Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 13 :: Eylul 2009

Page 1




Tales From The Third World Selamlar, Siyah Beyaz, uzun ve enteresan bir yılı devirerek bu ay itibarıyla 1 yaşına bastı. 1 sene önce yayına başlarken derginin bugün bulunduğu duruma gelmesini açıkçası ben bile beklemiyordum, itiraf edeyim. Sayısı aydan aya geometrik bir hızla yükselen siz okurlarımızın da desteğiyle, nice senelere diyoruz. Birinci yaşımıza binaen bu sayımız şu ana kadarki en kalabalık içeriğe sahip. Normalde içeriğe yüklenip okuru boğmak istemeyiz ancak bu sayıda özellikle Baha’nın “Tarihin Tozlu Sayfalarında Progresif Rock” yazı dizisinin ikinci ve en geniş bölümünün yer alıyor olması, sayfa sayımızı oldukça etkiledi :) Bu kapsamlı yazı dizisine halen göz atmamış olan okurlarımıza, geçen ay yayınladığımız ilk bölümden başlamalarını öneriyorum.

rememişti. Bu ay açığı güzel kapatarak yine yeşil sahalarda görmek istediğimiz türden hareketler sergiledi. Bu ayki kapak konumuz Faith No More. Rock tarihinin en yaratıcı topluluklarından biri olan Faith No More, geçen ay İstanbul’da bir konser verdi. Topluluğun ülkemizdeki bu ilk konseri, giden herkesin ağızbirliği etmiş gibi anlattığı üzere inanılmaz bir atmosferde gerçekleşmiş. Mike Patton ve ekibinin İstanbul’da bıraktığı iz uzun zaman orada kalacak gibi. Bu konsere ve Faith No More’a saygımıza binaen birinci yaşgünü sayımızın kapağını onlara ayırmayı uygun gördük. Topluluğun frontman’i Mike Patton, Pınar Tuncer’in fotoğrafıyla bu ay kapağımızı onurlandırıyor. Gelecek ay görüşmek üzere...

Dergimizin bağımlılık yaratan fenomen yazarı Dursun Çiftkrosoğlu, geçen ay vakitsizlikten yazısını yetişti-

John Voxville

:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

JOHN VOXVILLE :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, AYŞE NUR BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DOĞU KAAN ERASLAN, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU GÜVENÇ ŞAHİN, İPEK, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR :: KAPAK FOTOĞRAFI ::

PINAR TUNCER :: İLETİŞİM ::

E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline



Sahne önünde kaldırılan iki bloğa yazılı olan mesajdı... Evet, “sonunda”... Mucizevi bir olayla bu sene başında toplanan gelmiş geçmiş en deli ve deneysel gruplardan birisi olan Faith No More, daha da büyük bir mucize ile The Second Coming turnesi dahilinde 12 Ağustos günü yurdumuz topraklarındaydı. Başlarda inanmakta zorlanmıştık. Önce turne tişörtlerinde yazan “12 Aug, İstanbul, TUR” umutlarımızı yeşertti, sonra Vera Organizasyon tarafından resmi açıklama hepimizi rahatlattı. Evet, Faith No More’u görecektik. Evet, Mike Patton’da bizi görecekti. Yazı EMRE DEDEKARGINOĞLU Fotoğraflar PINAR TUNCER



1998’de dağılan Faith No More bu sene başına kadar derin uykuya gömülmüştü. Birçok dağılmış grubun yeniden birleştiği son yıllarda aynı soru Faith No More üyelerine de soruluyordu ama pek içacı cevaplar gelmiyordu. Bu sene başındaysa mucize gerçekleşti ve grup üyeleri Album Of The Year kadrosuyla tekrar konserler vermeye başlayacağını duyurdu. Birçok medya organı bu birleşmeyi “yılın müzik olayı” olarak gösteriyordu. (Michael Jackson’da yaşıyordu o aralar tabii...) Haklılardı da tabii... Faith No More, ne yazık ki ülkemizde özellikle yeni jenerasyon tarafından pek bilinmeyen bir grup olmasına rağmen, doksanlarda çok büyük olduğu zamanlarda ülkemizde de geniş bir hayran kitlesi edinmişti. On bir yıllık yoklukları, onların Alternative Metal, Avant-Garde Metal, Alternative Rock ve Nu-Metal gibi tarzlar açısından nasıl büyük bir ilham ve etkileşim kaynağı oldukları gerçeğini hiçbir zaman gölgelemese de ülkemizde ne yazık ki adları çok duyulmamıştı. Bu sebeple de konsere dair “Ya hak ettikleri gibi bir seyirci olmazsa?” kaygıları da mevcuttu. Daha fazla dağıtmadan konsere gelelim. Alt gruplar Nekropsi ve Kurban olarak açıklanmıştı. Kapı açılışı ve Nekropsi’nin sahne alması sırasında mekanda az bir kalabalık vardı, herkes oturaklarda oturmuş bekliyor vaziyetteydi neredeyse... (Bu arada grubun tişört ve poster standı da kuruldu. Standdaki yabancı ablamız ise pek bir şekerdi.) Nekropsi, çok az sayıda seyirciye çaldı ama haklarını vererek çaldılar. Bu sırada sahne önüne Nekropsi’yi izlemek için Mike Patton’da uğramış ama bir anda kendisine yönelen yoğun ilgi sebebiyle tekrar sahne arkasına geçmiş. Nekropsi’nin performasından sonra artan kalabalık ile mekan hafiften dolmaya başladı ve Kurban sahneye çıktı. Açıkçası performanslarını Deniz’in durgunluğu sebebiyle biraz ruhsuz buldum. Onun dışında güzel çaldılar ama özellikle Deniz lütfenine sahnedeymiş gibiydi ki birkaç şarkı sonrası “Biz de sizin gibi bir an önce Faith No More izlemek istiyoruz.” diyerek sanki bu durumu doğruladı. “Üçüncü defa gerçek bir grubun önünde çıkıyoruz.” anonsu ise alkış aldı ve performanslarını “en sevdiği grubu izleyeceğini” söyleyerek bitirdiler. Uzun, upuzun, bitmek bilmeyen bir bekleyiş başladı. Kurban sahneden indiğinde saat 21:00 civarındaydı. Bu arada sahne önü ve arkası birkaç saat önceki tedirginlik veri-

ci derecede az seyirci sayısından arınmaya ve dolmaya başlamıştı. Tabii yine Maçka Küçükçiftlik Park’ın kronik sorunu olan sahneye ters eğimli zeminin zararları başrole geçmişti, önümüzdeki uzun boylular ve bonus kafalılar sayesinde yine ayak ucunda çeşitli açılımlar yapmak zorunda kaldık. (Bu mekanda en rahat görülebilecek yer sanırım sahne önünün ön demiri...) Grubun bu turnede kullandığı devasa kırmızı perdelerle hazırlanmış şık sahne dekoru bir anlamda da sadeydi. Uzun süren soundcheck işlemlerinden sonra saatler 22:00’yi gösterirken ışıklar kapandı ve yıllardır beklenen grup, Faith No More sahneye çıktı. Bu turnenin her konserinde ilk olarak çalınan, yeniden birleşmelerine atıfta bulunan Peaches&Herb şarkısı Reunited ile konsere giriş yaptılar. Mike Bordin dışında tüm grup takım elbiselerle sahneye çıkmıştı. Mike Patton ise elindeki bastonu ve güneş gözlüğüyle tam bir “mobster” havasındaydı. Yakışmış tabii... :) Şarkıda yaptığı vokal numaraları ise direk alkış topladı. Reunited oldukça naif ve sakin bir giriş oldu ama hemen ardından giren From Out Of Nowhere ile birlikte grupta seyircide fişeklenmişti. Ardından Land Of Sunshine, Caffeine ve Evidence ile coşku daha da arttı, grubun en delişmen şarkılarından Surprise!You’re Dead ise en çok eşlik alan parçalardan birisi oldu. Konserin başında Roddy Bottum’un dediği gibiydi herşey; “Biz Faith No More’uz, siz İstanbul’sunuz ve biz aşığız.” Seyirci yıllardır aç olduğu grubu hayranlıkla izliyordu ki orada duyduğum çeşitli cümleler buna ayrı kanıttılar. (Burada yazamayacağım o cümleleri tabiii... :) ) Ard arda suratımızda patlayan klasikler, grubun temiz performansı ve özellikle deli dahi Mike Patton’un müthiş sahnesiyle daha da güzelleştiler. Digging The Grave, gruba iletilen yoğun istekler ile setliste girmiş olmasından dolayı herhalde, sekizinci şarkı olarak çalındı ve yine yoğun eşlik aldı. Mike Patton’dan biraz daha bahsetmek gerekirse, kesinlikle gördüğüm ve izlediğim en iyi vokalistti. Vokallerini şahane olarak yapması bir yana, sahne hakimiyeti, seyirciyi avucuna alışı ve hele yaptığı espriler ile kendisine hayran bıraktı. Ashes To Ashes’ten önce “Sıradaki şarkıyı birisine ithaf etmek istiyoruz ama burada kimseyi tanımıyoruz.” dedikten sonra birden, mekanın üstündeki ağaçlara tırmanmış elemanlara spotu yönlendirip, onlara “yaratık” demesi ve ardından gelen kopartıcı diyaloglar seyirciyi bayağı eğlendirdi ve Ashes To Ashes’ın nakaratındaki “I see you!” kısmına “motherfuckers” ekle-


1 1. 2 2. 3.. 3 4. 5. 6. 7. 8 8. 9 9. 1 . 10 1 . 11 12 2. 13 3. 14 4. 15.. 16. 17.

S tlisst Se

Reu R euni eu n ted (P Pea ach c ess & Herb Cove ver)) From m Ou O t Of N Now owhe ow ere e Land Of SSunshin ine e Caf C a feine Evi E vide vi d nce de Surrprris ise! e You’re e De ead ad! Last Cu up Of O Sor o row w Dig iggi g ng gi gT The he Grave ve Eassy (C (Com om mmo odo dore ress Co Cove ver) r) Asshe h s To T Ash shes es Mid dlif dlif i e Crris i es I Sta arte te ed A Joke (Bee Gees es C Cov o er) The Ge G ntle Art Of Ma M king Ene emi m es King For or A Day Be Aggre essive E ic Ep Just A Man

Encore: 18. Chariots Of Fire re/S / tripsearch Encore 2: 19. Midnight Cow wbo oy (J ( oh o n Barry Co over) 20. Cuckoo For or Cac aca ac a



yip, ağaçtakileri göstererek söyledi. Yine Patton, mekanın karşısında yeralan gökkafes hakkında da espri yapmaktan geri duramadı. Patton’un seyirciyle diyalogları sırasında sık sık Roddy Bottum ile paslaşması da dikkat çekti. Konserin sonlarına doğru küçük bir tatsızlıkta yaşandı, sahneye yollanan Türk bayrağı tişörtünü üstüne giyen Patton’a görevlilerden birisi uyarı yapmaya çıkıştı fakat Patton’dan bekleneceği tarzda bir ayarla karşılık aldı. Grubun hit parçalarından The Gentle Art Of Making Enemies ve Epic’te fazlaca eşlik aldı, Midlife Crises’te grup çalmayı bırakarak bir süre seyirciye şarkıyı söyletti, King For A Day konserin en melankolik anlarına sahne oldu, I Started A Joke ve Easy, Patton’un her tarzı kotarabildiğinin canlı kanıtları olarak hafızalara kazındı, Just A Man’de Patton sahne demirlerine inerek bir-iki kişiye şarkıyı söyletti tabii bir kişi hariç mikrofonu tuttuğu herkes herhalde heyecandan dilsiz konuma geçti. :) Just A Man sonrasında sahneden inen grup, iki defa bise çıktı ve Chariots Of Fire eklentili Stripsearch ile Midnight Cowboy’u çaldı. Konserin kapanışı ise setlistte yazan We Care A Lot yerine hayvani parça Cuckoo For Caca ile yapıldı ki söz konusu şarkıyı bilen dinleyiciler bunun nasıl bir “tokat” olduğunu tahmin ederler... Alkışlar eşliğinde sahneden ayrılırken Faith No More arkasında mahvolmuş ama oldukça mutlu bir seyirci bıraktı. (Mike Bordin ise kendini seyirciden sakındı, biraz suratını gösterseydin be güzel abim? :) )

Bu sene birçok konser izledim. Hayatımın gruplarından saydığım grupları da izleme fırsatım oldu. Ama içtenlikle söylüyorum ki bu senenin en güzel konseri Faith No More konseriydi. Grupça performansları çok çok iyiydi. Gelenler bir tarihe tanık oldu ve gezegenin en büyük gruplarından birisini izledi, gelmeyenler ise çok şey kaçırdılar. Kısacası hem sahne şovu, hem performans, hem de eğlence açısından bu senenin bence en iyi konseriydi ve bu konseri aşacak bir etkinlik bu sene olmaz, sanmıyorum. Ben Faith No More izledim. Mutluyum, huzurluyum.


EMRE DEDEKARGINOĞLU


Death Metal gibi nihilist ve ekstrem bir tarzı daha sanatsal tabana oturtarak özellikle ‘90larda kendi zirvesini yaşayan ve artık günümüzde eski görkeminden biraz uzaklaşan Melodic Death Metal tarzı, her zaman İskandinav yarım adasıyla ilişkilendirilmiş olmasının yanında, yarımadadan zilyonlarca grup çıkartmıştır. Türün en büyük grupları olarak kabul gören At The Gates ve Dark Tranquillity’nin “kendilerini” bulana dek yaptıkları albümlerinde ortaya çıkan sanatsal Death Metal anlayışı, ’95 senesinde Slaughter Of The Soul ve The Gallery albümleriyle türün dönüm noktasına ev sahipliği yapmış ve senelerce kullanılacak melodileri ve fikirleri vermişti. Bu iki albümün sonradan gelen grupları ne derece etkilediğini detaylıca açıklamaya gerek yok, çünkü her dinlediğimiz Melodic Death Metal albümünde bu albümlerden az biraz bulunuyor. Özellikle Slaughter Of The Soul ile At The Gates’in açtığı yol, In Flames gibi birçok gruba önderlik etmiş, ardından Metalcore gibi türlerde de etki sahibi olmaya başlamıştı. Tabii, At The Gates ve Dark Tranquillity’nin iki albümle fethettiği tarz, zamanla tür değişimine giden öncü gruplar ve müzikal açıdan karbon kopya olan sürülerce yeni grup sebebiyle gerilemeye başlamıştı. Dark Tranquillity’nin Projector albümüyle

kendi müziğinde yaptığı devrim, ‘95’teki albümler kadar ses getirmemişti. In Flames, tür içinden çıkıpta en fazla ticari başarı elde eden grup olmasına rağmen her yeni albümüyle Melodic Death Metal’den daha fazla uzaklaşarak kimilerine göre Metalcore kimilerine göre de Alternative Metal sularında yüzmeye başlamıştı. İsveç ve Finlandiya ise sürekli yeni gruplar çıkartmaya devam ettiler ama tarzın sınırları çizilmiş etkileşim çevresini genişletmeye çalışan fazla bir grup çıkmaması yanında tarzın Metalcore/Deathcore gibi tarzlarla da etkileşime girmesi sebebiyle Melodic Death Metal günümüzde hala popüler olması dışında eskisi kadar yeni birşey sunamaz hale geldi. Dolayısıyla türü takip eden kişiler artık tamamen var olan formüller içerisinde müzikalitenin yüksek olduğu gruplara yönelmeye başladı. Melodic Death Metal’in “klasik” olarak sayabileceğimiz, -core tarzlarla etkileşime girmemiş yapısını benimseyen gruplar, At The Gates, Dark Tranquillity, ilk dönem Sentenced, Amorphis, In Flames ve Opeth gibi gruplardan aldıklarını müziklerine yedirerek yollarına devam ediyorlar. Insomnium’da tam bu noktada yer alan bir grup... ‘90ların sonunda kurulan ve ilk albümünü 2001


senesinde yayınlayan, genç bir grup olarak sayabileceğimiz Insomnium, özellikle son iki albümüyle adını yeraltı çevresi kadar ana akım sahnesinde de sıkça duyurmaya başladı ve dakika başı beş MeloDeath grubunun kurulduğu Finlandiya’nın çıkardığı önemli gruplardan birisi haline geldi. Doksanlar İskandinavyasının Death Metal’e getirdiği yaklaşımı ikibinlere taşıyan grubun tutulmasında en büyük etkenlerden birisinin bu olduğunu da söyleyebiliriz. Insomnium müziği kuralına göre yazlıp çizilmiş ama dinleyiciyi çeken bir müzik açıkçası... Kimi zaman Doom Metal kokulu senfonik sampleların ya da Opeth/Amorphis tarzı akustik pasajların atmosferi desteklediği, At The Gates/In Flames usulü coşkun melodiler ile Dark Tranquillity kokulu melankolik tatların Swallow The Sun gibi

hemşeri grupların Doom Metal anlayışıyla birleştiği karanlık ve duygulu bir müzikleri var ve en güçlü silahları da bu formülü başarıyla uygulayan gruplar arasında olmaları... Ki etkilendikleri grupların çoğu zaman zaman tarz değişimine giden gruplar olduğu için, Insomnium’un “old school” anlayışı söz konusu grupların tarz değişikliğine gidilmeyen hallerini seven dinleyiciler için de önemli bir tercih sebebi oluyor. Grubun 2006’da yayınladığı ve genel olarak beğeni toplayan Above The Weeping World’den bu yana üç sene geçti ve grup yeni bir albüm ile tekrar karşımızda... Kariyerlerinin dördüncü albümü olan Across The Dark, öncülünün bıraktığı yerden Insomnium’un müzikal macerasını devam ettiri-


yor. Grup albüm kayıdı sırasında bir blog açmış ve sürekli güncellemişti, ki bu arada grubun gitaristi Ville Friman, yeni albümün “son iki Amorphis albümü ve Amok/Down dönemi Sentenced etkileşimli şarkılar içereceğini” belirtmişti. Peki Across The Dark bizlere neler sunuyor? Genel olarak bakarsak, Insomnium cephesinde pek sıradışı yenilik yok. Grup, önceki üç albümde sunduğu formüle sadık kalmaya devam etmiş. Dolayısıyla önceki üç albümü beğendiyseniz bu albüme de kolayca ısınmanız mümkündür.Grubun alıştığımız katmanlı gitar melodileri kullanımı ve At The Gates ve Amorphis yoğun olmak üzere Dark Tranquillity, Sentenced ve Opeth etkileşimleri yine mevcut bu-

lunuyor. Grup bu durumu, temmuz ayında yapılmış bir röportajlarında “Albüm Above The Weeping World’un doğal devamı oldu... Süre olarak uzun şarkılar ortaya çıktı ve agresifliği kamufle ederek daha çok sertliğe ve “doom” hissine odaklandık. Tamamen doğal bir süreçte gelişti, dolayısıyla gerçekten bir sound değişimine çalışmadık.” şeklinde açıklamış. Bu durum grubun tempolu yanını sevenler çok korkutmamalı, şarkılarda At The Gates/In Flames etkileşimli tempolu bölümleri hala bulunuyor fakat grup üyelerinin dediği tarzda bir rafineleşme bulunuyor. At The Gates kokan bir riffin ardından Amorphis tadında daha rahat bir melodi girebiliyor ya da sert rifflerle giden şarkı-


lar birden klavye ve akustik gitar eşliğinde daha sakin kısımlarla ilerleyebiliyor. Albümde ayrıca eskiye göre daha fazla temiz vokal kullanılmış ve klavye kullanımı da biraz artmış. Temiz vokallerde Niilo Sevänen’e Profane Omen ve Enemy Of The Sun gruplarından Jules Näveri eşlik ederken, klavyeleri de Swallow The Sun’dan Aleksi Munter üstlenmiş. Klavye kullanımının yoğunluğu ve başarısı albüme farlı bir derinlik katmış. Insomnium’un her albümünde sunduğu

epik ve yoğun melankolik atmosfer bu albümde de kendisinden birşey kaybetmemiş görünüyor. Albümde en çok öne çıkan parçalar Amorphis’i andıran başarılı nakaratıyla ve ezici riffleriyle Where The Last Wave Broke, melankolik kapanış parçası Weighted Down With Sorrow, At The Gates etkileşimli Down With The Sun ve Against The Stream ve dokuz dakika süren progresif eğilimli The Lay Of Autumn oluyor.


Küçük bir subjektif eleştiri vermek gerekirse, grubun Above The Weeping World ile yükselttiği standartın getirdiği baskıya hak vermemek elde değil ve Across The Dark, biraz Above...’un gölgesinde kalan bir albüm olmuş. Grup, Above The Weeping World’de öyle sürükleyici ve bütün bir albüm yaratmıştı ki, zaten bu albümü geçmeleri zor olacaktı. (Onca internet sitesinde birden “Abi Insomnium diye bir grup var, duydun mu?” kasırgası yaratmış bir eserdi, kolay değil... :) ) Across The Dark’ta beklentileri gayet karşılayan bir albüm olmasına rağmen, misal bir In The Gro-

ves Of Death gibi “büyük” bir şarkı bulundurmuyor. Toparlamak gerekirse, özellikle Amorphis ve At The Gates sevenler bu albüme de göz atabilirler. Finlandiya’dan çıkan sürüyle Melo-Death Metal grubu arasında, Insomnium ışıldamaya ve öne çıkmaya devam ediyor. Mevcut kariyerleri içerisindeki “masterpiece”lerini bence Above The Weeping World ile vermiş olsalar da Across The Dark’ta kendisini gayet dinlettiren ve dinleyiciyi çeken bir albüm...


İPEK

- “ALBÜM” çıkalı neredeyse 7 ay oldu nasıl tepkiler aldınız dinleyiciden? Evren: Albüm’e tepkiler çok iyi oldu, sound’a ve müzikal bütünlüğüne çok iyi eleştiriler aldık. Ayrıca FOMA’ya eşlik eden uluslararası sanatçıların da bu bütünlüğü bozmadan müziğimize katkıda bulunmaları ve bizim grup olarak bu birlikteliklerin hakkını vermiş olabilmemiz övgü alan unsurlardan bir kaçıydı. Batur: Zamanla değerinin anlaşılacağını düşündüğümüz “Albüm”ün, şimdiden ne olduğunun farkına varılmış olması bizi gerçekten çok mutlu ediyor. Uğraştığımıza değiyor, oluyor o zaman. Teşekkürler herkese… Tanju: “ALBÜM”ü dinleyince biz çok iyi tepki verdik, en önemlisi bu. Büyük ailemiz ve tanımadığımız kişilerden de bizi gurulandıran tepkiler aldık, bu da bize yenileri için aşk verdi.

- “ALBÜM” çıkar çıkmaz sizi sahnelerde görmeyi beklerken Rock’n Coke’ta Coca Cola Zero sahnesinde headliner olana kadar hiçbir yerde göremedik..? Murat: Bir karar aldık, teknik ve tanıtım’ı yeterli olmayan hiçbir yerde sahne almayalım diye. Bize gelen teklifler içerisinde en uygun olanı Rock’n Coke olduğu için beklemenin daha doğru olduğuna inandık. Biraz zaman aldı ama beklediğimize değdi. Tanju: Albümümüze gösterdiğimiz özeni, hatta mümkünse daha fazlasını konserlere göstermek istiyoruz. Albümü dinlemiş ve konsere gelen birinin konserde yeni birşeyle karşılaşmasını hedefliyoruz, dolayısıyla bu kaygımıza cevap verecek her konsere gönül rahatlığıyla çıkacağız. - Peki, grup bu süreç içerisinde neler yaptı? Murat: Sürekli üretim ve provalar devam ediyor.


2009’un ilk yarısında bizi bir albüm ile selamlayan FOMA ile projeleri hakkında bir röportaj gerçekleştirdik. “Albüm” şarkılarını sahnede nasıl en iyi yansıtırız diye kafa patlatırken, diğer taraftan bir sonraki albümün çalışmalarına başladık. Evren: İkinci FOMA albümünün müzikal içeriğini oluşturacak parçalar üzerinde çalışmaya başladık. Bu yeni parçaları ilk etapta konserlere hazırlıyoruz. Konserlerde bol bol çalıp ikince albüme o şekilde dahil etmek düşüncesindeyiz. Batur: FOMA’nın müzikal filozofisini de yeniliyoruz, çünkü hayat ilerliyor, biz de öğreniyoruz, gelişiyoruz. Update’ler yeni açılımlar kazandırabiliyor bazen… Tanju: Müzik... - “ALBÜM” iki ay önce Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’da satışa sunuldu. Yurtdışından nasıl tepkiler alıyorsunuz? Murat: Yurtdışından gelen ilk sipariş aşağı yukarı

Türkiye’de satılan albüm sayısı kadar oldu. Bu tabii ki bir yandan şaşırtırken, diğer yandan bizi çok mutlu ediyor. Esas şaşırtıcı olan, sonbaharda satışa sunulacakken, gelen talep üzerine bunu yaz aylarına çekmeleri oldu. Bunların hepsi çok olumlu gelişmeler. Yine de daha yolun çok başındayız. Bakalım neler olacak. Evren: Bir müzik grubunun kendi ülkesi dışında da albümünün satışa sunuluyor olması çok gurur verici. Bu yukarıda senin de saymış olduğun ülkelerin yanına bir kaç yeni ülke daha eklenecek. Zamanla göreceğiz. Yurtdışının bize daha değişik kapılar açacağını her zaman düşünmüşüzdür. Batur: Başlangıçtaki hayalimiz buydu, mümkün olduğunca global bir ses yaratmak. Bu hayalimizin yavaş yavaş gerçekleşiyor olması müthiş bir şey. Ülkemizin dışında da “Albüm”ün sevenlerinin olması, dünyada bizimle aynı hisleri paylaşan birçok kişi


olduğunu gösterir. Rock hep sınırsızdı, dünyadaki herkesindi, albümümüzün de bu standartta yer aldığını gösteren minik işaretler müthiş... Dışarıda daha da sevilecek olması aramızda konuştuğumuz bir şey, keşke ilerde herkesi daha da kucaklayan şeyler yaratabilsek. - Rock’n Coke seyirciyle buluştuğunuz ilk konser oldu, bir nevi lansman diyebiliriz. Sizin açınızdan nasıl geçti? Memnun musunuz? Murat: Rock’n Coke memlekette tek gerçek uluslararası standartta gerçekleşen festival. Biz bu sene davet almış olmaktan büyük gurur duyduk. Buna bir ön ısınma diyelim. Festivalde sonbaharda yapacağımız show’un bir nevi teknik ön provasını yapmış olduk. Konsere gelenler hep bir ağızdan şarkıları söyleyerek bizi çok mutlu ettiler. Şimdi sıra sonbaharda yapacağımız lansmanda. Evren: Gayet güzel geçti konser, öncelikle tüm gün eğlendik, hep birliktedeydik, gecenin sonunda da performansımızı yapıp günün yorgunluğunu attık. Batur: İlk konserimizin böyle bir festivalde olması gurur vericiydi. çok iyi hissettik orada olduğumuz, bizi sevenlerle vakit geçirdiğimiz ve onlara çalıp beraber coştuğumuz için. Umarım hep böyle güzel günler yasarız… Çok teşekkür ederiz organizasyona, sağ olsunlar bize bu imkanı çok da hoş bir jestle sundukları için… Tanju: İlk konser her açıdan bilgilenmemizi sağladı. - Önümüzdeki günler için planlarınız neler? Murat: Çalışmaya devam... Klip çekimi, yeni şarkı üretimi, stüdyoda kayıt ve sonbahardaki konserlere hazırlık. Ağustos ve Eylül ön hazırlıklarla yoğun geçecek. Batur: Yapacak çok iş var, stüdyoda çalışacağız, bekleriz. Tanju: Yola devam... - İmkan olsa hangi festivale çıkmak isterdiniz? Tanju: “Monsters of Rock”. Evren: Festivaller bir müzik grubu için çok önemli yerler. Olabildiğince yerli/yabancı festivallerde var olmak çok önemli. Örnek vermek gerekirse, “Lollapalooza”, “Roskilde” ve “Glastonbury”... - Son dönemde takip ettiğiniz gruplar, müzisyenler kimler? Tanju: Rammstein, Slipknot, Dragonforce, Poisonblack, Mudwayne, Charon, Warren Evren: Yerli müzik gruplarının çoğunu dinlemeye gayret ediyorum. Yabancı müzik gruplarından ise son dönemlerde en sık dinlediklerim Fransa’dan Demago, Belçika’dan Soulwax, İngiltere’den Pendulum, Amerika’dan God Lives Underwater ve dalında başarılı rock ve pop müzisyenleriyle birlikte konserler veren Metropole Orchestra.



MELİS SARILAR


Bu sıradan bir hikayeydi diyemem. Bir grup insanın ruhlarını bir denizaltıyla yeryüzüne yollaması pek sıradan bir şey olmasa gerek, hele de o ruhların birbirleriyle yakından uzaktan alakası bile yoksa… Roll upsatisfaction guaranteed, roll up for the mystery tour. The magical mystery tour is hoping to take you away, Hoping to take you away.

JOHN 50li yıllarda Elvis Presley’in kışkırtıcı sesinin hüküm sürdüğü ergen odalarından birinde, plakçalar başında binlerce hayal kuran ergenlerden biriydi John. İpe sapa gelmez ruhunu bu müzikle paketliyor, müziğin etkisinden çıktığı anda bu paketi parçalayıveriyordu. İçindeki milyonlarca patlama, bir anlık sakinlik anlarını bile kıskanıyor, John’un tümüyle onunla ilgilenmesini istiyordu. Nitekim ilgileniyordu da John; vaktinin çoğunu türlü yaramazlıkla geçiriyor, ortalığı birbirine katıyordu. Serserilik üzerine yapışmış kalmıştı. Hoş çıkarmak da istemiyordu. Bazılarının milattan öncesi milattan sonrası vardır. John’un miladı gitardı. Onun ki tek cümlede şöyle bir şeydi: Ve John gitarıyla tanıştı, sonra puff! John kaybolmuştu.

PAUL Her ailenin bağrına basabileceği bir tipleme vardır. Bu tiplemenin belirli sıfatları ebeveynlerin gönül tellerini titretir, gözlerini doldurur. Sıfatlara şöyle örnek verebiliriz: Akıllı, uslu, çalışkan, terbiyeli, saygılı, vs… Paul bu sıfatları içinde barındıran yegane insanlardandı. Müzisyen olan babasının katkılarıyla o da bu işin içine girmeye karar verdi. Gitar çalmak istiyordu fakat solaktı, bu da işleri zorlaştırıyor, cesaretini kırıyordu. Oğlunun bu durumunu gören babası gitarın tellerini ters taktırdı ve kaçınılmaz son oldu: Puff! Paul de kaybolmuştu.


GEORGE

RINGO STARR

“Zekası var ama çalışmıyor” diye bir öğretmen tabiri vardır . Bu söz aklıma çeşitli sorular getirir: Acaba eğitmenler bu cümlenin üzerine ellerini basıp, yemin mi etmişlerdir? Yoksa bu cümlenin özü farklıdır da ağızdan ağıza aktarılarak bu hale mi gelmiştir? Bu cümlenin her sarf edilişinde Einstein’ın kemikleri şekilden şekle giriyor mudur? Her neyse, kaynaklara göre George da zekası olan ama çalışmayan milyarlarca öğrenciden birisidir. Gayet sıradan birisidir George. Ne serseriliği vardır ne de genlerden gelen bir müzik yeteneği. Fakat içinde müzik aşkı vardır. 3 sterlinlik bir gitar , kayboluşa bir bilet olur.

Richard, komik, sıcakkanlı, arkadaş canlısı, bazılarına göre sempatik olabilecek bir şahsiyettir. Çocukluğu hastalıklarla ve talihsizliklerle geçmiş fakat bunlar neşeni söndürmemiştir. Neredeyse tüm parmaklarını dolduran yüzükleri grup elemanlarının ona “Rings” lakabını vermesine neden olmuş, daha sonra Richard’ın vahşi batı sevdasından da nasibini alan bu lakap Ringo’ya dönüşmüştür. Beatles furyasına son katılan eleman olan Ringo Star’ın kayboluşu gitardan olmamıştır. Ritmlerin büyüsüne kapılmıştır Ringo. İki baget ve sonrası: Puff!


TESADÜFLER? MUCİZE? NASIL İSTERSEN Birbirinden farklı bu dört kişinin bir araya gelmesi kolay olmadı elbette. Paul’ün gitarları akort edişiyle o dönem gitar akordunu bile bilmeyen Quarrymen grubunun elebaşı John’u cezbetti ve gruba alındı. Paul otobüse parası kalmayınca ona yardım eden George’un annesinin sayesinde George’un müzik aşkını öğrendi. George, başta alınmadığı Quarrymen grubunun işlerini yılmadan yaparak,as üyelerden biri olma hakkını kazandı. Ringo saçlarını öne taraması ve sakalını kesmesi karşılığında Beatles’a kabul edildi. Aslında onların hikayesi disiplinli bir disiplinsizlik örneğiydi. Kendi içlerinde kurdukları bir disiplin vardı. Gerisi boştu, düzen umurlarında değildi. Onlar “Sir” ünvanı alışlarını kraliçenin yanında değil, haplardan boğulan midelerini boşalta-

rak tuvalette kutlamayı tercih etmişlerdi. “ Biz İsa’dan daha ünlüyüz” diyerek içinden gelenleri söyleyenler de “Arka sıradaki seyirciler el çırpın, öndeki zenginler de mücevherlerini şıkırdatsın” diye sisteme öfke kusanlar da onlardı. Onların en ağır sözlerinde bile ironik kocaman bir gülümseme vardı. İnsanları afallatan da buydu. AĞLADIM, BEKLEDİM, ÜMİT ETTİM AMA… Geri gelemeyecekleri apaçık. Olsun, ben bir çiçek dürbününden bu delileri seyrettim. İçten zamanların siyah-beyazlığındaki masum gülümsemelerini gördüm. Onlar toplumun “masum” değerlerini yerle bir edecek kadar masumdular.


EMRE DEDEKARGINOĞLU


Polonya’ya son yıllarda birşeyler oluyor. Daha çok Death Metal ve Thrash Metal sahnesiyle ön plana çıkan Polonya doksanlarda, başta Collage olmak üzere çeşitli progresif gruplarıyla iddialı işler çıkartmıştı. Son yıllarda, özellikle Riverside’ın patlama yapmasıyla Polonyalılar eylemlerini yoğunlaştırmaya başladı. Yazımıza konu olan Indukti de bu gruplardan birisi... 2001 senesinde kurulan grup, 2004’te çıkardığı S.U.S.A.R. albümüyle progresif müzik camiasının ve Riverside vokalisti Mariusz Duda albümdeki Shade ve Cold Inside şarkılarına vokal yaptığı için Riverside hayranlarının dikkatini çekmişti. Genelde enstrumental bir müzik yapan grup, şarkılarında kullandığı arp ve keman gibi farklı enstrumanları başarılı bir şekilde kullanması ve ilgi çekici kompozisyonlar üzerine gitmesiyle de öne çıkmıştı. Aradan geçen beş sene sonrasında grubun yeni albümü IDMEN elimize ulaştı. S.U.S.A.R’ı dikkate alarak farklı birşeyler bekliyordum açıkçası ama bu kadar beklemiyordum diyebilirim. Zira albümün S.U.S.A.R ile benzerliği çok az... (Sırf bu yüzden albümü geçen ay kritiklemeyi düşünürken bu aya atmak zorunda kaldım. :) ) Öncelikle belirtmek gerekir ki, karşımızda oldukça deneysel ve değişik bir albüm var. Progresif/deneysel müziklere çok aşinalığınız yoksa dinlemesi işkence gibi olabilecek derecede komplike ve değişken şarkı yapılarını takip eden besteler bulunuyor. Yani karşınızda kocaman bir ses duvarı var ve içinden geçmeniz zaman alıyor. Şu an albümü kritiklerken bile yüzde kaçını yakalayabildiğimi sürekli düşünüyorum açıkçası, böyle bir albüm işte karşımızdaki... :) Grubun King Crimson temelli müziğinde Tool, Dream Theater, Opeth, Enslaved, In The Woods, Ozric Tentacles gibi önemli gruplardan esintiler yakalamak mümkün... IDMEN’de de şarkılar çoğunlukla emprovizasyona dayalı ve üç şarkı dışında


enstrumental yapıda gidiyorlar. Oldukça geniş etkileşim yelpazesi içeren şarkılarda yoğun keman kullanımından etnik müzik etkilerine kadar fazlaca fikir cömertçe kullanılmış. Albümün açılışını sekiz dakikalık Sansara yapıyor. Keman partisyonlarının ön plana çıktığı şarkı, Enslaved ve Dream Theater etkili sert melodilerle ilerliyor ve beşinci dakika sonunda keman eşliğinde Shining’in akustik partisyonlarını andıran hüzünlü ve sakin kısım ile son buluyor. Tusan Homichi Tuvota, vokallerde Sleepytime Gorilla Museum’dan Nils Frykdahl’ı bulunduruyor. Etnik müzik nameleriyle başlayan parça, Tool etkili sert gitar melodileri ve agresif bateri partisyonlarıyla yerini albümün en kısası Sunken Bell’e bırakıyor. Ürpertici klavyeler eşliğinde vurmalı çalgılar içeren, Nile’in Ambient çalışmalarını daha doğrusu Eski Mısır ritüellerini andıran bir parça olan Sunken Bell’in ardından gelen ...And Who’s The God Now?! ‘da öncülü gibi vurmalılar eşliğinde başlıyor,

Orta Doğu atmosferini taşıyan melodiler, saz kullanımı, ezici ve karanlık gitar riffleri ve dengeli bir bas/bateri uyumuyla albümün en güçlü parçalarından birisi oluyor. Rootwater grubundan Maciej Taff’ın yer yer fısıltı yer yer de brutale kaçan dinamik vokalleri de şarkıya ayrı bir boyut veriyor. Indukted, Dream Theater kokulu sert, agresif ve Wawrzyniec Dramowicz’in ilginç zil oyunları ile desteklenen melodilerle açılıyor, teknik bir yapıda devam ediyor. Sert melodilerin arkasına gömülen yerel enstruman sesleri, aksak ritm içeren partisyonlar ve değişik ses denemeleri ile ilerleyen şarkı, sert melodiler ve ardından giren etnik cimbalom tınılarıyla son buluyor. Aemaet, Indukted gibi sert bir şekilde başlıyor ve oldukça karanlık ve uğursuz tınılar taşıyor. Üçüncü dakikada giren kısa cimbalom solosu ve bas gitarın hakim olduğu partisyon, arkaplanda yine karanlık klavye nameleriyle destekleniyor, şarkının kapanışını ise buram buram Opeth kokan sert melodiler yapıyor. Nemesis Voices, Aemaet’in sonundaki cimbalom


sesleriyle başlıyor ve Tool kokan sert gitar melodileri ile devam ediyor. Albümde vokal içeren son şarkı olan Nemesis Voices’de vokalleri Prisma grubundan Michael Luginbuehl üstleniyor, yer yer Steven Wilson gibi duyulduğunu da eklemek gerekiyor. Şarkının ortasında yer alan Shining/Opeth karışımı akustik kısım ise şarkının karanlık havasına artı bir katkıda bulunuyor. Bir yanda sert gitarlar diğer yanda arka plandan gelen örülmüş ses denemeleri ile şarkının atmosferi ürkünçleşiyor. Ninth Wave ise kuş ve dalga sesleri ile arkadan gelen etnik enstrumanlar ile farklı bir ambiyans sunarak başlıyor, ardından giderek sertleşen bir yapıyla Riverside kokan sert gitar melodileri giriyor. Şarkının inişli çıkışlı yapısı sürekli farklı açılımlarda gidiyor. Trompet ve kemanın karşılıklı geldiği partisyonlar ağır bir hava yaratırken, arka planda bateri ve bas partisyonları caz tatlarıyla şarkıya derinlik katıyorlar. Şarkıda tekrar sert gitarların ve agresif vuruşların girdiği yerde hüzün dolu keman nameleri de şarkıya yön veriyor. Kesinlikle

albümdeki en iyi ve etkileyici şarkı olarak öne çıkıyor Ninth Wave ve başlangıcındaki gibi kuş ve dalga sesleriyle albümü sona erdiriyor. Açıkçası, Indukti içine girilmesi oldukça zor ama bir o kadar da güçlü bir albüm yapmış. S.U.S.A.R ile karşılaştırmaya gitmemek gerekiyor, çünkü çok farklı noktada bulunuyor. IDMEN kesinlikle bu sene içinde çıkan en güçlü albümlerden birisi olmaya aday gözüküyor. Arkaplan müziği yapılamayacak derecede yoğun bir albüm ve grup sınırlarını fazlasıyla zorlamış. Çok boyutlu ve katmanlı şarkılar, nakış gibi işlenmiş farklı sesler sebebiyle albümün dibini görmek için fazlaca dinlemek gerekiyor. Şu an bile albümü anlatmaya çalışmama rağmen, birçok farklı detayı kaçırmış olabilirim, mazur görünüz. :) Rahatça diyebilirim ki Indukti ikide iki yapmıştır. Bu albüm ile yükselttikleri seviyeyi gelecek albümlerinde koruyabilecekler mi, hatta daha da ileriye götürebilecekler mi, şimdiden meraklandım doğrusu...


MELİS BALCILAR

“İskelede karşılasmıştık. Sisli bi gündü, tanışmıştık. Birdenbire, tepeden inme, hem de çabucak kaynaşmıştık” diye başlar Bulutsuzluk Özleminin 1986 tarihli ilk albümlerindeki efsane şarkı. “Evinde Gitarın var mı? Gel Öyleyse!” diye de devam eder nakarat.. Kaynaşıp arkadaş olmak için belki de sadece bir gitara sahip olmanın yettiği, birlikte müzik yapmanın zevkine belki de en çok varılan 90’lı yıllardan kalma bir slogandır bu hatta... 90’larda bir kişinin gitarı kapıp etrafında vokal yapan veya bas gitar-davul çalan müzik tutkunu başka birisiyle grup kurup, kalabalık olarak müzik yapması çok daha özel ve nadir bulunan bir durumdu sanki. Gitar kardeşliği diye durum vardı hatta. Gitar çalan iki kişi biraraya geldiğinde heyecanlı bir hava sarardı ortamı, o zaman herkese doğum günü hediyesi gitar alınmazdı ne de olsa tabii. Anne-babaya yalvar yakar, harçlıklar biriktirilerek, üzerine uzun uzun hayaller kurularak alınırdı ilk gitarlar. İnternet henüz böyle sınırsız bir bilgi ve materyal küpü olmadığı için, sevilen bütün şarkıların gitar akorları satın alınırdı. Tıpkı şimdilerde bilgisayar üzerindeki hazır müzik yapım programlarının satın alındığı gibi… Türkiye’de özellikle son 5 yıldır, sürekli yaygınlaşan kolay müzik yazılım ve sanal enstrüman programlarıyla birlikte, bir “evde albüm yapma” çılgınlığı başladı biliyorsunuz. Ben de dahil, çoğu genç müzisyen ve hatta ünlü müzisyenler bile artık bu teknolojik fırsattan fazlasıyla yararlanıp, tüm şarkılarını evde hazırlayıp kaydediyorlar. Malum, müzik sektörü zor durumda, çoğu plak şirketi battı ya da batmak üzere ve kimse kimseye bedavaya albüm yapmak istemiyor. Genç müzisyenlere doğru dürüst şans verilmiyor, desteklenmiyor. O yüzden belki de artık bir kayıt stüdyosuna bile ihtiyaç duymadan, parçaları bu enstrüman yazılım programlarıyla evde kaydedip albüm formatına getirmek çok yaygın. Üstelikte bu hiç de düşünüldüğü gibi zor değil... İhtiyacınız olan şeyler basitçe: bir adet bilgisayar, ses kartı, midi klavye, midi klavyeyle

uyumlu halde kullanbilen yazılım-kayıt programlarından herhangi biri ve bolca “ VST İnstruments ”. VST İnstruments nedir? VST yani Virtual Studio Technology(Sanal Stüdyo Teknolojisi) Steinberg tarafından geliştirilen, ses sentezleyici ve ses efekt eklentilerinin müzik yazılım programları ve sabit disk kayıt sistemleri ile kullanılabilmesini sağlayan, gerçek zamanlı işlem yapabilen bir arayüz standartıdır. VST enstrümanları içinde bildiğimiz gerçek enstrüman seslerinin birebir halleri(davul, bas, piyano, darbuka, yaylılar, aklınıza ne gelirse) ve uzunlu kısalı her türlü dijital, elektronik ses fazlasıyla bulunmaktadır. Bunlar eş zamanlı ses sentezleyen veya varolan örneklenmiş sesleri kullanan enstrüman eklentileridir. Yani canlı enstrümanları taklit edip sanal hale getirerek ulaşımını ve akabinde çalımını da kolaylaştırır bu sistem. Böylece midi klavye üzerinde enstüman sıkıntısı çekmeden, çalarım çalamam demeden, sanal olarak her türlü sesi basmanız mümkündür. Mesela kafanızdaki şarkıya önce ritim programlarının yardımıyla bir altyapı hazırlayıp, sonra bas ve klavyeyle destek verip, üzerine de herhangi bir sesle bir melodi çalarak parçayı oluşturmanız bu şekilde mümkündür. Ayrıca tekniği kaptığınız zamanda çok zevkli ve normal canlı enstrüman kayıtlarından çok daha kolaydır. Tabiki elde edilen müzik birebir orjinal, saf sesler kadar doğal olmaz ve duyumda az da olsa yapay yani sanal enstrümanlar oldukları anlaşılır. Ama baktığımız zaman günümüzde çoğu albüm kaydı zaten birebir canlı enstrümanlarla kaydedilmemiştir. Canlı kaydedilenler de vardır tabiki ama neredeyse hepsinde bu programlardan kullanılır, düzeltmeler kopyala yapıştır sistemiyle yapılır ve bazen farklı parçalarda bu eklentilerdeki aynı melodi çizgileri bariz bir şekilde benzerlik gösterir. VST enstrümanların midi ve dijital ses kayıtlarıyla birlikte kullanılabildiği bazı yazılımlar ise yaygın olarak Cubase, ProTools, Logic Pro, Sonar, Ableton Live, WaveLab’dir. Ayrıca Apple bilgisayarlara ait Audio Units, Linux’a ait LADSPA ve DSSI, Microsoft’a ait DirectX ve benzeri farklı yazılım ve enstrüman teknoloji sistemle-


ri de mevcuttur. Bu ve bunun gibi kayıt-yazılım programlarını bilgisayarınıza kurmak için sağlam bir CPU(computer processor unit), RAM ve hard diskiniz olması gerektiğini unutmayınız tabiki. Zira yazılım ve programlar ücretli satılmakla birlikte kapladıkları yer de oldukça fazladır. VSTler aynı zamanda içinde kendi efektlerini de barındırır. Bunlar dijital ses kayıtlarını kendi özellikleri doğrultusunda işleyip dönüştürür ve istediğiniz her türlü efekt ayarını yapabilmenizi sağlarlar. Gitarı ses kartına ya da mixere bağlayıp oluşturduğunuz parçanın üzerine çaldınız mesela, bunu yaparken ekstra pedal kullanılmanıza gerek kalmaz. İstediğiniz delay(gecikme), dengeleyici(equalizer, E.Q), distortion, eko(reverb), kompresör vb. efekt ayarlarınızı, kaydettikten sonra program üzerinden yapabilirsiniz. Aynı şekilde çaldığınız diğer tüm enstrümanların da tabii... Daha önce de dediğim gibi, çoğu orijinal pedalların yerini tutmaz ama bazen de onlardan daha iyi performans verirler. İşin püf noktası biraz da ayarlardadır. Bu şekilde bazen en kötü parça bile bir prodüksyon harikası haline gelebilir. Bütün bu imkanlara bakınca; kafamızdaki melodileri hayata gerçirmek, şarkıları basitçe kaydedip genişletmek, sırf eğlence olsun diye bile müziğin içinde akmak için harika bir fırsat. İkinci bir kişiye ihtiyaç duymadan, başkalarından beklentiye girmeden belki de… Hatta bu da güzel bir şey belki de… Ama madalyonun öteki yüzünde bir yalnızlaşma, gittikçe sanallaşıp yapaylaşma, çoğulluktan uzaklaşıp subjektif ve egoist bir ruh haline girme olasılığı olduğunu da unutmamak lazım tabii... Şarkının devamında olduğu gibi: “Yapayalnızdım. Ne sis vardı. Ne vapur vardı. Nereden gelmişti. Nerelere gitmişti. Gözlerimi kıstım. Tebessüm etmişti…” Yine de, deniz kenarında çalınan o akustik gitarların verdiği zevk başka nerede var? Canlı müziğin tadı, dokusu ve doğasıyla hiç bir program kıyas kabul etmez şüphesiz. Ama teknolojinin fırsatlarından yararlanmamak ta olmaz. Sonuçta her kapı müziğe çıkıyor. Müzik doğadan geliyor, kulağımıza yerleşiyor ve yine de doğadan varolan seslerle dışarı çıkıp, tekrar doğaya geri dönüyor. Bu hazzı es geçmemek lazım… MELİS BALCILAR www.melisbalcilar.com melis@melisbalcilar.com




ANABIS Almanya’nın Marillion’ı sayılabilecek, pek duyulmamış müzik dünyasını epey gerilerden takip etmiş bir grup. Zaman zaman Genesis etkilerini üzerinde taşıyan senfonik yapıdaki besteleriyle tutunmaya çalışmış bir yandan da 80’lerin başlangıcında revaçta olan neo-prog dünya-

rek döneminde gerekse de günümüzde olsun pek tanınmamış gruplardandır. Bu grup hakkındaki en önemli bilgi Demis Roussos ve ünlü new age müzisyeni Vangelis’in bu grubun üyeleri olduğudur. Yunanlı olmaları dolayısıyla ve çok iyi müzik yapmalarına rağmen Avrupa prog müziğinde pek iyi yerlere gelememişlerdir. 68 yılındaki ilk kayıtları “End Of The World”, 72 yılındaki “666” albümü artık klasikleşmiştir ve içerisindeki “The Four Horsemen” adlı şarkı muhteviyatındaki en ünlü şarkısı olmuştur grubun. Vangelis bu grubun kalbi durumundaydı ve hep progressive müzik yapmak istemişti ama geri kalan üyeler çok farklı tarzlara yönelmek isteyince bu Aphrodite’s Child’ın sonu olmuştur. ARTHUR BROWN’S KINGDOM COME

sından da nasibini almıştır. Bu sebeple Marillion’a oldukça benzemektedir. Marillion’un “Script For A Jester’s Tear” gibi bir albümüyle kafa kafaya gidebilecek derecede güçlü bir yapıya sahipken bunu devam ettirememişler ve zaman içerisinde kaybolup gitmişler. Bazen yumuşak tonlarda seyreden şarkıları bir yandan da çok güçlü tınlamakta ve dengesiz bir şekil çizmektedir. 84 yılı “Heaven On Earth” ve hemen arkasındaki “Wer Well” albümü dikkate alınmalıdır. APHRODITE’S CHILD Yunanistanlı, 60’lı yılların sonlarında müziğe başlamış, senfonik rock tarzında eserler vermiş ge-

Psychedelic space müziğin İngiltere’deki neferlerinden birisidir. Alan Parsons ve Hawkwind gibi büyük isimlerle de çalışmış olan Brown psychedelic müziğe yön vermiş ve değişik açılımlar sergilemiştir. Yoğun klavye ve bas soundu, nereden geldiği belli olmayan deneysel ses melodileri ve yankı dolu vokaller bu oluşumun karakteristik özelliklerinden sayılıyor. Sadece bununla kalsa iyi, R&B müziğe de göndermelerde bulunan bu değerli müzik adamı 70’lerde yaptığı iki albümle kült statüsüne erişmiştir. “Galactic Zoo Dossier” ve “Kingdom Come” adlarındaki bu albümler bir dönemi oldukça etkilemiş ve devamında bir sürü grup tarafından taklit edilmiştir. 73 yılındaki “The Journey” albümüyle daha da ileri gitmiş ve başarılarını ikiye katlamıştır. Bu grubun o dönemde oluşturduğu yapı bugün Ozric Tentacles v.b. gruplar tarafından kullanılmaktadır. ASH RA TEMPEL Daha sonra kurulacak The Cosmic Jokers adlı grupta yer almış olan Manuel Göttsching ile eski


Tangerine Dream elemanı büyük synthesizer üstadı Klaus Schulze’nin (yine The Cosmic Jokers’da da yer almıştır.) önderliğinde kurulmuş klasik bir krautrock topluluğu. NEU! ve Can gibi gruplara nazaran ismi daha az duyulmuştur fakat az sayıda albüm üretmelerine rağmen etkileyici kalabilmiş nitelikli krautrock gruplarından da bir tanesidir. Yukarıdaki iki isim birlikte grup kurmuşsa mutlaka dinlenmelidir. Bu iki büyük kompozitör Ash Ra Tempel’ı ilk albümünde o kadar uçurmuşlar ki içerisinde yer alan “Amboss” ve “Tra-

ummaschine” adlı eserler anında klasik oluvermişler. Karmaşık bir ses dünyasından bir boşluğa düşer gibi hissettiren müzikleri, derinlemesine giden karanlığa doğru giden bir yolu da bize göstermektedir. İkinci albüm “Schwingungen”de Klaus Schulze’nin olmamasına rağmen o aynı karanlık yapıyı sergilemeleri takdire şayan. Özellikle “Darkness:Flowers must die”ın derinlikli, ve neredeyse 20 dakikalık “Suche & Liebe”nin o durgun-karanlık yapısı da bu albümün vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Beat şairlerinin en önemlilerinden sayılan Timothy Leary’nin olduğu “Seven Up” albümü ise grubun en iyi işlerinden birisi sayılıyor. Adı üstünde ilk çalışmanın ismi “Space” adını taşımakta. Bırakın ilk 10’u en iyi krautrock albümlerinde ilk 5’e oynayacak derecede güçlü bir çalışmadır “Seven Up”. Psychedelic gitarlar, efektli vokaller ve dehşetengiz bir yapı. Manuel Göttsching Klaus Schulze’nin ayrılmasından sonra grubun ismini kısaltır, Ashra ismiyle ve farklı bir müzikal yapıyla devam eder. Ama 2000 yılında bir “yeniden toparlanma” yüzünden beraber “Friendship” albümünü yayımlarlar. Bu çalışma eski Ash Ra Tempel albümleri-



ne pek benzemiyor. Ne onlar kadar karanlık ne de bir derinlik içeriyor ama yine de güzel bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.

sion caz’ın klasik müzikle ve rock ile buluşmasını güzel sentezleyen gruplardan birisidir. BEGGAR’S OPERA

ATOMIC ROOSTER İngiliz grup muhteviyatındaki progressive rock tınılarını hard rock’la yoğurması sebebiyle ünlenmiştir. Emerson Lake & Palmer’da yer alan ünlü davulcu Carl Palmer’ında kuruluşunda bulunduğu bu topluluk, Vincent Crane’in Hammond org melodileri ile 70’lere damgasını vurmuştur. Crane’in özellikle 70’lerdeki Deep Purple müziğinde kullanılan o belirgin kilise org tonlarını Atomic Rooster sounduna yedirmesi kendilerini bir anda ayrıksı duruma getirmişti. Sert gitar sololar, onunla beraber giden güçlü baslar ve yüzeyde yer alan müthiş org tınıları. Bunların arasına Carl Palmer gibi usta bir davulcuyu da eklediğinizde ortaya çıkan sonuç oldukça tatmin edici oluyor. İlk albüm bu sayılan özelliklerin hepsini bir arada toplamış sanki. 1970 yılı bu albümdeki enstrümantal “Before Tomorrow” gayet o döneme uygun bir çalışma olarak gözükmekte. Vokalist ve davulcu değişimine uğrayıp ikinci çalışma “Death Walks Behind You”u çıkaran Atomic Rooster bu albümde Hard Rock öğelerini daha çok kullanmıştır. Yeni vokalist John Carr’ın sesi ise Deep Purple’ın ilk vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken Crane ise o kaçık Hammond tonlarını sergilemekten geri durmaz. Üçüncü albüm “In Hearing Atomic Rooster” ile yine bekleneni veren grup bir sonraki farklı çalışması “Made In England”da hayranlarını şaşırtmıştır. Bu toplulukta 2000’lerde müziğe devam etmiş fakat çoğu topluluk gibi son zamanlarında pek tutulmamıştır. Sadece kendi kemik dinleyicilerine müzik yaparak devam etmektedir. AQUARELLE Kanada’nın prog dünyasına verdiği tek albümlük nadide gruplarından birisidir. Müziklerinde yer alan saksafon melodileri dışında klavye ve o hüzünlü bir şekilde kulaklara çalınan viyolin’in varlığı bu grubun bestelerinde çok önemli bir rol oynamış. Tek albümleri olan kendileriyle aynı ada sahip çalışmalarını çıkarır birde konser kaydı yapar ve sonra ayrılırlar. Fu-

İskoçların senfonik rock tarzındaki bilinen gruplarından birisi Beggar’s Opera ilk üç albümüyle progressive rock dünyasında hep parmakla gösterilmiştir ama tabii ki ne bir YES ne de ELP olabilmişlerdir. Vokalist Martin Griffiths’in etkileyici ve karakteristik vokalleri, Alan Park ve Virginia Scott’ın klavye ve mellotron’daki ustalıkları grubun müziğine de yansımış, vokalleriyle dikkat çeken ve müzikal yapısında var olan mellotron ve hammond org’un sayesinde de senfonik ağırlıklı bir topluluk olmuşlardır. ELP ve eski dönem Deep Purple albümlerinde kullanılan kilise orgu tonları bu grubun çoğu eserlerinde baskın bir şekilde duyulmaktadır. Gitarların çok ağırlıklı olmadığı Beggar’s Opera grubunun ilk albümü 71 yılında “Act One” adıyla çıkmıştır. Bu albüm çok başarılı bulunmuş özellikle giriş şarkısı “Poet and Peasant” ve gitar soloların oldukça bol kullanıldığı “Raymond’s Road”un bizi aniden klasik müzik ve barok müzik seanslarına dâhil etmesi de bu albümün artı noktalarından. Sanki bir kilise içerisinde dolaşıyormuşsunuz hissini veren müzikleri de bir o kadar nostaljik duygular verebiliyor. Sonraki albümler olan “Waters of Change” ve “Pathfinder” ile başarı anlamında daha da ileri giden bu toplulukta düşüş 70’lerin sonuyla birlikte başlıyor. 96 yılında çıkan “Final Curtain” ile gerçekten de çok kötü bir albüm yapmayı başaran Beggar’s Opera daha çok eski albümleriyle bilinmektedir. BIRTH CONTROL German Rock tayfasının en önde gelen isimlerinden birisidir Birth Control. İlk “Backdoor Possibilites” albümü ile tanımıştım ama tabii ki bu albüm grubun orta dönemine tekabül ettiği için çok detaylı bir bilgi birikimine sahip değildim. O haliyle bir hard rock grubunu andıran Birth Control’un daha önceki albümlerine kulak attığınızda her şey birer birer çözülüyordu. Alman-


ya genellikle krautrock gruplarının diyarı olarak bilinse de caz rock veya diğer progressive rock tarzlarında da biraz söz sahibi olmak istiyordu. Burada bir parantez açmak isterim ki o da İngiltere’nin ve İtalya’nın da bu tarz müzik konusunda Almanya ile kapıştığıdır. Bütün bu çekişmeler arasında Progressive Rock dünyası öyle değişken bir yapı sergiliyordu ki müzisyenler bir yaptığını gelecek albümlerde sergilememeye başlıyordu. Caz rock’ın geçmişi fusion’a yakın müzisyenlerin oluşturduğu gruplarca sergileniyor oluşu bir yana sırf eleman değişikliği yüzünden koskoca bir grubun tarzı da yavaş yavaş etki altına giriyor, bambaşka sulara açılıyordu. Birth Control unun en bariz örneğidir. İlk albümde icra ettikleri caz rock’ın gelecek albümlerde bombardıman şeklinde bir hard rock’a dönüşeceği ve bu grubun da böylece kendi dinleyicilerince efsane kategorisine yerleşmesini engellemeyecekti. Peki, bu grubun sadece bu dönüşümle efsane olması yeterli miydi, elbette hayır. Onun açıklaması ise kendilerinin çok açılımlı müziklerinde yatıyordu. Zaman zaman caz rock diyarlarında geçen müzikleri hard rock kisvesi altında yer yer klasik müzik ve deneysel müziğin sınırlarına da uğradı. Şöyle baksanız dengesiz bir süreç geçiren bu topluluk yaşadığı her değişimden 1977 yılına kadar kârlı çıktı. Aynı adlı ilk albüm, “Operation”, “Hoodoo Man”, “Plastic People ve 1976 yılı albümü “Backdoor Possibilites” ile çok şey başardılar ama 1980’li yıllar onlar için hiç de iyi geçmedi. Bazen saf hard rock icra eden topluluk birçok hayranından da eleştiri almış ve artık geri dönülemez bir yere doğru yolculuk yapmıştı. 1982 yılında ise dağılmış 1995’deki “reunion” sonrasıçıkardıkları albümler de hiç ilgi çekmemişti. En son 2003 yılında çıkardıkları “Alsatian” ise çok yanlış bir hamleydi onlar için. Ama german rock denilince, Birth Control akla gelen ilk gruplardan biridir. Davulcu vokalistleri bile vardır. Alman hard rock’ını seviyorsanız zaten yolunuz bellidir.

BLACKWATER PARK Almanya’nın krautrock arenasında tek albümle ortaya çıkmış ve daha sonra kaybolmuş gruplarından birisi. Saf krautrock yaptıkları zannedilmesin çünkü müzikleri oldukça farklılık arz ediyor. Bugün sert blues rock dediğimiz bir tarzı geçmişte 70’lerde onlar çok güzel uygulamıştır. Çift gitar partisyonları üstüne “heavy” bir müzik sergileyen Blackwater Park’ın 72 yılı tek albümü “Dirt Box” sadece bu müziği dinleyenlerce biliniyor ve seviliyor. Böyle grupların daha da ileri gitmesi imkânsız, devamı gelmemiş bir proje ve daha da başarılı olacakken her şeyi geride bırakıp dağılmak. Belki o zamanlarda müzikal anlayışlar daha farklıydı, belki de başka gruplarda sürdürdüler müzik yaşamlarını ama bugün bile ünlü müzisyenlere ilham aşılıyorlarsa (örn: Opeth’den Mikael Akerfeldt) yapacaklarını yapmışlar demek düşer bize. BOKAJ RETSIEM

Almanya, yıllardan 1968 ve krautrock günleri. Bazen en sıkı krautrock dinleyenlerin bile bir şekilde ıskaladığı karizmatik bir grup Bokaj Retsiem. Hammond Org’un müziğin tabanından gelen o ayrıksı sesiyle, heavy gitar riflerinin birbirine karıştığı, şiirsel vokallerin bulunduğu, devamlı gezen davul vuruşlarının zil seslerine bulandığı


psychedelic bir kaos albümü, tabi ki ismi üzerinde “Psychedelic Underground”. 1968 yılında bir albüm yapıp hemen ortadan kayboluyorsun ve seneler sonra o yıllarda yapılan müziğin tadını biz çıkartıyoruz. Vokalistin sesi bir nebze eski Deep Purple vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken bu topluluğun bir tarafının da blues müzikle ilgisi olduğunu belirtmek gerek. Karanlık bir dünyadan yer altlarından gelen acı bir çığlık gibi tınlıyorlar kulaklarda, bu da “Psychedelic Krautrock”ın tanımı da olabiliyor. Mutlaka dinleyin. BRAINTICKET Krautrock sadece Almanya’dan sorulacak değil ya, İsviçre’den de prog dünyasına çok güçlü bir isim armağan edilmiştir. Brainticket ismindeki bu topluluk beyin kimyanızı alt üst edecek düzeye getirmeye ant içmiş bir şekilde müziği deneysel hale sokuyor ve çift analog klavye ile olabilecek en derin noktalara kadar sizi götürüyor. Şu gruba benziyor bile diyemeyeceğim grubun müzikal tavrı sizi kozmik dünyalara uçuracak derecede kuvvetli. “Cottonwoodhill”, “Psychonaut” ve “Celestial Ocean” çok üst düzey albümler olarak bilinirken, grubun 80’lerde ve 2000’lerde oluşturduğu çalışmaları da belli bir kalitenin üstünde gözüküyor. İsviçreli bu dahiler müziğe öyle etki etmişler ki krautrock dinlemeyenleri bile etki altına almayı başarmışlar. BRÖSELMASCHINE Prog Folk gruplarının birkaç isim dışında pek şansı olmamıştır, ne Pentangle ve Renaissance kadar büyümüşler ne de onlar kadar iyi albüm üretmişlerdir. Bröselmaschine’de sadece ilk albümünde çıkış yapmayı başarmış yer altı topluluklarından birisi. Atmosferik sayılabilecek müzikleri Amerikan folk’undan İngiliz folk’una ve doğu melodilerine varana kadar geniş bir yelpazede dinleyiciye sunulmuş. Flüt, sitar ve akustik gitarlarla birlikte yapılabilecek en deneysel folk müziğini yapmayı başarmışlar. 71 yılında, kendi adlarını taşıyan ilk albümleri kulaklarda o kadar güzel tınlıyor ki bu bağlamda geleneksel bir şarkı olan “Las-

sie”, “The Old Man’s Song” ve albümün açılış çalışması “Gedanken” grubun en üst noktası sayılıyor. Joni Mitchell, Bert Jansch, Hoelderlin, Emtidi gibi isimlerle beraber anılsa hiç sırıtmayacak derecede kaliteli eserler üreten bu psychedelic folk topluluğunu dinlemenizi öneririm. CAROL OF HARVEST

Carol of Harvest sadece bir albüm çıkarmış, Almanya’nın ender progressive folk gruplarından. Her folk grubu gibi etkilerini Pentangle, Renaissance ya da Clannad gibi gruplardan almışlar. 78 yılında, kendileriyle aynı adı taşıyan albümde vokalist Beate Krause aynı Sandy Denny gibi şarkılara derinlikli, öykünerek vokal yapmıştır ve bu da grubun psychedelic yapısına uygun düşmüştür.


Bestelerde genellikle folk ağırlığı pek bulunmuyor fakat genellikle mid-tempo giden bu eserlerde klavyenin ağırlığı ön planda diyebiliriz. Klavye müziğin psychedelic olmasını gitarlar ve vokaller ise şarkıların bir parça folk olmasını sağlamış. 16 dakikalık “Put On Your Nightcap” dışında ilgi çeken çalışmalar olarak “You And Me”, “Try A Little Bit” ve “Sweet Heroin” gibi şarkıları örnek verebiliriz. Carol of Harvest bu tek albümden sonra kayıplara karışıyor ve kendileri hakkında pek bir bilgiye sahip olamıyoruz. Eğer çok daha erken zamanlardan itibaren buluşup albüm çıkarabilselerdi bu birikim ile Almanya’nın Pentangle’ı olmaları içten bile değildi. CLEARLIGHT Fransızların senfonik progressive rock’taki en bilinen gruplarından bir tanesi. Bünyesinde ünlü müzisyenleri barındıran grup caz etkili bazen space rock taraflarında gezen saksafon ve viyolin katkılı bir müzik yapıyor. Gong’dan Steve Hillage, Tim Blake ve Didier Malharbe, Magma grubundan ise Didier Lockwood Clearlight’ın albümlerinde yer alan isimlerden bazıları. Bu müzisyenlerin grupta yer alması sebebiyle topluluk müziğini de bir anlamda daha çok dinleyiciye tanıtma amacına ulaşıyor. Clearlight’ın başyapıtları diyebileceğimiz ilk albüm 73 yılında “Clearlight Symphony” adında çıkmıştır. Ardından gelen “Delired Cameleon Family”, “Forever Blowing Bubbles” ve 78 yılı “Visions”ın önemini burada belirtmek gerekir. Bu albümlerle Fransa’nın da bu tarz müzikte ne kadar ileride olduğu görülüyor. 1990’da yayımlanan ve ilk albümün devamı niteliğini taşıyan “Clear-

light Symphony II”de grubun başarılı örneklerinden birisidir. Topluluk günümüzde de Cyrille Verdeaux önderliğinde müziğine devam ediyor. COMUS Comus’a İngilizler’in acid folk alanında ulaştığı en son nokta denilebilir. Müzikleri progressive folk olarak da adlandırılır ve sadece tek albümle eski dönem acid folk tarzının yeniden tanımlanması bu grup sayesinde olmuştur. Bazı çalışmalarında Psychedelic tınılarına da rastlayabileceğiniz bu grubun çok fazla albümü bulunmamaktadır. 71 yılı “First Utterance” adlı kayıtla günümüz progressive müziğine de etki edebilen grup yer yer Jethro Tull ve Curved Air etkileri, akustik flamenko dokunuşları ve King Crimson müzi-


ğinden yoğun derecede feyz alışları sayesinde çok karmaşık sayılabilecek derecede vokal partisyonlarına da sahiptir. Viyolin, viyola, flüt, obua ve perküsyonlar müziklerinde çokça yer bulur. Bu grubun günümüzdeki en önemli takipçisi ise Opeth’den tanıdığımız Mikael Akerfeldt’dir. İleri düzeyde progressive rock plak toplayıcısı olan Akerfeldt, bu grubun plaklarını koleksiyonunun en değerli parçası olarak görür ve bazı röportajlarında bu grubun tişörtünü giyerek de topluluğa olan hayranlığını gösterir. Comus’u ilk olarak dinlemekteyseniz pek birşey anlamayabilirsiniz; çünkü üst üste zekice yerleştirilen melodiler birkaç dinlemeden sonra ortaya çıkar ve grubun müziğine hayran olursunuz. CORNUCOPIA Cornucopia, ünlü krautrock plak şirketi Brain Records’un kataloğunda rastladığım tek albüm

yapıp dağılmış Alman bir gruptu. 1990’ların sonunda ise yine ünlü plak şirketi Repertoire Records cd’lerinin Türkiye’ye daha çok gelmesiyle beraber bu tek albümlük gruplara da rahatlıkla ulaşabiliyorduk. Bu katalogda Electric Sandwich ve Lava gibi gruplar da vardı fakat Cornucopia benim için biraz daha ön planda olduğundan –albümün kapağını çok sevmiştim- onu edinip dinlemiştim hemen. Bir rock müziğin oluşması için hangi müzik aletleri gerekliyse Cornucopia bunun üstüne flüt, saksafon gibi enstrümanları eklemiş, dahası Pink Floyd benzeri dokunuşlarla süslemiş bir fantastik psychedelic grup görüntüsü çizmekteydi. Bir de bu özelliğin üzerine caz ve canterbury ekolünün gruplarınca sergilenen yapıyı eklediğinizde ortaya çıkan sonuç inanılmazdı. Topluluk albümde yer alan 4 çalışma ile kendisini sev-


dirmiş ve hemen ardından dağılmıştı. Sırf bu sebepten bile efsane olabilecek kapasitede iyi bir gruptur. Bahsettiğim albümün ismi ne mi? Tabi ki 73 yılı basımlı “Full Horn”. CRESSIDA Senfonik rock tarzında İngiltere’nin yer altı topluluklarından birisidir. Sadece iki albüm yapıp dağılmışlardır ama oluşturdukları bu iki çalışma o kadar önemlidir ki günümüz müzisyenlerini bile etki altına almıştır. Aynı adlı 72 yılı albümü bir klasik olmakla birlikte Caravan, Fruupp, The Moody Blues gibi grupların sentezini yapmış ve bu sayede kendi melodik soundlarını oluşturmuşlardır. 71 yılı bir sonraki “Asylum” albümüyle de başarılı bir grafik çizmiş fakat bu çalışmanın ardından ortadan kaybolmuşlardır. Cressida, folk, psychedelic, caz gibi türleri harmanlamış ve bestelerinde org melodilerini yoğunlukla kullanan önemli gruplardan biridir.

CURVED AIR İsimleri Caravan, Renaissance gibi gruplarla birlikte anılan İngiliz progressive rock topluluğudur. Müzikal tarzlarını bir yere yerleştiremezsiniz, özgür bir biçimde folk, klasik müzik ve fusion cazın


sentezini kurmuşlar ve 70’li yıllarda çıkardıkları albümlerle adından söz ettirmişlerdir. Vokalist Sonja Kristina geçmiş dönemlerden beri grubun ilgi odağı durumunda ve bu yüzden Renaissance dinleyicilerine de yakın gelen bir tarzı var. Curved Air’in ilk iki albümü olan “Airconditioning” ve “Second Album” çıktıkları yıl haklı bir ilgiyle karşılanmış ama asıl başarı “Phantasmagoria” albümü ile gelmiş. 72 yılı bu albümdeki “Melinda” şarkısı çok beğenilmiş, grubun klasik müzikten yaptığı varyasyonlar da çok tutmuştur. The Police davulcusu Stewart Copeland ise bir dönem bu toplulukta yer almış 75 ve 76 yıllarındaki albümlerde çalmıştır. Bu topluluk 2000’lerde de müzik yapmıştır ve yapmaya da devam ediyor ancak ne var ki geçmiş dönemdeki başarıları maalesef yok. EDEN Bu nasıl isim benzerliğidir ki aynı isimle üç grup mevcuttur? Kanada, Almanya ve Fransa’dan çıkan Eden toplulukları hemen hemen aynı dönemde müzik yapmışlardır. Kanada ve Almanya’dan

çıkan Eden progressive folk tarafını tercih ederken Fransa çıkışlı topluluk olan Eden ise elektronik müzik ile alakalıdır. Eden Hammond org’ların synthesizer’ların bol kullanıldığı “Aura” adlı tek


albümüyle güzel başlangıç yapamamış talihsiz gruplardan bir tanesi. Sadece 70’lerin elektronik müziği ile içli dışlı olan dinleyiciler tarafından biliniyorlar. EGG Canterbury Sound ve İngiltere. Bu akımın en önemli temsilcilerinden birisidir Egg ve akımın bütün özelliklerini müziklerinde kullanırlar. Dave Stewart önderliğindeki müzikleri doğal olarak Canterbury Sound’da kullanılan caz öğelerinin etkisindedir. Stewart’ın org ve piyano’daki ustalığı bir tarafa King Crimson’dan Robert Fripp nasıl gitar üzerinde farklı tonlar buluyorsa bu müzisyen de org üzerinde öylesine değişik tonlar yakalamakta usta. Buna ek olarak caz bas partisyonları, yumuşak tuşeyle çalınan o davulda eklenince ortaya zevk verici, defalarca dinlenilmesi gerekli olan bir grup ortaya çıkıyor. Aynı adlı 70 yılı albümü bir klasik olmuştur ve bu çalışmada Bach ve Grieg etkileşimli klasik müziğe bile göndermeler vardır. İkinci albüm “The Polite Force” ise bir Canterbury Sound klasiği olmuştur. Ek olarak saksafon ve trumpet’in kullanıldığı bu albüm yoğun caz partisyonları içermektedir. 74 yılı “Civil Surface”de ise usta bir ismi görürüz ki o da Gong grubunda çalan Steve Hillage’dir. “Civil Surface”de diğerleri gibi aynı kaliteye sahip olup Dave Stewart’ın yaratıcılığına bir kez daha şahit olurken Steve Hillage’in konuk olduğu şarkı “Wring Out The Ground” ise albümün en iyisidir. Egg dinlemesi zor olan topluluklardan bir tanesi. Klasik müzik ve caz/fusion seven bir yanınız yoksa hiç boşuna uğraşmayın. EKSEPTION Hollanda’nın medar-ı iftaharı. Bu gruptan bahsederken biraz silkinmek gerekiyor, çünkü maalesef değeri pek verilmemiştir. Yalnızca Rick van der Linden ismini zikretmem durumunda ise birçok progressive rock dinleyicisinin selama geçmesi durumunu da göz ardı etmemek gerek. Kendisi Brian Auger, Ke-

ith Emerson gibi Hammond org dâhilerinin arasında nadide bir çiçektir. Diğer grubu Trace’de yaptıkları bir tarafa, özellikle Ekseption’ın beste yapılarına bakıldığında bu ismin ne kadar da önemli olduğu anlaşılır. Klasik müzik eserlerini kendi anlayışlarına göre caza bulayan, ardından bambaşka tarzlarla sentezleyen, hem de bunu Hammond org gibi önemli bir enstrümanla gerçekleştiren Linden’in günümüzde önemli bir kayıp olduğunu da belirtmek gerekir. Geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz bu değerli müzisyen Ekseption’ın “Beggar Julias Time Trip”, “3”, “00.04”( “Royal Philharmonic Orchestra” ile kaydedilmiştir) ve “5” gibi tarzının en iyi albümlerinde yaratıcılığı ile başı çekiyor. Trompet, saksafon, flüt gibi entrümanların cirit attığı Ekseption müziği klasik müzikten caz’a doğru yol alırken bize de bu müziğin keyfini sürmek kalıyor. Ekseption özellikle plaktan dinlendiğinde daha da zevk alacağınız bir grup. Progressive dünyasında kaybolmaya yüz tutmuş, tozlu yollarda kalmış bir değer. ELECTRIC SANDWICH Brain Records’un kataloğunda gördüğüm ikinci topluluk da buydu. İsimlerinin farklılığı bir yana tek albümle böyle bir müzik için toplanmak

bile fantastik bir yaklaşım kesinlikle. İlk dinlediğimde amatör müzisyenlerden çıktığına inandığım bu topluluk zaman geçtikçe kendine daha da fazla ısındırdı ve kendini beğendirdi. Amerika ve İngiltere’nin rock soundlarından bir heavy blues rock senteziyle oluşturulan bu müzik kesinlikle dikkat edilmesi gereken bir yapı barındırıyor. Güçlü gitar melodileri bazen Black Sabbath’ı


bile anımsatırken saksafon ve harmonika olayları da müthiş derecede güzel gelmekte. Aynı adla 72 yılında çıkardıkları albümde “China”, “Devil’s Dream” ve “I Want You” beğeniyle dinlediğim şarkılardan olmuştur. Çok farklı tarzdaki gruplardan mesela Jefferson Airplane’den Black Sabbath’dan Ten Years After’dan hoşlanıyorsanız onların sentezlerinden de hoşlanabilirsiniz gibime geliyor. Zamanında bu gruba da krautrock deniliyordu ama müziğe bakıldığında böyle olmadığı anlaşılıyor. Artık esamesi bile okunmayan pek bilinmeyen tozlu yolları çoktan arşınlamış kaliteli bir topluluk. EPIDAURUS Epidaurus, Almanya’dan senfonik rock tarzında çıkmış en kaliteli topluluklardan birisi sayılıyor. Bunu da “Earthly Paradise” albümü ile gerçekleştirmişler ve sadece bu çalışmayla dinleyenleri de bugüne kadar etkisi altına almayı başardı-

lar. En başta Eloy, YES ve Pink Floyd’u harmanlayıp, gerektiğinde Tangerine Dream’e bile uzanan bir müzikal yapıyı da bestelerde dinleyebiliyoruz. Hammond C-3 ve mini moog’un türlü tonlarını kullanan Günther Henne bu grubun senfonik sayılmasındaki en büyük etken olarak gözüküyor. 77 yılında çıkmış “Earthly Paradise”ın aksine bir sonraki çalışmalarını ise 94 yılında görürüz ki bu albümde de pop kalıplarını müziklerinde kullanırlar ve ertesinde de dağılıp giderler. FAITHFUL BREATH Alman senfonik rock topluluğu Faithful Breath periyodik olarak bir türlü başarıyı yakalayama-

mış, ilk albümünü kurulduklarından 5-6 sene sonra çıkarmış ve sonra müziğe ara vermiş gruplardan bir tanesi. 60’lı yılların sonlarında kurulduktan sonra 73 yılı Senfonik Rock başyapıtı “Fading Beauty”i çıkarırlar. Bu albümün en büyük özelliği gitarların ve klavyenin müthiş uyum sağlaması, klavyenin özellikle çok yoğun senfonik pasajlar çalmadan fon müziği şeklinde devam etmesidir. On dakikanın üzerindeki iki çalışma olan “Autumn Fantasia” bölümleri ve hemen arkasından gelen yaklaşık yirmi iki dakikalık epik ağıt “Tharsis” kusursuz olan albümün en güzel şarkılarıdırlar. 44 dakikada şiirsel müziğin en iyi örneklerini sergileyen bu topluluk ancak 7 sene ara verdikten sonra yeni albümünü çıkarır ama ne var ki bu dönem 80’lere denk gelir. Her progressive grubun 80’lerde düşüşe geçtiği bir dönem mutlaka vardır ve Faithful Breath’de bundan nasibini alır. “Back On My Hill”in 80 yılında çıkışıyla eski günlerini aratırcasına değişmiş olan o müzikal yapısı sayesinde topluluk bambaşka dünyalara yelken açar. Aslında klavye soundları bakımından fena bir albüm değildir ancak grup bundan sonra neredeyse heavy metal’e merhaba diyecek ve kendisini öyle sunacaktır. FAUST Almanya’nın Hamburg kentinden çıkan efsanevi krautrock topluluğu. İkinci Dünya Savaşı’nın çok sonra Avrupa’ya yansıyacak olan 1968 öğrenci hareketlerine olan etkisi ve o dönem Almanya’nın yaşadığı düşünsel bunalımdan en çok etkilenen toplulukların da başında gelir. Faust grubunun kuruluşu bile bir protest kimliğe işaret olup duruşuyla müziğiyle farklılık yaratan bir yapıya da sahiptir. Can, Amon Düül II gibi eleştirel yıkım gruplarının arasında daima nadide bir çiçek gibi büyümüşlerdir. Müzikleriyle daima zamanının öte-



sinde yankılanmışlardır. Öyle bir ses sentezi oluşturmuşlardır ki bu bugüne gelene değin süregelmekte bugünün topluluklarına da etki etmektedir. Faust sahneye çıkıp o ilkel gitar tınılarını sergilediğinde sahnede onlarla beraber birçok yan öğe de beraberinde yer alır. Testere vb. aletleri müziklerinde gitarlarla beraber sunarlar ve daima deneysel farklı işler yakalamaya çalışırlar. Bırakın albümlerinden teker teker söz etmeyi bu gruptan bahsedilmesi bile gereksizdir. Sadece tanıtılması yeterli ardından bütün albümlerinin sırasıyla dinlenilmesi gereklidir. Eğer krautrock, deneysel ve elektronik işlerden hoşlanıyorsanız bu grubu hatmetmelisiniz. Son yıllarda ülkemizde de konser veren bu grup hala faal olarak müziğe devam ediyor ve 2009 yılında çıkmış enfes bir albümleri de mevcut. Sürrealist ve zamanının ötesinde bir isimdir. FINCH Hollanda’nın önde gelen progressive rock gruplarından olan Finch şarkı yapılarında yer yer ağır seyreden melodilerin ardından gitarların aniden yükselmesiyle daha kompleks bir yapıya bürünebilen bir müzikal özelliği kullanır. Kayak, Ekseption gibi Hollandalı gruplardan daha ön plandadırlar ve çok sadık dinleyicileri vardır. Soundları dolayısıyla Focus ve YES gruplarını da anımsatırlar. Özellikle gitaristleri Jan Van Nimwegen’in YES’in gitaristi Steve Howe’u anımsatan o karakteristik tarzı bütün dinleyicilerce bilinir. 75 yılı ilk albümleri “Glory of the Inner Force” artık kült bir albüm statüsündedir ve içerisindeki “Paradoxical Moods” şarkısı ve “Collosus” bölümleri albümdeki incilerden bir kaçıdır. Bir sonraki albüm “Beyond Expressions” ile başka bir başyapıt yarat-

mışlardır. Sadece üç çalışma içeren bu nadide albüm bir progressive rock klasiği değildir de nedir? “Scars on the Ego”daki o gitar soloların tarifini kim verebilir, bu nasıl bir duygudur, nasıl bir müziktir? YES dinleyicilerine de oldukça yakın gelebilecek şiirsel güzellikte bir albüm yaratan Finch 77 yılı bir sonraki albümü “Galleons of Passion”u çıkarır. Bu çalışmada çok beğenilir ve Finch bundan sonra tarihin sayfalarına gömülür. FOCUS Progressive Rock hep İngiltere, Almanya ya da İtalya gibi ülkelerden çıkan gruplardan ibaret değildir. Aksine daha küçük ülkelerden de önemli isimler çıkabiliyor. Focus Hollanda’nın iki üç önemli grubundan bir tanesidir ve “Hamburger Concerto” ismindeki albümüyle de sadece prog-



ressive çevrede değil uluslar arası arenada da oldukça tanınan bir grup olmuştur. Bir diğer Hollandalı grup olan Finch ile de iyi ilişkiler içerisinde bulunmuşlardır. Jan Akkerman ve Thijs Van Leer öncülüğünde kurulan Focus müziği senfonik rock’ın caz ile harmanlanması ve yer yer flüt melodileriyle bu yapının desteklenmesi şeklinde tasvir edilebilir. Dinamik bir şekilde icra edilen org, mellotron ve davul üçlüsü ise grubun bestelerinde canlılık yaratıyor. “In And Out Of Focus”, “Moving Waves” (Bu albümdeki “Hocus Pocus şarkısı bir klasiktir.) ve “Focus III” gibi birbirinden kaliteli albümlerle ortaya çıkan topluluk en çok bilinen “Hamburger Concerto” yapıtı ile başarılı kariyerine nokta koymuştur. 1970’lerin ortasından itibaren ise eski günlerini pek yakalayamayan Focus birbiri ardına yayımladığı albümlerle eski tadı vermese de müziğe devam ediyorlar. 2006 yılında piyasaya sürülen “Focus 9/New Skin” albümlerinde ise eski canlılığı kalmamıştır. Blues’a göz kırpan, mid-tempo giden eserlerle kötü olmayan, dinlenebilirliği yüksek bestelere yer vermişlerdir.

albümleri kulaklarda hoş bir psychedelic blues tınılar bırakıyor. Ama öyle yoğun ve ağır psychedelic değil de daha yumuşak ve zarif bir müzik sergiliyorlar. Enstrüman hâkimiyetleri oldukça iyi, müziklerinde yer alan klavyeler olsun hafif melodik takılan gitarlar ve kemanlar olsun belli bir kalitede seyretmiş. Cazdan da oldukça yararlanan grubun 74 yılı “Notes on a Picnic” albümünde de caz etkileri yoğunlukla kullanılmış. Fusion ile beraber verilen teknikalite ile keman melodilerini çok zekice birleştirmişler. Rahatlıkla tavsiye edebileceğim pozitif müzisyenlerin pozitif müziklerinden oluşan ismi güzel ilginç bir topluluk. FRIJID PINK

FRED

Alman ya da İtalyan gruplarını ön planda tutan dinleyiciler nedense Amerikan progressive rock topluluklarını pek önemsemez, oysa zamanında ne kaliteli işler üretmişlerdir. İsmi güzel Fred topluluğu da bunlardan birisi. Bu grupla ilgili derinlemesine bir bilgiye sahip değilim ve son zamanlarda keşfettim sayılır ama sanki yıllarca dinliyormuşum gibi de güzel geliyor tınıları kulağıma. Fred çok fazla kayıt yapmamış, yaptıkları albümlerde birbirinden güzel. Mesela 71 yılı aynı adlı

Amerika’nın pek başarıya ulaşamamış sadece 1970’lerde faaliyet göstermiş ilginç gruplarından bir tanesi. Amerika denilince Avrupa gruplarından farklı olarak işin içine doğal olarak blues girmektedir. Bir yandan 1970’leri esir alan bir blues rock fırtınası esmekteyken diğer tarafta da psychedelic rock’ın en iyi örnekleri o tarihlerde ortaya çıkmaktaydı. İşte tam bu sıralarda kurulan Frijid Pink bir yandan blues’dan beslenirken diğer tarafta ise o psychedelic olarak tınlayan güçlü gitar tonları ve rifleri arasında müziklerini ortaya çıkarmıştı. Aynı adlı ilk albümünü 1970’de çıkaran topluluk tam anlamıyla psychedelic blues rock icra ediyordu. İngilizlerin Humble Pie grubunu da anımsatan bu yapı onların ilk başarısı oldu. Albümde “House of the Rising Sun”ın ilginç bir yorumu da bulunmaktaydı. İkinci albüm “Defrosted” ile daha da sertleşip hard rock’a kayarak müziklerini daha da saflaştırdılar ve iki albüm


daha yaparak ortadan kayboldular. Bad Company, Humble Pie müziklerinin Hammond org ile kaynaşmasından hoşlanıyorsanız çoktan tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bu grubu baş tacı etmelisiniz.

FRUUPP

FRUMPY Frumpy, müziğiyle tam anlamıyla bir yere yerleştirilemeyen bir yapıya sahip. Bir yandan krautrock, diğer yandan caz müziğine göz kırpıyor, bununla da kalmayıp folk müziğe de bulaşıyorlar. Bu tarz eklektik müzikleriyle Frumpy fazla örne-

ği olmayan Almanya çıkışlı gruplardan bir tanesi konumuna geçiyor. 1970 yılı ilk albüm “All Will Be Changed”, geriden gelen Rick Wakeman benzeri klavye oyunlarının ötesinde Inga Rumpf’un çeşitli vokal anlayışlarının sergilenmesi sonucunda, iyi bir albüm kimliği kazanıyor. Hammond org’un karakteristik biçimde kullanılışı Carsten Bohn Bandstand’in caza ve etnik müziğe öykünen davul vuruşları ise bu çalışmayı klasik mertebesine sokmakta gecikmiyor. “Frumpy 2” ve “By The Way” gibi iki üstün albüm yaratan bu topluluk çok geçmeden dağılıyor fakat 1990 yılında yeniden toplanıp da çıkardıkları “Now” albümü pek bekleneni veremiyor. Frumpy progressive rock dünyasında pek adı geçen bir topluluk değildir fakat ilk dönem eserlerine bakıldığı vakit kayda değer birçok unsura rastlayabileceğiniz gibi, yıllar sonra tozlu raflardan çıkarıp dinlediğinizde yepyeni melodilerin sizi karşılayacağı bir sürpriz de hazırlar.

İrlanda çıkışlı, kendisini birbiriyle sentez yapılması zor türleri icra etmesiyle dinleyicilere tanıtmış, 70’lerin değeri pek bilinmemiş topluluklarından. Melodik rock’ın senfonik rock ile bileşiminden doğmuş müziklerinin folk ile harmanlanışı, şeklinde tarif edebileceğimiz Fruupp’un yayımlanmış dört albümü mevcut. 73 yılı ilk albümleri “Future Legends” yoğun bir şekilde YES müziğinden tınılar taşıyor. Basçı Peter Farelly’nin Chris Squire’ı (YES) anımsatan o bas tonları müziğin geneline yayılmış sanki. Klavyeyle verilen senfonik etkiler, vokallerdeki yumuşak melodik söyleyiş tarzı da Fruupp müziğinin karakteristik özelliklerinden sayılabilir. İkinci albüm “Seven Secrets” ise ilk albümün kalitesinden biraz daha uzak. Aynı yapıyı devam ettirmeyi denemişler ama beste bazında pek başarılı olamamış. Albüm kapaklarına çok özen gösteren grubun üçüncü albümü “The Prince of Heaven’s Eyes”ın kapağı çok nefis. Aynı şekilde müzik de daha derli toplu daha melodik rock sularında yüzen bir hâle bürünmüş. 1975 yılı “Modern Masquerades” adlı albümden sonra grup tarihe karışmakta gecikmiyor. İrlandalı olmaları dolayısıyla irish folk gibi yakın oldukları bir tarzı icra etmeden birçok türü kaynaştırmaları da onlara şapka çıkarmamızı kolaylaştırıyor. GREENSLADE Caz rock grubu Colloseum’da klavye çalan Dave Greenslade’in önderliğinde kurulan bu senfonik rock topluluğu ilginç sentezli müzikleriyle ne bir YES olabilmiştir ne de bir Gentle Giant. Klavyede yer alan ve destansı tonlara sahip olan Dave Greenslade’in oluşturduğu bestelerde caz ile senfonik altyapının beraber kullanıldığına şahit oluyoruz. Gümbür gümbür bas soundları bir yana davullarda tınlayan o yumuşak vuruşların etkile-


yiciliği her zaman kendi dinleyicilerince çok tutulmuştur. İlk albümün başarısı ortada fakat “Beside Manners are Extra” ile de bu başarının gelip geçici olmadığını kanıtlayan topluluk zaman içerisinde birkaç albüm daha yapar ve sonra kaybolurlar. Bugün plak toplayan progressive rock dinleyicilerine sorsanız onların ilk iki albümünü mutlaka söylerler. Gerçekten de hak ettiği yeri elde edememiş bir senfonik rock grubudur.

cond Birth” albümüyle kimi dinleyiciden iyi kimisinden kötü puanlar alışı da bu arada kalmış ve bir yerlere oturtulamamış tarzından kaynaklanmakta. “Staircase To The Day” ile biraz düzelen bu topluluk iyi eleştiriler almasına rağmen ortadan kaybolmuştur. Grubun ilk albümünden itibaren müziklerine farklı farklı enstrümanlar yerleştiğine de dikkat edilmeli ve gitar soloları ve flütleriyle ilgi çeken bu topluluğu takip etmenizi de öneririz. GROBSCHNITT

GRAVY TRAIN

Şiirsel melodik flüt melodilerinin çok belli olmayan caz yapısı ile harmanlandığı 70’lerin ilginç İngiliz gruplarından bir tanesi sayılan Gravy Train, Jethro Tull, Traffic ve Van der Graaf Generator etkileriyle bir döneme damgasını vurmuştur. Nick Barrett’in gitar sololarını güçlü olarak çaldığı, saksafon melodilerinin ise psychedelic anlara gebe olduğu farklı bir gruptur. Grubun tarzını tam olarak bir yere oturtamazsınız, devamlı türler arasında gidip gelmiş ve bir anlamda “müzikal zenginlik yolculuğu” yaptırmıştır dinleyicilere. 70 yılındaki kendileriyle aynı adı taşıyan ilk albümü, 71 yılı “(A Ballad of) A Peaceful Man” bu sayede bir yerlere gelebilmiştir. 73 yılı “Se-

Kimi yerlerde krautrock kimi yerlerde ise senfonik rock olarak adlandırılan Almanların en iyi gruplarından birisidir Grobschnitt. Teatral sahne şovları, YES, Pink Floyd, Amon Düül II ve Eloy’dan yoğunlukla beslenen müzikleriyle de dikkati çekmişlerdir. Şöyle birkaç tane Alman grubu say deseniz içinde mutlaka Grobschnitt ismi geçer, bunun sebebi de 1970’lerdeki “Ballerman”, “Jumbo” ve “Rockpommel’s Land” albümleriyle gerçekleştirmiş oldukları başarıdır. Almanya’nın diğer Eloy’u olarakta tanınırlar, hatta bazı dinleyiciler Pink Floyd ile karşılaştırmaktan çekinmezler. Böyle düşünmelerinin birkaç sebebi vardır ama içlerindeki en geçerli düşünce grubun çıkardığı “Solar Music-Live”daki performans olmuştur. Teatral olarak sergilenen bu konser performansı rock tarihinin en önemli anlarından birisidir. Dinlemenin dışında bu konseri izlemek bir tarihe de tanıklık etmek demektir. Pink Floyd’un “Live at Pompeii” canlı kaydı ile çok karşılaştırılan bu konser yüzünden Grobschnitt ismi kendilerinin de inanamayacağı bir dereceye gelmişti ki bu Alman gruplarında görülmesi zor bir olaydır. Bu bir şans meselesidir ve buna ancak Eloy, Tangerine Dream, Kraftwerk, NEU! gibi isimler ulaşabilmiştir. Türkiye’de bu grubun cd’lerine rastlarsanız kendinizi şanslı sayabilirsiniz.


GRYPHON Progressive folk denilince akla hemen İngiltere gelmelidir. Pentangle, Renaissance gibi kült grupların yanında adı sanı pek onlar kadar duyulmamış Lindisfarne ile Gryphon’un ismini mutlaka zikretmeliyiz. Bert Jansch’ın müthiş derecede etkisinde kalan bu tarz, İngiliz folk müziği, kelt melodileri ve nadiren de olsa senfonik yapıyı beraberinde taşır. Gryphon’un müziği de aynen böyledir, bir ucunda akustik gitarların gerisinde kalan derin senfonik öğeler, bir ucunda Gentle Giant gibi üst bir topluluğu andırıyor. Belirtmemiz gereken diğer bir önemli nokta da Gentle Giant’ın yanında Jethro Tull etkilerinin bulunmasıdır ki bu da grubun bestelerindeki enstrümantal pasajlarda oldukça belli oluyor. 1974 yılı “Midnight Mushrumps” ile sonraki albüm “Red Queen to Gryphon Tree” bu topluluğun en iyi çalışmaları olarak gözüküyor fakat grubun müzik yaptığı sıralarda pek tutulmaması ve hep geri planda kalışı da bir açıdan üzücü. 1970’lerin sonuna doğru grup dağılmış ve kendilerinden bir daha da haber alınamamıştır. Aynı şekilde onlarla aynı kaderi paylaşan Lindisfarne ise 2000’lerin ortalarına kadar müziğe devam etmiş hatta birçok konser de vermişlerdir. GONG Canterbury progressive rock’ın köşe taşlarından birisi olan efsane topluluktur. Bir Pink Floyd bir Van der Graaf Generator ya da King Crimson hakkında yazı yazmak onların müziğinden bahsetmek ne kadar zorsa Gong içinde aynı durum geçerlidir ama biz yüzeysel olarak biraz bahsetmeye çalışalım. Çok uluslu bir grup olan Gong genelde Avustralya, İngiltere ve Fransalı müzisyenlerden oluşmuştur. Müziklerini açıklamak her ne kadar zor olsa da klasik Canterbury Soundunun daha gelişmiş daha özgür hali de diyebiliriz. Daha fazla deneysel caz, daha fazla psychedelic öğeler, space rock’a kaçan o elektronik tınılar, kozmik müziğe de bulaşabilen o sıra dışı melodiler Gong’un müziğinin iskeletini oluşturuyor. Aslında bu kelimeler bile onların müziğini anlatmakta yetersiz kalıyor, çünkü onları anlayabilmek için dinlemek bile yetmeyebiliyor, bazen bir albümünü tam detaylı olarak çözmek için bile aylar harcayabiliyorsunuz. Fazlasıyla katman melo-


diler içeren müzikleri, zor dinlenebilen yapısı sebebiyle içine zor girebileceğiniz bir müzik vaat ediyor size Gong. Avustralyalı gitarist Daevid Allen (The Soft Machine’in kurucuları arasındadır.) öncülüğünde kurulan grupta usta müzisyen Steve Hillage’de (“Radio Gnome Invisible” üçlemesinde gruba girmiş ve topluluğun müziğini tavana çıkarmıştır.) grubun bazı albümlerinde bulunmuştur. Şu albüm iyi bu vasat şeklinde tarif edemeyeceğimiz bu grubun sadece “Camembert Electrique” ve 73 – 74 yıllarında çıkan “Radio Gnome Invisible” (bir uzay hikâyesi anlatırlar) adlı üçleme albümleri şimdilik aklınızda bulunsun. Ama burada bu topluluk için bir parantez açılmalıdır ki bu da Gong müziğinin dönem dönem farklılık taşımasıdır. Özellikle Daevid Allen’ın “Radio Gnome Invisible” serisini tamamlamasından sonra ayrılışı grubu çok etkilemiş müzikal anlamda farklılık yaratmıştır. Grup progressive rock dünyasında en çok Magma ve Frank Zappa benzerliği ile öne çıkmıştır. Eğer progressive rock ile bir şekilde haşır neşir oluyorsanız dinlemenizin gerekli olduğu en önemli topluluklardan birisidir Gong. Bilmezseniz çarpılabilirsiniz. GURU GURU

Almanya’nın bu tarz müzikteki olayları biraz farklı, daha derinlere dayanıyor ve bu bağlamda her şeyi İngiltere’de varolan progressive gruplardan da farklı yaşamışlardır. 1960’ların sonunda yeşermeye başlamış birçok müzik topluluğunu etkilemiş o dönemin öğrenci hareketlerini de kapsayan politik karmaşa sonucunda birçok müzik grubu komünal olarak yaşamayı seçiyordu. Bu karmaşa üzerine birçok topluluk da o dönemde kurulmuştur. Guru Guru’da buna çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Amon Düül - II ve Can gibi deneysel rock grup-


larının ötesinde bu topluluğun LSD etkisi ile acid rock sularına dalması, bununla da yetinmeyip özgürce yorumlanan çok farklı caz öğelerini buluşu da Guru Guru’yu çok farklı algılamamıza neden oluyor. İsmiyle ayrıksılık, duruşu ile farklılık yaratabilen ender gruplardan birisidir. Bu grup fazla klavye kullanmaz, sadece özel efekt yaratır. 70 yılı albümü “UFO” ve sonrasında gelen “Hinten” ve grubun en ünlü çalışması sayılan “Känguru” da yer alan “Oxymoron”, Immer Lustig” gibi çalışmalar da bu grubun ne kadar da yetkin-sıra dışı bir müzik yaptığının altını çiziyor. HARMONIUM

Kanada Quebec çıkışlı enfes bir senfonik rock grubu. 1970’lerin ilk yıllarında başlayan müzik yaşamlarına Harmonium adı altında sadece üç albüm sığdıran grup birbirinden güzel bu çalışmalarla senfonik rock’ın en iyilerinden olamasa bile kaliteli işler yapan bir grup olduklarını hissettiriyor. Müziklerindeki yoğun olmayan senfonik dokusunun üstüne folk ve caz formları ekleyip birbirinden farklı enstrümanlarla birçok sesli müzik yaratmayı amaçlamışlar. Peki, bu başarılı olmuş mu? Evet, kesinlikle bu kimya tutmuş ve deyim yerindeyse müzik yağ gibi gidiyor. 1974’de aynı adla çıkan albümlerinde yoğun bir folk etkisi mevcut. Başarılı sayılabilecek besteler sonucunda albümü defalarca bıkmadan dinleyebiliyorsunuz. İkinci albüm ise ilkinden daha da başarılı gözüküyor. “Si On Avait Besoin D’Une Cinquième Saison” adındaki bu çalışmada biraz önce bahsettiğim çok sesli bir müzikle karşı karşıya kalıyorsunuz. Senfonik melodilerden sonra hemen caz melodileri giriyor ve hemen ardından bir folk şarkı ile sizi şaşırtabiliyorlar. Şarkıların dili ise Fransızca ve bu müziğe öylesine gü-


zel gitmiş ki, müziğin romantikleşen taraflarında özellikle atmosfere tam anlamıyla oturmuş. Üçüncü albüm “L’Heptade” ile önceki albüme benzer bir yapıyı kullanan topluluk bu çalışmadan sonra ortalıklardan kayboldu. Kanada’nın bu kaliteli grubu müziğe devam etmemiş ama birbirinden güzel üç albüm bırakmış müzik dünyasına. IBLISS

Müziklerinde etnik tatlar barındıran çok farklı bir Alman grubudur Ibliss. Embryo’nun kullandığı etnik melodilerin üzerine Kraftwerk gibi bir grubun deneysel yanlarını alın üzerine de grupta yer alan Basil Hammoudi’nin (Kraftwerk’te de yer almıştır.) dahiyane perküsyon vuruşlarını ekleyin işte size Ibliss müziği hazır. Perküsyon ve üflemeli ağırlıklı bir müzik sergileyen bu topluluk zaman zaman Latin caz melodilerine de geçiş yapıyor ve olayı saksafonla noktalıyorlar. Gitarların olaya dâhil edilmesiyle beraber bu sözünü ettiğim müzikal yapı özellikleri tek bir çıkış yolunda birleşiyor o da fusion caz rock. Müzik bazen sadece etnik tonlarda giderken diğer tarafta yavaştan gitarların eklenişi işi farklı bir boyuta sokuyor. Grup bu tavrıyla bazı kaynaklarda krautrock olarak geçmektedir ama bu müziğe böyle bir sınırlandırma getirilmesi ne kadar doğru orası tartışılır. Yine Basil Hammoudi’nin vokal performanslarıyla süslenen şarkılarıyla bu grup sadece tek albüm yapıp dağılmıştır. “Supernova” adıyla 72 yılında kaydedilen bu albüm deneysel müziğin farklı taraflarını yansıtmaktaki başarısını ustaca üzerinde taşıyor. IHRE KINDER Protest bir kimliğe sahip olup müzik yapmak 60’ların sonu ve


70’ler Almanya’sında pek revaçtaydı. Haklı olarak yaşadıkları ve üzerinden geçtikleri sosyal problemler ile boğuşuyorlardı. Bunları açıklamak ise kendilerine ve müziğe düşüyor ancak bu yolla kendilerini anlatabiliyorlardı. Ihre Kinder elemanları ise bu yaşanılan problemler arasında en duyarlı kişiliklere sahip olan müzisyenlerdi. Almanca olan şarkıları farklı bir folk kimliğinden besleniyordu. 60’ların sonunda Bob Dylan’ın ilk dönemleri sırasında bir protest folk dönemi yaşanmış ve grup bundan oldukça etkilenmişti. Folk yanında caz ve elektronik öğeleri de müziklerinde kullandılar ve ortaya çok özgün bir krautrock soundu çıktı. 69 yılındaki kendileriyle aynı adı taşıyan ilk albümle başlayan kariyerleri 70 yılındaki “Leere Hände” devam etti. Bu albümde bazı şarkılar ingilizcedir. Kapağında bir kot kumaşının resmini kullandıkları “2375 004” albümü ise grubun en eleştirel albümü sayılmaktadır. Sonrasında ise folk etkilerinin fazlaca kullanıldığı “Werdohl” albümüyle yine olumlu eleştiriler almıştır. Özellikle piyano, flüt ve akustik gitarın tınıları muhteşem kullanılmıştır ve bunlar çalarken en gerilerden bir org eşlik eder ki o kusursuz sound ile birlikte çok büyük hazlar yaşatabilir. 70’lerin başlarında ise grup ortalıktan kaybolur. IT’S A BEAUTIFUL DAY It’s A Beautiful Day, Grateful Dead’in ortaya çıktığı San Francisco şehrinin gözbebeklerinden birisiydi. Bu sebeple Rock, caz ve folk gibi türlerin psychedelic yapıyla buluşması kaçınılmazdı. Ne tam anlamıyla progressive bir grup olabildi-


ler ne de şeytanın bacağını kırabildiler ve belki de en şanssız gruplardan biri oldular. Şanssızlığının sebebi ise ilk albümünün yayımlanmasından sonra Deep Purple’ın “Child In Time” şarkısında It’s A Beautiful Day’in “Bombay Calling” şarkısından bariz bir şekilde alıntı yapmaları ve bunu da tamamiyle kendi besteleriymiş gibi göstermeleriydi. Deep Purple bu konuda hiçbir şey söylemedi ve bu olay öylece kaldı. Yıllar sonra “In Rock”ın özel basımı çıktığında bile maalesef bu konuda bir cevap verilmemişti. Deep Purple sadece “esinlendik” gibi bir açıklama yapmıştı ama bu yeterli miydi sizce? Viyolinist David LaFlamme’nin kurduğu bu topluluğun 1960 sonları ve 1970’lerde ürettiği her albüm çok iyidir. 1973 yılında kayıplara karışan bu grup 2003 yılında David LaFlamme Band adı altında grubun eski şarkılarını bir daha yorumlamıştır ama ne yazık ki belli bir kaliteden yoksundur. JANE

Almanya denilince orada ortaya çıkmış birçok grubu çoğu zaman Eloy ile ilişkilendirebiliyoruz. Jane ise bazı majör Alman gruplara nazaran ismi biraz daha duyulan rock müzik tarihinde ismi çokça geçen gruplardan birisi ama basitçe sıralama yapıldığında unutulduğu da oluyor. Müziklerinde yer yer krautrock etkisiyle birlikte hard rock’ı anımsatan öğeleri de kullanırlar. Baskın bir bas soundu, sürükleyici klavye partisyonları, dinamik davul vuruşları güçlü Jane müziğinin karakteristik yapısını oluşturur. Bu özellikleri ile en çok Eloy’a benzerler. Pink Floyd’dan ise bestelerde yer alan bütünlük hissini alırlar. Bu sebeple progressive rock tarihinde eşi ve benzeri olmayan bir sentez yaratmışlardır. Jane denilince akla hemen “Together” ve “Here We Are” gibi albümler gelmektedir. Sen-


fonik yapıyı kucaklayan “Lady” albümü ve 1974 yılı “III” albümüyle de aynı başarısını sürdüren grup Wolfgang Krantz ve Klaus Hess’in emsalsiz gitar tınılarıyla birlikte klasik soundunu yaratır. “Fire,Water, Earth and Air”(çok önemli bir konsept albümdür ve hayatın 4 evresini anlatır.), “Age Of Madness”, “Sign No.9” gibi albümlerle de 1970’li yılları kazasız belasız atlatırlar. 76 yılı konser albümünün ise ayrıca irdelenmesi gerekir. Çünkü olağanüstü bir performans sergilemişlerdir. 77 yılı “Between Heaven and Hell” albümün girişi ise Pink Floyd soundunu oldukça andırmaktadır. 80’li yıllar her ne hikmetse her grup için baş belası olur, aynı durum Jane’in de başına gelir ve başarısız albümler birbiri ardına sıralanır. 2000’li yıllarda biraz daha toparlanır gözükseler de eski albümlerin yanına bile yaklaşamazlar. KAPUTTER HAMSTER Almanya krautrock konusunda birinciliği kimseye kaptırmaz, çünkü o topraklarda doğmuş ve gelişmiştir. Bu sebeple türün en büyük gruplarından farklı olarak kurulmuş onlardan etki almış ve zaman içerisinde tek albüm çıkardıktan sonra dağılıp gitmiş isimler de oldukça fazladır. Kaputter Hamster’in de böyle bir özelliği var. 74 yılında kendi adıyla çıkardıkları ilk ve tek albümde Pink Floyd’un ilk dönem sounduna yaklaşan, Guru Guru ve dönemin diğer ayrıksı topluluklarından etkileşim alan bir isimdir Kaputter Hamster. Çok fazla karanlık ve uçuk müzikler sergilemezler hatta tür içerisinde “yumuşak” tarza sahip olan birkaç gruptan da birisidir. Grubun üç gitaristi mevcut ama bu, çok karmaşık bir müzik yaratmaktan ziyade fon müziği diye tabir edilen o yapıyı hissettirmekten başka bir işe yaramıyor. Gitar melodilerini birbirinden farklı olarak çok rahatlıkla duyabiliyorsunuz. Klavye veya diğer tuşlu çalgılar olmadığı için sound biraz da kuru hissediliyor ve bestelerde duyulan boşluk hissini de çok rahat hissedebiliyorsunuz. Bu grubun orijinal cd’sine ulaşmak artık çok zor, zamanında sınırlı kopya ile dağıtılan bu grubun tek albümüne ulaşabilirseniz yaptığınız arşiv değerli bir isim de kazanabilir. KARTHAGO Berlin-Almanya çıkışlı Karthago, o dönemin krautrock ve space rock furyasından sıyrılarak kendisine çok pozitif bir müzik seçmişti. Rock tarihinin en iyi vokalistlerinden birisi sayılan Joey Albrecht’in (grubun ayrıca gitaristidir) kendine özgü gırtlak nağmeleriyle sergilediği Karthago şarkıları bir parça blues, bir parça Latin rock ve funk etkileşimi taşımaktaydı. Almanya’da o dönem çok başarılı konserler verdiler ve bir sürü derginin kapaklarını süsleyerek adlarından söz ettirdiler. Kraan’da


yer alan klavyeci Ingo Bischof’unda kadrosunda bulunduğu Karthago ilk iki albümüyle bariz bir şekilde başarılı oldu. 74 yılı albümü “Rock and Roll Testament” ise bu başarılarının geçici olmadığını kanıtlıyordu. Şiirsel soul tarzı vokallerin bulunduğu bu albüm kendilerini başarıya ulaştıran son albüm de sayılmaktaydı. Grup o dönemlerde iki konser albümü daha çıkararak kayıplara karıştı ama son birkaç yılın haberlerine göz gezdirdiğimizde grubun tekrar toparlandığını hatta konserlere çıktığını görüyoruz. KHAN

İngiltere’den çıkmış bir Canterbury Rock grubu. National Health ve Gong etkilerini üzerinde taşıyan bu topluluk doğal olarak Canterbury soundun içerisinde yer alan caz öğelerini deneysel bir şekilde kullanıyor. Khan’ın yalnız çok önemli bir özelliği var ki o da Gong’da yer alan Steve Hillage gibi usta bir müzisyeni barındırması. Bunun yanında Dave Stewart gibi bir klavye ustasını bünyesinde bulundurması da artı bir nokta olmuş. Steve Hillage’in melodik gitarlarının üzerine o tatlı hammond tonlarının birleştirilmesi nefis bir sound ortaya çıkarmış. Zaten grubun da tek albümü mevcuttur. 72 yılı “Space Shanty” albümünde o kadar güzel anlar yakalanmış ki, mesela “Driving To Amsterdam”i


ele alalım. Ritmik kompleks davullar üzerine gerçekleştirilen deneysel gitar melodileri ve o hafif org melodileri sonucunda aniden değişen caz yapısı müthiş. Steve Hillage’in patron kesildiği bir albüm bu ve kesinlikle dinlenmeli. KIN PING MEH

Birth Control’un gölgesinde kalmış Alman bir rock topluluğudur. Deep Purple’ın ilk dönemleri ve Uriah Heep’in başlangıç yıllarını anımsatan müziğiyle Kin Ping Meh başarıyı pek görememiş hep arada kalmış müziğiyle ilgi görememiştir. Progressive rock’a göre oldukça sert kaçan blues yapılı besteleri sayesinde ilk albümü başarılı sayılmış acılı blues çığlıkları yanında hammond org’un tarif edilemez güzellikteki o tonları da grubun müziğiyle iyi örtüşmüştür. “No.2” ve “Kin Ping Meh 3”de ilk albümün arkasından gelen iyi eserlerden ikisidir. Pek fazla özellik barındırmamıştır ama dönemin o sarhoş edici soundunu yakalamak ve dinlemek için çok iyi bir alternatif sayılabilir, çünkü bu grubun soundu bir muhteşem! KLAUS SCHULZE Bir üstat! Elektronik trance müziğin bugünlere gelmesine çok büyük bir payı olan yüce şahsiyetli bir o kadar da alçakgönüllü dahi bir müzisyen. Grup olarak Tangerine Dream ile başlayan kariyeri Ash Ra Tempel ve The Cosmic Jokers ile tamamlanmıştır fakat 1970’lerden beri süregelen solo kariyeri sayesinde olağanüstü derecede kaliteli albümler yapmış üstün bir müzisyendir. Tangerine Dream’in artık klasikleşmiş ilk albümü “Electronic Meditation”da da-

vul ve perküsyon çalmıştır ama kendisinin asıl alanı moog synthesizer’dır. Arkadaşı olan diğer müzik dehası Edgar Froese ile yıllarca elektronik müziğin gelişimine katkıda bulunmuş, devamlı yeni seslerle ilgilenmiş ve konsept yapıda çalışmalarda bulunmuştur. Bu etki sadece elektronik müzik için sınırlı kalmamış, new age müziğine de etkisi büyük olmuştur. Zaman içerisinde kendisini yeni akımlara dahil etmiş caz yanında trance müzikle de haşır neşir olmuştur. Solo albümlerine bakıldığında 72 yılı “Irrlicht”, 73 yılı “Cyborg” ve 76 yılı “Moondawn” albümleri kendisinin üst noktaları sayılmakla birlikte bu albümlerde oluşturduğu kavramsal anlamlarla da müzikle düşündürmektedir. Kendisi son zamanlarda Dead Can Dance’in Lisa Gerrard’ıyla birlikte solo albüm yapmış ve konserler vermektedir. Kendisi Kitaro’yu da çok etkilemiştir fakat onun kadar tanınmamaktadır. Eğer elektronik müzik ilginizi çekiyorsa gideceğiniz ilk adreslerden biridir. KRAAN Almanya’da şöyle krautrock gruplarından sıyrılıp funky ritimli caz rock sularına doğru yelken alıyoruz. Kraan derseniz bazı dinleyiciler asker selamı bile verebilirler, o derece dinleyicileriyle güçlü bir bağı olan topluluktur. Etnik tatları psychedelic anlayışla önümüze süren bu kaliteli topluluğun 1970’lerde oluşturduğu her albüm önem taşır. Öncelikle 1972 yılı “Wintrup”daki Zappaesk deneysel takılmaları çok hoş olmakla birlikte düşsel bir atmosferle yaratılan bu müziklerin Kraan’ın ürettiği her albüme yayılması da takdir edilecek bir durumdur. Sadece 1970’ler değil 2000’lerde de


eski anlayışla albüm üretmeleri, bu grubun ne kadar da önemli olduğunu gözler önüne seriyor. 70’li yılların ilk yarısında bu grubun bazı eserleri funk etkilidir. 72 yılı aynı adlı ilk albümü, 74 yılı “Andy Nogger”(tuşlu ritimler çok baskındır bu albümde) ve “Let It Out”un dışında 2003 yılı “Through”daki Happy The Man’in (Amerikalı topluluk) “The Muse Awakens” albümünü hatırlatan beste yapıları dışında 2007 yılında piyasaya sürülen “Psychedelic Man” albümünde hissettiğiniz eski kayıt teknolojisi ile yapılmış hissi veren, o yıllara meydan okuyan o dehşet soundunu da bizden esirgememişler ve önlerinde şapkamızı çıkarmakta farz olmuştur. LAVA Brain Records kataloğunda yer almış bu yazıdaki üçüncü grup. Almanya’nın tek albümlük krautrock şahsiyeti olan topluluk, müziklerinin belirleyiciliğinde yer alan space rock ve deneysel etkilerle bir yandan Hawkwind’e diğer yandan ise Can grubuna özeniyordu. “Tears Are Goin’ Home” adındaki 73 yılı bu albüm krautrock severler tarafından beğenildi fakat çok çok iyi de bulunmadı ve bu özelliğiyle de unutulmaya yüz tuttu. Yoğun synthesizer bezeli besteler psychedelic yapının habercisidir ve bu albümde de böyle olmuştu. Tek albüm ve tozlu raflarda unutulmaya yüz tutmuş bir grup daha. LOS JAIVAS Güney Amerika Şili dolaylarından bir progressive folk grubu karşınızda. Aslında folktan

daha fazla özellikler ihtiva etmesi sebebiyle ve Şili’nin en önemli folk gruplarından birisi olması dolayısıyla listeye aldığım bir isim. Bu grup Şili’de çok tutuluyor bunun sebebi ise yerel halk çalgılarını ve şarkılarını müziklerinde kullanmaları. Sayılamayacak derecede o kadar fazla etnik enstrüman kullanıyorlar ki bu da müziğin folk ağırlıklı olmasını sağlıyor. Org ve mini moog melodileri ise bir açıdan senfonik yapıyı da beraberinde getiriyor. 70’lerde ortaya çıkardıkları ve benim dinlediklerim arasından en iyileri 72 yılı “Todos Juntos”, 75 yılı “Los Jaivas”tır. 80’lerdeki albümlerinden ise “Alturas de Macchu Picchu” ve 84 yılı “Obras De Violeta Para” ise bu grubun başyapıtlarıdır. Ondan sonra pek takip edemedim ama inanıyorum ki o albümleri de çok iyidir. Duygulara hitap eden folk müzikleri sergilemekte olan bu hisli müzisyenlerin albümlerini tereddütsüz tavsiye ederim. MADDEN & HARRIS Progressive Folk’un pek bilinmeyen yüzü. Avustralyalı bu grup Dave Madden ve Peter Haris öncülüğünde kurulmuş, klasik folk kalıplarını kıran onu daha da genişleten karakter yapısını tek albümle dinleyicilere kabul ettirmeyi başarmıştı. Nedir bu folk kalıplarını kıran yapı derseniz o da bu iki müzisyenin bestelediği şarkılarda eski pop ve acid rock vokal tarzlarından tutun, caz, kelt ve psychedelic müzik yapısının yanında portekiz halk müziği Fado’ya dek uzanan bir zenginlikten bahsedersek yanlış olmaz. Yaptıkları müzik size bazen The Beatles’ı bazen Fairport Convention’ı anımsatır. Mandolin, saksafon, harp gibi enstrümanların gerisin-


de arka planda yer alan synthesizer da oldukça dikkati çeker. 75 yılında çıkan “Fool’s Paradise” adındaki bu albüm prog folk sevenleri pek memnun etmiştir. Comus’un yaptığının aynısını bu topluluk farklı enstrümanlarla yapmış ve gayet başarılı bir grafik çizmiş ama maalesef devam edememişler.

ğunlukla oluşturulan konsept yapıda anlatılır. Magma müziğiyle diğer bütün gruplardan ayrılır. Yoğun caz etkileri bunun rock ile kaynaşması ve yukarıda da bahsettiğimiz klasik müzik – opera etkileri müziklerinde oldukça yer eder. Zeuhl dinlenmesi çok zor olan ve belli bir altyapı gerektiren ilginç sentezlere sahip bir tarzdır. Magma’dan başka temsilcileri de vardır fakat bu türün yaratıcıları olarak ilk olarak kendilerine söz vermek gerekir. 70 yılı ilk albümü bir klasik olmakla birlikte 73 yılı “ Mekanïk Destruktïw Kommandöh” ve “Köhntarkösz” birer başyapıttır. 76 yılı “Üdü Wüdü” albümünde ise caz etkileri yoğun olup “Weidorje”, “Zombies (Ghost Dance)” ve 18 dakikalık “De Futura” Magma’yı anlamak için birer sebeptirler. Birbirinden ilginç çalışmalara imza atmış bu topluluk progressive rock tarihinde apayrı bir yerlerde duruyor. MESSAGE

MAGMA

Fransa’nın progressive rock dünyasına kazandırdığı, duruşlarıyla karizmatik ve özgün bir gruptur. Magma, progressive rock’ta bir alt tür olan zeuhl tarzının yaratıcısıdır. Bu tarzın genel karakteristik özelliği ise kendine özgü bir dili içermesi bununla beraber caz, klasik müzik ve opera’yı tek potada eritebilme özelliğine sahip olmasıdır. Davulcu Christian Vander’in yarattığı bu yapay dil aynı zamanda zeuhl olarak adlandırılır. Bazı kaynaklarda ise “kobaïa” olarak geçer. “kobaïa” ise Magma’nın albümlerinde bahsettiği konseptin ana parçası olan bir gezegendir. Albümlerinde ise bu gezegende kurulmuş yeni bir uygarlıktan bahsedilir. Bu uygarlığın oluşumu, gelişimi, bunların diğer dünyalarla ve gezegenlerle olan ilişkileri ço-

Almanya’nın Dark Progressive Rock sayılabilecek derecede karanlık bir sounda sahip, Nektar ile akrabalık bağları yüksek, müziklerini orta kalite sayabileceğimiz, kenarda köşede kalmış, sıradanlığı aşamamış gruplardan bir tanesi. Albümlerini dinlediğinizde –her ne kadar orijinal cd’sinden ve plağından dinleme şerefine erişsem de- sanki prodüksiyona biraz daha önem verseler daha da iyisi olabilirmiş diyebileceğiniz Message’ın müziği çok fazla farklılık içermiyor. Hard Rock’ı anımsatan güçlü gitarlar ve derinlerden gelen efektli-yankılı vokallerle beraber mellotron ve saksafon’un da kullanıldığı psychedelic bir yapı mevcut. En iyi albüm-



leri olarak ise 73 yılında çıkan “From Books And Dreams” gösteriliyor. Bu albümde yer alan vokalist Tommy McGuigan’ın müzikle beraber ters giden vokal yapısı biraz düşündürmekle beraber bu grubun çok fazla albümünün olmaması ve genellikle aynı tarz bestelerle ortaya çıkması ise kolaylıkla silinip gitmesine sebep teşkil ediyor. Ama hard psychedelic müziğin karanlık tarafıyla ilgileniyorsanız bir bakmakta fayda var. MONA LISA

Aslında Senfonik müzik biraz da İtalyanlardan sorulur ama aralara bazen Fransızlar da dâhil oluyor. İtalya ekolü çok ayrı bir yazı konusudur, senfonik öğeleri en güzel biçimde onlar kullanıyor olsa da şimdilik Fransız grup Mona Lisa’dan biraz bahsetsek fena olmayacak. Bu grubu ilk dinlediğimde nasıl hissetmişsem yıllar sonra dinlediğimde de pek bir şey değişmemiş olduğunu düşünüyorum. Müzikleri her ne kadar kullandıkları enstrümanların çeşitliliği (saksafon, flüt ve viyolin) yüzünden zengin ve senfonik duyulsa da oluşturdukları bestelerde yavan kaldığını belirtmeliyim. 70’lerden beri müzik yapan bir topluluk ve sadece ilk iki albümleri vasatın biraz üzerine çıkabiliyor. 74 tarihli “L’ascapade” ve sonraki “Grimaces” adlı çalışmalardan bahsediyorum. Belki 78’de çıkan “Avant Qu´Il Ne Soit Trop Tard”da bir nebze dinleyiciler tarafından iyi bulunabilir ama diğer eserleri bırakın prog tarihinde iz bırakmayı vasatı bile aşamıyor. MURPHY BLEND Uriah Heep ve Deep Purple sentezi bir müzik daha önce hiç bu kadar etkileyici gelmemişti. Murphy Blend sadece tek albüm çıkarmış Alman gruplarından birisi ve dönemin hard rock ve blu-


es tonlarını müziklerinde çok net kullanmış ve bu nedenle de haklı bir başarı göstermişler. Grupta org çalan Wolf-Rodiger Uhlig aynı zamanda vokalleri de yapıyor ve karizmatik sesiyle müzikle bir uyum içerisinde olduğunu hissettiriyor. Kullandığı org tonları Deep Purple’dan Jon Lord’un ilk dönem Purple albümlerinde kullandığı tonlarla neredeyse aynı. Kilise orgunu anımsatan yapısı yanında biraz da Uriah Heep’in ilk dönem progressive çalışmalarında kullanılan o soundu da hatırlatmakta. Wolfgang Rumler’in çaldığı gitarlar ise oldukça rock etkili fakat çokta yoğun olmayan blues tınıları da içeriyor. 71 yılı ilk ve tek albümde ilk dikkati çeken çalışma “Prädudium/Use Your Feet” olmakta. Gümbür gümbür org sololarıyla ritmik davul ritimleri, devamlı değişen o yapı bu şarkıyı albümdeki “en iyi” konumuna sokuyor. Murphy Blend öyle çok fazla bilinmeyen ama Deep Purple’ın progressive yönünden hoşlanan dinleyicilere ilaç gibi geliyor. MYTHOS 1960’ların sonunda başlayan krautrock fırtınası beraberinde birçok grubun kurulmasına yol açmıştı. Elektronik müziğin deneysel halinin rock ile harmanlanmasının sonucu olan bu ana akımın anavatanı ise Almanya olmuştu. Can, Amon Düül II, NEU! gibi türünün en iyilerini barındıran bu akım yeraltında filizlenmeye başlayan birçok topluluğunda oluşmasına yol açtı. Mythos da bunlardan birisiydi. Hem cinslerine oranla daha minimalist takılan bu topluluğun 1972 yılı ilk albümü bu müziği takip edenler tarafından bugün bile unutulmuyor. Aslında ikinci albüm “Dreamlab” ile de çıtayı epey yükseltmişlerdi. Bunun nedeni de çok



başarılı bir konsept albüm yapmalarıydı. Roketler hakkında oldukça yetkin bir bilim adamı olan Wernher von Braun hakkındaki bu albümle adlarından sıkça söz ettirdiler. Grup elektronik müziğin detaylarını ön plana çıkarırken etkileyici bir kavramsal albümü progressive rock tarihine de kazandırmıştı. En son yaptıkları Edgar Allan Poe konsept çalışmasıyla sadece dinleyenlerinin ilgisini çekmeye de devam ediyor.

grubun bir devamı gibi görülmekteler. NEKTAR

NATIONAL HEALTH

1970’lerin ikinci yarısında yeşermiş canterbury ekolünde mutlaka isimlerinin geçtiği bir topluluk. canterbury progressive rock İngiltere’de doğmuş ve müziğinin genel hatlarını pop, klasik caz, fusion caz ve R’n’B’nin oluşturduğu bir ekoldür. Çoğunlukla sözsüz, yer yer vokalli besteler oluşturan National Health’ın bu tarzda yetkinliği dinleyicilerce bilinmektedir. Gong, The Soft Machine ve Caravan gibi üst derecede kaliteli grupların başını çektiği bu ekolde caz rock’ın deneysel hâlleri ortaya çıkarılmaktadır. Caz müziğin çok açılımlı ve doğaçlamaya açık bir tavrı olması National Health’ın müziğine de yansır ve oldukça yetenekli müzisyenlerle birbirinden başarılı albümler ortaya çıkarırlar. Phil Miller’ın gitarda yarattığı deneysellik halleri moog synthesizer’ın sounda yoğun bir şekilde etki edişi, Dave Stewart’ın kalıpları kıran organ melodileri National Health müziğinin ne kadar da özgür bir şekilde harmanlandığının bir göstergesiydi. Sadece bununla da kalmamışlar bas klarnet, perküsyon ve flütü de bestelerine yedirmişlerdir. Daha önce YES’de yer alan davulcu Bill Bruford’da grubun “Missing Pieces” albümünde bulunmuştur. 1977 yılında çıkardıkları aynı adlı albümleri bir klasik sayılmaktadır. 2001 yılında da son kayıtları “Playtime”ı çıkaran grup pek ortalıklarda gözükmüyor. Bugün ise onların başlattığı yolda en başarılı olarak A Triggering Myth’i görmekteyiz ki onlar da bu

Yanlış hatırlamıyorsam zamanında “Rolling Stones uçmak isteyenler için, The Doors ise çoktan uçmuşlar içindir.” diye söylenen bir tabir vardı ama ben bu tabire, Rolling Stones grubu yerine Nektar ismini layık bulmakta hiç çekinmiyorum. Evet uçmak istiyorsanız Nektar dinlemelisiniz. Nektar, İngilizler’in progressive rock dünyasına armağan ettiği uçuk bir gruptur. German rock dünyasındaki gruplara benzemesi de bir yönüyle krautrock ve tabii ki space rock taraflarına bulaşmasından kaynaklanıyor. Yoksa İngilizlerin o Van der Graaf Generator veya Camel’ı gibi değiller, aksine Eloy ve Pink Floyd’un ilk, deneysel ve uçuk dönemlerine daha çok benzemekteler. Roye Albrighton’un psychedelic gitar tonları, gümbür gümbür bas soundu, klavye ve vokallerde yer alan Alan Freeman’ın yarattığı space etkisi özellikle grubun ilk dönem albümlerinde çok belirgindir. 1972 yılı “Journey To The Centre Of The Eye” ve sonrasında gelen “A Tab In The Ocean”ın bu bağlamda dikkatle dinlenilmesi gereklidir. 74 yılı “Remember The Future” albümündeki o dâhiyane bölümler ve bir sonraki “Down To Earth” çalışması ile oluşturulan Psychedelic Space etkisi bu grubu anlamayanlara gönderilen sıkı bir tokattır. 80’lerde düşüşe geçen bu topluluk 2000’lerde de müziği sürdürür fakat eski günler her zaman daha bir başkadır. Bu topluluk her zaman Alman olarak bilinmiştir, bunun sebebi ise albümlerinin


Alman plak şirketi Bellaphone’dan çıkmasıdır. NEU!

Elektronik müziğe güçlü bir aşı yapan Kraftwerk gibi bir grupta da bulunmuş olan Klaus Dinger ve Michael Rother arkadaşların kurduğu Alman bir krautrock topluluğudur. Müzikleri sadece krautrock olarak sınırlandırılamayacak derecede de geniş ve ilericidirr. Yaptıkları müzikle bir yandan punk ve türevlerine katkı sağlarken diğer yandan post rock diye tabir edilen son dönemin en tutulan müzik tarzına kadar etki sağlayabilir. Brian Eno ve Can grubu gibi deneysel ses üretme konusunda bir hayli yetkin olan bu grubun hemen hemen her albümü kendisinden sonra gelecek gruplara etki etmiş ve etmeye de devam ediyor. Bunların başında Tortoise, Stereolab ve Radiohead isimlerirni sayabileceğimiz, NEU!’nun açtığı yoldan ilerlemiş ve müziklerine katkı sağlamış gruplardır. NEU!’nun 72 yılında kendi adıyla çıkan albümü klasikler arasında sayılır ve içerisindeki “Hallogallo” ve “Negativland” gibi aniden değişebilen ve tekrar eden seslerin zekice harmanlanması yüzünden o dönemde sıra dışı kabul edilmiştir. Sonraki iki albümüyle de aynı etkiler sürmüş ve bu üç çalışma ile efsane kategorisine yerleşmiştir. Almanya’nın krautrock arenasında Faust’dan sonraki en farklı grubu diyebiliriz. NOVALIS Almanya’nın tozlu raflarında kalmış ve adı pek duyulmayan gruplarından birisi olmuş olan Novalis, ismini Alman romantizminin ve felsefenin aynı adlı usta kaleminden almıştır. Bazı yerlerde yaptıkları müziğe krautrock dense de pek alâkası yoktur, aksine senfonik yapılı, yer yer romantik, bazen King Crimson, bazen Gentle Giant’ı hatırlatan, klavyeler ve genel sound

açısından Deep Purple’a kadar da uzanan geniş bir müzikal yapısı vardır. Hammond org tonlarının Jon Lord’u anımsatışı ve King Crimson’un “Epitaph” dönemine öykünmeleri de cabası. Almanca şarkı sözleriyle bezeli bu nadide albümler arasında kendi adlarını taşıdığı “Novalis” ile birlikte “Banished Bridge”(genelde bu albüm psychedelic space rock etkileri taşır ve grubun tek ingilizce albümüdür.), “Sommerabend” ve “Brandung” progressive severler tarafından en çok tercih edilenlerdir. “Konzerte” isimli canlı kaydı ise ayrıca önem taşır. 80’lerde ise müzikal olarak 70’lerde yaşadıklarının tam tersini yaşamışlar, pek adlarından söz ettirememişlerdir. Yukarıda sayılan albümlerle birlikte sadece kendi dinleyicileri tarafından bilinmiştir. OMEGA

Macarların efsanevi topluluğudur. Şarkılarını Macarca ve İngilizce olarak seslendiren bu grup daha ilk albümlerinde kült statüsüne yerleşmiştir. Progressive rock dinleyenleri için çok özel anlamlar ifade etmişler, gitar tınılarıyla,



güçlü soundları ile 70 dönemini etkisi altına almışlardır. Psychedelic space rock çizgisindeki besteleri, László Benkő’nün derinlik yaratan klavye partisyonları ve gitarlarda yer alan György Molnár’ın efsane tınıları topluluğun psychedelic sayılmasındaki en önemli etkenlerdir. Çok önceleri TRT FM radyolarındaki progressive rock programlarında macar topluluklarına çok önem verilirdi ve Omega’da birçok programda yer alarak dinleyicilere tanıtılmış ve sevdirilmişti. Şu albüm çok iyi bu vasat şeklinde tarif etmeden 70 dönemi bütün eserlerini bir seçime tabi tutmadan sırasıyla hatmedebileceğiniz üstün bir topluluk bu. Keşke çok daha iyi tanınabilseydi, ama şimdiki genç kuşakların, üzerinde en çok durması gerektiği bir grup olan Omega’yı şiddetle onlara tavsiye etmekten başka söyleyebileceğim bir şey yok. Türkiye’de 70’lerde oluşturulan rock müziğine benzer bir şekilde müzik yapan bu topluluk bu özelliğiyle de ülkemiz dinleyicileri tarafından beğenilmiş ve yıllarca dinlenmiştir. Omega 82 yılında ülkemize gelmiş ve izleyenlerden dinlediğim kadarıyla, efsane denilebilecek bir performansa imza atmış. Grubun konserlerine dünyanın her yerinden dinleyicinin gelmesi de bu topluluğun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. OUT OF FOCUS

Almanların, müziğini krautrock alanından caz rock semalarına ulaştıran mükemmel gruptur. İlk dönem eserlerinde krautrock etkisi çok belirgin olmakla birlikte daha sonraki albümlerinde caz ve fusion gibi deneysel tarzları da beraberinde fazla kullanır. İlk albümleri “Wake Up”taki gitar tınılarının cazdan çok daha space rock daha deneysel açılımlarının olduğu bilinir. Amon Düül etkileri, hammond org ve flüt tınıları deneysel müziğin içerisine zekice yerleştirilmiştir. Müziğin durağan bölümlerinde ise org melodilerinin The Doors’u anımsatması içten bile değil. 71 yılı “Out Of Focus” ile daha da gelişen bu topluluk “Four Letter Monday Afternoon” ve “Not To Late” ile iyiden iyiye caz/ fusion rock sularına açılmış ve daha sonra ortalıktan kaybolmuştur. PAVLOV’S DOG 1970’lerde progressive rock konusunda hep Almanya, İtalya ya da İngiltere’mi söz sahibi olacak? Bir tokat da Amerika’dan gelmektey-


di. Pavlov’s Dog’dan bahsediyorsanız sadece tek bir isimden de bahsedebilirsiniz. Bu isim Geddy Lee’den daha da tiz sesli vokaller sergileyen David Surkamp’dan başkası değildir. Bir Pavlov’s Dog şarkısı çaldığında onun vokallerine dikkat kesilir şarkıya kendinizi kaptırırsınız. Rock tarihinde bir Steve Perry gibi Bob Catley gibi farklı bir tarzı olduğu açıktır. Pavlov’s Dog ise Amerikalı olması dolayısıyla AOR (Melodik Rock olarakta bilinir) müziğine yakın bir tarz sergiler fakat gerek gitar melodileri olsun bestelerin karmaşıklığı olsun progressive bir özellik de taşımaktadır. İlk albüm 74 yılında “Pampered Menial” adıyla çıkar. “Late November”, “Song Dance” gibi kaliteli şarkılar hemen kendisini gösterir. Pavlov’s Dog’un bir özelliği de grupta bir dönem orjinal YES davulcusu Bill Bruford’un (daha sonra King Crimson’a geçer.) da yer almasıdır. İkinci albüm olan “At The Sound Of The Bell”de yer alan Bruford tarzını hemen belli eder ve bu albüm çok başarılı bulunur. Surkamp’ın melankolik vokallerinin yanı sıra müziğin ilk albüme göre daha da kompleks olması dinleyicilerin dikkatini çeker. Grup bundan sonra önceki iki albüm ayarında kaliteli bir kayıt yapmaz ve dağılır. 90’lı yıllarda geri dönen topluluk daha yumuşak tarzdaki şarkılarıyla günışığına çıkar ama eskisi kadar başarılı olamaz. PELL MELL Alman senfonik rock gruplarının dikkat çeken isimlerinden birisi olan Pell Mell bariz senfonik folk (çok ilginçtir bu iki ana tarzı birleştirmişlerdir.) soundu ile progressive rock dinleyicilerinin isminden en çok bahsettiği gruplardan birisi olmuştur. Bunu da ilk albüm “Marburg” ile başardılar. “Marburg” progressive rock tarihinde en iyi de-



but albümleri sıralamasında başı çekecek derecede kaliteli bir çalışmadır. Bu albümdeki senfoni öğeleri bir orkestra biçiminde değil de sadece Thomas Schmitt’in kullandığı bir viyolin ile verilir ve sanki orkestra içerisinde bir viyolin solo varmış hissi yaratır. Otto Pusch’un kullandığı sade piyano ve org geçişleri bazen solo biçiminde de verilir ve çok zengin olan bu melodiler sayesinde de bu yapı daha da zenginlik kazanır. “Marburg”da dikkati çeken bir nokta da ünlü klasik müzik kompozitörü Bedřich Smetena’nın sözsüz olarak yorumlandığı (gerçekte bu bir şiirdir) “Moldau” eseridir. Hüzünlü bir biçimde icra edilen bu ciddi eser grubun başarısında da büyük önem arzetmektedir. Pell Mell’in “Marburg”un ardından yayımladığı “From The New World” onun kadar başarılı olamaz ama yine de iyi bir albüm olarak sayılmalıdır. 75 yılındaki “Rhapsody” ise gayet iyi bir albüm olup ilk çalışma “Rhapsody - Frost of an Alien Darkness” grubun tepe noktalarından birisidir. Vokallerinin ani ses çıkışları ve bir folk grubunu anımsatırcasına kullanılan viyolin melodileri ile Almanya’nın değerli gruplarından birisi olmuştur. POPOL VUH Adını Maya’ların kutsal kitabı olarak bilinen Popol Vuh’dan alan bu topluluk Almanya’nın en önde gelen krautrock gruplarındandır. Aynı isimde Norveçli bir caz rock grubu da vardır fakat isimleri daha sonra Popol Ace olarak değişmiştir. Alman elektronik müziği ve krautrock denilince akla gelen ilk isimlerden birisidir Popol Vuh. Moog synthesizer virtüözü, meditasyona meraklı Florian Fricke önderliğinde kurulmuştur. Epik çağrışımlı etnik müziklerden oldukça yararlanmış ve devamlı yeni sesler bulmak için araştırma yapmış bir beyinin ürünüdür. Space müzik olarak tarif edilen, bunun içerisini Tangerine Dream ve Klaus Schulze gibi isimlerin çokça yaptığı “melodilerle karanlık dünya tasviri” olarak betimleyebileceğimiz bir yapıyla doldurmuşlardır. Ünlü Alman film yönetmeni Werner Herzog’unda yakın bir arkadaşı olan Florian Fricke kendisinin en önemli filmlerinden birisi olan “Nosferatu”ya da el atmaktan geri kalmamış müziklerini hazırlamıştır. “Affenstunde”, “In den Gärten Pharaos” ve “Hosianna Mantra” Popol Vuh’un önemli albümleri arasında yer alır. Aslında sadece 1970’lerde oluşturduğu çalışmalar değil 80’lerde hatta 90’larda çıkartılan albümler de önem taşır. Seslerle oynamayı çok seven Fricke, kendisinden sonra kurulacak bir sürü topluluğunda önünü açmıştır. Kendisinin 2001 yılında kaybedilmesinin ardından da bir dönem sona ermiştir. Müzik dünyasına biribirinden önemli yapıtlar kazandıran bu isim bugünkü elektronik müziğin de temel yapı taşlarından birisi olmuştur. RAINBOW THEATRE Avustralya semalarından senfonik prog müziğe çok iyi bir örnek. Genellikle King Crimson ve onun yaptığı gibi doğaçlamaya yakın caz öğelerini öyle bir


genişleterek sunmuşlar ki zamanında, şapka çıkarmamak elde değil. Çok kalabalık bir kadroya sahip olan Rainbow Theatre müziğinde saksafon, trompet, klarnet ve flüt gibi zengin sesli enstrümanlar dışında alto ve soprano sesli vokalistler de mevcuttur. 75 yılındaki “The Armada”, iyi albümlerine örnektir. Bir albüm daha yapıp tarihe karışmışlardır. Avustralya’nın da prog müziğe katkısı bu tarz gruplarla tasdiklenmektedir. RENAISSANCE

1960’ların sonlarında müziğe başlamış ve 70’li yıllara damgasını haklı olarak vurmuş İngiliz senfonik rock grubu. Akustik Gitarlı, yoğun senfonik ve caz yapılı müzikleri ve Annie Haslam’ın o soprano sesiyle ilgi çekmiş ve 70’li

yıllardan sadece iki albüm yapsa bile efsane olabilecek bir topluluktur Renaissance. Akustik enstrümanların yoğun olarak kullanılışı progressive folk gruplarına bile etki etmiş ve bu sayede bazı şarkıları folk kategorisinde de değerlendirilmiştir. 69 yılı ilk albüm “Renaissance” adıyla yayımlanır ama bu albümde daha Annie Haslam vokallerde yoktur. Kısmen iyi bir başarı sergilemiş ardından gelen “Illusion”da da aynı durum görülünce Annie Haslam ile “Prologue” albümü hazırlanmıştır. Önceki iki albüme göre bayağı başarı sergilemişler sonraki albümler olan “Ashes Are Burning” ve başyapıtlarından birisi olan “Turn To Cards” ile büyük bir başarı yakalamışlardır. Bu albümlerin bu kadar ilgi görmesinde Annie Haslam’ın rolü çok büyüktü. Mesela “Turn Of The Cards”daki “Mother Russia” grubun ilk ciddi başarısı sayılmış ve bir senfonik başyapıt olarak lanse edilmişti. Bu albümler senfonik rock alanındaki en iyi örneklerden bir kaçıdır. 1975 yılı “Scheherazade and Other Stories” ise “Turn Of The Cards”ın ardından ikinci bombasıydı grubun ve sadece 4 çalışmayla bir tarihe adlarını yazdırmışlardı. Annie Haslam’ın meleksi vokalleriyle doruğa çıkan “Ocean Gypsy” ve yaklaşık 25 dakikalık bir senfonik epik çalışma olan “Song Of Scheherazade” grubu en yükseklere çıkarttı. Kullanılan korolar, flüt melodileri, piyano sololar ve arka arkaya gelen dehşetengiz şiirsel melodilerle senfonik bir ağıt yaratılmıştı. 78 albümü “A Song for All Seasons” grubun son başarılı çalışmasıydı ve 80’lere girilirken o dönemin soundundan nasibini alan topluluk arka arkaya vasat albümler çıkarmaya başladı ama bunların çoğu da önceki albümlerin kalitesinde olmasa bile dinlenebilirliği yüksek olan albümlerdi. Renaissance bugün de birçok yeni topluluğa müzikleriyle esin oluyor. Özellikle Annie Haslam’ın sesi bugünün bayan folk ve rock vokalistleri arasında en çok dikkat edileni konumundadır. Bu topluluk İngiliz progressive ve senfonik müziğinin ne kadar ciddi ve ne kadar da öncü olduğunun bir kanıtıdır. SPEKTAKEL Almanların kategori dışı gruplarından Spektakel müzik hayatını 70’lerde sürdürmüş ve tek albüm yayımlamış olduğundan sadece progressive rock türünün meraklılarına hitap ediyor. Yaptıkları besteleri, oluşturdukları soundu gerçektende pek bir yere oturtamıyorsunuz. Sadece Heavy Rock deseniz karşınıza moog synthe-


sizer ve hammond org çıkıyor. Öbür türlüsü desen müzik çok güçlü olarak kulaklara geliyor. Bu ikisinin ortasını çok iyi tutturmuş olan topluluğun müziklerinde Deep Purple ve Genesis’in ilk dönemlerinden etkilenme var ama en büyük ve derin etkiyi direkt olarak King Crimson’dan alıyor. Hard Rock’ın yanında hafif senfonik rock ve caz fusion taraflarına da uğramadan geçmiyorlar. Gitarist Heinz Fröhling’in tarzı King Crimson’dan Robert Fripp’i anımsatırken hammond org çalan Detlef Wiedecke ise Deep Purple’ın ilk dönemlerindeki klavye soundunda takılıp kalmış. Tek albümlük iyi gruplardan birisi bence. Spektakel’dan sonra Heinz Fröhling, Eduard Schicke ve Gerd Führs ile birlikte Schicke Fuhrs & Fröhling grubu kurar ve senfonik rock müzik yapmaya başlar. SPIROGYRA İsimlerini pop caz grubu Spyro Gyra ile karıştırmadan bu İngiliz progressive folk grubuna şöyle bir geçiş yapalım. 70’leri esir alan müzikleri fazlasıyla Fairport Convention kokuyor, üzerine de canterbury soundu eklediğinizde karşınıza çıkan bir Spyrogyra müziği oluveriyordu. Yer yer piyano ve org melodileri ile harmanlanan yumuşak tondaki müziklerinin bayan vokalde yer alan Barbara Gaskin’in o sakin vokallerinin etkisiyle şiirsel bir yapıya dönüştüğü kesin. 71 yılındaki “St. Radigunds” ve 72 yılındaki “Old Boot Wine” belirttiğim soundlarda yapılmış birbirinden kaliteli albümler. “Old Boot Wine”daki “Van Allen’s Belt” ve “Runaway”in güzelliğine dikkati çekmek isterim. 73 yılında yayımladıkları “Bells, Boots and Shambles” ile bir güzel albüm daha yaratan grup bu albümün ardından kayıplara karışır, hatta 2000’lerde bir yerlerde görüldüğü de bilinmektedir. STRAWBS İngilizlerin Prog Folk arenasındaki büyük gruplarından birisi. Kendilerinin ismi Fairport Con-

vention, Pentangle gibi devlerle anılmaktadır. Bir parantez daha açmam gerekirse, YES grubunun ünlü klavyecisi Rick Wakeman bir dönem bunlarla çalmıştır. Fairport Convention’da vokalist olan prog dünyasının melek sesli vokalisti rahmetli Sandy Danny bile bu toplulukta söylemiş ve onlara katkıda bulunmuştur. İngiliz Prog Rock’ı denilince kesinlikle üç isim akla geliyor. Pentangle olsun, Fairport Convention olsun, bunlara bir de Strawbs’ı eklediğinizde üçgen tamamlanıyor. Grubun patronu Dave Cousins bir folk duayeni ve sadece İngiliz değil diğer ülkelerin de geleneksel müziklerini iyi bilen müthiş bir müzisyen. Strawbs’ın ilk dönem albümlerine dikkat ettiğinizde bu çok sesli yapı kendini hemen belli eder. Yumuşak gitar melodileri, akustik pasajlar, bununla birlikte yine melodik sayılabilecek vokal tarzları bu grubun karakteristik özelliklerinden sayılabilir. 1969 yılı ilk albüm, “Dragonfly”, “Hero And Heroin” gibi her biri başyapıt sayılabilecek derecede bir diskografiye sahiptir bu topluluk. 80’li yıllarda çıkardıkları albümleri bile belli bir kalite barındırırken 2008 yılında çıkardıkları ve “Hero And Heroin” zamanlarına öykündükleri “The Broken Hearted Bride” ise gayet düzgün bir albümdür. Eğer progressive müzik dinleyip, İngiliz ekolünden hoşlanıyorsanız mutlaka dinlemeniz gereken topluluklardan birisidir. Son dönemlerde ise bu grupta Rick Wakeman’ın oğlu Oliver Wakeman’ı görüyoruz. Saygıyla! SWEET SMOKE Onlar tam olarak çiçek çocuklardı. Amerika çıkışlı (Bazı kaynaklarda İsviçre olarak da geçmektedir.) fakat 70’lerde Almanya’da komün olarak yaşayan gruplardan bir tanesidir. Bir hippi kültürüyle yetişen, acid rock, fusion caz ve psychedelic rock etkilerini üzerinde barındıran, basçılarının deyimiyle “John Coltrane, Cream, Grateful Dead ve Chicago sentezlerini yaptık” dedikleri yegâne topluluk. Sweet Smoke bazı dinleyiciler için önemlidir. Bunun sebebi de ortaya çıkardıkları 1970 yılı “Just A Poke” albümüdür ve gerisi de faso fisodur. Sweet


lik kazandırılıyorsa bunu Kraftwerk’e Ash Ra Tempel’a The Cosmic Jokers’a borçludur. Dünyanın en iyi müzisyenlerinden iki tanesi 70’li yıllarda bir proje kurmak için müzik yapıyorlar ve ortaya The Cosmic Jokers çıkıyor. Çok yenilikçi, aradan o kadar zaman geçmesine rağmen o seslerin nasıl harmanlandığının bir tarifinin olmadığı bir müzik icra etmişler. 74 yılı aynı adlı albümleri artık bir klasiktir ve daha sonra çıkardıkları her çalışma ise birbirinden nitelikli eserler barındırıyor. “Galactic Supermarket” ve “Sci-Fi Party” gibi üst düzey çalışmalar bu grubun karakteristik özelliğini yansıtırken The Cosmic Jokers da dinleyenleri uçurmaya devam ediyor.

Smoke demek “Just A Poke” demektir ve yukarıda sayılan isimlerin karışımı bu albümde o kadar incelikle ortaya çıkarılmıştır ki progressive rock tarihinin en iyi debut’larından da sayılır. Daha sonra “From Darkness to Light”ı çıkarmışlarsa da başarılı olamazlar ve konser albümünden sonra dağılır giderler. Komün olarak yaşadıkları hippi dönemi bu grubun altın yıllarıdır. THE COSMIC JOKERS

Manuel Göttsching (Ash Ra Tempel) ile Klaus Schulze’nin (Ash Ra Tempel, eski Tangerine Dream elemanı) oluşturduğu bir psychedelic space rock projesi. Çok fazla bahsetmeye gerek yok, bugün eğer elektronik müziğe, yapan tarafından ona bir derinlik ve deneysel-

THE PENTANGLE Progressive Rock’ta bayan vokalistlerin olduğu topluluklar daha bir başka seviliyor. Fairport Convention, Renaissance gibi grupların yanında The Pentangle’da öyle derinlemesine sevilen isimlerden birisi. İngiliz progressive folk müziğinde bir kilometre taşı sayılan bu grubu da tanıtmamak olmazdı aksine büyük bir eksiklik olurdu. Sıradan folk şarkıları söylemiyorlar, cazla ve akustik blues ile beslenen sizi bambaşka dünyaya götüren şarkılar onların alanına giriyor. 1960’ların sonundan itibaren müziğe başlayan bu grubun bayan vokalisti Jacqui McShee ne Sandy Denny kadar kült olabilmiş ne de Annie Haslam gibi tanınabilmiştir ama yıllarca bu grubun şarkılarını o derinlik ifade eden sesi ve inanılmaz gırtlak nağmeleriyle yorumlamıştır. Bu tarz topluluklarda vokalistler hep ön plana çıkar ama bu grubun farklı bir özelliği çok nadide bir değeri vardır o da Bert Jansch’dır. İngiliz folk müziğinin en duayen gitaristlerinden biri olan Bert Jansch yeni kuşak tarafından pek tanınmamaktadır fakat eski kuşak dinleyiciler kendisinin ne kadar da usta bir müzisyen olduğunu bilirler. The Pentangle’ı yıllarca o yola sokmuş John Renbourn ile birlikte yıllarca arka arkaya başarılı albümler üretmiştir. Albüm albüm açıklamaya gerek yok. Aslında bütün albümleri belli bir kalitenin üzerinde ama yine de 68 yılında çıkan iki albümü, 69 yılı “Basket Of Light”, 70 yılı “Cruel Sister” ve 80’lerden “Open The Door” adlı çalışmaların aklınız-


da bulunması elzemdir. Bert Jansch’ın ise birçok vokalistle gerçekleştirdiği çalışmaları da mevcut. Kendisinin müziğini takip ederseniz folk müzikte ne kadar değerli bir isim olduğunu şarkılarıyla birlikte öğreneceksiniz.

Holdworth’un yer aldığı “Bundles” grubun iyi albümlerinden bir kaçıdır. The Soft Machine’de progressive rock’ın köşe taşı gruplarından birisi olup dinlenmediğinde bir şeyler hep eksik kalacaktır.

THE SOFT MACHINE

TEMPEST İngiltere çıkışlı klasik rock gibi duyulan müziklerinin içerisinde caz öğelerine rastlayabileceğiniz progressive etkili bir rock grubudur. Bu grupta bas çalıp vokal yapan Mark Clark, Uriah Heep ve İngiliz caz rock grubu olan Colloseum ile çalışmıştır. Gitaristleri Ollie Halsall ise bu grubun dinleyicilerince gitar çalış tarzı ve melodilerindeki karmaşıklık nedeniyle Allan Holdsworth’e benzetilmektedir. Free grubunu aklınıza getirin, bunun içerisine az miktarda hard rock ve yoğunlukla caz öğelerini yerleştirdiğinizde karşınıza Tempest çıkar. Sadece iki albüm yapıp tarihin tozlu sayfalarına gömülmüşlerdir. 73 tarihli aynı adlı albüm ve sonraki çalışmaları olan “Living In Fear” iki başarılı albümdür fakat pek öyle tutulmamışlar ve müziğe devam etmeyerek grubu sonsuzluğa yollamışlardır. Aynı isimde birde Prog folk grubu mevcuttur. Onlarda Norveçli vokalist Lief Sorbye öncülüğünde 90’ların başından beri başarılı albümler çıkarmakta ve Karfluki folk festivallerinin baş grubu olmayı sürdürmektedirler.

Adını Beat yazarlarının en önemlilerinden sayılan William S. Burroughs’un 1961 yılı aynı adlı kitabından alan The Soft Machine devamlı yer altında kalmayı amaç edinmiş, kendisini pek ön plana almayı seçmeyen müzisyenlerden oluşan ultra-sıra dışı bir Canterbury Sound grubudur. 1960’ların sonlarında davulcu Robert Wyatt (artık yaşlı bir sakallı amcadır kendisi) Daevid Allen, Mike Ratledge ve Kevin Ayers öncülüğünde kurulmuşlardır fakat kurulduktan sonra Daevid Allen grubu bırakır ve Gong’un temellerini atar. Aynen Gong grubunda olduğu gibi bu topluluğunda müziğini anlatamaz kategorize edemezsiniz ama birçok yerde grubun tarzı Canterbury olarak geçer. Bu grubun yaptığı müziğe sadece tek bir isim koymak onların müziğini sınırlandırmaktır. Canterbury Sound’da her ne kadar içerisinde farklı türlerdeki müziği harmanlayan bir progressive rock tarzı olsa da The Soft Machine için yetersiz bir tanım olmaktadır. Caz etkili yoğun pasajlarla beraber psychedelic etkiler grubun iskelet müzik yapısını oluşturur. İlk dönem albümlerinde Pink Floyd’un başlangıç yıllarında sergilediği o psychedelic tınılardan etkilenen grup 70 yılı “Third” albümüyle birlikte daha caz ve fusion etkili çalışmalara yönelmiş müziğiyle dinleyicileri uçurmuştur. “Volume Two”, “Third”, “Fourth”, “Fifth” ve gitarlarda Allan

TRACE Van der Linden ailesinden kim varsa heykeli yapılmalıdır bana kalırsa. Keith Emerson ve Brain Auger’den sonra en çok sevdiğim klavye müzisyenidir Rick van der Linden. Grubu


Ekseption’da yaptıkları zaten ortadadır, klasik müzik melodilerini ne güzel de tuşlara döker. Diğer grubu Trace’te de kendisini dinliyor ve bütün dikkatimizi onun melodilerine çeviriyoruz. Grup elemanlarının Ekseption’dan gelmesine rağmen Hollandalı Trace’in müzikal çizgisi daha farklı detaylar içeriyor. Tamamıyla senfonik, klasik ve barok dönem eserlerinin etkisinde kalan bir çizgi yakalanmış ve enstrümanlarda da bu yapıyı takip etmişler. Davulda yer alan Pierre van der Linden yumuşak tuşesiyle caz dokunuşları sergilerken Rick van der Linden ise bir klasik müzik müzisyeni ciddiyetinde yorumluyor besteleri. Topluluğun aynı adlı ilk albümü grubu takip edenlerce oldukça beğenilmiş aynı yapıyı ikinci çalışmaları olan 75 yılı “Birds” albümünde de göstermişler. “Birds”de sadece klasik müzik etkisine yer vermemişler “Penny” gibi bestelerde caz müziğine de bir bakış fırlatmışlardır. Eğer klavye, hammond org seviyorsanız böylesine kaliteli bir topluluğu dinlemekten kendinizi mahrum etmemelisiniz.

bir sonraki kaydı “Between The Universe” ile her şeyi düzeltiyor ve gayet başarılı bir albüm ortaya çıkarıyorlar. Albümden “Sunday Waltz” bir parça folk etkileri taşırken, “Lady Madonna” ve “Far In The Sky”da Peter K. Seiler hammond’ı ile kontrolü ele alıyor. Çok fazla usta olmasalarda sadece hammond org hastalarına dahi reçete olarak verilebilir. TRIUMVIRAT

TRITONUS

Almanların Emerson Lake & Palmer ve The Moody Blues grupları etkisinde kalan soundları ile o dönemde pek tutunamamış ve iki albüm yapıp ortalıklardan yok olmuşlar. Grubu sırtlayan Peter K. Seiler bir hammond org, mellotron ve kilise orgu dâhisi ve Tritonus albümlerinde Keith Emerson’a benzer tonlar yakalamakta da ustalaşmış bir isim. Zaman zaman senfonikleşen müzikleri kilise orgunun araya girmesiyle beraber değişik yerlere doğru sürükleniyor. 75 yılı aynı adlı ilk albümüyle çok iyi bir müzik üretemeyen Tritonus

ELP (Emerson Lake & Palmer) Senfonik Rock’ın oluşumunda marka olmuş gruplardan birisidir. “Tarkus” olsun “Brain Salad Surgery” olsun 70’li yıllara imzasını atmış ve geriden gelen topluluklara örnek olan majör gruplardan bir tanesi sayılır. Triumvirat ise Almanya’nın Senfonik Rock alanında isim yapmış ve ELP’i her zaman takip etmiş ve onların yaptıklarını uygulayan bir yapı sergilemiştir. Jürgen Fritz’in gruptaki pozisyonu en üst düzeydedir ve synthesizer, org ve piyano genellikle ondan sorulur. Keith Emerson’ı (ELP) hatırlatan o tavrı sayesinde Triumvirat bir ELP takipçisi grup olarak anılmıştır. “Mediterranean Tales”, “Illusions On A Double Dimple”, “Spartacus” ve “Old Loves Die Hard”(bu albümde dedikodulara göre Barry Palmer Mike Oldfield’la da çalışmıştır) gibi albümlerle progressive rock dünyasına koskoca bir başarı sıkıştırmışlardır. Öncelikle “Illusions On A Double Dimple”daki epik yaklaşımları takdir etmemek mümkün değildir ve Alman ekolü denilince Triumvirat adı en başlarda yer alır. WALLENSTEIN Wallenstein, The Cosmic Jokers klavyecisi Jürgen Dollase’nin de aralarında bulunduğu, müzikleriy-


le resim çizen, insanın ruhuna derinlik aşılayan eşi ve benzeri olmayan bir Alman knrautrock grubudur. İlk dönem albümlerine dikkat edildiğinde Jefferson Airplane’in deneysel hallerinin bir yansımasını görürüz fakat bu 1973 tarihli “Cosmic Century” albümüne kadar devam eder. Bu döneme kadar gitarlarda yaratılan efektler ve sololar bir anlamda space müziğin de tanımını yaptırmaktadır. 1975 tarihli “Stories, Songs & Symphonies”le senfonik rock kulvarlarına geçen topluluk 70’lerin sonuna doğru pek kayda değer birşey yapamaz. “Stories, Songs & Symphonies” grubun en dikkat çekici albümü olsa da bu topluluğu tanımak için yeterli gelmeyebilir. Mutlak suretle ilk üç albüm hatmedilmeli ve öyle devam edilmelidir. “No More Love” ve “Charline” gibi 70’lerin sonuna denk düşen eserleri içinse, eski kalitesinden çok çok uzakta, tabiri kullanılabilmektedir. 80’lerde ise vasat işlerle karşımıza çıkan bu grup zaman içerisinde kaybolur ve ardında çok önemli 4 albüm bırakır. Çok önemli bir bilgi de bu grupta çalmış Harald Großkopf’un Klaus Schulze’nin davulcusu olduğudur. YATHA SIDRA Almanya’nın krautrock serüvenindeki tek albüm tek tabanca gruplarından. Öyle çok karmaşık müzikleri yoktur, ne Ash Ra Tempel ne de Popol Vuh kadar komplekstir, sadece new age ve folk müziğe benzeyen o yumuşak tonlarla bezeli, flütlerin, vurmalı çalgıların yer aldığı, psychedelic gitarların yer yer ambiyans olarak kullanıldığı bir müzik icra eder Yatha Sidra. 72 yılı “A Meditation Mess” ise bu bağlamda söylediklerimize çok iyi örnek teşkil ediyor. “Part 1” ve “Part 3” çalışmalarının da bu albümün en başarılı bölümleri olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Sadece tek albümle böylesine akılda kalıcı, bazen yükseleasne n müziğine karşın hoş anlar yaratabilen bir grup oldukları için de birçok dinleyici tarafından da be-

ğenildiğini, sohbet ortamlarında adının geçtiğini düşünüyorum. Eğer krautrock’a bir yerinden bulaşmışsanız bu çok farklı topluluğu da beğenecek ve yıllarca dinleyebileceksiniz. YEZDA URFA İran şehri “yezd” ile bizim “urfa” kentinin isminin birleşiminden oluşan ilginç bir Amerikalı topluluk. Amerika progressive müzik konusunda arada kalmış ülkelerden birisidir. Öyle çok çok kült grupları falan yoktur ama Happy The Man, Djam Karet gibi değerleri vardır. Bir de parantez açmam gerekirse son dönem Amerikan grupları da öyle yabana atılır cinsten değildir. Bundan da ileride bahsedeceğiz. Yezda Urfa ise müzikal olarak etkilerini direkt olarak YES’dan alan bir yapıya sahiptir. Böyle yazınca senfonik bir grup ola-


rak görülebilir ama derinlerde yatan bir Gentle Giant etkileri vardır ki bu her şeyi altüst eder. Bu sebeple grup o tarz senin bu tarz benim dolaşır durur. Enstrüman kabiliyetleri çok yüksektir. 75 yılında “Boris” adlı mükemmel bir albüm müzik dünyasına bırakarak ortalıklardan kaybolurlar. Seneler sonra 89 yılında “Secret Baboon” isminde yine güzel bir işe imza atıp tekrar kaybolurlar. Progressive rock’ın değer görmemiş iyi gruplarından birisidir.

gösterilere gebedir. Xhol Caravan uzun olmayan kariyerine dolu dolu albümler sığdırmış ama pek kimse tarafından bilinmeyen topluluklardan yalnızca birisi. “Müzik o yıllarda yapılmıştır” savını çok iyi açıklıyorlar. 2066 AND THEN

XHOL CARAVAN

Almanya’nın belki de tanınmamışlık anlamında en şanssız gruplarındandır. Progressive’i tam anlamıyla yaşatırlar, son derece ilerici, politik, müzikal olarak ise arayış içerisinde olan ayrıksı topluluklardan da birisidir. Xhol olarakta tanınırlar. Müzik stili olarak karmaşık caz partisyonlarının psychedelic şekilde harmanlanışı bu grubun karakteristik özelliklerinden sayılmalıdır. Bazı müzik yayınlarında krautrock olarakta geçen tarzları aslında çok daha geniş ve açılımlıdır. İlk albümünün çıkışı 1967’lere kadar gider, eğer caz ile ilgileniyorsanız seviyorsanız bu değeri bilinmemiş topluluğun müziğini iyice tanımak gerekir diye düşünmekteyim. Beste içerisindeki efektli gitarlar, aniden giren davul sololar, tribal klavyeler hepsi bu ilginç grubun müziğinde saklı. 67 yılındak, “Get In High”, 69’daki “Electrip” ve 70 yılında çıkan “Hau-RUK” grubun baş döndürücü albümlerinden bazıları. Birde konser albümlerinden bahsetmek lazım gelir ki 69 yılında verdikleri “Altena” adındaki bu kayıtta “Ie’” ve albümün hemen sonunda yer alan yaklaşık elli yedi dakikalık muhteşem “Freedom Opera” nefis müzikal

Almanların pek bilinmeyen gruplarından birisi olan 2066 & Then heavy progressive tarzıyla ELP, Deep Purple ve Jethro Tull melodilerine adeta merhaba dedirtiyor. Klavye ağırlıklı müzikleri (grubun iki klavyecisi mevcut) ve Faces vokalisti Rod Stewart’ı anımsatan vokal tarzıyla İngiliz Geff Harrison -ayrıca King Ping Meh’de de söylemiştir- vokaliyle grubu tek başına sırtlamış gibi gözüküyor. Flüt ve klavyelerin birlikteliği hoş anların yaratılmasına sebep oluyor fakat albümde öylesine bir klavye baskısı var ki insan şaşırmadan edemiyor. Alman olduklarını bilmesem grubun müziğine bakıp bu topluluk İngiliz de diyebilirim. 72 yılı ilk albümü “Reflections of the Future”ı progressive müziğin hard rock ile buluşmasını sevenlere rahatlıkla tavsiye edebilirim. Albümle aynı adı taşıyan 16 dakikalık beste ise bir müzisyenlik gösterisi gibi oracıkta duruyor. ::::


Şimdi ise biraz Progressive folk müziğinde geride kalanlara birkaç örnek verdikten sonra İtalyan ve İskandinav gruplarına bir geçiş yapmak istiyorum. Alman ekolünün bazı gruplarını diğer sayfada teker teker açıkladığımız için onlar ayrı bir yerde ele almayacak, İngiliz gruplarının bazılarına ise yine diğer sayfalarda yer verdiğimiz için ayrıca açıklamayacağız. Zaten İngiliz gruplarını açıklamaktan ziyade kafadan direkt olarak öneririm, çünkü onlar işin duayenidir. Bir yerde bu yazı mutlaka noktalanacak ama nerede bitecek bilemiyorum. Progressive Rock dünyası uçsuz bucaksız bir derya, nereye baksanız altından devamlı gruplar çıkıyor türler çıkıyor ve bir yerde sonunun olmadığını düşünüyorsunuz. Bizim de bu yazdığımız yazıda eksikler elbette ki çok fazla ancak progressive rock’ı tanımak isteyen ya da tanımış, farklı grupları öğrenmek isteyen genç kuşakların bu yazıda yakalayacağı bir şeyler olabileceğini düşünüyorum. En azından başlangıcı, eksikler çok olsa da yapalım, gerisini dinleyenlere ve bu müziği araştırmak isteyenlere bırakalım, onlar yapacaklarını iyi bilirler. Daha önce birkaç küçük başlıkta folk müzikten söz açılmışken unutmuş olduğumuz isimleri şimdi açıklamayı uygun görüyorum. Progressive folk dünyasında Almanya’dan iki ismi daha burada belirtmek gerekir ki bunlardan birisi Parzival’dir. Viyolin ve flütlerle klasik müziği folk müzik ile birleştiren bu topluluk sadece iki albüm yapıp dağılmıştır. “Legend” adını taşıyan 71 yılı bu çalışmayla folk müziğin zenginliğini gözler önüne sermişlerdir tıpkı Emtidi adlı grupta olduğu gibi. Onlarda Almanya’nın isim yapmış gruplarındandır fakat az sayıdaki albümleriyle daha da büyüyecek bir etki yaratacak duruma gelecekken ortadan kaybolmuşlardır. Prog folk müziğinde Almanya’dan başka İrlanda’dan Dr. Strangely Strange, Mellow Candle ve Mushroom, İtalya’dan Saint Just, La Famiglia Delgi Ortega ve Canzoniere Del Lazio birden ortadan kaybolan topluluklara örnek olmuştur. İngiltere’den Decameron, İspanya’dan Errobi ve İsveç’ten ise Kebnekaise mutlak suretle dinlenilmesi gerek toplulukların başında yer alır. Burada Kebnekaise’ye bir parantez açmak isterim ki 1970’lerde doğan bu topluluk caz rock ile folk öğelerini birleştirmiş ayrıldıktan 30 küsür sene sonra tekrar toplanmış ve enfes bir albümle geri dönmüştür.

İTALYA VE İSKADİNAVYA’DA PROGRESSIVE ROCK İskandinav ve İtalyan progressive rock grupları Alman ve İngiliz gruplarına nazaran daha geri planda durmuşlardır. İngiltere’nin bu müzik türünü yaratışı, Almanya’nın da çok geniş öncü bir krautrock geçmişi olması bunu engelliyor. Ancak İtalya’nın senfonik rock tarzında pek bilinmeyen çok geniş ve köklü bir geçmişi vardır. O kadar çok topluluk kurulmuştur ki bu durum, progressive rock dünyasında İtalyan ekolü diye bilinen apayrı bir tarzın yaratılışına da sebep olmuştur. İtalya’nın bir Akdeniz ülkesi olması dolayısıyla müzik grupları genellikle sıcak melodili, çok fazla deneysel işlere girişmeyen, fazlasıyla senfonik yapı barındıran özellikler barındırır. Ama deneysel işlere bir girdiler mi tam girerler. Bunu da caz dışında üzerinde yapılması zor olan klasik müzik ile başarırlar. Progressive rock dünyasında İtalyanların senfonik rock grupları çok ayrı değerlendirilmeli, onlara ayrı bir başlık açılmalıdır. Ne İngiliz grupları kadar büyük ve efsane olabilmişlerdir -PFM ve BMS dışında- ne de Almanlar kadar karanlık, ancak kendi içlerinde efsane olabilmiş büyük grupları mevcuttur İtalyanlar’ın. Aynı şekilde İskandinav gruplarına da şöyle bir açıklama getirilebilir: Onlarda ne İngilizler ne de Almanlar kadar bilinmişlerdir ama ne var ki bu özellikleri başarılı gruplar çıkarmasına engel değildir. Aynı İtalyan grupları gibi onlarda birçok grupla progressive dünyasında etki yaratmışlardır. Genellikle müzikleri caz, fusion, senfonik, bazen pop etkileri olan ve İskandinav folk müziklerinden de beslenen karakteristik bir özellik barındırır. Almanlar kadar sıra dışı değillerdir ama müzikal anlamda en az onlar kadar karanlık ve köklü geçmişe sahiptirler. Alman grupları genelde daha soğuk bulunurken İtalyanların müziği bir o kadar sıcaktır. PREMIATA FORNERIA MARCONI (PFM) İtalyanların köklü gruplarından birisi ve belki de en çok tanınan topluluklarından. PFM olarak da bilinmektedir. İtalyanca yanında İngilizce söyledikleri besteleri de mevcut olup Genesis’e göz kırpan yumuşak soundlu senfonik etkili besteleriyle 1960’ların sonundan itibaren albüm üretiyorlar. Bu tarz İtalyan toplulukları oldukça fazla ama ne yazık ki sadece bu müziği bilenler, takip edenler tarafından biliniyorlar.”Storia Di Un Minuto”, “Per Un Amico” ve “L’isola di niente” klasikleşmiş albümlerinden birkaçı. İlk dönem İngilizce olarak çıkardığı albüm olan “Photos Of



dır. Vokalist Francesco DiGiacomo’nun opera vokal tarzını anımsatan farklı bir karakteristik sesi olması dolayısıyla İtalyan grupları arasında özellikli bir yer edinmiştir. İlk dönem albümleri olan “Banco Del Mutuo Soccorso”, 72 yılı “Darwin!” ve 73 yılı “Io Sono Nato Libero” İtalyan progressive müziği denilince akla gelen ilk albümlerden bazıları olup müziğiyle PFM’e göre daha sert ve daha ritmiktir. Özellikle “Darwin!” bir klasiktir, unutmayalım.

BANCO DEL MUTUO SOCCORSO (BMS)

LE ORME İtalyanların klavye profesörleri de denir kendilerine. Senfonik müzikleri aniden başka sulara açılır ve aniden şaşırabileceğiniz yollara girer. Müziklerinde klavye baskın enstrüman olarak yer edinir, bolca enstrümantal pasajlar ELP’den Deep Purple’a dek varan etkileşimli müzikleri onları farklı yere koymuştur. 71 tarihli “Collage”, hemen ardından gelen “Uomo Di Pezza” ve 73 yılı albümü “Felona E Sorona” hemen önerilir. Çünkü bu albümler artık klasikleşmiş Le Orme başyapıtlarıdır. Topluluk son dönemde de revaçta, 2008 yılında Pennsylvania’da verdikleri konserde de çok iyi bir performans sergilemişlerdir.

PFM ile aynı üne sahip bir diğer İtalyan grubudur. Dinamik ve yer yer senfonik olabilen besteleriyle 70’li yıllarda kusursuz albümler yayımlamışlar-

I GIGANTI 1960’ların ortalarında albüm çıkarmaya başlamış İtalyanların en köklü gruplarından birisi. Belki de bu tarz gruplar İtalya’nın senfonik tarzda gelişmesine neden olmuştur. Müziklerinde folk etkilerinin yanı sıra klasik müzik pasajlarını kullanan ve vokal melodilerinde rock opera tarzına kadar giden geniş bir yapı sergilemişlerdir. İlk dönem albümleri olan 66 ve 69 yılı albümleri hakkında pek bir bilgim yok ama en başarılı çalışması sayılan 71 tarihli “Terra In Bocca” kendilerini progressive dünyasına tanıtan albümleri olmuş. Sadece iki epik çalışma ile bunu başarmış ve kendilerinden sonra kurulan senfonik rock gruplarına bir örnek olmuştur. Yirmi üç ve yirmi beş dakikalık iki eserden oluşan “Terra In Bocca” rock opera tarzında da yetkin örneklerden birisi sayılır.

Ghosts”da ise King Crimson’ın bir dönem liriklerini yazmış olan Peter Sinfield’ın parmağı var ve onun yazdığı liriklerle “Storia Di Un Minuto” ve “Per Un Amico”daki İtalyanca şarkıların bazılarını İngilizce olarak “Photos Of Ghosts”da kullanmışlardır. PFM 80’lerde de albüm üretmiş bir topluluk fakat 90’larda pek kayıtlarına rastlayamıyoruz. 2000’lerde çıkan “Stati Di Immaginazione” albümü ile enstrümantal çalışmalarıyla da göz doldurmuşlardır. İtalya deyince akla gelen iki veya üç gruptan birisidir.


MUSEA ROSENBACH 70’lerde yayımlanmış tek albümü “Zarathustra” ile isminden söz ettirebilmiş gruplardan birisi. Müziklerinin derinliğinde senfonik bir özellik yatar fakat gitarların sert kullanımı sayesinde de aniden güçlü bir kimliğe de bürünmektedir. “Zarathustra” İtalyanların en sevdiği prog albümlerinden de birisidir ayrıca. Musea Rosenbach adını gariptir 2000’lerde de “Exit” isimli bir kayıtla görürüz ama bu albümde ilk vokalisti yerine Andre Biancheri vardır ve öyle çok etkileyici bir albüm de değildir.

ki. “Sirio 2222” adlı ilk albümleriyle ortaya çıkan bu topluluğun bir sonraki “Ys” adlı ultra-karmaşık albümünü önermekten başka çare yok. Çünkü kolay bir müzik yapmamışlar. Bu albümün içerisindeki her şarkıya dikkat fakat en sonda yer alan yaklaşık on iki dakikalık “Epilogo”ya ayrı bir önem verilmeli. OSANNA

BIGLIETTO PER L’INFERNO

İsimlerindeki karizmanın yanı sıra müziklerinde de aynı özellik mevcut olan sıra dışı bir İtalyan topluluğudur. Klavyenin derinlerde verdiği senfonik özelliklerin aksine gitarlarda görülen sertlik bu grubu faklı bir kimliğe taşımış. Giderek sertleşen müzikle birlikte 70’lerin o etkileyici soundunu duyabileceğiniz, yankılı vokallerin bolca kullanıldığı bir müzik yapıyor. Kendileriyle aynı ismi taşıyan 74 yılı albümü şiddetle tavsiyedir. IL BALETTO DI BRONZO Müziklerini ilk dinlemede pek çözemeyeceğiniz ilginç topluluklardan birisi. Klavye ve gitarlar yer yer baskın rolü oynamış mellotron’lar, baslar kısaca bütün enstrümanlar havada uçuşuyor san-

İtalyanların yine kendine özgü topluluklarından olan Osanna sert gitar rifleri, yoğun flüt melodileri ve karmaşık müzikleriyle 70’lere damgasını vurmuştur. 70’lerdeki kayıtlarından ilk olarak “Palepoli”, “ Milano Calibro 9” ve “Landscape Of Life” tavsiyedir. İtalyanca olan şarkılarından başka İngilizce söyledikleri çalışmalarda mevcuttur. Müziğin sertleşmesinin ardından aniden farklı geçişlere sahip beste yapıları sayesinde folk müziğinin de iyi icracılarından olmuşlardır. JACULA 1969’larda ilk albümünü çıkarmış köklü bir progressive rock grubu. Besteleri bazen İngilizlerin folk müziğini anımsatıyor. Farklı folk enstrümanlarının yanında mini moog ve harpsikord gibi değişik müzik aletlerini de bestelerinde kullanan bu topluluk bir nevi kilise müziğini anımsatan, kilise org’unun baskın geldiği karakteristik bir yapıya sahip. Din ile ilgili bayan vokalli şarkıları, bir ağıt söylercesine farklı tınlıyor kulaklarda. Klavye soundu bir parça rahatsız edebilir ama bu müziğin özgün olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 69 yılı ilk


bümüyle klasikler mertebesine yerleşmişlerdir ama yaptıkları ikinci albüm “Il Tempo Della Gioia” ile müzikal olarak daha da ileri gitmişler ve İtalyanların unutulmaz grupları arasına isimlerini yazdırmışlardır. IL ROVESCIO DELLA MEDAGLIA

albüm “In Cauda Semper Stat Venenum” ve bir sonraki albümü “Tardo Pede In Magiam Versus”a bir göz atabilirsiniz. LOCANDA DELLE FATE Yoğun bir Genesis soundu ve üzerine yerleştirilmiş hafiften YES etkisi sayesinde İtalyanların sımsıcak müziğini sergilemişlerdir. Senfonik rock diyebileceğimiz, karakteristik tarzı sayesinde ilk albümü “Forse Le Lucciole non si Amano Più”yu çıkarmışlar ve karmaşık melodilerle iyi bir albüme imza atmışlardır. Locande Dele Fate’nin müziğinde kullanılan klavye ve gitarların bir parça melodik rock etkisi taşıdığını da belirtmek gerek. İtalyanların geçiş müziği de bu olmalı ki 80’lere bir çeşit köprü oluşturmuşlar. QUELLA VECCHIA LOCANDA Flüt ve keman’ın yoğun olarak kullanıldığı senfonik rock tarzı müzikleriyle zamanında ilgi çekmiş gruplardan birisidir. Bir yandan folk müziğe bir yandan da senfonik tarza göz kırpmışlar ve aynı adlı al-

Yoğun klavye partisyonları arasında ELP’ye selam verip Johann Sebastian Bach’a öykünmek öyle kolay bir şey olmasa gerek. İtalyanlar’ın belki de en senfonik etkili rock gruplarından birisidirler. Çift klavyecileri vardır ve bu müziği dominant olarak başka yerlere sürükler. Gitarların aniden çıkışları ve kullanılan o tonlar ise bir parça Hendrix zamanlarına da göndermedir. 73 yılındaki “Contaminazione” albümünü ise tek olarak tavsiye edebilirim. Zaten bu çalışmayla kendileri unutulmazlar arasına girmiştir. RACCOMANDATA RICEVUTA RITORNO Tek albüm çıkarıp dağılmış olan gruplardan birisidir. Müziklerine kısaca klasik müziğin caz ile buluşması diyebiliriz. Devamlı değişen ritimler, davul ve gitarlarla birlikte giden flüt melodileri ve akustik dokunuşlar bu grubun özellikleri arasında yer alıyor. Zaman zaman müziğin yavaşlayan bölümlerinde vokalistin romantik sesiyle birlikte şiirsel geçişlere de gebe oluyor müzikleri. 72


yılında “Per…Un Mondo Di Cristallo” albümünü çıkarmışlar ve bir daha da ortalıklarda görünmemişlerdir. Bu albümdeki “Nel Mio Quartiere” ve on dakikalık şaheser beste “Un Palco Di Marionette”yi şiddetle önerir albümü de ilk elden tavsiye listesine sokarım. GOBLIN Adı çok duyulmuş bir diğer Senfonik Rock grubu. İsminin çok duyulmasının sebebi de İtalyan yönetmen Dario Argento’nun filmlerinin müziklerini hazırlamalarıdır. Film müziklerinin dışındaki kendi bestelerinde yoğun senfonik öğeleri kullanan grup son derece etkileyici tarzıyla da İtalyan grupları arasında ayrıksı duruma geçmiştir. Gitar melodilerini çok detaylı ve melodik kullanırlar. Aniden değişen melodik geçişler ise Goblin’in müziğinin bir özelliği olmuştur. Dario Argento’nun “Profondo Rosso”, efsanevi film “Suspiria” ve “Tenebre” gibi önemli filmerinin müziklerini hazırlamışlardır. Ayrıca bir diğer hazırladıkları film müziği ise George Romero’nun “Zombi” filmidir ve bu “Dawn of the Dead” olarak da geçmektedir. Kendi albümlerinden ise 76 yılındaki “Roller” ve 78 yılındaki “Il Fantastico Viaggio Del Bagarozzo Mark”ı tavsiye olarak yazabilirim. CELESTE İtalya’nın romantikleri diyebileceğim müzikleriyle bir atmosfer yaratmayı başarabilen ender topluluklardan birisi. Mellotron geçişleri, akustik gitar melodileriyle yavaş dingin bir müzik, ve düz, hiç yüksek tonlara çıkmayan bir vokalist var. Yavaşlıklarıyla ve dinginlikleriyle bazen Renaissance’ı hatırlatıyorlar. Caz etkilerini de duyabileceğiniz “Principe di un Giorno” adlı albümünü de 76 tarihinde çıkarıp uzun süre ortalıklardan yok olmuşlar. SEMIRAMIS 1973 yılında çok ağır senfonik pasajlar içeren bir albüm (Dedicato a Frazz) yapmış ve dağılmış gruplardan bir tanesi. Klavyelerin ön planda olduğu gitarların ise bir parça geri planda kaldığı müzikal yapılarında çok fazla ayrıksı bir özellik barındırmıyorlar ama oluşturdukları tek albümle adlarını önemli yerlere yazdırmışlar-


dır. Vokalistin yüksek tonlardan söylediği koro vokallerini de anımsatan şarkılarla zor dinlenilen bir o kadar da içine zor girebildiğiniz bir müzik yapıyorlar. PICCHIO DAL POZZO

İtalya’nın Canterbury Sound temsilcileri. Caravan ve Soft Machine etkisindeki müzikleri caz ve psychedelic birleşimini sağlamaları nedeniyle İtalyan gruplar arasında özel bir yerde dururlar. 76 yılındaki kendi adını taşıyan albümü nefis olmakla birlikte zor dinlenebilir bir yapıya da sahiptir. Caz’ın birçok türünü de bu albümde sergilemiş ve bu sayede sadece İtalya’da değil diğer ülkelerde de birçok dinleyici profili oluşturan gruplardandır. PERIGEO İtalya’daki önemli gruplardan bir tanesidir. Caz ve caz rock çevresinde gezinen müzikleri zaman zaman flamenko semalarına da uğruyor. Canterbury rock gruplarının sergilediği caz müziklerinden de bir parça taşıyorlar fakat tam anlamıyla progressive rock denilemeyecek onun yerine bir caz grubu diyebileceğiniz doğaçlamaya yatkın, şarkılarını türlü türlü hâllere sokan


topluluklardan birisi de zannedebilirsiniz. John Coltrane tınıları ve bu sayede oluşan atmosferik melodileri de çok ilgi çekici. İlk albüm 72 yılında çıkmış ve “Azimut” adını taşımakla birlikte en iyi albümleri de denebilir. Caz etkilerini daha fazla duyabileceğiniz bir sonraki “Abbiamo Tutti un Blues da Piangere” ise beğenilen ve klasikleşmiş albümlerinden birisi sayılmakta. EDGAR ALLAN POE

Amerika’nın nasıl ki H.P. Lovecraft’ı varsa İtalyanların da Edgar Allan Poe’su mevcut. Adını gotik yazarların babası olan Edgar Allan Poe’dan alan grup karanlık sayılabilecek bir yapıya sahiptir. Müziklerinde caz ve heavy rock etkileriyle birlikte klasik müzikten etkilenen bir tavır sergilerler. Gitarlarda yer eden blues rifleri de bir başka farklılıklarıdır. Bu kadar yoğun bir sentez içerisinde oluşturulan müzik gerçekten de zor dinlenebilir bir özellik barındırıyor. Sadece 74 yılında “Generazioni (Storia Di Siempre)” adlı albümü çıkarıp ortalıktan kaybolmuşlardır. ALUSA FALLAX Tek albümlük iyi gruplara örnektir. İtalyanların tek albümlük grupları en az Almanlar kadar güzel olabiliyor ve zevkle de dinleniyor. Senfonik rock’ın dinamik hâllisi de diyebileceğimiz müziklerinde flüt ve bazı ender kullanılan klasik müzik enstrümanları mevcut. Melodik senfonik müziğin tepe noktası da diyebilece-


ğimiz Alusa Fallax, besteleri ve vokallerin çeşitliliği yönünden de farklılık taşıyor. Klavyeyle verilen karanlık tonlarla beraber bahsettiğimiz bu tek albüm (“Intorno Alla Mia Cattiva Educazione”) mükemmelliğe ulaşıyor. MAXOPHONE İtalya’nın bir diğer sıcak ve pozitif müzik yapan grubudur. 70’lerin ortalarında müzik yapsalar da şarkılarda kullanılan vokal tarzları hep 80’lerdeki o melodik pop rock vokallerini anımsatıyor. Müzikler ise çoğunlukla pop caz kalıplarında geziniyor. Saksafon, klarnet gibi enstrümanlarla Van der Graaf Generator müziğini iyice tetkik etmeleri, bunun yanında ise Gentle Giant müziğindeki çeşitliliğe yaklaşmaları da takdire şayan. 75 yılındaki kendi adlarını taşıyan albüm tavsiye edilir. SAMLA MAMMAS MANNA

İsveç’teki progressive etkili müzik yapan grupların atası sayılabilecek bir topluluk. Aslında İsveç ile sınırlandırmak ne kadar doğru olur orası tartışılır. Çıktıkları zamanı göz önüne alırsak deneysel bir kimlikle ortaya çıkmaları ve sonradan Henry Cow tarafın-


dan oluşturulacak RIO (Rock In Opposition) tarzına dâhil edilmeleri sonucunda topluluk efsane kategorisine geçiş yapmıştır. RIO akımı aslında plak şirketlerine karşı geliştirilmiş bir protesto akımıdır ve bunun amacı ise açıkça plak şirketlerini saf dışı bırakmaktır. Bazı kişilerce sanat akımı olarakta adlandırılır. Bu tarza bağlı gruplar Henry Cow’un sırf bu akım dâhilinde oluşturduğu festivallere de katılırlar ve o sayede adlarını duyururlar. Samla Mammas Manna’nın müziğini tek bir kategoride anlatabilmek mümkün değildir, zaten öyle hüzünlü müzikleri de yoktur, daima eğlenmek için bir araya gelmiş müzisyenlerin sırf eğlence olsun diye oluşturdukları bir topluluktur. Caz, fusion, world music gibi türleri büyük bir ustalıkla sentezlerler. Garip bir vokal anlayışları vardır. Biz eğlence amacıyla kuruldu dedik ama madalyonun öteki yüzü vardır ki çaldıkları müzik öyle kolay yapılabilecek bir tarz değildir. 70’lerin başından başlayıp 80’leri şöyle bir es geçip 2000’lere kadar gelirler. 71 yılındaki “Samla Mammas Manna” ve 74 yılındaki “Klossa Knapitatet” tavsiye edilebilir. WIGWAM Finlandiya’nın çıkardığı en büyük, en köklü topluluklardan birisidir. Caz rock ve senfonik rock sentezi içerisine dâhil edilebilecek müzikleri sayesinde Finlandiya’da öncü bir grup olmuştur. Wigwam’ın bu müziğiyle bir İngiliz topluluk olsaydı eminim ki bundan çok daha fazla tanınabilirdi. Zamanına göre çok akılcı olan müzikleri, değişik vokal yapıları ve soundlarının güçlü olması da grubun artı noktalarından. 69 yılı ilk albümü “Hard And Horny”den sonraki albümünde bas gitarda ünlü bir Fin müzisyen olan Pekka Pohjola’yı görüyoruz. 70 yılı “Tombstone Valentine”da gruba giren Pohjola başarılı bir açılış yapar, müzik bilgisi ve enstrümana hâkimiyetiyle dikkati çeker. Bunun devamında ise grubun en iyi albümü “Fairyport” çıkar. Pohjola’nın çaldığı bas yanında violin’de de çok başarılı olduğunu görürüz bu albümde. Wigwam 2000’lerde de albüm çıkartan bir topluluk ancak yine de eski kayıtlarının yerini tabi ki tutmaz. KAIPA İsveç’in köklü Senfonik Rock topluluklarından, ama en iyilerinden, işini en düzgün yapanlardan bir tanesi. Müzikleri sadece senfonik etkiyle açıklanırsa bu pek yeterli olmaz çünkü kendileri gerek gitar melodilerinde ve bestelerin genel yapısında İskandinav folk müziklerini de bir şekilde bestelere adapte ederler. Hans Lundin (şimdi ise Ritual adlı grupta çalmaktadır) ve Roine Stolt (kendisi The Flower Kings, The Tangent, Transatlantic gibi gruplarla çalışmıştır.) Kaipa’nın demirbaş müzisyenleri arasında yer alır. Lundin’in klasik org, mellotron ve harpsikord geçişleriyle Stolt’un o çok açılımlı derin gitar soloları birleşmiş ve ortaya ilginç keyifli bir sentez ortaya çıkarmışlardır. 1975 yılı ilk albüm bunun en bariz örneği olmakla birlikte içerisinde bir Stolt bestesini barındıran “Förlorad


i Istanbul”u yapmaları da ayrı bir güzelliktir. İkinci albüm “Inget Nytt Under Solen” ise Hans Lundin’in yaklaşık 22 dakikalık muhteşem eseri “Skenet Bedrar” ile başlar. YES ve Camel etkileriyle birlikte İsveççe olan bu eserler Kaipa’nın artık oturmuş bir soundu olduğuna işaret eder. “Solo” ile 1970’lerin sonlarını, “Händer” ve “Nattdjurstid” ile 80’leri başarıyla karşılarlar. Ame ne var ki bundan sonra ayrılır ve uzunca bir süre ortalıklarda görülmezler. 93 yılındaki bootleg kaydı “Stockholm Symphonie”den uzunca bir süre sonra toparlanır ve birbirinden muhteşem 4 albüm daha çıkarırlar. “Notes From The Past” bu yeniden birleşmenin ilk meyvesidir ve Stolt ve Lundin modern bir soundla dinleyicilerin karşısına çıkar. Aleena isminde İsveçli bir pop rock vokalistini de albümlerinde kullanırlar. “Keyholder” ve “Mindrevolutions” ile YES etkilerini daha da gün yüzüne çıkarıp 2007 tarihli “Angling Feelings” ile bu başarılarının tesadüfî olmadığını kanıtlarlar. Bu albümde Roine Stolt bulunmamaktadır, onun yerine ise bir heavy metal grubu olan Scar Symmetry’den Per Nilsson bu görevi başarıyla üstlenir. Kaipa günümüzde de aktif, konserler veren albümler çıkaran bir topluluktur. TASAVALLAN PRESIDENTTI Finlandiya’nın 60’ların sonlarında müzik yapmaya başlayan caz rocker’ları fusion etkili besteleriyle bugünkü progressive rock dinleyenler tarafından ilgiyle izlenmekte. Kimle konuştuysam pek olumsuz laf söylenmedi bu topluluk için. Ülkelerinin diğer grupları olan Wigwam ve Finnforest ile de müzikal olarak hem benzeşmekte hem de onlarla iyi ilişkiler kurmaktaydı. Klasik prog kalıplarının içerisine caz doğaçlamaları, flüt ile desteklenen folk öğelerini de müziklerine sokmaları tek kelimeyle inanılmaz. Çok şiirsel


müzik yapan bir topluluk diyebilirim. İlk iki albümleri kendi alanlarında birer klasiktir. Özellikle “Tasavallan Presidentti II” bu uğurda defalarca ödül alabilecek derecede güçlü müzikal yapıya sahiptir. İsveç ve Norveç, Finlandiya’yı pek İskandinavya’nın parçasından saymazlar ama bu grubun müziğinde öyle bir sempatiklik mevcut ki sadece İskandinav müzisyenlerine ait olan o soğuk yapı da buraya uğramaz. Dıştan soğuk duruşlarına nazaran oluşturdukları müzik bir o kadar sıcak gelir insana. 74’deki “Milky Way Roses” albümünden sonra pek haber alınamayan topluluk 2006’da “Six Complete” adında bir çalışma ile geri dönmüştür. TRETTIOÅRIGA KRIGET İsveç İsveç İsveç! Trettioåriga Kriget belki de bu ülkenin en iyi gruplarından birisidir. İsveç’ten çok nadir kötü topluluk çıkıyor, bunu da orada yaşayan insanların çoğunun ailesinden kaynaklanan bir dayatmayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çok küçük yaştan itibaren kişi bir enstrümanla tanışır ve sonrasında gelen müzik dersleri, beste oluşturma ve bir müzik grubu kurma hareketleri. İsveç’in suyunda vardır bu ve her aileden en az bir kişi müzisyendir ya da müzikle uzaktan yakından ilgilidir. Trettioåriga Kriget, ilk albümünü kendi adıyla 74


yılında çıkarmış. O zamanlar çok gençlermiş fakat o yaştaki insanlardan böylesi bir müzik çıkıyorsa şaşırmamak lazım çünkü yukarıdaki düşünceleri destekler nitelikte duruyor bu düşünce. İsveççe olan şarkıları müzikle uyum içerisinde ve soundları o kadar canlı ki inanılmaz. Hiçbir gruba benzetilmesini doğru bulmadığım bir grup Trettioåriga Kriget. Doğaçlama gitar formlarıyla dinamik, baskın bas melodileriyle, çok yoğun olmayan mellotron geçişleriyle farklı çok farklı bir grup. Biraz önce bahsettiğimiz ilk albümleri klasik olmakla birlikte çıkardıkları her çalışma da belli bir kalitenin üstündedir. 76 yılı “Krigssång” 92 yılı “War Memories”, 2004 yılı “Glorius War” ve 2007 yılı “I Början Och Slutet” albümlerine dönem dönem bakıldığında bile başarısızlığı yoktur bu grubun. Arada bir ayrılarak meraklanmamızı sağlayan bu heyecan verici topluluğun pek tanınmayan bir progressive grup değil de kusursuz, her dinleyicinin derinlemesine tanıyabildiği bir “jam band” olmasını diliyorum. KAAMOS Güzelim Finladiya’da 77 yılında sadece tek albümle ortaya çıkıp daha sonra aniden kaybolan sentez topluluklardan bir tanesidir. Orta çağ müziği, blues ve funk gibi bir araya gelmesi zor olan türleri tek potada eritebilmek bu grubun göreviydi. Jethro Tull, YES gibi gruplardan aldığı ilhamları da sayarsanız tek albümle neler başarabildiklerini tahmin edersiniz. “Deeds And Talks” adındaki bu albümde “Strife”, “Delightful” ve adı üstünde barok ezgilerden etkilenilmiş müthiş bir çalışma olan “Barokke” yer alıyor. Kyösti Laihi’nin kullandığı moog synthesizer albümün her tarafında karşınıza çıkıyor. Folk müziklerden hoşlanan dinleyiciler kesinlikle bakmalı bu gruba. Aynı adlı bir başka grup da mevcut fakat onlar ola-


yın heavy metal tarafıyla ilgilendiğinden şimdilik ilgi alanımızda değiller. FOLQUE İskandinavya’dan çıkmış o kadar çok prog folk grubu var ki hepsini saysak sığdıramayız belki de. İşte onlardan biriside Folque isimli bu topluluk ve İskandinavya’nın Norveç tarafından geliyorlar. Folque’nin müziğinde prog etkisi azaltılmış ama folk öğeleri daha fazla yüzeye yerleştirilmiş gibi tınlıyor. Kendi folk müziklerinden başka İrlanda folk müziğine de geçiş yaparak, bu konuda ne kadar geniş düşündüklerini bizlere gösteriyorlar. Keman ağırlıklı olarak viyolin ve banjo’yu da kullanan grup elemanları hem müziğin akustik olmasını sağlıyor hem de minimalist bir yaklaşım sergiliyorlar. İlk albümlerini kendi adıyla 74 yılında çıkaran bu topluluk 75 yılındaki “Kjempene på Dovrefjell” albümü ile de aynı müzikal anlayışlarını sergiliyorlar ama 76 yılında çıkan “Vardøger” adlı çalışmasıyla da başarılarını ikiye katlıyor. Bu albümdeki “Fantaguten” isimli şarkı ise tarafımdan grubun en güzel çalışması olarak yazılmıştır. Folque’den 80’li yıllarda da haber alırız fakat ondan sonra pek ortalıklarda görünmez ve kaybolurlar. FINNFOREST Caz, rock ve Finlandiya üçlüsü denilince akla gelen ilk isim ya Wigwam ya da kalın bıyıklı müzisyen Pekka Pohjola oluyor genelde. Finlandiya’nın geleneksel folk müziklerinden de beslenen bu müzisyenler arasında 1970’lerde adı pek duyulmamış ama dikkatli dinleyiciler tarafından bilinen bir topluluk olan Finnforest’de bu yolun yolcuları arasında yer alıyor. Enstrümantal müzikleri oldukça dikkat çekici fakat bu grubun konusu açılınca akla hemen Focus isimli bir topluluk geliyor. Bir progressive rock sohbet ortamında “Finnforest dinlemiş miydiniz?” tarzında soruya genellikle “dinledim ama Focus’a çok benziyor” şeklinde cevaplar duymanız da olası bir durumdur. Finnforest müziğinin beslendiği yerler oldukça çeşitli ve bu iki kült grup olan Mahavishnu Orchestra’dan Weather Report’a dek uzanıyor. Grubun kendi adını taşıyan ilk albümü de önemlidir. Zaten sonrasında da pek bir şey üret-

mediler. Senfonik yapının da bolca kullanıldığı bu albümlerde doğaçlama formuna da yaklaşmaları takdire şayan. ELONKORJUU

Finlandiya’nın tek albümlük neferlerinden olan bir gruptur. 60’ların sonu ve 70’lerin başındaki o dâhiyane soundları içerisinde barındıran beste yapıları sayesinde Finlandiya içerisinde büyük işler yapmışlardır. Bazen blues rock’a kaçan melodileri caz yapısıyla birleştirmişler sert gitar rifleri ve o dolu dolu hammond org tonlarıyla başarılı bir albüm yaratmışlardır. 72 yılı “Harvest Time” albümü onların tek çıkardığı çalışma olmuş ve daha sonra topluluk ortadan kaybolmuştur.


RADIÖMOBEL

Psychedelic Rock’ın İsveç’ten cevabı olacakken fazla albüm çıkarmamaları ve müziğe devam etmemeleri kötü olmuştur. Belli bir potansiyeli vardır fakat bunu pek fazla ileri götürememişlerdir. Radiömobel müziğinde klasik psychedelic öğeleri Amon Düül gibi usta bir gruptan almıştır, bunun yanında elemanların amatörce olması, beste yapılarındaki bazı dengesizlikler de şarkıları dinleyince hemen anlaşılabiliyor. 75 tarihli ilk albüm “Tramseböx” kısmen iyiyken 78 yılı “Gudang Garam”da bir parça toparlanmış görüntüsü çizmişlerdir. PIIRPAUKE Finlandiya dolaylarından etnik müziği caz ile birleştirmeyi amaç edinmiş progressive mantıkta müzik yapan kalabalık müzisyenleri olan bir topluluktur. 70’lerden bu yana Finlandiya ve dolayısıyla İskandinav (her ne kadar İsveç ve Norveç Finlandiya’yı İskandinavya’dan saymasa da) folk müziği adına başarılı işler yapmışlardır. 75 ve 76 yıllarında çıkan “Piirpauke 1” ve “Piirpauke 2” birbirinden iyi albümler olarak gözükürken bu topluluğun “live” kayıtları ise bir başkadır. 2000’lerde de müziğe devam etmişlerdir. RÅG I RYGGEN Tek albümlük İsveç tabancasıdır. Stockholm şehrinin göbeklerinden doğan bu çocuklar sıkı birer rocker. Deep Purple, Uriah Heep benzeri tatlar alınan müziklerinin içerisine dönemin klavye soundu da girince tadından yenmiyor. Deep Purple hatta hatta daha uçlardan Frijid Pink falan dinliyorsanız bu topluluk tam size göre. Blues nota-

ları da flüt melodileri de kulaklardan pek kaçmıyor, tam başka sulara girecekken rock ağırlıklı zaman zaman progressive de olabilen besteler icra etmişler. 75 yılında çıkan ilk ve tek albüm tavsiyedir. AKASHA Psychedelic müziğin tam özelliklerini yansıtmasa bile o etkileri verebilen Norveç’in karanlık topluluklarından birisi. Syd Barrett’in olduğu ilk dönem Pink Floyd’unun yoğun etkisi, Eloy’un “Dawn” dönemini hatırlatan o klavye soundları bu grubun müzikal özellikleri arasında yer alıyor. 77 yılı ilk ve tek albümleri olan “Akasha”nın 11 dakikalık giriş şarkısında olaya giriş yapıyorlar. Karanlık ve boşluk hissi veren o melodiler arasında mellotron’ların yoğun olarak kullanıldığı “Light And Darkness” ve “Electronic Nightmare” albümün en iyi çalışmalarından bazıları. Psychedelic sound sevenler bu gruba mutlaka bir göz atmalı. TRÄD GRÄS OCH STENAR 1960’ların sonlarında İsveç’ten doğmuş nitelikli bir psychedelic topluluktur. Grateful Dead gibi orta tempoda giden şarkılarının soundunu aslında Amon Düül gibi bir topluluktan almışlardır. Hiç susmayan kirli tonlarda giden bir gitar ve belli bir


Eternity” ile bir başyapıt yaratırlar ve ardından gelen MIND projesi ile Frank Zappa benzeri deneysel bir yapıyla dinleyicinin karşısına geçerler. Bu MIND projesi olayı çok farklılık yaratır grubun diskografisinde ve daha sonra onlardan pek haber alamayız. Isildurs Bane her progressive rock ve deneysel müzik dinleyicisinin arşivinde olması gereken bir müzikal değerdir. FLÄSKET BRINNER

hızda seyreden şarkı yapıları grubun müzikal olarak en belirgin özelliklerinden sayılmaktadır. 70 yılı aynı adlı ilk albümleri iyi bir başlangıç olmuş 72 yılı “Mors Mors” albümü ile daha fazla isimlerini duyurmuşlardır. İlginçtir, bu topluluk 70’lerden sonra 2000’lerde de müzik dünyasında görülmüş fakat pek etki bırakamamıştır. ISILDURS BANE

İsveç’in en yaratıcı müzisyenlerinden oluşan topluluktur. Kemik dinleyicileri olması sebebiyle ciddiyetle dinlenir ve çıkardıkları her albüm takip edilir. 80’lerin başından beri müzikle haşır neşir olan bu topluluğun ilk dönemi yoğun senfonik pasajlı şarkılarla geçilir. Böyle pek ilgi çekemeyen topluluğun asıl olayı 90’larda başlar ve “The Voyage – A Trip to Elsewhere” albümüyle olaya son noktayı koyarlar. Artık bundan sonra yol daha da açılmıştır ve topluluğun önemi bundan sonra daha da artar çünkü müzikal yönü değişmiş deneysel tarzlara göz kırpan bir yapı sergilenmeye başlanmıştır. “Sea Reflections / Eight Moments of

İsveç’in 70’lerde ortaya çıkmış şahsiyetli gruplarından birisidir. Caz, folk ve klasik müzik türlerini birleştiren psychedelic yapıdaki ilginç müzikleriyle iki albüm yapıp ortadan kaybolmuşlardır. İsveç’in yine ünlü müzisyenlerinden birisi olan Bo Hansson’un da konuk olduğu 72 yılı aynı adlı ilk albümü ile caz rock’ın deneysel hâli ile bizleri tanıştırmışlardı. Müziklerinden hiç eksik olmayan o acid rock soundunu o dönemlerde çok kullanan İsveçli topluluk pek yoktu ya da tamamiyle yer altında kalarak müzik yapıyorlardı. İkinci albümleri “Fläsket”te de aynı özellikler devam ediyor ve ondan sonra ise gruptan haber alamıyorduk. Fläsket Brinner, İsveç’in az duyulmuş fakat çok detaylı müzik yapan kaliteli isimlerindendir. KULTIVATOR Norveç’in 80’lerdeki senfonik rock gruplarından birisidir Kultivator. Gentle Giant’ın kategoriler dışı tarzını alıp King Crimson ve YES benzeri senfonik oyunlarla süslemeyi iyi be-



cerirler. Zaman zaman Canterbury ve Zeuhl taraflarına da geçtikleri görülür fakat bu uzun sürmez. İlk albümünü 81 yılında “Barndomens Stigar” adıyla çıkaran Kultivator sanki 80’lerin başında değilmiş gibi, 70’lerin ortalarında kullanılan o soundu müziklerinde kullanmış ve bu sayede albüm de bir şeye benzemiştir. LUCIFER WAS

Norveç’in heavy prog tarzındaki esaslı gruplarından birisidir. Grubu çok iyi takip ettiğimden müzikal değişimlerini de iyi bilirim. Lucifer Was; Black Sabbath, Jethro Tull ve Uriah Heep gibi grupların bir sentezini yapar. Thore Engen’in önderliğinde 70’lerin başlarında kurulmuş olan grup o zamanlar pek kayıt yapmamıştı. Sadece 1970’li yılların ortalarında oluşturduğu bazı materyalleri gözden geçirip, sessiz sedasız ortalıktan kaybolmuştu. 76 yılından 96 yılına kadar uzun aralıklarla stüdyoya takılmışlar ve 1996 yılında bir kayıt yapmak üzere yeniden stüdyonun yolunu tutmuşlardır. 1997 yılında “Underground And Beyond”u çıkaran Lucifer Was o 70’lerin kirli soundunu müziklerinde kullanmaktan çekinmiyordu. Melodik progressive rock çizgisindeki besteleri Black Sabbath gitarları, Ian Anderson (Jethro Tull) tarzı flüt melodileri ile birleşiyor ve ortaya kusursuz bir albüm çıkıyordu. İkinci çalışma olan “In Anadi’s Bower” 2000 yılı bir kayıttı ve o eski sound hâlâ yerinde duruyordu. Üçüncü albümleri “Blues from Hellah” ise içerisindeki “Mire” ve “Armworth” bestelerine rağmen blues etkileri taşıyordu. “Old In Eden” ve “Come Drug Me Babe” nefis olan yoğun blues etkili iki çalışmadır bu albümde. 2007 yılında ise “The Divine Tree” ile blues etkilerine bir son verip tekrar kirli ve eski soundlarına geri dönerler. Lucifer Was’ın son üç albümü İsveçli plak şirketi Record Heaven’dan çıkmıştır.


KERRS PINK Norveç’in progressive folk duayenleri 80’li ve 90’lı yılları başarıyla geçirip 2000’lere kadar uzanan geniş bir zaman diliminde müzik yapmıştır. Müzikal yapısının temelinde yer alan Pink Floyd etkilerinin üzerine Camel gibi bir grubun yumuşak soundunu yerleştirip, bestelerini öyle oluşturuyordu. Bu kuzeyin soğuk dâhileri, Hammond org, mini moog gibi enstrümanlarla da müziğine derinlik katmış, bir anlamda senfonik rock kulvarında da yer almıştır. Folk enstrümanı olarak da tin whistle’ı (İrlanda kavalı) kullanan Kerrs Pink ilk albümünü aynı adla 81 yılında çıkarmış ve haklı bir başarı elde etmişti. Bundan sonra ise “Mellom Oss” ve 97 yılında kaydettikleri “Art Of Complex Simplicity” adlı albümleri ile yerlerini iyice sağlamlaştırdılar. 2002 yılında çıkardıkları “Tidings” ise bir senfonik rock albümüydü, Camel ve Renaissance tatları alabileceğiniz bir müzikal kimliğe de sahipti. KVARTETTEN SOM SPRÄNGDE İsveç’in bu tek albümlük 3 kişilik grubu müziklerinde yer alan flüt, hammond org, piyano ve gitarlarla olabilecek en iyi işi çıkarmış. Bas olmaması nedeniyle bu işi klavyeyle halletmeye çalışmışlar ve pek de sorun olmamış. Bu oluşumun en güzel tarafı ise hammond org tonları oluyor ve müziğin geneline yayılan bu melodiler sayesinde dengesiz bir ruh haline bürünebiliyorsunuz. 73 yılı “Kattvals” adlı bu albümde gitarların yarattığı deneysel hava, caz ile folk müziğin buluşması 6 şarkılık bu albümü “iyi albüm” kategorisine sokuyor. Dinleyecek olanlara tavsiyemse sekiz dakikalık “Gånglåt Från Valhallavägen” adındaki şarkıdır. Grubun devam etmemesi ise kötü olmuş. İlk albümünde böyle başarılı bir müzikten sonra insan keşke devam etselermiş diyebiliyor. Kvartetten Som Sprängde, İskandinav progressive müziğinin pek bilinmeyen bir yüzü. :::: Bir sonraki sayıda ise Amerika, İspanya ve Polonya’daki progressive dünyasına girecek, artık albüm çıkarmayan, çok ara verdikten sonra tekrar müziğe dönen/devam eden son dönem progressive rock gruplarına bir bakıp sonrasında ise yolumuz bizi nereye götürecek bir bakacağız. *İlk yazımızda Progressive Folk’un alt başlıklarını açıklarken acid folk yerine acid rock yazılmıştır. Düzeltir özür dileriz.


IMAGES AND WORDS IV EMRE DEDEKARGINOĞLU ...this is the best party I have been to... Siyah Beyaz 1 Yaşında!!! Nice senelere!!! :) Geçen sene eylül ayında yayına başlayan dergimiz birinci yaşına basmış bulunuyor. Başından beri dergide olmamama rağmen en az editörümüz Selim Varışlı kadar “benimsemiş” durumdayım dergiyi, söz verdiğim bir röportaj işi yatınca ya da yazılarım gecikince böyle garip bir panik, heyecan basıyor beni de... :) Hiçbir zaman programlı olamayan tipik öğrenci ekolünden geldiğim için tabii ama sağolsun editörümüz bu konuda bana hep tolerans gösteriyor. :) İlk yazımı geçen sene Kasım ayında Swans yazarak vermiştim, bu senenin başından beri de düzenli olarak dergide yazıyorum. İlk dergi yazarlığı deneyimini Siyah Beyaz’da yaşayan bir çaylak olarak dergide yazmanın bana kattığı şeyleri inkar edemem. Bilmiyorum, ne kadar becerebiliyorum bu işi, zira hiç kolay birşey de değil... Müziği dinlemekten çıkıyor olay iş yazmaya gelince, müziği “yaşamak” zorunda kalıyorsun. Ki zaten dergi kültürü ülkemizde oturmuş birşey değil, bu ay yine bir basılı müzik dergisinin kapandığına dair haberler gelmişti. Basılı dergilerin malum kriz ortamında belli bir tiraj tutturamaması, internetin de zaten hali hazırda haber dergiciliğini bitirmesi gibi sebeplerde bu işin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. İnternetin getirdiği değişim, kaynakları da net üzerine taşıyor. Siyah Beyaz’ın bu noktada avantajı internette yayınlanan bir dergi olması sebebiyle sayfa sınırlaması ve tiraj zorunluluğu bulundurmayan bir yayın olarak ortaya çıkmasıydı. Yani bir Dream Theater albümü için altı sayfa boyunca Word’de at koşturabiliyorsam bu da internet ortamının esnekliğindendir. :) İnternet bilgi akışını hızlandırsa da bazı şeylerin değerini kolayca ele geçiremiyor. Dergiler de bu değerlerden birisidir. Seksenlerde doksanlarda bu müzikleri dinleyenlerin tek haber kaynakları dergilerdi. Şu an bile Blue Jean’in, Headbang’in, Laneth’in, Non Serviam’ın, Zor’un ve daha nice derginin bizlere kattıkları ortadadır. Dolayısıyla bir sene, kısa olmasına rağmen önemli bir süreç... Umuyorum ki Siyah Beyaz uzun süre boyunca yayınlanmaya devam edecek ve mevcut kalitesini arttırmayı amaçlayarak ülkemizdeki dergi yoğunluğuna katkıda bulunmayı sürdürecektir. Ve yine umuyorum ki, daha fazla basılı dergimizi maddi sebeplerden kaybetmez, mümkünse Siyah Beyaz gibi internet ortamından da takip edebiliriz. Çünkü geleceğin basılı medyayı tamamen yok edip, net üzerine taşıma ihtimali de çok yüksek görünüyor.

Bu zamana kadar dergimizi takip eden, övgü ve eleştirilerde bulunan herkese şahsen teşekkür ederim. İyi okumalar... Faith No More!

Adamlar toplandı, birşey demedik ama madem birinci yılımız, bu büyük insanlar topluluğuna hazır ülkemize de gelmişlerken haklarını verelim. On bir sene süren hasretten sonra Faith No More bu sene başında toplandı, gelecek sene de devam edecek The Second Coming adlı bir turneye başladı, geçtiğimiz ay ülkemize uğrayıp hayranlarını mest etti, iddialara göre yeni bir albüm de söz konusu olabilirmiş. (Umarım yeni bir albüm yaparlar.) Birkaç sene önce bunların olacağını herhangi bir FNM hayranına deseydiniz herhalde “Bas git lan...” derdi suratınıza... :) Ama hayatın ne getireceği belli olmuyor. Geçen sene Mike Patton “I don’t think we would need to reform the band...” diyordu, şu an FNM kanlı canlı aramızda... 12 Ağustos konserinde gördüğümüz gibi ülkemizde Faith No More yeni jenerasyonlar tarafından pek bilinmiyor. Helsinki’de 15.000 kişiye çalan adamlar burada daha mütevazi bir kalabalığa çaldılar ama yine de efsane bir performans sundular. İronik olan da şu ki, günümüzde çok ilgi gören Alternative Metal, Alternative Rock ve Nu-Metal gruplarının çoğu Faith No More sayesinde varolmuştur. Kendilerine özgü bir tarzlarının olması, genele göre deney-


sel yapıları nedeniyle her müzik severe uygun olmamalarını normal karşılayabiliriz ama içine girip, hayranı olanlara da çok fazla kapı açmış, çok şey katmış bir gruptur FNM... Bir Arcturus da Faith No More’u müziğinde kullanmaktadır, bir Korn da... Geçen ay yayınlanan ve neredeyse FNM’e adanmış Headbang dergisindeki makalede bile hafiften mecaz vardı, “Grubu anlatmıyoruz, direk olaya giriyoruz ki zaman varken öğrenin, pişman olmayın.” manasında... On bir senedir aktif olmamasına rağmen yeniden kurulmasıyla birlikte birçok önemli festivale anında headliner çıkabilecek büyüklükte bir gruptan bahsediyoruz sonuçta... “The Real Thing”, “Angel Dust”, “King For A Day... Fool For A Lifetime” gibi birbirinden güzel üç albümle piyasayı zamanında delmiş sallamış olan FNM’nin bu albümleri şu an bile taptaze tatlar verebiliyor, üstüne bu albümleri çözünce birçok grubun kökenlerini nereden “direk” olarak aldığını görüyorsunuz. Mike Patton’un her albümde gösterdiği farklı vokal numaralarıyla “Lan bu herif tam hayvan...” moduna geçiyorsunuz. Grubun hala Funk, Rap, Thrash Metal, Progressive Rock, Country, Jazz gibi alakasız tarzları nasıl bu kadar ustaca kaynaştırabildiğine şaşırıyorsunuz. Evet, ben bunları yaşıyorum. Faith No More’u doksanlardan beri özümsemiş adamın yanında FNM birikimim sıfırdır. Ama FNM bana bunları hissettiriyor. Ve kendi halinde bir hayran olarak ülkemizde benim de nispeten içinde bulunduğum yeni jenerasyonların bu grubu ıskalamasına şaşırıyorum. Ulan, kişisele döndü bu yazı iyice... :) Hali hazırda Faith No More’u biliyorsanız, o Çarşamba günü sizinde içiniz heyecanla dolmuşsa bu yazı sizin için bir tekrardır. Ama bilmiyorsanız, dinlememişseniz, bir an önce bu gruba bir şans verin. Günümüz müziğini şekillendirmiş bu müthiş, deli, manyak, dahi grubu deneyimleyin. Faith No More birdir. Tamam, bitirdim. :) AYIN NAFTALİNLERİ Mr. Bungle - Disco Volante (1995) Patton. Bu albüme sadece o soyadı söyleyerek başlasam zaten anlaşılır neler beklemeniz gerektiği... Mike Patton’un FNM öncesi göz ağrısı Mr.Bungle’ın en sıradışı albümü olarak diskografilerinde yer alıyor Disco Volante... Şimdiden uyarayım, deneysel işlere alışkanlığınız yoksa bu albümden uzak durmanız akıl sağlığınız açısından en iyisi... Yoksa kafayı yersiniz maazallah... Neden mi? Bir şarkıda n tane farklı tarzdan n tane farklı partisyon, n tane farklı melodi

ve etkileşim var diyeyim, anlayın durumu... Death Metal,Techno,Pop,AvantGarde gibi çok farklı tarzlardan etkileşimler var ve şarkılar sürekli bir değişim halinde... Melodi ve ya söz tekrarı falan neredeyse yok. Bildiğiniz tüm şarkı kurallarını kafanızdan atmanız gerek bu albümde... Vokaller de Mike Patton’dan bekleyeceğiniz gibi sıradışı,efektler ve farklı numaralarla kotarılmış,hatta yer yer vokal değil Noise/Drone vari sesler dinliyoruz. Brutalden duygu dolu temiz vokallere kadar kendisi yine döktürmüş bulunuyor. Şarkıları anlat(a)mayacağım, dinlemeden ne dersem diyeyim anlamanız zor... Ama Desert Search For Techno Allah, The Bends, Merry Go Bye Bye ve Carry Stress In The Jaw’a özellikle dikkat... Faith No More King For A Day... Fool For A Lifetime (1995) Kabul ediyorum, bu ay FNM tribute gibi oldu köşem... Bu aylık mazur görün. Zaten nispeten sessiz geçmiş bir aydı ağustos... :) Yine ’95 senesinden bir albüm... The Real Thing ve Angel Dust gibi iki güzel albümü devam ettiren King For A Day... Fool For A Lifetime, kişisel olarak en sevdiğim FNM albümüdür. The Real Thing kadar funk değildir, Angel Dust deneyselliğinin biraz daha azını taşır ama deli dehşet bir albümdür işte... FNM tarihinin en arıza parçalarından The Gentle Art Of Making Enemies, Cuckoo For Caca, Ugly In The Morning ve Digging The Grave bu albümün kullarıdır. Albümde yine Country Rock’tan Jazz’a kadar şaşırtıcı bir etkileşim yelpazesi mevcuttur. King For A Day ise herhalde en damar FNM eseri olarak tarihe geçmiştir. Sürekli değişkenliğine rağmen kendine özgü bir havası olan, eşsiz bir albümdür King For A Day... Fool For A Lifetime... Yeri geldi mi depresife sokar, yeri geldi mi de kafanızı duvarlara vurdurur. Mike Patton denen insan evladı bu albümde coşmuş, coşturmuştur, en sakin vokallerden tutun, ciğerinden koyverdiği çığlıklarıyla kendine iyice hayran bıraktırır. Kapağıda ayrı bir anlama sahiptir. Bir saate yakın bir müzik ziyafetidir. FNM’un zirvelerindendir. Tadılasıdır.



YAZIN SON KAÇAMAĞINA HAZIR MISIN? Fethiye Bölgesi, doğal güzelliklerinin yanı sıra, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle de ülkemizin önde gelen turizm merkezlerinden biri olma özelliğini korumakta, sahip olduğu doğal güzellikleri, turistik tesisleri ile ülke tanıtımına ve ekonomisine önemli katkılar sağlamaktadır. Fethiye’nin diğer bir özelliği, doğal yapısının Türkiye ve Dünya’da hızla gelişen ekstrem spor alanlarına yatkınlığıdır. Türkiye’de gelişmekte olan, izleyici kitlesini gün geçtikçe arttıran ve gelecek yıl Uluslararası Platforma taşınması amaçlanan Motocross ve Enduro Yarışları bu bölgede uzun zamandır yapılmaktadır. Yüzölçümü ile dev bir müzik ve spor alanı sizleri bekliyor. 16 – 18 Ekim’de Fethiye / Ölüdeniz Esenlik Mevkiinde düzenlenecek 220.000 m2 lik alanıyla Türkiye’nin en büyük Motocross ve Gençlik festivali mxONfest için geri sayım başladı. Ormanlık alanı 10.000 kişilik kamp alanına dönüştüren MXonFEST, bir ilke imza atarak çadırları sizlere kurulu halde teslim ediyor ve Çadır kurarken zaman kaybetme, eğlenceye gelirken çadır arama derdine son veriyor. Türkiye Motorsiklet Federasyonunun düzenlediği Türkiye Motocross Şampiyonası ve Akdeniz Enduro Şampiyonası festival alanının içindeki pistte start alacak. Her dakikayı heyecanı dorukta yaşatacak yarışların sonunda ödül töreni ile şampiyonlar belirlenecek. Ayrıca Motocross profesyonellerinin yaptığı özel gösteriler nefesleri kesecek. Festivalde müzikseverler 2009 yazının son festivalinde tam anlamıyla çıldıracaklar. mxONfest’ de sahne alacak isimlerin tamamı şimdiden belli oldu. Şimdi sıkı durun. Senfonik rock tarzını dünyaya sevdiren ünlü Alman grup HAGGARD, mxONfest’ de yerini alıyor. Festivalde yer alacak önemli isimler sırasıyla TEOMAN, BULUTSUZLUK ÖZLEMİ, ART NİYET, MALT, Aylin Aslım, 110, PİİZ, BABAZULA ve MURAT MERİÇ, CÜMBÜŞ CEMAAT, ROLL BACK, FULL AS veee büyük sürpriz.. 2004 ten beri sahne almayan ÜNLÜ grubu mxONfest de tekrar sahnedeki yerlerini alıyor. Ayrıca, festivali oyunlar ve yarışmalarla süsleyerek konser öncesi sizleri eğlenceye hazırlıyor. MXonFEST tam bir festival tadında müzik , spor ve eğlenceyi birleştirip 2009 yazını unutulmaz bir hale getiriyor. MxONfest, her yıl büyüyerek Türkiye’de festival kavramını değiştirmek amacında olan ekibiyle ortalama 30 bin kişiye alternatif bir yaşam sunduğu müzik ve spor alanlarıyla, katılımcılara gerçek bir festival ruhu sunuyor. Konserler, DJ performansları, kamp alanları, 1000 m2 aktivite alanı alışveriş merkezleri, yiyecek içecek standları, rafting, mavi tur, yamaç paraşütü, safari, balon turu, gibi farklı aktivite secenekleri ve daha birçok sürprizleri ile katılımcıların iyi vakit geçirebilmeleri için her türlü ayrıntının düşünüldüğü müzik ve yaşam alanında eğlence 24 saat tam gaz devam edecek.


Bir yeni sayıda daha hepinize merhabalar. Geçen ay, son dakikada belli olan tatil programım sebebiyle zorunlu bir ayrılık yaşadık. Beni tanıyanların hep bildiği bu son dakika sürprizleri yüzünden bir çok arkadaşımın cinnet geçirdiğine şahit olmuşumdur. Açıkçası elimde olmayan bu tür durumlar karşısında oluşan tepkilere karşı çıkamam çünkü onlar da kendi bakış açılarına göre haklılar. Ne var ki bu arkadaşlarımdan bazıları benimle bir gün veya birkaç gün takıldıklarında tempomu izlemekten bile yorulduklarını itiraf etmişlerdir. Telefonum susmaz, msn’im mesajsız kalmaz, e-mail’im sürekli yeni mesaj uyarısı verir vs vs… Haftasonlarımı kendime ayrıma lüksüm ise çoğu zaman bir ütopyadır. Yine de müzik çalışmalarımı genelde kafa ve beden olarak huzurlu olduğum ve en azından 6-7 saat uyku imkanı bulduğum haftasonları yapmayı tercih ediyorum. Ama çaldığım gruplarda sadece ben yokum, diğer arkadaşların da öğrencilikten işten güçten vesaireden kaynaklı programları olabiliyor. İşte geçtiğimiz hafta da albümü miksaj aşamasında olan Decimation ile provalarımız böyle 2 hafta içi akşamına denk geldi. Ceket kravatla stüdyoya git, şortla eve dön şeklinde bir durumun söz konusu olduğu hafta içi çalışmaları 20:00-22:00 arasında olunca tadından yenmiyor. Gerçi büyük zil üstadı Mustafa Diril Abi’nin üretimi olan Samsun Cymbals’ı deneme ve kalitelerine şahit olma imkanı bulduğum için bu tad bambaşka oluyor o da ayrı. Yeri gelmişken bahsetmeden geçemeyeceğim, hayatım boyu hak ettiği değeri görmesi gereken insanların hep arkasında oldum. Bunlardan birisi de Mustafa Diril, kendisi 1998’den bu yana meşhur Alman Meinl zillerine Türkiye’den üretim yapmaktaydı. Ancak bir süredir en az o kalitedeki ürünlerini kendi markası ile piyasaya çıkartmaya başladı. Cidden parlak ve canlı bir sound... Yakında büyük sükse yapacağına eminim. Meinl derken kullanan sanatçılara birkaç örnek vereyim: Mike Smith (Suffocation), Daniel Svensson (In Flames), Dirk Verbeuren (Soilwork), Joey Jordison (Sliknot), Sir G. (Die Apokalyptischen Reiter), Mike Terrana, Frederik Ehmke (Blind Guardian), Jason Bittner (Shadows Fall), Marco Minnemann (Necrophagist, Annihilator), Thomas Lang, Uli Kusch (Helloween), Chris Adler (Lamb of God), Fredrik Andersson (Amon Amarth), John Boecklin (Devil Driver), Lyle Cooper (The Faceless), Brann Dailor (Mastadon), Max Duhamel (Kataklysm), Tom Hunting (Exodus), Adam Jarvis (Misery Index), Anders Johansson (Hammerfall), Petter Karlsson (Therion), John Merryman (Cephalic Carnage), Jaska Raatikainen (Children of Bodom), Jon Rice (Job

for a Cowboy). Bu ustaya hak ettiği değeri vermek gerek, ben verdim daha da fazlasını vereceğim… Bugünlerde kaydına gireceğimiz Hecatomb’un yeni albümünde ilk defa kullanacağım. Ardından konserlerde… Hep beraber tadlarına varacağız umuyorum ki… Göz atmak isteyenler olursa şu adresten inceleyebilirler: http://www.samsuncymbals.com :::: Takım elbiseyle stüdyoya girmeyi anladım ama konsere gidilir mi peki? Benim başıma geldi ne yalan söyleyeyim. Sanıyorum 2001 ve 2002 senesi, Suicide’da çaldığım dönemler; Ankara’da Rock Station Festivali’ne çıkacağız. O dönemler Suicide’ın da konserleri büyük coşku içinde geçiyor, moshpit’te 100-150 kişi girdap oluşturuyor. Biz de yine böyle güzel bir ortam olacak heyecanıyla gerekli hazırlıkları yaptık. Cumartesi günü çıkacağımız belli oldu ve konser gününü beklemeye koyulduk. Ben tabi yine her zamanki beklentiyle Cumartesi acaba ne olur, çalıştığım işyerinden bir şey çıkar mı falan filan diye sözde endişeleri gidermek adına tüm ayarlamaları yaptım ama cuma günü akşam 19:30 gibi yöneticim “yarın gelelim de ihale hazırlığı yapalım” demesin mi? Yani şaşırmadım diyebilirim çünkü illa ki bir bomba bekliyordum ama bu saatte olunca sinirden ateş de basmadı değil tabi. Şimdi bunu söyleyen kişi de üst düzey bir adam ve “ben gelmesem” denilmesi düşünülemez bile. Mecbur geldim sabahın körü. Ben erken gelip işleri erken bitirme niyetindeyim ya onun da sağolsun geç geleceği tuttu. Ben ne yaptığımı bilmez halde gözümün ucuyla saate bakaraktan hesaba kitaba giriştik ama saat oldu 11:00, 15 dakika sonra soundcheck’imiz var, sessize aldığım telefonum çılgın gibi çalmakta… Bir boşluk oldu nasıl olduysa ve ben “bugün özel bir işim vardı, 45 dakika gidip geleyim” deyiverdim. İsteksizce “git gel ama 12:00’yi geçirme de şu işi bitirelim” diye onayladı. Oradan nasıl çıktım taksi bulup konser mekanı Saklıkent’e vardım bilmiyorum ama tüm grup kendi enstrümanının ayarını halletmiş konser salonundan koşarak giren bana bakıyorlardı. Böyle bir ortama ceket kravatla girdiğimden ötürü sahneye yaklaşıp daha çok kişinin farkıma varmasıyla bakışlar ve şaşkınlıklar iyice arttı ve salonda komik bir sessizlik oldu. Hiçbir şey olmamış gibi ceketi çıkardım kenara koydum, bagetlerimi aldım ve parçaya giriş için 4 kere hi-hat’e vurarak çalmaya başladım. Ama çaldığımız Blues veya Rock değil ki saf Death Metal be kardeşim, görüntü komedi… Bir anda o sessizlik ye-


rini şarkının enerjisine bıraktı ama herkes bu ne yaw dercesine bakmaya devam ediyor tabi. Neyse parça bitti, herkes birbirine baktı, ses ayarları, sahne içi ses düzeyi, monitörler vs. her şey OK teyidini verdik ve ben “abi ben kaçıyorum haberleşiriz” diyerek ceketimi giyip hızlıca Saklıkent merdivenlerinden yukarıya doğru koşmaya başladım. İşe döndüğümde saat 12:00 olmamıştı ama klasik yönetici yaklaşımı gereği “nerede kaldın” bakışlarının delip geçiciliğini atlattıktan sonra hiçbir şey yokmuş gibi kaldığımız yerden devam ettik. Çalış çalış bitmiyor, saat 16:00-17:00 civarları, artık kaç tane tanıdık arkadaşın grubunu izleyememenin üzüntüsünün yerini “Suicide’ın çıkmasına az kaldı yahu” endişesi almaya başlamıştı. Neyse ki, sahne sıramızın gelmesine 1 saat kala işimiz bitti ve ben de Dr.Jekyll and Mr.Hyde modeli takım elbiseden kurtulup siyahları çektim, bambaşka bir adam oldum ve doğruca konser salonuna koştum. Ne ilginçtir ki, Türkiye’deki konserlerde alışmadığımız üzere grupların sahneye çıkış programına had safhada uyulmuş, hatta oraya gittiğimde 15 dakika gibi bir süremizin kaldığını görmüştüm. Bu streslerle sahneye çıkıp çalmak gerçekten sıkıntıydı ama ilk şarkıdan sonra yerini coşkuya gaza bıraktığında bu olaylı günden geriye sizlere şimdi böyle güle güle anlatacak bir anı kalmıştı… Uzaktan davulun sesi güzel gelir ama işin aslı böyle işte… Yine de bir şekilde her şeyi yetiştirmeye çalışmak ve bu koşuşturmacadan memnunum. Saçları da beyazlattık hafiften ama 34 yaşa 44 yıllık olay sığdırmak da keyifli…

sek bir toplum. Akdeniz heyecanı da eklenince üstüne, ortaya Silent Opera çıkmış. Ama şu vokalist tosuncuk, annesinin karnından nasıl çıkmış işte onu bilemedim. Duruşlarından anlaşıldığı üzere pişik yapan deri pantolon, sünnet formasyonlu gömlek ve Rönesans dönemi çizmeli kedi çizmesi ile klasik bir senfonik metal grubu karşımızda. Myspace (www.myspace.com/ silentoperaitaly) sayfalarına göz attım, kulak kabarttım. Daha ilk saniyeden dombilican vokalistin detone opera uzatmalarıyla kendimi yerden yere attım. Adeta görevmiş gibi söyleyen, ruh namına bir şey barındırmayan, içimi ısındırmayan bir vokal. Bir de var ya bu cimcimeyi görmeden dinlesem, “yaw bu en az 90 kiloluk bir hatun” dedirtiyor insana. Az biraz Arap Bacı, az biraz Dream Theater of Tragedy. Ama sözler bitmek bilmeyince trajedi büyüyor, My Dying Fetus’e doğru yola çıkartıyor maşallah. Sesini bir yana koyalım, şu haller ne peki ey tosun.

:::: Evet fazla uzatmadan dünya üzerindeki güzide metal gruplarından arızalarını tespit ettiğim bazılarının tanıtımlarına devam edelim kaldığımız yerden. Bolivya, Hindistan, Bangladeş… Kaynak ülkelere yoğunlaşmıştım ya son dönemlerde, yahu meğer Avrupa’nın göbeğinde de komedi manzaralar varmış. İlk durağımız İtalya… İtalyanlar Tommiks, Teksas, Mandrake, Zagor vs. bilumum çizgi romanın çıkış yeri olması itibariyle maşallah hayal gücü yük-

Göbek mi atıyor, “şebeğe döndürdünüz ulan moshpit tayfası, verdiniz gazı verdiniz gazı, çığlık atarken göbekten belden dikişlerini patlattık kırmızı tuvaletin” mi diyor, çözene madalya. Ama ablamız pek de agresif, pek de brutal…. “Nasıl yanlış notaya basarsın ulan kafanda kırayım mı mikrofonu” şeklinde hönkürdüğü anı resmeden alttaki fotoğrafta, öfkesinden nasiplenmemek gerektiği fikri her birimizde oluşmuştur sanırsam. İlk davulcuyu ritm kaçırdığı bir konserde altına alan bu hatun, tam bir Kontes Bathory maşallah! Dudak büzüşe bak dudak büzüşe, hey yavrum hey! Gitarist kardeşim bu kız gözüne de seni kestirmiş ben söyleyeyim! Grubun logosunun altında “The Stones Would Cry Out” diye bir söz var. Cidden kayaları ağlatırsınız be oğlum siz, haydi haydiii...


Şimdi sırada ABD’li bir grup var, Shutgun Law. Çok detaya inmeyeceğim, tiplerden de anlaşılacağı üzere tipik bir seksenler sonrası doksanlar başı melodik heavy metal grubu imajı hakim. Adetten alkolika imajı adına elde bira, ense saç modeli ile Bay Area veya Florida havası veren şort… Ama şu 3 gitar olayına giren sonradan görme birader neyin imajını veriyor derseniz, Hollanda cinsi montofon sığır imajından öteye geçmez kanaatimce…

Daha yaş en çok 25, gıdı bölgesinde domuz eti yağından mütevellit gıdı oluşmuş arkadaşın tekelinde, ABD gibi bir ülkede bir albüm bile çıkartamadan dağılan grubumuz, şamarın en kocasını, en Osmanlı’sını hak ediyor. O yıllarda biz burada sokak aralarında “nayloonn” diye bağıran plastik kova leğen satan amcamlardan aldığımız kovalarla davul çalardık Türkiye’de. Davul çalmaya başladıktan 5 yıl sonra ilk twin pedalı gördüm, düşünün. Şimdi bu 3 gitarlı pozu o yıllarda görseydik, Fender Squier görse sara krizi geçiren gitarist arkadaşlarım, boss marka distortion, ekolayzır, ve benzeri pedallarla taşlarlardı bu elemanı! Davulcu şu biracı şortlu eleman gibime geldi ona da bir çift sözüm var: Ey Dingo the Wonder! Allah seni kahretmesin bu nasıl isim??? Grubun kariyeriyle oynadın yazık günah ettin hiç mi utanmadın! Bu ismi almana da, seni gruba alana da yazıklar olsun ne diyeyim… Şimdi de Rusya’ya uzanalım. Murk Exorbitance… İsim direkt popodan sallamasyon… Okunuşu güzel de nedir bu birader?

Grubumuz 1999 yılında kurulmuş, saf Death Metal yapıyorlar. Ama şu ilk resim keşke hafızalarda kazınırcasına medyaya yansımasaydı be kardeşler! En soldaki konuyla alakasız arkadaşın ağzına odaklanalım. Dudaklar nedir öyle kardeşim ne büzüyorsun? Ne mesajı veriyorsun? Freelife t-shirt’ünü de çekmişsin, büyük ihtimal adam yoktu, okeye 4. eleman tadında alındın gruba ya haydi neyse, üzmeyelim seni… Ya yandaki eleman? Tipik bir jigolo edası, kamuflaj atlet, utanmadan pantolon içine sokulmuş, hem de 1999’da! Seksenler olsa bir şey demeyeceğim… Siyah pantolon üstüne kahverengi kemer! Yazıklar olsun!!! Ortadaki eleman en Death Metalci ama o yana doğru eğik baş nedir evladım! Eller tipik yanda açık… Peki sağdan ikincinin eller? Bir başka Death Metal klasiği olan frikik baraj tutuşu. En sağdaki ise Yuri Gagarin tipli, tipik Rus bir arkadaş. Siyahları çekmiş gelmiş. Efendi bir çocuk. Özet olarak tam bir rezillik abidesi. Kendi grup resimlerimi hatırlıyorum, en dibi bulmuştuk diye düşünürdüm her baktığımda ama maşallah bu kardeşlerle başa güreşirmişiz şu imajla…

Şimdi siz inanır mısınız bu veletler büyüsün, duruş bakış öğrensin ve şu hale gelsin? Beni utandıran, en soldaki okeye 4. adam damgasını yapıştırdığım arkadaşa bakın siz! Frontman olmuş önde! Vallahi helal olsun, işte budur!


Kapanışı her birimizi sinir krizine sokacak şu manzalarla yapalım. Aerian Rage! Ve Quick Frisk!. Al birini vur ötekisine… En soldaki Meksikalı Gonzales efendiden mi başlasak, utanmadan Death Metal duruşu yapan ama yavanlıkta sınır tanımayan elemandan mı, çizgili taytlı fönlü topesto elemandan mı, Manowar yumruğu yapıp Hakkı Bulut modeli çenesine koyan dengesizden mi, bel üstü ceketli dayanılmaz elemandan mı! Hangisinden, söyleyin hangisinden? Bunca zamandır dinlediğim metal müzikte, 1980-1990’larda pek sık karşımıza çıkan bu sahneleri kabus gibi hatırlıyor ve unutmak istiyoruz biliyorum. Ama ben unutmam, unutturmam! Unutma unutturma! Evet arkadaşlar bir yazının daha sonuna geldik. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere diyorum klasik olarak. Sevgilerimle. Dursun Çiftkrosoğlu www.myspace.com/goremaster


ATONALİTE ÜZERİNE Atonallik, ilginç bir biçimde, ne olmadığıyla tanımlanan bir müzik formudur: Tonal merkezi olmayan ya da müzikologların bazılarının kabul ettiği biçimiyle harmonik hiyerarşiden kendini soyutladığı savını taşıyan müzik biçimdir. Bundan önceki yazı da 12 ton yöntemi incelenmişti, ancak 12 ton yöntemi, atonal müzik yapmanın yegane yöntemi değildir. Hatta Schoenberg 12 tonun ton yoksunluğuna dayanan değil her tonun eşit biçimde duyurulması dolayısıyla çok fazla tona dayanan bir biçim olduğunu söyleyerek 12 ton için atonal söylemini reddetmiş yerine pantonal, polytonal gibi sözcükler önermiştir. Atonalite ya da ton yoksunluğunun uygulanabilirliğinin tartışması hala günümüzde devam etmektedir. 12 ton yönteminin notalar arasındaki bir demokratikleşmenin habercisi olarak bir yenilik olduğu genel olarak kabul görsede bağnaz bir biçimde bakıldığında 12 ton yönteminin bile tam bir atonaliteye götürdüğü söylenemez. Öyleyse varlığı bile pratikte tam olarak kesin olmayan ve aslında genel dinleyiciye hiçte hitap etmeyen bu biçimin bu kadar önem taşımasının sebebi nedir? E işte yeni, farklı, bulunduğu çağa uygun falan falan... Bu yazı da başlıktan da anlaşıldığı üzere çok genel hatlarıyla müzikte atonalite incelenecektir. Atonalite yukarıda da belirtildiği gibi ne olmadığıyla tanımlandığı için öncelikle, bir müziğin en basit anlamda tonal olması için nelere sahip olması gerektiğine değinilecek, ardından atonalitenin kökleri biraz incelenecek, ve son olarak da atonaliteye karşı sunulan savlardan bir kaçına yer verilecektir Basit anlamda bir eserin tonal olması demek bir sesin o eserde baskın olması demektir. Bu nasıl yapılır, aslında düşününce çok basit, bir sesin başka sesler üzerine baskın olabilmesi için; bir, baskın diye adlandırılan ses diğerlerine göre daha sık tekrar ediliyor olabilir,; iki, sesin uzunluğu diğerlerine göre daha fazla olabilir; üç, o seste aksan verilmiş olabilir (diğerlerine göre daha güçlü çalınması veya daha uzun üzerinde durulması gibi); dört, eserin sonunda belli edilmesi ya da daha müzikal olursak kadansta oluşu; beş, stratejik noktalarda oluşu, örneğin eserin şahikasında (climax yerine önerdiğim sözcük (tabi ki hiç bir otoriteye dayanmadan)) bulunuşu. Bunun en güzel örneğini aslında şiirde bulabiliriz, şiirde bir duyguyu ya da bir düşünceyi baskın kılmak için yapılanlarla, müzikte bir sesi baskın kılmak için yapılanlar oldukça benzerdir, örneğin şiirde bir dizenin ya da bir kıtanın tekra-

rı, o kıta da belirtilen düşüncenin ya da duygunun şiirin geneline yayılmasını sağlayacaktır, ya da Yusuf Hayaloğlu veya Ahmed Arif okuyanlar bilir, bu adamların son dizeleri genelde akılda kalır, aynısı müzik için de geçerlidir. Örneklerimizi daha müzikal yapmak istersek, iki notalı bir gamda daha sık tekrar edilen ya da daha uzun tutulan nota o gamın tonunu belirleyecektir. Burada kafa karıştırmamak için nota sayısının gamdaki ses sayısı ile bir alakası yoktur, yani abartılı bir ifade ile otuz tane fa ve do olabilir bir gamda ama bu onun iki notalı bir gam olduğu gerçeğini değiştirmez. Kadanslara en güzel örneği de biraz kapsam dışına çıkarak, Türk musikisinde görebiliriz, bir şarkının tonu çargah (do, C) ise çargahla biter, buselikse (si, B) buselikle, ve o son nota eserin dinleyici kafasındaki hissiyatının tamamlayıcı bir ifadesidir, yani son nota ya da son ölçü ya da işte daha mantıklı ifade edersek kadans kısmı genelde akılda kalır ve insan o bitirişin verdiği hisle parçaya dönüp bakar. Bir parçanın bir tona sahip olması için gereken bir notanın diğerlerine göre daha baskın olma durumunun gerçekleşmesi için lazım olan koşullardan birkaçına yer verdiğimize göre artık atonal olma iddası taşıyan parçaların, yer verdiğimiz koşulların dışına çıkmaya çalıştıkları açıktır. Atonal müziği bir sıçrama deyim yerindeyse bir paradigma olarak görmektense, bir evrim olarak görmek daha akla yakındır .Atonal müziğin romantizmin son dönemlerinden evrildiği ifade edilir. Buna dayanak gösterilmek istenirse, Schoenberg’in op.11 no.1 ‘inin girişindeki Wagner vari hava verilebilir. Op.11 Schoenberg’in bilinçli bir biçimde atonaliteye ya da kendi 12 ton yöntemine attığı ilk adımlardır ve önceki dönemi olan geç romantizmin belirgin işaretlerini taşırlar. Peki popülerliğinin ve yükselişinin sebebi nedir? Atonal müzik dönem itibariyle sanat akımlarının avant garde tutumlar benimsemeye başladığı bir zamanda ortaya çıkmıştır. Almanya’da dışavurumculuk şiddetle kendini gösterirken, İtalya’dan yükselen futurist çığlıklar ve 1.Paylaşım Savaşı sonrasında bir kısmı gerçeküstücülük adı altında tekrar birleşecek olan dadaistler, yavaş yavaş avant garde sanatın temellerini attılar. Tabi ki avant garde sanatın kökleri daha derine gidiyor; ancak popülerleşmesi 1910-1920’lere denk geliyor. Gerçi atonal müzik İkinci Viyana Okulu tarafından 10-20 sene tek başına icra edildi; ama atonaliteninde dayandığı rasyonel olan aydınlanmacı geçmişten kopma anlayışı, diğer sanat dallarına daha önce damgasını vurmuştu.


DOĞU KAAN ERASLAN

Peki bu cümle neye yaradı, bu cümle atonal müziğin bir sıçrama değil, dönem sanatının genelinin de parçası olduğu bir evrim olarak görme düşüncesini destekledi. Atonaliteye karşı sunulan savlardan bahsetme zamanı geldi sanırım. Bilindiği üzere her yenilik kendisi meşru kılmak için çeşitli dayanaklar sunar. Atonalitenin savlarından biri şudur: atonal bir müzikoloğa göre insanın tonal müziğe eğiliminin sebebi sosyaldir; yani tonal müzikle büyüdüğü için tonal müzik insana daha “doğru” gelir. Bu sava karşı sunulan düşüncelerden en önemlisi overtone’larla temellendirilir. Overtone nedir? Diyelim ki pianoda “do”ya bastınız, duyduğunuz şey sadece do değildir, çok ufak da olsa başka notalarda duyarsınız, örneğin “sol” ve “fa”yı da duyarsınız. Bu duyduğunuz diğer sesler “overtone”lardır. En belirgin “overtone”lar yine do için konuşacak olursak başta oktavı olan do, sonra beşlisi yani dominant sesi olan sol ve ardından dörtlüsü yani “subdominant”ı “fa”dır, ve bu belirgin “overtone”lar müzik tarihinde yerel yönelimler dahilinde bile vardırlar. Yani İskoç’ta “do”nun ardından fa ve sol getirmeyi anlamlı, bulmuştur, Afrika’lı da. “Overtone”ların bu evrensel niteliğinden dolayı denilebilir ki, kulağın yapısı tonal müzikle daha uyumludur, ya da bir başka deyişle tonal müziğin sosyal bir olgu olarak kendini meşru kıldığı savı geçersizdir. Atonaliteye karşı sunulan bir başka savsa, atonalitenin nesnel olarak imkansızlığını savunur. Der ki atonal eserin, bir şahika noktası yok mudur, bir sonu yani kadansı yok mudur, bazı notalar diğerlerinden daha güçlü veya diğerlerinden daha uzun değil midir, bu sorunların cevabı; hayır vardır, hayır vardır, hayır güçlüdür ve uzundur, olduğundan mütevellit atonallikten yani tonun yokluğundan söz edilemez. Bu kurallara sıkıca bir bağlılıkla incelendiğinde evet doğrudur, ki atonalite bu kuralların ışığında tonalitenin dışında değildir. Bu savlara cevap vermek gerekirse, öncelikle overtone’ların evrenselliğine diyecek bir şey yok; ancak burada bütün uygarlıkların sürekli tonal bir biçimde müzik yapmış, tonalliği sosyal bir olgu olmaktan çıkarmaz, bunu şöyle düşünebiliriz, devlet kurmamış toplum yoktur; ama bu demek değildir ki devletsiz toplum olamaz, devletsiz

toplum kendini meşru kılamaz, bu konuda geliştirilen teoriler açıktır. Velhasıli, diyeceğim şudur ki; toplumdaki her sosyal olgu gibi müzikte (müziği bir sosyal olgu olarak görüyorum çünkü etnik bir kimliğe sahip olabilir) belirli bir ihtiyaçtan doğmuştur, şu zamana kadar toplumdaki bu ihtiyacı tonal müzik karşılayabilmiş ona eyvallah; ancak 20. yüzyıl yerküre üzerindeki toplumların kültürel ve sosyal anlamda sert değişimlerinin gerçekleştiği bir yüzyıl, ve bu değişim yüzyılının ihtiyacını geleneksel olanla karşılamasını beklemek çok mantıklı değil, yani onu tonalin dışında biyolojiye aykırı olarak görmektense onu toplumla bütünleşik görmek daha mantıklı, sonuçta savaşta çok insanın biyolojik varlığına olumlu katkıları olan bir olgu değil ama insan varolalı beri savaş var ve tıpkı müzik gibi savaşta çağ değiştikçe değişiyor, yani geleneksel sosyal olguların 20. yüzyıl gibi radikal değişimlerin yaşandığı bir çağda, geleneksel biçimlerini korumalarını beklemek, geleneksel biçim ne kadar evrensel bir meşruluğa sahip olursa olsun, çok anlamlı değil, ha geleneksel biçime dönüşler olabilir, yeni ve eskiyi kaynaştırma denemeleri olabilir; nitekim günümüzde de böyle artık saf serialist eserler veren insanlar azınlıkta, ama zenginleştirici bir öge olarak tercih ediliyor. İkinci sav’a yanıt olarak verilebilecek bir karşılık aslında yok, hakikaten kurallara o kadar sıkı bir biçimde bağlı kalarak baktığınızda atonaliteden ya da tonun olmayışından söz edilemez. Buraya kadar yazılanları toparlayacak olursak; tonal bir eserde bir nota belirgin bir biçimde öne çıkar, atonalde bunun olmaması için uğraşılır; atonal müziğin çıkışı diğer sanat dallarında ve toplumda büyük dönüşümlerin yaşandığı bir çağa rastlar, yani atonalite toplumdaki ve diğer sanat dallarındaki büyük değişimlerin müziğe yansımasıdır; tonal müzik gelenekseldir ve yirminci yüzyılın başlarına kadar işlevini başarıyla yerine getirmiştir, ancak radikal dönüşümlerin yaşandığı bir çağda müziğin buna tepki vermemesi beklenemez. Budur. Doğu Kaan Eraslan, Ataşehir, İstanbul, 19.08.2009


Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak... Nefes nefese ve kan ter içinde açtım gözlerimi. Titriyordum. Göz bebeklerim irileşmişti. Hareket edebilme yetimi kaydetmiştim. Korkmuştum. İçimden gelen o his yüzünden garip hissediyordum. Heyecan gibi bir şeydi. Ama karnımda kelebekler değil yarasalar kanat çırpıyordu. Bir rüyaydı. Sadece bir rüyaydı. Geçmişti. Ama ölüme bu kadar yakın olmak bir rüyada bile böylesine ürkütmüştü beni. Yaşamak istiyordum ben. Daha çok erkendi. Kalktım. Rüyanın etkisinden kurtulmanın tek yolu monoton günümü yaşamaktı diye düşünüyordum. Mutfağa gittim. Gülümsemeye çalıştım ancak başarısızdım. Ocağa yöneldim. Ateşledim. Su koydum cezvenin içine ve cezveyi ateşe verdim. Kahveye uzandı elim. Bir kaşıkla tecavüz ettim hanesine. Suyu saydamlıktan siyahlığa büründürmek için kullandım kahveyi. Simsiyah oldu su. Hoş kokusuyla doldurdu içimi kahve. Ateşiyle yaktı boğazımı siyahlık... Olmuyordu. Kurtulamıyordum rüyanın etkisinden. Neydi bu? Neden bu kadar etkilenmiştim. Oysa rüyamda gördüğüm ben bile değildim. Ölüm korkusu da doğamızdan gelen bir şeymiydi. Korku buradan mı kaynaklanıyordu. Soluyabiliyordum kokusunu. Karamel tadı bırakıyordu genzimde. Sonra kanıma karışıyordu. Yosun kokusu vardı etrafta. Kaynağını bilemiyordum. Hava almak istiyordum. Yanımda biri olsun istemiyordum ama yalnız olmak da istemiyordum. Dengesizdim zihnimde. Her zaman böyle olmuştum. Dengesiz ve kararsız... Ne istediğimi de hiç bilemedim bu yüzden, ömrüm süresince. Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak... İkinci gün... Nefes nefese ve kan ter içinde açtım gözlerimi. Titriyordum. Korkmuştum. Bir rüyaydı. Geçmişti. Ama ölüme bu kadar yakın olmak bir rüyada bile böylesine ürkütmüştü beni. Yaşamak istiyordum ben. Daha çok erkendi. Aynı rüya... İkinci kez. Sanki birisi benimle dalga geçmekteydi. Ölmeyecektim ben. Ölümsüzlüğü keşfedecektim. Bu defa monoton bir güne başlamayacaktım. Bundan sonra her günüm farklı olacaktı. Her anım yeni bir hayat olacaktı. Yosun kokusunu duyuyordum yine. Karamel kokusuyla karışıyordu. Güzeldi bu defa. Ferahlatıyordu. Kaynağını hala bulamıyordum. Pijamalarımı çıkarmadım. Öylece çıktım dışarı. İnsanlar şaşkın gözlerle inceliyorlardı beni. Ne olduğumu anlamaya çalışıyorlardı. Bir deli miydim acaba? Ya da deli olan onlar mıydı? Belki de ben hiç varolmamıştım orada... Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak... BEGÜM ÜRÜGEN


Uçuyorum. Ne güzel bir his uçmak. Öylesine hafifsin ki. Herşeyi tepeden görmek ne güzel. Rüzgarla bir bütün olmak. Dünyadaki bütün kokuları duyumsamak. Hani çok sevdiğin bir manzaranın önünde saatlerce oturup hayallere dalarsın huzurla onun gibi huzur dolu. Ya da bir sigara tiryakisinin yaktığı ilk sigarayı içine çektiğinde içini dolduran o mutluluk hissi. Uçmak böyle güzel işte. Böylesine büyüleyici. Ama şimdi düşüyorum. Hayır, hayır bu güzel değil. Birazdan yere çarpacağım. Tanrım, yardım et. Ben uçmak istiyorum. O güzel manzara gözlerimin önünde büyüyor. Büyüdükçe çirkinleşiyor. Sertleşiyor. Korku sarıyor bedenimi. Pis bir yosun kokusu giriyor burun deliklerimden. Genzimi yakıyor. Hayır! Kolum kırıldı sanırım. Ah yüzüm. Anne, canım acıyor. Bir sıcaklık var vücudumun her yerinde. Nefes alırken canım acıyor, anne. Yosun kokusu nereden geliyor. Neden bu kadar yoğun. Neden yakıyor canımı. O ses, siren sesi mi? Hiç sevmiyorum bu sesi anne. Ölüm müziği bu olmalı. Susturun lütfen. Bu ses beynimi yakıyor. Biri mi ölüyor yoksa? Bu ses neden bize yaklaşıyor. Susturun, lütfen susturun... Karanlıkta kalmak istiyorum ben. O parlak ışığa çıkmak istemiyorum. Gözlerimi acıtıyor. Saydam bir suyum ben hep böyle oldum ama kahve her zaman kokusuyla cezbetti beni hep siyah oldum bu yüzden. Saydamlığımı asla bilemedin. Oysa dikkatli bakmış olsan görebilirdin. Şimdi de saydamlığa, beyaz ve şeffaf saydamlığa, geri çıkartmaya çalışıyorlar beni. İstemiyorum. O yosun kokusunu tekrar istemiyorum. Kalbimi acıtıyorlar. Yumruklar atıyorlar. Durmadan kesiyorlar beni. İstemiyorum. Bırakın siyah kalayım. Kahve kokusuyla bütünleşip siyah saydamlığımda kalayım. Anne, korkma canım acımıyor artık. Bak iyileştim ben. Tekrar uçabilecek miyim dersin? Bu defa düşmeden... Anne, onlar senin gözyaşların mı yoksa? Neden ağlıyorsun? Sarıldığın beden kimin? Anne yukardayım. Baksana. Duymuyor musun? Anne burdayım. Anne... Anne... Anne... Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak... Uyanmıyorum bu defa. Evde değilim. Burada değilim. Aslında hem evdeyim, hem buradayım. Ama ne siz görebilirsiniz bunu. Ne de ben hissedebilirim sizi. Hem hissiziz, hem kör... Ama hepimiz buradayız. Hepimiz beraberiz. En yalnız olduğumuz anlarda bile yalnız değiliz. Duyularımızın izin verdiği sınırı aştığımızda bilebiliyoruz bunu ama o sınırı aşınca... Bilirsiniz işte... Yosun kokusu... Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak... Varsın... Tik Tak, Tik Tak, Tik Tak... Puf!!! Ve Yoksun...


GÜVENÇ ŞAHİN

www.vector-games.com

Bu ay sizler için World of Goo yu inceledik. Günümüz oyun endüstrisinde boy gösteren pahalı ve ruhsuz 3D oyunlara karşı, biz eski ve gerçek oyun severlere bu işi neden sevdiğimizi bir kez daha hatırlatan bir oyun World of Goo. Çok küçük bir ekip olan “2D Boy” tarafıdnan geliştirilen bu oyun son zamanlarda oynama fırsatı bulduğumuz en eğlenceli 2d lerden biri. Worms’u eğlenceli bulan herkes World of Goo’yu da büyük bir keyif ile oynayacaktır.

Oynayışı biraz açıklamak gerekirse Goo topları adı verilen ufak zift benzeri ancak canlı topları bir araya getirerek kule, köprü ya da amacımıza ulaşmamızı sağlayacak bir yapı elde etmek. Bunu yaparken belirli ve temel bazı fizik kurallarına uygun yapılar yapmaya özen göstermeliyiz. Yoksa yaptığımız yapı hedefimize ulaşamadan devrilir ve zavallı Goo toplarımız hayatlarını bir hiç uğruna kaybetmiş olurlar.


Temelde bulmacaların hedefleri Goo toplarını başlangıç noktasından alarak ne olduğunu ve nereye gittiğini bilmediğimiz bir boru hattının girişine ulaştırmak. Yapıları gereği meraklı olan Goo topları bu boru sistemini çok ilgi çekici ve aynı zamanda sıcak güvenli bir yer sanmaktalar. Bu nedenle tüm amaçları birbirlerine yapışıp tutunarak kendilerini oraya ulaştıracak bir yapı elde etmek. Boru sisteminin nereye gittiğini ve kendilerine ne olacağını

bilseler oraya ulaşmak için bu kadar hevesli davranırlar mıydı bunu bilemiyoruz. Sözü çok fazla uzatmadan hemen World of Goo’nun demosunu çekerek önce bir ısınma turu atmanızı öneririz. Daha sonra nasıl olsa kendinizi oyunun akışına kaptırarak hemen tam sürümünü alacak ve oyunu bitirene kadar bilgisayarınızın başından kalkamayacaksınız.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.