuştur. 1995-1997 arası turnelerinin canlı kayıtlarını dinleyicilerine “Swans Are Dead” adıyla sunduktan sonra müzik sahnesinden çekilirler. Michael Gira şu an kendi kurduğu Young God Records’u işletmekte ve bir yandan da Swans sonrası kurduğu Angels Of Light ile yoluna devam etmekte. Jarboe ise solo çalışmalarına devam ediyor. En son Mayhem’den Atilla Csihar ve Pantera/Down vokali Phil Anselmo’nun da bulunduğu “Mahakali” adlı solo albümünü dinleyenlerine sundu. Hiçbir zaman ana akıma oynamayan Gira ve Jarboe, Swans’ı çoğu zaman arka planda kalmış ve adlarını çok duyurmamış bir grup olarak devam ettirmiş olsalar da, grup hala sadık bir hayran kitlesine sahip ve Aaron Stainthorpe’dan Kurt Cobain’e kadar birçok kişiye ilham kaynağı olmuş bir grup statüsünde tarihe geçmiş bulunmakta... Belli bir tarza sınırlı kalmadan, ana akıma oynamadan, sadece istedikleri müziği yaparak on beş senelik bir kariyer yapmak kolay değildir. Ama Swans bunu başarmıştır.
Albüme gelen tepkiler nasıl? Olumlu ve olumsuz anlamda neler duyuyorsunuz? CEM: Tepkiler genelde olumlu yönde. En çok duyduğumuz, bu tarzda, hatta biraz daha sertleştirerek devam etmemiz konusundaki ısrarlar. Olumsuz olarak ise, Metallica ve Judas Priest’e neler deniyorsa bize de onlar deniyor işte… O şöyle çalmış, bu böyle yapmış… Olumsuz eleştiri olmadan zaten müzik olmaz. İSMAİL: Her iki tepki de geliyor doğal olarak. Ama daha çok olumlu yönde. Bire beş oranında. Olumsuz eleştirilerin çoğu müzisyen arkadaşlardan geliyor. Detaylara takılıyorlar. Biz virtüöz olmak için uğraşmıyoruz ki, bir şeyleri paylaşmak önemli olan. Tabii bu eleştirilerin özünde “bak ben biliyorum olayı” da yok değil. Biz daha çok gelen eleştirilerden yapıcı olanları dikkate alıyoruz. Bazı eleştirilerden şüphelendik hatta içimizden birisi mi yazdı diye. TUFAN: Bu piyasa şartlarında bu tarz bir albüm çıkartan ender gruplardan biri olduğumuzu belirten yorumları çok aldık. Bu enderlikten dolayı her türün dinleyicisi eleştiri yapma durumuna geldi, bazıları “daha sert yapın”, bazıları “İngilizce yapın”, bazıları da “daha sakin yapın” dedi. KIVANÇ: Eleştiriler genelde olumlu. Öne çıkan yorum, günümüzde bir çok grubun ya da yapımcının göze
alamadığı bir müzik soundunu cesaret edip ortaya koymamız. Olumsuz pek eleştiri yok ancak daha sert ya da İngilizce hard rock icra etmemiz yönünde eleştirileri dikkate alıyoruz. Albüm çıktıktan sonra size ne gibi artılar sağladı? C: Albüm sayesinde şarkılarımız korsan mp3 sitelerine girdi ve daha çok dinleyiciye ulaştı. (Evet bu bence de tartışmaya açık bir yanıt /Ed) İ: Paylaşım arttı tabii. Bara ve kendi stüdyomuza tıkılmış olan grubumuz büyük kitlelerce dinlenmeye başladı. T: Elinizde albüm olunca, bir de kliple desteklenince daha üst seviye organizasyonlarda yer bulma şansınız artıyor. Scorpions’ın alt grubu olma şansını böyle yakaladık. K: Tanınmamıza yardımcı oldu, ayrıca dinleyici yorumları ikinci albüm için yolumuzu belirlemede yardımcı oldu. Konserleriniz nasıl gidiyor? Yakın zamanlarda sizi nerelerde izleyebiliriz? C: Tarihler açıklanacak, gelişmeler www.elementrock. net üzerinden ilan edilir. Müziğinizi tanımlar mısınız? Element, kendini Türkiye’de icra edilen müziğin neresinde görüyor? C: Kulağa hoş gelip de sinirlerimi zıplatmadan
ELEMENT 2004 yılında kurulan topluluk, ilk albümü "Cehennem"i geçtiğimiz yıl yayınladı. Scorpions İstanbul konserini izleyen okurlarımızın Scorpions’ın ön grubu olarak hatırlayacakları toplulukla sizler için söyleştik.
CİHAN TEKİN
dinleyebildiğim her şeye müzik diyorum. Element olarak Türkiye’de sınırlı ama kemik kitlesi olan bir müziği yapmaya çalışıyoruz. İ: Türkçe hard’n’heavy… İcra edilen müziklerde sertlik bakımından incelersek üstün altı. O neresi derseniz Pentagram’ın bir alt dozu diyebiliriz. T: Element’in müziği genel anlamda 80-90 dönemi hard’n’heavy ve 90-2000 dönemi Power Metal reçetelerini kendine rehber almakta. Bu durum bizi popüler Türk rock grupları ile underground heavy metal grupları arasında bir yere koyuyor. Genel anlamda melodik, enerjik ve enstrüman hakimiyetine dikkat eden bir tarz oluşturmaya çalışıyoruz. K: Bizim müziğimizin tadı Türkiye’de yapılan bir çok müziğin aksine daha çok enstrümanlarda saklı. Dinlerken dinleyiciye bir şekilde tempo tutturan, enerji veren, yeri geldiğinde ise düşündüren armoniler içeriyor. 80lerin hard’n’heavy’sine yakın. Dinleyici kitleniz ile bütünlüğünüzü nasıl sağlıyorsunuz? Web sitenizde çok samimisiniz. Hatta çekeceğiniz klipleri bile onların oyladığı anketlerle belirliyorsunuz. Bunun zorlukları olmuyor mu? Malum, herkesin görmek istediği "Element" kendine göre farklı olmalı... C: Samimiyet içten gelen bir şeydir. Kimseden saklayacak bir tarafımız yok. Demokratik bir oylama yaptık, seyirci de klipleri belirledi. Zor bir taraf yoktu yani. Herkes görmek istediği Element’i görsün bence mahsuru yok… İ: Demokrasiyi kullandık. Ama önemli olan dinleyici ile arada perde koymamak. İnsanlar kendilerinden bir şey buluyor ki dinliyorlar bizi. Önemli olan bu samimi paylaşım. T: İzleyicinin grubun müziğine bakışı hakkında genel bir bilgi sahibi olmak faydalı. Sonuçta zevk almadığımız bir şey yapmayız ama ince ayar için bu interaktif ilişki devam etmeli. K: Müziği sadece kendimizi tatmin etmek için yapmıyoruz, aynı zamanda alternatife çok kaymış olan rock camiasına farklı bir müzik sunuyoruz, onların fikirleri bizim için oldukça önemli. Samimi ve demokratik olarak dinleyiciyi
daha iyi anlayabiliyoruz. Bundan onlar da gayet mutlu. Türkiye’deki müzik sektörü ve medya hakkında neler düşünüyorsunuz? C: Bir pop bataklığına saplanmış gidiyorlar işte. İ: Ne diyeyim ki. Çıkarlarına göre takılıyorlar. Belli müzik türlerini pohpohluyorlar, posası çıkınca da başka türlere yöneliyorlar. Yakında bir çok posası çıkmış alternatif gruplar görebiliriz. Popçuları saymıyorum zaten. T: Pop istilası olduğu yıllar baya örseledi bizi. Allah’tan adına rock denen biraz ekşitilmiş pop yapılmaya başlandı da rahatladık. K: Türkiye’de müzik sektörü sanatı değil ticareti destekliyor, bu çok net. O yüzden sabit fikirliler. Bu tutar, bu tutmaz… O kadar. Sanatı desteklemeyi risk olarak görüyorlar. Türkiye’de icra edilen müziğin dış-dışa düşeniyiz, bu bizi sektör adına endişelendiriyor. Eğer bir gün yapımcıların ve medyanın tahminlerinin aksine başarılı olup satış yakalarsak sektörün dengesi bozulabilir. Albüm kaydı Öztop stüdyosunda Serdar ÖZTOP ile yapıldı. Öztop ülkemiz rock'ı için dişli bir üstat. Onunla yolunuz nerede ve nasıl kesişti? C: Stüdyo aşamasında gerçekten bize çok yardımcı oldu, tekrar teşekkürler Serdar. İ: Tufan ile ben, Export grubu ile 1992 yılında yaptığımız albüm çalışmasında Serdar ile çalışmıştık. Tufan ile Serdar’ın arkadaşlığı daha da eskiye dayanıyor. Detaylar Tufan’da. T: Serdar benim ortaokuldan sınıf arkadaşım, 90’ların başından beri hangi grupla kayıt işimiz olsa ona giderim. Müziğinizi icra ederken etkilendiğiniz isimler var mı? C: Iron Maiden, Black Sabbath, Deep Purple, Rainbow… İ: Çok değişken müzik türleri ve grupları dinliyorum ancak genelde power metal grupları (Kamelot, Savatage gibi) T: Genel olarak 80’ler hard’n’heavy diyebilirim. K: 80’ler hard rock ve 90 sonrası power metal.
Aynı sahneyi paylaşmak istediğiniz, "hayallerinizin grubu" desem? Eğer varsa tek bir isim! C: Iron Maiden. İ: Kamelot, Iron Maiden, Black Sabbath ve Scorpions. T: Black Sabbath. K: Stratovarius. Sahnede olmak… Element için “orada olmanın” kelimelerle dışa vurumu nasıldır? C: Orası hep olmak istediğim yer. Sürekli sahnede olsam sıkılmam asla. Herkesin gözünün üstünde olduğunu bilmek ve onlara hükmetmek mükemmel bir duygu… İ: O duygu anlatılmaz yaşanır. Mükemmel ötesi de diyebiliriz. T: Bu işi yapma sebebim. K: Özgürlük ve enerji paylaşımı… Albüm ve konserler harici projeleriniz var mı? C: İkinci albümü hazırlamakla uğraşıyoruz. 2009 baharında çıkması planlanıyor. T: İkinci albümü demo aşamasında hazırlıyoruz, Şubat 2009 gibi kayıtlara başlamak niyetindeyiz. Grup elemanları arasında müzik harici hobileri olan var mı? Toplanıp müzik yapmak harici bir gününüz nasıl geçer?
C: Bu sıralar çalışmadığım için günlerimin çoğu evde yeni albüm için temalar aramakla geçiyor. Spor tutkunuyum diyebilirim, her türlü sportif etkinliği izlemeye çalışıyorum. Bir de deneysel yemek çalışmalarım söz konusu bu sıralar. İ: Deneyi neyse ki bizim üzerimizde yapmıyorsun Cem. Hobilerim kitap okumak (felsefe, tarih ve spritüel ağılıklı) ve BJK maçlarının takibi. Bu sene kombineler boşa gitmez inşallah. T: Müzik harici hobi olarak hardcore gamer olarak anılabilirim. K: Bu aralar iş dışı vakit yaratamasam da genelde su ve kış sporlarıyla ilgileniyorum. Ayrıca graphic adventure ve survival horror kitap ve oyunları hoşuma gider. En çok zıtlığa düştüğünüz konu ne? C, İ, T: Taraftarı olduğumuz spor kulüpleri herhalde. Çok teşekkür ediyoruz. Dinleyenlerinize ve Siyah Beyaz okurlarına söylemek istediğiniz son bir şeyler vardır belki... C: Sarıııı, Laciveeeerrtt… İ: Derginin adı mükemmel. Element’in genel sloganını kullanayım, “Sert Kalın!” T: Erkek adam renkli takım tutmaz. (Bu noktada dergimizin isminin futbol ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını belirteyim ki sorun olmasın /Ed) K: Rock'n’roll forever…
GAMZE YILMAZ
Gamze: Selamlar. Türk metal sahnesinin öncü gruplarından birisiniz. Forumlarda çok dikkatimi çekiyor. En sağlam metal grubu denilince herkesin listesinde kocaman bir Almora yazısı mevcut. Yeni albüm çıktı, konserler devam etmekte. Memnun musunuz gidişattan? Soner: Selamlar. Övgülerin ve verdiğin değer için çok teşekkürler. Evet, her şey çok güzel gidiyor gerçekten de. “Kıyamet Senfonisi” de diğer Almora albümleri gibi yoğun bir ilgi ile karşılaştı. Bu albümün Türkçe sözlere sahip ilk Gotik albüm niteliği taşıması hem basın, hem de dinleyiciler tarafından çok özel bir yere konulmasına yol açtı. Bunun dışında konserler de çok güzel geçiyor, geçen ay içinde Eskişehir ve İstanbul’daydık. Her iki konserde de muhteşem atmosferlerde çaldık. G: Piyasada bu kadar anlaşılması zor ya da arz-talep kaygısı güdülerek yazılmış şarkı sözü varken, siz kendi içinizden geldiği gibi yaptınız bu işi. Hiç “beğenilmeme” kaygınız oldu mu? S: Hayır olmadı. Benim tek kaygım müziğimde anlatmak istediğim şeyleri yeterince iyi anlatabilme kaygısıdır. Şarkı yazarken bunun dışında bir şeyle ilgilenmiyorum zaten.
G: Bu şarkı sözleri ve bestelerin ne kadar zamanlık bir geçmişi var? Ne kadar zamanda toparlandı bu albüm? S: Bu albümü yaklaşık iki yıllık bir süre içinde hazırladım. G: Yapım şirketleriyle ilişkileriniz ne durumda? Albümleri yaparken yeterince özgür olabiliyor musunuz? S: Yapım şirketleri ile bir sorunum olmadı bugüne kadar. Almora’nın büyük bir kitlesi olması dolayısı ile ilgi bakımından da bir sıkıntı yaşamadım. Örneğin son albüm çok uzun bir zaman D&R en çok satanlar listesinde kaldı, hatta bir numaraya kadar çıktı. Özgürlük meselesine gelince, o konuda da bir sıkıntım olması mümkün değil, çünkü bu benim müziğim ve kimseyi müziğime karıştırmam zaten. G: Size müzik yapma ilhamını veren gruplar hangileri? Genel olarak dinlediğiniz, beğendiğiniz gruplar kimler? S: Aslında rock ve metal grupları olarak herkesin dinlediğinden farklı şeyler dinlemiyorum. Iron Maiden, Motörhead, Running Wild, Pink Floyd, Rainbow vb. Ancak bunun yanında çok farklı tarzları ve bestecileri de dinliyorum tabii ki. Barok müzikten folk’a, caz’dan blues’a kadar birçok tarzı içine alıyor bu tanım.
G: Yurt içi veya yurtdışında herhangi kesinleşmiş bir organizasyon mevcut mu? S: 20 Aralık’ta Bursa’da da bir konser olacak. Onun akabinde İstanbul’da Ocak ayı başında bir akustik performans görünüyor. G: Türkiye’deki konser organizasyonlarını nasıl buluyorsunuz? Ne gibi eksiklikler var ve neler yapılmalı? S: Bu işi hakkı ile yapanların yanı sıra tamamen bilgisizce yapanlar da var ve bunlar diğerlerinin iyi niyetli çabalarını da boşa çıkarıyorlar. Bu nedenle Almora’nın yer alacağı organizasyonları titizlikle seçiyorum. Ben bir organizatör olmadığım için bu konuda pek ahkâm kesebilecek biri değilim ama söylediğim tipteki özensiz organizatörleri gördükçe hep aklıma çok sevdiğim dostum Erdem’in (Çapar) bir lafı geliyor: “Organizasyon yapmak, afiş yapmak demek değildir!” G: Türkiye’de şu an sizin izinizde yürüyen gruplar var. Takipçilerinize verebileceğiniz tavsiyeler var mı? S: Verebileceğim tek tavsiye, çabalarını özgün ve farklı bir müzik yaratma yolunda harcamaları ve inandıkları müzikte ısrar etmeleri olabilir sadece. G: Peki genel olarak Türkiye piyasası hakkında neler söylemek istersiniz? S: Zamanla daha iyi işler ve daha başarılı isimler göreceğiz bence. Ama şöyle bir negatif bir eleştirim de var bugün için: İyi sound yapmanın her şeyi hallettiğini düşünen arkadaşlar var, iyi sound yapmak güzel tabii ama kaliteli ve özgün bir müzik de üretmeleri gerekiyor. G: Dinleyicileriniz günlük yaşamınızı da merak ediyorlar, müzik dışında nasıl gidiyor hayat? S: Hayat güzel gidiyor bu aralar. Ben müzik dışında bilgi teknolojileri yöneticisi olarak çalışıyorum. İş ve müzik dışındaki tüm zamanımı ise aileme ayırıyorum. G: Sanal dünya ile aranız nasıl? Takip ettiğiniz webzine’ler var mı? S: Çok fazla vakit ayıramıyorum açıkçası. Ancak bundan bir süre önce www.rockdream.net isimli portaldan bir yazarlık teklifi gelmişti bana. Müzik adına değerli çabaları var ve bu nedenle ricalarını kıramadım, aylık yazılar yazıyorum oraya. G: Son söz sizin… Eklemek istedikleriniz, bizlerle paylaşmak istedikleriniz varsa alalım :) S: Çok teşekkürler, bu büyük sevginin karşısında bana söyleyecek pek bir şey kalmıyor :)
ATİLLA ÇELİK
“Denizin derinliklerinde gizemli yaşamlar, renkli dünyalar; Doğa Ana kanunlarının kendisini her alanda gösterdiği tılsımlar; Yeryüzünde yaşayanların içine girmedikleri sürece anlayamayacakları bir dünya Ve derinlerin kralı Büyük Beyaz!”
Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi basit düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne arar?” deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir. Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk, karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz bile asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur, hayatın tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi bazı şeyler vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer insanlara. Ama görünen öyle değildir halbuki! Yapılması gereken sadece kulak kabartmaktır. Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce? Her neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara parçaları üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara sahip olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici olduğunu bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir köpek balığı gibi!!! Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin kralı olmuş “Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin. Mutsuzsanız mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden çok güçlü hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku veren Büyük Beyaz gibi. Great White gibi... Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine giden bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve onların yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların en diplerinde bile yaşar. “BÜYÜK BEYAZ” KÖPEKBALIĞI GİTARI ELİNE ALIRSA! Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall,
1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte çalan, birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi haricinde bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların Glam Rock tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound benimseyen Great White, o zamandan beri hafızalara kazınan şarkılar üretmeye devam ediyor. 1982 yılında çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000 kopya satması, EMI ile sözleşme imzalamalarına ve ilk albümleri “Great White”ı 1984 yılında çıkarmalarına yetmişti. Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues – rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle bir tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir şöhrete ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla “En İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü iki platin plak kazandı. Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda 80’lerdeki Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri işaret ediyorlar. Monster of Rock konserinde 60.000 kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların en kalabalık konseriydi. Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From Here”ı (CGTFH) gösteriyor. “Hooked” ile “Sail Away” albümlerinin çok iyi parçalara sahip olmasına rağmen prodüksiyon açısından kendisini memnun etmediğini kabul ediyor. Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden “Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa kavuşturuyordu. Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the
Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi basit düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne arar?” deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir. Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk, karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz bile asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur, hayatın tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi bazı şeyler vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer insanlara. Ama görünen öyle değildir halbuki! Yapılması gereken sadece kulak kabartmaktır. Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce? Her neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara parçaları üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara sahip olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici olduğunu bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir köpek balığı gibi!!! Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin kralı olmuş “Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin. Mutsuzsanız mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden çok güçlü hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku veren Büyük Beyaz gibi. Great White gibi... Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini
dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine giden bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve onların yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların en diplerinde bile yaşar. “BÜYÜK BEYAZ” KÖPEKBALIĞI GİTARI ELİNE ALIRSA! Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall, 1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte çalan, birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi haricinde bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların Glam Rock tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound benimseyen Great White, o zamandan beri hafızalara kazınan şarkılar üretmeye devam ediyor. 1982 yılında çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000 kopya satması, EMI ile sözleşme imzalamalarına ve ilk albümleri “Great White”ı 1984 yılında çıkarmalarına yetmişti. Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues – rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle bir tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir şöhrete ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla “En İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü iki platin plak kazandı. Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda 80’lerdeki Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri işaret ediyorlar. Monster of Rock konserinde 60.000 kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların en kalabalık konseriydi. Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From Here”ı (CGTFH) gösteriyor. “Hooked” ile “Sail Away” albümlerinin çok iyi parçalara
sahip olmasına rağmen prodüksiyon açısından kendisini memnun etmediğini kabul ediyor. Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden “Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa kavuşturuyordu. Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the Dogs” parçasıyla yansıtmaktan çekinmemiştir. Aslında Russell’ın yapmak istediği şey; geçmişteki hayatından ve tecrübelerinden yola çıkarak, hem iyiliğin hem de kötülüğün keşfedilmesini sağlamaktır. “Saint Lorraine”, “Ain’t No Shame”, “Sister Mary” ile iyi ilişkilerinden yola çıkmışken, “Loveless Age” parçasıyla kötü ilişkiden bir örneği gözler önüne sermiştir. Ama CGTFH albümü daha geniş sosyal yorumları beraberinde getirmiştir: Dinlerin çarpık iki yüzlülüğünden “Wooden Jesus” ve evsiz insanların dokunaklı halinden “Hey Mister” şarkıları ile bahsetmeleri, ellerine aldıkları sosyal sorumluluğun bir parçası gibiydi. Bu bakış açıları, bir şarkının konuları ama Russell bu gerçeklikleri kavramayı, korumayı es geçmez ve mütevazılığını konuşturur: “Şarkı yazarlığında, daha önce kimsenin duymadığı şeyler hakkında yenilikçi liriklere imza atmak gibi bir denemeye girmedim.” Bunun nedenini ise şöyle açıklar: “Bazen yazdığım liriklerde
insanların nereye gittiğini anlayabilmeleri için lirik yazımında modern olmayı denediğimi düşünüyorum. Aslında kendi yolumuzdaki aynı hikayeleri kendimize anlatabilmek çok önemli. Bu şarkılar, hayatımın merkezinde yaşadığım şeyleri bana hatırlatan, her zaman anılmaya değer olan basit ve temel şeyleri aktaran şarkılardır.” KARANLIK VE TRAJEDİNİN ERDEME DÖNÜŞMESİ Bazı grupların trajik ve karanlık bir öyküsü vardır. O gruplardan biri de Great White. Söz konusu olay, CNN’de bile önemli yankı uyandırmıştı. 20 Şubat 2003 gecesi başladı her şey. Rhode Island’da konser veren grup, konser alanında çıkan yangın sonrasında cehennemin ortasında kaldı. 300 kişi kapasiteli kulüp, haddinden fazla seyirci almıştı ve yangın çıkınca herkes tek bir kapıya yöneldiği için sonuçları çok korkunç olmuştu. 96 kişi yanarak ölmüştü. Bazı bedenler çok feci yandığından ancak DNA testi ile kimlikleri saptanabilmişti. 187 insan yaralanmıştı. Bu olay Great White tarihinin en karanlık ve elîm gecesidir. Sadece hayranlarını kaybetmemişler, kendileriyle 3 yıldır beraber olan ve yeteneğiyle göz kamaştıran genç gitaristleri Ty Longley’i de kaybetmişlerdir. Seyircilere yardımcı olmak isteyen Longley alevler içinde kalmıştır. Ayrıca Longley’in bir kız arkadaşı vardı ve daha yeni bebeğe sahip olmuşlardı. Grubun gitaristi Mark Kendall’ın eşi ve Longley’in kız arkadaşı sürekli irtibat halindeler. Kendall ile Russell, bebeğe mali yönden yardımcı olmak için Los Angeles’da birkaç akustik şov gerçekleştirmiş ve 10.000 dolar toplamışlardır. Kıssadan hisse, grup üyeleri ölen arkadaşlarının sevgilisine ve çocuğuna ebeveyn olmuşlardır.
“Evimiz” diyor oradan birasını yudumlayan arkadaş. “Burası evimiz…” Beyoğlu’nun binlerce barından biri Dorock. Ondan çok daha konforlu olanlar var. Çok daha iyi hizmet verenler belki de. Ama hiç bir mekanın Dorock kadar sadık müşterisi yok. Çünkü biz bir kültürü temsil ediyoruz. Burası da bizim evimiz. İmam Adnan Sokak’ta düzayak bir girişi var Dorock’ın. Sabah 11 gibi izlemeye başlıyoruz. Çalışanları sakin sakin bahçeyi düzenlemeye başlıyorlar. Akşama hazırlık var. Yan taraftaki büfeden sosisli sandviç kokuları gelmeye başlamış bile. Müzik yine yükseliyor içeriden. Dorock kendine çalıyor. Burası yaşıyor.
Akşam ilerleyen saatlerde insanlar kalabalıktan sokaktan geçemiyor. Dorock artık sokakta. Bahçe, içerisi bizlerle dolmuş. Şöyle bir karşıya geçerseniz her şeyden sıyrılıp kapıya doğru bakın. O zaman ruhu göreceksiniz. Dedik ya, Dorock yaşıyor. Sevildiğini hissedip gülümsüyor ve herkesi tek tek inceliyor. Yok, henüz kafam güzel değil. Benim yaptığım gibi yapın, parmaklarınızın ucunda yükselip Dorock’ı izleyin. Onu göreceksiniz :) Yoldan geçen insanlar içeriye doğru bakmaktan kendilerini alamıyorlar. Çünkü izdiham var. Cumartesi Murder King gecesi. Kaçmaz!
İlk misafirlerini öğlen saatlerinde ağırlamaya başlıyor. Herkes birbirini tanıyor ne de olsa. Bu mekana gelmek için insanlar önceden sözleşmiyor. Mutlaka bizden birileri var. Mutlaka siz ordasınız. Bahçe yavaş yavaş uyanıyor.
Onur motoru ile yanaşıyor dört yıldır yaptığı gibi. İçeriye geçip başlıyor davulunun zillerini kurmaya. Sonrasında Özhan’ı görüyoruz. Çakırkeyif başlıyor herkesle konuşmaya. Fırat da geldi. Hızlı hızlı sahneye geçiyor. Önce bir etrafa bakıyor ve başlıyor hazırlanmaya. Özgür de gözüktü, kadro tamam. Murder sahnede. Özgür’ün saçları havalanıyor. Müzik başlıyor!
Akşamüstü midyeci mekanın önündeki yerini alıyor. Mekan kalabalıklaşmaya başlıyor. Münir hep buralarda bir yerde. Mekanın sahibi mi yoksa müşteri mi anlamıyorsunuz. Herkesle sohbette, herkes ona abi diyor. Gerek mekanla gerek bizimle ilgili her şeyi dinliyor o. Mekanın en çileli emektarı :)
Herkes kendinden geçmiş. Müzikle beraber saatler ilerliyor. Kadın erkek herkesin saçları savruluyor. Tüm parçalar en sert halleriyle bir ağızdan söyleniyor. Sahne sise gömülüyor ve ses yükseliyor: “Nöbetçiler sahneye bira alabilii4uthirogp…” Bu cümlenin son kelimesini asla tam olarak duyamazsınız :)
Herkes arkadaş bu mekanda. Herkes birbirine benziyor. Kadınların hepsi siyah giyinmiş. Farklı makyajlarıyla hemen fark ediliyorlar. Her yaştan birileri var burada. Erkeklerin çoğunun saçı uzun, kadınları kıskandırırcasına. Biralar yudumlanıyor, içeriden hala müzik yükseliyor. Burası yaşıyor.
O eğlencenin içindeki sistemli çalışmayı fark etmeniz için sıyrılmanız gerek yine ortamdan. Servis elemanları şarkı söyleyip gülümseyerek bira dağıttığı için anlamıyorsunuz bile görevli olduklarını. Barın arkasında en yakın dostunuz var zaten. Hissetmiyorsunuz barmen olduğunu.
ÇİĞDEM KOCAMAN
Münir kocaman fıçıyı kapmış getiriyor. Müzisyenler ara vermeden çalıyor. Herkes memnun. Saat sabah 5’e gelirken sahne son buluyor. Mekan hala çok kalabalık. Herkesin kafası güzel ama herkes hala birbirinin en yakın dostu. Mekanın önündeki midyeci yine rekor satışta. Yan taraftaki büfe de öyle :) Buradan insanları dağılırken izleyin. Artık gidin diyor Dorock çalışanları :) Evinize gidin :) Buradan ya balıkçıya, ya çorbacıya… Gece bitmiyor. Münir’i birisine taksi parası olmadığı için para verirken görebilirsiniz. Müşteri velinimettir :) Sabaha karşı tam bu saatlerde tekrar karşıya geçip parmak ucunuzda yükselin. O gözlerin yavaşça kapandığını göreceksiniz. Dorock yorgun. Tam o an fark etmeden gülümseyeceksiniz. Dorock yaşıyor… Hala Dorock’ı görmemiş olanlar, sizce de zamanı gelmedi mi?
ÖZGÜR ÖZKAN MURDER KING
FATİH KANIK
Fatih KANIK: İlk soruya geçmeden önce şunu belirtmek isterim ki bence çok hisli bir neyzensin Burak. Bize biraz ney ile olan geçmişinden bahseder misin? Ney üflemeye nasıl ve ne zaman başladın? Burak MALÇOK : Küçüklüğümden beri, duyduğum bir ses vardı. Çok içli bir sesti. Hiç bir zaman hangi enstrüman olduğunu bilemedim. Lise 2’nin yazında bir gün, saat 1 sularında uyumak üzereyken, Mercan Dede ile bir söyleşiye denk geldim. Ney çıkardı ve üfledi. Birden o aradığım sesin bu ses oldugunu anladım. Meğer o enstrüman “Ney” imiş! Mercan Dede’yi dinlemek için ilk defa babamla discoya gittik. Ama bir de baktık ki house, trance modunda parçalar çalınıyor. DJ kabininin tam önündeydim, millet tamamen uçmustu. Ben Mercan Dede’ye kitlendim. Bir anda ney taksimi girdi. Göz göze geldik bir an. DJ setinin ortasında bir cinslik yapıp adamdan imza istedim, kalem bulmak için bayağı bir zaman arandı. :) “Hep böyle güzel kal” diye bir not yazılıydı kağıdın üstünde. Set bitince MD’ye “Bir aydır ney üflüyorum, neyi ilk başta
sizden gördüm ve öyle başladım” dedim. O da “bir gün inşallah seninle aynı sahneyi paylaşırız” dedi. Sevinçten uçmuştum tabi… Kendi albümleriyle bazı CD’ler verdi bana. Mail adreslerimizi aldık. Antalya’ya tekrar geldiğinde buluştuk ancak erkenden ayrılmam gerekiyordu. “Ben gidiyorum” dediğimde “dur biraz, sen bu neye layıksın” diyerek bana kendi neyini armağan etti. O gece hiç uyuyamamıştım heyecandan. Rahat 15 gün neyle beraber uyudum. Neyi verirken “bir dahaki karşılaşmamızda seni canlı dinleyeceğim” demişti. Üçüncü kez geldiğinde kuliste Mercan Dede’nin “Nar-ı ney” parçasını ilk kez üflemiştim. Başlayalı henüz 1 sene olmamıştı. Çok mutlu olmuştu. 3 yıldır ney üfleyen biri gibisin dedi bana :) Çok mutlu olmuştum. Dördüncü buluşmamızda (Antalya’da yine) bu kez Mercan Dede olarak gelmişti. Gruptaki bütün elemanlarla
Neyzen Burak Malçok ile Keyifli bir Sohbet tanıştık. Herkes çok sıcak kanlıydı ve bir gün beraber çalabilmeyi diliyorlardı. İlk o zaman konservatuara girme düşüncesi belirdi aklımda. ÖSS’ye 20 gün kala yine Arkın abi (Mercan Dede’nin gerçek adı Arkın Ilıcalı’dır, ayrıca Arkın Allen adıyla da müzisyenlik yapmaktadır/ed) Hacettepe Üniversitesi bahar şenliklerine gidecekti. “Gitmem gerek” dedim kendime ve gittim. Yine çok güzel bir konser olmuştu ve burada Arkın abi ile uzun uzun konuştuk. Ney ile ilgili yapmam gereken şeyleri anlattı bana. ÖSS’de düşük bir puan aldığım halde konservatuara 3115 kişiden seçilen 45 kişiye dahil olarak girdim. F: Mercan Dede’nin son albümündeki performansını dinledim, çok başarılı ve hisli buldum. Bize biraz bu albümdeki performansından ve bugüne kadar yer aldığın projelerden bahseder misin? B: Çok teşekkür ederim Fatih. Son albümünde Arkın abi benim de yer almamı istedi. İlk başta bunun altında kalkamayacağım korkusu beni sarmıştı, fakat o bana yine çok destek oldu. Onun içtenligi ve samimiyetiyle o parça çıktı yani. Ayrıca albüm olarak bu yıl öncelikle Kanada’da yayınlanan Tanya Evanson’un “The Memorist” albümünde bir parçada ney üfleme şansım oldu. 3-4 ay içinde Türkiye’de de çıkacak bu albüm. Çeşitli TV kanallarında ve belli başlı programlarda yer alma imkanım oldu. Ayrıca Mercan Dede ile yurt içi ve yurt dışında konserlere çıktım ki bu benim en büyük hayallerimden biriydi. F: Geçtigimiz yıl İstanbul’da Mevlana’nın 800. yıl etkinlikleri kapsamında “Uluslararası Neyzenler Buluşması” gerçekleştirilmişti. Duyduğuma göre Türkiye de dahil olmak üzere bu organizasyonda 10 ülkeden neyzenler bir araya geldi ve aralarında sen de vardın. Bu bence çok anlamlı bir olay. Bize biraz bu organizasyondan, çeşitli ülkelerden gelen neyzenlerin makamlarından ve hissiyatlarından bahseder misin? B: Benim için çok özel ve güzel bir proje idi. Okuldaki ney hocalarımdan Ali Tüfekçi’nin beni Süleyman Erguner’e önermesiyle bu projenın içinde yer almış oldum. Projeyi Süleyman Erguner düzenliyordu ve Fransa, Yunanistan, Lübnan, Suriye, İran gibi ülkeler de vardı. Bu projede Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin bizim çaldığımız ney tavrından çok etkilendigini gördüm. Fakat doğu ülkelerinin kendilerine has bir ruhu olduğu belliydi. Bu konserde aslında ney camiasında çok fazla ayrım olmasının
boşluğunu hissettim. Çünkü neyin içinde her şey var. Sadece hüzün ve dini unsurlar yok bence. İranlı neyzenin çaldıgı kıvrak nağmeler neyin nasıl neşeli olduğunu da gösterdi. Bir nevi ney ciddi anlamda herşeyi anlatıyor, içinde her şey var. Çok hoş bir söz duymuştum. Sevgili Ömer Erdoğdular hocamla (ki Ömer hocamın hala benim üzerimde çok etkisi vardır) onun hocası olan Kutb-i Nayi (Neyzenlerin kutbu) Niyazı Sayın’ın arasındaki anı aklıma geldi. Ömer hoca ilk defa ney üfleyecek ve Niyazi hocanın yanına gidiyor. Niyazi hocanın ilk sözü “oğlum hiç aşık oldun mu?” oluyor. Ömer hoca ise ilk defa büyük bir hocanın karşısında ve pot kırmaktan çekiniyor; utangaç bir şekilde “hayır hocam” diyor. Niyazi Hocanın çok güzel bir yanıtı var: “Ne üfleyeceksin o zaman bunun içine?” Anlatmak istedigim şu, ben o gün sevgiyi ve birliği hissettim. Farklı ülkelerden herkesi toplayan bir enstrüman ve sevgi ile üflemeye çalışan herkesin oluşturdugu bir ruh vardı, benim için çok önemli idi. F: Ney calarken kapıldığın hissiyattan ve neyin sende yarattığı atmosferden biraz bahseder misin? B: Ney ile ilgili hislerimi anlatmak gerçekten çok zor ki zaten tarif edemediğim için, bir cümle bulamadığım için aşk deniyor. “Her konuda uçuşan kalemim aşka gelince kırıldı kaldı” diyor Mevlana. Bu onun gibi bir şey. Ney benim için anlatamadım bir şey. Fakat ney üflerken ben değilim aslında üfleyen. Üfleyen başka bir şey veya üfleten var. O anda öyle bir kanal açılıyor ki, sanki zaman duruyor. Üflemeli bir enstrüman olduğu için senden bir parça, nefesinle icra ettiğin bir enstrüman ve tam bir birlik oluyor. Salih Bilgin’in (yine çok önemli bir neyzendir) çok güzel bir sözü vardır: “Ney bomboş bir kamış parçası, içinde hiçbir şey yok. Fakat hiçligin içindeki her şey ney”. Bu çok güzel bir cümle ve beni çok etkleyen bir tanımdır. Samimiyetimle söylüyorum, bomboş bir kamış parçası gibi görünen enstrüman benim hayatımda en önemli kapıları açan anahtar oldu. Güzel olan herşeye vesile oldu. En büyük dostum, sırdaşım, arkadaşım, sevgilim, bir nevi herşeyim oldu. F: Burakcım hikayen gerçekten çok güzel. Bu güzel serüvenini ve hislerini bizimle paylaştığın için çok teşekkür ederiz. B: Asıl ben teşekkür ederim Fatihcim. Keyifli muhabbetin için ve ilgin için çok teşekkür ederim.
16 Mayıs 1976, İstanbul Beyoğlu doğumlu. 1995 yılına kadar çeşitli denemeler yazdı. 1995 yılında miras yolu ile fotoğrafa başladı. 2004 yılına kadar başkalarının çalışmalarından etkilenmemek adına tek başına bir şeyler yapmaya çalıştı. 2004 yılında yaptığının yanlış olduğunu fark ederek Fototrek’de Altan Bal, Cenk Gençdiş, Mehmet Özşimşek, Faruk Kurt, Özcan Yurdalan, Hakan Kırıcı, Selim Süme gibi hayatını fotoğrafa adamış insanlardan ilk eğitimlerini aldı. 2005 yılında eğitim aldığı kurumda asistan olarak göreve başladı ve iki ay sonra Temel ve Uygulamalı Temel Fotoğrafçılık seminerlerinde ders vermeye başladı. 2006 yılından bu yana kendi atölyesi var. Atölyesindeki malzemeleri (profesyonel olanlar hariç) kendi yapıyor. O yüzden atölyesi için “benim cennetim” diyor. Atölyesinin diğer adı da “Özgürlükler Ülkesi”. Ticaret Lisesi mezunu ve İşletme 2. sınıf emeklisi olarak 2008 Mayıs ayına kadar muhasebe/finans işi ilgili çalışırken, aldığı radikal bir kararla fotoğraf dünyasında ismini duyurmaya çalışıyor. Ağırlıklı olarak portre, makro ve artistik nü çalışmalar yapıyor. Uzun süre Photoshop karşıtlığı yaptıktan sonra yeni yeni Photoshop öğreniyor ve öğrenmeden önce geçirdiği günlere lanet ediyor. Son dönemlerde festival, düğün, kurgu ve stok fotoğraflarına da merak salan arkadaşımız en son 11. Rock Station Open Air Festival’de görev aldı. Ankara’ya ilk gelişi soğuk kış günlerine denk geldiği için Ankara’dan nefret eden arkadaşımız ikinci gelişinde camianın önde gelen isimleri ve yaşadığı güzel günler sayesinde Ankara’ya tekrar gelmeye can atar duruma geldi. Aynı zamanda Art Niyet grubunun fotoğrafçılığını yapmakta. En son yaptığı Dorock Bar çekimleri ile rock dünyasına hizmet etmeye çalışıyor. Fotoğraflarında ruh aradığı için adeta bir psikolog gibi çalışarak elinden geldiğince karşısındaki insanı tanımaya çalışıp, içindeki (onun tabiri ile) şeytanı çıkarmaya çalışıyor. Aykırı düşünceleri nedeniyle normal insanların çok fazla yafta yapıştırmasını gülerek izliyor. “Toplumun insanlara empoze etmeye çalıştığı ve yapma dediği ne varsa yap, yoksa aklında kalır ve düşüncesi seni kemirir” mantığıyla hareket ediyor. Neşeli ve güleç bir kişiliği olan Serhat Hoşgül, bekar, çocuksuz ve İngilizce dahil hiçbir yabancı dil bilmiyor, öğrenmek de istemiyor.
Bilgeliği ve kalıpları yıkıcı felsefesiyle cümle aleme nam salmış Ömer Hayyam. Rubailerini okuyan ve duyan her insanın zihnindeki melek sesi ve içinden gelen samimi fısıltılar ona aittir. Döneminin en büyük bilim adamıdır. Bu ünvana sahip olmasının nedeni matematik, geometri, aritmetik, fizik, astroloji, felsefe, mantık vs. dallarındaki çalışmalarıdır. Bu çalışmaları ile dünyanın sahip olduğu bilim anlayışına adeta kuantum sıçrayışı yaşatmıştır. Matematikteki “x” bilinmeyenini yaratan, kübik denklem çalışmalarını yaratan, Pascal üçgeni olarak bilinen Hayyam ücgenini yaratan, Binom açılımını ilk kullanan, dünyadaki ilk rasathaneyi kuran, dünyanın en hassas takvimi olan Celali takvimini hazırlayan ve daha bir çok ilke adını kazıyan bu baba zat, tüm bu dehalarının yanı sıra dünyanın en seçkin dizelerinden sayılan ve “Rubaiyat” olarak bilinen efsanevi dörtlüklerin de babasıdır. Bu şair bilimadamının namı, Selçuklu sultanı Melikşah da dahil olmak üzere döneminin bütün hükümdarları ve bilim otoriteleri tarafından büyük bir itibarla anılmıştır. İnsanı dönüştürücü etkiye sahip olan, insanın içindeki pası nazikçe ve keyifli bir şekilde söküp atan efsanevi dizelerine gelince, derin bir nefes alıp başını öne eğerek bu dünyanın ve insanoğlunun mundarlıklarına sövmeden edemiyor insan. Çünkü Hayyam Baba’nın her dizesinden kendimize döndüğümüzde bu istek zihnimizde karşı konulmazcasına beliriyor. Dizelerinde genellikle insanoğlunun kardeşliği, varoluşun birliği, keyif, evrenin özü, aşk, sevgi, samimiyet, ayrıca toplumsal adaletsizlik, bağnazlık, cehalet, savaş, dövüş, bilumum şiddet unsurları ve türevlerine karşı olan bakış açıları, dünyanın illüzyonu gibi çok geniş içerikli konulara değinmiştir. Bu büyük insan, döneminin yıkmaya çalıştığı cehaletine yenik düşmüş; ayyaş, dinsiz ve beyin yıkayıcı olarak nitelendirilmiştir. Heralde bu nitelendirme bizim dünyamıza has kötü bir gelenek olsa gerek. Nitekim Sokrates, Ezop, Hallacı Mansur vb. isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz aydın bilgelerin başlarına da aynı kara etiketler yapıştırılmıştır. Hayyam Baba’nın dizeleri bütün dinlerin gerçek özünü anlatır niteliktedir. Fakat her daim olduğu gibi o zamanlarda da insanoğlunun cehaletiyle meydana çıkan yozlaşma akımı, gerçekliğin üzerini kapkara bulutlarla örtmüştür. Hayyam Baba aslında bir şarap ve eğlence düşkünü değildir. Cünkü dizelerinden ve felsefesinden de anlaşılacağı gibi Hayyam Baba zaten dünyada olan bağımlılıkların her çeşidinden arınmış durumdadır ve rubailerinde de dünyaya ait körü körüne bağımlılıklardan arınmamızı öğütler. Ancak nefsine uymadan, yani başkalarının hakkını yemeden, hırs, bencillik, tamahkarlık gibi insan aklına uzak sıfatların tuzağına düşmeden özgürce bu dünyadan keyif almayı öğütler. Bu bütün dinlerin ve çoğu felsefe akımının anlatmak istediği konudur. Yani kalıpları yıkıp özgür irade ile yaşamak, bedenin ve zihnin ötesine geçmek. Ömer Hayyam bu gerçekliği neredeyse bütün dizelerinde dile getirmiştir. Yaşamış olduğu dönemde ise insanlara daha çok dikte ettirilen, dünya hayatından tamamen yüz çevirmek ve onlar için yorumlanmış kalıplara uymaları gerektiğidir. Bu sistem ilk günlerinde samimiyetle ortaya çıkmış olabilir ama yozlaşmaya en açık sistemlerden biridir ki öyle de olmuştur. Dolayısıyla Hayyam Baba bu görüşleriyle zamanının genel geçer görüşlerine açık bir şekilde ters düşmüştür. Çoğunluğun kabul ettiği yoz düşünceler ise Hayyam Baba’nin evrensel dizelerini rahatça karalamıştır. Çok rahat bir şekilde karalanmasına
rağmen zamanının en güçlü isimleri tarafından görüşleri benimsenmiş, Melikşah ve Nizamülmülk tarafından dokunulmaz ilan edilmiştir. Dizelerini ve bilimsel araştırmalarını icra edebilmesi için sınırsız bir şekilde samimiyetle desteklenmiştir. Hayyam Baba’nin bilimsel kariyerini ve almış olduğu bir çok desteği önemsememesinin, şairane bir yaşam biçimini seçmesinin ana nedeni, dizelerinden de anlayabileceğimiz gibi dünyanın beyhude olmasıdır. Dizelerinde ve felsefesinde sıkça vurguladığı “bizim özümüz sonsuzluktur, dünya denen gezegen ise bir kaç yıllığına konakladığımız bir yerdir. Ecel bizi ziyaret edecek ve bu içinde bulunmuş olduğumuz beden formu yok olacaktır. Aslında bir yerden bir yere gitmiyoruz. Dünya ve beden de sonsuzluğun içindedir. Varoluş her yeri kapsar ve dolayısıyla biz varoluşun ta kendisiyiz.” gibi temaların yanı sıra, anda yaşamayı, doğmamış yarına ve ölmüş düne aldırmamayı, doğayla ve varoluşla uyum içinde akmayı öğütler. Arzu ve korkularımızın, bağımlılıklarımızın, kendimizi beden, zihin ve onların içeriklerinden ibaret sanmamızın, kendimizi dünya ile özdeşleştirmemizin, bedeni ve hayallerimizi putlaştırmamızın, potansiyelimizi kovalamamanın, hırsın, kinin, açgözlülüğün, cimriliğin, tamahkarlığın, düşmanlığın, savaşların, sevgiden yoksun olmanın yanlış olduğunu ve bunlar bizlere hakim iken kendimizi idrak edemeyeceğimizi, cehennemin bu olduğunu, cennetin ise bunlardan arınmak olduğunu ve bütün mundarlıkların gerçek sevgi ve samimiyet ile yok olacağını neredeyse her dizesinde anlatır. Bütün bu anlattıklarını akıl yoluyla samimi bir şekilde düşünerek herkesin anlayabileceğini söyler. Bu akılcı felsefesiyle, batıda kendisinden yüzyıllar sonra gerçekleşecek olan Rönesans akımının atası niteliğindedir. Bunların yanı sıra Hayyam Baba aşk ve nefretin, gece ve gündüzün, doğum ve ölümün, yani dünyadaki tüm zıtların bir olduğunu söyler ve bu konu hakkında çok önemli bir eser de hazırlamıştır. Bu “karşıtların birliği” görüşünü Antik Mısır’da Enoch’tan bu yana, Antik Yunan’da Sokrates öncesi ve sonrası bütün filozoflar, Antik Çin’de Lao Tzu, Antik Hindistan’da Tantrik Saraha ve Buda, orta çağ ve yeni çağdaki neredeyse bütün filozoflar desteklemektedir. Hayyam Baba’nın felsefesi tema olarak doğu felsefesiyle çok benzer nitelikte sayılabilir ama kendine has yaklaşımıyla da hiç bir felsefeye ya da görüşe benzememektedir. Bu, Hayyam Haba’nın özel ve üstün yaklaşımıdır, bütün dünyayı içindeki tükenmez sevgiyle utandırmıştır. Bu yüzyıllar öncesinde yaşamış üstün ve aydınlatıcı insan günümüzde yaygın olarak tanınmaktadır. Yaygın olmasının nedeni ise onun sınırsız sevgisidir. İnsanlar sevgileri bertaraf edebiliyorlar ama o yok olmaz nitelikte olduğu için kırıntılar sonsuza kadar filizlenmek zorundadır… Ömer Hayyam Baba’yı efsane rubailerinden biri eşliğinde saygıyla anıyoruz… Durmadan kurulup dağılan bu yerde Hiç bir dost arama. Güvenilir bir sığınak, hiç! Bırak acı yüreğinde konaklasın Olmaza çare arama... Kimse sana gülmeden sen acıya gülümse, Yaşamana bak!
FATİH KANIK
GÜVENÇ ŞAHİN Warhead, CRYTEK firması tarafından EA işbirliği ile piyasaya sürülmüş bir FPS oyunu. Aslında bir çeşit devam oyunu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Oyun geçen yıl piyasaya çıkan Crysis adlı oyunun devamı niteliğinde. Kuzey Korelilerin yönetimindeki bir adaya Amerikan özel kuvvetleri gizli bir operasyon düzenlemektedir. Ancak iki taraf içinde sürpriz olacak bazı gelişmeler sonucunda, operasyon sadece Kuzey Korelilerle savaşmaktan çok daha öteye gidecektir. Crysis’i oynayanlar için bir sürpriz olmasa da ilk kez Warhead’i oynayacaklar için daha fazla detay vererek spoiler yapmak ve oyunun tadını kaçırmak istemiyorum. Oyunu özel kuvvetlere bağlı seçkin askerlerden biri olan Çavuş Michael “Psycho” Sykes karakterinin gözünden oynuyoruz. Bu karakter aynı zamanda orijinal Crysis’de de adı geçen bir karakter ve ilk oyundaki kahramanımız olan Nomad ile geçmişten kalan bir takım sorunları mevcut. Oyun içi diyaloglardan bu sorunlar hakkında bilgi ediniyor ve nedenlerini öğreniyoruz. Bu durum oyuna oldukça gerçekçi ve duyguların da hikayeye dahil olduğu bir tat katmış.
SİLAHLAR VE EKİPMANLAR Warhead bize ilk oyun olan Crysis’i oynamış olanlar için sürpriz olmayacak silah ve ekipmanlar sunmakta. Aslında hikayenin paralel gitmesi sonucunda bu oldukça mantıklı bir hal almış. Ancak yinede daha gelişmiş yada daha fazla sayıda farklı silahlar eklenseydi oyuna biraz daha eğlence katabilirdi. Ancak sanırım tasarımcılar ilk oyunda olduğu gibi Warhead için de nanosuit’in diğer silahlara olan ilgiyi kendi üzerine toplayacağını düşünmüş olmalılar. Nanosuit mi? O da nedir? Nanosuit oyunda oldukça sık bir şekilde özelliklerinden yararlandığımız ve özel kuvvetler askerlerine verilen son teknoloji ürünü bir çeşit giysi ya da zırh (bunun hayali bir şey olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanırım). Nanosuit’imizin özelliklerine gelecek olursak, ilk oyundaki standart özelliklere bir ek gelmemiş. Bu özellikler; HIZ: Bu özellik karakterimize insanüstü bir hız kazandırır.
ZIRH: Zırh özelliği aktif hale getirildiğinde nanosuitimiz sertleşir ve kurşun geçirmez (ya da daha az geçirir) hale gelir.
kadar kullanılmış durumda.
Not: Tüm bu modlar seçilip kullanıldıklarında tükenirler ve özelliğe göre belirlenen bir sürede yeniden dolmaya başlarlar.
Seslere gelecek olursak bu konuda söylenecek çok şey var. Oyun ülkemizde piyasaya Türkçe seslendirilmiş sürümü ile çıktı. Warhead gibi dünya piyasalarında boy gösteren önemli bir oyunun nasıl olup da Türkiye gibi oyun piyasası çok gelişmemiş bir ülke için ayrıca seslendirildiğini anlayamayanları hemen aydınlatalım. Oyunun yapımcı firması olan CRYTEK, Avrupa’da yaşayan 3 Türk kardeşe ait. Yerli (soyadları) kardeşler daha önce de yaptıkları gibi bu oyunlarında da ülkelerini düşünerek Türkçe bazı eklentiler yapmışlar. Seslendirilmeler oldukça başarılı ve gerçeği yansıtan nitelikte. Belki son derece sık bir şekilde argo kullanılmasını yadırgayabilirsiniz. Ancak unutmayın ki siz son derece zor koşullarda savaşan bir askersiniz ve ortam kibar konuşmalar için çok da uygun değil.
GRAFİK VE SESLER
SONUÇ
Oyun CRYENGINE2 gibi bir grafik motoruna sahip olduğu için grafikler konusunda söyleyecek çok fazla sözüm yok. Oyunda motorun sağladığı tüm grafiksel özellikler sonuna
Bilgisayar oyunları ile çok fazla aranız olmasa bile sadece Türkçe seslendirme ile bir oyun oynamanın zevkine varmak için bile Warhead denemeye değer.
GÜÇ: Bu seçenek karakterinize insan üstü bir güç verir ve normalden çok daha yükseğe sıçramayı sağlar. PELERİN: Pelerin modu bir çeşit kamuflaj görevi görür ve görünmez olmanızı sağlar. SİLAH: Silah modunu seçerek elinizdeki silaha modifikasyonlar yapabilirsiniz.
ASLINDA PİMİ KENDİLERİ ÇEKTİLER
Ekim ayında 11.si gerçekleştirilen Rock Station Open Air Fest’de bir kez daha canlı performanslarına şahit olma şansı yakaladım. Şovları hala dillerde dolanmakta. Ben de dilime dolananları söyleyeyim, sizlerin de merak ettiklerini öğreneyim diye buldum kendilerini. Başladılar anlatmaya... ELİF ATÇI
Öncelikle merhaba. Grup hakkında kısaca bir bilgi alarak başlayalım isterseniz. Cem: Merhaba. Undertakers 2005 yılında Arsen İbabekçi tarafından Melodic Death - Metalcore tarzlarının tesirinde kuruldu. Grup geçen zaman içerisinde epeyce kadro değişikliği yaşadı. Şu anki kadromuz, vokalde Arsen İbabekçi, gitarlarda Tuğrul Özbecene ve Alperen Sezgin, bas ve geri vokalde Yetkin Taşkın, davulda Cem Süel şeklinde. Etkilendiğiniz ya da tarz olarak kendinizi yakın bulduğunuz müzisyenler var mı? Cem: Aslına bakarsanız etkilenmemeye çalışıyoruz. Sonuçta biz Undertakers’ız ve kendimize ait bir müzik yaptığımızı düşünüyoruz. Herhangi bir grubu örnek alarak onun yolunda gitme gibi bir durumumuz yok. Öte yandan Arsen bir Pantera hayranı, Alperen In Flames... Yetkin: Benim için ise herşeyden önce Death :) ... Rock Station’da sahne aldınız. Genel izlenimleriniz nelerdi? Yetkin: Bizim için büyük ve güzel bir tecrübeydi. Her şeyden önce sahne aldığımız ilk festivaldi. Büyük isimlerle beraber sahne almak heyecan vericiydi. Bunların dışında güzel bir ortamdı ve gerçekten herkes çok ilgiliydi. Bunlar da bizim için mutluluk vericiydi. Cem: Gerçek bir festival havası, büyük sahne, sağlam ses sistemi, sağlam dinleyiciler. Her şeyiyle dört dörtlük bir festivaldi. Yetkin: O sahnede yer almak büyük bir fırsattı bizim için ve iyi kullandığımızı düşünüyoruz. Gelelim yeni çıkan EP’nize… Cem: Parçalar üzerinde uzun zaman çalıştık yoğunlaştığımız anda hazır olduğumuza karar verdik. Kayıtları İstanbul’daki Kafakabin stüdyosunda aldık. EP 200 adet basıldı. İstanbul’da çeşitli müzik mağazalarında bulunabilir. Edinmek isteyenler olursa internet üzerinden de bize ulaşabilirler. Bestelerinizin çıkış noktaları neler? Yetkin: Aslında ıÜüherkes stüdyoya kafasında bir şeylerle geliyor. Sonra bunlar yeni fikirlerle yoğrularak şarkı haline geliyor. Birlikte çalışmayı seviyoruz, rahatlıkla konsantre oluyoruz yeni çalışmalarımıza. Geleceğe dair planlarınız neler? Albümden bahsedebilir miyiz şu an için? Yetkin:ıÜü Şu an çalışıyoruz. Yeni besteler üzerinde uğraşıyoruz. Yeterli sayıda bestemiz olduğunda albüm çalışmalarına başlayacağız. Kesin olmamakla birlikte önümüzdeki seneye albüm planımız var. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Cem:Dur durak vermediğimiz konserlere yenilerini ekleyerek yolumuza devam edeceğiz. Yıkıma devam! Orada olun! Gösterdiğiniz yakınlık ve samimi cevaplarınız için teşekkürler. Asıl biz teşekkür ederiz yer verdiğiniz için.Umarız daha bir çok organizasyonda hep beraber oluruz :)