Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 14 :: Ekim 2009

Page 1



IF I EVER DIE Merhaba, Bu ayki kapağımızın neden karartılmış olduğunu açıklayarak başlayalım. Bildiğiniz veya şimdi öğreneceğiniz üzere internet ve müzik dünyasının en büyük web siteleri arasında yer alan MySpace ve Last.Fm’e ülkemizden erişim bu ay durduruldu. MÜYAP adlı derneğin girişimleri neticesinde gerçekleşen bu sansüre tepkimizi sessiz bir şekilde dile getirmeyi uygun gördük. Bu ay normalden daha erken yayına girdik. Bu yazıyı henüz Ekim ayı başlamadan okuyor olabilirsiniz. Tamamen benden kaynaklanan nedenlerle bu ay yayını bir kaç gün öne aldık. Tabii bunun, yazarlar tarafından normal zamanlamamıza göre planlanmış yazıların bazılarının yetişmemesi gibi bir sakıncası var. Bu ayki konu sayımızın az olmasının nedeni de bu. Gelecek ay bu durumu telafi edeceğiz. Bu ay Baha’nın görkemli Progresif Rock yazı dizisinin son bölümünü yayınlıyoruz. Geçen iki sayı boyunca bu yazı dizisine gösterdiğiniz ilgi, Baha’nın ve derginin diğer üyeleri olarak bizim bu kadar uğraşı boşa vermediğimizi bir kez daha gösterdi. Teşekkürler.

Eylül ayında benim için oldukça önemli iki grubun yeni albümlerini dinleme imkanı buldum. Henüz yayınlanmamış olsalar da alışıldığı üzere internete çoktan yayılan yeni Immortal ve Nile albümleri oldukça sıkı işler olarak göze çarpıyorlar. Özellikle Black Metal efsanesi Immortal’ın yeniden toparlandıktan sonra kaydettiği ilk albüm olan “All Shall Fall”, grubun ve tarzın takipçileri için oldukça doyurucu bir çalışma. Amerikalı Death Metal üstatları Nile da yeni albümlerinde çıtayı yükseltmişler. Önceki Nile albümlerine göre daha akılda kalıcı ve dinlenmesi kolay bir yapıya sahip yeni Nile albümü “Those Whom The Gods Detest”. Karl Sanders ve çetesine şapka çıkarıyorum. Ekim ayında, Ankara’da her sene organize edilen ve artık vazgeçilmez bir gelenek halini alan Rock Station Festivali’nin 12.si yapılacak. Alman Heavy Metali’nin önemli isimlerinden Doro’nun headliner olarak yer alacağı festivalin, dergi olarak destekçileri arasındayız. Gelecek ay görüşmek üzere, sansürsüz günler dilerim. John Voxville

:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

JOHN VOXVILLE :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, AYŞE NUR BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DOĞU KAAN ERASLAN, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR :: İLETİŞİM ::

E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline






CAN ÇAKIR


Ben kendi arkadaş grubumu çok severim (ulan sevmesek niye arkadaş olalım tabii o da var). Ancak özellikle arkadaş grubum arasında birkaç kişiyizdir ki, ne zaman sevdiğimiz yeni birşeyler olsun, veya eskiden beridir çok sevdiğimiz ama tekrar aklımıza gelen birşey olsun, mutlaka birbirimizden haberdar eder ve zorla da olsa bir şans vermesini sağlarız. Bu birkaç iyi adamın sayesinde son 1 yılım Mike Patton’dan geçilmez oldu sevgili okurlar. Hatta öyle ki, kafalarımız karpuz güzeli seviyesine ulaştığı dakikadan itibaren “Bir gün yine gidiyoruz; ben, Mike Patton, Sedat Peker, Kerem” geyikleri kaçınılmaz. Lakin bundan şikayetçi miyiz? Elbette hayır. Modern sert müziğin Amadeus’u olarak nitelendirebileceğimiz (Fripp? diyeceklere cevabımız Bach olacaktır), el atabileceği her türlü müziğe el atmış bu sapık herifin bir işini sevmeseniz, ötekini mutlaka seversiniz. Hepiniz. Patton’la çok sıkı fıkı olmayan okurlarımızın olması kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla aynı okurlar “ulan geçen sayı da kapaktaydı bu adam, şimdi niye yazısı var?” diye sitemde de bulunabilirler içlerinden (pek tabii dışlarından da). Cevabı vereyim: sorumlusu tamamen benim. Geçen ay halletmem gereken bazı kişisel meselelerimden dolayı kapakta arz-ı endam etmiş şahsın diğer çalışmalarının irdelenmesi bu sayıya kaldı. Yalnız şimdiden uyarayım; irdeleme derken sakın Mike Patton’ın yer aldığı tüm albümlerin, imza attığı herşeyin detaylı bir kurcalamasını beklemeyin benden. Öyle birşeyi tam anlamıyla kotarabilecek kapasitede olsam zaten kitap yazarım. Bu uyarıyı da verdiğimize göre, artık lafa bir yerden başlamanın vaktidir. Derginin bir önceki sayısında yer alan konser ve albüm kritiğinden ötürü, Mike Patton’ın dehasının keşfedilmesine önayak olan, bunun yanısıra neredeyse kendi başına bir tarz yaratabilecek özgünlüğe sahip FAITH NO MORE’a bu yazıda çok geniş bir yer ayırmayacağım. Ancak Mike Patton ve Faith No More’un yollarının kesişmesinin hikayesini anlatmadan geçmeyeyim. Patton, lise yıllarında kurduğu grubu Mr. Bungle ile kaydettiği death metal demosunu 1987 yılında bir konser sonrası ona ot soran Faith No More gitaristi Jim Martin’e vererek kendisi için küçük, müzik dünyası için büyük bir adım atar. 1989 yılında Humble State Üniversitesi’nde okumakta olan Patton’a bir telefon gelir, grup içi çatışmaların ve kavgaların sonucu olarak FNM’in o zamanki solisti Chuck Mosley kovulmuştur ve yerine kendisi çağrılmaktadır. Anında okulu bırakan (bari dondursaydın bişey etseydin a be evladım) Patton, müzikleri tamamen hazır konumda olan “The Real Thing” albümünün sözlerini 2 haftada yazıp bitirir. Büyük bir satış patlamasıyla Faith No More’a sınıf atlatan albümden sonra Mike Patton sonradan katıldığı grubun imparatoru oluverir. Sırasıyla 1992, 1995 ve 1997’de çıkan “Angel Dust”, “King For A Day… Fool For A Lifetime” ve “Album Of The Year” albümlerinde Patton’ın etkisi herkesinkinden fazladır. Ve onun bu albümler üzerindeki etkisidir, 1998’de dağıldıktan sonra 2009’da tekrar toplandıklarında Download Festival ayarındaki dev organizasyonlara direk headliner olarak dalmalarına olanak veren. Lakin ilgili okuyucunun gözünden yukarıdaki paragraftaki bir grup ismi kaçmamış olmalı. Elbette ki Mike Patton’ın yaratıcılığını hiçbir hududu olmadan sergileyebildiği, deneysel müziğin mihenk taşlarından biri olan MR. BUNGLE’dan bahsediyorum. Grubun ilk demo kaydı 1986’nın Paskalya’sında kay-



dedilmiş, death metal soundu ağırlıkta olmasına rağmen içinde saksofon ve kazu gibi bu tür albümlerde pek sık (hiç) kullanılmayan enstrümanlar bulunduran “The Raging Wrath of the Easter Bunny” idi. Patton’ın sonradan Faith No More ile kazandığı ün sayesinde 1991’de Warner Bros. ile anlaşıp ilk resmi uzunçalarını kaydedene kadar sürekli müzikal olarak gelişme gösteren, deneyselliğin afedersiniz bokunu çıkaran ve “Bowel of Chiley”, “Goddammit! I Love America” ve “OU818” isimli üç demo kaydeden topluluk, kendi adını taşıyan ilk albümünü 1991’de çıkarır. Patton’ın sonradan sık sık beraber çalışacağı saksafoncu/prodüktör John Zorn’un prodüktörlüğünü yaptığı albümde funk soundu ağırlıklıdır. Albümün basları groovy’likten ölmekte, Patton da vokal yetenekleriyle çekiç, örs ve üzengi kemiklerimize kolbastı oynatmaktadır. Grup elemanlarının öbür projelerinin bolca vakit alması sebebiyle ikinci albüm “Disco Volante”’nin çıkışı 1995’i bulur. Arap melodilerinin bir techno beat’iyle yer aldığı ‘Desert Search For Techno Allah’’tan tutun da tam bir müzikal girdap olan (tam ama) ‘Ma Meeshka Mow Skowz’’a kadar, “Disco Volante” hakikaten deneyselliğin, avantgarde’ın tepe noktasıdır. Yine bir 4 yıllık aradan sonra çıkan “California” ise Mr. Bungle’ın en “dinlenebilir” albümüdür. Albüme dair ilginç bir unsur ise, bu albümün turnesinde 11 büyük festivalde kendine yer bulabilen Mr. Bungle’ın, Red Hot Chili Peppers frontmani Anthony Kiedis ve Mike Patton arasında “The Real Thing”’in ‘Epic’ isimli single’ına dayanan kavganın sonucunda Kiedis’in kindarlığı yüzünden 3 festivalden şutlanmasıdır. Patton’ın cevabı gecikmez elbette, 1999 Cadılar Bayramı’nda sahneye RHCP kılığında çıkar, grubun bazı hitlerini çok kötü bir şekilde coverlayıp sahne hareketlerini alaya alan davranışlarda bulunur. Kiedis bunun karşılığında Mr. Bungle’ı 2000 yılında Avustralya’da düzenlenen Big Day Out festivalinden çıkarttırır. Bu kavganın bitiminden 4 yıl sonra Mike Patton verdiği bir röportajda Mr. Bungle’ın bittiğini açıklar. Bizler ise hala daha hazretlerinin gitarist Trey Spruance’ı affedip şu grubu bir araya getirmesi ümitleriyle devam ediyoruz yolumuza. Faith No More ve Mr. Bungle’dan sonra üstadın en mühim projesi Melvins gitaristi Buzz Osborne, Mr. Bungle basçısı Trevor Dunn ve Slayer davulcusu Dave Lombardo

ile bir araya gelip, kaba tabirle “gürültü” yaptığı FANTÔMAS. 1999’da çıkan ilk albüm “Amenaza Al Mundo”, İtalyan çizgi romanı Diabolik üzerine kurulan, şarkı isimlerinin ‘Page 1’, ‘Page 2’ şeklinde ilerlediği, Patton’ın elektronik etkilerinin bol bol distortion ve Dave Lombardo numaralarıyla birleştiği, hakikaten herkesin kafasının kaldıramayacağı bir albüm. Mesela ben denedim, hakikaten olmuyor. Ancak ondan sonra çıkan, film ve dizi jeneriklerinin coverlandığı 2001 tarihli “The Director’s Cut”’ta Lombardo’nun şov yaptığı bir ‘The Godfather’ yorumu vardır ki, onu dinledikten sonra Slash’in yorumunun suratına bakan hayatının sonuna kadar taytla dolaşsın diyebilirim bir tek. Bir sene sonra öbür Melvins elemanlarını da işin içine katarak THE FANTÔMAS MELVINS BIG BAND adı altında “Millennium Monsterwork 2000” isimli, canlı kaydedilmiş bir albüm çıkardılar. Bir normal müzik, bir Fantômas gürültüsü şeklinde ilerleyen albümden 2 yıl sonra, 2004’te 1 saat 14 dakikalık tek bir şarkıdan oluşan (ayıptır) “Delirium Cordia” ve onunla beraber kaydedilmiş olmasına rağmen araya bir yıl koyup piyasaya sürülen “Suspended Animation”, yine yaratıcılık dolu ve bol bol gürültü içeren albümler olmalarına rağmen “The Director’s Cut” kadar ses getirememişlerdir. Elinde yeni bir Fantômas albümü için malzeme olduğu bilinen Mike Patton, albümün 2009 civarında çıkacağını söylemiş olmasına rağmen henüz kaydetmeye bile başlamamış durumda. Ne diyelim, her işini beklediğimiz gibi bunu da heyecanla bekliyoruz, yalnız ben bunu diğerlerine kıyasla daha az heyecanla bekliyorum, onu da ekleyeyim. Bir diskografiye sahip olan dördüncü Mike Patton projesi ise 2001’de ilk meyvesini veren TOMAHAWK. Her ne kadar Faith No More kadar sağlam bir altyapıya sahip olmasa ve onun kadar sert olmasa da, nispeten benzer bir proje diyebiliriz. En azından Patton’ın kalabildiği kadar belirli kurallar içinde kaldığı nadir işlerinden biri. 2001’de kendi adını taşıyan ilk albüm, 2003’te “Mit Gas” ve 2007’de “Anonymous”’u çıkaran Tomahawk’ta açıkçası detaylıca bahsetmeyi gerektiren çok fazla bir özellik yok. Sadece şöyle bir durum var ki, “Mit Gas”’in turnesinde “Geek Tour” isimli bir olaya katılıyor Tomahawk. Bu turnede Mike Patton hem Tomahawk, hem Fantômas, hem de The Fantômas Melvins Big Band adı altın-



da konserlere çıkıyor. Sonra da buradaki sahne enerjisine şaşırırız, kimbilir bu üçünü aynı gün görsek ne hale gelirdik. Vallahi düşüncesi bile insanın tüylerini tiken tiken ediyor (olumlu anlamda elbette). Sıradaki paragrafta yukarıda bahsi geçen dört grup dışındaki, yer yer tek atımlık diyebileceğimiz projelerden bahsedeceğim. Fikrimce en iyisi, ama hakikaten müzik tarihine geçebilecek kadar başarılı şarkılara sahip olan pop projesi PEEPING TOM. Şu ana dek sadece 2006’da kendi ismini taşıyan bir albüm yayınlamış olan Peeping Tom’un bu albümünün her şarkısında Patton farklı biriyle çalışmış. Sırf bu liste bile “abauv” demenize yetecek de artacaktır: Odd Nosdam, Rahzel, Dan the Automator, Amon Tobin, Kool Keith, Jel, Massive Attack, Babel Gilberto, Kid Koala, Doseone, Norah Jones, Dub Trio. “Ulan Norah Jones, nasıl yani?” diye düşünenler sakın kaçırmasın onun katkıda bulunduğu şarkıyı. Hayatımda böyle seksi bir kadın vokali duymadım, yemin ediyorum. 2001’de esasında Dan the Automator’ın projesi olan, Patton’ın da Jennifer Charles ile beraber vokalleri üstlendiği trip-hop oluşumu LOVAGE da tarzın meraklıları için bir farz. Mikrofonun arkasındaki ikilinin, albümün genel atmosferiyle beraber oluşturdukları cinsel ambians gerçekten tahrik edici. Tam benim “herhalde adam klasik müziğe de el atmamıştır canım” dediğim zamanlarda karşıma çıkan KAADA/PATTON albümü “Romances” beni ters köşeye yatırdı.

Mahler, Chopin, Brahms ve Liszt gibi türler üstü bestekârların etkisinde ve soundtrack’lerin katkısıyla yaptıkları bu avant-garde albüm, nasıl desem, hakikaten de bir tuhaf. Elektronik efektler ve kontrbas ağırlıklı bir çalışma diyeyim, artık siz hayal edin. Hayal etmeyin, dinleyin. Eğer dinleme kapasiteniz genişse, “noise” diye tabir edilen müziğe de aşinasanız Patton’ın Japon meslektaşı Masami Akita ile beraber oluşturduğu MALDOROR’un “She” isimli tek albümünü dinleyin, üstüne bir de 2006’da çıkardıkları canlı DVD’yi izleyin. Ondan sonra bir daha sormazsınız zaten, adam niye üst üste iki sayıda bir dergide kendine yer buluyor diye. Yelpazenizi iyice genişletmek isterseniz deneysel rock ve turntable temelli hip-hop’ın kozlarını paylaştığı GENERAL PATTON VS. THE X-ECUTIONERS’a kulak kabartın. Bu tek kurşunluk projelerin bizim için bambaşka bir yeri olanını ise en sona sakladım. Abuk subuk teknik death metalin en genç ve geleceği kesinlikle en parlak temsilcilerinden, mathcore grubu THE DILLINGER ESCAPE PLAN’in 2002 tarihli “Irony Is A Dead Scene” EP’sine sesinin en sert özellikleriyle ve perküsyonlarıyla destek veren Mike Patton, bu hareketiyle extreme metal dinleyicisi gençlere en hasından bir selam çakmıştır. Faith No More’un İstanbul konserinden sonra/önce, herhangi bir şekilde adamı yakalayabilsek fotoğraf ve imzadan sonra ilk isteğimiz olacaktı, Dillinger Escape Plan ile bir EP daha yapsan be abi, hatta albüm yapsan be abi? Olmaz mı?.. Müzikal olarak son noktayı koyacak olursak, Mike Patton’ın solo albümleri (diğerlerinin hangisi solo değilse) “Adult Themes For Voice” ve “Pranzo Oltranzista”’dan da bahsetmeden etmeyelim. Gerçi bu albümler hakikaten benim anlatımımın ötesinde garip garip çalışmalar, merak ediyorsanız gerçekten edinin ve dinleyin. Ama bana bir daha dinletmeye kalkmayın. Patton bunun yanısıra A Perfect Place ve Crank: High Voltage filmlerinin soundtrack’ini üstlenmiş, The Darkness, Portal, Left 4 Dead ve Bionic Commando oyunlarında da seslendirme yapmıştır. Kendisinin gündemdeki projeleri, Faith No More turnesinden sonra elbette, kankası Dan the Automator ile yine tuhaf şekillerde icra edecekleri kesin olan bir R&B/ hip-hop projesi olan CRUDO, Şubat 2010’da yayınlanması beklenen yeni MASSIVE ATTACK albümü “Weather Underground”’a vokal katkısı ve 2010’da resmi olarak gün yüzü görmesi beklenen, bir orkestrayla canlı icra ettiği, 50’ler ve 60’lar İtalyan pop şarkılarını söylediği MONDO CANE. Daha ne duruyorsunuz, gidin dinleyin, boşuna mı grup isimlerini bold’la yazdık!!


MELİS SARILAR

Ortaçgil Melodileriyle “Dört Takıntılı” Bir Deneme


BÜLENT ORTAÇGİL:

4 EVRE 4 MEVSİM

Şarkılar düşünün içinde insanlığın tüm halini yaşayabileceğiniz. Melodisi, sözleri akılda kalan. Hem alışılagelmiş hem şaşırtan. Şarkılarının hepsi kendisi gibi.. Bülent Ortaçgil deyince aklıma gelen sıradan bir adam. Kalabalığın içinde bir gözlemci… Hergün bir tezgah kuruyor sanki sokağa ve hikayeleri topluyor. Muzip diliyle hikayeleri melodiye ve satırlara döküyor. Sonra bizlere bir sakinliğin içinde değişik ruh halleri tattırıyor. İnsana huzur veriyor sesi ve melodileri… İronileri, eleştirdikleri bile tatlı bir melodiyle giriyor kulağımıza. En çok da soru soruyor. İnsanlar aylar boyunca soru sormazken, o bir çocuk saflığında soruya boğuyor şarkılarını… Şarkıların bir oyun olduğunu anlıyoruz onun elinde… Geçmişimizi geleceğimizi ve bugünümüzü gözlerimizin önüne serebilecek bir oyun…

Kış : Henüz bir çocuk “yüzünü dökme küçük kız bırak üzülmeyi yalnız sen misin bir düşün unutan sevilmeyi” “Karın yağışını izliyordum. Toprağı kaplıyordu azar azar taneler, birazdan tüm taban pamuk şekeri dolacaktı ve biz onun içinde yüzecektik. Birbirimize pamuk şeker atacaktık. Kahkahalarımız kartoplarında boğulacaktı. Bazen yüzümüze gelecekti obur, şişkin kartopları, ağlayacaktık. Annemiz bir telaş bizi eve alacaktı. Donmuş ellerimizi ısıtacak, yüzümüze merhem sürecekti. Kış hep sıcacık olacaktı, kartopları ellerimizi kızartacaktı. Ama şimdi her şey değişik… Toprak pamuk şekeriyle örtülü değil, pamuk şekeri de yağmıyor artık.

4 4… özelliği olan bir sayıya benzemez. Ama benim için önem teşkil eder.(belki başkaları için de ) 4 sayısının kendi hayatımdaki öneminden bahsetsem bütün sayfayı doldurur. Kağıt olsa ani bir sinirle yırtması kolay olur bu sayfayı fakat, bir sonraki sayfaya geçmek için bekleyişiniz ya da birkaç saniyelik cinnetiniz olabilirim. O yüzden bunlardan bahsetmeyeceğim. 4… Tüm sayılar gibi ilginç. Günün dört evresi, dört element, dört mevsim, vs… Peki neden 4 sayısı? Çünkü Bülent Ortaçgil’in sesi, notaları, sözleri bana hep 4’ü hatırlatır. Dört evreden geçerim şarkılarında, dört ruh hali dolaşır bedenimde, dört mevsimi yaşarım. Sabaha, öğlene, akşama geceye dair söylenecek sözleri vardır mutlaka… 4 sorusuna yanıt ararım bazen : Olmalı mı olmamalı mı? Görmeli mi, görmemeli mi? Sevmeli mi sevmemeli mi? Bilmeli mi bilmemeli mi? Bülent Ortaçgil’in biyografisi yerine onun dört şarkısından esinlenerek içinde dört mevsim ve dört kadını barındıran bir deneme yazdım bu yüzden. Çünkü sıradan bir biyografi ve tasvirle Ortaçgil’in hissettirdiklerini anlatmak hoş olmazdı. Şimdi bir Bülent Ortaçgil cd’si koyun cd player’ınıza… “ Benimle Oynar mısın?” güzel olabilir mesela…

Dondurucu bir kar bu, yalancı pamuk şekeri… Tatlı değil, çürümüş tadı. Güldürmüyor, ısıtmıyor beni! Sadece üşütüyor! Annem nedense gelmiyor! Herkes çığlık çığlığa bağırıyor. Heyecandan değil, korkudan… Obur, şişkin kartopları yerine, obur, şişkin mermiler geliyor artık üzerimize… Kar yağmasın istiyorum artık. Soğuktan…” Yaz: Henüz genç bir kadın “şık latife de kişinin teki senin gibi, benim gibi ancak şık latife değişik biri. sabahları genellikle geç kalkar portakal suyu içer ekmek yememesini öğütlemişler şişmanlarmış...” “Günaaydıın! Bu ne sıcak ayol, bunaldım! Dön, dön uyuyamadım. Sıcaktandır sıcaktan… Nünü’ye bir telefon edeyim bari, kahvaltıya gidelim. Dün olanları da anlatırım. Belki alışveriş yaparız sonra. Akşam dışarı çıkacağım, yeni bir elbise lazım değil mi ama? Eh hayırlısıyla inşallah bu bey olur da yüzüğü takarım artık parmağıma, ha hay! Ya olmazsa? Yine… Olmaz olur mu canım diğerleri akılsızdı! Benim gibi güzel kadın var mı ayol? Alımlıyım, güze-


lim, şıkım, bakımlıyım. Aynaya bakınca şimdi boş yüzüm ama makyajla dolar, güzelleşirim. Bir kahkaha atarım ki tüm salon şenlenir. Aranan bir kadınım ben, kahkahaları kulak çınlatan, ağlaması bir o kadar sessiz. Güzelliğiyle göz kamaştıran, uyurken de renksiz… Her daim kalabalık başı, ama her salise yalnız… Renkler siliniverince, yalnız... Uyurken…”

Sonbahar : Henüz bir kadın ama yüzünde çizgiler var “aynı anda başka insanlara, seni seviyorum demişizdir. mutlak güven duygusuyla, başımızı başka omuzlara dayamışızdır olamaz mı? olabilir. onca yıl sen burada onca yıl ben burada yollarımız hiç kesişmemiş şu eylül akşamı dışında” “Hayat derdi işte. Sabah uyanır işe gelirsin, işten çıkar eve gidersin. Bir fincan kahve ulaşılmaz olmuştur artık, yoluna çıkarsa sevinirsin.hele Ayaklarını uzatmak, tüm günün yorgunluğunu atmak akşamları, dünya turuna bile değer. Pazar günleri haftanın en güzel günüdür. Pazar kahvaltısını hele hiçbir şeye değişmem. İşte bugün de bir Pazar günü, deniz kenarında kahvaltı keyfi yapıyorum. İçim kıpır kıpır, karşımda “o” var. Sohbet ediyoruz. Daha bugün tanıştık hem de! İkinci baharımı mı yaşıyorum nedir? Gençliğime döndüm birden. Konuştukça ne kadar kurumuş çiçek varsa içimde, bir bir açıyor! Sormak istiyorum nerdeydin diye… Sorsam ne der acaba, deli der herhalde. Hop! Zaten daha yeni tanıştım. Ama ne büyük heyecan bu… Tüm geçmişini sığdırmasını istiyorum şu Pazar gününe. Acaba daha önceden karşılaştık mı? Yoksa onun kahve bardağından mı içiyorum bu kahveyi? Zaman geçmiştir üzerinden, yıkanmıştır ama onun dudaklarının dokusu sinmiştir bir yerlere. Kahveden…”

Bahar: Henüz bir ihtiyar: “zaman düşer ellerimden yere oradan tahtaboşa saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya” “Havalar da ne güzel oldu öyle, şen şakrak! Kuşlar yeniden geldi. Ekmek koymak lazım dışarı, yesin zavallılar. Şu yeşilliğe bak, hayat yeniden doğmuş. Her yerinden gençlik akıyor şu toprağın! Her ölüyle canlanıyor mübarek! Eee toprak da beslenir, karnı acıkır. Hepimiz ona yem olmayacak mıyız? Çiçek olacağız açacağız biz de böyle. Hey gidi koca hanım! Sen de bir zamanlar karışırdın bahara… şimdi elinde buruşukluklar ve ölüm var. Zaman akmasın istiyorsun şimdi. Zaman senin düşmanın oldu. Baharda tanıştığın eşini aldı geçen sene… Belki de bu bahar sıra sen de… Ne sıkıntılar, ne mücadeler vermiştiniz oysa beraber. Gençken ne önemliydi hayat kaygısı. Hayat kaygısı da denmez ya ona neyse. Şimdi yaşadığım asıl hayat kaygısı. Bizler Don Kişot’muşuz meğerse değirmenlere karşı savaşan! Şimdiyle karşılaştırınca! Boş işlermiş boş, sonumuz çiçek olmak. Ne yavaştı zaman… Gençken… “dört yanımda dört kişi hepside başka hepsinin elleri benim üstümde hepside derki “sen, sen değilsin” “biz olmasak ne yaparsın?” dört yanımda dört kişinin dört yanında aman dizilmişiz petek şeklinde suyun en üstündeki damla gibi ayağımızda bin kilo uzadıkça uzamakta dört kişili düşüm içimdeki sancım büyümekte aynı eve tıkılmışız tepeleme herkesin ağzında ayrı bir şarkı neden bilinmez kim yapmış kulaklarım yok olmuş uzadıkça uzamakta dört kişili düşüm içimdeki sancım büyümekte bir şeyler çoğaldıkça bir şey eksiliyor özgürlüğüm artık onlarla beraber etime yapışan ah o eller hep isterler, istiyorlar”



KAÇIRILMAMASI GEREKEN FİLMLER Bu sene 11.si düzenlenen İstanbul Bienali(çağdaş sanat eserlerinin sunumuna vesile olan etkinlik), temasını Alman yazar Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” sından alıyor: “İnsan Neyle Yaşar?”. Bunun üzerine ben de kendi kendime neyle, daha doğrusu nelerle yaşadığımı ve hayatta kalmama vesile olan şeyleri düşündüm: Müzik, aşk, arkadaşlar, hayaller, havyanlar, heyecanlar, kelimeler, kitaplar, yazılar, yalnızlıklar, şiirler, şaraplar, konserler, kıyafetler, fotoğraflar, renkler, çikolatalar ve çıkarımlar derken tabiî ki o unutulmaz filmler ve hikayeler düştü aklıma. Bir kitap okur gibi, bir rüyaya yatmış gibi ve bir masalın içindeymiş gibi izlediğim; kendimi bulduğum, kendimden kaçtığım, kendimle yüzleştiğim, çok fazla sevdiğim, bağlandığım, etkilendiğim ve bence herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm filmler… İzleyip görmesi sizden, önerip kabaca yorumlaması benden… Çok daha fazla detaya girmek isterdim her filmle ilgili, yazacak çok şey var, ama kısa özetler geçiyorum ki hepsini okuyabilin. İşte 1. Listem: 1- The Fall (Düşüş) (2006) Yönetmen&Senarist: Tarzem Singh 2000 yılında çekilen, sıradan bir polisiye filmi gibi görünmesine rağmen dahice kurgulanmış rüya sahneleriyle akıllarda kalan “The Cell” filminin yönetmeni Tarzem, bu kez daha da egzantirik ve mistik bir hikayeyle kendini ispatlıyor gerçek sinemaseverlere. Daha ilk filminde sakatlanmış bir dublör olan Roy Walker(Lee Pace) ve yattığı aynı hastanede bulunan, kolu kırık küçük kız Alexandria arasında aktarılan hikaye, bu masalımsı filmin ana temasını oluşturuyor. Yattığı yerden kalkamayan kalbi kırık aşkzede Roy, acılarına son vereceğini düşündüğü ölümcül ağrıkesicileri kendisine getirmesi için küçük Alexandria’ya, kafasında yarattığı aşk ve intikam unsurlarıyla örülü, beş farklı karakterden oluşan bir hikaye anlatmaya başlıyor. Hikayeyi Roy anlatıyor ama biz her şeyi küçük kızın gözlerinden izliyoruz. Ve daha önce böylesini görmedim dedirtecek kadar ihtişamlı ve yaratıcı sahneler başlıyor… Yönetmen Tarzem’in Salvodor Dali’nin tablolarını çağrıştıran inanılmaz güzellikte görsel öğelerle süslediği film(filmin afişi de zaten Dali’nin “Face of Mae West” tablosunun bir etkileşimi), başta kuzey Afrika ve Hindistan olmak üzere, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu tam 18 farklı ülkede ve 26 farklı gerçek mekanda, prodüksyon aşamalarıyla birlikte tam 4 yılda çekilmiş. Filmi finanse eden iki tanıdık isim ise en son “The Curious Case of Benjamin Buton” ile döktüren David Fincher

ve Spike Jonze. Film boyunca karşılaşdığımız ilginç metaforlar, masumiyet ve kötülüğün içiçe geçmesi gibi soyut kavramlar muhteşem bir biçimde aktarılıyor ve filmi tam bir görsel şölen haline getiriyor. Oyuncular ise oynamıyor, adeta yaşıyorlar filmi. “The Fall” aslında başlı başına yazı konusu olacak cinsten bir kitap adeta. Ne yazık ki güzel ülkemizde gösterime bile girmeyen, sadece 27.İstanbul film festivalinde gösterilen bu harikulade filmi mutlaka bir yerlerden bulup izleyin, izlettirin. Unutamayacaksınız… 2- Ben X (2008) Yönetmen&Senarist: Nic Balthazar Bilgisayar oyunuyla gerçek dünyayı etkileyici bir biçimde içiçe geçiren Ben X, kimselere benzemeyen Ben’in evde, okulda ve sosyal hayatta yaşadığı zorlukları, hayata adapte olma sıkıntılarını zekice bir kurguyla anlatan oldukça sarsıcı bir film. Ben, Asperger sendromu diye bilinen; konuşmasını, davranışlarını ve düşüncelerini etkileyen bir çeşit otizm hastalığından muzdariptir. Aslında herkesten kat be kat zeki olan Ben(Greg Timmermans), vaktinin çoğunu geçirdiği, sanal ortamda oynanan Role Playing Game türündeki oyun Archlord’da en yüksek seviyelere çıkıp, aslında gerçek dünyada olmak istediği gibi bir karaktere bürünerek sanal dünyada bir kahraman olur. Gerçek hayatta kimsenin onu anlamadığını düşünen Ben, bu sanal oyunda onun şifacısı olan Scarlite adında bir kızla tanışır. Fakat gerçek hayatta içinde bulunduğu durum, Scarlite ile yüzyüze gelmesi fikrini zorlaştıracaktır. Oysa ki Scarlite çoktan Ben’in gerçekliğe dahil olmuştur bile… Beni tanıyanalar bu filme ne kadar aşık olduğumu ve hikayeden, uğruna “X” isimli bir şarkı yazacak kadar çok etkilendiğimi bilirler. Özel bir filmdir benim için. Çeşitli ülkelerdeki festivallerden 6 adet ödülü olan Ben X, Hollandaca da hızlı okunduğunda “Benninks” şeklinde çıkar. Bu da o dilde “ben hiçbirşeyim” anlamına gelir. Film boyunca dışlanmanın, insanların acımasızlığının ve hayatta hiçbir yere sığışamamanın verdiği hüzün, yalnızlık duygusu, acı ve öfkeyle savrulup gidiyorsunuz. Ama içinizde gizliden ve masumca da olsa bir intikam ateşi yakıyorsunuz yine de. Oldukça başarılı kurgusuyla da içinizi titreten bu psikolojik drama, özellikle gerçek ile oyunun içiçe geçtiği görüntüleriyle iz bırakıyor ve kalbinizin üzerini binlerce X’le çizik çizik ediyor. 3- The Piano (1993) Yönetmen&Senarist: Jane Campion Başrol oyuncusu Holly Hunter’a 1994 yılında en iyi kadın oyuncu, küçük kızını oynayan Anna Paquin’e yardımcı


kadın oyuncu ve yönetmene özgün senaryo dalında Oscar getiren film; 6 yaşından beri konuşmayı reddeden ve kendini derin bir sessizliğe gömen tutkulu kadın karakter Ada(Holly Hunter), onun küçük kız(Anna Paquin), mektup vesilesiyle tanışıp evlendiği kuralcı kocası(Sam Neil) ve Harvey Keitel’ın canladırdığı kasabanın yalnız yerlisi arasında geçmektedir. 19. yüzyılda geçen bu görkemli aşk hikayesinde; piyanosuna, kendini ona bağlayıp derin sulara atabilecek kadar obsesif derecede bağlı Ada’nın hikayesini izlerken tüylerinizin ürpermemesi imkansız gibi.. O dönemin kadınlar üzerinde yarattığı cinselliklerini saklamaya, düşündüklerini rahatlıkla ifade etmemelerine dayalı baskılar ve dönemsel unsurlar filmde çok iyi bir şekilde yansıtılmış. Ada sırf piyanosunu çalabilmek için her türlü zorluğa, acıya ve baskıya katlanırken, kendini kendine bile itiraf etmekte zorlandığı bir aşkın içerisinde buluyor. Soluk ve karanlık bir atmosferde geçen film boyunca içinize içinize işleyen piyano partisyonları da cabası tabi.. Bir taraftan içinizi ürpertirken bir taraftan ihtirasa, romantizme, derinliğe ve deliliğe sürüklüyor film. Ayrıca 1993 Cannes ve 1994 Cesar’da da en iyi film ödülünü alan Piyano, özellikle bünyede yarattığı gizli travma ve dönemin kadına bakışı açısından övgüyü hak ediyor. 4- JUNO (2006) Yönetmen: Jason Reitman İçlerinde Academy ve Bafta’nın da bulunduğu tam 49 ödüle sahip Juno; uçuk kaçık, fazlasıyla doğal ama bir o kadarda zekice yazılmış akıcı diyaloglarıyla yeni dönem gençlik sinemasına farklı bir bakış açısı getiren cinsten bir film. Çünkü fazlasıyla samimi ve gerçek insan psikolojileri içeriyor. İlk bakışta dram unsurları da içeren bilindik bir hamilelik hikayesi gibi algılabilen film, izlemeye başladığınız daha ilk dakikalarda, hatta jeneriğin girmesiyle birlikte sıradışı ve absürd bir hikayeyle karışılacağınızın sinyallerini veriyor. 16 yaşındaki zeki, asla bildikleriyle yetinmeyen dobra kız Juno, can sıkıntısı ve meraktan erkek arkadaşı Paulie Bleeker(Michael Cera) ile sevişmeye karar veriyor ve beklenmedik bir şekilde hamile kalıyor. Fakat sonrasında yine beklenmedik bir şekilde bebeği doğurmaya ama evlatlık vermeye karar veriyor ve henüz doğmamış bebeği için mükemmel aile arayışına başlıyor. Juno gibi çılgın bir karaktere can veren 22 yaşındaki oyuncu Ellen

Page, acayip doğal performansıyla harikalar yaratıyor. Onun umursamaz tavrı izlerken size de geçiyor. Ama filmin asıl kalbi senaristi ve diyalog yazarı Diablo Cody. Bu başarısıyla Oscarı da kucaklayan marjinal senarist, film boyunca bazen takip etmekte zorlandığımız diyaloglardaki ince espirilerle beyin fırtınası estiriyor adeta. Filmi asıl ilginç kılan unsurlar ise, tipik aile formunun aksine; kızlarının durumunu oldukça doğal karşılayan, onu bu yolda sürekli destekleyen anne baba ve bu durum karşısında Juno’nun takındığı alaycılı tavrın, aslında onu giderek büyümeye ve olgunlaşmaya götürme süreci. Hollywood’un yapay güzel ve yakışıklılarla dolu, tipik gençlik filmlerinden sıkılıpta daha karakterli şeyler izlemek isteyenler Juno’yu es geçmemeli. Ayrıca filmin sadece akustik gitar ve kuru vokalden oluşan müziklerine de bayıldığımı söylemem gerek. 5- Angel-A (2005) Yönetmen&Senarist: Luc Besson Leon, 5.Element ve Taxi gibi filmlerden hatırlayacağımız, Fransız sinemasının usta yönetmeni Luc Besson’dan modern bir masal var karşımızda. Sürekli kaybeden, hor görülen, başarısız bir dolandırıcı olan Andre(Jamel Debbuose) ve uzun bacaklı, seksi melek Angela(Rie Rasmussen). Çok farklı görünmelerine rağmen, aslında aynı olan iki kaybedenin öyküsü. Artık hayata dair hiç bir umudu kalmayan Andre’nin, intihar etmek üzereyken garip bir şekilde karşına çıkıp onu bu fikirden uzaklaştıran güzel melekle olan sıradışı ilişkisi. Ama aslında kim kimi kurtarıyor onu bilemiyoruz. İyilik ve kötülük, hayal ve gerçek, güzel ve çirkin içiçe geçiyor filmde. Karakterler sıklıkla rol değişiyor. Kimsesiz ve sevgisiz Andre, hayatla ve kendisiyle yüzleşiyor Angela sayesinde. Bir melek aşık oluyor ve sevildiğini hissediyor ilk kez. Yer yer ince espiriler ve felsefik diyaloglarla hayata dair bolca mesaj da veriyor film. Paris’in sessiz ve buğulu sokaklarında geçen bu romantik hikayede, Luc Besson kendi deyimiyle Paris şehrini de başrole oturtuyor tabii. Kollarınızı açıp uçasınız geliyor adeta şehrin o ıssız ve büyülü atmosferine. Hele ki karelere sık sık yansıyan köprüler aklınızı alıyor izlerken. Filmin siyah beyaz oluşu da ayrıca etkileyici kılıyor hikayeyi tabii. Sıradan bir melek ve insan hikayesinden çok, birbirine tutunan iki yalnız kalbi içimize alıyoruz adeta izlerken. Birbirine acayip zıt görüntü sergileyen Debbuose ve Rasmussen’in oyunculukları ise oldukça başarılı. Luc Besson, yönetmenliğe altı yıl ara verdikten sonra çektiği ilk film olan Angel-A ile basit gibi görünebilen bir hikayeyi, detaylarla can alıcı kılarak sıradan bir yönetmen olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Bize de bu filmi arşive eklemek kalıyor.

MELİS BALCILAR melis@melisbalcilar.com :: www.melisbalcilar.com




AMERİKA’DA PROGRESSIVE ROCK Bu müziği dinleyenler arasındaki tartışmalardan birisidir “Amerika’dan progressive rock grubu mu çıkar,” “Amerikalılar ne anlar bu müzikten,” gibi düşünceler progressive rock sohbet ortamlarının vazgeçilmez konularındandır. Bir krautrock kökenli Alman progressive rock gruplarını dinleyene sorsanız gülüp geçebilir ya da “kapatın konuyu” şeklinde bağırıp çağırabilir, ancak Amerikalı grupları da pek yabana atmamak gerek. Ne de olsa onların Jefferson Airplane’i Grateful Dead’i The Allman Brothers Band’i var öyle değil mi? Her ne kadar blues ile beslenen bir ülke olsa da gerek senfonik rock gerekse de deneysel tarzlarda oldukça isim yapmış grupları mevcuttur bu ülkenin. Caz ve türevlerinin de yorumlandığı birçok topluluğu da vardır. Bir krautrock ya da space rock tarzında Almanya kadar ya da senfonik rock tarzında İngiltere ve İtalya kadar yetkin olmayabilir ama en azından yeni dönem gruplardan çok kaliteli sayılabilecek isimler de vardır. Amerika’nın blues ile beslenmesi bu müziğin Amerika’daki gelişiminin önünü tıkamıştır. Klasik müzik ile Avrupa kadar içli dışlı olmaması, devamlı blues rock gruplarını çıkarmaları ve ayrıca southern rock gibi apayrı bir olayın yaratıcıları olmasından dolayı progressive müzik sadece caz ve enstrüman bazlı virtüözite sanatçılarının gelişimini sağlamıştır. Bir parantez daha açmak gerekirse progressive müziğin daha sert bir şekilde icra edildiği progressive metal gibi bir tarzın gelişmesinde de Amerika oldukça olumlu bir rol oynuyor. Post Rock, Indie Rock ve elektronika alanlarında da çok güçlü isimleri mevcuttur bu ülkenin; Tortoise ve Explosions In The Sky gibi… Amerika’nın eski dönemden itibaren çıkardığı progressive rock icra eden isimlerine gelecek olursak kuşkusuz en bilinen toplulukları Kansas ve Happy The Man olmuştur. Kansas senfonik rock besteleri ile bir döneme damgasını güçlü vururken “Song For America”, “Masque”, “Leftoverture” gibi albümler rock klasikleri arasına girmiştir. “Carry On Wayward Son” ve “Dust In The Wind” ise artık birçok dinleyicinin ezbere bildiği şarkılardan olmuştur. Happy The Man ise caz dokunuşlu müzikleri Genesis ve YES tar-

zındaki müzikleriyle 70’lerin başında olmasa bile 70’lerin sonuna doğru albüm çıkarmaya başlamış ve devamında iyi eserler vermiştir. İlk albümü “Happy The Man”, “Crafty Hands” ve “Beginnings” gibi şaşırtıcı çalışmaları mevcuttur. 2004 yılında ise “The Muse Awakens” ile geri dönmüşler ve çok güzel bir prog fusion eseri bırakmışlardır. Kansas etkili senfonik müzik yapan 1970’lerde kurulmuş bir grup da Ethos’tur. 75 yılı “Ardour” albümüyle çok iyi çıkış yakalamışlar ve senfonik tarzda Amerika’dan iyi bir örnek olmuşlardır. 1980’lerin grubu Cartoon da öyledir. Bir dönem adından söz ettirip ortadan aniden yok olmuşlardır. 81 yılı aynı adlı albüm ve sonraki “Music From The Field” ile Zappaesk tarzı müzikleriyle iyi bir etki bırakmışlardır. Yine eskilerden gidilecek olursa bir H.P. Lovecraft vardır ki bu grup pek bilinmez. İsmini ünlü gotik yazar H.P. Lovecraft’dan alan grup 1960’larda kurulmuş Psychedelic müziğin temellerinin atılmasında büyük rol oynamıştır. Psychedelic Rock’ın progressive’e etki-geçiş aşamasında kilit görevi görmüşler ve bu sayede bir köprü olmuşlardır. Bir Jefferson Airplane gibi isimleri pek duyulmamıştır ama psychedelic rock denince H.P. Lovecraft bazı kült dinleyicilere göre bir marka sayılmıştır. 67 yılı aynı adlı ilk albüm ve sonraki “H.P. Lovecraft II” bu uğurda dikkat edilmesi gereken çalışmalardandır. Burada bir de Captain Beyond ismini zikretmek gereklidir. Vokallerinde Deep Purple’ın ilk vokalisti Rod Evans’ı göreceğimiz bu grubun müzikleri ise yine Deep Purple’daki gibi “heavy” öğeler taşıyor. Eski dönemlerden Pavlov’s Dog da Amerikalı bir topluluktur ve daha önceki sayfalarımızda detaylı olarak açıklamıştık kendilerini. Dixie Dregs ise caz fusion alanındaki en iyi isimlerden birisi sayılır. Steve Morse, Jerry Goodman, Dave LaRue gibi isimlerden oluşan grup Mahavishnu Orchestra’nın açtığı yolda iler-



liyor ve hep bu tarz albümlerle karşımıza çıkıyor. Avantgarde caz topluluğu Thinking Plague de bahsetmek istediğim bir diğer isim. 1980’leri birbirinden üstün çalışmalarla geçirmiş klasik müzik, caz gibi iki ana türü birbirine yaklaştırmıştır. Bu sayede de öncü gruplardan birisi olmuştur. 1980’lerin grubu olan Djam Karet ise bir diğer ismini duyurup, caz ve psychedelic etkili müziğiyle dikkat çekmiş grup. Progressive rock dinleyenler hangi taraftan olurlarsa olsunlar mutlaka kendilerini takdir eder ve severler. 1980 döneminden pek bilinmeyen başka bir isim de Black Sun Ensemble’dır. Arizona’nın tozlu yollarında ayakta kalmayı başarabilmiş Amerikan psychedelic rock grubudur kendileri. Folk müzikle de ilgisi olan bu topluluğun 80 dönemi yani ilk çıktığı zamanlardaki müzikleri takip edilip dinlenmelidir. Sitar’ı müziklerinde çok kullanırlar ve bu o kadar güçlü bir ambiyans verir ki diğer albümlerini takip etmemek için kendisini zor tutarsınız. Bu grubun 2008 yılında çıkan albümü de nefistir. Canterbury Sound’un Amerika topraklarında yetişmiş, son yıllardaki en kaliteli isimlerinden biri de “Texas Dust” şarkısının yaratıcıları Echolyn’dir. Özellikle “As The World”, “Cowboy Poems Free” ve “Mei” çalışmalarıyla dikkati çekmiştir ve çekmeye de devam etmektedir. Gitarlarda yer alan Brett Kull –Amerika’nın önde gelen şarkı yazarlarındandır ayrıca- ve klavyedeki Christopher Buzby yıllarca elele vermiş “progressive americana” yönüyle ve yoğun Gentle Giant etkili müzikleriyle birçok dinleyiciyi de peşlerinden sürüklemekteler.

Yeni dönemlerden ise kuruluşu 1990’ların ortalarına kadar giden psychedelic space rock topluluğu Subarachnoid Space, Hawkwind etkili müzikleriyle ayakta kalmaya çalışan Amerikalı


topluluklardan birisidir. “Endless Renovation” ve “Also Rising” gibi albümlerle eski soundları hatırlatan bir yapısı da vardır bu grubun. Bir diğer psychedelic space rock grubu da Architectural Metaphor’dur. Bu grubun Amerika’da ve başka ülkelerde dinleyicileri oldukça fazladır ve genellikle Hawkwind, Amon Düül II sevenler bu grubun takipçisi olmuşlardır. Aynı tarzdan ismini zikredebileceğim bir diğer yakın dönem topluluk ise Farflung’dur. Bu grupta eski dönem soundu müziklerinde kullanmaktadır. 2002 yılında Arabesque isimli toplulukta Camel ve YES etkilerini birleştirmiş detaylı bir caz soundu ile “Tales of Power” adlı albümü çıkarmıştır. Konsept yapıdaki bu eser zengin melodileriyle dikkati çeker. ELP’nin ve dolayısıyla Keith Emerson’un hastası diyebileceğim bir müzisyen olan Mark Robertson’un –kendisine yeni nesilin hammond org dâhisi de denmektedir.- grubu Cairo Amerika’da doğmuş ve birbirinden güzel üç albümle kariyerini noktalamıştır. Özellikle “Conflict And Dreams”in güzelliğine dikkat çekmek isterken albümde bulunan “Corridors” ve “Valley Of The Shadows” eserlerini hammond org sevenlere şiddetle tavsiye ederim. Bu tarz isimlerinde bir “etkileşim” grupları olduklarını belirtmek gerekir. Ya ELP ya Genesis ya da Jethro Tull gibi gruplardan yoğunlukla etkileşim alır ve böyle müzik yaparlar. Neo-Progressive Rock’ın en iyi isimlerinden birisi olan Iluvatar’da Genesis ve Marillion etkili topluluklardan birisi olmakla birlikte öncelikle “Children” ve “A Story Two Days Wide” gibi albümleri gayet kalitelidir. Bu grup müziğe yıllarca ara verdi fakat şu zamanlarda yeni bir kayıt üzerinde çalışmaktalar. Aylar sonra beklediğimize değecek bir albüm dinleyeceğimizden de şüphemiz yok. Tennessee diyarlarının senfonik rock grubu Glass Hammer da iyi albümler üreten isimlerden. Bazen senfonik bazen folk çalışmalarla karşımıza gelen bu topluluk Fred Schendel ve Steve Babb öncülüğünde yıllardır kaliteli işlere imza atıyor. “Chronometree”, “Shadowlands” ve “The Inconsolable Secret” adlı albümleriyle çıtayı epey yükselten grup Jon Anderson’un (YES) konuk olduğu “Culture of Ascent” adlı konsept albümüyle yine adından söz ettirdi. San Francisco şehrinin prog devlerinden birisi olan Enchant ise “A Blueprint of the World” gibi kaliteli bir “debut” albümle 90’ların başında ortaya çıktı. Çiğ soundlu “Wounded” ve “Time Lost”, Rush’a sağlam bir selam verdikleri “Juggling 9 or Dropping 10” ve “Tug of War” gibi kaliteli albümlerle dinleyicilerini sevindirmişti. On-



larda birkaç senedir yeni bir şey yapmamakta diretiyor. Eski Enchant davulcusu felsefeci filozof Paul Craddick’in funk/pop/caz projesi XEN’den ise hiçbir haber yok. “84.000 Dharma Doors” adlı bu albüm çıkalı uzun bir süre oldu fakat bir çalışma var mı yok mu hiç kıpırdama göremiyoruz.

Kansas elemanı Kerry Livgren’in bir projesi olan Proto-Kaw ise bir diğer isim. Senfonik Rock projesi olan bu oluşum karanlık rock şarkılarıyla son zamanlarda progressive dinleyicilerin en beğendiği isimlerin başında geliyor. Yarattıkları iki albümle de kalitelerini konuşturmuş durumdalar. 1990’larda çıkmış ve son zamanlarda çıkarttığı albümlerle belli bir kitlenin kendilerini izlediği Spock’s Beard grubu da has Amerikalıdır. Genesis etkili “Beware of Darkness” ve “The Kindness of Strangers” kendilerini tanımak için yeterlidir. Bu iki albümle geleneksel prog müziğin örneklerini sergilemişler “Feel Euphoria” albümüyle de sade rock tarzına geçiş yapmış prog müzikten uzaklaşmışlardır. Amerika’dan çıkan ve son za-

manlarda çok iyi bir çıkış yakalayan Phideaux grubu da bu ülkenin gurur kaynaklarından birisi. Genellikle konsept yapıdaki albümleri sayesinde elit müzik dinleyen dinleyicilere hitap eden topluluk “Chupacabras”, “313”, “Doomsday Afternoon” ve 2009 yılı “Number 7” ile çıtayı epey yükseltti, hatta “Number 7” ile öyle bir hikaye yakaladılar ki bu son yıllarda prog tarihinde görülmüş bir şey değildir. Bu kadar güçlü bir albüm yaratmaları Amerika’da da bu müziğin ölmediğinin bir kanıtıdır. Progressive Rock şirketi Magna Carta’nın lanse ettiği Under The Sun 2000 yılında albüm çıkarıp aniden ortadan kaybolan gruplardan birisi oldu. Grubun basçısı Kurt Barabas, D.C. Cooper ve Gary Wehrkamp ile Amaran’s Plight isimli progressive metal projesine bulaştı ama maalesef grubun yeni bir albüm haberi yok, yıllardır da hiç olmadı. Sadece 2005 yılında bir konser yaptılar ve onun kaydını sürdüler piyasaya. Amerika’nın bir de Boud Deun isminde çok önemli bir fusion caz grubu vardır. Mahavishnu Orchestra etkili müzik yapan bu topluluk birbirinden iyi dört albümle dinleyicisini kaybetmemiştir ama kendileri ortalıktan kaybolmuştur. Bu bağlamda 2006 yılında “The Remedy of Abstraction” albümünde usta basçı Michael Manring’in de içerisinde bulunduğu A Triggering Myth adlı caz rock/fusion grubunu da unutmamak gerekir. Laser’s Edge plak şirketinin lanse ettiği bu topluluk tıpkı Amerikalı Frogg Café gibi 2000’lerin büyüleyici caz rock müziğini sergiliyor. Son olarak ise Weather Report, Mahavishnu Orchestra demek istiyorum, caz demek istiyorum ve en son Frank Zappa demek istiyorum. Bilmem bunlardan bahsetmeme gerek var mı? İşte Amerika! Yapmayın o kadar da kötü değiller.


İSPANYA’DA PROGRESSIVE ROCK İspanya’da bu müzik türüne birçok nitelikli topluluk kazandırmıştır. Bir İskandinav ülkeleri ya da İtalyanlar kadar olmasa da bu müzik türünde hatırı sayılır bir başarı elde etmişlerdir ama 70’lerde bu ülkede yaşanan çok önemli bir sorun vardır bunu da göz ardı etmemek gerekir. 1939 yılında sona eren Cumhuriyetçiler ile Milliyetçilerin savaşı sonucunda 1939 yılından Milliyetçilerin başındaki General Francisco Franco’nun 1975’de ölümüne kadar bir baskıcı rejimi sürmüş ve ülke diktatörlükle yönetilmiştir. Bu dönemde İspanya’da sanat adına pek olumlu bir şey olmamış 70’lerde müzik toplulukları çok kısıtlı bir şekilde müzik hayatlarını sürdürmüşlerdir. Onun için 1970’li yıllarda progressive rock adına detaylı bir bilgi bulamayız ancak Franco’nun ölümünden sonra ise bu ülkede müzik hayatı canlanmaya başlamıştır.

TRIANA Franco rejiminden hemen sonra müzik hayatına başlamış topluluklardan bir tanesi. İspanya’nın en iyi gruplarından olan Triana doğal olarak Akdeniz’in o sıcak duygusundan etkilenip sıcak melodiler ve kendi ülkelerinin Flamenko müziklerinden beslenen bir özellik taşıyordu. Klavye ve vokallerde yer alan Jesus de la Rosa’nın Triana grubunun müziğine etkisi çok büyük olmuştur bunun nedeni ise klavyelerin hafif senfonik etki taşıması ve vokallerinde verdiği duygusal nüanslardır. Flamenko ve elektrik gitarlarda yer alan Eduardo Rodriguez ise bu topluluğun kalbi olmuştur. Melodik gitar tınıları ve yoğun Flamenko etkisi sonucunda bu grup İspanya’nın ve diğer ülkelerdeki dinleyicilerin en çok sevdikleri İspanyol topluluk olmuştur. 75 albümü “Triana (El Patio)”, sonraki albüm “Hijos Del Agobio” ve üçüncü çalışmaları “Sombra y Luz” ile de oldukça tutulmuş ve klasik olmuştur.

Sadece müzikte değil resim sanatı alanında da bu böyleydi. İspanya iç savaşını anlatan Pablo Picasso tarafından yapılan ünlü Guernica tablosu bile Franco rejiminde ülkeye sokulması yasaklanmış ve bu rejim bittikten sonra ancak ülkeye getirilmiştir. İşte böylesi bir diktatörlük döneminde bu ülkeden bir şeyler beklemek olanaksızdır. 1975 yılından sonra ise 802leri de kapsayan bir zaman dilimi içerisinde bu müzik toplulukları canlanmaya başlamıştır. Şimdi burada çok detaylı olmasa bile yine birkaç önemli örnek vermek gereklidir çünkü İspanya’da progressive rock türüne böyle kenara köşeye atılacak işler pek yapmamıştır. Bu ülkenin progressive rock adı altında yapılan işlerine verilen genel isim ise “Endülüs Progressive”idir. ICEBERG Diktatörlük rejiminden kurtulan diğer bir topluluk ise Iceberg’dir. Ben bu grubu 75 yılı albümü “Tutankhamon” ile tanımıştım. Grubun ilk albümü olan bu çalışmada Santana’nın ilk dönemlerindeki fusion etkileriyle beraber Mahavishnu Orchestra’nın yarattığı kendine özgü soundu birlikte duymuştum. Yalnız Iceberg’in müziğindeki tek farklı nokta yüzeyde duyulan rock tonlarının “wah-wah’lı gitarlar” tarafından oluşturulmasıdır. Oldukça tiz seslerden oluşan bu gitar tonları sayesinde sanki 70’lerde değil de 80’lerde üretilmiş izlenimi veriyor. Saksafon ve synthesizer’ın yer yer hafif tonlarla sergilendiği Iceberg müziği İspanya’da kurulan grupların arasında da çok ayrı bir yerde duruyor. 76 albümü “Coses Nostres” ile aynı yapıyı tekrar eden grubun bir son-




raki çalışması “Sentiments” ise daha tok soundu ile dikkati çekiyor. Daha sonra çıkmasına rağmen 70 soundunu en fazla hissettiren bu albümdür. Gitarların daha yüksek tonlardan çalındığı, davulların ise funk tarzını hissettirdiği ilginç bir çalışmadır. Tabii bunlara rağmen fusion etkileri hiç bitmez ve olağan hızıyla sürüp gider. Topluluk bundan sonra bir albüm daha yapar ve ortalıklardan kaybolur.

sonra dağıldı. Şimdi ise Pedro Ruy Blas solo vokalist olarak pop caz çalışmalarına İspanya’da devam ediyor güzel albümler yayımlıyor.

ATILA İspanyolların yine adından söz ettirmiş iyi topluluklarından birisi olan Atila’nın müzikal yönü ise çok geniş yerlerden besleniyor. Aniden değişebilen ritimler dışında çok farklı tarzları sentezlemesiyle ünlü bu grup sadece iki albüm yapıp tozlu raflara yol aldı. Öncelikle psychedelic yapının içerisinde var olan bir caz etkisinin dışında hard rock’tan beslenen bir tarafları olduğu da gerçek. Yoğun klavye seansları bazen space rock’a bile uzanan bir özelliği de beraberinde getiriyor. İlk önce 75 yılında bir EP yayımlayan grup bunun hemen ardından 76 yılı albümü “Intención”la atağa geçmiş. 77 yılındaki “Revuire” albümüyle daha da dikkatleri üstüne çekmişler. DOLORES İspanya’nın önde gelen müzisyenlerinden olan Pedro Ruy Blas kendi kurduğu bu toplulukta hem davulları çalıyor hem de vokalleri yapıyordu. Yoğun olarak cazdan ve Flamenko müziklerden beslenen yapısı sayesinde kendilerinden sonra gelecek olan gruplara bir anlamda örnek oldular. 75 yılı “Luna Llena” ve 76 yılı kendi adlarını taşıyan albümleri bu müzik tarzında iyi örneklerden iki tanesidir. Paco De Lucia ile akrabalık bağları yüksek olan bu topluluk 80’lerin ortalarına kadar Pedro Ruy Blas & Dolores olarak devam etti ve

GRANADA Senfonik Rock müziğini İspanya’da en ciddi şekilde temsil eden iyi gruplardan bir tanesidir Granada. Mellotron, flüt, viyolin gibi enstrümanların yoğun bir şekilde senfonik hissettirdiği müziklerinin içerisine o kadar güzel Flâmenko gitarlar yerleştirmişlerdir ki bu onları çok ayrı bir yerde değerlendirmemiz gerektiğini adeta bize haykırır. Zaman zaman YES etkileriyle doruğa çıkan müzik flüt melodileri ile de bize Jethro Tull’ı anımsatır. Ben özellikle 75 yılı ilk albümü “Hablo de Una Tierra”yı öneririm, ardından ise “España, Año ‘75”ı tavsiye etmekten de hiç çekinmem. Bu iki albümden sonra bir çalışma daha yaparlar ve dağılıp giderler. Granada ilk albümüyle İs-


panya progressive müziğine birçok tarzı birlikte sentez etmesi yüzünden iyi gruplar arasında anılmaktadır. 1970’lerin müziği ne kadar kötü olabilir ki?

GUADALQUIVIR Klasik İspanyol progressive rock müziğinin bütün karakteristik özelliklerini bünyesinde taşıyan bir grup Guadalquivir. Caz etkili, bazen fusion’a bile girebilecek tarzları, bununla birlikte Flamenko etkileri ve güçlü gitarlarıyla İspanyolların bilinen iyi gruplarından da bir tanesidir. 78 yılında yayımladıkları “Guadalquivir” ve 80 yılı albümü “Camino Del Concierto” gayet iyi albümlerdir buradan belirtelim. Sonraki çıkan albümünü dinleyemedim ama hakkında iyi sözler duymadım da değil. MEZQUITA Sadece iki albümle neler yapılabileceğinin kanıtı, İspanya’nın gururu topluluktur. Arap müziğinin oryantal yapısını alıp Flamenko ile birleştirmek pek kolay bir iş değil sanırım. İspanya’nın yaşadığı baskıcı dönemden kurtularak müzik yapabilen bu grup, King Crimson’un karmaşık partisyonlarını alıp kendi müzikal anlayışıyla birleştiriyor ve ortaya 79 yılı kaydı “Recuerdos De Mi Tierra” gibi bir şaheser çıkıyor. İki sene ara verdikten sonra 81 yılında “Califas Del Rock”ı çıkaran bu grup çok geçmeden tarihe karışıyor. FUSIOON İspanya prog müzikte İtalyanlar kadar yetkin değildir ama çıkardı mı en güzelinden isimler de dinleyebiliyorsunuz. Yine 70’li yıllarda Franco rejimi zamanında kurulmuş İspanyol paça kot pantolonları giyen müzisyenleriyle Fusioon, oluşturduğu az sayıdaki albümle bir dönem adından söz ettirmiştir. Klasik müzik,


caz ve fusion üçlüsünü tek potada eritebilen müzikleri çok ilgi çekici. Sadece bu da değil, dinlerken 70’lerin o düğün orkestrası şarkılarını ve soundlarını hatırlayabiliyorsunuz. Bu grubun herhangi bir bestesini dinleyin, içerisinde mutlaka klasik müzik caz ile harmanlanmıştır ve bu sayede prog müziğin az sayıdaki örneklerinden biri olup çıkmışlardır. Bazen Gentle Giant bazen Focus etkileri ama çoğunlukla King Crimson deneyselliğinden feyz almaları da takdire şayan bir durumdur. Kendi adlarını taşıyan 72 yılı “Fusioon” albümüyle 75 yılı “Minorisa” bu bağlamda iyi bir örnektir.


POLONYA EKOLÜ Polonya’nın Doğu Avrupa ülkesi olması, soğuk ve kapalı iklimin hüküm sürdüğü yerde yer alması sonucunda gerek film yönetmenlerinin gerekse müzisyenlerinin ortaya çıkardığı eserler genellikle karamsar ve melankolik oluyor. Kieslowski’nin filmleri, onun filmlerinin müziklerini yapan kompozitör Zbigniew Preisner’in derinlik arz eden ve ruhsal dünyaya kapıları aralamamızı sağlayan müzikleri oldukça derin ve karanlık bir dünya sunuyor. Polonya progressive rock dünyasında geçmişte öyle çok büyük gruplar çıkaramamıştır fakat 80’lerden bu yana çıkardığı her grup belli bir kaliteye sahiptir. Bu sebeple son zamanlarda Alman, İtalyan ekollerinin yanında Polonya ekolünden de bahsetmemiz çok doğru olacaktır. Bu ülkenin çıkardığı gruplar genellikle senfonik, caz etkili ya da son dönem neo-progressive tarzında olmakla birlikte bazen kendi ülkelerinin geleneksel folk müziklerinden de yararlandığı bilinmektedir.

Polonya’nın çıkardığı en iyi grup S.B.B.’dir. Bunu da oluşturdukları müzikaliteye bakarak yazıyorum. 70’li yıllardan beri senfonik rock ve caz’ın en iyi örneklerini sergilemişler ara sıra dağılıp tekrar kurulmuş ve albümler yayımlamışlardır. Camel ve Genesis’in eski dönemlerinden yoğunlukla etkilenirler ve hemen hemen çıkardıkları bütün albümler kusursuz bir müzikalite taşır. İlk albümleri “Nowy Horyzont”, “Ze Slowem Biegne Do Ciebie”, “Welcome”, “Slovenian Girls” gibi üstün kalitede albümleri mevcuttur. Grup en son olarak 2009 yılında yeni soundları ile geri dönmüş ve “Iron Curtain” albümünü çıkarmışlardır. S.B.B. Polonyalı olması dolayısıyla 70’lerde pek etkili olamamış fakat bunun yerine bir İngiliz grubu olsaydı durum çok farklı olurdu demekten kendimi alamı-


yorum. “Live” albümleri ayrıca değerlendirilmesi gerekli olan bu grubun DVD kayıtları da bir o kadar başarılıdır ve izlerken müzikal bir doyum yaşayabilirsiniz. 1970’lerde kurulan ve pek bilinmeyen bir topluluk olan Anawa ise psychedelic/acid rock tripleriyle o döneme Polonya’dan bir cevap niteliği taşımıştır. O dönemlerde kurulmuş bir başka grup olan Nurt’da caz etkili progressive rock’a örnek teşkil ediyordu, aynı adlı albümleri Polonya progressive rock literatüründe ön sıralarda yer alır fakat bu grupları bilen pek yoktur, sadece bu tarzla ilgilenenler tarafından albümleri ve plakları takip edilir. Dzamble ve Klan toplulukları da 71 tarihinde bir görünmüş ardından ortadan yok olmuşlardır ama Polonya’nın eski grupları denilince isimleri mutlaka bir yerlerde geçer. 80’lerde lehçe müzik yapan bir topluluk da Krzak’tır. Genellikle blues rock besteleri olan bu topluluğun hafiften progressive rock yönü de vardır. “Paczka” adlı bu albüm Polonya müzikal tarihinde iyilerden birisi sayılıyor. Neo-progressive rock’ın İngiltere’den sonra Avrupa’ya

yayılması pek uzun sürmedi. Marillion, IQ ve Pendragon topluluklarının prog müziğe getirdikleri yepyeni açılımlardan yeni soundlar ortaya çıktı. Bu, Amerika’ya, İsviçre’ye Avrupa’nın her yerine sıçradı ve doğal olarak Polonya da bundan etkilendi. 1990’lı yıllarda kurulan Collage grubu Marillion soundunu bir potada eriterek içerisine çok farklı tonlarda gitar melodileri yerleştirdi ve o dönem bir anlamda Polonya soundunun oluşmasına yol açtı. Artık o ülkeden çıkan her neo-progressive rock topluluğu Collage’ın açtığı yoldan ilerleyecek ve öyle müzik yapacaktı. İlk albüm “Basnie”(Lehçe olarak çıkmıştır.) ile ne çok iyi ne de çok kötü denebilecek bir


başarı yakaladı. John Lennon şarkılarından oluşan “Nine Songs Of John Lennon”dan sonra en iyi albümleri olan “Moonshine”ı çıkardılar. 1994 yılında çıkan bu albüm Polonya progressive rock tarihinde bir milat kabul edilir çünkü bu çalışma her açıdan kusursuz, soundu ile yenilikçi bir yapıya sahiptir. Vokalist Robert Amirian’ın farklı aksanı ve duygusal sesi, Mirek Gil’in gitarlarda yarattığı o dâhiyane sound ve klavyeci Krzysztof Palczewski’nin o Polonya’nın efsanevi kapalı havalarını, melankolisini yansıttığı hüzünlü tonları çok beğenildi. Albümdeki “In Your Eyes”, “Lovely Day” ve “Living In The Moonlight” şarkılarının arka arkaya oluşu çok uç atmosferler yaşattırıp duygusal bir haz veriyor. Grup bu albümden sonra iki çalışma yapar ve dağılır. Neo-Progressive sound “Moonshine” sayesinde yepyeni gruplar kazanacaktı. Hemen hemen aynı dönemlerde kurulan Abraxas’da Genesis ve YES tınılarını kendi anlayışlarıyla birleştirerek müzik yapan modern Polonyalı gruplara bir örnektir. Collage kadar etki bırakmamıştır ama ilk albümleri ve ardından gelen “Centurie” adlı çalışma gayet iyidir. 1990 ortalarında kurulan bir başka Polonyalı topluluk vardır ki bunlar pek başarılı olamamıştır. Ankh isimli bu grup King Crimson etkileri ve bazen progressive metal’e girebilecek besteleriyle dengesiz bir yapı sergilemiş, orta kalite sayılabilecek albümler üretmişlerdir.

Marillion’un açtığı yoldan geçen bir başka topluluk da Quidam’dır. Quidam ilk dönem albümleriyle kısmen başarılı olmuş ama son dönemlerde oluşturdukları iki albümle birçok progressive rock dinleyicisinin aklını çelebilmiş bir gruptur. Senfonik etkili şarkılarını flüt, obua gibi enstrümanlarla zenginleştirmiş zaman zaman caza kaçan melodileriyle dikkat çekmiştir. “The Time Beneath The Sky” ile dinleyicile-



rini epey arttırmışlardır. “surREvival” arada kalan bir çalışma olmuş pek beğenilmemiş ama hemen arkasından gelen 2007 yılı “Alone Together” kaydıyla bütün dünyada başarı sağlamıştır. Bu albümün bir özelliği de soundu ile kusursuz olmasıdır. Her enstrüman incelikli bir şekilde kaydedilmiş ve miks yapılmıştır. “Depicting Colours Of Emotions”, “They Are There To Remind Us”, “Of Illusions” gibi kompleks besteler barındırmaktadır. Yer yer hissedilen caz dokusu, karmaşık davul partisyonları, David Gilmour vari sololar ve o tonlar, aniden giren flütler şaşırtıcı anlar yaşattırır dinleyiciye.

Collage dağıldıktan yıllar sonra kurulan Satellite’da neo-progressive rock müziğin yeni gruplarındandır. Grup elemanları basçı dışında Collage’dan gelmektedir. Marillion’un yoğun etkileşimini taşır bunun yanında Collage soundundan da oldukça yararlanırlar. İlk albümü bir neo-prog klasiği olan “A Street Between Sunrise And Sunset”dir. Albümün kapak tasarımını Marillion’un albüm kapaklarını yaratan Mark Levinson yapmıştır. 13 dakikalık şaheser “The Evening Wind” ile açılan albüm arka arkaya gelen “On The Run” ve “Midnight Snow” ile devam eder. Bu albümde farklı olarak elektronik tınılar da yoğunlukla kullanılmıştır ve bu o kadar farklılaştırmıştır ki müziklerini, sanki kendi soundlarını oluşturmuş gibidirler. “Evening Games” ve “Into The Night” gibi albümlerle soundlarını biraz daha geliştirmişler ve neo-progressive dünyasında ismi sayılır bir topluluk olmuşlardır. Grup en son “Nostalgia” albümü ile başarısını devam ettirir. Polonya’nın belki de son zamanlarda en çok ünlenmiş grubu Riverside’dır. Pink Floyd, Anathe-

ma gibi gruplardan aldıklarını kendi soundlarına uyarlayıp öyle sunarlar dinleyiciye. Psikolojik bir üçleme yaratan topluluk bu konsept yapının ilk ayağı olan “Out Of Myself”de modern progressive rock’ın en iyi örneklerini sergilerler. Mirek Gil’in Collage’da yarattığı o gitar tonlarının bir benzerini grup bu albümde kullanır. 12 dakikalık “Same River” epik bir çalışma olmasının yanı sıra psychedelic gitar tınılarına da sahiptir ve en çok Pink Floyd’u anımsatır. Porcupine Tree soslu “I Believe” ve “Reality Dream” bölümleri bu albümün en nefis anlarındandır. “Second Life Syndrome”un çıkışıyla Riverside daha da çok tanınır ve Anathema benzeri “Conceiving You” ve “I Turned You Down” gibi çalışmalarla dikkati çeker. Progressive yapı biraz azaltılmış daha sade besteler vardır bu albümde. Konseptin üçüncü ayağı “Rapid Eye Movement” ile daha farklı sulara açılırlar ve bu sayede eleştiriler de beraberinde gelir. Grup son çıkardığı “Anno Domini High Definition” albümüyle daha sert progressive şarkılar yapmıştır ve bir önceki albümde aldıkları olumsuz eleştirileri düzeltmiştir. Riverside her albümle gelişen bir yapı izlemekte ve rock müzikte en çok bilinen Polonyalı grup sıfatını da taşımaktadır. Eski Collage gitaristi Mirek Gil’in Satellite’tan da ayrılması üzerine kurduğu grubun ismi ise Believe’dir. “Hope to See Another Day” ve “Yesterday is a Friend” gibi iki çalışmayla Collage ve Satellite gruplarının izinden gider gibi gözükmektedir. Mirek Gil’in gitar tonları neredeyse önceki iki grubunda oluşturduğu gibi aynıdır ama yenilikçi tavırlarıyla en çok Satellite’ı andırmaktadır. İlk albümü S.U.S.A.R.’da Riverside’dan Mariusz Duda’yı konuk eden Indukti’de sıra dışı soundları olan dehşet bir Polonyalı grup. Deneysel takıldıkları su götürmez bir gerçek ancak daha da zor olanı enstrümantal eserleri yaratmak. Bu konuda usta olan Indukti ilk albümündeki bestelerle çok iyi bir çıkış yakaladı ve ikinci albümü “Idmen”de dehşet bir sentez örneği göstererek deneysel bir post metal albümüne imza attı. Bu albümde Macar Çingenelerinin kullandığı Cimba-




manlarından oluşan bu topluluk bayan vokalist Robin’in eşsiz sesiyle deneysel rock şarkıları söylüyor. The Gathering’in başka bir benzeri de sayılmaktalar. Polonya grupları gittikçe gelişiyor ve çoğalıyorlar. Progressive rock’ta ilerde söz sahibi olacak öyle toplulukları var ki bunları da zaman geçtikçe göreceğiz.

lom enstrümanını ve bizim ülkeden saz’ı da müziklerine adapte ederek “Idmen”i müzik dünyasına armağan etmişlerdir.

Son dönemlerde yine çok bilinmeye başlayan gruplardan olan After “Endless Lunatic” adlı albümüyle Polonya gruplarını takip edenler tarafından dinlenmektedir. Yine Marillion ve Satellite soundundaki Grendel adlı grup “The Helpless” albümüyle, Satellite’ın elektronik-deneysel tarzının yansıtıldığı Milennium adlı grubun “Exist” adlı albümü ise Polonya soundunun son dönem önemli yapıtlarındandır. Son iki grubumuzdan birisi olan Signal To Noise’dan da bahsedersek, elektronik ve etnik tatlarla bezeli albümler yayımlayan bu topluluk hem hint ve arap melodilerini birleştiriyor hem de Pink Floyd benzeri kompozisyonlar sergiliyorlar. Bu ülkenin çıkardığı en son topluluklardan birisi de Strawberry Fields’dır. Eski Collage ve şimdinin grubu Satellite’ın ele-

Polonya progressive müzikte korkunç bir şekilde ilerliyor son zamanlarda. Birde dünyanın öbür kıtasının ülkesi olan Japonya’ya bir göz atalım ki bu ülkeden de birçok isim bu müzik tarzın-

da önemli isimler vermiştir müzik dünyasına. Far Out ve Far East Family Band Japonya’nın en iyilerinden sayılmaktadır. Far Out 75 yılında çıkardığı “Nihonjin” adlı albümüyle ve Pink Floyd’u anımsatan bir müzikleriyle birçok dinleyicinin gözdesi olmuştur. Far Out isim değiştirip Far East Family Band olunca işler değişir ve bugün bildiğimiz bir müzisyen olan Kitaro grubun klavyecisi olur ve “The Cave Down To The Earth” ve “Paralel World” gibi klasik albümler yayımlamışlardır 70’li yılların ortalarında. Bu albümlerde daha önceki sayfalarda açıkladığımız Klaus Schulze bu grubu destekler ve prodüktörlük


yapar. Japon gruplarındaki diğer bir önemli isim de Kenso’dur. Caz rock ve fusiun sularından geçen müzikleriyle bu ülkenin bilinen topluluklarından olmuşlardır. Senfonik rock izleri taşıyan Teru’s Symphonia ve caz etkili bir grup olan Ain Soph’da Japonya’daki bilinen müzik gruplarıdır. Bu ülke 90’larda Zeuhl tarzına da önemli bir topluluk vermiştir ki o da Happy Family’dir. Yayımladıkları iki albümle de (“Happy Family” ve “Toscco”) başarı göstermiş Zeuhl akımının en iyi temsilcilerinden sayılmıştır.


VE DİĞER ÖNEMLİ TOPLULUKLAR GREY LADY DOWN

90’lı yıllarda kurulmuş İngiltere’nin neo-progressive tarzında pek bir yerlere gelememiş bilinmeyen gruplarından birisidir. Müziklerinde 80’li yılların high-tech soundu belirgin olup Genesis ve Marillion’un yoğun etkisi altında müzik yaparlar. Genesis’in ilk dönemi değil de 80’li yıllarda oluşturduğu albümlerdeki soundu etkilidir. Bazı şarkılarında da YES’in “Union” dönemi tadını alırsınız. “Fear” albümü yoğunlukla tavsiye edilir. STRANGERS ON A TRAIN

İngiliz grup Arena’nın klavyecisi Clive Nolan önderliğinde oluşturulan ve yine İngiliz gruplarından


Landmarq’ın vokalisti Tracy Hitchings’in yer aldığı bir minimalist prog projesi. Gitarda ise progressive metal grubu Threshold’un gitaristi Karl Groom yer almaktadır. Clive Nolan konsept yapıda sadece iki albüm yapıp bitirir bu projeyi. “The Key Part 1: The Prophecy” ve “The Key Part 2: The Labyrinth” adlarındaki bu albümlerde mid-tempo eserler yaratıp akustik (piyano ve gitar) olarak yorumlanan bestelere yer vermişlerdir. Karanlık ve rahatsız edici bir tarafı olduğu gerçektir. THE BEVIS FROND

İsveç’ten çıkan bu tarz melankolik topluluklar nedense müzikal olarak hep King Crimson’u örnek alıyorlar. Landberk’te müziklerinde King Crimson’un son dönem soundunu temel almakta sakınca görmemiş. Änglagård ve Anekdoten gibi onlarda İsveç’in parmakla gösterilebilecek gruplarından olmuşlar ve “Book of Hours” gibi bir başyapıt yaratmışlardır. İlk albümü İsveççe olan Landberk’in silinip gitmesinin tek sebebi müzikal ayrılıklar olmuştur. Grubun bas gitaristi Stefan Dimle’yi ise daha sonra yine bir İsveçli grup olan Paatos’ta görürüz. King Crimson dinleyicilerinin rahatlıkla göz atabileceği kaliteli bir gruptur. İngilizler’in değeri pek bilinmemiş sadece kemik dinleyicileri bulunan topluluğudur. Müziklerinde progressive rock’tan tutun neo-psychedelic yapıya kadar her şeye rastlayabilirsiniz. Gitarist Nick Saloman önderliğinde 80’li yıllardan beri yer altında müzik yapıp duruyorlar. Bu özelliklerini yıllardır hiç kaybetmediler. İlk albüm “Miasma”, “Inner Marshland” ve “Any Gas Faster” gibi çalışmaları kendilerini çok iyi yansıtan albümlerdir.

ÄNGLAGÅRD

IRIS Marillion davulcusu Ian Mosley’in neo-progressive projesi. Sadece 1994 yılında “Crossing The Desert” albümünü çıkarmış ve projenin devamı gelmemiştir. Bir Fransız kompozitör ve gitarist olan Sylvain Gouvernaire’in de kadrosunda olduğu bu albümde Marillion basisti Pete Trawavas da bulunuyor. “Crossing The Desert” genellikle orta tempoda giden “Train De Vie” gibi güzel şarkıları olan, içerisinde etnik tatlar bulunan bir albüm. LANDBERK İsveç’in 90’lı yıllarla birlikte tanıştığı karanlık müzik yapan topluluklarından birisiydiler.

İsveç deyince akla gelen ilk isimlerden birisi kuşkusuz Änglagård oluyor. Diğer halefi Anekdoten ile birlikte yıllarca kafa kafaya verip müzikal


farklılıklar taşısalarda isimleri hep aynı yerlerde gösterilmiştir. Anekdoten daha modern progressive bir yapıya sahipken Änglagård ise tam tersi 70’ler etkisinde müzik yapar. İsveç’in son dönem soundunu bu iki grup oluşturmuştur ve Landberk ile birlikte büyük üçlüyü oluştururlar. Senfonik rock tarzındaki besteleri 90’lı ve 2000’li yıllarda bu müziği araştıran kişilerce sevilmiş ve takdir görmüştür. Mellotron, hammond org, piyano, kilise orgu ve flüt melodilerini yoğunlukla kullanırlar ve tamamıyla eski bir soundu tercih ederler. 92 yılında çıkan “Hybris” albümü kusursuz bir başyapıttır ve albümün giriş şarkısı “Jördrok” en iyi progressive rock besteleri arasında geçmektedir. Kendileri İsveç’in son dönem öncü gruplarından birisidir, yıllar önce grubu dağıtmışlardır fakat şu sıralar yeniden müziğe dönme gayretindedirler. AFTER CRYING Macarların 90’lı yıllarda kurulan iyi topluluklarından birisidir. Kabaca senfonik rock yaparlar ve taş gibi bir soundları mevcuttur. Klasik müziğin nimetlerinden yararlanıp arada bir kilise müziklerini çağrıştıran farklı sesler kullanırlar. İlk dönem albümlerinde cazdan da yararlandıkları bilinir fakat senfonik yapı müziklerinde daha ağır basmaktadır. Flüt, çello, viyola, trombon gibi enstrümanları da kullanıp müziklerini çok sesli hale getirirler. Vokal melodileri teatral bir şekilde ilerler, zaman zaman bayan vokal ve erkek vokallerle desteklenen bir özellikte barındırır. 90 yılında çıkan ilk albüm “Overground Music” ve 92 yılı “Megalázottak És Megszomorítottak” albümü grubun en başarılı kayıtlarından sayılır. CLEPSYDRA 1980 sonlarında İsviçre’de kurulan neoprogressive rock topluluklarından birisidir. Müziklerindeki yoğun Marillion etkisi grubun ilk dönem albümlerinde çok belirgin olmakla birlikte albümlerinin konsept yapısı sebebiyle etkileyici bir portre çizerler. Neo-progressive rock denilince akla ilk gelmesi gereken topluluklardan olup vokalist Aluisio Maggini’nin farklı aksanıyla söylediği şarkılar o kırılgan ve haykıran vokal tarzının da etkisiyle iki kat daha melankoli taşır. Bir vokalist düşünün ki ağzından çıkan her kelimeyi o anda yaşasın, sevince sevinç hüzüne hüzün-

le karşılık versin. Bu toplulukta Lele Hoffman’ın melodik sololu gitarları, Philip Hubert’in etkin klavyesi Clepsydra’nın müziğini diğer gruplardan daha ayrıksı bir konuma getiriyor. İlk albüm “Hologram”ı 91 yılında çıkaran grup kendi çevresinde haklı bir başarı elde etti. İkinci albüm “More Grains of Sand” ise 80 soundunu üzerinde taşıyan bir konsept albümdü. “Fly Man”, “The River In Your Eyes” ve bir askerin yaşadıklarından yola çıkıp bir savaş karşıtı şarkı olan “The Prisoner’s Victory” albümün en iyilerindendir. Bu albüme katkı sağlayan bir isim de Pendragon’dan Nick Barrett’di. Clepsydra üçüncü albümü “Fears”da daha da ileri gitmiş huzurla melankolinin sentezini yapmışlardır. Gerçekten de bu albümün soundu insana çok huzur veriyor ama içerisindeki bazı şarkılar ve Aluisio Maggini’nin duygusal sesi insanı yerle bir etmeye de müsait bir yapı sergiliyor. Giriş şarkı-


sı “Soaked”, “The Missing Spark” ve “The Age of Glass” gibi yürek dağlayıcı şarkıların ötesinde klavyeci Philip Hubert’in “Sweet Smelling Wood” çalışmasında gösterdiği performans bir harikadır. Duygusal olarak çok yükseklerde gezen bu beste “Fears”ın en iyilerinden birisidir. Son albümleri ise 2002 yılında çıkar. Bu albümün ismi “Alone”dur . Üç ayrı baskıda yayımlanan bu albümde de bir neo-progressive başyapıtı çıkartan topluluk bir karakter üzerinden dünyadaki insanların yalnızlığını izleyen bir konsept yapı barındırır. Albümde karakterin kalp atışları rüyasında durur ve ruh yer değiştir. O sırada der ki, “Now, I live in the different world”. İşte tam burada karakter başka bir dünyaya gitmiş ve dünyadaki insanların yalnızlığına öteki dünyadan bakmaktadır. Bu bir rüya yolculuğudur ve böylesine etkileyici bir konsept albüm yaratan topluluk bu çalışmanın hemen ardından maalesef dağılır. Vokalist Aluisio Maggini’nin Clepsydra’dan sonra başka bir İsviçreli grup olan Shakary’de söylemeye başladığını görüyoruz. Bu toplulukla modern senfonik rock örneklerini başarıyla yorumlar. Neoprogressive dinliyorsanız Clepsydra’nın albümlerini de esgeçmemelisiniz. Verdiği duygu ve yarattığı atmosfer açısından onların ortaya çıkardığı albümlerin bir benzerini bulmak olanaksızdır. Bu bir abartı değil gerçektir. STARGLOW ENERGY

İsviçre’de 90’lı yılların başlarında kurulan ilginç topluluklardan. Müziklerinde kullandıkları en önemli öğe ise klasik rock tınıları taşımasıdır. 70’li yılları kendi hayat tarzlarına uygulamış bunu müziklerinde bile kullanmışlardır. 90’lı yıllarda İspanyol paçalı pantolonlarıyla sahneye çıkarlar, klasik rock içerisine hammond org tınıları yerleştirip müziğin daha progressive olmasını sağlarlardı. Uriah Heep ve Deep Purple’ın ilk dönemlerini hatırlatan dikkat çekici bir soundları vardı. Starglow Energy elemanlarının bir kısmı Almanya bir kısmı da İsviçre’de yaşamakta ve sadece konserlerde bir araya gelmekteydi. Çok fazla kaydı yoktur bu topluluğun. İlk albümünü ken-

di adıyla 93 yılında çıkarırlar. “100% Live” konser albümü çok iyidir ve plaktan dinlendiğinde sanki 70’lerden bir topluluğu dinlemiş gibi olursunuz. Çok fazla tutunamazlar ve ayrılırlar. SINKADUS

90’lı yıllarda çıkan Änglagård’ın son dönem İsveç progressive rock’ına nasılda büyük bir etki yaptığı Sinkadus grubundan anlaşılıyor. Her ne kadar müzikleri Änglagård kadar kompleks gelmese de Sinkadus oluşturduğu iki albüm ve kaliteli bir “live” kayıtla adından epey söz ettirdi. Son dönem İsveç gruplarını dinleyenler bu topluluğu dinlememezlik etmezler ve 97 yılı ilk albümü “Aurum Nostrum”u parmakla işaret ederler. Bu albümde kullanılan viyolin ve flüt gibi enstrümanlar grubun müziğini epey farklılaştırmış. Zaten melankolik olan tarzları bu enstrümanlar sayesinde daha kapalı bir sound oluşmasına yardımcı olmuş. “Snalblast”, “Manuel” gibi uzun eserler yaratan Sinkadus ikinci albümlerinde de aynı yapıyı kullanmış. “Cirkus” isimli bu kayıt grubun tanınmasında daha etkili bir yol oynayıp müzikal kimliklerini biraz daha ileri götürmüşlerdir. Grubun 98 yılında verdiği konserden bir kayıt olan “Live at Progfest” ise ayrı bir önem taşır dinleyenlerin gözünde. Temiz bir sound ve kusursuz icra edilen besteler sayesinde de iyi bir konser albümü dinleriz. PROMETHEAN Finlandiya topraklarında doğmuş ve iki sene içerisinde dağılıp gitmiş mükemmel gruplardan birisi. Topluluğun temeli bir death/black metal grubu olan Black Crucifixion’a dayanıyor. Grubun temel iki üyesi olan Timo Livari ve Esa Juujärvi tarafından kurulan Promethean tamamiyle folk


progressive tarzında gezinen ama psychedelic etkilere sahip bir grup görüntüsü de çiziyor. İlk albümünü 97 yılında “Gazing The Invisible” adıyla çıkartan topluluğun buradaki şarkılarında hafiften doom rock öğeleri mevcutken ikinci albüm “Somber Regards”da daha folk ve daha psychedelic hale bürünüyor. Jethro Tull etkili flütler sayesinde de oldukça zevkli bir albüm dinliyoruz. Promethean’ın ilk albümü hep daha başarılı bulunmuştur bunun sebebi de o doom öğelerinin içerisine yerleştirilen flüt melodilerinin o dönemde çok fazla grup tarafından sergilenmemesi ve topluluğun da bu işin altından başarıyla kalkmasıdır. Death Metal geçmişleri olmasına rağmen çok köklü bir geleneksel folk müziklerinden beslenip bunu psychedelic yapıya sokmak çok kolay bir şey olmasa gerek.

King Crimson’dan tutun Genesis’e oradan Frank Zappa’ya son dönem İsveç gruplarından Anekdoten’e kadar her bir şeyden etkilenmişler. Bu etkilenme ise kendilerine bir sentez olarak dönmüş kendi soundlarını yaratmışlar. İsveç müzisyenlerinde acayip bir yaratıcılık mevcut bu kesinlikle taklit olarak geri dönmüyor bütün o soundları topluyorlar kendi beyin kimyalarında öyle bir birleştiriyorlar ki inanılmaz sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Grubun yayımlanmış iki albümü mevcut. Aynı adlı albümünü 2004’de çıkaran topluluk bu çalışmada biraz önce bahsettiğim yapıları aynen uyguluyor. Güzel bir albüm fakat ikinci çıkardıkları 2005 yılı “II” albümünde kendilerini daha da geliştirmiş Radiohead tınılarını bile kullanmışlar. Vokalist Markus Fagervall “The Carafe [part ii]” adlı şarkıda Tom Waits’i hatırlatan vokal tarzını yapmakta hiç çekinmemiş. “Rhododendron”un modern yapısı çift klavye savaşlarına döndürmüş olayı. Aniden yavaşlayan müziğin etkisi senfonik rock kalıplarını kullandırmaya yöneltmiş topluluğu. “Killer Couple Strikes Again”in alternatif rock öğeler içermesiyle bu topluluğun ne kadar da geniş bir çerçevede müzik sergilediğini anlıyoruz. Klavye melodileri müthiş ve tam anlamıyla öldürücü tonlar sergilenmiş. Grup devam ediyor mu bilemiyoruz fakat böyle topluluklar devam ettikçe müzikte daima yer altında da olsa yaşayacaktır diye düşünüyorum. PENDRAGON

LIQUID SCARLET İsveç çıkışlı zıpkın gibi fişek gibi bir grup.

Marillion ile neo-progressive akımını tam olarak başlatan gruplardan birisi ama ne var ki bir Marillion kadar bilinmemekteler. Yıllardır Nick Barrett ve Clive Nolan’ın (şu an bir diğer İngiliz grup Arena’da bulunmaktadır.) önderliğinde ayakta kalan bir grup görüntüsü çiziyorlar. Marillion’un “Script For A Jester’s Tear”, “Misplaced Childhood” ve “Fugazi” albümleri bir dönemi etkisi altına alırken neo-progressive tarzını yaratan diğer gruplar bir bir geriye çekilmiş Marillion kadar etkili olamamışlardı ama bu durum o topluluklar için pek önemli olmadı ve müziğe her şekilde devam ettiler. Pendragon’un ilk albümün çı-


kışı (85) Marillion’un ilk albümünden (83) tam iki sene sonraya denk geliyor. İşte kısır döngü burada vuku buluyor. Pendragon ilk albümleriyle başarıya ulaşamamış bir topluluk görüntüsü çizerken ilerleyen zamanlarda “The World” ve “The Window of Life”ın çıkışıyla biraz toparlıyorlar durumu. 96 yılındaki “The Masquearde Overture” çıkışı Pendragon için bir dönemin başlangıcı oluyor ve o zamanki Arena grubuyla birlikte neoprogressive’de yükselen değer konumuna geçiyor. “Not of This World”ün büyük başarısı ve ardından gelen “Believe” ile yepyeni hayranlar kazanıyor ve topluluk hak ettiği değeri alıyor. 2008 yılı “Pure” albümüyle de artık tam anlamıyla başarıyı yakalıyorlar. Pendragon’un ilk başlarda çok önemli olmalarına rağmen adlarının anılmaması üzücü tabii ki ama onlarda çok güçlü bir albüm yayımlamayarak pek fazla seslerini çıkarmamıştır. TWELFTH NIGHT

progressive tarzındaki albümlerle hiç ilgi çekememiştir. Hollandalı bu grup genelde Genesis ve Marillion taklitçiliyle suçlanmış çıkardığı bir dolu albüm pek beğenilmemiştir. Vokallerde yer alan Alex Toonen’in karizmatik sesi bile kendilerini kurtaramamış ama oysa durum o kadar da kötü değil. İlk dönem albümlerinde mesela 91 yılı “Both Worlds”de yoğun bir Marillion etkisi mevcut ama giderek bu durumu üzerlerinden atıyorlar. Soundlarını bir sonraki albümde biraz değiştirip öyle albüm çıkarıyorlar ama durum pek değişmiyor. 2006 albümü “Square One” içlerinde biraz daha öne çıkarken yeni soundlarının da Sylvan grubunu hatırlattığını belirtelim. SAENS Fransa çıkışlı bir neo-progressive grup olan Seans Avrupa’da bu müziği sergileyen en iyi gruplardan birisi fakat pek kimse tarafından tanınmı-

Kuruluşları aşağı yukarı Pendragon ile aynı zamanlara denk gelen neo-progressive rock’ın öncü gruplarından bir tanesi. Ne Marillion kadar etkili olabilmiş ne de Pendragon kadar biraz üne sahip olabilmiştir. Sadece 1980’lerde dönemin o neo-prog soundunu yaratan gruplardan bir tanesi olmuş high-tech ve pop soundunu daha fazla öne çıkaran bir yapı sergilemişlerdir. Genesis etkilerinin de yoğun olarak kullanıldığı Twelfth Night müziğinde çok fazla farklılık yoktur ama yine de isimleri önemle anılmalıdır. 82 yılı “Fact And Fiction” grubun en başarılı albümüdür ve bundan başka kayda değer başka bir çalışması yoktur. FOR ABSENT FRIENDS Pek kimsenin umurunda olmadığı bu topluluk 90’lı ve 2000’li yıllarda oluşturduğu ne-



yor. Genesis, Collage hatta bazen Spock’s Beard gibi topluluklarını anımsatan müzikal yapısı mevcut ve bunu da senfonik etkilerle kompleks ritimlerle başarıyorlar. Bir neo-progressive gruba göre oldukça teknik olan müzikleri sayesinde kemik dinleyicilerini de her albümde memnun eden bir havaları var. İlk albümleri hakkında bir bilgiye sahip değilim ama edindiğim izlenimler olumlu yönde seyrediyor. İkinci albüm “Escaping from the Hands of God” ise biraz önce bahsettiğim teknikal yönden payını alan çok güzel bir albüm. Caz etkileri bile kullanmışlar, yeri geldiğinde klasik müzikten de etkilenmiş bestelerine yerleştirmişler. Bu albümün giriş şarkısı “Babel Lights” yaklaık 17 dakikalık süresiyle bir müzikal ziyafet. Ardından gelen oryantal melodili enstrümantal “Ayanda” ise albümdeki en güzel çalışma bence. “Alone” gibi “Requiem” gibi birbirinden iyi dinlemeye doyamayacağınız nefis bir albüm yaratmışlar. Üçüncü albüm de 2004 yılı “Prophet in a Statistical World” adını taşıyor ve bir önceki albüm kadar kaliteli bestelere sahip denilebilir. Disütopik bir konudan yola çıkıp muhteşem bir konsept albüm yaratan grup senfonik müzikle de bağlarını koparmayarak çok iyi bir kayıt ortaya sunmuş. KARNATAKA

İngilizlerin tıpkı Mostly Autumn gibi kelt müziğini progressive rock ile birleştiren kaliteli topluluklarından birisi. Mostly Autumn ile kardeş grup bile sayılabilirler çünkü müzikleri hemen hemen aynı tarzlardan besleniyor. Mostly Autumn folk öğelerini daha fazla kullanırken Karnataka ise daha rock tabanlı bir portre çiziyor. Karnataka’nın patronu diyebileceğimiz basçı Ian Jones grubun kuruluşundan itibaren vokalist eşi Rachel Jones ile birbirinden kaliteli üç albüme imza attılar. İlk albümünü 98 yılında çıkaran grup bu albümle güzel bir çıkış yakaladı ve ardından gelen “The Storm” albümüyle isimlerini daha fazla duyurma olanağı da buldular. 2003 yılında gelen “Delicate Flame of Desire” ise topluluğun en iyi işlerinden birisi oldu. Mostly Autumn’un bayan vokalisti Heather Findlay’in de vokalleriyle katkıda bulunduğu bu albümde “Strange Behaviour”, “After The Rain” gibi klasikler de bulunmaktaydı. “Delicate Flame of De-


sire” albümünden sonra Rachel Jones eşinden ayrıldıktan sonra gruptan da koptu ve The Reasoning adlı progressive rock/metal karışımı bir grupta yer almaya başladı. Jones’un yerine Karnataka’ya gelen isim ise Lisa Fury’di. Yıllarca albüm çıkarmayıp sadece konserler veren bu grup şu zamanlarda yeni bir albüm üzerinde çalışıyor. İleride “The Gathering Light” isimli bu albümü de dinleyebileceğiz. THE PUDDLE JUMPERS

Amerikalı bu progressive folk grubu müziklerinde sanıldığı gibi Amerikan folk şarkıları değil kelt melodilerini içerisinde tutan moog synthesizer, hammond org destekli geleneksel bir müzik sergiliyor. Son derece progressive olan tarzları sayesinde müzik yaptıkları zaman boyunca sıkı bir hayran kitlesine de sahip olmuştur ama ne yazık ki sadece üç albüm çıkarıp tozlu raflara girmişlerdir. Mandolin ve harmonika gibi enstrümanları müziklerinde kullanmayı çok sevdiklerinden progressive yapı ile birlikte yoğun bir folk bombardımanına da sebep olmaktadırlar. 96 yılı ilk albümü “Out Of Shadows” ve sonraki albüm “Choices” topluluğun önemli olan iki albümüdür. En son çıkardıkları “What You Needed”i dinleyemedim ama bu albümün çıkışının hemen ardından da dağılıyorlar. “The Passion”, “My Old Friend Jack” gibi şahane şarkılara sahip bu topluluğu da tanımak gerekebilir. RAVANA Ravana Norveçli ve sadece tek albüm yapıp dağılmış gruplardan birisi. Kendilerini ilk olarak radyo programlarında dinlemiştim ve sonra albümü bulmak için çok çaba sarfettim. Bu kadar zorluğa girmeme de değdi çünkü radyo programlarında dinlemediğim şarkıları da dinlemiş ve 1995 yılında çıkan “Common Daze”i bir anda başucu albümleri arasına almıştım.



Ravana İsveç’in karanlık müzik yapan topluluklarından olan Anekdoten ve Landberk’e çok benziyor ama vokalist Sverre Olav Rodseth’in etkisiyle de o bildiğimiz Nirvana grubunu da hatırlatıyor. Aslında grubun müziği bir yandan grunge akımından da besleniyor. Bu topluluk hakkında hangi yazıyı okusam mutlaka Nirvana grubu ile bağdaştırılıyor ama müzik o kadar geniş ki her tarafa çekebiliyorsunuz. Cello ve flütlerle desteklenen yapı bu farklılığı yaratan en büyük faktör. Keşke aynı grupta müziğe devam edebilselerdi Norveç çok çok iyi bir topluluk kazanabilirdi. FINNEUS GAUGE Amerikalı topluluk Echolyn’in klavyecisi Christopher Buzby’nin önderliğinde kurulan bir sentez rock projesi. Kendisi Echolyn’in can damarı olup grubun bestelerinde de ön planda gözüküyor. Finneus Gauge ile farklı bir proje oluşturan Buzby kadrosunda Scott McGill gibi üst düzey bir gitaristi de barındırıyor. Durum böyle olunca müzikte buna göre şekilleniyor. Scott McGill Randy Coven, A Triggering Myth, Michael Manring ve Jasun Tipton (Zero Hour) gibi isimlerle birçok projede yer almış caz altyapılı bir gitarist ve genel müzikal etkisini ise Allan Holdsworth’den alıyor. Finneus Gauge müziğinin karakteristik özelliği ise ilk önce Echolyn’den besleniyor yani temelini Gentle Giant’dan alıp onu yoğun bir caz etkisi ile yoğuran ve ucu Weather Report’a kadar uzanan bir yapıda seyrediyor. Zaman zaman Zappa etkili deneysel denemelere de girişiyor ve Echolyn’den

bu yönlerle farklılık taşıyorlar. Grubun iki albümü mevcut ve 1997 yılı “More Once More” adlı ilk çalışmada bu saydığımız bütün özellikler bir arada sunuluyor. İkinci albüm “One Inch Of The Fall”da ise aynı yapı tekrar ediliyor fakat bu albüm kanımca biraz daha iyi. Sound daha iyi oturmuş ve daha iyi bestelerle işi kotarmışlar. İki albümden sonra bu projeye son verilir ve herkes kendi yoluna devam eder ama geride iki kaliteli çalışma bırakılır. Bu yazdığımız gruplardan başka dünyanın her ülkesinden progressive müziğe gönül vermiş bir ya da iki albüm çıkarıp sonradan kayboluvermiş isimler mutlaka mevcut. Dünya üzerinde kurulmuş 1500’den fazla progressive rock icra eden topluluk mevcut ve her birini buraya sığdırmamız elbette mümkün değil. Bu konu hakkında bir kitap yazıp dünya üzerindeki bu tarz toplulukları teker teker anlatmaya kalksanız elbette bir şeyler hep eksik kalacaktır ve kitap satışa sunulsa bile ondan sonra yeni kurulacak olan onlarca yüzlerce grubu esgeçmiş olacaksınız. Bu böyle handikaplı bir konu işte. Bu yazıda elbette çok eksikler mevcut, en önemlisi Japon ve İspanya gruplarına çok az yer vermiş olmamız, Güney Amerika topluluklarına fazla yer ayırmayışımız bunun bir göstergesi. Ama burada bazı önemli isimlere yer vermiş olmamız bir kişi için en azından belki bir başlangıç sayılabilir. Eğer başlangıç sayılırsa ne mutlu bize…


ŞARKI İNCELEMESİ Artist: Ryuichi Sakamoto Şarkı: Grief Bulunduğu Album: Discord (Aşağıdaki yazıyı okumadan önce şarkıyı uygun gördüğünüz herhangi bir yerden temin etmeniz rica olunur) Ryuichi Sakamoto önemli bir adamdır. Aldığı ödülleri ve bütün üretkenliğini, saçma bir biçimde kenara atsak bile, Amon Tobin ondan bir şarkı (grief) remixlediği için bile önemli sayılır. “Grief”in önce remixini dinledim. Bir Amon Tobin şarkısı için bile fazlasıyla karanlıktı. Tabi Amon Tobin’in artık imzası niteliğindeki çeşitli yönlerini duyduğumda şarkıdan hoşlandım; ancak bu gelecek aya yazmayı düşündüğüm bir konu. Şimdi ise bu ay ne yazdığım üzerinde duralım. Bu ay yazının planı şu şekilde: ilk önce Ryuichi Sakamoto’nun kendisinden biraz bahsedeceğiz, işte eserlerinin kronolojik bir listesini vereceğiz; ardından Discord albümünün geneli ve neyi anlattığı ya da neyi anlatmak istemiş olabileceği üzerine birkaç düşünce sunacağız; akabinde günlük hayatta karşılaştığımız “grief” süreçlerinden ve onların yapısından biraz söz edeceğiz (neden ne alakası var diye sorarsanız; konsept bir şarkıyı anlamak için konseptin sosyolojik arka planını da bilmek gerekir diye bir cevabım var); sonrasında biraz daha derinleşerek “grief” sözcüğünün anlamı ve kökeni üzerine bir iki parça bir şeyler vereceğiz ve beraberinde “grief”in şarkı da ele alınması muhtemel biçimleriyle beraber şarkıyı yorumlayacağız; tabi ki sonuç bölümünde bütün yazılanların bir özetini bulabilirsiniz (uzun gözüküyor değil mi; ama korkmayın yazmak için önümde iki gün olduğundan mütevellit, planda gözüktüğü kadar uzun olmayacak). Ryuichi Sakamoto’nun hayatı: 17 ocak 1952’de Nakano, Japonya’da doğdu. 1972’de Ulusal Tokyo Üniversite’sinin Güzel Sanatlar ve Müzik Fakültesinden, kompozisyon üzerine Bachelor Of Arts aldı. 1977’de Master of Fine Arts derecesini ,elektronik ve etnik müzik üzerine, yine aynı yerden aldı, ve stüdyo müzisyeni, aranjör ve producer olarak çalıştı. 1978’de ilk solo albümü olan Thousand Knieves’ı çıkardı ve Yellow Magic Orchestra adlı grubu kurdu. 1980’de B-2 Unit’i çıkardı. 1981’de Left Handed Dream’i çıkardı. 1982’de Kiyoshiro Imawano ile beraber Ikenai Rouge Magic’i çıkardı ve Watching Sounds, Listening to Times with philosopher Shozo Ohmori adlı eseri

DOĞU KAAN ERASLAN 20.09.09, Antalya yayımlandı. 1983’te Coda’yı çıkardı, Yellow Magic Orchestra’yı dağıttı, ve Merry Christmas Mr. Lawrence adlı flimin müziklerini besteledi ve aynı filmde David Bowie ve Takeshi Kitano ile beraber oynadı. 1984’te Illustrated Musical Encylopedia’yı çıkardı ve kendi yayım şirketini kurdu, Hon Hon Doh. Aynı yıl yeni eserini yayımladı, Long Calls; a dialogue with Yuji Takahashi. 1985’ te Esperanto adlı albümünü çıkardı ve ayrıca Tokyo Melody adlı bir Fransız yapımlı belgeselin konusu oldu, Media Bahn Live albümünü çıkardı. 1986’da Future Boy’u ve , Media Bahn Live albümlerini çıkardı. 1987’de yükselişinin en büyük tetikçisi olan The Last Emperor adlı filmin müziklerini yaptı ve Neo Geo adlı albümünü çıkardı. 1988’de The Last Emperor Oscarlar’da en iyi müzik ödülünü aldı, aynı zamanda Altın küre, Los Angels, New York Film eleştirmenleri derneği ve İngiliz Akademi Ödülünce’de en orijinal beste dalında ödüllendirildi ve Playing The Orchestra adlı albümü çıkardı. 1989’da The Last Emperor’ın müzikleri Grammy ödülü aldı ve Gruppo Musicale adlı albümünü çıkardı. Ryuichi’nin en üretken olduğu dönem 1990’lardır. 1990’da Beauty adlı albümünü çıkardı ve Handmaid’s Tale ile The Sheltering Sky adlı filmlerin müziklerini besteledi. 1991’de Heartbeat adlı albümünü çıkardı ve The Sheltering Sky Altın Küre’ de ve Los Angel’ın Film Eleştirmenleri derneğince en orijinal beste ödülünü aldı. 1992’de High Heels’ın, Wild Palms’ın ve Wuthering Heights’ın (Peter Kosminsky) müziklerini yaptı.1993’te tekrar birleşen Yellow Magic Orchestra ile Technodon albümünü çıkardı ve Little Buddha’nın müziklerini yaptı. 1994’te Sweet Revenge adlı albümünü çıkardı. 1995’te yeni solo albümü olan Smooch’u çıkardı.1996’da TRIO adlı albümünü çıkardı.1997’de Discord albümünü çıkardı. 198’de bestelemiş olduğu Snake Eyes’ın film müzikleri dünya çapında çıkarıldı. 1999’da Love is the Devil adlı albümü çıktı, Gohatto adlı filme yaptığı müzikler çıkarıldı. Media Artist Association’ın kurulmasına yardımcı oldu. O kadar da üretken gözükmüyor değil mi ama ben buraya konserleri ve yan projelerinin hiç birini yazmamaya çalıştım, yoksa hakikaten sayfalarca adamın hayatını yazmak gerekirdi. 2000’de Lack Of Love albümünü çıkardı. 2001’de Brian DePalma’nın Femme Fatal’inin müziklerini yaptı, Derrida&Alexei and the Spring adlı filmin müziklerini yaptı, Casa adlı albümü çıktı, African Notes adlı albümü çıktı. Günümüze kadar ki dokuz senede ne yaptı? Bunu bilmiyorum, resmi sitesindeki kronolojik biyografi-


si burada bittiği içinde yeni bir şeyler eklemeği de çok doğru bulmuyorum, bu sebepten dolayı hayatı şimdilik bu kadar, ve bu kadarına bile bakarak diyebiliriz ki Ryuichi Sakamoto üretken bir adamdır. Şimdi eserlerinin kronolojik bir listesini veriyorum: * Thousand Knives (1978) * Summer Nerves (1979) * B2-Unit (1980) * The End of Asia (1981, Danceries ile) * Left-Handed Dream (1981) (Japan sürümü ve uluslar arası sürümü farklı şarkı dizilimlerine sahiptir) * Ongakuzukan (1984) * Esperanto (1985) * Illustrated Musical Encyclopedia (Yukarıdaki Ongakuzukan’ın uluslar arası sürümü) (1986) * Futurista (1986) * Coda (1986) * Neo Geo (1987) * Tokyo Joe (1988,Kazumi Watanabe ile) * Playing the Orchestra (1989) * You Do Me (1989, feat. Jill Jones) * Beauty (1990) * Heartbeat (1991) * Soundbytes (1994, 1981-1986 arası kaydedilmiş şarkılardan bir toplama) * Sweet Revenge (1994) * Smoochy (1995) * 1996 (1996) * Discord (1997) * BTTB (1998) * Cinemage (1999) * Intimate (1999, Keizo Inoue ile) * L I F E (2000) * Zero Landmine (2001) * Comica (2002) * Elephantism (2002) * Love (2003) * Vrioon (2003, Alva Noto ile) * World Citizen (2003, David Sylvian ile) * Chasm (2004) * Moto.tronic (2003, 1983 & 2003 arasında kaydedilmiş şarkılardan bir toplama) * Insen (2005, Alva Noto ile) * Sala Santa Cecilia (2005, live EP Fennesz ile) * Cantus omnibus unus; for mixed or equal choir (2005) * Bricolages (2006) * Cendre (2007, Fennesz ile) * Ocean Fire (2007, Christopher Willits ile) * Utp_ (2008, Alva Noto ile) * Koko (2008) * Out of Noise (2009)

Morelenbaum2/Sakamoto: * Casa (2001) * A Day in New York (2003) Film ve Diğer olaylar için yaptıkları: * Merry Christmas Mr. Lawrence (1983) * Ôritsu uchûgun Oneamisu no tsubasa – Royal Space Force: The Wings of Honneamise (1987) * The Last Emperor (1988) – Academy Award ödüllü * The Sheltering Sky (1990) – Altın Küre ödüllü * The Handmaid’s Tale (1990) * High Heels (1992) * Wuthering Heights (1992) * El Mar Mediterrani – Barcelona Olympics açılış seromonisi (1992) * Topazu / Tokyo Decadence (1992) * Wild Palms (1993) * Little Buddha (1993) * Stalker (1997) * Snake Eyes (1998) * Love is the devil (1998) * Gohatto (1999) * LOL: Lack of Love – Dreamcast Oyunu (2000) * Minha Vida Como Un Filme (2002) * Femme Fatale (2002) * Derrida (2002) * Seven Samurai 20XX – PlayStation 2 oyunu (2004) * Shining Boy & Little Randy (2005) * Tony Takitani (2005) * Babel (2006) * Silk (2007) * Indigo (Kısa-Film) (2008) Sakamoto’nun Türkiye’de fazla bilinmemesi sebebiyle bütün bu bilgileri vermiş bulunuyorum yoksa bende farkındayım ki bu kadar detaylı bir liste tek bir şarkıyı açıklamak için biraz abartılı. Sıra albüme geldi. Discord kelime olarak iki kullanıma sahiptir. Biri anlaşmama durumunu karşılamak için kullanılır, bir de disonans demektir. Eleştirmenlerce Discord albümü bir ağıt albümü olarak nitelendirilmiştir. Önce Grief yani hüzün sonra Anger yani kızgınlık, ardından Prayer yani dua ve en sonunda Salvation yani kurtuluş dizilimi de bu savı destekleyici niteliktedir. Ancak Discord’a sadece bir ağıt albümü dersek biraz yetersiz kalır; bu yetersizliğin en önemli sebebi ağıdın kelimenin anlamı olan disonansla günlük tabirde çok uyuşmamasıdır. Gerçi burada müzikte, daha önce ki yazılarımda belirttiğim atonalite özgürlüğünün getirdiği ifade gücünün artırımı ile, ölümün sembollerinden biri olan ağıtlar disonansa kayma özgürlüğünü elde etmiştirler, savı geçerliliğini koruyacaktır; bu açıdan bakıldığında ağıt yorumu yeterli gözükür; ancak an-


laşmazlık boyutundan ele alınabilir bu eser. Nasıl dediğinizi duyar gibi oluyorum demeyeceğim (yazı ironisi yaptım(şaka açıkladım(yine ironi yaptım))). Albüme anlaşmazlık boyutundan bakacak olursak, iki düşünce çıkar karşımıza, bir toplumla anlaşmazlık ya da daha basit bir dille bireye karşı toplum; iki var olmayla anlaşmazlık yani oluşa karşı birey. İlkini açacak olursak. Dışlanan bireyin süreçlerini anlatıyor olabilir bu albüm. Önce dışlanmanın getirdiği ve topluma karışamamanın verdiği hüzün (burada her insan toplumdan farklı olmak ister cümlesi aklınıza geliyorsa, biliniz ki tıpkı benim gibi siz de sıradansınız), daha sonra her dışarıda kalmanın verdiği o %99 kakao tadında öfke, sonrasında dua, bazılarımızın ne alakası var diyeceğinden eminim; ancak, dışlanmak beraberinde aidiyet açlığını ve sonucunda da bir arayışı ve bir bekleyişi getirir, dua da zaten isteğin tam anlamıyla inanç boyutunda bir arayışı ve gerçekleşmesinin bekleyişidir, ve sonuç kurtuluştur, bu kurtuluşu açmak gerekirse kısaca, iki çeşidi vardır: yabancılaşmanın getirdiği yalnızlık ve buna direnebilme gücüne bağlı olarak delirmek veya bekleyişin mutlu bir sona ermesi yani toplumca, kişinin tanımlanabilir bir statüye ait olması. İkinci savı açacak olursak; kişinin var olmakla problemi olabilir, yani yaşama kendini ait hissetmeyebilir, yani bu şekilde var olmak ona ters geliyordur, örneğin abi ben yunus olmalıymışım ya da hatunlar arasında ben kedi olmalıymışım gibi ipe sapa gelmez denyoluklar mevcuttur(yarı ciddi sulu şaka yaptım). Hayvanlar alemini sadece örnek olarak sunan yani ilgi çekmeye çalışmayan, problemli insana baktığımızda süreçleri açıktır. Hüzün; çünkü şu anki var oluşundan mutsuz, evrilir kızgına, çünkü mutlu olma isteği ve içinde bulunduğu durumu değiştirme konusundaki çaresizliği içler acısıdır, kızgınlık evrilir duaya, çünkü farkındalık artar ve beraberinde değişmezliğin bilgisini ve insanın aslında kendini aktif olarak değiştirmesinin ne kadar zor olduğunu kavrar; evrilir kurtuluşa, çünkü yine iki seçenek var bir kişi kendini değiştirir ve var olmaktan mutluluk duyar, iki kişi kendini değiştiremez ve kendini olduğu gibi kabul eder ve var olmaya devam eder. İlk bakışta albüm üzerine söylenebilecekler bunlar zannımca. Dikkatimizi daha da yoğunlaştırarak “grief”in günlük hayattaki süreçlerine bir göz atalım kabaca. Şimdi günlük hayatta bizi hüzün topu haline getiren olaylar nedir diye soracak olursak işin içinden çıkamayız, zira çok fazla durumu kapsamak zorunda kalırız ve çok öznel bir konu, bizim burada söyleyebileceğimiz bir durum bir başkasının hayatında veya bir başkasının algılayışıyla at şeyine kelebek bir durum olarak yankısını bulacaktır. Hüzün günlük hayatta anlaşıldığı biçimiyle soylu bir duygudur, ya da daha da odaklı bir cümle kuracak olursak, kişi-

ye hüzün veren durumlardan genelde soylu yönler çıkartılabilir. Tıpkı soyluların derecelendirilebildiği gibi hüzünlerde derecelendirilebilir. Biz bu dereceleri büyüklüklerine göre üçe ayıracağız; iplik, çorap, ve daha kalın çorap olarak. İpliksi hüzün hafiftir, burukluk verir ama etkisi gelip geçicidir. İşte illa somutlamaya çalışırsak her gün gördüğümüz kolu acayip çıkmış dilencinin kafede yanınızdaki masada iştahla biftek yiyen adama bakışını fark etmenizi verebiliriz. Çorapsı olan hüzün kişiyi sarar ve sıkar, bunu da önemli bir sınavdan kötü not almaya benzetebiliriz. Buraya kadar olan hüzünlerden insan zevk de alabilir, ya da belirli oranlarda manevi bir tatmin duygusu ve kendini gerçekleştirmeye yaklaşma duygusu hissedebilir, buraya kadar bu doğaldır; ancak kalın çorapsı hüzünde, incelik ve manevi tatminden söz edilemez, ezer, sıkar, ve boğar çünkü. Yakın olduğunuz bir aile ferdinin kaybedilmesi gibi. Bu kadar yoğun olan bir hüzün herhangi bir biçimde “güzel” simgesine sahip bir olguyla temsil edilemez. Şarkının kapsamanın dışına çıkmadan günlük hayatta inceleyebileceğimiz hüzün çeşitleri sanırım bunlar. Daha kapsamlı bir hüzün incelemesi yapılabilir, yani kafanızda abi bu muymuş sosyolojik dediğin arka plan gibi bir hava oluşmuş olabilir, ya haklısınız, öyle çok akademik değil; ama lazım olur ya… Artık “grief”i incelemeye başlayalım. Öncelikle “grief” ne demektir? Grief, manevi acı, üzüntü demektir. İngilizce’ye eski Fransızca’dan geçmiştir; ancak kelimenin esas kökeni Latince “gravis”ten gelir. Gravis, ağırlık, ciddilik gibi anlamlara gelir. Şarkının yapısı ile kelimenin anlamını bağlayalım ve sonra da günlük hayatta karşılaştığımız “grief” durumlarını şarkıya uyarlayalım. Bu konuda izleyeceğimiz yöntem, kelimenin anlamının şarkıdaki karşılıklarını vermeye çalışmak olacaktır sonrasında ise ayırmış olduğumuz hüzün derecelerini yine şarkı içerisinde belli etmek olacaktır. Öncelikle ağırlık konusuna değinelim; şarkı da ağırlığın karşılığı olarak gösterilebilecek, kişisel görüşüm tabi, yön şarkının temposudur. “Grief” yavaş bir eserdir. Üzüntünün karşılığı ise daha girişten kendini belli eden yaylıların tonudur. Burada keman, çello gibi çalgıların tonu ne kadar farklı olabilir ki diye düşünebilirsiniz; ancak fark eder ortalama bir elektronik müzik dinleyicisi Rob Dougan’ın kullandığı yaylı tonu ile Amon Tobin’in herhangi bir şarkısında kullandığı bir yaylı tonunu karşılaştıdığınızda aradaki farkı göreceksinizdir. Şarkının ciddiliğini ise çalgı seçimine bağlayabiliriz, örneğin Sakamoto yaylılar yerine üflemeli kullansaydı, bu atmosfer yaratılamazdı denilemez tabi ki; ancak yaylılarla yaratıldığı biçimiyle yaratılamazdı. Üstelik yaylı çalgılar geçmişte Ryuichi Sakamoto’nun hitap ettiği dinleyici kitlesinin bilincine klasik müzikle yerleşmişlerdir, eğer özel-


likle Japon’ları ön plana çıkaracaksak etnik müzikle yerleşmişlerdir, bu da algılayıcı açısından yaylı çalgı kullanımının belirli bir ciddiyetin göstergesi olarak yorumlanmasını mümkün kılar. Şimdi yavaş yavaş şarkının aslına girmeye başlayalım. Şarkının ilk beş dakikası, girişte yaylılarla sunulan temanın geliştirilmesidir. Tema oldukça etnik, ve piyano girene kadar etnik havasını da sürdürüyor. Özellikle ilk giren yaylılardan sonra, giren kontrbas, there will be blood’da iyi bir örneğini gördüğümüz, boş arazi atmosferini iyi canlandırıyor. İkinci dakikanın ilk çeyreğinde temaya hafif bir piyanonun girişiyle, ilk girişte oluşturulan etnik atmosfer batıyla buluşturuluyor. Piyanonun girişinin ardından kontrbaslar tekrar girer, ve böylece o ana kadar duyduğumuz bütün çalgıları aynı anda duyar hale geliriz. Şimdi bütün bunları birer sembol kabul ederek onları analiz etmeye geldi (ay benim bile içimden müzik duyduğun şeydir, orası öyle yazılmıştır çünkü öyle güzel oluyordur, müziğe kendisinin dışında semboller yüklemek anlamsızdır demek geldi); ilk beş dakika bahsettiğimiz ipliksi hüzündür. Hafiftir ve rahatsız edici değildir, ve dediğim gibi insan kendisini bu hüzünle mutlu kılabilir, örneğin dilenci öreğimizi ele alırsak, ben bu adamın durumuna merhamet ediyorum öyle ise ben aslında iyiyi arzulayan bir insanım gibi. Duyduğumuz çalgıları üçe temel sembole ayırırsak (aslında hiç yerinde bir iş yapmış olmayız) analiz için oldukça makul bir iş yapmış oluruz. Yaylılara, ipliksi yalnızlığın omurgası, kontrbasa ipliksi yalnızlığın sertliği, piyanoya da, ipliksi yalnızlığın kendini tatmini olarak bakabiliriz. Yaylılar temayı sunarlar ve kontrbaslarca güçlendirirler, ve ardından gelen piyano bütün bu duygu yoğunluğunu çaldığı aslında oldukça doğaçlama duyulan melodiyle, çeşitlendirir, ve ilginç bir biçimde kontrbasın yaratmak istediği havanın tam tersini oluşturmak ister bir hali vardır. Beşinci dakikayı geçtikten sonra durum biraz değişmeye başlar, yaylılar tek başlarına kalırlar önce, sonra farklı bir tema sunumu yapılır, yaylılarca, ve piyano buna eşlik eder;ancak asıl değişikliği kontrbas girince anlarız daha serttir çünkü daha koyu bir biçimde girer müziğe, ona aynı zamanda bir çan sesi eşlik eder ve ardından tekrar yaylıların beşinci dakikanın başlarında sunduğu tema girer; ancak bu sefer piyano biraz daha atonal şeyler yapmaya başlar; akabinde tekrar kontrbas ve çan girer, ayrıca piyano da eşlik etmeye başlamıştır, sonrasında ise bir buluşma olur ve kontrbaslar ilk beş dakikada çaldıkları destekleyici tema varyasyonuna girerler ve üstüne yaylılar ikinci temalarından bir bölümü çalarlar, ve eserin bu bölümü de yaylıların ikinci dakikada girdikleri temayla yalnız kalmalarıyla biter. Gerçi benim buradaki tariflerim oldukça yarım yamalak sizin mutlaka bu eseri dinliyor olmanız da gerekir okurken; ama yine de belki dinlediğimiz esere farklı bir bakış açısı katmamızı sağlar

diye bu gibi tariflerde yazıyorum. Neyse buraya kadar olan kısmı analiz edecek olursak: fark edileceği üzere burası çorap kısmıdır, hüzün derecelerindeki. Daha serttir, şakası yoktur, burada üzüntü kendisinden kaçılamayacağını ve insanı çevreleyerek onu bunaltacağını hissettirir. Özellikle çan ve kontrbasla sunulan bölüm bu konuda oldukça başarılıdır; ancak hala kulağa güzel geliyordur, yer yer atonal olabilsede hala kulağa hoş gelen ya da bu sertliği içerisinde bile kulağa çok melodik ve hoş gelecek yönler bulunabilir; özellikle kontrbasların ilk beş dakikalık temaya döndükleri bölümü buna örnek gösterebilirim, tabi ki bu durumu yine manevi tatmin olayıyla açıklayacağım, yani bütün bu sertliğe ve bunaltıya rağmen kişi bundan tatmin olabilir. Eserin bundan sonra ele alacağımız bölümü, bundan önceki bölümlerden tamamen ayrılmıştır, yaylılar susar ve bir nefesli ile girilir, sonrasında yaylılar daha önce hiç çalmadıkları bir ostinatoya girerler, zaten bu eserin aslında bel kemiği ostinatolardır, nefesli ve yaylılar, polytonal bir biçimde kaynaşırlar ve buna sonradan onların bu “çılgınlıklarını” destekleyecek kontrbas katılır; ancak en son vurgunu piyano yapar, atonaldir. Nefeslileri ve yaylıları bastırır, en sonunda kontrbasla beraber kaldığında, ostinato yapan yaylılar yükselir ve ikisini de bastırarak tek kalırlar. Buraya kadar olan bölümde tahmin edebileceğiniz üzere kalın çorap bölümüdür. Yani hiçbir güzellik imgesiyle anlatılmaması ya da insanın hoşuna gidecek bir biçimde sunulmaması gereken bölüm, bu konuda eserin oluşturduğu atmosferi bozmama açısından düşünürsek ya da tiyatrocuların deyimiyle eserin uzun zamanlı modunun şiirsel bir hüzün olmasından dolayı Sakamoto eserin atonal ve rahatsız edicilik kısmında bile düzeyli davranmıştır. Başarılı bir tercihtir, atmosferi korumak için. Aslında eser burada bitmiştir; ancak bundan sonra gelen eser “Anger” ve takdir edersiniz ki oldukça sert ve yırtıcı bir biçimde girmeli öfke, onun bu etkisini arttırmak ve eserin az önce belirttiğim uzun zamanlı modunu desteklemek bakımından, yumuşak bir bitiş tercih etmiştir sonrası için. Buna ek olarak da eserin etnik yönü tamamen kaybolmuştur. Bunu da biraz zorlama ile tahmnen eserin evrensel niteliğine verebiliriz, yani dantel bir dille söyleyebiliriz ki hüzünün yerelden küresele olan yolculuğu bu eserde aşamalarıyla ifade edilmiştir. Sonuç olarak, bu yazımızda şunları vermeye çalıştık. Ryuichi Sakamoto 1952 Japonya doğumlu, aktör, producer, ve besteci, icracıdır. En önemli çıkışını The Last Emperor’a bestelediği müziklerle yapmıştır. 1998’de Discord albümü çıkarmıştır. Albümün giriş şarkısı olan “grief” sözcüğün anlamını ve gündelik hayattaki süreçlerini müziksel bir biçimde betimleyerek şiirsel bir hüzün atmosferi yaratma amacındadır.


TOTALLY UNCENSORED


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.