Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 16 :: Aralik 2009

Page 1



Selamlar,

G

eçen ay dünya müzik camiası kötü bir haberle sarsıldı. Rahatsızlığı nedeniyle turnesini yarıda kesen Ronnie James Dio’ya mide kanseri teşhisi konuldu. İsmi Heavy Metal’in yaratıcıları arasında en yükseklere yazılan yaşayan efsane Dio’nun, cidden berbat bi hastalık olan mide kanserini yenmesini ve uzun yıllar sahnelerde fırtına gibi esmeye devam etmesini temenni ediyoruz Siyah Beyaz olarak...

B

u ayki kapak konumuz, geçen yıl Aralık’ta da olduğu gibi Chuck Schuldiner. Kendisini bir başka metal efsanesi Dimebag Darrell ile birlikte saygıyla anıyoruz. Metal sahnesindeki eksiklikleri her geçen sene daha da hissediliyor. Özellikle Schuldiner’ın...

K

asım ayı içerisinde Ankara’da bir çok konser düzenlendi. Bunlara olabildiğince iştirak etmeye çalıştık ve bazılarına dair notlara da dergide genişçe yer verdik. Bu ay Ankara metalinin nabzından parmağımızı çekmedik :) Fena da olmadı hani. Öte yandan yazarımız usta müzisyen Dursun Çiftkrosoğlu da bu ay köşesinde underground konserlere dair bazı fikir ve izlenimlerini aktardı. Özellikle organizatörlerin dikkatle okumalarını öneriyorum.

A

ralık ayıyla birlikte yeni binyılın ilk on senesini geride bırakıyoruz. Malum, müzik tarihinde on yıllık dilimler, bir çok ayrımın ve modanın ifade edilmesi açısından oldukça önemlidir. Bugün artık doksanları da kendine has artıları ve eksileriyle ayrı bir dönem olarak ifade eder olduk. Müzik tarihi doksanları takip eden on seneyi de kendine has özellikleriyle yazacak mı henüz bilemiyoruz ama biz bir ucundan başlamak gerektiğine kanaat getirdik. Ocak 2010 sayımızdan itibaren, geride bıraktığımız 10 senenin değerlendirmesini, müziğin gelişim ve değişim sürecini, zamanın neler getirip neler götürdüğünü içeren bir yazı dizisi yayınlamayı planlıyoruz. 2000’li yıllar, öncekilere göre çok fazla kültürel dalgalanmaya ve değişime sahne oldu. Dünya belki de 20 yıllık bir kültürel evrimi 10 yılda geçirdi. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni de internetin inanılmaz bir hızla yayılarak dünya müzik kültürünü ve endüstrisini temellerinden sarsması, yönünü tayin etmesiydi. Şu an okumakta olduğunuz dergi bile bu devrimin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla elimizce uzun uzun değerlendirilebilecek çok enteresan bir 10 yıllık süreç var. Önümüzdeki sayıdan itibaren bu sürece dair yorumlarımızı sizlerle paylaşmaya başlıyoruz. Gelecek ay görüşmek üzere... John Voxville

:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

JOHN VOXVILLE :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, ANIL AVCI, BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, EGEMEN LİMONCUOĞLU, GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR, PINAR TUNCER, ZELİHA KARAKOCA :: İLETİŞİM ::

E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline


www.myspace.com/yolcubarankara


www.facebook.com/yolcubar




JOHN VOXVILLE

L

ast.fm’e göre yaklaşık iki yıldır en çok dinlediğim grup Slayer. En çok dinlediğim 10 parçadan 9’u da Slayer’a ait. Dolayısıyla yazının biraz subjektif olması beklenebilir. Lakin bu yazı, yeni bir Slayer albümü dinlemenin keyfini hayalkırıklığıyla birlikte yaşayan 15 senelik bir Slayer fanının olabildiğince objektif yazısı.

M

etallica’nın son albümünü hatırlıyor musunuz? Hah evet davul tonları “tönk”ten hallice olan o albüm. İşte o saçma davul tonundan sorumlu olan prodüktör, halen prodüktörüm diye ortada geziyor olmakla kalmamış, Slayer’ın da son albümüne burnunu sokmuş. Netice? Tönk diye tınlayan bi Slayer davul soundu. Üstelik davulun başında Lombardo


olduğu halde... Slayer’ın 1000 senelik prodüktörü Rick Rubin neylerine yetmiyodu da ekstradan bi de Greg Fidelmann’a ihtiyaç duydular bilemedim ama Slayer bu hareketiyle beni çok yordu.

M

üzikal açıdan klasik yıkıcı Slayer soundu aynen devam ediyor. Fanlarının grubu sevme nedeni, grubu sevmeyenlerin ise uzak durma nedeni olan “kayıtsız şartsız thrash” anlaşıyını 25 senedir sürdüren Slayer, Tom Araya’nın beyazlayan saçına sakalına ve Dave Lombardo’nun hızla yaşlanmasına rağmen gidişattan ödün vermiyor. Doksanlarda yaptığı “Divine Intervention”, “Diabolus In Musica” gibi albümleri “Slayer hardcore olmuş” gerekçesiyle beğenmeyen tayfayı son iki albümdür çok fena susturdu Slayer. Albüm genel gidişat olarak “Christ Illusion”ı anımsatıyorsa da yaratılan atmosferde hafiften bir “South Of Heaven”, hatta bir “Show No Mercy” lezzeti yakalamak da mümkün. Tabii albümü bu derece sindirebilmek için ya hazımsızlığa karşı sağlam bir ilaç almalı ya da gözlerinizi kapatıp abuk davuk tonunu duymazdan gelmeye çalışmalısınız. Christ Illusion albümünün prodüksiyonunu mumla aradım, o derece rahatsız edici bi sound söz konusu. Hayır Metallica’nın son albümü gibi böyle ayrı bi Guitar Hero versiyonu falan çıksa, kayıt çıkışı daha düşük olurdu da en azından patlama sesi duymazdık trampetlerden. 1986 tarihli “Reign In Blood”daki davulların, 2009 tarihli son albümden daha iyi tınladığı gerçeği karşısında ne yorum

yapacağımı şaşırıyorum. Greg Fidelmann’ın derhal metal dünyasından afaroz edilmesi gerek.

P

eki albümün prodüksiyonu Slayer’dan beklenen düzeyde olsaydı, albüm için neler söyleyebilirdik? Bi Slayer albümünden bekleyebileceğiniz her şey mevcut. Tom Araya’nın vokalleri önceki albüme göre daha iyi bile tınlıyor hatta. Slayer’ı uzun yıllar önce ilk kez Show No Mercy ve Reign In Blood albümleriyle tanımıştım. O albümlerin yeri halen çok özeldir benim için ancak Slayer geçen yıllar içinde yaptığı hiç bir albümde müzikal açıdan sözünü ettiğim iki albümdeki çizgisinden belirgin bir sapma göstermedi. Hayır, doksanlarda kaydettiği albümlerin hardcore veya punk olduğunu, Slayer’ın bu nedenle orijinal çizgisinden saptığını söyleyenler ya mevzubahis tarzlara hakim değiller ya da Slayer’ı anlamamışlar. Slayer’ı fanları için özel kılan, kendi bildiklerinden hiç şaşmamaları ve bu “kendi bildikleri”nin de hiç bir zaman fanlara ihanet olarak görülecek şeyler olmamasıydı. Özünde Slayer’ın ne çaldığı kadar nasıl çaldığı da önemli olmuştur her zaman. Bugün aradan geçen 25 seneden sonra halen hırslarından bişey kaybetmemiş olmaları sanırım bizi Slayer’a bağlayan en güçlü etken.

E

l netice, yeni Slayer albümü süper, mutlaka alın. Ama şu prodüktörü bir an önce ihraç etseler iyi olur.


JOHN VOXVILLE

Ö

nümüzdeki sene içerisinde, 2000-2010 arasındaki geçen 10 yıllık süreçte müziğin gidişatıyla ilgili bir yazı dizisi hazırlamayı planlıyoruz. Bu yazı dizisinde Aralık ayı metal tarihi açısından en karanlık ay olarak geçecek. Zira iki büyük metal adamını, kendilerine ait tarzları yaratan iki müzisyeni, Chuck Schuldiner ve Dimebag Darrell’ı Aralık aylarında kaybettik. Schuldiner öldükten sonraki ay dünyadaki bir çok dergi gibi Rock Station’da da kapak olmuştu. Orada “bazıları müzik dinler, bazıları müzik yapar, bazıları ise müzik yaratır” diye bi baş-

lık vardı. Bugün bu cümle, her ikisi de Aralık aylarında aramızdan ayrılan iki müzik yaratıcısını özetliyor.

C

huck Schuldiner, fanlarının tabiriyle “The Philosopher”, 13 Aralık 2001’de beyin tümörü nedeniyle aramızdan ayrılmıştı. Yarattığı tarz ve kaydettiği albümlerle çığır açmış, ölümüyle bir devir sona ermişti. Bıraktığı müzikal miras, bugün onun izinden giden müzisyenlerce genişletilerek ve geliştirilerek yaşatılıyor. Hazırladığı hiç bir albümde diğeri-


ne dönüp bakmayan, her daim daha iyisini yapmayı hedefleyerek sadece kendini rakip olarak gören bir müzisyenin mirası da ancak böyle yaşatılabilirdi.

bag de Chuck gibi çok genç yaşta öldü. “Only The Good Die Young” tümcesi bir kez daha relitede vücut bulmuştu.

D

T

imebag Darrell, 2004 yılında sahnede uğradığı silahlı saldırıda öldüğünde, geride bıraktıkları, Southern Metal adı verilen devasa bir müzik sahnesi, takip eden yüzlerce grup, binlerce dinleyici ve bugün çoktan efsane statüsüne erişmiş albümlerdi. Sahnede ölmek bir müzisyen için, daha da ötesi fanları için neler ifade eder; orası bir yana, Dime-

aziye ve anma yazıları yazmayı eskiden beri becerememişimdir. Konu Chuck Schuldiner olunca yazılanlar da daha bi Empty Words oluyor. Yazılacak her şey geçen yıllar içerisinde yazıldı zaten. Bu nedenle kısa kesip Chuck Schuldinerın cümleleriyle bitiriyorum: Küller ve umutlar bir bağı paylaşır. Support music, not rumours, let the metal flow...


CAN ÇAKIR


Y

ahu metal metal nereye kadar? Biraz da hem şu dergide, hem hayatlarımızın genelinde farklı tatlar olsun değil mi? İşte bu sözlerle başlar “metalci”liğe hapsolmuş bakış açılarının genişlemesi sevgili okurlar. Kimse üzerine alınmasın tabii, ama özellikle bu ayki W.A.S.P. konserinde o kadar “metalci” denyo gördüm ki, distortion’ı vereni dövesim geliyor. Şahane konserdi, orası ayrı. Neyse efendim konuya geri dönecek olursak, ben çevremin de etkisiyle beraber şu sıralar elektronik müziğe iyice sarmış durumdayım. “Elektronik müzik”i okur okumaz sayfayı çevirenlerin olduğunu biliyorum, çevirmese bile suratında bana Radiohead dendiğinde benim yüzümde oluşan ifadeyi oluşturanların olduğunu da biliyorum, hemen önyargılara kapılmayalım sevgili okurlar. Kastım türlü clublara karı kaldırmaya gidenlerin elinde bir bardak pezevenkli votkayla dinlediği (pardon dinlemediği, duyduğu), veya bir bilgisayar programını keşfetmiş her paralı embesilin adının önüne DJ takarak icra ettiğini sandığı, tek beat üzerine

endüstriyel seslerin konduğu ve hepinizin bildiği üzere ımtıs ımtıs diye giden şey değil. Elektronik müzik yaratıcılık isteyen bir şeydir, ve kaliteli örnekleri de gittikçe çoğalmaktadır. Diyebilirim ki extreme metal ve sıkıcı post-rock ile beraber son zamanların en yükselişte olan müzik türüdür. Bu ayki konumuz da bu türün çıkışının en büyük sorumlularından Fransız ikili Daft Punk.

D

ünyanın başkenti olabilecek güzellikte ve hayırlısıyla önümüzdeki yıl ikamet yerim olacak olan Paris’te, lisede tanışan Thomas Bangalter ve Guy-Manuel de Homem-Christo (eben, ailesine seslenmek istiyorum, soyadınız zaten iki ismin karışımı durumda, çocuğun adını niye aynı formatta koyarsınız? kabir azabı gibi) isimli ikilinin başarıya ulaşma hikayesidir Daft Punk. Tanışıp kankaya bağladıktan 5 yıl sonra, 1992’de yanlarına Laurent Brancowitz isimli bir ayrı genci alıp Darlin’ isimli bir indie rock grubu kurarlar. Yaklaşık 6 ay kadar takılıp, birkaç şarkı ve birkaç konserden sonra


Melody Maker’ın kendileriyle ilgili yaptığı “daft punk (aptal punk) gibiler” yorumuna bir hayli gülerler. Laurent Brancowitz “sizden adam olmaz” yorumunu yapıp Phoenix isimli başka bir grupla müzik icra etmeye devam ederken kahramanlarımız güldükleri yorumdan isimlerini alır ve klasik enstrümanları bırakıp synthesizer’lara, turntable’lara, yeni nesil icatlara yönelirler. 1994’te ilk single’ları ‘The New Wave’, 1995’te ise onlara Virgin Records’la anlaşma sağlatacak single’ları ‘Da Funk’ çıkar. 1996’da Virgin Records ile zamanına göre pek alışıldık olmayan bir anlaşma yaparlar. Bu anlaşmaya göre kendi yapımcı şirketleri ve plak şirketinin şarkı üzerindeki lisans hakkı eşit olacaktı, ayrıca şirketten kimse üretilen müziğe hiçbir şekilde müdahale edemeyecekti. ukukî olarak da temellerini sağlam atan ikili, aldılar sazı ellerine ve 1997 yılında,

90’ların en iyi dans/elektro/house/ne diyorsanız artık albümü olan “Homework”’e imza attılar. Ben dahil olmak üzere dünyadaki birçok kişi de bu albümü dünyada kaliteli elektronik müziğin sıçrama noktası olarak görür. Albümden evvel çıkan single ‘Da Funk’’ın zaten bilinen başarısının peşine bir de ‘Around The World’’ün onu da ezen başarısı eklenince Daft Punk’ın yükselişi başlamış oldu. Başarısını müziğin komşularıyla perçinleyecek kadar da vizyon sahibi olan grup, 2 yıl boyunca albümden birçok şarkıya alışılmışın dışında klipler çekerek, 1999’da bunları “D.A.F.T.: A Story About Dogs, Androids, Firemen and Tomatoes” adı altında toplayıp yayınladı. Bu projeye katkıda bulunan bazı yönetmenler: Michel Gondry, Roman Coppola ve Spike Jonze. Bence sadece susup saygı duymalıyız, daha ne yapalım ulan.

İ

hayranların büyük bir çoğunluğunu bu albümdeki yumuşamayla kaybetseler de, “Discovery” gruba resmen seviye atlattı ve onlara yepyeni bir hayran kitlesi oluşturdu. Albümdeki ‘Harder, Better, Faster, Stronger’’ın anime klibi de benim grupla tanışmamı sağlamıştır. 1997’de Birmingham’daki bir performanslarının canlı kaydını da “Alive 1997” adında piyasaya süren grup yine müzikle dirsek temasını koruyan sanat dalı sinemaya el atıp, çocukluk idolleri Leiji Matsumoto’yla beraber yapımcılığını üstlendikleri animasyon film “Interstella 5555: The 5tory of the 5ecret 5tar 5ystem”’i, yanında da bir remix albümü olan “Daft Club”’ı piyasaya sürerek isimlerini bir sonraki albümlerine kadar canlı tutmayı başardılar.

H

lk albümü başarılı bulunan her grubun derdidir ikinci albüm. Ya altında ezilirsek, ya şöyle, ya böyle diye binbir dertle girilir o albümün çalışmalarına. Müzik basını da eleştirmek için ellerini ovuşturur genelde, ne yapsınlar onlar da ekmeklerini oradan kazanıyorlar. Lakin Daft Punk gayet kendinden emin girdiği bu süreçten de 2001 tarihli “Discovery” gibi bir sonuçla çıktı. “Homework”’e kıyasla daha yumuşak bir sound’un hakim olduğu albümde, Massive Attack’in ulaşmak için yırtınıp durduğu, ancak ulaşamadığı bir seviyede olan ‘Something About Us’’tan tutun da, klasik bir club hiti olabilecek ‘Superheroes’’a (ve hakikaten de klasik bir club hiti olan ‘One More Time’’a) kadar uzanan geniş bir yelpazede şahane eserler bulunuyordu. İlk albümle edindikleri


B

ir sonraki albümleri de 2005 yılında geldi: “Human After All”. Bu albümde daha repetitif bir tarzı benimseyen ikili, bu yönde gelen eleştirilere zerre kulak asmadı. Albümün çıkış yaygarası biter bitmez antolojik bir DVD yayınladılar: “Musique vol. 1 1993 – 2005”. Bitmedi; daha yeni çıkan albümü hemen remixleyip “Human After All: Remixes” diye pazarladılar. Yetmedi: “Daft Punk’s Electroma” isimli bir uzun metrajlı film yönetip (yapımcılık değil, yönetmenlik ulan, saygı duyun saygı!!) üstüne bir de 2006 Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yaptırdılar. Bununla da elbette bitmedi, 2007’de memleketleri Paris’teki bir performanslarını “Alive 2007” diye yayınlayıp, içinden ‘Harder, Better, Faster, Stronger’’ın canlısını single olarak çıkarıp bir de 2009’da Grammy kazandılar. Bu sene “Tron Legacy”

isimli filme 24 adet şarkı yazıp, rol aldıkları da açıklandı. DJ Hero oyununa 11 yeni remixle katılan grubun geçmişinde herhangi bir leyleğin kalmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz sanırım.

Ö

zetlemek gerekirse, elektronik müzik yapan sanatçılar şu anki popülaritelerinin bu denli revaçta olmasını büyük ölçüde Daft Punk’a ve onların muhteşem üretkenlikleri ile promosyon zekâsına borçlular. Bu Fransız ikili olmasaydı, Amon Tobin gibi bir deha, Splinter Cell: Chaos Theory’nin müziklerini yapabilir miydi, bilemiyorum. Ha ayrıca en son notu düşeyim: Kanye West’in hepimiz tarafından sevilerek dinlenen (itiraf edin, seviyorsunuz) ‘Stronger’ şarkısı ‘Harder, Better, Faster, Stronger’ sample’ı üzerine kurulmuştur. Haydi kızlar elektroniğe!


MELİS SARILAR

İ

STEK

İ

THAF

Sanırım yüzünü görmek istiyordum. Oysa ki birkaç saniye önce görmüştüm ama hatırlamıyordum. Neden böyle bir gereksinimim vardı. Neden bir yüzü görmek istiyordum. Yüz bile değildi sanki bir kara delikti. Bitip tükenmeyecek. Farklı bir yüzü vardı anafor gibi kendine çekip sonra bırakıp öldürüyordu.

Şu saçlarını çekip üzerinden, bir bak. Girdabını yok ettin mi- hayır- bilmez miyim? Aslında bilmem. Arkadaşların bilir. Ben ne bileyim. Dur. Ben gelecekten geldim. İyileşmeye çalışmalısın. 60 yaşına kadar yaşayacaksın. Bu yaşa kadar ne yaparsan yap ama ilk önce şu girdabı çıkar at yüzünden. Herkesi boğacaksın. Beni de boğacaksın! Gitarını kır, beynini çöpe at ve güneşli bir güne hazırlan. Hazırlanmayacaksın. Zaten ben de zaman yolculuğu yapmıyorum. Yapsaydım da umrunda olmazdım.

Z

AMAN ZEHİRDİR

“wandering and dreaming the words have different meaning. yes they did.” Masalların ortasında bir çocuğun sırıtması… Masalın ortalarında yüzünde bir huzur, uykuyakalmış. Bu bir aile kandırması, birazdan


yüzü asılacak, ışıklar sönünce. Annesinin aklında huzurlu uyuyan güzel bir çocuk olarak kalacak, gece canavara dönüşecek. Suratında meymenet kalmayacak. O bir çocuk çünkü hep kandıracak. “alone in the clouds all blue lying on an eiderdown. yippee! you can’t see me but I can you” O bir çocuk dedim ya. Yüzünü elleriyle kapayıp tüm dünyadan soyutlanacak, kimse onu göremeyecek. Başka zamanlara, gezegenlere yolculuk yapacak 10 parmak gölgesiyle… Parmaklarının arasından çıkan ışık, geri dönüş yolu olacak. Evet parmaklarının arasından çıkan ışık bir yere ait hissettiriyor onu, güvenebileceği evine. “and the sea isn’t green and i love the queen and what exactly is a dream and what exactly is a joke.” Şuralarda bir yerlerde olmalı. Sanırım iyi, sanırım kötü. Yanlış ve doğru. Huzurlu evi var doğru. Huzurlu annesi var huzurlu ailesi var. Huzurlu babası? Yok yok yok yok. Yaş 12, baba ölür. Ölmez aslında yaşar, tam da beyninin içinde. Hayır kalbinde değil, beyninde. Beynini yer, yerleşir. Kaçacak bir yer bulamaz Syd sadece bekler. Kafa karışıklığını usulca yer, ses çıkartmadan, paylaşmadan. Sinsi gibi… “you and I in place wasting time on dominoes a day so dark, so warm life that comes of no harm you and i and dominoes, time goes by…” Zaman geçip gidiyor işte.. günden güne bir mum daha ruh hanende. Arada topluluğa karışır mumlar, bir marifetmiş gibi üflersin. Bir de salak gibi dilek tutarsın. Nedendir anlamam. Eriyorsun, bir yaş geçiyor, yaşanmışlıklara adım, kırışmaya adım, masumiyetin biraz daha kayboluşu. 23yaşında tüm mumları üfledi işte Syd büyük bir bezginlikle. Geriye bir tane kaldı… Hastalığına ışık olur diye belki, o durmadan büyüyen siyah noktaya… Bir 37 yıl sonra onu da söndürürsün sen, bedenin son kalan gücüyle. Ruhun gitmiş deseler, gitmemişti. Sen ruha dönmüştün, bedenini istememiştin. Öylesine yaşamak onunkisi , hayatının geri kalan kısmında. Hüzünlü şeylerden bahsetmekten nefret ederim ama; sen başlı başına bir hüzünsün Syd!


N

ereden başlayıp hangi detaylara girerek bu yazıyı bitireceğimi kestiremiyorum... Ama başlıyorum bir şekilde....

Ç

ok sevdiğiniz, içinizde, aklınızda nereye koyabileceğinize bile karar veremeyecek kadar değerli gördüğünüz bişey düşünün. Öyle bir şeyden bahsedeceğim kendi adıma!

O

ilk çılgın riffleri, o akıl almaz vokali duyduğumda vereceğim tepki benliğimden aşmıştı... Ve yıllar geçtikçe hayatımı etkileyen favori grubum olacağını ilk anlarından itibaren biliyordum.. İdolümle tanışacağım, onunla konuşacağım günü hayal ederdim hep... Evet Blackie Lawless’tan bahsediyorum! 2006’daki ilk konser öncesi de tanışmak için kendimi heba eden tek fan olmama rağmen elim boş dönmüştüm. Yine de bir frontman’i, gerçek bir rock starı 2 metre uzaktan gözlerinin içine baka baka canlı canlı görmek ve dinlemek anlatılamaz bir duyguydu...

Ş

imdi gelelim 2009’a! Üstünden henüz 1 hafta bile geçmedi ama ben kendime gelebilmiş değilim. Herhangi bi grup değil, W.A.S.P! Beast of Babylon turunu ilk gününden itibaren internet ve yurtdışındaki bazı arkadaşlarımdan takip edebildiğim kadar etmeye çalıştım... Ve ortak karar Blackie ve ekibinin harika iş çıkarttıklarıydı. WASP’ın kötü performans sergileyebilme olasılığı muhtemel olmayacağı için, pek de şaşırmadım :) Ama bu sefer ayrı bir enerji ve sinerjiyle aramıza döndüler. Avrupa turnesinin gazıyla, günleri saymaya ve heyecanımı katlamaya devam ediyordum. Ta ki konserden bir gün öncesinde Bulgaristan sınırını geçip İstanbul’a giriş yaptıklarını öğrenene kadar. Bir W.A.S.P. fanı olarak tanışma umuduyla poster, CD ne varsa yanıma alıp yollara düştüm... Umuduyla diyorum çünkü Blackie Lawless bildiğiniz rock starlara benzemez. Aldığım duyumlar, otelde değil, kendi tur otobüslerinde, konser mekanının yanında kalacakları yönündeydi. Soğuk havada hastalanmayı göze alarak heyecanla bekledim ve en sonunda o beklediğim cümleyi duydum. “Blackie Lawless burda, geldi.” Ne yapacağımı şaşırarak ayaklandım ve de sinirli olup olmadığını öğrendim ilk önce. Her zaman ki gibi cool ve de biraz gergindi. Ama bir daha bu şansı ne zaman bulurum tanışmak için deyip yanına yaklaştım. Sanırım konser mekanıyla ilgili crew ve diğer kişilerle konuşuyordu. Kısık bir sesle, “selam, hoş geldiniz” dedim. Sadece teşekkür etti. Çok da sıcak değildi ama zaten beklemiyordum da... Zamanımın kısıtlı olduğunu göze alarak bir fotoğraf çekebilir miyim dedim. Yanıtı ortamdaki herkesin duyacağı şekilde büyük bir ‘’NO’’ oldu. Tabi ki içimden bir şeyler koptu, eh az biraz sinir-

lendim de... Ama tepkiler tanıdık ve bilindik geldiği için şaşırmamıştım. Sadece arkamı döndüm ve olduğum yerde kaldım. Tabi ki yıllardır beklediğim bi grubun, fanı olduğum grubun en azından bi fotosu olsun, iki kelime konuşayım istemiştim. Bu hayır cevabından sonra yine de vazgeçmedim, mekandan ayrılmadım, köşesine sinmiş kedi gibi sessiz sakin bekledim. En azından oradalarken belki uzaktan da olsa bir foto veya video çekerim diye… Umutsuzca bir beklemeydi yani benimkisi. WASP’ın crew’iyle, hatta menajeriyle de konuştum, niye bu kadar cool ve soğuk diye, söyledikleri sadece çok az uyudukları ve yorgun olduklarıydı. Anlamak zorundayız dediler, ki haklıydılar da... Bu yorgunlukla bir fanı düşünecek modda olmayabilir haklı olarak...

O

rganizasyonda görevli arkadaşla çok üşüdüğümüz için oradaki büfeye gidip sıcak bir şeyler içtik. Bu arada tur otobüsü de mekanın içinde beklemeye başladı. Tur otobüsünde kalacakları duyumunu almıştık ama çok yorgun oldukları için en azından banyo yapıp, düzgün bi yerde uyuyup konsere tam hazır olmak istediklerinden otel arama girişimleri başladı. Tabi bende bu arada hala kendimi sıcak tutmak için içeride depresif ve umutsuz bi şekilde oturuyordum. Sonra bir anda karşıdan uzun boylu birinin yaklaştığını gördüm. Karanlığın içinden elleri cebinde bana doğru yaklaşıyordu :) Ne göreyim! Blackie Lawless benim olduğum yere doğru yaklaşıyordu! Birden ne yapacağımı, ellerimin titremesini nasıl geçireceğimi düşündüm. :) Büfeden bişeyler almak için geliyor sanmıştım, ta ki kafasını kapıdan eğip benimle konuşmaya başlayıncaya dek! Hala rüya mı gerçek mi olduğuna üstünden bir hafta geçmesine rağmen karar veremediğim o anı paylaşıyorum şu anda. Geldi ve o mavi, harika gözleriyle bana bakarak “Hey, forgive me! i was freaking tired and we were having tough shows these days and almost we never sleep” (hey, beni affet, deli gibi yorgundum, şu aralar zorlu konserlere çıkıyoruz ve neredeyse hiç uyumuyoruz) dedi. Oturduğum yerden ayağa dikilip, gözlerinin içine baktım. Bunca yıllık idolümün bana sert bir NO çakmasının ardından vicdan azabı duyup, hak etmediğimi düşünüp ‘’forgive me’’ diyeceği aklımın köşesinden bile geçmezdi! Hepsini geçtim, herhangi bir şey demese bile tur otobüsünden çıkıp yanıma geldi. Bir fanı için bunu yapan birinin gerçekten de cool ve tam bir rocker olduğunu ve onu neden bu kadar çok sevip bağlı olduğumu çok iyi anladım o an.

Ş

oku atlatmaya çalışırken, buraya yanıma kadar gelip benimle konuştuğu için teşekkür ettim. Tabi ki gülümsüyordu. Ve tabi ki bu fırsatı bulmuşken aşkımı ilan etmemek de olmazdı! O yüzündeki gülümsemeyi hiç bir zaman unutmayacağım. Kı-


Yazı BETH LAWLESS Fotoğraflar PINAR TUNCER


sıtlı dakikalarını çalmak istemediğim için, yanımda getirdiğim bütün poster ve CD’lerimi imzalamasını rica ettim. “Tabii ki” dedi. Bu arada organizasyondan olan arkadaş da Blackie’nin oraya kadar gelip böyle bi davranışta bulunmasını hayretle ve şaşkınlıkla izliyordu :) O da şaşırmıştı. Blackie’ye benimle ilgili “bu hatun senin acaip fanın, senin soyadını kullanıyor her yerde” dedi. Blackie de haliyle ismimi sordu. Beth Lawless deyince, ardından yaptığı espriyle karizmasına karizma kattı gözümüzde. “Well, don’t rob a bank’’ (banka soyma o zaman) dedi :) Biletimin olup olmadığını sordu, “tabii ki var, VIP” dedim. “Hmm gerçekten mi” dedi. “O zaman yarın soundcheck’imizden sonra backstage’e gelebilir-

sin dedi! Bir fan daha başka ne isteyebilir bilemiyordum. İnanamayıp “gerçekten gelebilir miyim” diye sordum. “Evet soundcheck’ten sonra gelebilirsin” dedi. Şimdi foto çekebilir miyiz diye sordum, cevap yine “no” idi ama biraz daha yumuşatmıştı. “Hayır çok fena gözüküyorum” dedi. Ben de gayet şaşırarak “sen asla fena gözükmezsin, çok iyi gözüküyorsun” dedim ve yine o gülümsemeyi karşılık olarak aldım. Blackie’yle 40 yıllık arkadaşımmış gibi konuşmak benim için tarif edilemez bir duygu. Hala nasıl teklemeden cümle kurdum inanamıyorum. “Bir de benim official ismim olan Beth Lawless olarak imzalar mısın büyük wasp posterimin üstünü” dedim. “Tabii ki” dedi. Artık gerçekten ölebilirim! “Sen kimsin


de Lawless soyadını kullanıyorsun” deyip geri de çevirebilirdi. Giderken omzuma dokunup “see you” dedi. Beni de dünyanın en mutlu insanı yaptı. Elimde CD ve posterlerimle herhangi normal bir fan gibi imza almayı beklerken, hayal edemeyeceğim şekilde olaylar gelişmesi anlatılamaz bir duygu... Sanırım bu kadarını da hak etmiştim yıllardır :) Mutlu mesut onların mekandan ayrılmasını beklerken ben de evimin yolunu tutacaktım ki servis aracına beni de alıp en azından Taksim’e kadar bırakmak istediler. Tabii burada organizatör arkadaşın payı büyük. Önemli olan da benim ve tüm WASP ailesinin aynı aracın içinde olmasıydı! Konserden 1 gün öncesinde ses kısıklığıyla çığlık atmaya hazırdım artık. Onlarla Türkiye sınırlarında tanışabilen tek fan olarak apayrı ve çok özel hislerle ‘’vahşi çocukluk’’ yapabilirdim artık. Ve konser gününe gelirsek; mekana konser saatinden en az 4 saat öncesinde gittim. Kapıda yaklaşık 50 kadar fan bekliyordu. İçeri girdim, etrafta görevlilerden başka pek kimse yoktu, çünkü soundcheck esnasında Blackie hiçbir zaman etrafta dolanan birilerini görmek istemezdi, ki öyle de olmuştu yine... Aldığım haberlere göre bütün gün tur otobüsünden çıkmamış, şov için enerji topluyormuş. Yıllar geçtikçe Blackie’nin ne kadar olgunlaştığını, bunun hem şovlara, hem şarkı sözlerine, hem de o kendine has tavırlarına yansıdığını fark ediyorum. Heyecanla saatleri sayıp, nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum. Konser saat 9 civarında başlayacaktı. 7:30 gibi ben VIP’de, tam da Blackie’nin mikrofonunun karşısında yerimi aldım. Beast of Babylon turunda arkada kliplerin gösterileceği bir sahne hazırlamışlardı.

V

e Avrupa turnesinde bu sahnenin şova apayrı bi hava kattığını herkesten duyuyordum. Blackie ve adamlarının çok daha enerjik, istekli, şahane bir şov çıkaracaklarını bilmek beni daha da deli ediyordu. Mekan yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Saat 9’a yaklaştıkça WASP tezahüratları, bekleyen çılgın seyirciyi daha da gazlıyordu! Bu seferki seyircinin, ilk konserdekinden daha fazla ve istekli olduğu gayet açıktı. Saat 9:30’a yaklaştığında sahne karardı. “Mephisto Waltz” giriş olarak hazırlanmıştı. Çığlıklar, heyecanlar, kısık seslerle bağrışmalar… İlk olarak Michael Dupke çıktı, daha sonra Doug ve Mike… Veeee idol sahnedeydi. Mephisto Waltz biter bitmez “On Your Knees’’ kırmızı ışıklarla başladı. Koskoca Blackie Lawless arkası dönük halde, elleri yana açılmış, “haydi hep beraber vahşileşeceğiz bu akşam” mesajını bizlere iletti! :) O nasıl bir karizma, nasıl bir enerjiydi ki arenadaki herkese yayılıyordu. Arkadaki sahnede de Live at Lyceum konserindeki On Your Knees yayındaydı. En kanlı sahne şovlarının, WASP’ın en manyak olduğu zamanların görüntüleri de bir yandan bizlerleyd. On Your Knees’ biter bitmez “The Real Me”yi çalmaya başladılar ki konserin en iç gıcıklayıcı anıydı benim için. Elimdeki kameranın kayda devam edip etmemesi umrumda olmadan headbang’e koştum. Bu şarkının apayrı bir hikayesi var çünkü. Benim daha bir lise öğrencisiyken WASP’ı tanımamı sağlayan bir The Who cover’ıydı bu şarkı! İlk olarak The Who’dan dinleyip aşık olduğum şarkıyı, nasıl bir başka grup orjinalinden daha vahşi tonlarla ve inanılmaz bir vokalle söyleyebilir, şaşırıp kalmıştım.

Y

ıllar sonra setlist’e The Real Me eklemeleri benim için apayrı bir anı oldu. Arkada tabii ki yine o harika kliple birlikte... Doug’un gitarla bütünleşmeleri, arada bir Ace Frehley tripleri görülmeye değerdi.

T

he Real Me fırtınası dinmeden ‘’Love Machine’’ ile seyirci kendinden geçti. Hep bir ağızdan “L.O.V.E All I Need Is My Love Machine” derken, şarkı aralarında fazladan kattığı çığlıkları, meşhur BC Rich gitarıyla karizması Blackie’yi sahnede devleştiren unsurlardan sadece biriydi. Ardından yine harika bir Humble


Pie coverı olan I Don’t Need No Doctor ve mezardan çıkıp gelen ufak yaratıklarla klibi olan ilk albümden single Scream Until You Like It çaldılar. I Don’t Need No Doctor’a daha fazla zaman ayırıp, Scream Until You Like It’e geçiş yaparak sadece nakaratını söylediler. Sahnede yeni ve ilginç şeyler denemek her zaman WASP’ın yapabilitesi olan klasikleşmiş hareketlerden. Zaman ‘’vahşi çocukların’’ yerlerinden kalkıp etrafı ateşe vermeleri zamanıydı! Blackie’nin seyircilere “şimdi sırada ne var” gibisinden bakışı ve en önlerden bir fanın Wild Chilllllddddddddd diye haykırması Blackie’yi bile güldürmüştü. “Doğru bildin” der gibi onu işaret etti ve ‘Wild Child’ deyip hepimizi o meşhur kliple birlikte eskilere götürdü. “I’m a wild child, come and love me” kısmı en çok hatun seyircilerin Blackie’nin o harika gözlerine bakıp ithaf ederek söylediği anlardandı. E Blackie’de bunu karşılıksız bırakmadı, “beni mi, beni mi istiyorsun” dedi. Sanırım bir kaç hatun bayılmış olmalı :p Eh tam karşısında duran fan olarak bana da göz kırpmayı ihmal etmedi bu arada :) Seyirciyle az ve öz iletişiminin sıcak anlarından biriydi bu. Çok iyi bir frontman olmak; iyi besteler, sahne duruşu, yeri gelince bir hareketle insanları yönlendirmeyi, rol kabiliyetini, sanatı, enerjiyi her yere yaymayı gerektirir. Blackie buna sahip olduğunu yıllardır fazlasıyla gösteriyor. Bu gece de insanları kendinden geçiren performansıyla bunu gösterdi. Eski albümlere 2 şarkılığına ara verip ‘’şimdi size yeni albümden ‘Crazy’ çalacağız dedi. Blackie şu ana kadar seyirciyle fazla iletişim kurmamıştı. Yeni albümde 2 cover olmasına rağmen işte bu hit diyebileceğim bir şarkı yok. Çünkü hiç abartısız hepsi harika! ‘Babylon’s Burning’ yeni albümün de ilk klibi aynı zamanda. Bu şarkı yeni albümün konseptini de 4 dakika içerisinde size anlatıyor. Blackie’nin klibe arada bir göz atarak Doug’la çift gitara gitmesi harikaydı. Hız kesmeden ‘Hellion’ başladı. Kendimizi 80’lerde hissetmemek için bir neden göremedim. Doug sololarda ışıklı gitarıyla muhteşemdi. Tüm çılgın çocuklar artık WASP’ın enerjisiyle dağılmış haldeydik, bunun sadece bir konser olamayacağını fark etmiştim. Sessiz ve derinden ‘Where is the loveeeee to shelter me, give me love, love set me free” dedik kısaca ve ardından Arena Of Pleasure geldi. Kırmızı ışık şovları, Blackie’nin kolundaki hızarları, Los Angeles Raiders tişörtü, klasik siyah taytı, sallantılı botlarıyla “hala seksiyim, coolum” rolünü de es geçemedim tabii :) Crimson Idol albümünden ‘Chainsaw Charlie’ geldi sonra. Böyle nadir bulunan bir sesi izlemenin verdiği duygu anlatılamazdı. Blackie’nin kolundaki hızarlara bakıp saçını düzeltmesi, ardından da sanki bizden alkış beklemesi çok sevimliydi. Seyirciyle iletişimi belki maksimum düzeyde değildi, ama cool ve karanlık bir adam olmak böyle bir şey olmalı. Chainsaw Charlie ile bizi kendileriyle birlikte doruk noktasına ulaştırdıktan sonra ‘The Idol’ gibi efsane bir şarkıyla yüre-

ğimizi kanırttılar. Tüm konser alanı hipnoz edilmiş, hep bir ağızdan ışıkların altında parlayan idolü izliyor ve eşlik ediyordu... Blackie son bir rötüş yapıp ‘only love’ kısmını o müthiş vokaliyle defalaca tekrarlardı ve uzattıkça uzattı uzattı, “alın size yıllar geçse de sesim taş gibi” der gibiydi. Basist Mike bile Blackie’nin bu haline şaşmış bizimle beraber gülümsüyordu. Anlaşılan Blackie bize hayatımızın en özel gecesini yaşatmak istiyordu. Henüz The Idol’ın etkisi geçmemişken Dominator albümünden ‘Take Me Up’a giriş yaptı. Seyirciyi o kadar sevmişti ki, neredeyse şarkının yarısında sustu ve bize bıraktı vokalleri. Back vokallerde 1500 kişi Doug ve Mike’la birlikte harikalar yarattık. :) Yine aynı albümden devam etti ve ‘Heavens Hung In Black’ bizlerleydi. Ama doğruyu söylemek gerekirse Blackie bu şarkıyı koskoca dünyada o an sadece kendisi için çalar gibiydi. Harika bir şölendi. Sonunda da ıstavroz çıkarıp bitirdi. Yıllar yılı Blackie’yi tanrı inancı olmayan biri olarak bilmek ve sonrasında bu ilginç dönüşü yapmasını görmek pek de tahmin ettiğim bir durum değildi.

H

eavens Hung In Black’le birlikte herkese sonsuz teşekkürlerini gönderip sahneden ayrıldılar. Ama seyirci bu harika anları yaşamaya haliyle doyamamıştı ve bise çağırmak da kaçınılmazdı. 5 dakika bile beklemedik ve idol sahnedeydi. En bilindik WASP şarkısıyla bise başladılar. İlk albümün ilk hiti I Wanna Be Somebody! Konser alanı I wanna be somebody diye inliyordu. Blackie konser bounca kısıtlı ölçüde iletişim kurduğu seyirciden, sağ ve sol olmak üzere ayrı ayrı eşlik etmelerini istedi. Sesin az çıkmasından hiç memnun kalmadı ve tekrar tekrar söyletti. Ve en sonunda, “hey sol taraf sizin neyiniz var bilmiyorum ama çok boktansınız beaaah” dedi :) “Rock’N’Roll mu istiyorsunuz ha? Blind in Texas!” diyerek son noktayı koydu. Şarkının yarısında bize dikkatlice bakıp kollarını yana açarak bizden memnuniyetini bir kez daha gösterdi. O çatallı, inanılmaz sesiyle I’m Blindddd In Texasssssss” diye tüm İstanbul’u inletti! Işık ve ses inanılmazdı. Sadece ‘Headless Children’ı çalmadılar. Ama geri kalan tamamıyla aynı setlistti, muhteşemdi! “See ya next time İstanbul” dedi. İlk konserde biraz daha cool ve mesafeliydi. Konser sonrası bir hatıram daha kalsın deyip backstage’e gittim davet edildiğim üzere, “hey Blackie, bu sefer bi foto?” dedim ama çok yorgun ve terli olduğunu söyledi. Kendisi istemedikten sonra zorlamanın da bir anlamı yoktu. Evet Blackie’yle bir de fotom olmasını çok isterdim ama bu kadarı da benim için rüya gibiydi. Mike ve Michael’la fotolar çektirdim backstage’de ve gördüğüm en mütevazi rockerlardandı kendileri. Evet hayatımın en mutlu 2 gününü idolümle tanışıp onu kanlı canlı görerek yaşadım. Aradan bir hafta geçmesine rağmen, hala rüya mı, gerçek mi içinden çıkamıyorum...



Milk Hunter’ı kısaca tanıyabilir miyiz? Kurulum süreci, Grup elemanları? Milk Hunter 2006 yılında Emre Tombulel ve Volkan Koca tarafından kuruldu. Kişisel çalışmalar olarak başladı.Ama daha sonra Silent Disaster grubundan olan arkadaşlarımız Erkan Şimşek ve Cem Bozoğlu nun katılımıyla grup haline dönüştü. Şu an ki kadroda davulda Aytek Öztürk, bas gitarda Selçuk Subakar, gitarda Halil Ergül ve gitar vokalde ben (Volkan Koca) bulunuyor. Halil muhtemelen bu röportajı okuduğunuz sırada askeri birliğine teslim olmuş olucaktır.Benim de gideceğim tarih belli olduğunda kadroda bir değişiklik olabilir. Müzik dışında başka işlerle uğraşıyor musunuz? Ben kendi çapımda nacizane gitar eğitmenliği yapıyorum. Aytek barmenlik yapıyor. Selçuk öğrenci, Halil de asker :) Yaptığınız türü “Türkçe Sözlü Florida Death” olarak tanımlamışsınız. Fakat porn-grind, Death Core vs.. gibi birçok tür de sizin için kullanılıyor. Bu tanımlarla ilgili ne söylemek istersiniz? Aslında yaptığımız tarz anlaşılabilir, kolay hazmedilebilir bi tarz. Bir çok kez bu tarz müzik dinlememesine rağmen bizi dinlemeyi seven seyircilerin olumlu tepkilerini aldık. Metal ya da Death Metal dinlemeyen insanların da bizi sevmesinin, dinleyebilmesinin önemli bir nedeni de parçaların Türkçe olması sanırım. Parçaların groove yapısından dolayı hardcore ve özellikle Florida Death’i kapsıyor ama kesinlikle Porn Grind değil:) Bazı parçalarımızın içeriklerinde olması gerektiği kadar sert sözler mevcut ama bu porno değil :)

ANIL AVCI EGEMEN LİMONCUOĞLU



Şarkılarınızda ne anlatıyorsunuz? Aklımıza gelen, bizi rahatsız eden ya da etmesi muhtemel, aramızda geyiğini yaptığımız ya da yapılması muhtemel her şey :) Bilirsiniz erkekler arasında daha çok cinsel geyikler, şakalar döner, mesela bunlar. Ayrıca kör olmadığımızdan dolayı politik sorunları da görüyoruz. Biz bu tarz konuların tamamını ele alıp sarkastik bi dille eleştiriyoruz ya da eğleniyoruz. “Darkness”lı, “Blood”lı, “Kill”li genel Türk metal müzik sözlerini kullanmayı istemiyoruz. Çünkü biz bugünün olaylarını işliyoruz; çıkarcılık, aldatmaca, libido, cinsellik, sex, politika vs gibi.

Fikir benimdi. E.P’nin kapağını bir kadın mecmuası şeklinde yaptık. Klişe işler yapmamaya özen gösteriyoruz. Kapak tasarımlarımızdan tişörtlerimize kadar, parça isimlerimizden konser introlarımıza kadar…

Peki bu konuda nasıl tepkiler, eleştiriler alıyorsunuz? Bir şeyi alaycı bi dille ele alırsanız ona eğlenceli bi benzetme, argo yada küfür kullanırsınız. Biz de yerine göre hepsini kullanıyoruz. Seyircinin istediği de bu. Biz içimizden gelenleri anlatıyoruz, seyirci de bizimle aynı şekilde düşünüyor. Milk Hunter’ın seyircisi özeldir; ne kör ne de sağırdır.

Milk Hunter’ı ilk defa duyanlar, size nasıl ulaşabilirler? w w w. m y s p a c e . c o m / m i l k h u n t e r 3 1 adresinden bizimle iletişime geçebilirler.

Şarkıları Türkçe yaptığınız için öncelikle tebrik ediyorum. Müziğinizde de, az da olsa Türk müziği altayapısı kullanıyorsunuz. Evet bazı şarkılarda hafif bi Türk müziği havası var ama benim en az bu havayı kullandığım grup Milk Hunter’dır diyebilirim. Diğer gruplarımda çok daha bariz Türk müziği etkileri gözüküyor. Ekim ayında “Ucundan Acıcık” isimli E.P’yi çıkardınız. E.P’nin yapım sürecinden biraz bahseder misiniz? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız? E.P de bulunan 3 şarkıyı hücum olarak kaydettik. Maddi ve zamansal sıkıntılardan dolayı pek de istediğimiz gibi gitmedi. Planladığımızdan çok daha geç bitirebildik. Şimdilik buna da şükür:) Çok daha iyi kayıtlarla karşınızda olacağız. E.P kapağı, metal gruplarında, özellikle Türk gruplar için pek de alışık olmadığımız bir tasarım? Kimin fikriydi?

Kendinize özel bir hayran kitleniz var. Konserlerinizdeki yoğunluk ve izleyicilerin coşkusundan bu anlaşılıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Samimiyetimize sanırım. Şarkıların Türkçe olması, bilindik işler yapmamamız ve sahnedeki egosuz samimi duruşumuz bize özel bi seyirci kitlesi kazandırdı.

Son olarak eklemek istedikleriniz neler? Bu keyifli röportaj için teşekkür ederim. Klişelerden sıkılmış herkesi konserlerimize beklerim.



JOHN VOXVILLE


T

ürk metal camiasında One Bullet Left ismini duymayan kaldı mı bilemiyorum ama bu zıpkın gibi Alman metalciler, Danimarka’nın güzide topluluklarından Hatesphere’in ön grubu olarak üçüncü kez ülkemizdeydi. Olaya neden One Bullet Left’le girdim? Şöyle ki, hem One Bullet Left ile kişisel bir dostluğumuz var (arkadaşlarını kayıran dergi editörü eleştirilerini ne zamandır duymuyoduk bar masalarında, işte size fırsat, 12 taksitle) hem de konser sonrasında seyircilerin kayda değer bir kısmının One Bullet Left’în günün ana grubu gibi çaldığını söylüyorlardı.

2

008 yılında gerçekleştirilen 11. Rock Station Festivali kapsamında ilk kez ülkemizde sahne alan One Bullet Left’i (ki mevzubahis festivalin günlüğü için Kasım 2008 tarihli üçüncü sayımıza göz atabilirsiniz) Ankara’da ikinci kez, bu kez If Performance Hall sahnesinde ağırlıyorduk. Günün Hatesphere ile birlikte üçüncü grubu da Ankara’nın gururu Self Torture idi. Bu ayarda iki yabancı grupla çalmak için Self Torture’dan daha iyi bir yerli grup seçimi düşünemiyorum. Gerçi Hatesphere elemanlarını yemeğe götürmek için mekandan ayrıldığımdan dolayı Self Torture’u kaçırdım. Bir dahaki konsere fazladan pogo borçluyum kendilerine. :)

G

rupların sahnede nasıl çaldıklarıyla ilgili fazla detaya giresim yok. Gelmeyenler çok şey kaçırdılar. Gerek Hatesphere, gerekse One Bullet Left insanüstü performanslarla seyirciyi hallaç pamuğu gibi attılar. IF Performance Hall tarihi günlerinden birini yaşadı.

K

onserin perde arkasından söz etmek istiyorum esas. İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere üç şehirlik turne şekilden gerçekleştirilen organizasyonun Ankara ayağını Ankara metal camiasının yakından tanıdığı bir müzisyen olan Çağlar Yürüt gerçekleştirdi. Öncelikle kendisine bu kadar profesyonelce bir iş ortaya koyduğu için teşekkür etmek isterim. Konsere özel Hatesphere merşandizlerine kadar her şey düşünülmüştü. Ülkemizde son zamanlarda gerçekleştirileceği duyurulan ancak iptal olan organizasyonlar söz konusuydu malum. Yapabileceğinden büyük çapta işlere kalkışıp neticede hüsrana uğrayan organizasyonlar oldu. Çağlar ise başı sonu belli olmayan devasa çaplı bir işe girmek yerine daha ufak çaplı ama her şeyin düzeninde yürüdüğü sorunsuz bir organizasyon gerçekleştirdi. Bu açıdan Hatesphere konseri bir çok organzatör adayı için örnek alınması gereken bir organizasyondu.



B

u organizasyonda bana da uzmanlık alanım(!) gereği naçizane gruplara yemekte eşlik etmek düştü :) Gündüz One Bullet Left ile, akşam da Hatesphere ile türk yemeklerinden, politikadan, Rammstein’den konuştuk ve kaçınılmaz bir Türk geleneği olan “ülkemizi nasıl buldunuz” mevzuatına da giriş yapmadan bırakmadım. :) Hatesphere elemanları için önceki günkü İstanbul konserine gidenlerden “biraz burnu havada tipler” diye duymuştum ancak gayet sıcakkanlı insanlardı. Türkiye hakkında pek çok soru sordular. Kendilerine İstanbul’da Radical Noise davulcusu Pedro’nun verdiğini tahmin ettiğim tespihi gösterip “bu ne işe yarar” diye sordular. Anlattım. “Türkiye’de siz domuz yemez misiniz?” diye sordular. Yalnız bu soruyu sorduklarında Urfa Kebapçısında acılı kebaplarla döşenmiş bir masadaydık. Masayı gösterip “sizce domuz etine ihtiyacımız varmış gibi mi duruyoruz” dedim :) Sıra Türk kahvesine geldiğinde vaktiyle Exodus’un tur menajeri olarak ülkemize gelen ünlü davulcu Nick Barker’ın düştüğü hataya düşmeyip uyarılarımı dinlediler ve yanmadan içebildiler kahveyi :) Grup elemanlarının ve crew’in tamamı Atatürk’ü tanıyorlar. Konu Atatürk’ten açıldığında “sizin halkınız için Atatürk’ün ne kadar önemli bir insan olduğunu bizim oralarda herkes bilir” gibisinden cümleler kurdular. Restoranın televizyonunda gördükleri Türkçe pop klipleri hakkında kendi aralarında konuştular dillerini bilmediğimden ne dediklerini anlamadım. Yalnız bizim normalde izleyip kafa bulduğumuz klipler hakkında kendi aralarında konuşurken hiç de dalga geçer gibi bir halleri yoktu. Tüm bunları neden anlatıyorum? Hatesphere konserinde bir seyirciyle konuşurken konser yorumuna dergide yer verip vermeyeceğimi sordu. “Merak eden gelir izler, bunlar yolun başında olan gruplar değil ki kritik edeyim” dedim. “E o zaman konserin perde arkasını yaz esas eğlence orda” yanıtını aldım :) Hatesphere üyeleriyle de benzer bi muhabbetimiz oldu hatta. O nedenle konserin sahne kısmından değil sahne haricinden bahsetmeyi uygun gördüm.

O

ne Bullet Left, Türkiye’yi en çok seven Alman grup olma yolunda hızla ilerlerken, bu konserden sonra da geldiğimiz için çok mutluyuz, tekrar geleceğiz dediler. Şu ana kadar bu sözlerinde durduklarına göre bundan sonra da duracaklarından şüohem yok :) Yakın zamanlar kayıtlarını tamamladıkları ve yayınlamaya hazırladıkları ilk albümlerinde yer alacak parçalardan birinde İstanbullu Gothic Metal topluluğumuz Catafalque’ın bayan solisti Özge Özkan ile düet yapan topluluk; bu son turnenin İstanbul ayağında da Özge ile beraber sahne alarak seyircilere sürpriz yapmış. Kaçırdığıma üzüldüm.

E

l netice, iyi bir organizasyonla konser izledik. Umarım Çağlar organizasyonlarının devamını getirir.

iyi bir başarılı



JOHN VOXVILLE

B

u ayki sıkı geçen konserler dizisinin sonuncusu 28 Kasım Cumartesi günü Nedjima’da gerçekleştirildi. Coregate Organizasyon ekibinin düzenlediği ilk konserdi ve gençler işi başarıyla kotardılar.

A

nkara Nedjima Bar’da düzenlenen konserde, artık Ankaralı saydığımız İstanbullu Mathcore topluluğu Chöpstick Suicide, son dönemde çıktığı konserlerle ismini duyurmaya başlayan Insizition, Ankara Death Metali’nin saygın isimlerinden Decimation, Hardcore denilince filmlerden bile önce akla gelen isim Self Torture ve yılların eskimeyen Death Grind tayfası Cenotaph sahne aldılar.

G

ünün ilk grubu İstanbul’un bağrından Ankara’nın bozkırına akan Chöpstick Suicide idi. Atraktif sahneleri ve vokalist Yağız’ın samimi tavırlarıyla Ankara seyircisi tarafından yine beğeniyle karşılandı grup. Sahne önünden aksiyon eksik olmazken, grup komplike parçalarını kusursuzca art arda sıraladı. Yayınlamaya hazırladıkları ilk albümlerinin haberini de veren grup, sahneden mutlu mesut bir şekilde indi.



S

ahne sırası, şu sıralar ismini çokça duyduğumuz Insizition’daydı. Yeni dönem sert metalcore sounduna sahip olan grup, kendi parçalarının yanı sıra All Shall Perish ve Parkway Drive gibi topluluklardan yaptıkları coverlarla da aksiyon dozajını yükseltti. “Bir an önce albüm kaydetmesi gereken gruplar” listesinin zirvesine doğru hızla tırmandıklarını da belirtmeden geçmeyim. Ayrıca grubu izlerken “bi Devildriver - Clouds Over California coverı atsalar ne lezzetli olur” diye düşünmedim değil. :)


G

ünün üçüncü grubu Self Torture idi. Uzun yıllara dayanan geçmişi sıkı albümler ve yıkıcı konserlerle dolu olan topluluğa, Hatesphere konserinden pogo borcum vardı zira orada izleyememiştim. Vokalde Mehmet, gitarda Cenker, basta Engin ve davulda iki hektarlık adam Semih’ten oluşan kadrosuyla FT sahneye atladığında ortalık yine karıştı. Vokalist Mehmet’in geçen yıllara rağmen yaşlanmayıp Benjamin Button tandansıyla gençleştiği konusunda herkes hemfikirdi :) FT her zamanki gibi kısa ve öz parçalarını artarda döşeyip tozu dumana katarak sahneden indi.



S

ırada Ankara’nın güzide Death Metal topluluklarından Decimation vardı. Kadrosunda bir çok dinleyici tarafından ülkenin en iyi metal davulcusu olarak kabul edilen Cem Devrim Dursun’u (Goremaster) barındıran Decimation, yeni albümlerinde yer alacak olan parçalarla da süslediği yıkıcı bir performans sergiledi. Ayrıca şu an askerde olan Raven Woods üyeleri Cihan ve Ozan’a bir parça armağan ettiler. Decimation seyirci iletişimi nispeten daha az olan, müziğine ve enstrüman hakimiyetine yoğunlaşmış bir grup. İzlediğim her konserlerinde yaptıkları işin hakkını son derece vererek çaldıklarını gördüm. Bir an önce yeni albüm yapmalılar.



G

ünün son grubu, 15 seneyi aşan geçmişiyle Death Grind konusunda artık ekol kabul edilen dünyaca ünlü Ankaralı topluluk Cenotaph’dı. Batu’da da hafif Benjamin Button havası yok değil esasında. “Death Metal sadece beni mi yaşlandırıyor” diye düşünmüyor değilim bazen :) Neyse olaya dönelim. Cenotaph’da seyirci sayısı daha az gibiydi ama kemik tayfa yine sahne önündeydi. Grup ilk saniyeden itibaren motorize bi soundla ortalığı savaş alanına çevirdi. Davulda Semih yine iki hektarlık cüssesiyle insanüstü bir performansla çaldı. Favori parçam ‘Verbalized Opinions...’u da çaldılar :)


E

l netice, Coregate Organizasyon, sınav niteliğindeki ilk organizasyonunun altından başarıyla kalktı. Bundan 10 sene önce hemen her haftasonu konserler olurdu ama zamanla azalmıştı. Ankara şu sıralarda sözünü ettiğim 10 sene önceki atmosferini tekrar yakalamış durumda. İşin güzel yanı, 10 sene önceki tayfaya dahil olan ve halen konserlere gelen veya sahnede çalan kayda değer bi kitle mevzcut. Coregate’den gazı kesmeden, arayı açmadan yakın zamanda yeni organizasyonlar duyurmalarını bekliyorum.


A

rkadaşlar herkese merhabalar… Sonbahar aylarının gelmesiyle yoğunlaşan konserlerden ben de gruplarım sayesinde nasibimi aldım. Her ne kadar artık aile içi bir havada gerçekleşiyorsa da konser konserdir diyerek üst düzeyde ciddiyet göstermek suretiyle gerekli hazırlıkları yapmak grup adına güzel oluyor. Özellikle de Decimation gibi gitaristi askerden henüz dönen bir grup için konser hazırlığı herşeyi sıfırdan alıp toparlanma imkanı sağladı. Diğer grubum olan Hecatomb ise tüm elemanları İzmir’de olduğundan dolayı zaten konserler ve albüm çalışması olmasa yoğun bir çalışma temposu bulamadığımız bir grup. Bu vesilelerle çalıştık, kondüsyonu ve performansı cilaladık kıvama getirttik. Ama bu son 2 aylık süreçte çıkmış olduğum konserler çok ilginç olaylara sahne oldu. Gelmek istediğim nokta da işte Türkiye’de organizasyon yapılamaması üzerine…

B

elki toplasanız 70-80 konsere çıkmışımdır. Bazen özgeçmişime yazayım diye niyet ediyorsam da inanın tek tek tarih ve yer bilgisini hatırlamam imkansız… Ama basit bir yorum yapmak için son 2 ayda çaldığım 3 konser organizasyonunu baz alarak görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Zaten ülkemizdeki son durumu göstermesi adına belki yakın zamandaki 3 konser bazı şeyleri daha iyi yorumlamamızı sağlayacaktır diye düşünüyorum. İlk organizasyon Ankara’da Ti Performance Hall adındaki mekandaydı. Açıkçası isimden de anlaşılacağı üzere If Performance Hall ile aynı konsepti tutturmaya çalıştığını düşündüğüm bir yer izlenimi uyandırmıştı. Her zaman olduğu gibi organizatör arkadaşlarla görüşme fırsatı buldukça mekan/ses düzeni/sahne gibi konularda ön bilgi alırız. Buraya yönelik söylenenler sahnenin yüksek ve ortalama genişlikte olduğu, ses düzeni için sevgili dostum Ali’nin işlettiği Stüdyo Deep’ten ekipman getirileceği, mekanın seyirci için rahat olduğu yönündeydi. Her neyse provalar yapıldı edildi (bu süreç aslında bu kadar basitçe es geçilmemeli ve gruplarımızın 50 kişi bile geliyor olsa konser öncesi ne derece maddi manevi ödünler verdiğinin bilinmesi, biliniyorsa da hatırlatılması önemli.) Konser mekanına varıldı. Öncelikle sigara yasağı nedeniyle 40-50 kişi kapı önünde sigaralarını tüttürüyorlardı. Hemen merdivenlerden aşağı indik ki acı acı uğuldayan ses bize o gün olacaklara dair ipuçları vermekteydi. Çok şükür bir kulis vardı ekipmanları yerleştirdikten sonra başladık

sahnedeki arkadaşları izlemeye. Öncelikle Ali’nin stüdyo ekipmanı oldukça kaliteli ve bu tür organizasyonlar için birebir. Ancak mekan oldukça yüksek tavanlı bir yer olunca tonmaister’den kaynaklı bir ayarsızlık sebebiyle gitaristlerin klavyelerde dolaşan elleri onlarca farklı notaya basmasına rağmen bize sadece dümdüz bir kirli tarama sesi geliyordu. Davul ise sadece zillerden ibaretti. Bir konserde sadece zilin duyulması mikrofonların çalışmaması anlamına gelir. Ne acıdır ki sahneye yaklaştığımda mevcut mikrofonların çalıştığını ancak davulda yeterli sayıda mikrofon olmadığını görmüştüm. Bu konserde sahne alacağım grup Decimation gibi aşırı teknik ve hızlı bir grup olunca endişeler daha da arttı haliyle. Bu arada nedense ilk grupların klasik bahtsızlığı olsa gerek seyirciler yavaş yavaş içeriye girmeye başlamışlardı ki sahnede yerimizi aldık. Öncelikle krosların aşırı boğuk olması/trampetin duyulmaması/ altoların hepten yalan olmasından dolayı atakların duyulmaması gibi sorunları çözmek için mikserin başındaki arkadaşı uyardım. Trampet ses seviyesi en sondaymış! Kroslar daha farklı olmazmış, altoları back vokal mikrofonuyla duyuracakmış… Güldük geçtik tabi… Çalmaya başladığımızda sahnede tencereler tavalar devriliyor, mitingden çıkmış kızgın kalabalık gürültüsü tadında bir hengame denizi içinde yüzüyorduk. Baktım kimse ne yaptığımızı anlamıyor, rutine bağladım,


konseri görev adamı tadında tamamladım. Yahu dedim seyirci sigara molasına da çıkar, başka şey de yapar. Ön grupları da izlemek lazım diye eleştirirken konuştuklarıma da hak vermeden edemedim. İçerdeki ses o kadar yoruyordu ki, insan bünyesi 2, en çok 3 grubu kaldırabilecek seviyede olduğundan seçim yapılıyor, diğer gruplar çalarken yukarıda kapı önünde sigara artı muhabbet tercihi kullanılıyordu. Burada organizasyondaki arkadaşların gayet iyi niyetli yaklaşımlarını her şekilde kutluyorum ancak arkadaşlar mekan ve en önemlisi sound’a büyük etkisi olan mikser sorumlularının mutlaka önemi kavranmalı. Konser bu şekilde devam etti ve bitti. Gelen kişi sayısı 100 vardı yoktu. Artık şükrettiğimiz rakamlar bunlar. Tamamen para kazanma amacı güdülmeden amatör zihniyetle yapılan organizasyonlar için şükretme kriteri önce batmamak sonra ise eğlenmek şeklinde sıralanabilir. İnanın yaşadığım için biliyorum, futbol sahalarındaki seyirci etkisi misali önde 300 kişinin hep beraber kafa salladığı pogo yaptığı konserlerde çaldım. O kadar da değil; arkada 500-1000 kişi arası da ilgiyle izliyordu. Ne gariptir ki o zaman elime şu an yaptığım müzikle ilgili bir kayıt geçse, “vay be bu kadar ileri düzeyde çalacağım demek” diyerek şaşırırdım. Ama daha fazla şaşıracağım konu ise şu son günlerde konserlere gelen insan sayısındaki dramatik düşüş… Eskiden konserler için belediyeden izin alma karın ağrısı vardı. Hepimiz çocuktuk, muhatap bulamazdık ve sürekli dalga geçilirdi. Sonra

emniyet… Aynı süreç orada da işlerdi. Sonra büyük bir hevesle konser afişi asma ekipleri kurulurdu. Konserden 1 ay önce başlar, her yerde reklamasyona başlanırdı. O zamanlar internet de yok, sadece Hıbır adlı mizah dergisinde Aptülika’nın köşesi, Önce Pişmiş Kelle, sonra Gırgır’da Metin Demirhan’ın köşesi ve ayda bir çıkan ve konser tanıtımı açısından zamanlama uyumsuzluğu nedeniyle pek faydalı olmayan birkaç dergi vardı. Tanıtımlar daha çok belirttiğim mizah dergileri üzerinden yapılıyor tabi ama öyle bir nesil var ki, haberi olmadan konser yapılacak ve gidemeyecek diye hırsından ağlayacak bir nesildi bu. Gözler dergilerde ve duvarlardaki afişlerdeydi yani… Şimdi ise internet var. Öyle ki forumlar ve Facebook sayesinde konser haberleri evlerimize kadar ulaşıyor. Harcanacak tek emek PC açma düğmesine basıp klavyeden birkaç web sitesi adresi yazmak için… Özelikle son dönemin gözdesi Facebook’ta bildiğiniz üzere konser çağrısı yapılıyor ve gelecekler/gelemeyecekler/belki gelecekler gibi opsiyonlar bulunmakta. Ne gariptir ki 20 kişinin katıldığı konserin facebook sayfasında kesin katılacağını belirten 300 küsur kişi olabiliyor. Buradan ikinci konser olan İzmir’deki Hecatomb/ Hatesphere/One Bullet Left konserine zıplamanın vakti geldi. Bu konserde de diğer grubum Hecatomb ile sahne alacaktık. 1-2 ayda bir çalışabildiğimiz için 2 gün erken İzmir’e giderek ön çalışmaları yapmıştık. Güzel İzmir her zamanki güzel havasıyla konserden önceki 2 günü yazdan kalma günler olarak


yaşatmıştı. Hatta 1 gün öncesinde arkadaşlarımızla uzun bir açık hava kahvaltısı da yapmış, bozkır ortamı Ankara’dan gelen, deniz kokusuyla sarhoş olan bünyeyi adapte etmeye çalışıyordum. Ertesi gün ise göçertici bir yağmur ile başladık. Öyle böyle bir yağmur değil yalnız, yırtılan gök ve kafamıza inen şelale modu… Neyse bir şekilde konser mekanına gittik. İzmir böyle konserlerin her zaman olmadığı bir yer, Facebook kesin katılımcı sayısı da akla geliyor, yağmur mu? Ne olacak yahu İzmir burası, bir otobüse bakar. Şeker mi ki erisin, evden durağa duraktan konser mekanına şemsiye ile idare eder insan değil mi? Konserin başlama saatine kadara devam eden ümitler büyük yatırımlar yapılarak düzenlenen bir organizasyonun daha battığını gösteriyordu. İçeride 20 biletli olmak üzere 4050 kişi vardı. Önce organizatörlere üzüldük, sonra ülkemizin bu acı manzarası için yabancı gruplara üzüldük, sonra da kendimize, gösterdiğimiz özene, harcadığımız emeğe üzüldük. İsteyen izlemez, konsere gelmez, açar Youtube’unu klibini izler. Ha isterse Wacken sahnesindeki performansını izler grubun, ne gelecek kıçı kırık barda kim bilir ne yalan ses düzeniyle izlesin… Oysa metal müziğin ruhu canlı izlerken sahnedekilerin enerjisini paylaşarak hissederek anlaşılır. Yağmur/sis İstanbul için ulaşımda sıkıntı yaratabilir ama İzmir için kesin geleceğim diye Facebook konser sayfasına tik atan arkadaşları çok zorlamaz diye düşünmekten alamıyorduk kendimizi tabi. Her neyse, çaldık indik. Diğer yabancı gruplar da taş gibi çaldı ve

orada gerçekten bu ziyafeti hak eden insanlarla enerjiler paylaşıldı. Ama bu dakikadan sonra “30 TL pahalı be abi” demeler yanlış… Başta diyeceksin, gelemeyebilirim diyeceksin… Facebook tek gösterge değil elbette ama bu mevzu kafama takıldı uzun süredir, o sebeple belirtmeden geçemedim.

B

ir de bu noktada bazı organizatör arkadaşların tecrübesizliklerin ileri gelen bazı hatalarına şahit olmaktayız. Örneğin satılacak biletlerden edinilecek gelirle gruplara ödeme yapılacak olması gibi. Arkadaşlar ülkemiz seyircisi rüzgardan nem kapma potansiyeline sahiptir. Satışın %80-90’ı konser günü kapıdan yapılır. Yeri geldiği için anlattım ama son anlattığım İzmir konserindeki organizasyonu buna örnek vermiyorum sakın yanlış anlaşılmasın. 3 ayaklı Türkiye turneleri oldukça başarılı geçti. Sadece önce İstanbul sonra da İzmir seyircisi türlü nedenlerle sınıfta kaldı. Ankara yine de bir şekilde 100’ü biletli olmak üzere 150’ye yakın seyirci ile oldukça eğlenceli geçmiş. Bir de çok garip bir konu var, sürekli kafama dank edercesine karşıma çıkıyor. Arada bir göz attığım forumların bazılarında bu tür 3 ayaklı (Genelde İstanbul/Ankara/İzmir) turnelerde Ankara konserleri hakkında atıp tutma modası başlamış. Bilinçli yapılmıyordur umarım ama bazı şeyler de bu kadar aleni yapılmaz, kendimizi kandırmayalım. Şehir kavgası yapmak yanlış… Gönül ister ki her şehirde katılım iyi olsun, az katılım olan için üzüntü duyulsun ama “yok be yaw Ankara bitmiş, kimse gitmemiş konsere, çok sönük geçmiş” gibi ezik laflar edilmesin… Death Metal’in kalesinde öyle kemikleşmiş bir seyirci var ki Ankaragücü Gecekondu taraftar grubu’ndan beter fanatik… Arada bir kazalar olmakla birlikte genele bakıldığında hak yemeyelim lütfen.

S

on olarak da Kurban Bayramı’nın ikinci günü gibi belki de hepimize garip gelen bir tarihte gerçekleşen Coregate adlı konser organizasyonuna katıldık. Sahne aldığım grup Decimation’dı, tarzdan bahsetmiştim. Özellikle yakında Myspace’e single’ı konulacak ve kısa zaman sonra ABD’de Colin Davis’in tamamlayacağı mastering’i ile piyasada olacağını ümit ettiğimiz yeni albümümüzden çalacağımız parçalar düşünüldüğünde ikinci bir kakafonik hengameye daha mı imza atılacak endişesi yaşamaya başlamıştık. İkinci endişe ise zamanlama sebebiyle katılımın düşük olabileceği idi. Hep bardağın boş kısmına bakmaya alışmışız. Diyoruz ki bayramda herkes tatilde, Ankara’da okuyan öğrenciler


memleketlerine döndü vs vs… Yahu tatil kısa, kimse Ankara’yı bırakmaz, memleketine gidenler varsa taşrada okuyan Ankaralılar da Ankara’ya gelirler be kardeşim, bu da ihtimal dahilinde. İşte bardağın bu dolu kısmı vardı konser mekanına ulaştığımızda… Oldukça samimi bir ortamda yine sevgili Ali’nin Stüdyo Deep’ten getirilen ekipmanı ile tam da istenen düzeyde underground Death Metal ortamı vardı içeride. Sahne sırası bize geldiğinde bu olumlu detayların en önüne koyacağım başka bir güzel noktayı daha fark ettim. Hayatımda gördüğüm en bilgili/en anlayışlı/en yapıcı tonmaister mikser başında biz ne talep etsek, oluru varsa yapıyor, olmaz bir şey ise nedeniyle izah ediyordu. Eh, böyle bir ortamda keyifle çalmak da boynumuzun borcu. Gerçekten de tüm gruplar her birimiz ayrı ayrı üstün bir performans sergileyerek tüm katılımcı arkadaşlarla beraber eğlendik. Konserin organizatörü Insizition grubunun davulcusu Emin kardeşim, çok zeki bir arkadaş. Ne yapacağını çok iyi biliyor. Konserin internet reklamlarını ve duvar afişlerini uzun süre önce yayınladı/astı. Öyle de iş ahlakı yüksek ki, yakın tarihteki başka konserleri olumsuz yönde etkilememesi için bunları en uygun zamanlarda başlattı. Mekanı çok iyi seçti, merkezi yerde olan bir mekandı, içerisi uğultu gibi kötü akustik olaylara sebebiyet vermeyecek şekilde, sıkıcı olmayacak yükseklikte basık tavanlıydı. Ses düzeni iyi ve olayın başındaki, mikser gerisindeki

arkadaş da görev adamı olunca bu ortamda samimiyeti yüksek gruplar ve seyirci de beraberce eğlenmekten başka ne yapabilirdi ki…

B

azı minik detayların hepsine tek tek eğilmeye kalkarsak işin içinden çıkamayız ama şu kısa dönemdeki 3 konser olaya kesit anlamında analiz yapma imkanı sağladı. Belki herkesin ekleyeceği başka detaylar elbette ki vardır ama hepimizin maalesef içimizde bitmek bilmez kıskançlık duygusunu bastırması gerekmekte. Bu inkar edilemez bir gerçek, birimizde az, birimizde fazla. Az olanlar kendilerini bildikleri için azaltmış olanlar, ama çok olanlar kendileri ile ilgili gerçeğin farkında değiller. Her şekilde bu tür organizasyonlara destek olmalıyız. İnanın şu işten zerre kadar para kazanma amacı olana çok az rastladım. Bu amatör ruha sahip gerek gruplarımız gerekse organizatörlerin yukarıda da dediğim gibi dertleri önce batmamak sonra da eğlenmek ve bir sonraki organizasyonları için motivasyon sağlayacak övgüler almak. Bunlar var ya parayla ölçülemez güzellikte anılar. Benim böyle güzel sayısız anım var ve hepimizin daha da güzel anıları olması dileğiyle… Görüşmek üzere… Dursun Çiftkrosoğlu www.myspace.com/goremaster


JOHN VOXVILLE

İ

şlerimin yoğunluğu nedeniyle ilk gününe doğru dürüst icabet edemediğim Angel Metal Fest’in bence ve gördüğüm kadarıyla seyircinin genelince de asıl vurucu günü ikinci günüydü. Daha önce rastlamadığımız bir uygulamayla, birbirini izleyen iki haftanın Pazar günlerine yayılan organizasyon, bu açıdan bence başarılı bir mantıkla yürüdü. Seyirciyi iki gün üstüste yormak yerine iki hafta üstüste Pazar günleri evlerinde oturup miskinlik yapmaktan kurtardı :)

A

nkara Yolcu Bar’da gerçekleştirilen Angel Metal Fest’in ikinci günü 15 Kasım Pazar’a denk geliyordu. Günün ilk grubu olan RICHTER’i çok merak ediyordum zira Rammstein Tribute gibi oldukça ağır bir işin altına girmişlerdi. Uygulamada dikkat ve sabır isteyen bir fikir gibi görünüyordu. Nitekim elemanlar sahnedeki yerlerini aldıklarında, altına girdikleri sorumluluğun hakkını vermek için

ellerinden geleni artlarına koymadıklarını anladım. Rammstein sadece müzik değil, aynı zamanda bir show grubu olduğundan, tribute ekibinin de sahneye kot pantolon ve Rammstein tişörtü ile çıkmaları beklenemezdi. Grup imaj açısından yaptıkları işe gösterdikleri ciddiyeti ortaya koyacak kadar iyiydi. Vokalistin ses tonunun Till Lindemann’a olan benzerliği, Richter’in en dikkat çekici özelliği olarak seyirciyi bir anda hareketlendirdi. Öte yandan grupta klavyeci bulunmaması hemen göze çarpıyordu. Grup parçalardaki elektronik partisyonları sample’dan verdi. Rammstein gibi elektronik öğeleri ağır şekilde kullanan bir grubun parçalarını hakkıyla çalabilmek için bence bir live keyboard şart. Kendileriyle konuştuğumda bir süre daha böyle devam edeceklerini belirttiler. Umarım her şey istedikleri gibi olur. Zira Richter güzel işler çıkarabilecek, güzel şovlar ortaya koyabilecek kapasitede bir topluluk.




G

ünün ikinci grubu, uzun zamandır izlemek isteyip fırsat bulamadığım KİNN’di. Kinn Ankara’nın yeni dönem Death Metal topluluklarından. Grup elemanlarının sahnedeki samimi tavırları hemen dikkat çekiyor. Her ne kadar imajlarına daha fazla özen göstermeleri gerektiğini düşündürseler de sahnedeki samimiyetleri ve seyirci iletişimleri bu açığı kapatıyor. Kinn, old-school Death Metal soundu, vokalde

Onur’un derin ve karanlık partların altından başarıyla kalkması ve davulda yılların Ankaralı metal neferi Kemal’in stüdyoda çalıyormuş gibi rahatça çalması kayda değerdi. Kinn tahmin ettiğimden daha iyi bir performans ortaya koydu. Slayer coverı için de kendilerine şahsi bir teşekkürü borç bilirim. Bu arada fotoğraflarda da görebileceğiniz üzere sahne önünde pogoda kelimenin gerçek anlamıyla kan döküldü.



B

ir sonraki grup, yine Ankaranın yeni jenerasyon metalcileri, uzun zamandır izlemek isteyip bir türlü fırsat bulamadığım ama izleyenlerin sahne performanslarını yere göğe sığdıramadığı metal neferleri THRASHFIRE idi. Sahneye çıktıkları ilk saniyeden itibaren haklarındaki övgülerin boşa olmadığını gösterircesinde ortalığı savaş alanına çevirdiler. Gözümün önüne bir anda 10 sene önceki Solitude geldi ve yavaş yavaş yaşlanmaya başladığımı(zı) bir

kez daha fark ettim :) Thrashfire’ın Ankara Stüdyo D’de yapılan kayıtlarını dinleme fırsatı bulmuş ve çok beğenmiştim. Topluluk kayıtlarına devam ettikleri bu ilk albümlerinden parçaları artarda dizerken arada çaldıkları Kreator - Flag Of Hate ile yine beni yıllar öncesine götürdü. Thrashfire tam bir konser grubu. Gerek sahne performansları, gerek müzikleri, gerekse vokalist Burak’ın sahnedeki sayko duruşuyla dört dörtlük bir Thrash şovu sergilediler.



Sıradaki grup Ankara’nın kült Black Metal topluluklarından EHRİMEN’di. Ehrimen’i yanlış hatırlamıyorsam en son bundan 11 (yazıyla onbir) sene önce 1998 yılında Adana’da verdikleri konserde izlemiştim. O zamandan bu güne orijinal Ehrimen kadrosundan geriye sadece Murat kalmıştı ancak yeni elemanlar da gayet hakkını vererek çaldılar. Thrashfire davulcusu Can, Ehrimen’de de davulun başındaydı. Ankara’nın kökten yetişme metal neferi Doğu’nun vokali üstlendiği topluluğun yeni soundu eskiye göre çok daha başarılı. Daha yeni dönem Satyricon bi hava sezdim ki icrası da gayet lezzetliydi. Yalnız 1994’te kurulan bir grup için albüm yapma zamanını biraz fazla geçirdiler sanki. :) Bir albüm yapması lazım Ehrimen’in artık. Kadro gayet “olmuş” görünüyordu konserde.

Konserin Pazar günü gerçekleşmesi ve geç saate sarkması nedeniyle, aralarında benim de bulunduğum bir grup “ertesi gün işe güce gidecek insanlar”topluluğu Suicide’ı izleyemeden konserden ayrılmak zorunda kaldık. Bu sene 20. yılını deviren Ankaralı kült Death Metal topluluğu Suicide’ı belki 20 kez izledim ancak yine de mekandan ayrılırken konserin bu kadar geç saate kalmamış olmasından ötürü grubu izleyemediğim için üzgündüm. Netice itibarıyla, eli yüzü düzgün bir organizasyondu. İşin altından başarıyla kalkan organizatör Emrah’a ve Yolcu Bar personeline Siyah Beyaz adına selam eder, “Spirit Of Heavy” nidasıyla nice konserlere diyerek kovuğuma çekilirim.


ZELİHA KARAKOCA


“Yapmakla olup bitseydi bu iş…” Klişeleşmiş yaşam Başkaldırma isteği…

düzenlerinin

vazgeçilmezi…

Evrensellik boyutu sonsuzlukla sınırlandırılmış olan duygulardan bu şüphesiz… ABD’de içki yasağı ile feminizm 1920 yıllarında Anayasa hükümleri arasına girdiğinde, henüz suyun altında olan suç ve suçlular suyun yüzüne çıkmıştı. Hem de örgütlü bir şekilde… Bunlar içki kaçakçılığı, fuhuş, kumar, soygun gibi birçok yasa dışı eylemle ülkeyi bir ucundan diğer ucuna kontrol altına almıştı. Ve bu yaptıkları yasaklara karşı bir başkaldırıydı! Gang’lar kötülüğün tarihini yazmak için baş kaldırmıştı. Tabi aynı zamanda bir çıkar oyunu ve dünyaya hükmetme isteği... ‘Gang’ların doğuşu, bir devletin yasakladıkları eşittir halkın buhran döneminde yasaklananlara karşı özlemi olmuştu. Doğru zamanda, doğru yerde bir başkaldırı… Shakespeare’in Macbeth’i ise tutkusunu mantığının önüne geçirerek, kendi içindeki bir başkaldırıyla suç işleyip Kral olmamış mıydı? Shakespeare hiç düşünmüş müdür, 21. Yüzyılda o mükemmel eseri Macbeth’in gangster filmivari bir şeye dönüşebileceğini…Ki bunun gangster film türü içinde kötü bir vaka, bir düşüş, bir gerileme olabileceğini… Gang’lar Geoffrey Wright’ın 2006 yapımı Macbeth filminde garip bir mutasyon geçirmişler meğer! Macbeth ise iki farklı çağ arasında zaman makinasıyla yolculuk yapan ve nerede nasıl davranacağını karıştırmış ufak bir çocuğu andırmaktan öteye gidemiyor. Üstelik Shakespeare’in o şiirselliği, suç çetesinin ağzına hiç yakışmamış da… Fikrin orijinalliğiyse kesinlikle takdire şayan. Suç çeteleri arasındaki savaş, yok et ve başa geç düşüncesi ile 16.Yüzyılda yaşayan Macbeth’in sadece yer ve zaman farkında, ideasındakinin ‘gang’larınkiyle bir olması. İkisinde de olay en tepeye çıkma ve herkese hükmetme isteği üzerine işler. Ancak konunun işleniş biçimi o kadar hafif kalmış ki fikrin yanında, Macbeth’in söylediği bir cümleden alamıyorum kendimi, “Yapmakla olup bitseydi bu iş, hemen yapardım,olup biterdi... Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı.”.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.