Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 27 :: Kasim 2010

Page 1



Merhaba, Dergiyi yayına hazırlardığımız sırada yazarlarımızdan Gökhan’ın eşinin bazı sağlık sorunları olduğu haberini aldım. Siyah Beyaz adına kendisine acil şifalar diliyorum. Umarım ciddi bir problem yoktur. Yılın sonunda doğru yaklaşırken 2011’de gerçekleştirilecek olan festivallerle ilgili ipuçları da açıklanmaya başladı. Bunlardan ilki Bon Jovi. Grubun web sitesinden ve ayrıca konser organizatörü tarafından yapılan açıklamada, her dönemin genç kız rüyası Bon Jovi’nin 8 Temmuz 2011 günü İstanbul’da çalacağı belirtildi. Gelelim iyice ayyuka çıkan Iron Maiden dedikodularına. Bizim öyle önceden atlama habercilik hırsımız olmadığı için, Iron Maiden geliyor hadi eller havaya yazamıyoruz resmi bir açıklama olmadan. Bazı web sitelerinde kesin ifadelerle başta Iron Maiden olmak üzere bir takım grup isimleri telaffuz ediliyor ancak şu an itibarıyla Bon

Jovi haricinde hiç biri için resmi bir açıklama yapılmadı. Öte yandan bu seneki Sonisphere’i düzenleyen ve Bon Jovi konserinin de organizasyonunu üstlenen Purple Concerts yetkilisi Siyabend Suvari, Twitter’dan gelecek seneki organizasyonlarının iyice fantastik düzeye ulaşacağına dair bir mesaj geçmiş. Bir dev grupla daha anlaşıldığını yazmış. Şimdilik eldeki bilgi bu kadar. Resmi olmayan açıklamalar peşinde hevesinizle kursağınızı karşı karşıya getirmenizi istemem. Kasım ayının ilk haftasonu ekstrem metal severler için çok lezzetli bir organizasyon var. Yan tarafta afişini görebilirsiniz. Türkiye’nin Death Metal alanında en sıkı isimlerinden birkaçı aynı organizasyonda bir araya gelecekler. Uzun süre konuşulacak bir atraksiyon olabilir. O akşam oradayız. Şimdilik bu kadar. Gelecek ay görüşmek üzere. Selim VARIŞLI

SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, GÖKHAN KORKMAZ, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, ATİLLA ÇELİK, ZELİHA KARAKOCA, NEHİR DEVRİM E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline


SELİM VARIŞLI

“There Is a Hell, Believe Me I’ve Seen It. There Is a Heaven, Let’s Keep It a Secret” sadece albümün adı. Yazıya başlık aradım bulamadım, o derece. Şarkı sözünü alıp komple albüm ismi yapmış imajı vermiş herifler. Ayrıca grubun ismi de tazyikli kusma isteği uyandırır bende ilk duyduğumdan beri ama kabul edelim ki herifler fantastik ötesi işler çıkarmışlar. Albüm harikulade. Hayatta gidip de orijinal CD’sini almayacak, tişörtünü giymeyecek ya da “hastasıyım abi bu heriflerin” demeyecek bi insan evladı olarak bu grupla ilgili bişeyler yazmamın yegane nedeni şu albüm. Yaptıkları işi sindirmeyi başaran her bünyeye zehir gibi

sızdıklarından eminim. Bu arada “İngiltere’den kötü grup çıkmaz” tezimi Bring Me The Horizon nezdinde bir kez daha dile getirmek isterim. Kötü isimli grup çıktığı kesin ama. Ayrıca promo fotolarının da benim için inanılmaz derecede rahatsız edici olduğunu ekleyim. Sayfa dizaynı işkenceye dönüşecek direk. Metalcore mevzuatına her daim temkinli yaklaşan ben, arada böyle muazzam albümlere denk gelince “acaba fazla mı önyargılıyım” diye düşünmüyor değilim (ki önyargı bazen iyi bişeydir) ancak scene’in geneline baktığımda


kendimce haklı olduğumu fark edip kulaç atmayı bırakıyorum. Tabi metalcore sahnesinin bu Çarşamba pazarı tandansı, Bring Me The Horizon gibi grupları (önceki albümlerini dinlemedim, o yüzden bunların son albümü gibi albümleri diyeyim) daha bi değerli kılıyor, boncuk demeye dilim varmadı şimdi. Sonuna kadar dinlemeye gücü yetecek kadar sıkı sindirim sistemlerine sahip insanlar için, modern, güçlü, çeşitlemesi bol, ekşını ayarsız, lezzetli bir albüm olmuş. Yine de ya ben yaşlanmaya başladım ya da gençlerin adrenalin düzeyinde bi dengesizlik

var ki haklarını teslim etmekten öte günde iki kere dinleyebileceğimden şüphe duyduğum bi müzik bu. “Bunlardan ne anlıyosunuz gençler” tribinden bi türlü bünyeyi çekip alamayan 702 yaşındaki teyze atmosferini de verdim inceden. Albüm ve grup isimleri konusundaki takıntımı körüklese de grubun albüm kapağı gayet başarılı. Gidip şu gençlerin önceki albümlerini bulup “lan bunları niye daha önce dinlememişim” tribine gireyim ağır ağır. Biskrem gibi albüm, tarzın düşkünüyseniz bu albüme ilelebet olacağınızdan şüphem yok.


EMRE DEDEKARGINOĞLU



“Norveç Black Metal’inin en iyi grubu kimdir?” netteki favori anketimsi sorulardan birisidir. Şıkları ise artık bilindiktir, Mayhem, Burzum, Immortal, Emperor, Darkthrone, Gorgoroth, Satyricon… Tabii bu gruplar edindikleri ün ve sansasyon oranına göre isim yaparak öne çıkmış olanlardır. Birde arkaplanda kalıp, devlet memuru edasıyla “İşimi yapar, gerisine karışmam.” mentalitesini benimsemiş gruplar vardır. Doksanların elini sallasan Black Metal grubu tuttuğun dönemlerinde çoğu belki gün yüzü göremedi ama yeraltında kararlılıkta devam ettiler. Enslaved’de bu gruplardan birisiydi. Dergicek pek bir severiz

bu Bergenli kardeşlerimizi, dergi tarihinde yaptığımız ilk röportajlardan birisi onlarlaydı ve hala o röportajı gözyaşlarıyla anarız. En son iki sene önce Vertebrae şerefine dergimizde konuk ettiğimiz bu Odin neferleri, iki senelik aradan sonra yeni bir albüm çıkarttılar, etik ahlak kavramlarından dem vuraraktan… Bizde kayıtsız kalamazdık tabii… Hmm, bu arada ilk baştaki soruya kendi cevabımı vermemişim. Satyricon çok severim. Emperor’a karşı saygım sonsuzdur. Darkthrone’un “İpimle guşşaaam, ….mle ….aaam” mentalitesini


alkışlarım. Ama benim birincim o şıklarda yer almayan Enslaved’dir her zaman… :) İki sene önce yayınladıkları Vertebrae ile ilgili olarak, 2009 Şubat sayımızda şunları demiştik: “Özetlemek gerekirse, bu bir geçiş albümü… Enslaved’de, aynı Opeth gibi, bir geçiş süreci içerisinde bulunuyor, artık Black Metal denemeyecek kadar progresif bazlı bir müzik yapıyorlar, dolayısıyla Progressive Metal/Rock ve Psychedelic Rock etkilerinin yönlendirdiği bir tarza geçiş yapılacak gibi görünüyor.” Vertebrae, genel anlamda pozitif eleştiriler gördü, kimi

hayranlarca grubun yaptığı en iyi iş olarak lanse edildi, biz de albümün şukusunu vermiştik. (Ama Isa her zaman ayrı yerdedir de demiştim şahsen. :D) Vertebrae’te şu an grubun yeni albümü Axioma Ethica Odini ile birlikte baktığımda, grubun en deneysel albümü olarak diskografilerinde yer aldığını görüyorum. Evet, o bir geçiş albümüydü, belki de o albüm için özel bir denemeydi. Grubun müziğine progresif anlayışı entegre etmeye başlaması klasik Enslaved müziğini yavaş yavaş kırmıştı, Below The Lights bir dönemi kapatmıştı. Ardından gelen Isa, hem prodüksiyon hem de yeni kadroyla edinilen beste anlayışı olarak yepyeni


bir dönem açmıştı Enslaved için… Isa’daki vurucu Progressive Black Metal anlayışı, Ruun’da Black Metal etkisinin biraz daha rafineleşmesiyle sonuçlanmıştı, Vertebrae ise bu noktada grubun Black Metal köklerini korusa da müzikal olarak eskiden alıntıları yoğun olarak azaltıp, Progressive Rock, Psychedelic Rock alanlarına el attığı, Tool, Opeth gibi progresif gruplarına selam durduğu bir albüm olmuştu. Isa’dan beri çıkan her albüm aslında doğal sürecin ürünleri oldu. Grup kökenlerine her zaman sahip çıktı ama aynı zamanda radikal değişimlere de açıktılar. Black Metal gibi bir türden bunu yapmayı başaran, hem de hayranlarını kaybetmeden yapalabilen grup sayısı biliyorsunuz ki çok azdır.

Grup, yeni dönemiyle birlikte hem kadrosunun stabil olması, hem ardı ardına üstün albümler çıkartması, arkasına da plak firması desteğini alması sebebiyle geç gelen bir şöhrete kavuştu. Geç olsun, güç olmasın, en azından grubun ikinci baharını yaşadığı bu dönemlerinde artık genel bir bilinirliğe ulaşması en azından emeklerinin boşa gitmediğinin kanıtı… (Türkiye’de Enslaved konseri olsa kaç kişi gider acaba? :D) Biraz üstte Axioma Ethica Odini ile öncülünü karşılaştırınca, Vertebrae’nin deneysel bir albüm olarak göründüğünü söylemiştim. Nedeni ise Axioma Ethica Odini’de yatıyor. Bu albüm, Vertebrae’nin direkt bir devamı değil. Yani grup


Vertebrae’de gittiği yoldan başka bir yöne devam etmiş fakat bu grubun geriye gittiği şeklinde algılanmasın, sadece Vertebrae’deki kurallar burada yıkılmış durumda… Açmak gerekirse, Grutle’ın söylediği yer daha agresif ve sertken, Herbrand’ın temiz vokaller yaptığı yerler daha sakin ve ağırbaşlı gidiyordu Vertebrae’de, zaten bu kurala bağlı olarak albüm boyunca örülmüş bir atmosfer bulunuyordu. Yeni albümde bu gibi kesin bir kurgu yok. Axioma Ethica Odini için Isa, Ruun ve Vertebrae’nin üçünün arasında duran bir albüm diyebilirim. Vertebrae’de çok az olan Black Metal etkisi albümde yoğun bir şekilde duruyor, bu açıdan Isa ile benzeşiyor. Ama Ruun ve Vertebrae’de yapılan denemelere de sırt

çevrilmemiş, Progressive Rock etkileri, katmanlı gitar melodileri/aranjmanları ve klavye kullanımı şarkılara yön veren faktörler olmaya devam ediyor. Şarkıların kuzey soğuğunu birebir hissettiren karanlık ve yoğun atmosferi albüm boyunca varlığını koruyor, şarkıların uzunluğu sebebiyle epik bir hissiyat hakimiyet sürüyor. Black Metal etkilerinin yoğunluğu sebebiyle ilk dinlemede albümün oldukça güçlü rifflere sahip, “büyük” bir albüm olduğu hissiyatı oluşuyor. Resmen sağlı sollu kroşelerle dalıyor albüm, ilk dinlememde tokat yemişe dönüp “Vertebrae…Bunun yanında… Albüm mü laaahnnnnn?” ifadesiyle bir saat falan gezmem herhalde bu sebeptendi. :D


Prodüksiyon açısından albüm gayet temiz ve net, dinamikler iyi ayarlanmış. Zaten böyle katmanlı bir albümü klasik Black Metal anlayışı ile mikslemek Odin etiklerine karşı gelmek olurdu maazallah. :D Hebrand Larsen’e de ayrıca değinmek gerekiyor, kendisinin temiz vokalleri artık Enslaved müziğinin kilit noktalarından birisi olmuş durumda ama bu albümde yazdığı vokal melodileri ile bayağı bir gelişme gösterdiği belli oluyor. Grutle Kjellson hakkında birşey dememe zaten gerek yok, Black Metal vokalleri olsun, brutalleri olsun, ders veriyor resmen… Cato Bekkevold’un stilistik ve ustaca kurgulanmış baterileri, Ivar Bjørnson ve

Arve Isdal’ın artık markalaşmış gitar melodileri yine övgüyü hakediyorlar. Ethica Odini ile bomba gibi başlayan albüm, bir saatlik bir süre boyunca dinleyenleri Nordik mitolojisinde yolculuğa çıkartıyor. Lightening ve Night Sight, grubun Progressive Rock etkilerini albümde en çok öne çıkartan eserler olarak ayrı ışıldıyorlar. Raidho müthiş Black Metal riffleriyle ve yüksek temposuyla öne çıkıyor. Waruun’un uğursuz melodileri arasında serpiştirilen ProgRock tatları ile yer yer Ruun’u çağrıştırıyor. The Beacon blast-beat’ler ve çığlık vokallerle grubun


kökenlerine selam ediyor, özellikle “Hear them cry, watch them fly…” ile başlayan yerlerdeki Grutle vokallerine dikkat çekmek istiyorum. Giants ağır başlangıcıyla oluşturduğu atmosferi, katmanlı gitarlar ve artan tempoyla daha görkemli hale getiriyor. Singular’da Grutle/Herbrand kapışmasının albümdeki en iyi örneklerinden birisini sunuyor. Aslında şarkıları detaylı detaylı anlatmak isterdim ama kısa geçtim, çünkü o kadar detay ve ince noktalarla işlenmişler ki teker teker

üzerinde durmak mümkün değil… Dinlemeniz lazım. Progresif, yenilikçi ama aynı zamanlarında kökenlerine de bağlı bir albüm olmuş Axioma Ethica Odini. Her şarkısı ayrı güçlü olan ve bir bütün olarak “akan”, dinleyiciyi içine çeken bir iş yapmış Enslaved. Vertebrae’den çok daha güçlü, zamanla bir Isa seviyesinde olması hiç olanaksız değil… Gerçekten büyük bir albüm. Bu adamlar, kim ne derse desin, şu an Norveç’ten çıkan en heyecan verici metal grubu… Saygımız sonsuz.


EMRE DEDEKARGINOĞLU



Geçtiğimiz aylarda Sonisphere Festival kapsamında izlediğimiz Stone Sour, artık birçoğumuz için en azından ismini bildiğimiz bir grup olmuştur herhalde… Slipknot’tan Corey Taylor ve Jim Root’un yan projesi olarakta bilinen grup, her geçen gün ününü arttırdığı gibi, bir nevi kendisini gölgeleyen Slipknot isminin büyüklüğünün arkasından da hızla sıyrılıyor. Kuruluş olarak aslında Slipknot’ta bile eski bir grup olan Stone Sour; Josh Rand, Shawn Economaki, Joel Ekman, Corey Taylor ve Jim Root’tan oluşuyordu. Fakat doksanların sonunda, Taylor ve Root’un Slipknot’a girmesi sebebiyle grup bir süreliğine aktifliğini yitirmiş ama Slipknot’un Iowa albümünden sonra tekrar dirilmişti. Ardından yayınlanan ilk albümleri Stone Sour ile dikkati çeken grup, satış bazında altın plağa ulaşıp, Grammy adaylığına gösterilmişti. Tarz olarak Hard Rock, Alterative Rock ve Alternative Metal gibi tarzları bir potada eriten ve Slipknot’a nazaran daha ağır ve olgun bir müzik grup, doğal olarak yer yer Slipknot ile de benzetiliyordu fakat debut albümleri ile

iyi bir başlangıç yaptıkları da kabul edilen bir gerçekti. Root ve Taylor’un üçüncü Slipknot albümü için tekrar gruba dönmesi ve turnenin ardından geçen dört yılın ardından sessizliğini 2006’da ikinci albümleri Come What(ever) May ile bozmuştu. Grubun ününü perçinleyen albüm beğeniyle karşılandı ve ilk albümün üzerine konulmuş bir gelişme olarak görüldü, debut albümün çiğ prodüksiyonun aşıldığı, grubun daha olgun ve gelişkin bir albüm ortaya koyduğu eser olarak göze çarpıyordu. Kısaca grubun tarihine göz attıktan sonra bu ay dergimize konuk olma sebeplerine gelelim. Grup, albümler arası dört sene ara verme durumunu bu sefer de bozmadı. Come What(ever) May sonrası Slipknot’un All Hope Is Gone albümünün çalışmaları ve turnesi sebebiyle tekrar sessizleşmişti Stone Sour. Slipknot’un albüm turnesini bitirmesi ve geçtiğimiz aylarda yaşadığı trajik kayıp sebebiyle şu an geleceğinin belirli olmaması, Taylor ve Root’un da tam olarak Stone Sour’a adapte


olmalarına sebebiyet verdi. Sınırlarının şu ana kadar yaptıkları herşeyden öte olduğu, Come What(ever) May’dan daha karanlık, melodik ve güçlü bir albümün geleceği, “gerçek” bir albüm ile karşılaşacağımız yönünde açıklamalar yapan Taylor’un albüme yönelik heyecanını anlamamak zaten mümkün değildi. Sonuç olarak, grubun üçüncü bebeği Audio Secrecy ellerimizde… (Aslında çıkalı iki ay oldu da ben geçen ay karavana çekince… :D) Stone Sour’un müziğinde Get Inside, 30/30-150 gibi agresif ve yüksek tempolu şarkılar kadar, Bother, Through The Glass gibi balladlara da rastlamak mümkün… Portfolyolarındaki geniş etkileşim yelpazesi, hem Corey Taylor’un daha melodik söyleyiş tarzlarında da kendini göstermesine, hem de grubun verdiği ürünlerin çeşidinin fazlalaşmasına katkıda bulunuyor. Audio Secrecy bu açıdan Stone Sour’un manifestosunu birebir sunan bir albüm olmuş. Come What(ever) May ve debut albüme göre daha “rahat” bir albüm Audio Secrecy, ballad

sayısı daha fazla, hit olabilecek kapasitesi yüksek şarkılar da daha yoğun. Dolayısıyla, belli bir olgunlaşma süreci içinde yazıldığı anlaşılıyor. Tabii ki temponun yükseldiği, agresif parçalar da her zamanki gibi kendilerine yer buluyorlar ama tıpkı Slipknot’un son albümündeki gibi daha “kontrollü” bir mentalite var. Albümün Parental Advisory etiketi almaması da bu ruh halinin getirisi olabilir mi acaba? :) Albüm piyano vuruşları ile karamsar bir tonda açılan Audio Secrecy introsuyla açılıyor. Ardından Mission Statement ile Stone Sour için artık gelenek haline gelen yüksek tempolu şarkıyla albümü açma ritüeli vuku buluyor. Mission Statement, hafiften Slipknot tatlarının alınabileceği ama kontrolü elden bırakmayan agresif yapısıyla ve Jim Root tarafından çalınan gitar solosuyla dikkat çekiyor. Digital (Did You Tell) ile ilk şarkıda eleştirel sözler devam ediyor, dijital çağa gönderme yapan sözler yine yüksek tempolu bir müzikle


buluşturulmuş. Roy Mayorga’nın bateri partisyonları ve şarkının orta kısmındaki hafif progresif geçişlerin altını çizmek gerekiyor. Say You’ll Haunt Me albümden yayınlanan ilk singledı. Taylor’un eşi ile ilgili yazdığı sözleri içeren şarkıda vokaller özellikle ışıldıyor. Single olarak yayınlanması kesinlikle isabet olmuş, zira hit olma potansiyeli çok yüksek bir şarkı… Dying, akustik gitarla başlasa da devamında Amerikan Rock tarzına bağlanıyor, albümde kolay hazmedilen, hoş bir soloya sahip, introyu saymazsanız en kısa süreli parça. Sözlerde yine aşk durumları ön planda. Hoş. Let’s Be Honest bana fazlasıyla Drowning Pool’un ilk albümü Sinner’ı andırdı, özellikle Bodies adlı parçayı… Gitar partisyonları sanki o albümden çıkmış gibi, ikibinli yılların başındaki Alternative Metal anlayışına selam ediyor. Corey Taylor vokalleriyle şarkının yine itici gücü oluyor.

Unfinished yine albümde temponun ve agresifliğin önde olduğu, gitar solosuyla öne çıkan sert bir parça. Hesitate albümün ilk ballad parçası. Grubun önceki albümlerde Bother ve Through Glass ile ballad konusunda neler yapabildiğini biliyorduk zaten. Hesitate, yine Amerikan Rock tarzına oldukça yakın giden, sakin ve duygu yüklü bir parça. Nylon 6/6 albümdeki kesinlikle en sert parçalardan birisi, yıkıcı gitarları, çekiç gibi işleyen baterileri ve Taylor’un temiz vokallerinden daha yırtık vokallerine geçişleriyle kendisini gösteriyor. Miracles, albümün diğer balladı ve artık şarkıyı ilk dinlerkenki ruh halimden midir, bilemedim, çok beğendim, oldukça hoş bir parça. Robin Trower usulü bir Blues-Rock tadı var şarkıda, Bridge Of Sighs gibi diyeceğim. Anlamlı sözler, yoğun duygusal hissiyat, güzel vokaller, iyi


gitar işçiliği, bir balladda daha başka birşey istenmez zaten…

görkemli riffler var ve albümün kapanışını hakkıyla yapıyor.

Pieces’te akustik gitarlar üzerine kısa sololarla ve Taylor’un vokalleriyle başlıyor, ardından Grunge hatta Alice In Chains tadı veriyor. Bu şarkıyı Layne Staley söylese sırıtmaz, o derece bir AIC etkisi sezdim. Solosu ve nakaratı ile öne çıkan hoş bir parça.

Corey Taylor, günümüzün en iyi Rock/Metal vokalistlerinden birisi, bu albüm ile tekrar kanıtları önümüze sunuyor. Şarkılara yüklemek istediği anlam ve duyguyu çok başarılı şekilde verebiliyor. Slipknot’a oranla Stone Sour daha olgun ve kontrollü yanını gösteriyor. Jim Root özellikle çaldığı sololar ile albüme bayağı katkı yapmış, Josh Rand ile de ritm kısmında dikkat çekiciyorlar. Roy Mayorga’nın baterileri ise şarkıların vurgularını daha da nitelikli hale getiriyor. Corey Taylor’un piyano çalımı da çok ön plana çıkartılmış olmasa da kullanıldığı yerlerde şarkıya derinlik katan bir faktör olmuş. Stone Sour bu albüm ile vermek istediği mesajı tam olarak oturtmuş. Birçok farklı tarzdan beslenen ve bu tarzlarla denemeler yapmaktan korkmayan grup, Audio Secrecy ile olgunluk dönemine girmiş, şarkılar yoğunluk ve tutku dolular, bestecilik ise gayet yerinde... Bu senenin en iyi ve güçlü albümlerinden birisi… Daha da birşey eklemiyorum. :)

The Bitter End ile Nylon 6/6’da kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yine sert, agresif ve yüksek tempolu bir eser. Ara ara Slipknot tadı almanız da mümkün. Imperfect yine akustik gitarlar ile bizleri karşılayan bir ballad. Albümün balladlar açısından hiç boş olmadığı belli. Albümün kapanış şarkısı Threadbare’de akustik gitarlarla açılıyor fakat karamsar havası ile farklı bir yöne gideceğini gösteriyor. Taylor yine vokalleri ile bu şarkının ana karakteri olmuş. Melodi geçişleri sebebiyle gerilimli bir şarkı,


EMRE DEDEKARGINOĞLU



Geride bıraktığımız on yıllık dönemin en iyi yeni metal gruplarına dair kişisel bir liste yapsam, baş sıralarda onlar kesinlikle yer alırlardı. Beş seneye sığdırdıkları dört albüm ile belkide son yılların en iyi çıkış yapan grubu onlar oldular. Eğlenceli sahneleri –her ne kadar Sonisphere’de kaçırıp, feci üzülsem de- kadar, Metal ve Rock müziğe selam duran köklü etkileşimlerini bir potada eriterek tutku dolu bir müzik yapmaları onları bu konumlarına getirdi. Michael Poulsen adlı Danimarkalı müzik sevdalısı ve yanında üç arkadaşı yani Volbeat konumuz… Son üç senedir ülkemizde de yavaş yavaş adı duyulan ve Sonisphere Festival kapsamında ülkemizde canlı performansta veren Volbeat, iki yıllık bir arayı yeni albüm ile sonlandırdı.

Grup ile ilgili okuyacağınız her yazıda yazacak tanım bellidir. Kısaca bende tekrar edeceğim, belki şu an bu yazıyla grubu tanıyanlarınız olabilir. Volbeat, grubun beyni Poulsen’in deyişiyle “annenizin bile seveceği metal” (Türkiye için pek geçerli değil ya, neyse… :D) müziği icra ediyor, yani Elvis Presley vokallerini, Johnny Cash’in Country tınıları, Metallica’nın amansız Thrash ritmleri, Social Distortion’un Punk Rock anlayışı ile buluşturan, Southern Rock, Rock’n’Roll, Rockabilly, Death Metal, Groove Metal gibi tarzlara da selam duran bir karışımı sunuyor. Yeterince cazibeli bir deneme, değil mi? Grubun dokuz senelik kariyerinin şu an durduğu nokta, grubun cezbediciliğine kayıtsız kalınmadığını zaten gözler önüne seriyor.


2005 senesinde The Strength/The Sound/The Songs ile kariyerine giriş yapan, 2007 yılında Rock The Rebel/Metal The Devil ile deyim yerindeyse hit üzerine hit çıkartacak derecede güçlü bir yapıt çıkartan Volbeat, en son 2008 yılında Guitar Gangsters&Cadillac Blood’ı yayınlamıştı. Rock The Rebel/Metal The Devil vuruculuğunda bir albüm olmasa da, Mary Ann’s Place, Hallelujah Goat, Still Counting, Maybellene I Hofteholder, Wild Rover Of Hell gibi şarkılar dikkat çekmişti. Hikayemizin devamını getirecek olan dördüncü albüm ise geçtiğimiz ay yayınlandı.

Beyond Hell/Above Heaven adıyla yayınlanan dördüncü albümlerinde Volbeat bizleri tekrar zevkli bir yolculuğa çıkarıyor. İlk dinlemede grubun müziğinde radikal bir değişiklik göze çarpmasa da, ardından gelen dinlemelerde albümün, daha “Punk” olan öncülüne göre daha “metal” odaklı olduğu ortaya çıkıyor. Albümde konuk sanatçı trafiği ise yoğun… İlk göze çarpan şarkı 7 Shots oluyor bu noktada, Mercyful Fate/King Diamond ile çalışmış olan Michael Denner’ın gitarıyla şarkıya yaptığı katkı, Kreator’dan saydığımız sevdiğimiz ulu insan


Mille Petrozza’nın nefret dolu vokalleriyle şaha kalkıyor. Tabii şarkının müzikalitesi ve Poulsen’in nakarattaki vokal melodilerini de şarkının güzelliğine katkı yapan faktörler olarak eklemek gerekiyor. Napalm Death’den tanıdığımız brutal vokal üstadı Barney Greenway’in Evelyn’de yırtıcı performansı, sert ritm gitarlar ve Poulsen’in Elvis Presley usulü vokallerle süslenmiş ve vokallerin önderliğinde giden ritmlerin sertliği dinlenesi bir şölen oluşturmuş. Who They Are özellikle Slayer’a selam duran

Thrash ritmleriyle, albümün açılışını başarılı şekilde yapan giriş parçası The Mirror And The Ripper’da yüksek temposu ile albümün metal odaklı yaklaşımını devam ettiriyor. Poulsen’in geçtiğimiz sene kaybettiği babasına ithaf ettiği Fallen, doğal olarak, grubun insana keyif veren pozitif havasını bozan bir hüzün içeriyor, sözler ise derinlerde bir yerlere dokunuyor. 16 Dollars resmen ‘50li yılların Rock’n’Roll’undan izler taşırken, Heaven Nor Hell, mızıka melodileri ve Punk etkileriyle dikkat çeken, biraz ticari


tınlasa da bunu albüm açıdan olumsuz bir şekilde yapmayan bir şarkı. Danimarkalı bokscu Mikkel Kessler için bestelenen A Warrior’s Call yüksek gaz oranı salgılarken, grubun hayranlarına teşekkürlerini ilettiği Thanks, hayranlar için “marş” şarkı olmaya aday görünüyor. Volbeat yoluna kaldığı yerden aynı kararlılıkla devam etmiş, Beyond Hell/Above Hell’in bize verdiği mesaj tam olarak bu… Şarkılar

arasında sıkmadan ilerleyen bir akıcılık mevcut, bu da albümün dinlenmesini ve içine girilmesini kolaylaştıran bir etken olmuş. Genel formüllerinde çok değişiklik yok ki artık tarzını oturtmuş olan Volbeat’in olgunlaştığı dönemleri yavaş yavaş göreceğiz artık… Metal müzik her ne kadar karanlık bir müzikte olsa, o karanlığın içinden aydınlığı ve pozitifliği de çıkartıp bizlere sunacak gruplar gerekli, Volbeat’te tam olarak bunu yapıyor. Umarım uzun süre de devam ederler.


NEHİR DEVRİM

2010 Sonisphere İstanbul Festival’de Türk müzikseverlerle buluşan, sıcakkanlı, mütevazı, espritüel davranışları, seyircisiyle kurduğu dinamik iletişimi ve oldukça başarılı sahne performansıyla Türk müzikseverlerin kalbini kazanan Danimarkalı grup Volbeat, yeni albümü Beyond Hell, Above Heaven ile yeniden hayranlarıyla buluşuyor . Sonisphere’dan önce Türkiye’de fazla dikkat çekmemiş olsa da Volbeat, güçlü besteleri ve performansıyla son yılların en heyecan verici grubu olarak anılıyor. Volbeat’in hikayesi 2001 yılında çıkardıkları “The Strength/ The sound/The Songs” albümüyle başlıyor. “Annenizin bile seveceği metal” diye slogan edinmelerine şaşırmamak gerekir çünkü

grubun etkileşimleri arasında Elvis Presley, Johnny Cash gibi rock’n roll efsaneleri de var. Hatta, Volbeat’in müziği tek başına “Elvis metal” başlığı altında incelenebilir, çünkü eski rock stilini heavy metal riffleriyle birleştirerek Presley tarzında vokal yapmak sadece bu gruba özgü bir şey. Yine de Volbeat’i Volbeat yapan sadece bununla sınırlı değil. Metallica’nın melodik vokalleri Pantera ve Disturbed’ın riffleriyle buluşuyor ve müzikseverin yıllarca arayıpta bulamadığını nefis bir müzik ve konsept ortaya çıkıyor. İlk albüm The Strength/The Sound/ The Songs’u takip eden ikinci albümleri “Rock the rebel/ Metal the Devil, 2005 yılında müzik marketlerde


yerini alıyor ve bütün müzik eleştirmenlerinden yüksek puanlar topluyor. Boa, The Sad Man’s Tongue, Radio Girl gibi unutulmaz hitleri de içinde barındıran bu albüm sadece birkaç yıldır müzik icra etmeye başlayan bir grubun sahip olabileceğinden daha fazla olmak suretiyle süksesine sükse katıyor. 2008 yılına gelindiğindeyse Volbeat, güçlü müziğinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak “Guıtar Gangsters & Cadillac Blood” adlı üçüncü albümünü hayranlarıyla buluşturuyor ve 20092010 Amerika turnelerinde Metallica’nın alt grubu olarak çalmaya başlıyor. Türkiye’ye de uğrayan Sonisphere kapsamında Anthrax, Slayer, Megadeth, Metallica gibi metalin dev isimleriyle

aynı sahneyi paylaşmaya devam ediyor. 2010 yılının Eylül ayında müzik marketlerde yerini alan 4. albümleri “Beyon Hell/Above Heaven” ise, vokalist Michael Poulsen’ın tabiriyle tam olarak “yola kaldığı yerden devam etmek”. Ayrıca bu albüm, Kreator’un Mille Petrozza’sını, Kind Diamond’ın Michael Denner’ını ve Napalm Death’in Barney Greenway’ini de konuk müzisyen olarak içeriyor. Önümüzdeki yılların en heyecan verici, en üretken, en etkili gruplarından biri olarak anılmaya aday Danimarka çıkışlı, Elvis Metal etiketli Volbeat, kesinliklikle dikkatinize ve ilginize nail olmayı hak eden bir grup…


SELİM VARIŞLI



Episode 13, ilk albümüyle kendinde Black Metal’in karanlık arenasına yer açan, ikinci albümüyle bu arenada racon kesip söz sahibi olan, yazımıza konu olan yeni albümüyle ise dövüş sonunda mağlup olanın ölmesine veya yaşamasına karar veren pis bakışlı kral formatına giren bir ülkemiz grubu. İlk albümleri benim için pek cazip olmasa da grubun ikinci opus’u Pitch Black gerçek bir Black Metal ilahisiydi. Yeni albümleri “Death Reclaims the Earth” ise daha bi suicidal, daha bi “anti”, daha bi leş atmosfere sahip. Albümü enteresan kılan noktalardan biri de albümün yalnızca net üzerinden yayınlanmış olması. Bildiğim kadarıyla plak formatında yayınlamak gibi bir planları da var ancak şu an yalnızca Carpathian Forest elemanlarından Daniel Vrangsinn’in yürüttüğü Misantrof ANTIrecords bünyesinde online olarak yayınlanıyor albüm. Haliyle ücretsiz dağıtılıyor. Tabii aynı mantığa dayanarak yayın yapan bir dergi olarak Episode’un bu hareketi karşısında onlara dergide yer vermememiz düşünülemezdi. Albüm ve antirecords mevzusu hakkında bilgi sahibi olmak için, ayrıca albümü legal ve ücretsiz http://episode13.misantrof.net adresinden indirebilirsiniz. Albümü online yayınlamak fikri son derece mantıklı, zira CD formatında yayınlanması durumunda yapılacak masrafa karşılık elde edilecek satış rakamı ve geliri “atılan taş – ürkütülen kurbağa” oranının yerlerde sürünmesine neden olacaktı klasikleştiği üzere. Ayrıca albüm CD olarak yayınlandığı gün mp3 olarak da nete yayılacaktı. Şu halde grup bu tuhaf durumun üstüne gidip, son zamanlarda sayıları gittikçe artan mp3 formatlı albüm release’lere bir yenisini eklemeyi tercih etmiş. Tabii benim gibi orijinal ürün peşinde heba olan insan evlatları arasında duruma isyan eden az ve öz bi tayfa illa ki olacaktır. Ben de bu isyana dahil olmam neticesinde grubun plak basma fikrini öğrendim ki orijinal product meraklıları için muazzam bi fikir. Gelelim albüme. Önceki albüme göre biraz daha karambol, yansıtmak istedikleri fikirleri ve hissiyatı daha iyi ortaya koymuşlar gibi. Önceki albümün prodüksiyonu bu tarz bi karanlık için fazla pırıltılı duruyordu. Bu kez tam ayarında olmuş. Özellikle Suicidal Black


Metal sevenler (ki tanım ters oldu, suicidal black metal nefretinin peşinde olanlar diyeyim) bu albümde enteresan atraksiyonlar bulabilirler. Öte yandan başlıkta belirttiğim bi takım kitlesel histeriler karşısında kendini yiyip bitiren ve “something terribly wrong in this country/world/ universe” akımının pençesinde antichristian mevzulardan anticosmic cepheye uzanan boşluğa serpilmiş bünyeler için bu albüm iyi bir silah görevi görebilir. El netice, Türkiye gibi fantastik bir ülkede değil de herhangi bir Kuzey Avrupa ülkesinde müzik icra etseydi hak ettiği değeri fazlasıyla alabilecek ve belki de aforoz edilmenin mutluluğunu bile yaşayabilecek kapasiteye sahip Episode 13. Yeni albümleriyle bu çizgide bir faça daha atmışlar.


SELİM VARIŞLI


Bizi

sürekli

takip

eden

okurlarımız

fark

olması, adamlar yaşlansa bile genç kalmaları (ki

etmişlerdir, Hocico konusunda hassas bi dergiyiz.

metal sahnesinde görsel açıdan böyle bişeyden

Bunun benim dışımda sorumlusu yok dergide, tüm

söz edemeyiz) bi yana, Hocico’daki heriflerin

per şişeler ve domatesler bana gelsin lütfen.

o tiplerle yaşlandıklarında nasıl görüncekleri konusunda merak içindeyim. Bu kadar iyi bir müzik

Hocico birkaç sene önce tanıştığım ve müptelası

icra edip de bu kadar kötü bir imaja sahip metal

olduğum bir Meksikalı aggrotech grubu. Favori

grubuna bile rastlamadım (ki metal gruplarının

albümlerim “Signo De Aberracion” ve “Memorias

mevzubahis denklemdeki şöhretleri tartışılmaz).

Atras” hakkında eski sayılarımızda yeterince info ve geyik okudunuz. Okumaktan yoruldunuz bile

Altyapı olarak klasik formatını bozmasa da

belki. Meksikalılar da sıkılmaya başladığımız fark

Hocico olaya asıl rengini veren “üstyapı”da

etmiş olmalılar ki yakın zamanda yeni albümleri

fazlasıyla cepten yemiş. Albümde bol miktarda

“Tiempos De Furia” ile lazerli acid’li ortamlara

filler şarkı bulunmakla birlikte, ‘Where Words

geri döndüler.

Fail, Hate Speaks’ ve ‘A Call For Destruction’ gibi dişe dokunur işler de mevcut. Öte yandan

Albümle ilgili ilk izlenimim Memorias Atras’ı

‘The Disguise’, albüm açılışı için vasat bi parça.

aratacağı yönündeydi zira o albümde dipten

Özellikle önceki albümün muazzam açılışı ‘The

ve

Pandemonium’ ile karşılaştırıldığında…

derinden

lead’lerle

verdikleri

zehrin

başdöndürücülüğü bu albümde yoktu. Varsa da ilk enjeksiyonda bi tesiri olmadığından çözememiş

Aggrotech formülünün yaratıcılarından Hocico,

olabilirim. Albümü yaklaşık bi aydır dinliyorum

ya kendi formülüne ihanet içerisinde ve yeni

ve Hocico’nun hafiften köklere dönüş tribine

formüller geliştirmekle meşgul (ve henüz biz

girdiğini, bu sebeple de ortaya koydukları albümün

olayı anlamış değiliz) ya da formülü update

tech-club’da zıplamak için ideal ötesi, evde tribal

etmeye

mevzulara girmek içinse de fazla yavan kalacağı

kesintisi nedeniyle system restart olduğu için şu

sonucuna vardır. Şu halde Hocico’yu yayınlayacağı

an açılmıyor. İki durumda da maintenance şart

yeni bir albümle Aggrotech sahnesinin zirvesinden

gibi görünüyor. Yine de orijinaline denk gelirsem

indirebilecek en az grup sayabilirim.

sırf koleksiyonluk bir ürün olduğu için anında

çalışırken

beklenmedik

bi

elektrik

kaparım. Tarzın geneline baktığımızda halen EBM camiasının daime genç neferlere sahip

kalburüstü bir sound’a sahip Hocico.


EMRE DEDEKARGINOĞLU

Thrash Metal alemi, seksenlerde verdiği yüzlerce grupla aslında kocaman bir deniz… Ama bu deniz aynı zamanda o kadar amansız ki, derinlerinde birçok ismi saklıyor. Amerika’dan çıkan birçok grup bu derinliklerde çok fazla gün yüzü göremeden zamanında önemli işler yaptılar ama çok geniş kitlelere yayılamadılar. Flotsam And Jetsam’da bu gruplardan birisi… Genel bilinirliğinin “Jason Newsted’in Metallica’ya girmeden önceki grubu” olması bir nevi grubu tanıtmış olsa da yeri geldiğinde gölgelemişti de… ’86 senesinde yayınladıkları Doomsday For The Deceiver adlı şaheser ile ses getiren, ardından No

Place For Disgrace ile başarısını pekiştiren grup, Thrash Metal’in yeraltına çekildiği doksanlarda üstündeki ilgiyi büyük oranda kaybetti. ’90 çıkışlı When The Storm Comes Down, majör bir firmadan yayınlanıp, büyük beklentiler karşılaması beklenen bir albümdü ama albüm hayranları böldü. (Suffer The Masses gibi müthiş bir eserden dolayı bu esere her zaman sempatiyle yaklaştım açıkçası…) ‘92’de yayınlanan Cuatro, dönemin çoğu Thrash Metal grubu gibi Metallica’nın Black Album ile açtığı yolun yolcusu olmasına rağmen iyi albümdü ama ilk iki albümün etkisini göstermedi. Grup stabil olmayan kadro, firma desteğinin az olması


ve Thrash Metal’in sıkıntılı zamanlarına denk gelmekten dolayı şanssızdı açıkçası… Doksanlarda göz önünde olmasa da aktif olan ve ‘95’ten sonra Drift, High ve Unnatural Selection albümlerini yayınlayan grup, yeni milenyumu My God ile selamlamıştı. My God aynı zamanda grubun albüm aralarını daha da uzatmaya başladığı dönemin başlangıcıydı. Zira My God’ı takip eden Dreams Of Death 2005’te yayınlanmıştı. Sözü daha fazla uzatmadan, grubun yeni albümü The Cold’a geçelim. Beş senelik bir aranın ardından çıkan albüm, grubun iki albüm

arasında verdiği en uzun araya sahip oldu. Bu arada senenin başında ülkemize de geleceklerdi ama biliyorsunuz, yattıydı o iş… Zaten ülkemde Flotsam And Jetsam’ı hakkıyla seven adam sayısı da azdır, ayrı mesele… The Cold, ilk dinlemeyle dinlediğim en iyi prodüksiyona sahip Flotsam And Jetsam albümü diyebilirim. Grubun prodüksiyonları zamanında eleştiri alan bir etkendi, özellikle ilk albümlerinde… Bu albümde herşey temiz ve net duyuluyor. Son iki albüm My God ve Dreams Of Death ağır riffler içeren, orta tempolu albümlerdi, The Cold ise


Thrash Metal tarzına bu iki albüme göre daha fazla odaklanmış, yüksek temponun ağırlıkta olduğu, yer yer Drift ve Cuatro albümlerinin arasında durduğunu düşündürecek anlar içeren şarkılar içeriyor. Yer yer kullanılan akustik gitar ve klavye albümün karanlık atmosferine katkı sağlamış. Albüm Better Off Dead adında müthiş bir ballad içeriyor, akustik gitar ve elektro gitarların ustaca birleştirildiği, duygu yoğunluğunu fazlaca taşıyan ve Eric A.K’nin enfes vokalleriyle öne çıkan şarkı, albümde en çok dinlediğim parça oldu. Better Off Dead dışında yüksek tempolu ve agresif –hatta kimi

zaman grubun yazdığı en sert ve amansız riffleri duyacaksınız- groovy ritmlerin hakim olduğu, ara ara giren melodik ve sakin kısımlar ile hafif progresif yapılar gösteren şarkılar içeriyor albüm… Eric A.K’nin vokalleri ise ayrıca bahsedilmeyi hakediyor, Thrash Metal’deki en hakkı yenmiş vokallerden birisi olan bu adam, kimi zaman agresif yırtık vokalleri, kimi zamanda hüzünlü vokal melodileriyle yine güçlü bir performans sunarak şarkılara can veriyor. Diğer şarkılardan da kısaca bahsetmek gerekirse, kapanış şarkısı Secret Life, yüksek temposu


yanında üçüncü dakikadan itibaren Queensryche tadı veren daha yavaş ve melankolik kısmıyla dikkatimi çekti. Aynı Queensryche tadı albüme adını veren The Cold’da da alınabiliyor.Falling Short albümün yüksek tempolu şarkılarından birisi ama hüzünlü riffleri kadar sakin kısımlarındaki Eric A.K vokalleri de şarkıya farklı bir karakter kazandırıyor. Giriş parçası Hypocrite, piyano ve çift gitar partisyonları ile yaptığı etkileyici açılışını agresif ve hızlı bir şekilde devam ettiriyor. Progresif bir riff üzerinden ilerleyen Take, aynı zamanda senfonik seslerde taşıyor. Black Cloud, K.Y.A(Sözlerindeki abartı maçoluğu yoksayarsak!)

ve Blackened Eyes String albümde temponun yükseldiği diğer şarkılar oluyor. Flotsam And Jetsam, son birkaç senedir yükselişte olan Thrash Metal tarzı adına güçlü bir albüm ile geri dönmüş. Elbette bu saatten sonra kendilerinden bir Doomsday For The Deceiver ya da No Place For Disgrace beklemek boşa çaba olur ama The Cold, modernize edilmiş güçlü şarkılarıyla ve edindiği progresif yaklaşımla üzerinde belli bir emeğin olduğunu gösteriyor ve bu senenin güçlü Thrash Metal albümlerinden birisi olarak anılmayı hakediyor.


EMRE DEDEKARGINOĞLU

Son zamanları pek bir çalkantılı geçse de, Progressive Metal’in çıkarttığı en başarılı ve ismen en büyük grup şüphesiz Dream Theater… Doksanlarda türleri adına çok başarılı işler yapan grup için ilk dönüm noktalarından birisi ilk albümlerinde yer alan vokalist Charlie Dominici’nin yerine James LaBrie’nin gelmesiydi. Bu Kanada asıllı sarışın abimiz, kendine özgü tiz bir ses rengine sahipti, Dream Theater’ın efsanevi Images And Words ve Awake albümlerinde bu güçlü sesini fazlasıyla göstermişti. Ama, ses renginin farklılığı kimi kesimlerce hiçbir zaman kabul görmedi, sesini her zaman yerenler de oldu. LaBrie’nin Awake albümünün turnesinde yaşadığı besin zehirlenmesi sonucunda ses telleri de zarar gördü ve bu durum vokallerine ve özellikle canlı performanslarına olumsuz derecede yansıdı. Dream Theater’ın Mike Portnoy’un kontrolünde daha metal bir gruba dönüşmesi LaBrie’nin o tiz vokallerinin tamamen yoksayılmasıyla sonuçlandı, zira LaBrie’nin sesinden bir Hetfield vokali yaratmaya çalışmaları birçok hayrana göre olmamış bir denemeydi. James LaBrie yerine her zaman “Dream Theater’da X olsa nasıl olurdu?” soruları sorulmuştur, ki Mike Portnoy gruptan ayrılmadan önce kendisi LaBrie ile yolları ayırmayı düşündüklerini söylemişti. Dream Theater’ı

uzun yıllardır dinlerim ve çokta fazla severim ve o şarkıları LaBrie dışında birisi söylese aynı tadı alabileceğimi düşünmüyorum. Ne Images And Words, ne Awake, ne Falling Into Infinity ne de Scenes From A Memory LaBrie olmadan o tadı veremez. Grubun ikibinli yıllar albümlerine çok değinmeyeceğim, zira hepsi bir şekilde LaBrie’yi başka vokallere benzetmeye çalışan şarkılar içeriyor. As I Am’da Constant Motion’da Hetfield vokallerine öykünmesi, ya da Prophets Of War ya da Never Enough’ta Matthew Bellamy gibi ince tondan söylemesi LaBrie’nin değil, şu an grupta olmayan Portnoy’un işiydi. Bu noktada Systematic Chaos’un yapım aşamalarını gösteren DVD’yi izlemenizi tavsiye ederim. James LaBrie, son on yıldır Dream Theater dışında çeşitli solo projelerde de yer alarak bir nevi farklı yönlerini gösterdi bizlere… İlk solo projesi Mullmuzzler adıyla iki albüm yayınlamıştı ve arkasında çok güçlü bir kadro duruyordu. ‘99’da Keep It To Yourself, 2001’de Mullmuzzler II olmak üzere yayınlanan albümlerde LaBrie Dream Theater müziğine selam ettiği kadar yer yer deneysel takılan şarkılar da icra ediyordu. Mullmuzzler aslında Progressive Rock temelleri de güçlü olan bir projeydi, ki bu aynı zamanda Dream Theater’ın iyice metalleşme sevdasının başladığı zamanlara denk geliyordu.




Mullmuzzler dışında Progressive Metal tarzını takip edenlerinizin kolayca hatırlayacağı bir Ayreon macerası oldu LaBrie’nin, 2004 tarihli The Human Equation albümünde ana karakteri seslendirmişti. Henning Pauly ile birlikte çalıştığı Frameshift projesinin ilk albümü Unweaving The Rainbow diğer bir projeydi. Perdesiz gitar virtüözü Tim Donahue’nin 2004 tarihli Madmen&Sinners albümü de kendisinin oldukça karanlık tınlayan vokallerini göstermişti. James LaBrie’nin Dream Theater dışındaki aktifliği 2005 yılına geldiğimizde direk kendi adıyla pazarlanan bir solo projeye dönüştü ve Elements Of Persuasion albümü yayınlandı. Mullmuzzler döneminde projenin James LaBrie olarak anılmaması herhalde plak şirketinin ayrı bir dengesizliğinin sonucuydu. :) Elements Of Persuasion, elektronik altyapılara sırt çevirmeyen, müzikalite açısından sert bir albümdü, aynı zamanda Lost gibi LaBrie’nin daha önce hiç denemediği denemeler de bulunuyordu. Elements Of Persuasion gibi sert bir albümün ardından herhalde kimse daha da ileriye gidileceğini düşünmezdi ama LaBrie şu an hepimizi ters köşeye yatırdı. Tabii, LaBrie’den brutal vokal yapmasını beklemiyoruz. :) Ama beş yıllık aradan sonra çıkan yeni James LaBrie solo albümü Static Impulse, kesinlikle bizi şaşırtacak işler içeriyor. LaBrie, Static Impulse’de bir önceki albümde olduğu gibi Matt Guillory ve Marco Sfogli’den yardım almış, bas gitarda Rob Halford ile çalışmışlığı olan Ray Riendeau, davullarda ise Darkane davulcusu Peter Wildöer yer alıyor. On iki şarkı içeren albüm, giriş şarkısı One More Time ile şaşırtmaya başlıyor. Zira şarkı James LaBrie’den beklenmeyecek derecede sert ve melodik ilerliyor, hatta çok net bir At The Gates/In Flames tadı almak mümkün… Daha da fazlası var, şarkıya yırtıcı bir hava katan ve LaBrie’nin vokalleriyle tezat oluşturan brutal vokaller yer alıyor. İlk şarkıdan anlaşılıyor ki bu albüm öncülünden de daha sert bir tavır içeriyor. Aslında LaBrie’nin dört albümlük solo dönemine bakılırsa Static Impulse tamemen doğal bir sürecin sonucu olarak kendini belli ediyor. Albümün genelinde Göteburg usulü Death Metal’in progresif öğelerle beslenmesi

ile elde edilen, gitar odaklı bir müzikal yapı var, yani Dream Theater-vari progresif anlayış beklememelisiniz. Albümün miksajını Avrupalı gruplara yaptığı prodüksiyonlarla tanıdığımız Jens Bogren’in yapmış olması da bu “Avrupai” anlayışı destekliyor. Bu albüm aslında LaBrie açısından cesur bir tavır da sergiliyor, bir vokalist solo albümü olmasına rağmen albümde yoğun kullanılan brutal vokaller ya da albümün promo fotoğraflarında yanında Matt Guillory ile gözükmesi, albümün James LaBrie isminin ötesinde bir “grup çalışması” olduğunu gösteriyor gibi… Dali’s Dilemma’dan da tanıyabileceğiniz Matt Guillory hem gitar, hem klavye çalması hem de beste yükünü çekmesi açısından proje açısından çok önemli bir adam ve LaBrie’de görünen o ki, ona fazlasıyla destek veriyor. Albümde en uzun şarkı beş dakika ki bu Dream Theater standartlarında kısa bir süre demektir :), şarkı süreleri olarak dinleyeni yormayan bir albüm Static Impulse… James LaBrie’nin vokal kabiliyetleri şarkılarda direkt olarak kendisini gösteriyor, özellikle This Is War, LaBrie’nin hem ince hem de yüksek notalara çıktığı anlarla ve adının hakkını verecek dinamik yapısıyla albümde öne çıkıyor. Dream Theater tarzında bir progresiflik çok yok desem de, I Tried ve Over The Edge’de yer yer DT akıllara geliyor. Açılış şarkısı One More Time ve takip eden Jekyll Or Hyde,I Need You ve Who You Think I Am LaBrie/ Wildöer vokal kapışmalarını agresif gitarlar ve yoğun Melo-Death dokusu ile destekliyorlar. Euphoric ve Just Watch Me, iyi bestelenmiş bir power balladlar olarak LaBrie’nin vokallerini ön plana çıkarıyorlar. Coming Home, duygusal yoğunluğu yüksek bir ballad olarak albümün geri kalanıyla tezat oluştursa da sakin şekilde albümü kapatıyor. James LaBrie solo projesinde açıkçası Dream Theater’ın son dönemlerine göre daha heyecan verici işler veriyor. Kendisinden bu tarz bir albüm açıkçası beklemiyordum, Dream Theater’da zaten metale sardırma sürecinde Melodic Death Metal’e pek bulaşmamıştı. Orijinal ve ya devrimsel bir iş olmasa da, bir vokalist albümü için gayet başarılı bestelenmiş şarkılar bulunduran, metal müziğin modern yüzünü kucaklayan, iyi bestelenmiş ve icra edilmiş bir albüm Static Impulse…


October Tide ismi, Katatonia’nın Doom/Death Metal yaptığı dönemlere aşina olanlar için tanıdık gelecektir. Katatonia’nın Discouraged Ones ile birlikte tarzında keskin bir değişime giderek, Doom Metal dönemini arkada bırakmasının ardından, kadrosunda Jonas Renkse ve Fredrik Norrman’ı bulundurmasıyla Doom/Death Metal severlerin dikkatini çekmişler ve iki albüm yayınlamışlardı. Katatonia’nın Brave Murder Day dönemlerine çok yakın bir müzik yapmaları diğer ilgi çekici noktalarıydı. Zaten Brave Murder Day’in Doom/ Death Metal açısından ne derece önemli bir albüm olduğu gerçeği de ortadadır.

EMRE DEDEKARGINOĞLU



October Tide ilk olarak 1997’da Rain Without End albümünü yayınlamış, ‘99’daki Grey Dawn albümünden sonra sessizliğe gömülmüştü ve Norrman ile Renkse tamemen Katatonia’ya odaklanmışlardı. Bu iki albümde Katatonia’nın Brave Murder Day ve Dance Of December Souls albümlerinden izler taşıyan, akustik gitar ve senfonik seslerle ara ara desteklenen, iyi bestelenmiş Doom/Death Metal eserleri vermişlerdi. Norrman kardeşlerin geçtiğimiz sene Katatonia’dan ayrılması, Fredrik Norrman’ın October Tide’ı Renkse olmadan diriltmesiye sonuçlandı. In Mourning vokali ve basçısını da bu sefer yanına alan Norrman, yeni

albüm çalışmalarında olacaklarını açıklamıştı ve yeni albümlerini geçtiğimiz ay içinde yayınladılar. On bir senelik aradan sonra çıkan yeni October Tide eseri A Thin Shell, bir nevi grubu kaldığı yerden yoluna devam ettiriyor. Brave Murder Day dönemi Katatonia’nın beste anlayışı temelde hala mevcut, rifflerin önüne geçen karamsar solo gitar melodileri ve sürekli tekrar edilerek dinleyiciyi etkisi altına alan ağır ve basit riffler yine şarkıların genel omurgasını oluşturuyor. Vokallerde Tobias Netzell’in iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum.


A Custodian Of Science giriş şarkısı olarak, ağır atmosferi ve karamsarlığıyla albümün genel özetini bizlere sunuyor. Gitarların hız kestiği akustik ağırlıklı ambient bölümler de sıkça yer almışlar, ikinci şarkı Deplorable Request’in ikinci dakikasından başlayan ve sürekli tekrar eden akustik kısım bu dediğime en net örnek olarak gösterilebilir. The Nighttime Project, albümdeki tek enstrumental şarkı olarak, genel beste formülüne göre daha farklı bir müzik içeriyor. Fragile, Katatonia’nın Sounds Of Decay EP’sindeki Nowhere’i fazlasıyla anımsatan riff üzerinde ilerliyorken, The Dividing Line albüm içinde yüksek temposuyla

ayrılıyor. Blackness Devours, gerilimli havasıyla en sevdiğim parça oldu. Scorned kapanışı oldukça “boşlukta” bir karamsarlık ile yapıyor. October Tide, on senelik araya rağmen karamsarlığından pek birşey kaybetmediğini gösteriyor bu albümle… Katatonia’nın Brave Murder Day albümünü sevenler ve o günleri özlemle ananlar albüme kolayca ısınacaklardır. Kartlarını riskli oynamayan dolayısıyla yeni birşey sunmayan ama malum sonbahar atmosferine uyumlu gidecek melankolik bir albüm.





Ankara’nın metal emektarlarından, Crossfire frontman’i Bülent ve işletmecisi olduğu Raven Stüdyosu tarafından organize edilen Raven Fall Fest, Ankara’nın yeni konser mekanlarından biri olan 312 Arena’da gerçekleştirildi. 2 gün süren ve 20 civarı grubun sahne aldığı organizasyona işlerim nedeniyle sadece ilk gün icabet edebildim. Her şeyden önce belirtmeliyim ki gerek organizasyon, gerekse sahne alan gruplar açısında gayet profesyonelce bir organizasyondu. Ammavelakin festivale katılımın alışıldık şekilde minimumda olması üzücüydü. Geliri hayvan hakları federasyonuna bağışlanacak olan organizasyon için Bülent ve ekibi büyük bir özveriyle çalıştılar. Ancak katılım beklenenin çok altındaydı. Günün ve festivalin ilk grubu Ankaralı RAMOTH idi. Arch Enemy vokalisti Angela’yı idol olarak benimsediği izlenimi bırakan genç ve heyecanlı bir bayan vokalleri vardı. Cover ağırlıklı bir playlist’le sahne aldılar. Daha doğrusu o kadar çok cover çaldılar ki arada kendi bestelerini çaldılarsa da hatırlamıyorum. Yaptıkları işi severek icra ettikleri belli ancak başta vokalist olmak üzere sahne duruşu ve seyirci iletişimi konusunda daha çok çalışmalılar. Gerçi seyirci sayısı o kadar azdı ki morallerini bozmadan çalmaları bile takdire şayandı.



Ankara’nın taze kan Brutal Death Metal gruplarından DIGESTED CORPSE’daydı sıra. Thrashfire davulcusu Can ile güçlendirdikleri kadroları ile bu 3 kişilik ekip sahnede her konserinde daha da devleşiyor. Pesimist olmak istemiyorum ama bu adamlar da tamamen yanlış ülkede doğmuş bir insan topluluğu. Zira bu grup için Harcanılan emek ve zaman / alınan feedback oranı inanılmaz derecede düşük. Buna rağmen hırslarından bişey kaybetmiyor olmaları güzel. Kendi bestelerini öne çıkardılar. Gruba bir gitarist daha alsalar icra ettikleri tarz itibarıyla çok daha zengin bir sound elde edebilirler.

Üçüncü sırada Eskişehirli topluluk A’KHUILON vardı. Grup isimleri konusundaki takıntım bu festivalde zirve yaptı tahmin edeceğiniz üzere. Müzikleri iyiydi, sound’ları da gayet güçlüydü, imajları da şıktı. Lakin bu isimle dev bir grup olamayacaklarını birinin onlara hatırlatması gerek (giydirecek bişey bulamayıp grubun adına takmış yaşlı teyze tandanslı yazar formatı yarattım ama yok, grup harbiden iyiydi, sadece ismi kötüydü). A’khuilon’un ardından günün bir diğer kötü isimli ama işini iyi yapan grubu olan RHADAMANTYS


sahnedeydi. Kendi parçalarını çaldılarsa hatırlamıyorum zira epeyce cover çaldılar. Bu tarz organizasyonlarda cover gruplarının sahne almasına ilişkin tartışmaları geçen binyılda bıraktığımızı umuyordum ama Rhadamantys çalarken “abi niye cover grubu çıkıyo” muhabbeti yapan bi eleman gördüm. Grup çaldıklarını parçaların hakkını verdi. Eğlenceliydi. Sırada kamyon metalin Ankaralı temsilcilerinden TRUCK vardı. Karahan yanlış ülkede doğmuş bir müzisyen. Keza Dağhan da öyle. Southern – Death Metal karışımı müzikleriyle mekandaki az sayıdaki seyirciye yüzbinlere çalıyormuş gibi hırsla çaldılar. Arada bi de Pantera coverı attılar. Lezzetliydi. Martensmith sahne aldığında mekan biraz daha kalabalıklaşmış gibiydi ama genel olarak yine de seyirci sayısı azdı. Martensmith çok iyi bi sound’la çaldı. Besteleri de çok şık. Lakin grubun frontman’i Özer’in vokal işini gruba alacakları yeni bir elemana devredip gitarına ağırlık vermesi gerektiğini grubu her izlediğimde düşünmeden edemiyorum. Dave Mustaine’in

kariyerinin başlangıcında yaptığı hatayı yapıyor gibi. İyi bi müzisyen, iyi bi gitarist ama vokal olarak yetersiz. Sırada Tahrip vardı. Elemanlar kuliste sahne hazırlığı yaparken yanlarına girdim. O seyirci sayısına rağmen klip çekecekmiş gibi bir özenle hazırlanıyorlardı. Kendileri için önemli olanın seyirci sayısı değil izleyen seyirciye ne sundukları olduğunu gösterdiler. Tahrip Türkçe sözlü Hardcore icra ediyor. Vokalde sanırım mekanın geniş ve boş olmasından kaynaklanan bir eko ve boğukluk vardı, o nedenle sözler zaman zaman anlaşılamadı ama genel olarak etkileyici bir şov sundu Tahrip. Favori parçam, grubun eski vokalistiyle kaydettiği parçalardan biri olan Yoz’u bekledim ama çalmadılar. Oysa ki Crossfire Bülent’in de vokal desteğiyle şahane bi canlı performansı icra edilebilirdi Yoz’un. Sırada Ankara’nın köklü topluluklarından Crossfire vardı. Crossfire bikaç senedir sahnelerden uzaktı. Ben bile en son ne zaman izlediğimi hatırlayamadım. Grubun çekirdek kadrosundan Kaya ve Bülent yıllara yollara meydan okuyarak devam ediyorlar. Crossfire eski ve yeni




parçalarına yer verdiği güzel bir playlist’le çaldı. Yayınlayacakları yeni albümden parçalar çaldılar. Kapanışı grubun klasiği ‘Nightwolf’ ile yaptılar ki Bülent bu parçada Kasatura vokalisti Kaan’ı da sahneye davet etti, güzel bir bitiş oldu.

istemiyorum ama Raven Fall Fest zor bir organizasyonun altından özveri ve başarıyla kalktı. Az katılıma rağmen gruplar hırsla çaldılar. Bu sebeple dergide en azından izlediğim kadarından söz etmek istedim organizasyonun.

Crossfire sonrasında işlerim nedeniyle mekandan erkenden ayrılmak zorunda kaldım. Aslında böyle yarım yamalak konser yorumu yazmak

Başta Bülent, Stüdyo Raven ekibi ve sahne alan gruplar olmak üzere emeği geçen herkesin eline sağlık.


Yazı

GÖKHAN KORKMAZ Fotoğraflar

HELİ VALKAMA


İsveç’in 2000’li yılların ikinci çeyreğinde yükselişe geçen Black Metal grubu Watain, çıkardığı yeni albümleri “Lawless Darkness”ın ilk turnesi olan “Reaping Death Tour” kapsaminda geçtiğimiz Eylül’de Helsinki ve Turku’ya geldiler. Uzun süredir severek takip ettiğim Watain’i izlemek için ben de Helsinki yollarına düştüm. Dışarıda yüksek miktarda benzin çektikten sonra içeriye girdiğimizde ilk grup In Solitude çalmaya başlamıştı. Heavy Metal icra eden İsveçli grup hiç ilgimi çekmedi, zaten isimlerini de ilk kez duymuştum. İyi müzik yapıyorlar ama ben bu konsere Repugnant ve Watain izlemeye geldiğim için arkadaşlarla biralamaya ve sohbete devam ettim.

In Solitude bittikten sonra günün benim için en az Watain kadar önemli grubu olan Repugnant sahneye çıktı. Vokal/gitar olan Mary Goore dayının Misfits tarzı saç şekli, üzerindeki Morbid Angel t-shirtü ve diğer gitaristin sahnede duruşundan gitar çalma stiline ve saç şekline dek Trey Azagthoth’a benzediğini söylemeden geçemeyeceğim. 40 dakikalık performansları boyunca bize Old School Death/Thrash Metal ziyafeti yaşattılar. Morbid Ways, From Beyond The Grave, Premature Burial, Sacred Blasphemy, Voices of the Dead setlistten aklimda kalan parçalar. Tekrar izlemek isterdim. Watain başlamadan önce Repugnant’ın bünyeyi çok yormasından dolayı biraz dışarı çıkıp hava


almaca yaptıktan sonra Watain’i izlemek için ön saflardaki yerimizi aldık. Sahnelerinin hazırlanmasi için sahne perdeleri kapandı. Bu sırada ön sıralara buram buram kan kokusu gelmeye basladı. Alevli ve kanlı bir konser olacağa benziyordu. Işıklar söndü ve intro girdi. “Lawless Darkness”dan ‘Malfeitor’ ile başladılar konsere. İçeride Watain başladığında tahminimce 800 kişi vardi. “Malfeitor” iyi bir şarkı fakat konsere başlamak icin biraz bayık buldum, yerine başka şarkı seçilebilirdi. Akabinde efsanevi “Casus Luciferi” albumlerinin giriş parçasi olan “Devil’s Blood” ile devam ettiler. Vokalist Erik, şarkının anonsunu “Open yourselves and drink the Devil’s Blood” şeklinde yaptıktan sonra


yarım litre kadar kanı benim de bulunduğum en ön saflara döktü. Konser öncesi kokusunu aldığımız kan üzerimizdeydi. Bu işi yadırgayan bazı insanlar oldu, kıl olanlar oldu, çok kötü kokmaya basladıklarini falan söyleyenler oldu. Ben ise hiç aldırış etmeden konserin tadını çıkarmaya devam ettim. “Sworn to the Dark” albümünden ‘Satan’s Hunger’i caldiktan sonra konsere son albümleri Lawless Darkness’in en “pop” parçası olarak nitelendirdiğim “Reaping Death” ile devam ettiler. Erik parçanın nakaratında “Higher! Higher!” diye bağırdıkça sahnenin çeşitli yerlerinde bulunan demirden yapılmış ters haçlardan yukarıya doğru alevler püskürdü. Güzel düşünülmüş ve kurgulanmış bir sahne... ‘Wolves Curse’ isimli parçaya gelindiğinde Erik balkondakileri işaret ederek “Siz konseri yukarıdan izleyenler, sizler hepiniz birer koyunsunuz” dedi, sonra asağıda benim de buluduğum seyirci topluluğunu göstererek “Bizler de kurtlarız” dedi ve ‘Wolves Curse’ başladı. Bu arada Watain’i benim için daha önemli kılan bir nokta da canlı performanslarda session olarak Set Teitan’in olması (Dissection’ın



son dönemlerinde Jon Nödtveidt’e eşlik eden gitarist, öncesinde uzun yıllar Aborym’de çalmış, ayrıca Arckanum’un “Antikosmos” albümünde de yer almıştır /Ed). Dissection’ı daha önce hiç izleyemedim ve bu hep içimde kaldı. Set Teitan’lı Watain izlemek benim için bir onurdu. Konser ‘Total Funeral’ ve ‘Stellarvore’ gibi gaz parçalarla devam etti. Eski dönemlerinden ‘On Horns Impaled’ çaldılar ve gittiler. “Ulan” dedim “bu kadar kısa konser mi olur”. Ben söylenirken kendi kendime, sahneye geri geldiler. Bathory’den

‘The Return of Darkness of Evil’ coverı ile bis yaparak şovlarını bitirdiler. Setlistte 10 parça vardı, açıkçası çok büyük hayal kırıklığına uğradım, headliner olan bir grubun 10 şarkı çalarak bitirmesi çok garibime gitti. En azından 12-13 parça çalarlar diye düşünüyorken 10 parça çalarak gittiler. Sonuç olarak, her ne olursa olsun Watain sahnesi, duruşu, performansı ile bugüne dek izlediğim en leş Black Metal gruplarından biri. Umarım ileride tekrar izleriz ve bu sefer biraz daha uzunca bir setlist hazırlarlar.

WATAIN SETLIST Malfeitor Devil’s Blood Satan’s Hunger Reaping Death Sworn To The Dark Wolves Curse Total Funeral Stellarvore On Horns Impaled ---------------------------------The Return Of Darkness And Evil (Bathory cover)


Gig Report

GÖKHAN KORKMAZ Photos

HELİ VALKAMA


Sweden’s Black Metal Militia Watain visited Helsinki and Turku last September in Finland. As a die-hard fan of Watain it was more than a duty for me to visit that gig especially when legendary Repugnant was there too as the support band of Watain. Helsinki was the first part of the “Reaping Death Tour” of Watain on 11 September so it was the best location for me to visit the gig. Swedish Heavy Metallers In Solitude started their show and I never heard this band before until they were confirmed for the gig. They didn’t interest me so much since I came to watch Repugnant and Watain. I do not even understand why In Solitude was a support band when the main band of the gig was a Black Metal band. After In Solitude, Repugnant started their awesome show, for fuck’s sake, it was 40 minutes of non-stop head-banging. I wish the band would have played more. It was interesting to see Guitarist/vocalist Mary Goore with Misfits style hair and wearing Morbid Angel T-shirt and also their other guitarist had hairstyle exactly same as Trey Azagthoth and even his guitar playing style and how he stands at stage was 100% same as Trey Azagthoth. I remember following songs from their setlist: Morbid Ways, From Beyond The Grave, Premature Burial, Sacred Blasphemy, Voices of the Dead. I hope to see Repugnant again in near future. It was an awesome Old School Death Metal show. After devastating Repugnant, finally it was time for Watain. I took my place with my friend from frontline. The stage curtains were closed because they were probably preparing the stage for Watain. Well, after some point I started to get very intensive smell of blood which didn’t disturb me at all but I remember some of the people were already disturbed by the smell. After waiting for some time, we saw Watain appearing on stage finally and starting the show with “Malfeitor” after their intro. “Malfeitor” is a great song from “Lawless Darkness” album but in my opinion it wasn’t the best choice to start the gig with. Erik, the vocalist of Watain, threw at least half liters of blood after announcing the song from the legendary “Casus Luciferi” album “Devil’s Blood” : “Open yourselves and drink the Devil’s Blood” . It didn’t really disturb me, honestly, I was honored. My white Watain T-shirt was all over blood. I remember a few guys running to toilets for


being able to clean their fancy T-shirts. The gig continued with “Satan’s Hunger” and then may be the most “hit” song from “Lawless Darkness” album called “Reaping Death”. While Erik was screaming “Hire!! Hire!!!” from the chorus of the song fire was coming from the big inverted crossed located on different parts of stage. It was nice to see Erik cursing people staying on upstairs and calling them “sheep” and honoring the audience who are downstairs and supporting Watain by calling them “wolves” and announcing the song “Wolves Curse” Other thing what makes Watain even more important for me is that Set Teitan of Dissection is session guitarist at live performances of Watain. I never had any chance to see Dissection performing live before, unfortunately. Anyway, the gig continued with songs like “Total Funeral” from last album and “On Horns Impaled” from older stuff. They left the stage after “On Horns Impaled” and came to play Bathory cover “The Return Of Darkness And Evil” after some moment. I was kind of disappointed because I was expecting them to play at least 2-3 more songs more. The only disappointment was that their setlist was too short, only 10 songs. Anyway, it was one of the most evil, darkest Black Metal performance I have ever seen in long time. Hope to see Watain in near future again and I hope they can prepare longer setlists where there are a couple of more songs from “Casus Luciferi” and “Sworn to the Dark” albums.



Bi aralar Tatu diye bi grup vardı ya. İki tane Rus inci liselisi veledin one hit wonder tribiyle ara gazı sıkıca nitrolanmış bi medya stratejisi çerçevesinde para basma gayretiydi ama tüm balonlar gibi eninde sonunda sönmeye mahkumdu. Konumuzla ilgisi ise Switchblade Symphony’nin ilk dinleyişte nedense herkese Tatu’yu anımsatması. Halbuki alakası yok. San Francisco’lu bu Trip-Hop, Goth Rock, Darkwave gençliği doksanların başından bu yana yoldalar ama ilk albümlerini 1995’te yayınlamışlar. Müzik dünyasının mainstream’de her daim ikinci el muamelesi gören tarzlarıyla fazlaca ilgilenen ekip, yaptıkları müzik mainstream’e bi anda çataa diye vurabilme kapasitesine sahip olsa da “kendi bildiğini okumanın dayanılmaz hafifliği”nin ağır bedeli olarak ödüyorlar underground kalmayı. Kimbilir belki de böylesi işlerine geliyordur. Bir zamanların şaşaalı ve plastik seksenler pop soundu’ndan ilham almakla birlikte müziklerinde bunu mümkün mertebe yansıtmayan, daha doğrusu bunu chill-out kalarak başarabilen çok nadir topluluklardan

SELİM VARIŞLI


biri Switchblade Symphony. Öte yandan bi şarkılarında zurna bile duyduğuma eminim. Araya fantastik bişeyler atmışlardı, güç bela duyuluyordu. Aynı albümde “Your god is never dry” şeklinde sözleri olan arıza parçalar da mevcut. Özetle anlatmaya çalıştığım grup böyle kırık bi grup. Chill-out’un hasosunu iliklerinize kadar özümseyebileceğiniz, leprosy ile lösemi arası bir çizgide texture’larla kaplı bir yüzeye fütursuzca iniş yaptığınız hissiyatını yaratabilecek albümleri “The Three Calamities” (1999) ve The Sisters Of Mercy atmosferini ruhunuzun her gramına yansıtabilecek güzellikle eserleri “Scrapbook” (1995) başta olmak üzere grubun her albümünü ayrı ayrı tavsiye ederken; ne kadar muazzam bir grup ismiyle karşı karşıya olduğumuzu, ayrıca takıntım olan albüm isimleri konusunda da Switchblade Symphony’nin müridi olduğumu ancak dünyanın abartısız en kötü kapaklarına sahip olduklarını ve bu konuda zirveyi en azından Siyah Beyaz nezdinde çok uzun süre hiç kimseye kaptırmayacaklarını rahatça söyleyebilirim.


ZELİHA KARAKOCA


“Lola Rennt” Tik tak tik tak tik tak tik tak… Hayatın kısa oluşundan olsa gerek, hep acelemiz var…ve öyle garip mahlukatlarız ki ne zaman ne yapacağımız, herhangi bir durumda hangi dereden su getireceğimiz belli olmuyor. Sorular, sorunlar eşliğinde yitip giden hayatlar... ya da nedenlerle var ettiğimiz yeni yaşamlar… Ya öyle değil de böyle yapsaydımın sonuçları.. sonra nedenleri silip, bizi baştan yarattığını düşündüğümüz imgeler eşliğinde bir solukta tüketmek(!) hayatlarımızı… Filmin içinde açıkça görülen “farkındalık” sayesinde farklı olayların değişik sonuçları beraberinde getirdiği gerçeği.. Bazen bir anlık davranışın sebep olabileceği olaylar zinciri… Aşk, ölüm ve yaşam üçgeninde, Lola koşuyor, koşuyor, koşuyor…başkası olarak görmediği bir başkası için! Peki biz nereye koşuyoruz? Yoksa duruyor muyuz? Uğruna koşacağımız bir amaç yoksa neden yoldayız? Sorular, sorular, sorular… Lola her seferinde başa döndüğü amacında, vazgeçmeyip geri döndüğü yere yeni basamaklar ekleyerek kendine ve başkalarına yeni bir yol yaratıyor. Aynı yollar, aynı insanlar, ancak devinimini değiştirerek olayların akışını da değiştiriyor..ve kader çarkı bu kez farkında olan insan için dönüyor. Kader, Lola’nın önünde diz çöküyor. Çünkü Lola vazgeçmeyecek, istediği olana dek her şeyi en başa alıp yeniden başlayacak koşmaya, koşacak, koşacak, koşacak…O çark ya duracak ya…



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.