MASTER OF PUPPETS Selamlar, Siyah Beyaz tarihinin en kalabalık sayısıyla karşınızdayız. Kalabalık dediysem, yazar kadrosu olarak değil, sayfa sayısı açısından :) Yoksa yazar kadromuz alışıldığı üzere çekirdekten devam ediyor. Haziran ayının son haftası ülkemiz tarihinin en büyük müzik organizasyonuna ev sahipliği yaptı. Malumunuz geçen sayımızın tamamını ayırdığımız Sonisphere festivali beklendiği üzere inanılmaz bir atmosferde gerçekleşti ve geriye çok özel hatıralar bıraktı. Bunları da Emre ve ben dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık bu ayki Sonisphere yazılarımızda. Ancak eğer bu festivale gelmediyseniz şunu bilmenizi isterim ki okuyacaklarınız ve fotoğraflarda görecekleriniz, yaşananların yarısını ancak yansıtıyordur. Diğer yarısı anlatılmaz yaşanır türdendi zira. Fotoğraf demişken Sonisphere’daki tüm yabancı grup ve seyirci fotoğraflarımızı sevgili Erdal Mahir Cüran’ın objektifinden yansıttık sizlere. Kendisine çektiği şahane fotoğrafları sizlerle paylaşmamıza izin verdiği için dergim adına teşekkür ediyorum. Sanatçıya www.myspace.com/erdalcuran adresinden, fotoğraflarına da http://curan.deviantart.com adresinden ulaşabilirsiniz. Bu ayın diğer büyük festival yazısı da çok uzaklardan, Finlandiya’dan, yazarımız Gökhan Korkmaz’ın kaleminden geldi. Dergimiz adına dünyaca ünlü Tuska Open Air Festival’e giderek izlenimlerini aktaran Gökhan, Nile ve Hypocrisy ile iki tane de yzyüze röportaj yaptı ki bunlardan Nile’ı bu sayıda Türkçe çevirisi ve orijinal İngilizce metniyle okuyabilirsiniz. Hypocrisy röportajına ise gelecek sayıda yer vereceğiz. Siyah Beyaz gelecek ay 2 yaşına basacak. Koskoca iki seneyi geride bırakmışız ve bana iki ay gibi geliyor. İkinci yaşgünü pastamızı 4 Eylül akşamı Ankara Yolcu Bar’da kesiyoruz. Tabii siz de davetlisiniz. Gelecek ay görüşmek üzere. Selim VARIŞLI
SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, GÖKHAN KORKMAZ, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA Kapak Fotoğrafı: ERDAL MAHİR CÜRAN - http://curan.deviantart.com E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Pain Of Salvation benim için özel olan gruplardan birisidir. Progressive Metal yapıpta, tarzı bu derece duygu yoğunluğu ile harmanlayabildikleri için fazlasıyla saygı duyarım kendilerine... Bende grupla Blue Jean/Headbang yazarı Doğu Yücel’in 2002 tarihinde “Dream Theater’ın tahtını sallıyorlar.” ana fikirli kısa tanıtım yazısıyla tanımıştım. O zamanlarda abartı bir Dream Theater sevgisiyle dolup taşan, neredeyse başka Progressive Metal gruplarına bakmayan ben bir yandan “Hadi be!” derken öbür yandan da feci merak etmiştim grubu... Ama yurdumun küçük bir yerinde yaşamamın sıkıntısı ve o zamanlar
internetin bu kadar yaygınlaşmaması sebebiyle hemen ulaşamamıştım POS’a... Ardından bir şekilde Remedy Lane albümünü edinmiş ve Yücel’e hak vermiştim. Gerçekten kulak verilmesi gereken bir gruptu POS... Ama bu gruba asıl bağlanmam bir kış yolculuğunda Discman’e The Perfect Element I albümünü takmamla oldu. Artık kara kış günü her yerin karla kaplı olduğu Bolu Dağı’ndan geçerken tribale mi kapıldım, bilemiyorum, hem o albüme hem POS’a deli gibi tutulmuştum. Tüm albümlerini edinmiştim sırasıyla... Be çıktığında cebimde kalan son parayla orijinal CD’sini almıştım, Ankara’lıların
bileceği Hayri Abi’miz biraz indirim yapmasa eve gidemeyecektim, o derece bir tutku olmuştu POS’a bende... :D Kişisel hikayeleri bir kenara bırakırsak, Pain Of Salvation kısacası İsveç’ten çıkan en önemli Progressive Metal gruplarından birisi malumunuz. Opeth ile birlikte son on senede adlarını büyükler ligine yazdıracak kadar güçlü işler yapmış olmaları onları sıradan bir gruptan çıkartıp, Mike Portnoy’un övdüğü, Kaipa ve ya Ayreon gibi grupların grubun beyni Daniel Gildenlöw’i saflarına kattığı bir marka haline getirmişti. Nasıl gelmesinlerdi ki? Entropia gibi güçlü bir
debut albümle piyasaya giriş yapıp, ardından gelen her albümle çıtayı yükseltmişlerdi. Her ne kadar ben alışamasam da başarılı bir albüm olduğu ortada olan One Hour By The Concrete Lake, yine kişisel görüşüme göre grubun en iyi albümü ve bir Progressive Metal şaheseri, bir duygu seli The Perfect Element I ve konsept olarak onunla benzer yanları paylaşan diğer bir candan eser Remedy Lane ile adlarını da geniş bir kitleye duyuran grup, Be ile felsefeyi, müzikal sınırları, konsept albüm kavramını yerlebir ederken Progressive Metal severler için bir hazine olmuştu.
Neredeyse her albümünde belli bir konsepti işleyen grup, Entropia’da savaş ve yol açtığı kayıplar hakkında sözlerini söylemiş, OHBTCL’de ise çevre kirliliği, yerlilerin sürülmesi ve ya nükleer atıklar üstüne eleştirel bir konsept işlemişti. The Perfect Element ve Remedy Lane, insan ilişkileri, aile kavramı ve bu konulara bağlı olaylar hakkındayken, Be, yıllar süren bir çalışmanın ürünü olarak tanrı kavramını hem felsefi hem de insan algısına göre ele almıştı. Bu konseptleri başarılı bir şekilde destekleyen duygu yoğunluğu yüksek müzik anlayışları ise grubun asıl silahı olmuştu. Daniel Gildenlöw adlı şair, vokalist, gitarist, söz yazarı vs...vs... kısacası komple sanatçı delinin önderliğinde ilerleyen grup, başarılı bir kimya oluşturmuştu. Fakat, 2005 senesinde grubun başçısı, küçük Gildenlöw Kristoffer gruptan kopartılınca POS için hafif buhranlı dönemler de başlamış oldu. Kristoffer sonrası ilk albümünü 2007 senesinde
The Perfect Element Part II olarak Scarsick adıyla yayınlayan grup, bu süre zarfında bas gitarist boşluğunu da dolduramamıştı. Scarsick ile kapitalizm, tüketim çılgınlığı, sosyete hayatı gibi konulara deyim yerinde bir bir giydiren grup, konseptle bütünlük oluşturacak derecede de Alternative Metal ile etkileşen bir müzik yapmıştı. Bu sebeple albüm hayranları ikiye böldü, kimisi albümü beğenirken kimisi de NuMetal olmaya çalışan başarısız bir albüm olarak değerlendirdi. Kişisel görüşüm albümün konseptmüzik bütünlüğü olarak eleştirdiği güncel dünya şartlarına karşılık oldukça sıkı bir eser olduğu ama POS’un şu zamana kadar yaptığı müziğin kurgu ve duygusundan biraz uzak olduğuydu. Zira ilk çıktığında beğenerek dinlediğim albümün gazı bir sene sonra sönmüştü. Şu an bile en son ne zaman dinlediğimi hatırlamıyorum açıkçası... :D Scarsick’in başladığı şarkılar bir şekilde kendilerini dinlettirirken, Kingdom Of Loss’tan
sonrası beni pek çekmemişti açıkçası ve hala o albümün en iyi şarkısının çokça eleştirilen Disco Queen olduğunu düşünürüm. Albümü ilk dinlediğim günden beri ise The Perfect Element konseptinin ikinci parçası olması bende hayalkırıklığı yaratmıştı zira TPE hem duygu yoğunluğu hem de müzikalite olarak bu albümden çok uzak ve şahsi düşünceme göre çok üstündü. Pain Of Salvation bu albümden sonra yine eleman kayıpları yaşadı. Grubun bateristi, ki kendisi grubun müziğine oldukça uyumlu bir tarza sahipti, Johan Langell ailesine daha fazla vakit ayırmak için gruptan ayrıldı. Ardından grup basçı boşluğunu Simon Andersson ile doldurdu, baterist pozisyonuna ise Fransız Léo Margarit getirildi. Fakat Simon ile olan beraberlik uzun sürmedi, kendisi bir sene sonra gruptan kişisel nedenlerle ayrıldı. Yerine ise geçici olarak Per Schelander getirildi. Tatsızlıklar grubun peşini bırakmadı ve grup plak şirketinin ekonomik sıkıntıları yüzünden Progressive Nation 2009 turnesinden çekilmek zorunda kaldı, ayrıca yeni albümde tamamlanmasına rağmen biraz bekletildi. Aslında çift Cdlik bir albüm olarak planlanan yeni albümün, daha sonra iki ayrı CD olarak çıkartılacağı söylendi. Söz konusu CD yani Road Salt One ise şu an karşımızda... Albümün yayınlanmasından önce Linoleum adında bir EP yayınladı grup. Takip edebildiğim kadarıyla karışık tepkiler alındı, bende Linoleum ve Gone dışında pek alışamamıştım EP’ye, Yellow Raven yorumunu ayrı tutuyorum tabii... :D Yine de albüme olan beklentilerimi düşürmedim. EP’den sonra grup Road Salt şarkısıyla Eurovision’a İsveç adına aday oldu ama kazanamadı. Kazansalar oyum kesinlikle onlaraydı. Ama boşversinler, Eurovision gibi çıtır çerez yarışmada harcanırdı POS gibi bir değer... :D Road Salt’a gelirsek... Beyaz bir kapağa sahip bir albüm. İç tasarımı da oldukça sade. Şaşırtıcı şekilde, albümdeki müzikte bir açıdan “sade”. Evet, progresif yönü olarak daha rafine bir albüm var karşımızda. Öyle ki genelde hep bir saatin üzerinde sürelerde albümler yapan POS ilk defa 55 dakika süren bir albüm yapmış. Şarkılar daha direkt, etkileşimler ise çok farklı ve net bir progresif olma kaygısı güdülmemiş. Daniel Gildenlöw’un albüm hakkında dediği
“jam oriented” sözüne hak vermemek elde değil açıkçası. Kendisi ayrıca albüm için ‘70lerin Rock müziğinin enerjisinin de müziğe yansıdığını belirtmişti ki, bu da albümü dinleyince hak vereceğiniz diğer bir söylem. Road Salt, Blues, Blues Rock, Country, Gospel, Progressive Rock gibi çeşitli tarzlardan beslenmiş farklı bir albüm. Pain Of Salvation’un kendine has melankolik duygusallığı albümde bulunuyor ama özellikle son şarkılara doğru kendisi belli ediyor. Açılış parçası No Way, ‘70lerden çıkmış gibi tınlayan piyano ve Blues melodileriyle hareketli bir yapı çiziyor. İkinci parça She Likes To Hide’da Robin Trower-vari bir tat veren, yine Blues hareketleri görebileceğiniz bir parçayken, Sisters melankolik havasını Folk esintileriyle birleştiriyor. Of Dust’ta Gospel, Tell Me You Don’t Know’da CountryRock, Sleeping Under The Stars ise Waltz etkili şarkılar olarak öne çıkıyorlar. Darkness Of Mine, Linoleum ve Darkness Of Mine Hard Rock etkileşimlerine sahip parçalar ki özellikle Linoleum, Daniel’in yırtık vokalleriyle bünyeye fazlasıyla gaz yüklüyor. Albümün son üç parçası Where It Hurts, Road Salt ve Innocence ise Pain Of Salvation’un tipik duygu yükünü fazlasıyla tattıran parçalar. Pain Of Salvation’u kutlamak gerekiyor. Hayranlarının istediklerini değil, kendi istediklerini yapıyorlar. Bu albüm ile Scarsick arasında müzikal bağlantı sıfır. Hatta bu albüm önceki POS albümlerine benzemiyor bile... Prodüksiyonundaki çiğlik, grubun hiç olmadığı kadar ‘70leri müziğine taşımış olması ve etkileşimlerdeki çeşitlilik bu albümü POS diskografisinde ayrı bir yere koyuyor. Daniel Gildenlöw’ün vokal olarak en iyi performanslarından birisine sahne oluyor albüm... Müzik olarak genelde grup odaklı olunsa da Daniel vokaliyle kendisini gerçekten ayrıca öne çıkarıyor. Yeni transfer Leo Margarit, bir Johan Langell olamasa da Jazz etkili partisyonlarıyla albüme uymuş. Fredrik Hermansson ve Johan Hallgren ise yine kendilerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyorlar. Kişisel düşüncem, Scarsick’ten sonra gereken toparlanmayı yapan bir albüm, hem yenilikçiliği hem de Scarsick’te fazlasıyla eksik olan POS duygusunu verebildiği için... 10 üstünden 8.5 alabilecek bir albüm. Bakalım ikinci kısımda bizi nasıl sürprizler bekleyecek. Birkaç ay sonra onu da göreceğiz. O zamana dek, bu “yol” albümü bizlere eşlik edecek.
GÖKHAN KORKMAZ EMRE DEDEKARGINOĞLU
“15 yıl sonra hala bu müziği yapıyor olacağız!” (Karl Sanders)
Tuska Open Air 2010’un son günündeki muhteşem şovlarından birkaç saat önce Nile’dan KARL SANDERS ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Gökhan: Merhabalar, röportaja son albümünüz “Those Whom The Gods Detest”e gelen tepkilerle ilgili sorarak başlamak istiyorum. Gelen tepkilerden memnun musunuz? Karl Sanders: Evet, kesinlikle! G: TWTGD, bütün Nile albümleri içinde en iyi prodüksiyona sahip olan album. Neil Kernon`un prodüksiyonda çıkardığı işten memnun kaldınız mı? K: Kesinlikle, Neil bence muhteşem bir iş çıkardı. Bu işin üzerinde çok çalıştı. G: Kayıt aşaması hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? K: Geçen sene ön prodüksiyona, Mayıs ayı içerisinde de canlı stüdyo çalışmalarına başladık. Sonrasında Neil bize katıldı ve davulları kaydetmek için Erik Rutan’ın Mana stüdyolarına gittik. Davullardan sonra Güney Carolina`ya geri dönüp burada gitarları, vokalleri,basları ve diger kalan herşeyi kaydettik. Daha sonra albümü Chicago’daki RaxTrax Stüdyosu’nda miksledik. G: Belirttiğin gibi albümün davullari Erik Rutan
tarafindan kaydedildi. Erik’in çalışmasından memnun kaldınız mı? K: Kesinlikle! Erik çok güzel iş çıkardı. G: Bu isbirligine nasil karar verdiniz? K: Erik’in Cannibal Corpse albümlerinde çıkardığı işleri çok beğenmiştik. “The Wretched Spawn” albümündeki çalışması bize onun bu tür bir çalışma icin doğru kişi olduğu düşüncesini verdi. G: Yakın zaman içerisindeki TWTGD Tour 2’yi duyurdunuz. Bu turda size Krisiun, Keep of Kalesin gibi gruplar ön grup olarak eşlik ediyorlar. Son albüm için olan turunuz nasıl gidiyor? K: Şimdiye dek gayet iyi. G: ‘Kafir!’ isimli parçanızın sonunda ezan var. Bir sürü metal grubu ezanı şimdiye dek müziklerinde kullandı. Sence ezanın mistik bir duygusu mu var? Bu konuda ne düşünüyorsun? K: Biliyor musun, ezanı ilk duyduğumda tüylerim diken diken oldu. Çok duygusal bir his veriyor. G: Nile kuruldugundan beri hep Antik Misir / Orta Doğu ile ilişkili oldu. Grubu kurduğunuzdaki
amacınız Death Metal’i bu tarz etkileşimlerle harmanlamak mıydı? K: Kesinlikle.
oryantal
G: Baslangıçtan beri mi? K: Grubu ilk kurduğumuzda ne yapacağımızı birkaç ay düşündük. 1995 yılında, ne yapacağımıza hemen hemen tamamen karar vermiştik. G: Teknik Death Metal caz müzikle ilişkiliyken Nile’in kurulup Orta Doğu müzigi etkileşimli Death Metal yapması radikal bir işti. Bu yapmış olduğunuz kombinasyonun geri tepecegi hakkında kuşkularınız hiç oldu mu? K: Biz her zaman sevdiğimiz müzigi çaldık. Takmıyorduk. Bir çok insanın sevmemesi gibi bir ihtimal de vardı bu müziği. Bir çok arkadasımız bize “bunu beceremezsiniz, bu güven verici bir şey değil, işin içinde gore yok, siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz” dediler. G: Bence çıkardığınız iş muhteşem. K: Bak, görüyor musun, bu zaman içerisinde test edildi. 15 yıl sonra hala bu müziği yapıyor olacağız!
G: Nile’da vokallere gelindiğinde Dallas ile paylaşımda bulunuyorsunuz. Kimin hangi bölümleri söyleyeceğine nasıl karar veriyorsunuz? K: Hangi partisyon kime uyuyorsa, o bölümü o kişi söylüyor, bunu bir şekilde çözümlendirdik. Dallas’ın gerçekten iyi yaptığı şeyler var ve benim de yaptığım iyi işler var. Bence bu yapılabilecek en doğru yol. Eğer bunu tersine yapıyor olsaydık iyi bir sonuç ortaya çıkmazdı. G: Sözlerinizin bütününü Antik Mısır Medeniyeti’ne dayanarak yazıyorsunuz. Sözleri yazmadan önce çok araştırma yapıyor musunuz veya kitap okuyor musunuz? K: Tabii ki, hem de çok fazla. Değişik kaynaklara sahip olmayı seviyorum. Değişik kaynaklarda aynı konsepti gördüğünüzde, o şey daha fazla anlam kazanıyor, o şeyin içine daha fazla giriyor, daha iyi anliyorsunuz. G: “Annihilation Of The Wicked” albmünüz o zamana dek çıkmış albümlerinize göre daha az Orta Doğu orkestrasyonu olan, daha çiğ bir albümdü. Senin kişisel projen “Saurian Meditation”, bu albümün “Mısır bölümlerini” bir şekilde etkiledi mi?
K: Bazi insanlar böyle olduğunu düşünüyorlar. Bilmiyorum. O zaman zarfı içerisinde “In Their Darkened Shrines” albümüne gelen kritikleri okumaktan bıkmıştım. Bazı insanlar bizim gerçekten Death Metal çalamadığımızı ve bizim zamazingo olduğumuzu söylediler. Bu beni cidden sinirlendirdi ve o günden beri bir kaç albümde gerçekten çalabildiğimizi göstermeye çalışıyoruz. G: Bu kadar fazla teknik şarkıyı canlı çalmak zor mu? K: Evet, gerçekten zorlayıcı bir iş. Fiziksel olarak zorlayıcı, müzisyenlik gerektiriyor ve sahnede 4 kişisiniz. G: Solo projene devam edecek misin? K: Devam edeceğimi düşünüyorum. G: “Saurian Exorcisms” çıktığı zaman ünlü Turk
müzisyen Orhan Gencebay`dan bahsediyordun. K: Evet, sazcı. (“the saz player” demiş adam, başka türlü çeviremezdik /Edi) G: Türk Halk müziğini genel olarak takip ediyor musun? En çok hangi Türk müzik aletiyle ilgileniyorsun? K: Bağlamam olduğundan dolayı en çok ilgilendiğim Türk enstrumanı bağlamadır. Ve Youtube’da dolaşıp yeni birşeyler için bakarken, degişik ve etkileyici şeyler bulabiliyorum. Ama Türk müzigi konusunda uzman olduğumu söyleyemem. G: Orta Doğu’dan oryantal müzik etkileşimli grupları dinliyor musun? K: Orphaned Land. G: Peki Melechesh? K: Ashmedi ile arkadaşız. Hatta Ashmedi ile
karşılıklı oturup gitarlarımızla birbirimize fikir vermişliğimiz vardır. G: Konserlerinizde veya turlarınızda sizi çok fazla etkileyen bir anınız oldu mu? K: 2008’de Tuska’daki pogo. O neydi öyle, cidden muhteşemdi. G: Çalmaktan hoşlandığınız ülkeler hangileri? K: Japonya’da çalmaktan gerçekten çok hoşlanıyorum. Japonya gerçekten hayran kaldığım bir yer. Oradaki fanlarımız muhteşemler ve ayrıca çok saygılılar. G: Türkiye’den hiç teklif aldınız mı? Türkiye’de çalmak için planlarınız var mı? K: Türkiye’de çalmak isteriz. Sanırım geçen sene Türkiye’de çalmak için bir teklif aldık, kimden geldiğini hatırlamıyorum ama sadece 1 konserlik bir teklifti. Ve bunun bazı
nedenlerden dolayı ekonomik olarak çok da güvenilir olmadığını düşündüm. Bu yüzden iyi bir teklif gelene dek biraz beklememiz gerekecek. G: “Sebek” ne anlama geliyor? (‘Sacrifice Unto Sebek’ adlı Nile parçasına istinaden sormuş Gökhan, nerden çıktı diye şaşırmayın /Edi) K: Antik bir timsah tanrı, ona mücevherler takıp, bebeklerle beslemişler. Tapınağın içinde onu sakladıklari büyük bir yüzme alanı varmış. G: Türkiye’deki fanlarınız için söylemek istedikleriniz var mı? K: Desteğiniz için çok teşekkürler! Umarım bir gün Türkiye’ye metal çalmaya geleceğiz! G: Değerli zamanını bize verdiğin için ve bu güzel konuşma için teşekkür ederim. K: Teşekkürler dostum!
GÖKHAN KORKMAZ EMRE DEDEKARGINOĞLU
“15 years later we will be doing the same thing.” (Karl Sanders)
The interview that we had with Karl Sanders of Nile during the last day of Tuska Open Air Festival just a few hours before their amazing show. G: Hi there! First I would like to ask you about the reactions for your last album Those Whom The Gods Detest. Are you happy with the general feedback you got of the album? K:Yes, absolutely! G: Those Whom The Gods Detest, for me, has the best production among the all Nile albums ever. Are you satisfied with Neil Kernon’s production on TWTGD? K:Absolutely! I think Neil did an incredible job. He really worked hard on it. G: Would you like tell a bit about the recording process? K:Well,we started last year in May the preproduction, live rehearsals, and Neil joined us in June. We relocated then to Erik Rutan`s studio, Mana Studios. Then we got all the drums there. Then after we finished the drums
we moved back to South Carolina and we did everything from guitars to vocals, bass and all the other stuff and then we mixed it in RaxTrax studio in Chicago. G: On the other hand, the recording of drum parts were handled by Erik Rutan. How did you decide this collaboration and are you satisfied with the result? K:Absolutely, Erik did an incredible job. G: How did you decide this collaboration? K:We really liked his work on Cannibal Corpse records. His work on “The Wretched Spawn” album years ago made us just know that he was the right guy. G: You have recently announced Those Whom The Gods Detest II Tour with a plenty of supporting bands like Krisiun, Keep Of
Kalessin, etc... How is the tour for the last album going so far? K:So far so good. G: Kafir! has a part of ezan in the end of the song. Many metal bands have been using ezan in their songs up until now. Do you think it has some kind of mystical feeling? What do you think about it? K:You know when I heard it I got chills. It is very emotional. G: Nile has always been associated with Ancient Egyptian/Middle Eastern influences. When you started the band, was it your intention to combine Death Metal with that kind of oriental influences? K:Absolutely. G: From the beginning?
K:It took a while once we had formed the band to figure out what we were going to do, took a couple of months. But you know by year 1995 or so, we had pretty much figured out what we were going to do. G: Technical Death Metal style was directly related with Jazz during the times Nile was founded and combining Middle Eastern influences with Death Metal was clearly a radical direction. Did you ever have doubts that the combination you achieved would backlash? K:Well, all the time when we were in the daycare. We were just playing music that we really liked. It made us happy. We were careless. There was a chance that not many people would like it. Many of our friends said us “you can`t do that,you know; It`s not safe, it is not gore, what the fuck are you doing?�
G: In my opinion, it`s amazing. K:Well, there you go,you know, we have been testing it over the time. 15 years later we will be doing the same thing.
K:Of course, lots. I like to have multiple sources. When you find it in different places and each time you discover it somewhere else it throws a little bit more meaning.
G: You have a shared framework when it comes to vocal department. How do you decide which parts Karl or Dallas would sing? K:Whichever part seems to feel right, we just kind of sorted it out. Dallas has things he can do really good, I have other things I do very well. He does the things he does good, I do the things I do good. I think that`s the best way how it works. It wouldn`t work so good if we did that backwards.
G: Annihilation Of The Wicked was your most raw record to date with lesser detail on Middle Eastern instrumentation compared to the other albums. Does your first solo album Saurian Meditation somehow lessen the “Egyptian parts” of that album? K:Some people say that. I don`t know... I think during that time I got really fed up with reading the reviews of “In Their Darkened Shrines”. People, some people said that we couldn`t actually play Death Metal, we were just the gimmick and that made me angry. So for couple of albums we have been really trying to show that we can really fucking play.
G: Since all of your lyrics are primarily based on Ancient Egypt culture, do you do some research or read books before writing the lyrics?
G: Does it become challenging to play that much technical songs live? K:Yes, it is a challenge.A lot of people just can take it for granted what it takes to play music. Physically challenging, musicianship involved and four guys together... G: Will you continue to do your solo project? K:I would think so. G: When Saurian Exorcisms were released,you were mentioning about famous Turkish musician Orhan Gencebay. K:Yeah, the saz player. G: Question is, do you follow Turkish folk music in general? Which other Turkish instruments interest you more? K:Since I have baglama-saz that’s the one I’m interested in.So when I’m on youtube and looking for new stuff, there are lots of amazing stuff there. G: Do you listen to other oriental-music influenced bands from Middle-East? K:Orphaned Land. G: What about Melechesh? K:I`m friends with Ashmedi. In fact Ashmedi and I have gotten away with guitars and shared ideas before. G: Do you have interesting memories from your gigs, from your tours, what is the most interesting memory of yours? K:When we played here in Tuska 2 years ago..The pit...The pit. It was amazing! G: In which continents or countries you enjoy to play most? K:I really like Japan. Japan is amazing. The fans are so awesome, so respectful. G: Did you have any plans to play in Turkey? Did you ever get any offer to play in Turkey? K:We would like to play in Turkey. I think we got an offer from there last year, I don`t remember who it was from, but it was for only one show. And for some reason I don`t think it was economically reliable to fit that one in. So we have to wait a little while until we get a better offer. G: What does `Sebek` mean? K:He is an ancient crocodile god,they made him wear jewelry and fed him with babies. The crocodile had a big swimming place in the temple where they kept him. G: Do you have any last words for your Turkish fans? K:Thank you so much for your support! I hope to come to play metal one day in Turkey. G: And thank you very much for your precious time and awesome conversation! K:Thank you friend!
SELİM VARIŞLI
Felon ne kötü bi kelimedir be kardeşim. Türkçe’nin çingene style kelimelerinden biri gibi gelmiyor mu kulağa? Felon. Bidon gibi. Neyse. The Last Felony müzik dinlerken kendini kaybeden, duvarlara kafa atma isteğiyle dolan, insanlıktan çıkan bünyeleri yaptıklarından utandıracak düzeyde fantastik bir müzik icra ediyor. Alttan alttan Nile ve Morbid Angel’vari hareketlere, üstten üstten de core takılı mevzulara abanmışlar. Heaven Shall Burn, Behemoth, Vader gibi grupları sevenler kendilerinden bişeyler bulabilir, farklı atmosferlere yolculuk yapabilir, yer yer kendilerini Alice gibi hissedebilirler.
Mantar effect vuku bulabilir, emprövize mabada duhul esnasında kendinize gelip personanızı Recep İvedik’ten hallice titrer vaziyette bulursanız mesuliyet kabul etmem. Yemek çeki geçerli ama. Neyse bu anlık dadanan iğrenç ötesi espriden sonra… Sonra? Eee? Albümle ilgili anlatılacak daha fazla bişey kalmadı. Zira albüm nasıl başladıysa öyle bitiyor (hail to Yavuz Çetin bu arada, anlayanlar anlamayanlara anlatmasın). Yukarıda yazdığım tüm cümleler ilk şarkı için geçerli. Albümün geri kalanı için de birebir geçerli. Dolayısıyla ilk on dakikadan sonra kalede Hayrettin’in olduğu dönemlerdeki
Galatasaray’ı Viyana Türkiyemspor karşısında tek kale oynarken izliyormuş hissiyatına kapılabilirsiniz (evet hail to Pedro Loco yeri gelmişken). Futboldan ultimate sıkılan, izlediğin son maç 1994’deki Galatasaray – Manchester United ekşını olan ben bile Hayrettin’in ne felaket bir kaleci olduğunu hatırlıyorsam, adam çoktan Türk futbol tarihinin Kazım Kartal’ı, ne bileyim Aydemir Akbaş’ı olmuş demektir. El netice, albüm güzel ama (Heavy Metal iyidir ama…) gerçekten kızgın kumlardan serin sulara gazman tadında ekstrem metalci değilseniz bayabilir. Fazla konsantre geldi bana.
SELİM VARIŞLI
Rezalet isimli gruplarla anlaşıp mevzubahis grupların insanı zoofili edecek hayvanlık düzeyine sahip albümlerini yayınlayan ve benim gibi grup isimleri takıntısı olan adamları arka arkaya kalça eden Lifeforce Records bu ay da boş durmadı. Lamb Of God ve Devildriver sevenler saldırsınlar direk. Lamb Of God’ın vokal konusundaki tüyler ürpertici yetersizliği de, Devildriver’ın aynı konudaki muazzam öne çıkışı da yok bu albümde. İkisinin ortası diyelim. Clean’ler de var ayrıca. Aslında bu tarz modern ekstrem soundda clean vokal bence iğrenç ama hem objektif olmamız lazım, hem de son zamanlarda eskisi kadar
iğrenç gelmiyor. Ya yaşlanıyorum ya da olaya kendimi fazla kaptırdım. Bu arada evet, Lamb Of God’ın vokalistinin gruptan acilen şutlanması lazım. Vokali yüzünden dinleyemiyorum o grubu. Katlanılmaz bi çile gibi geliyor. Çok ciddiyim. Iced Earth’den bu yana böyle çilekeş hissetmemiştim vokal konusunda. Ne o? Herkesin hastası olduğu favori grubunuz için fazla mı sert çıktım? Aslında az bile ama biraz olsun “okur kaybetme kaygısı” güdebilmeyi mi kıskanıyorum nedir, fazla üstüne gitmeyecem bu sefer Lamb Of God’ın. Iced Eeath konusunda da bilahare hesaplaşacaz.
Konumuza dönelim. “Haunt What’s Left” taze bi albüm. Her açıdan. Groove konusunda çok fantastik hareketlere girmişler, evde denemeyin belinizi incitebilirsiniz. Breakdown’u bol grupları sevenler ismine falan bakmasın, ağır çekimde Hülya Koçyiğit’e koşan Tarık Akan misali sevgiyle koşsun bu gruba. This will make you love again. ‘Charmer’ çok swedish açılıyor ve albümü de böyle ikinci sınıf Soilwork albümlerinden biri zannetmenize neden olabilir ama önyargı her zaman iyi bişey değildir. Bu o zamanlardan biri işte (şimdi “önyargılarınızı bi kenara bırakın” klişesinin de tam sırası aslında
ama neyse, yapmış kadar oldum). Şahsi görüşümü soracak olursanız, şu yazı bittiği andan itibaren bi daha kulağıma koymam bu grubu. İsmini de unutmaya çalışırım hatta. Gerçi bu derece rüsvan bi grup ismini nasıl unutabilirim bilemiyorum. Ama tarzın dinleyicisi için kaçmaza yakın bi yapıt. Başyapıt değil, size yeni dünyaların kapılarını açmaz ama kendi dünyanızdan memnunsanız göz atmanızı tavsiye edeceğim bir albüm Haunt What’s Left. Ama grubun ismi hakkaten iğrenç be.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Bazı gruplar vardır, belli dönemlerde ortaya çıkarlar, kimisi ayrı bir tarza öncülük edip başka gruplara yol açar. Fakat bu grupların ayrı bir kaderi de vardır, kendileri genellikle geçiş grubu olur. ‘90ların başında Faith No More, Mr.Bungle, Rage Against The Machine gibi grupların Rock/Metal yapısına hafiften Rap’i entegre etmeye başlamaları ya da Anthrax gibi bir Thrash Metal devinin Public Enemy ile ortaklaşa Bring The Noise gibi bir şarkı yapması bir şekilde sonuca gidecekti ki aradan çok zaman geçmeden Amerika, Bakersfield’den bir grup ortaya çıktı. Korn adındaki bu grup, o zamana kadar ucundan ucundan girişilen Rap/Metal füzyonunu kendine asıl tarz olarak belirlemişti, şarkılarında Groove Metal Metal, Rap, Grunge ve Funk gibi tarzlarından etkileşimler çok net göze çarpıyordu. Tabii albümlerinin çıkış zamanının
1994 hatırlarsak, piyasada zirvesini yaşayan Grunge akımı sebebiyle grubun bir anda patlama yapamamış olması da öne çıkan diğer bir nokta oluyor. 1994 senesinde Korn albümüyle piyasaya giriş yapan grup, daha sonrası çokça eleştiri alacağı ergenlik döneminde yaşanan sorunların ve öfke nöbetlerine konu alan sözleri, vokalistleri Jonathan Davis’in sıradışı vokalleri ve yarattığı etkileyici tarz ile aslında yepyeni bir tarzın tohumlarını atmıştı. Albümde yer alan Blind, Need To, Faget, Shoots And Ladders, Clown, Ball Tongue gibi şarkılar dikkat çekse de yukarıda da dediğimiz gibi, çıkar çıkmaz beklenen etkiyi yapmadı. 1995’te yayınlanan Shoots And Ladders singleının anca ‘97’de Grammy’e aday olması da bu durumu net şekilde anlatıyor.
Korn, debut albümünden sonra yavaş yavaş adını duyurdukça hem medyadan destek almaya hem de yeni bir tarzın öncüsü olduğundan geniş bir hayran kitlesine sahip olmaya başladı. ‘96’de yayınlanan Life Is Peachy ve ardından gelen ’98 çıkışlı Follow The Leader ile oturttukları klasik müzikal yapıları sayesinde onları takip eden birçok grup ortaya çıktı ve Nu-Metal tarzı doksanların sonunda resmen zirveye çıktı. Tabii, Nu-Metal’in bir “geçiş tarzı” olması sebebiyle özellikle Heavy Metal dinleyen kesim tarafından yerden yere vurulması da çok sürmedi. Korn’un “gençlik öfkesi” taşıyan imajı, Heavy Metal’in enstruman tekniğinden farklı müziği ve adının oldukça geniş kitlelerce anılması Heavy Metal sever kesimce grubu “çoluk çocuk grubu”ndan öteye taşımamıştı. Bu noktada aslında biraz da Nu-Metal ile ilgili konuşmak gerekiyor. Doksanların genelinde Heavy Metal tarzları eski güçlerinden uzaktalardı, birçok grubun dağıldığı ve ya yeraltında kalmak zorunda kaldığı bu on senelik dönem boyunca, metal müziğin büyükleri bile yer
yer çeşitli zorluklar yaşamışlardı. Metallica’nın tarz değişimi nedeniyle hayran kesimini bölmesi, Judas Priest ve ya Iron Maiden’ın vokal değişimi sebebiyle yaprak dökümü yaşaması, Black Sabbath’ın doksanların yarısından sonra suskunluğa girmesi, Thrash Metal gruplarının bir bir dağılmaya başlaması gibi olaylar şüphesiz ki metal müziği olumsuz etkilemişti. Doksanlarda ilk önemli etkiyi yapan Grunge akımı, birçok tarzı yıprattığı gibi metali de yıpratmıştı. Kurt Cobain’in ölümü, Soundgarden’ın dağılması ve Alice In Chains’in dağılmasa da aktifliğini yitirmesiyle birlikte doksanların ortasında gücünü kaybeden Grunge’ın ardından gelen Nu-Metal aslında metal müziğin son on yıldır yaşadığı yükselişe katkıda bulundu bile denebilir. Korn, hem tarzın öncüsü olması, hem de Limp Bizkit, Deftones, Linkin Park, Static X, Drowning Pool gibi sonradan gelen gruplara yol açarak bu konuda başı çekmişti. Nu-Metal, medyanın yüksek desteği ile geniş kitlelere ulaşırken birçok insanı aslında Heavy Metal dünyasına bir şekilde taşıyordu.
Doksanların sonunda metal müzik dinlemeye başlamış nesilin Nu-Metal ile yolunun kesişmiş olması neredeyse kaçınılmazdı. Şahsen ben de o nesilin içinde olan birisi olarak Korn ve Limp Bizkit’e bir dönem fazlasıyla sarmış, Nu-Metal ile yatar kalkar olmuştum. Bu nedenle kendi zevkimin oturmasında Korn’un da etkisinin fazla olduğunu düşünürüm hep. Benim gibi bir gelişim yaşamış olanların sayısı az değildir. Seksenlerde metal müziğe geçiş grupları olarak nasıl Bon Jovi gibi popüler isimler öne çıktıysa, doksanlar da Nu-Metal’i ve Korn, Limp Bizkit gibi grupları yaratmıştı. Bu gruplardan aldıklarının daha fazlasını isteyenlerin yolu Groove Metal ile, Thrash Metal ile ya da Alternative Metal ile bir şekilde kesişiyordu. Doksanların sonundaki koşullara bakarsak, Nu-Metal yeni gelen nesil için önemli bir akımdı. Korn milenyuma Issues albümüyle girdi, kimi hayranlarını tatmin etmese de albüm grubun başarısını devam ettirdi. Ardından gelen Untouchables şahsen kişisel favorimdi, sert ve amansız bir müzik içermesinin yanında Korn adına deneysel işler de taşıyordu. Aslında Untouchables ile birlikte grup kesin olarak
müziğindeki Rap etkisini azalmıştı. Korn zaten bir Limp Bizkit ve ya Linkin Park gibi saf Rap kısımları içeren pasajları düetler dışında çok kullanmamıştı, bunun yerine genelde daha melodik vokallere ve onu destekleyen gitarlar grubun markası olmuş bir yapı oluşturmuştu. Untouchables’ın ardından gelen Take A Look In The Mirror grubun eski albümlerindeki müzikal yapıya daha yakın bir anlayış içermişti. Ardından grubun gitaristi Brian “Head” Welch’in ayrılması ile başlayan yaprak dökümü, grubun müziğine radikal değişimler içeren ve basından pozitif tepkiler görse de pek çok hayran tarafından tutulmayan See You On The Other Side albümü ve ardından baterist David Silveria’nın da bateristlikten elini ayağını çekip, restoran işleticisi olmasıyla devam etti, kısacası Korn çalkantalı bir döneme girdi. Bu olayların ardından 2007’de çıkan Untitled albümüyle en deneysel albümlerini çıkartan grup, yine karışık tepkiler gördü. Şahsen Untouchables sonrası çıkan üç albüm içinde Untitled ve Take A Look In The Mirror’u beğenirim. Özellikle Untitled cesur bir işti. Ama Nu-Metal’in dünya çapında giderek zayıflaması ve bir “akım” olarak çoktan etkisini kaybetmiş olması, Korn’un son birkaç senedir
hem medyadan eskisi kadar destek alamamasına hem de Nu-Metal kalıplarından daha Alternative Metal’e yakın çizgiye kaymasına sebep olmuştu. Untitled’dan bu yana geçen üç senelik süre zarfında grup önce biraz farklı projelerde takıldık , baterist Ray Luzier’i kadrosuna kattı, ardından ilk iki albümlerini prodükte eden Ross Robinson ile tekrar işbirliğine girecekleri açıklandı. Grup aynı zamanda yeni albüm çalışmalarına girerken kontratsızdı, fakat son yıllarda bayağı bir önemli grubu bünyesine katan Roadrunner Records ile anlaştılar. Geçtiğimiz ay yayınlanan yeni Korn albümü Korn III – Remember Who You Are adını taşıyor. Grubun yaptığı açıklamalara göre tamamen eski albümlerin havasına yakın bir atmosfer taşıyan albüm, son birkaç albümdeki karmaşık müziğe zıt olarak daha basit ve az katmanlı olmuş, aynı zamanda ProTools gibi düzenleme programlarının yardımı olmadan kaydedilmiş. Albümü dinledikten sonra bu açıklamaya hak verdiğimi söyleyebilirim. Albüm Korn, Life Is Peachy ve özellikle Take A Look In The Mirror albümlerinin kombinasyonu gibi, dolayısıyla Korn’un ilk dönemlerindeki o sert ve etkili müziğini isteyenleri büyük ihtimalle mutlu edecektir. Albümün açılış şarkısı Oildale
(Leave Me Alone) grubun son yıllarda yaptığı en hit potansiyeline sahip şarkı ve alıştığımız Korn karakteristikleri olan groovy gitar rifleri, Fieldy’nin Funk etkileşimli basları, dinamik bateriler ve Davis’in melodik vokallerini birebir yansıtıyor. Gruba yeni katılan baterist Ray Luzier’in de grubun müziğine uyum sağladığını belirtmekte fayda var. Never Around ve Holding All These Lies melodik anlayışın yoğun atmosfere sayandığı besteler olarak öne çıkarken, Pop A Pill, Fear Is A Place To Live, Are You Ready To Live, Let The Guilt Go, Lead The Parade grubun eski albümlerine en çok göz kırpan şarkılar oluyor. Bir klasik mi? Asıl devrimini on beş sene önce yapmış bir grup için hayır... Yeni birşeyler içeriyor mu? Dediğim gibi, Take A Look In The Mirror, Korn ve Life Is Peachy albümlerini seviyorsanız bu albüme de alışmanız kolay olacaktır. Son iki albümdeki farklı müzikal anlayışlar yerine sert, amansız, groovy bir albüm var karşımızda, yani söylemek istediğini dolandırmadan direk olarak yüzümüze vuruyor. Açıkçası grubun içinde bulunduğu buhranlı durumları bitirebilecek bir albüm. Nu-Metal artık eskisi gibi değil, bu albüm ise Alternative Metal çerçevesinde içinde farklı olmasa da dinlenmeyi hakediyor.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Anathema’yı Türkçe yayın yapan bir dergide fazlaca anlatmaya gerek yok. Zira son yıllarda, ülkemizde neredeyse birçok Türk grubundan fazla konser veren ve her geldiğinde de bayağı seyirci çekmeye devam eden, artık “bizden” saydığımız gruplardan birisi... O yüzden yazarınız, hastalığı olan “Geçmişinden gir, yeni albümden çık.” mentalitesini Anathema’da da göstermeyecek. :) Artık az çok biliyorsunuz, Doom/Death Metal olarak kariyerine başlayan ardından grup, ardından müziğinde bir değişime gitmiş, sertlik oranını azaltarak daha atmosferik ve dingin bir tarza geçiş yapmıştı. Ülkemizde de daha çok bu döneminde yaptığı şarkılar ile popüler olmuşlardı, zira The
Silent Enigma ve öncesindeki albümlerde yapılan farklı müzik birçok “Anathema hayranı” tarafından bilinmiyordu uzun bir süre boyunca... Şu an grup hakkındaki genel bilinç daha iyi olsa da, hala Doom Metal yaptıklarını düşünenler de bulunuyor. 1996 tarihli Eternity’den beri teorik Doom Metal yapmayan Anathema, doğal olarak artık çok farklı sularda yüzüyor. Bir zamanlar Celtic Frost etkisiyle müzik yapan adamlar, artık Pink Floyd, Radiohead gibi isimleri birincil sıraya koyuyor. Grubun, buhranlı dönemine girmeden önce yayınladığı 2003 tarihli A Natural Disaster genel anlamda beğeni toplamış, içinden Flying, A
Natural Disaster, Closer, Are You There gibi favoriler çıkartmıştı. Fakat grubun firması Music For Nations’un kapanması sebebiyle şirketsiz kalan grup, uzun süre kontrat arayışlarını sürdürdü. Bu süre zarfında bol bol Türkiye’ye geldiler, Antalya gibi yabancı grupların çok uğramadığı yerler bile Anathema gördü, tabii başka yerlerde de sık sık konserler verdiler, iki DVD ve bir eski şarkıların yeniden derlemesini içeren Hindsight albümünü yayınladılar ve tabii ki hem şirket arayışlarını hem de yeni albüm çalışmalarını sürdürdüler. Ama malum süreç yedi sene gibi uzun bir zaman aldı fakat sonunda Anathema, yeni bir albümle tekrar karşımızda...
İlk başta Horizons albümüyle yayınlanacağı açıklanan sekizinci Anathema albümünün adı We’re Here Because We’re Here oldu. Bence gayet dandik bir albüm adı olsa da :p grup tarafından albüm adının Birinci Dünya Savaşı’nda askerler tarafından söylenen bir şarkıya ait olduğu açıklandı. Neyse, bence hala kötü bir albüm adı. :D Grubun The Silent Enigma sonrasındaki değişiminin son basamağını oluşturan Judgement ardından yayınlanan ve hayranların kimisini küstürürken kimisini de mutluluklara koşturan albümü A Fine Day To Exit ile girdiği ve A Natural Disaster ile girdiği yolun devamını getiren bir albüm diyebiliriz We’re
Here Because We’re Here için. Öncülü iki albümde sert gitar riffleri içeren şarkılar varken, bu albüm hiçbir enstrumanın birbirinin önüne geçmediği dengeli bir müzikal yapıyla dengelenmiş ki bunu Steven Wilson’un prodüksiyonuna da bağlayabiliriz. Bir Harmonium, Balance ya da Pulled Under At 2000 Meters A Second gibi şarkılar beklemeyen derim ki Doom Metal dönemi sonrası Anathema bekleyenler için de biraz hayalkırıklığı olabilir. Yine aynı şekilde, albüm, her ne kadar klasik Anathema melankolisini barındırsa da çoğunlukla pozitif ve umut dolu bir albüm olarak göze çarpıyor. A Natural Disaster ile arasında yedi yıl olması sebebiyle bunu da doğal karşılamak gerek, grup zaten röportaj ve demeçlerinde bu pozitif havayı ve iyimserliği özellikle belirtiyordu. Müzikal açıdan grubun Pink Floyd, Radiohead, Porcupine Tree gibi önemli isimler kadar yer yer Post-Rock tarzından da etkilendiği belli oluyor. Klavyenin fazlasıyla etkin element olduğu albümde, melodilerin farklı varyasyon, tempo ve geçişlerle şarkılara çeşitlilik kazandırdığını da söylemek mümkün, bu sayede albüm dingin, insanı pozitif duygulara sürükleyen ve epik bir tat vermekte... Vincent Cavanagh’ın vokallerine de bu dinginlik fazlasıyla yansımış, Lee Douglas’ın da grupta artık ikinci vokalist olmasından kaynaklı artan yoğunluğu, vokallere farklı bir boyut katıyor. Steven Wilson’un prodüksiyonu ise tek kelimeyle enfes diyebilirim. Fazlasıyla temiz ve her enstrumanın yeterli şekilde duyulduğu prodüksiyon var. Wilson’un varlığı ayrıca grubun müziğindeki Porcupine Tree-vari dokunuşlardan da ayrıca hissediliyor. Thin Air ile hareketli bir şekilde başlayan albüm,
gitarların üstüne eklenen atmosferik sesler ve Cavanagh’ın vokalleri ile bizlere nasıl bir albüm ile karşı karşıya olduğumuzun ipuçlarını veriyor. Summer Night Horizon albümün en tempolu şarkısı ve açıkçası şu ana kadar favori şarkılarımdan birisi oldu. Get Off, Get Out ve Universal nispeten sakin başladıktan sonra son kısımlarında hareketi arttırıyorlar, yine bu şarkılarda yer yer Porcupine Tree tatları almak mümkün. A Simple Mistake albümdeki en melankolik ve başarılı şarkılardan birisi ki geçtiğimiz senelerde bu şarkıyı ilk yayınladıklarında da oldukça beğenmiştim. Everything’i hala kişisel zevkime göre fazla pozitif buluyorum ama vokal açısından albümü yansıtan parçalardan birisi kesinlikle... Angels Walk Among Us’ta gruba Ville Valo konuk oluyor. Dreaming Night hem gitar hem de keyboard partisyonlarıyla öne çıkan duygu yoğunluğu yüksek bir parça olarak göze çarparken, albümün kapanış şarkısı enstrumental Hindsight, albümün geneliyle uyumlu olarak atmosferik yapısı ve farklı duygular arasında geçişler içeren müziğiyle albüme noktayı koyuyor. Yedi yıllık bekleyişin sonucu olarak Anathema farklı ama başarılı bir albüm ortaya koymuş. Artık kendilerinden Doom Metal’i geçtim, Alternative 4 gibi melankolisi fazlasıyla üst düzeyde olan, gerilimli Rock albümleri beklemek gereksiz olacak. Yedi senelik boşluk, hem grup elemanlarını olgunlaştırmış hem de grubun bilindik melankolik ve hüzünlü yapısını daha pozitif ve umut dolu bir yöne kaydırmış. Ortaya çıkan ürün ise kendisini dinlettiriyor. Sözün özü, güzel albüm. Anathema’ya tekrardan hoşgeldin diyoruz.
Tüm Metallica, Slayer, Megadeth, Anthrax, Manowar, Accept, Rammstein, Volbeat ve seyirci fotoğrafları ERDAL MAHİR CÜRAN’a aittir ve izin alınarak kullanılmıştır. Sahibinin izni olmaksızın herhangi bir şekilde yayınlanması yasaktır.
Yazı
SELİM VARIŞLI Fotoğraflar
ERDAL MAHİR CÜRAN
WELCOME HOME Türkiye tarihinin en büyük çaplı müzik organizasyonuydu sanırım Sonisphere. İstanbul İnönü Stadyumu’nda gerçekleştirilen, Metallica, Slayer, Megadeth, Anthrax, Manowar, Rammstein ve Accept gibi adı müzik tarihine çoktan altın harflerle yazılmış 7 devasa topluluğun bir araya geldiği, tahminimce üç günde toplam 100.000’den fazla seyirci ağırlayan inanılmaz bir festivaldi. Saydığım grupların ilk dördünün metal tarihinde önemli yer işgal eden “Big Four”u oluşturuyor olmaları, Big Four gruplarının 25-30 senelik tarihlerinde ilk (ve muhtemelen son) kez bir arada çalıyor olmaları gibi
etkenler zaten ülkemiz için fantastik boyutlarda olan festivali iyice çığrından çıkarıyordu. Festivali olduğundan daha da özel kılan bir başka etken vardı. Black Sabbath’ın en güzel kadrosundan kurulu topluluk Heaven & Hell’in sahne alacağı açıklanmasına karşın üstat Ronnie James Dio’nun hazin ölümüyle bir nevi veda töreni niteliği kazanmıştı Sonisphere. Sahne alan topluluklar da bu büyük müzik adamını hak ettiği gibi coşkuyla ve saygıyla uğurladılar. Dio’ya saygı duruşu şeklinde geçti Sonisphere’ın kimi dakikaları. Giderken özel araçla gittiğimiz için fark etmedik
Panoramik Foto: Selim Varışlı
sanırım ama dönüşte gördüm ki İstanbul dışından da binlerce izleyici katılmıştı festivale. Turizm şirketleri normalde yarım saatte bir olan İstanbul – Ankara seferlerini gecenin bi yarısı beş dakikalık periyotlara çıkarmıştı ve terminaller siyah tişörtlülerle doluydu. Gelelim detaylara. Festivale Ankara’nın güzide Southern Metal grubu Black Tooth’un ekibi dahilinde katıldığım için organizasyonun perde arkasını da kısmen görme imkanım oldu. her şeyden önce belirtmeliyim ki organizasyon grupları ağırlama açısından oldukça başarılıydı. Her ne kadar ikinci gün Murder King’in kapıda iki saatten fazla bekletilmesi gibi bir tuhaflık söz konusu olduysa da bu durum kapıdaki görevlilerin şeref tribünü diye bi giriş olmadığını zannetmelerinden kaynaklanıyordu anladığım kadarıyla. Halbuki biz festivalin ikinci ve üçüncü gününü grup üyelerine ve bir kısım seyirciye ayrılmış olan şeref tribününden izledik. Vardı yani öyle bi tribün girişi :) Tabi aynı durumda bir yabancı grup olsaydı yine kapıda iki saat bekler miydi o da ayrı konu. Uludağ Üniversitesi’nden olduklarını öğrendiğim, bir kısmı gönüllü çalışan kalabalık bir grup organizasyon görevlisi vardı ki üç gün boyunca büyük bir özveriyle çalıştılar. Onlara kendi adıma ve Black Tooth nezdinde teşekkürü borç bilirim. Festivalin ilk grubu, besteciliğiyle profesyonel müzik çevrelerinde iyi tanınan ama seyirci tarafından pek bilinmeyen Ete Kurttekin idi. Üstat kapılar açılır açılmaz sahne aldığı için çalabileceğinden çok daha az bir seyirciye çaldı ama yine de kendini bozmadı. Grubuyla paşalar gibi çaldılar. O sırada Black Tooth sahneye çıkmaya hazırlandığı için sonuna kadar izleyemedim ama tekrar denk gelsem izlemek isterim. Konser sonrası da kuliste samimi tavırlarıyla dikkat çekti Ete Kurttekin ve çetesi.
İkinci grup festivalin tek Ankaralı metal grubu olan Black Tooth idi. Black Tooth, Ozzfest, Sweden Rock Fest gibi dünya çapında organizasyonlarda dünyaca ünlü gruplarla aynı sahneyi paylaşmış profesyonel bir isim. Hafiften devam eden yağmura rağmen kendilerini bozmadılar ve yaklaşık 5000-6000 civarı seyirciyi daha ilk dakikadan gazladılar. Sahne önünden çekim yaptığım için tam olarak göremedim ama Black Tooth çalarken seyirciler arasında üç ayrı circle pit dönmüş ki aynı sahne önünde üç pit, ülkemiz festivaller tarihinde ilk kez yaşandı sanırım. Bu arada festivalin devamında da, özellikle Slayer’da sıkça gördük bu triple circle pit manzarasını. ‘Destroy Everything’, ‘Iron Clad’, ‘Rock Station’ gibi bestelerini art arda dizerken “bunu Big Four için hazırladık” diye anons ettikleri yeni bir parçalarını da çaldılar. Iron Clad’de artık gelenekselleştiği üzere wall of death vukuatına girildi, kollar bacaklar havalarda uçuştu. Pantera klasiği ‘Walk’un giriş rifi stadyumda çınlamaya başladığında, festivalin güvenlik elemanları açısından zor geçeceğinin ilk işaretlerini de verdi seyirci. Black Tooth festivalin en gaz grupları arasındaydı ve yaptıkları işte son derece profesyonelce bir yol izlediklerine bir kez daha tanık olduk. Bunu yazmaktan yoruldum ama artık bir albüm yapmalılar. Parçaları bilmeyen seyirci üzerinde bu derece etki bırakan bir grup, albüme çalışmış, parçaları ezbere bilen bir seyirciyle yeri göğü inletir.
Black Tooth gaza köküne kadar basıp seyirciyi ateşledikten sonra sahneyi festivalin ilk yabancı grubu Stone Sour’a bıraktı. Bu arada yağmur da dinmişti ve festival boyunca da bir daha yağmadı. Bunu klasik Ankaralı şanssızlığı olarak sineye çektik artık :) Stone Sour ülkemizdeki popülaritesinin büyük bir kısmını Slipknot’ın şöhretine borçlu olmasına karşın (subjektif yoruma gel) Slipknot’a göre çok daha dinlenebilir bir müziğe sahip benim için. Koşturmaca nedeniyle iki şarkı izleyebildim, gayet iyi tınlıyordu Stone Sour. Ama açıkçası tamamını izleyemediğime üzüldüğüm bir grup olduğunu söyleyemem. Grubun mu Corey Taylor’ın mı azılı fanı olduğunu anlayamadığım ekstrem gençler dolaşıyordu ortada. Stone Sour sonrası tam Pentagram çıkarken stada geri döndüm. Pentagram 15 yıla yakın süredir birlikte çalıştığı efsanevi vokalisti Murat İlkan’a veda ediyordu bu konserle. Net bilgi sahibi değilim ancak Murat İlkan’ın gruba devam etmesini engelleyecek bir rahatsızlığı olduğu ve bu nedenle ayrıldığı söyleniyordu kuliste. Yeni vokalistleri The Climb’dan Gökalp bence iyi bir seçim değil. Pentagram vokalisti olmanın ağırlığını da taşıyamadı sahnede. Hakan Utangaç’ın vokal yaptığı parçalar Pentagram şovunun zirvesini teşkil etti. Bence Pentagram yeni bir vokal almayıp yola dört kişi olarak devam etmeliydi. Zira Hakan’ın vokali hala 20 sene önceki gibi tınlıyordu. Öte yandan Trail Blazer albümünden çalınan parçalarda sahneye çıkan
o albümdeki vokalist Ogün Sanlısoy’un da sesinin eskiyi aratmadığını not düşelim. ‘Vita Es Morte’yi öyle güzel söyledi ki lise yıllarıma döndüm resmen. Bu arada Pentagram, Ronnie James Dio’yu ilk selamlayan grup oldu (Stone Sour bişeyler yaptıysa bilemiyorum ama yapmadılar sanırım). Sahneye Black Sabbath klasiği ‘Heaven & Hell’ ile çıkan Pentagram, ardından Dio klasikleri ‘All The Fools Sailed Away’ ve ‘Holy Diver’ ile İnönü’yü birbirine kattı. Seyirci festival boyunca yapacağı gibi Heaven & Hell parçasının her saniyesine eşlik etti. Stadyumun henüz yarısı bile dolmadığı halde muazzam bir görüntüydü bu. Ardından Hakan’ın vokaliyle ilk albümden ‘Powerstage’ ve ‘Rotten Dogs’ geldi ki şovun zirvesiydi. Sonrasında sahneye Ogün Sanlısoy’u davet ettiler ve ‘Vita Es Morte’ ile Trail Blazer albümünden şimdi hatırlayamadığım bir parça daha çaldılar. ‘For The One Unchanging’ gibi konser atmosferine pek uygun olmayan bir parçaya da yer verdiler. Normalde ciddiye alınmayan ama nedense Sonisphere’dan bahsedince ciddiye alınan, adı sanı belli olmayan beşinci sınıf gazetelerin dinsizlikle falan suçladığı, yoldan çıkmışlar diye nitelediği Sonisphere seyircisine “hepsi bir, hepsi haktan” diye şarkı söylettiler. Eminim Cağaloğlu’ndan duyulmuştur o binlerce insanın sesi. Gerçi Black Tooth ve Murder King de sahneden tertemiz, ütülü ve yakası kolalı bir şekilde pırıl pırıl giydirdiler mevcut
gazeteyi ama Pentagram’ın “Bir” çalması da herhalde daha bi okkalı olmuştur. Pentagram, çalacaklarından emin olduğum ‘Anatolia’ ve ‘Gündüz Gece’ gibi tam konserlik iki parçasına yer vermedi. Playlist’i ilk iki albümün parçaları fazla fazla güzelleştiriyor idiyse de gerek Pentagram’ın düşük sahne performansı, gerekse sözünü ettiğim iki parçayı es geçmeleri, pek doyurucu bir şov etkisi bırakmadı bende. Festivale yakıştılar tabii, o ayrı konu. Pentagram’dan sonra sırada müzik tarihinin her daim hak ettiği yerden uzakta kaldığını düşündüğüm müthiş topluluklarından Alice In Chains sahnedeydi. Hiçbir zaman Alice In Chains hayranı olmadım ama bu grubun neden Nirvana kadar popüler olamadığını da hiç anlamamışımdır. Hani esas elemanları ölmedi de ondan diyecem ama Layne Staley de öldü. Bilemiyorum belki de doksanlarda ölmeliydi grubun Nirvana olabilmesi için. Neyse, Alice In Chains çalarken bulunduğum kapalı tribünlerin en üstündeki locaya ses kötü geliyordu. Aşağı saha içine indiğimdeyse tam tersine inanılmaz düzeyde güçlü ve temiz bir soundla karşılaştım. O kadar ki, beş dakika sonra kulaklarım ağrımaya başladı ses çıkışının yüksekliğinden ötürü, geri kaçtım tribünlere. Ses o derece yüksek olmasına karşın son derece temizdi. Alice In Chains sanırım festivalin en temiz soundla çalan grubuydu. Zira festivalin devamında bazı gruplar ciddi şekilde boğuşacaklardı ses düzeniyle. Buna bilahare değineceğiz. Alice In Chains sahneden indikten sonra, günün ve birçokları için festivalin headliner’ı, Almanya’dan çıkmış en büyük metal topluluklarından Rammstein için sahne hazırlanmaya başladı. Konser prodüksiyonları dünyaca ünlü olan, bu alanda rakip
tanımayan Rammstein ilk kez ülkemizde sahne alacaktı ve kulisteki bütün gruplarla basın tribünü de seyirciler gibi merakla bekliyordu grubu. DVD’lerde izlediğimiz şovların ne kadarını burada yapacaklarını merak ediyorduk. Rammstein hazırlanırken sahne önüne dev bir siyah perde çekildi. Grup tam sahneye çıkarken de bu perde indirildi ve ardından aynı boyutta tüm sahneyi kaplayan bir Almanya bayrağı belirdi. Dakka bir gol bir diye düşündüm :) Rammstein, ‘Rammlied’ ile başladığı şovunda ‘Du Riecht So Gut’, ‘Feuer Frei’, ‘Ich Will’, ‘Du Hast’, ‘Sonne’, ‘Benzin’, ‘Links 1 2 3’ gibi bilinen parçalarına yer verdi. Çalarlar diye ümit ettiğim ‘Mein Herz Brennt’i ise nedense çalmadılar. Du Hast çalarken epeyce bir kısmı dolmuş olan stadyum inanılmaz bir gürültüyle sarsılıyordu. Rammstein da buna Feuer Frei ve Benzin gibi parçalar başta olmak üzere muhteşem bir ateş şovu ile karşılık verdi. Bildik ve bilmedik bi sürü numara sergileyen grup yine yanmadan kazasız belasız bir konseri daha bitirdi ama kimseye yetmemiştir o parçalar eminim. Zira benim de dahil olduğum, çok uzun yıllardır Rammstein konseri bekleyen devasa bir kitle vardı ve açıkçası bana yetmedi grubun bir buçuk saatlik sahne süresi. Kesinlikle dört dörtlük bir şovdu. Rammstein seyirciyle tek kelime diyalog kurmadan çalıp indi. Sahne şovları için yaptıkları ince hesaplara ve profesyonelliklerine hayran kaldık. İnanılmazdı. Özellikle o stadın ortasındaki ışık kulesinden patlayıp sahneye doğru giden devasa maytapların (başka bi isim bulamadım onlara neyse artık) gören sahne önündeki seyircilerin korku ve şaşkınlık içerisindeki çığlıkları hala kulaklarımda. Ayrıca klavyeciyi küvete atıp üstüne alev dökme fikri, her ne kadar adamı Hababam Sınıfı’ndaki Kemal Sunal hesabı kazanda kaynatma fikri kadar güzel olmasa da (ben dedim benim külbastım daha iyi olur diye ama dinlemediler) gayet şıktı. Ayrıca daha önce izlememiş olanlar için sahneye atlayan seyirciyi alev makinasıyla tutuşturma şovu da epeyce etkileyici
olmuştur eminim. Klavyecinin klasik Zodyak botla seyirci üzerinde dolaşma olayı nedense kısa sürdü. Sahneden doğru dürüst uzaklaşamadan tekrar sahneye iade etti adamı seyirciler. Sonradan öğrendiğime göre eski konserlerinden birinde elemanı botla alıp götürmüşler ve sahneye geri gelememiş. Sonrasında bi süre basçı yapmış bu şovu. İnönü’de ise yine klavyeci dümendeydi ama ya cidden çelimsiz olduğundan bi türlü burnunu çeviremedi botun, ya da tırstı bizim seyirciden, hemen döndü sahneye :) İlk ihtimal daha akla yakın. Bu arada büyük alev makinalarının yaydığı ısı, sahneye oldukça uzakta olmamıza rağmen (orta saha çizgisinin daha gerisinde ve tribünlerin epeyce üst tarafındaydık) bize kadar geliyordu. Hatta bir ara yanımdakilerden biri “abi alevlerin sıcağı bize mi geliyor yoksa ben mi çok içtim” diye sordu. Ben çok içmemiştim ve bana da geliyordu
sıcak. Kesinlikle bu ülkenin tarihinde gördüğü en muazzam sahne şovunu sundu Rammstein. İlk günün sonunda stadyumdan çıkarken herkes Rammstein şokunun etkisinde gibiydi. Gözyaşları içerisinde insanlar gördüm. Bu arada stadın etrafında da yerli basım pek çok farklı dizaynı olan Sonisphere tişörtleri, Metallica başta olmak üzere festivalde sahne alan grupların tişörtleri işporta tezgahlarını süslüyordu. Gördüğüm kadarıyla oldukça da iyi iş yapıyorlardı. İlk günün sonunda Taksim Kızılkayalar’ın meşhur ıslak hamburgerine bünyeyi teslim etmek için ağır ağır stadyumdan çıkarken Dolmabahçe tarafında da, Taksim Gümüşsuyu’na çıkan yolda da kalabalık sürüler halinde Sonisphere seyircisini fark ettim ki gerçekten güzel bir manzaraydı.
İkinci günün ilk grubu Murder King’di. Stada geldiğimde sahneye çıkmaya hazırlanıyorlardı. Fotoğraf makinamı alıp sahne önündeki boşluğa geçtim. Murder King çıkana kadar orada bulunduğum on dakika boyunca sahnenin, seyircinin, stadın ve organizasyonun devasa boyutlarını bir kez daha idrak ettim. Cidden de tribünlerden pek anlaşılmayan tuhaf bir atmosferi vardı Sonisphere’ın. Ve sahne önünde bu atmosfer ciğerlerini komple dolduruyordu insanların. Murder King’in cover ağırlıklı bir playlist ile sahne alacağını düşünüyordum ancak şovlarının sonundaki Holy Diver coverı haricinde tamamen kendi parçalarını çaldılar. Yayınlamaya
hazırlandıkları ilk albümlerinde yer alacak olan ve benim de ilk kez dinlediğim parçalar gayet orijinal ve lezzetli tınlıyordu. Özgür Özkan yanlış ülkede doğmuş büyük bir frontman. Seyirciyle iletişimi çok profesyonelceydi. İlk dakikadan avcunun içine aldı İnönü’yü dolduran kalabalığı. Seyirciler arasından grubu yakından takip edenler “Tülaaaay” diye bağırdılar ancak Özgür “akşam K6’ya gelin” diye yanıtladı Tülay isteğini :) (merak edenler Youtube’a “Murder King Tülay” yazarak konuya vakıf olabilirler). Bu arada “yağmur musun, gözlerin yaşlı” gibi hasta sözleri var Murder King parçalarının. Albümden birkaç parçanın stüdyo kayıtlarını dinleme imkanım oldu. Cidden lezzetli iş çıkarmışlar.
Murder King ikinci güne iyi bir başlangıçtı. Sıradaki grup Volbeat’e ısınmış bir seyirci bıraktılar. Volbeat son iki üç yıldır ismini duyuran, yeni sayılabilecek bir topluluk. Ülkemizde de dişe dokunur düzeyde bir takipçi kitlesine sahipler. Bu kitle ilk kez Türkiye’de sahne alan Volbeat’i alkışlarla karşıladı, oldukça da iyi ağırladı. Grubun bana hitap eden bir yanı açıkçası yoktu ama yaptıkları işe gösterdikleri özen ve ciddiyet açıkça ortadaydı. Ayrıca epeyce de eğlendikleri belliydi. Hayranlarını fazlasıyla memnun edecek bir şov sundular. Yarım yamalak bi Slayer çaldılar. Keşke komple çalsalardı ya da hiç girmeselerdi olaya. Volbeat sonrası, ülkemizin fenomen isimlerinden Hayko Cepkin vardı sırada. Hayko’yu da bu tarz bi festivale yakıştıramayanlar vardı ancak bu sefer tepkiler de sertti. Seyircinin bir kısmı artık alışıldığı üzere adama tepki gösterdiler. Sevmediğimiz adamı izlemeyip bi köşede dinlenmeyi de öğreneceğimiz günlerin geleceğini umut ediyorum. Hayko yine kendini bozmadan çaldı. “Manowar’ı bekleyen arkadaşlar, bize ayrılan süre boyunca çalmak zorundayız” dedi. Daha sert çıkmasını da beklemedim değil aslında bulunduğu sahnenin ve biraz sonra çıkacak olan grubun bilincinde olarak antipati toplamak istemediğini tahmin ediyor ve sabrına da şapka çıkarıyorum. Ayrıca festivalin üçüncü gününü beraber izledik ve gördüm ki adam kendisini protesto eden sert metalcilerin çoğundan daha sıkı metalci. Ha sene 2010 olmuş, şu muhabbeti hala yapıyor oluşumuz bile amelece bi durum ama gördüğünü çalan hakemi oynadım yine ayaküstü. Hayko sahneden indikten sonra, daha ilk günden dikkatimizi çeken Akbank sahnesine yöneldik. Burası genç ve kendine güvenen (oyyy klişeler ötesiyim şu dakka) grupların çıktıkları küçük bir sahneydi. Stadın sahneye bakan karşı köşelerinden birine kurulmuştu ve cidden çok kötü gruplar çalıyordu. Hani arada iyiler de vardı diyecem ama hiç denk gelmedim. Yalnız ayaküstü kurulan tek konserlik karma grup “Murder Tooth”un sahne almasıyla güzel görüntüler ortaya çıktı Akbank sahnesinde. Murder King’den Özgür ve Onur’un, Black Tooth’tan ise Tuna, Orcan ve sonlara doğru da Deniz’in katılımıyla çok eğlenceli bir grup oluştu. Bi anda kalabalıklaşan Akbank sahnesi circle pit’lere ve wall of death’lere evsahipliği yaptı. Fotoğraflarda da göreceğiniz üzere festivalin en eğlenceli dakikaları arasındaydı Murder Tooth’un Akbank ziyareti. Öte yandan bu ilk ziyaret Manowar’ın sahne almasıyla kısa kesildi ve sonra devam ederiz diyerek herkes Manowar izlemek üzere ön tarafa yöneldi.
Manowar 2005 yılında ilk kez ülkemize geldiğinde yaz okulu sınavlarım nedeniyle konsere gidememiştim. Hatta o sene Slayer da gelmişti ve yine yaz okulu yüzünden Slayer’ı da kaçırmıştım. Sonisphere bu açıdan intikam planı gibiydi benim için :) Ve bu kusursuz planın ilk adımı olan Manowar, kanlı canlı sahnedeydi. Yaklaşık 15 senedir dinlediğim, artık imajlarını ve söylemlerini asla eskisi gibi etkileyici bulmayacak yaşa geldiysem de şarkılarının lezzetinden geçen yıllara rağmen benim için hiçbir şey kaybetmeyen Manowar, hiç yaşlanmamış gibi enerjik ve ezici bir görüntüyle sahneye atladı. Grubun adını taşıyan klasik açılış parçalarının ardından (ki o parçayı da sevemedim gitti yıllar yılı) bilindik bestelerini artarda dizdiler. Manowar’ın Accept’in önünde
çalması ilk bakışta anlamlı olsa da seyirci açısından bence günün headliner’ı Manowar olmalıydı. Nedenine biraz sonra Accept şovundan söz ederken değineceğim. Manowar’dan beklediğim parça ‘Blood Of a King’di ama çalmadılar. ‘Kings Of Metal’, ‘Warriors Of The World’, ‘Hail and Kill’, ‘Brothers Of Metal’ gibi yıllara damgasını vurmuş klasiklerine yer verdiler. Sahne süreleri keşke daha uzun olsaydı, zira headliner olmadıkları için setlist’i kısa tutmuş gibiydiler. Gelelim herkesin konuştuğu şu Türkçe nutuk olayına :) Joey DeMaio tabii ki kulaklıkla sufle alıyordu dışarıdan ancak esas önemli olan nasıl söylediği değil ne söylediğiydi. Önce klasik Manowar gazı verdi seyirciye. “Türkiye’yi çok sevdiğim için Türkçe konuşmak istedim biraz” dedi (Bulgaristan’ı da çok seviyor olmalı ki aynı numarayı Sofya’da da Bulgarca yapmış). Ara gazı verdikten sonra “bu festivalde dört büyük grup olduğunu söylüyorlar, s**tir ordan” diye olaya girdi. Ben şaşkınlıkla olan biteni izlerken “burada
bir tek büyük grup var, siz bu festivale kimin için geldiniz” moduna girdi Joey. Seyircinin epeyce bir kısmı Manowar diye bağırırken bizim yan tribünden Metallica ve Slayer nidaları da yükselmedi değil :) Neyse, Manowar’ın bu hafif yapmacık ama ultimate gaz demeçleri zaten alamet-i farikası oldu zaten ama aynı festivalde çaldığı grupları bu kadar açıktan hedef alması da enteresandı. Kimileri “Mister Ego” dedi, kimileri “çocuk gibi ne lan bu” dedi, kimileri “Manowaaaarrr haaill” dedi, ben açıkçası biraz komik buldum ama neticede Manowar Manowar’dır, çok da takmamak lazım bu mevzuyu. Joey Türkçe konuşmasını “hocamız” diye hitap ettiği Ronnie James Dio’dan söz ederek bitirdi ve arkasından hayatımda dinlediğim en güzel ‘Heaven and Hell’ coverını çaldı Manowar. Adamlar 30 yaşına merdiven dayamış eski fanlarına kadar herkesi kendilerine yeniden aşık ettiler. Şov bana kısa gelse de dünya gözüyle Manowar izlemenin iç huzuruyla üst localara doğru yol alıp Accept’i beklemeye başladım.
Accept hayatımda en az Manowar kadar yeri olan bir grup. Yetmişlerin sonunda başlayan Accept hikayesi bugün grubun esas adamlarından UDO’nun yokluğunda da olsa devam ediyor. ‘Balls To The Wall’, ‘Neon Nights’, ‘Princess Of The Dawn’, ‘Midnight Highway’, ‘London Leatherboys’, ‘Winter Dreams’, ‘I’m a Rebel’, ‘Breaker’, ‘Son of a Bitch’, ‘Burning’, ‘Fast as a Shark’, ‘Metal Heart’, ‘Restless and Wild’ gibi unutulmaz hitlerle lise yıllarımda derin izler bırakmış bir topluluktu Accept. Daha uzar gider o liste. Özellikle Neon Nights’ın benim için çok ayrı bir yeri vardır ve bu parçayı Sonisphere’ın önceki ayaklarında çaldıkları için burada da bekliyordum. Nitekim Wolf Hoffmann’ın inleyen nağmeleriyle muhteşem bir Neon Nights dinledi İnönü. Lakin yeni vokal ne kadar UDO olmak için kassa da UDO olmadan Accept eksik kalıyormuş, onu da gördük. UDO’yu da beş sene önce canlı izlemiş bir fani olarak Accept’i tamamlamış saydım kendimi aslında ama yine de Hoffmann – UDO ikilisi sahnede yan yana gelince oluşan büyü bi başka oluyordur sanırım. Yeni vokalist de aynı
Pentagram – Gökalp konusunda söylediğim gibi Accept vokalisti olmanın ağırlığını taşıyamıyor. Ha şu var, grup çok güzel çaldı, adam da güzel söyledi, huşu içerisinde dinledim Accept’i. Ama demek vokalde UDO olsaydı neler olacaktı diye de düşünmeden edemedim. Ayrıca Accept’in headliner olmasının, Manowar sonrasında bir ölçüde seyirci kaybetmek gibi bir dezavantajı oldu gruba. Manowar’ın daha sıkı bir hayran kitlesi olduğundan sanırım, Manowar’daki coşku Accept’te yoktu. Seyircilerin bir kısmı da Manowar sonrasında stattan ayrıldılar. Tabii ayrılanlara “niye gittiniz be yaw” demek kadar anlamsız bişey olamaz ama neler kaçırdıklarını da bilmelerini isterdim. Alman metalinin kilometre taşı insan evlatlarından Wolf Hoffmann her ne kadar Bruce Willis’in ikizi gibi bi sıfata sahip olsa da sahnede dev gibiydi. Tek başına canlı bir müzik tarihiydi adam. Saygıyla izledim. Yukarıda saydığım parçaların çoğunu çaldılar. Son of a Bitch bekledim ama çalmadılar. Metal Heart’ı tüm İnönü bir ağızdan söyledi. Eminim grup elemanları da seyirci karşısında mest olmuşlardır. Neon Nights!
Üçüncü gün stada vardığımızda Anthrax çıkmak üzereydi ve Gren ile Foma’yı kaçırmıştık. Duyduğum kadarıyla iyi çalmışlar ama günün anlam ve önemine pek uygun düşmediklerini söylüyordu insanlar. Benim için fark etmezdi, yetişseydim merakla izlerdim. Daha önce hiç izlemediğim ik grup olmaları bir yana, Foma kadrosunda Mavi Sakal elemanları vardı ki ayrıca merak ediyordum. Başka zamana deyip Anthrax’a odaklandım. Özellikle takip ettiğim veya fanı olmayı başarabildiğim bir topluluk değil Anthrax. Açıkçası Testament dururken Big Four’da yer almaları da bana tuhaf gelmiştir hep (oha ne dedi, vurun). Yine de Joey
Belladonna ile sahne alacak olmaları Anthrax’ın peşinde gezmek için fazlasıyla yeterli bir nedendi bana. Sahneye çıktıklarında yaydıkları enerjiden İnönü stadının zemini bile zıplıyor gibiydi. ‘Indians’ ve ‘Antisocial’ gibi klasik metal marşlarını sahibinden dinlemek güzeldi. Şahane circle pit’ler dönüyordu saha içinde. Ben Megadeth’e ve sonrasındaki hayatımı film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirecek olan iki gruba enerjimi saklamak için Anthrax’ı bi kenardan sessizce izledim ama başta Black Tooth ekibi olmak üzere tribünlerden saha içindeki circle pit’lere dalanlar oldu. Çok eğlenceli bi görüntüydü :)
Anthrax’dan sonra sırada Megadeth vardı. Bu arada festivalden birkaç hafta önce fark ettiğim bişeyi paylaşmak istiyorum. Sonisphere’da çalan gruplardan Black Tooth ve Murder King dışında hiçbirini daha önce izlememiştim. O yüzden festivale giderken kendimi Kaptan Kusto gibi hissediyordum biraz. Nitekim Megadeth çıkarken de bunu düşünüyordum. Tabii Dave Mustaine yılların huzursuzu olduğundan Megadeth’in sahneye çıkış saati gecikti. Dave Mustaine’i sahnede canlı görmek harikaydı ama Mustaine açısından o sahne o kadar da harika değildi sanırım ki ilk parçadan itibaren sahne kenarındaki görevlilere kızmaya başladı. Haklıydı da zira sound’ları kötüydü. Mustaine ve turuncu saçları konser boyu seyirciye negatif enerji yaydılarsa da insanlar eğlenmesini bildiler. Konseri ‘Holy Wars’ ile açan grup, ‘Hangar 18’, ‘Peace Sells’, ‘Tornado Of Souls’, ‘Symphony Of Destruction’ gibi klasik parçalarına yer verirken son albümden de hatırladığım kadarıyla ‘Head Crusher’ çaldı. Symphony Of Destruction ve A Tour Le Monde konserin zirve noktalarıydı. İnönü Megadeth çalarken belirgin bi şekilde dolmuştu
ve tüm stat bu iki parçayı bir ağızdan söyledi. Mustaine’in konserin sonunda sinirden gitarını anfiye geçirdiğini ne yazık ki göremedim ama sonradan anlattılar. Sanırım tüm festivaldeki en kötü sound Megadeth’indi. Yeri gelmişken sound konusunda organizasyona zerre kusur bulmadığımı da belirteyim zira Alice In Chains, Slayer ve Metallica çalarken ne duyduğumu çok iyi biliyorum. Olay ses sisteminde değil sistemin başında bulunan, grubun ses teknisyeninde bitiyordu tahminimce. Ve açıkçası Megadeth sahneden indiğinde o teknisyenin yerinde olmak istemezdim. Megadeth’in “bir hışımla geldi breh breh” şovundan sonra sırada Slayer vardı. Hayatımın grubunu izlememe yarım saat kalmıştı ve sakinliğime kendim de şaşıyordum :) Hayatımda ilk dinlediğim metal grubu biraz sonra ortalığı cehenneme çevirecekti. Stadyum dolusu seyirciyi izleyerek bunları düşünürken birden ne kadar çok insanın benim gibi sessiz olduğunu fark ettim. Bu ya seyircinin Slayer’la ilgilenmediğine işaretti ya da fırtına öncesi sessizlikti.
Nitekim Tom Araya ve çetesi sahnede göründüklerinde, artık ağzına kadar dolmuş olan İnönü’den yükselen uğultu ikinci şıkkın doğru olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Slayer’ın inanılmaz yüksek bir soundla çalması eminim cehennemden bile duyulmuştur. Ne ‘World Painted Blood’’ın konser açılışı için yeterince güçlü bir parça olmaması, ne de Slayer’ın “klasik stereo kasetin sağ kanalına bir gitar, sol kanalına diğer gitar kaydedilmiş gibi” soundu, genç yaşımda hayatımın yönünü değiştiren bu grubu etrafımdaki yüzlerce insan gibi gözyaşları içerisinde izlememe engel değildi. Slayer resmen
ve fiilen “Reign In Blood” kadrosuyla sahnedeydi ve Dave Lombardo gibi insanüstü bir davulcunun tüyler ürpertici performansı karşısında dehşete düşmüştük. Tom Araya konser boyu gülücükler saçsa da grubun soundu ve çaldıkları şarkılarla kesif bir nefret kokusu çökmüştü stadyuma. Daha üçüncü parçadan ‘War Ensemble’ı kafamıza dayadılar. ‘Angel Of Death’, ‘South Of Heaven’, ‘Chemical Warfare’, ‘Mandatory Suicide’ gibi ölümcül parçaları sıraladılar. ‘Raining Blood’ çalarken yer kırmızı, gök daha da kırmızıydı. İnönü stadı tarihinde böyle bi nefrete tanıklık etmemiştir. Slayer çalarken festivalin en yıkıcı
circle pit’leri dönüyordu saha içinde. Yine üç ayrı pit vardı ama bu sefer daha kalabalıklardı. Ayrıca sahne önünde de bi pit gördüm. Sonradan duyduğuma göre sahne önünde kan dökülmüş. Güvenlik elemanları bayılan birini zar zor çıkarmışlar sahne önünden. Gencin neredeyse ölmek üzere olduğunu, yarım saat kadar ilk yardım müdahalesi yapılmasına rağmen kendine gelemediğini ve ambulansla hastaneye kaldırıldığını sonradan öğrendim. Anladığım kadarıyla güvenlik zamanında dışarı alamasaydı muhtemelen sahne önünde ölecekti o genç. Siyah
Beyaz adına kendisine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyorum. Slayer’dan ‘Silent Scream’, ‘Dead Skin Mask’ gibi klasikleri bekledim ama çalmadılar. Ne çaldılarsa onu fazlasıyla sindirdik. Slayer bittiğinde ben de bitmiştim. Azılı bi Metallica fanı olduğum halde “Metallica çıkmayacak, bitti festival” deseler herhalde tepki göstermeden ayçiçeği gibi çıkar giderdim stattan. Öyle bi etki bıraktı Slayer. War Ensemble’ı anons ederkenki çığlığı bile yeterdi Tom Araya’nın.
Slayer indikten sonra günün ve festivalin headliner’ı, tüm zamanların en büyük müzik topluluklarından Metallica için sahne hazırlanmaya başladı. Metallica öncesinde stat içerisindeki atmosfer görülmeye değerdi. Bitmek bilmeyen Meksika dalgaları tribünlerden saha içine kadar taşmıştı. Metallica böyle pozitif ve enerji dolu bir ortamda haliyle yine tarihe geçecek bi şov yapacaktı. Onlarca Metallica konser videosu izledim, her seferinde Ennio Morricone’un The Good, The Bad & The Ugly filminden alınma introsunu dinledim açılışta ama filmden görüntülerin dev ekranlara verildiğini hiç görmemiştim. Önce görüntü, iki saniye sonra da ses girdi ve ortalık bir anda karıştı. Ne saha içinde, ne de tribünlerde oturan hiç kimse kalmamıştı. 50.000’den fazla insan ayağa kalkmış Metallica’yı selamlıyordu ki sırf bu görüntüye tanıklık etmek bile Ankara’dan kalkıp onca yolu teptiğimize fazlasıyla değerdi. Intro bittiğinde artık İnönü’den yükselen gürültünün Taksim meydanından duyulduğuna emindim. Metallica bir anda sahneye atlayıp Creeping
Death’le konsere girerken birden bu konseri ne kadar uzun zamandır beklediğimi fark ettim. Yanımda yaşça benden küçük bir izleyici vardı ve “10 senedir Metallica’yı bekliyorum abi” diyordu. Ben kaç sene olduğunu hesaplamaya korktum açıkçası :) Metallica, ‘Sad But True’, ‘Fuel’, ‘Master Of Puppets’, ‘One’, ‘Nothing Else Matters’, ‘Enter Sandman’, ‘For Whom The Bell Tolls’, ‘Blackened’, ‘The Four Horsemen’, ‘Fade To Black’, ‘Welcome Home’ gibi gençlik yıllarımıza adını vermiş şarkıları bir bir sıralarken bu şarkılara bir saniyesini bile boş bırakmaksızın eşlik ettik. Son albümden ‘This Was Just Your Life’a girmeden önce James “İstanbul, this is your life, right now, right here” diye bağırdı. Festivalde en unutamadığım sahneydi bu. Yine son albümden favori parçam ‘All Nightmare Long’ aklımda kalan şarkı. St.Anger’a hiç girmediler, çok da iyi ettiler. Sonlara doğru ‘Breadfan’ çaldılar. Günün sürprizi kesinlikle ‘Trapped Under Ice’dı. ‘Seek & Destroy’suz Metallica konseri düşünülemez. Tadı damağımızda kaldı konserin. İki saat kadar sahnede kalan Metallica’yı kimse
bırakmak istemedi. Grubun da ayrılmaya niyeti yoktu ama malum, hayat acımasızdı. Avuç dolusu pena dağıttılar seyirciye. Özellikle Fuel’deki alev şovu çok etkileyiciydi. Yalnız Metallica nedense Dio’dan tek kelime söz etmedi. (Not: Metallica her konseri gibi İstanbul şovunun kaydını da netten satışa çıkardı, official siteden edinmek ya da başka yollar denemek mümkün) Metallica indikten sonra halen geçen üç günün ne kadarının gerçek ne kadarının rüya olduğunu düşünerek Ankara’ya döndüm. Festivalden geriye 2500 civarı fotoğraf ve 5 saatlik video kaydı kalmıştı. Ciddi anlamda tarihi bir festivaldi. Festival kavramında bir dönüm noktası gibiydi Sonisphere. Umarım gelenekselleşir ve ilerleyen yıllarda daha büyük çaplı organizasyonlarla lise yıllarımızın yıldızlarını bizlerle buluşturmaya devam ederler. Çok yaşa Sonisphere. NOTLAR - İnönü’nün koridorları labirent gibiydi. Sahneyi arayıp bulamayan ve kendini Spinal Tap gibi hisseden gruplar olmamıştır umarım. Ben bikaç kez kayboldum koridorlarda.
- Ses sistemi gayet iyiydi. Kullanan gruba göre değişti sound’un kalitesi. - Yerli grupların ağırlanmasından sorumlu olan Uludağ Üniversitesi öğrencilerinden kurulu ekibe tekrar tekrar teşekkürler. Üç gün boyunca hiç durmadan koşturdular gruplar için. - Ben denk gelmedim ama seyirci girişlerinde üst aramasında bozuk paralara kadar toplananlar olmuş. Güvenlik görevlilerinin daha bilinçli olmaları gerekirdi diye düşünüyorum. İçerideki standlardan alışveriş yapan seyircilere para üstü verilirken bozuk para kullanılmıyor mu? Adam sahneye bozuk para atacaksa zaten bi şekilde bulur. Bunu toplamak ve daha da kötüsü festival çıkışı geri iade edememek açıkçası biraz trajik bir durum. Öte yandan organizasyonun bu hususta ne kadar bilgi sahibi olduğuna dair malumatım yok. - Yanlarına bana da yer açan kadim dostlarım Black Tooth tayfası ile dostluklarını ve misafirperverliklerini esirgemeyen Özgür & Çiğdem Özkan çifti başta olmak üzere o üç günü olduğundan daha anlamlı kılan herkese teşekkür ederim.
Tüm Metallica, Slayer, Megadeth, Anthrax, Manowar, Accept, Rammstein, Volbeat ve seyirci fotoğrafları ERDAL MAHİR CÜRAN’a aittir ve izin alınarak kullanılmıştır. Sahibinin izni olmaksızın herhangi bir şekilde yayınlanması yasaktır.
Yazı
EMRE DEDEKARGINOĞLU Fotoğraflar
ERDAL MAHİR CÜRAN
Seksen yedi yıllık Türkiye tarihinin gördüğü en büyük yabancı müzik olayı Sonisphere Festival’i geride bıraktık. Üç gün boyunca, mabedimiz (Beşiktaşlıyım. :D) İnönü Stadı’na binlerce Metal ve Rock sevdalısını çeken festival, bizlere yoğun ve güzel anlar yaşattı ve birçok önemli grubu görmemizi sağladı. Hem organizatörler hem de izleyenler için yorucu bir deneyim de olsa yaşadıklarımız kısılan seslerimize ya da zor ayakta duran bedenlerimize değdi. Evet, 28 Haziran günü hiçbir şekilde konuşamamın sebebi bu festivaldir. İlk iki gün boyunca bir şekilde idare ettim ama son gün büyük dörtlüye eşlik etmemden dolayı birkaç gün boyunca sesim pek iyi olmadı. :) Pişman mıyım, hayır. İstanbul’a bir gün öncesinden gittim, hava kapalıydı. Bilemedim tabii o gün geçtiğim Ortaköy’de Rammstein üyeleri yemek yemiş falan... :) Hava tahminleri hiç iç açıcı değillerdi, yer yer yağmur da çiseliyordu ama hava soğukta değildi, bir
garipti. Festivalin ilk günü de hava aynı garipliğini sürdürüyordu. Stone Sour’dan önce İnönü’ye gittik. Stadın etrafında bir hareketlilik olmasına rağmen kalabalık değildi, kolayca tribün kapılarımızı bulup kontrolden geçtik hemen... Tek sorun, cebimdeki üç beş kuruş bozuk paranın alınması oldu. Tamam, çakmaktır çakıdır içeri sokmazsın, gayet normal karşılarım ama bozuk para toplamak, beleşten indiroğlunun kralı yani... Ki içeride bira-yemek için marka aldığınızda size para üstü bozuk parayla da veriliyordu. Onun dışında girişte bir sorun yaşamadım. Kapalı tribüne çıktığımda Stone Sour yeni başlamıştı. Günün ilgimi çeken ilk grubu olan Stone Sour, gayet güzel bir performans sergiledi. Corey Taylor hem vokalleri hem de sahne hakimiyetiyle kitleyi etkilemesini bildi. Daha çok Slipknot’tan Corey ve Jim’i kadrolarında bulundurmalarından dolayı ülkemizde biliniyor olmalarına rağmen seyirciden iyi oranda tepki aldılar. Get Inside, Hell&Consequences, Through
Glass -:’(- ve 30/30-150 gibi bilinen şarkılarının yanında yeni çıkacak albümlerinden de çaldılar. Temiz bir performanstı açıkçası. İnşallah Slipknot’u da görürüz bu vesileyle... Ardından Pentagram sahneye çıktı. Grup için özel bir konserdi, tabii biz izleyiciler içinde zira grubun on beş senedir vokalistliğini yapan Murat İlkan MS hastalığı sebebiyle gruptan ayrılmaya karar vermişti ve bu konser onun son konseriydi. Grupla birlikte sahneye önce yeni vokalleri, The Climb’dan Gökalp Ergen çıktı ve Heaven And Hell, Holy Diver ile All The Fools Sailed Away’i içeren bir potpuri ile mayıs ayında kaybettiğimiz Ronnie James Dio anıldı. Açıkçası kendisini Pentagram şarkılarında değil de cover parçalarla dinlediğimiz için Ergen’in gruba ne derece uyup uymadığı hakkında şu an bir fikrim yok, ilerleyen zamanlarda göreceğiz. Hakan Utangaç’ın vokalinden grubun Thrash döneminin imza olmuş parçaları Powerstage ve Rotten Dogs icra edildikten sonra sahneye Ogün Sanlısoy çıktı ve Vita Es Morte ve No One Wins The Fight çalındı. Son olarak sahneye Murat İlkan geldi, tüm stad selamladı kendisini... Hastalığının getirilerinden midir, bilinmez ama İlkan çok rahat görünmüyordu. Give Me Something To Kill The Pain, In Esir Like An Eagle, For The One Unchanging çalınanlar arasından hatırladıklarımdı. Tabii seyircinin çok hakim olduğu şarkılar olmadıklarından eşlik az oldu. Son iki şarkı Lions In The Cage ve özellikle Bir seyirciden iyi oranda eşlik gördü, tüm stad “Hepsi bir hepsi haktan” diye gürledi. Bir sırasında barkovizyondan grubun Murat İlkan dönemi fotolarla anıldı ve alkışlar ile grup uğurlandı. Dediğim gibi, Murat İlkan’ın son konseri olmasından dolayı duygu yoğunluğu fazlaydı. Fakat ses düzeni de Pentagram sırasında bir o kadar felaketti. Sesin daha iyi olduğu Pentagram konserleri izlemiştim. Kimi zaman şarkıları anlamakta fazlasıyla zorlandım. Alice In Chains’ın hazırlıkları sırasında yemek yiyelim dedik, tribünün arkasındaki yemek alanına gittik. İlk dikkatimi çeken fiyatların klasik yardıring olmasıydı. Bira 7.5TL’ydi, besin olarak sadece sucuk ekmek, köfte ekmek ve hazır sandviçler vardı ve onlarında fiyatları ahım şahım gözükmüyordu. Köfte ekmek yemek istedik, daha akşam olmadan köfte kalmamış, dolayısıyla sucuk ekmek aldık. Ama elime verilen yemeği ısırınca “Hmmmm...” ifadesi yapıştı direk suratıma, çünkü ekmek bayattı, sucuklarda BİM’de bulunabilecek beşinci sınıf sucuklar gibiydi. :) Yani, yapılacak yemekler zaten doğal olarak köfte, sucuk, döner falan olur ülkem festival
ortamında ama bari düzgün yapılsaydı. İnsan hem verdiği paraya acıyor, hem de gerçekten zorlanıyor bayat ekmekli tatsız tutsuz sandviçleri yerken... Malum alandan dışarı da çıkamadığımız için yemek konusunda stad içindeki yerlere zorunluyduk, onlar da vasatın çok altındaydılar. İnşallah seneye bu konuda daha hassas olunur. Alice In Chains, her ne kadar Layne Staley gibi önemli bir isminden yoksun da olsa karşımızdaydı. Them Bones ile girdiler ve girmeleriyle birlikte doksanları yaşayan insanlar ortaya çıkmaya başladı. :) Ne de olsa Grunge’ın büyük dörtlüsünden birisi sahnedeydi, daha önce hiç gelmemişlerdi Ardından Dam That River ile devam etti grup. Yeni vokal William DuVall’ın performansını beğendim açıkçası. Layne Staley gibi bir ismin yerinin doldurulması şüphesiz ki çok zor ama DuVall görevini iyi yapıyordu. Geçen sene çıkan ve bayağı beğenilen Black Gives Way To Blue’dan Check My Brain, Lessons Learned ve Acid Bubble dışında tüm şarkılar eskilerdendi, bu da grubu zamanında takip etmiş orta yaş kitlesini bayağı coşturdu, bizleri de coşturdu ayrı mesele... :) Would, Angry Chair, Again, We Die Young, Rain When I Die, Man In The Box ve Rooster gibi klasik parçalar çalındı, kimi zaman duygular sel oldu. Özellikle benim için Angry Chair ve Would zirveleri oldu konserin... Jerry Cantrell, grubu gibi, hakettiğini tam anlamıyla alamamış bir isim, buna bir kez daha emin oldum. Sevenleri için güzel bir performans sundu Alice In Chains... Ses düzenleri de temizdi. Görülmesi gerekenlerdendi, görüldü. Alice In Chains’in ardından günün headliner’ı Rammstein’a gelmişti sıra... Grubun konser DVDlerinden az çok nasıl bir şovun bizi beklediğini biliyorduk ama gerçek hayatta yaşayacak olmak ayrı bir heyecandı. Grubun sahne hazırlıkları gizlilik içindeydi çünkü tüm sahneyi kaplayan dev bir perde çekilmişti ve seyirci sahnenin içini göremiyordu. Tabii bu durum bayağı merak uyandırdı, herkes “Ulen neler yapacaklar acaba?” diye soruyordu. :) Grup hava yavaş yavaş kararınca sahneye çıktı. Tabii nasıl bir çıkış... Rammlied’ın ilk nağmeleri duyulmaya başlanınca seyirci çığlıklar bağırışlar brutal vokaller karışımı bir senfoniye başladı resmen... Sahneyi kaplayan dev siyah perde indirildi ve arkasında kocaman bir Almanya bayrağı belirdi. Bir patlama daha ve karşımızda Rammstein... Evet, ilk dakikada golü attılar resmen, daha önce bu tarz şovları görmemiş Türk seyircisinin ağzı bir karış havadaydı. Son albüm ağırlıklı bir setlist hazırlanmıştı, Rammlied’i yine son albümden Bückstabü ve Weidmanns Heil takip etti. Grubun
sahne şovları gerçekten fantastik ötesiydi, her yeni şarkıda “Lan şimdi ne yapacaklar?” diye merakla izledik. Neler olmadı ki? Sahneyi mi yakmadılar, yetmedi adam mı yakmadılar, alev makineleriyle ağızlarından ateş mi püskürtmediler, sahanın üstünden tur dönüp sahnede patlayan fişekler mi atmadılar, seyircinin üstünde botla mı gezmediler, seyircinin üstüne köpük mü attırmadılar... Her saniyesi ile üstün Alman teknolojisi ve disiplinini gördüğümüz kusursuz bir sahneleri vardı. O alevler her çıktığında yüzümüzde hissettik biz tribünden, sahne önündekiler, en beter i grubun kendisi nasıl dayanmıştır, merak ediyorum. Pussy, malum köpük şovuyla en çok yaran anlara şahitlik etti. Grubun klasik olmuş parçalarından Links 2 3 4, Sonne, Du Riechst So Gut, Feuer Frei ve tabii ki Du Hast çalınanlar arasındaydı. Yurdumun en kalas barlarında takılan amatör grupların bile repertuarlarında tuttukları ve Almanca’yla alakası olmayanların bile sözlerini bildiği Du Hast doğal olarak Türk seyircisinin en çok eşlik edeceği şarkı olacaktı ve öyle oldu aynen... Tüm stad “Du... du hast... du hast mich...” diye inledi şarkı boyunca, coşku dolu anlardı. Grup tam olarak 1.5 saat kaldı sahnede ve ağırlık Liebe Ist Für Alle Da ve Mutter albümlerindeydi, tabii dolayısıyla bazı beklenen şarkılar çalınmadı. Mutter, Meine Herz Brennt, Bück Dich, Sehnsucht, Morgenstern, Mein Teil, Mann Gegen Mann, Wei ßes Fleisch gibi
şarkılardan bazılarını duymak isterdim ama bu şarkıların çoğunu uzun zamandır çalmadıklarını bildiğimden bu ayarda bir setliste de hazırdım. Açıkçası ben çok memnun ayrıldım Rammstein konserinden... Seyirciyle sıfır diyalog kurmalarına rağmen şovları ve performansları fazlasıyla iyiydi. Till Lindemann’ın insan azmanı olduğuna kimsenin şüphesi yoktur artık... :) Ki konser sonrası grubu seven sevmeyen herkes “Oha lan, neydi o sahne...” modundaydı. Hala grubun müziğini boş bulup tüm olaylarının sahneleri olduğunu düşünenler var. Sizlere laflar hazırladım. Almanca güzel dildir, Rammstein’ın müziği de basit ama vurucudur. Neyse lan, zevkler renkler işte... :D (“Adam haklı beyler” tadında destekleriniz başımın üstündedir.) Konserin çıkışın herkes gibi gittik Taksim’e, kendimizi ıslak hamburger ve alkole verdik doğal olarak... :D Taksim’i hiç bu kadar siyah görmemiştim. :D Ertesi gün bizler için biraz tatsız başladı. Tam Volbeat öncesi stadda olmayı planlarken, bir arkadaşımın festival biletini bir türlü bulamaması, bileti bulma çalışmalarına girmemiz sebebiyle Murder King, Volbeat ve Hayko Cepkin’i izleyemedik. Biletlerin üç gün boyunca saklanması gerektiğinden arkadaşım stada giremeyecekti, Biletix’te kaybolan biletleri yeniden basmıyordu. Bizler için üzücü bir durum oldu açıkçası... Murder King ve Hayko Cepkin’i
daha önceden izlemişliğim vardı ama Volbeat ikinci gün özellikle izlemek istediğim gruptu ve kaçırmak üzücü oldu. Sağlık olsun dedik, ne de olsa yurdumdan her geçen gün kendilerine artan ilgi sebebiyle tekrar gelirler diye teselli bulduk. Bu arada birçok yerde duyduğum ve okuduğum üzere Hayko Cepkin’e tepki gösterilmiş. Kendisinin o şu bu nedenlerle ülkem metal seyircisi tarafından çok iyi karşılanmadığı zaten biliniyor ama sahnede çalan bir insana “Arkadaşlar bize verilen süre boyunca çalmak zorundayız.” dedirtmek gerçekten ayıptır. Sevmeyebilirsiniz ama saygı göstermek her zaman gerekli olandır. Zaten festivallerde her grubu sevmeniz gibi bir kaide olmaz, herkesi mutlu etmek çok zordur ve amaçlanan birşey de değildir. Hayko’ya bu kadar tepki verildiğine göre o sahnede Manga olsa herhalde bayağı bir sıkıntı olurdu diye düşünmeden edemiyor insan... Stada gittiğimde Manowar çıkmak üzereydi, bayağı kalabalıktı stadın içi... Kendi ve hayranlarının deyimiyle “metalin kralları” sahneye çıkınca stad karıştı resmen... Manowar çok hayranı olduğum
bir grup değil doğrusunu söylemek gerekirse, imajlarını ve söylemlerini biraz abartı bulurum çünkü... Ama ne yalan söyleyeyim, sahnede öyle bir enerji yayıyorlar, öyle bir gaz veriyorlar ki, resmen adamların ellerinde şekil alan Play Doh hamuru oluyorsunuz. Gayet gaz bir performans sergilediler. Seyirci diyalogları oldukça fazlaydı, şova yönelik hareketler tabii ki mevcuttu. Joey DeMaio dört bas gitar telini heba etti. :D Joey DeMaio dedim, malum Türkçe seansından bahsetmezsem olmaz. Biliyorsunuz DeMaio Manowar’ın pozlardan sorumlu bakanıdır basıveren olmasının yanında, bu Türkçe seansıyla tekrar gösterdi. 3-4 dakika boyunca adam dili döndüğünce Türkçe seslendi hayranlarına, bol gaz, bol “Siz kralsınız.” tandansı dolu, testeron yüklü bir demeçti. The Big Four’a “s..tir oradan” çekti DeMaio emmi, millet iyice “Menovaaaoaoaoaoaoaağğğğğ!!!” moduna girdi. Aslında hem festivali hem de başka grupları bu kadar net hedef göstermesi tartışmaya açık hareket ama sonuçta bu da bir şovdu. Manowar çoğunlukla klasik olmuş şarkılarından çaldı ve oldukça fazla eşlik aldı. Ronnie James Dio’yu anmak amacıyla Heaven And
Hell’i komple çaldılar ki Eric Adams’ın sesinden de bu muhteşem şarkıyı dinlemek güzel oldu. Kings Of Metal, Hail And Kill, Warriors Of The World United, Brothers Of Metal, Black Wind, Fire And Steel çalınanlar arasında hatırladıklarımdı. Grup bir saat boyunca sahnede kaldı ve hayranlarına güzel anlar yaşattı. Festivalin öne çıkan performanslarından birisiydi kesinlikle... Manowar’dan sonra ikinci günün headlinerı Accept sahne alacaktı. Fakat Manowar’ın headliner olması gerektiğini düşünenlerin çoğunlukta olmasından herhalde, staddaki kalabalık yavaş yavaş azalmaya başladı. Grubun ‘97’den beri tam anlamıyla aktif olmamasına bağlıyorum bu durumu açıkçası, yeni nesilin çok bildiği bir grup değil Accept ama Manowar’dan daha eskiye giden bir tarihi olan ve metalin dallanıp budaklandığı dönemlerde varolup birçok gruba etkileşim olmuş büyük bir grup oldukları da aşikar... Kalabalık azalsa da hatırı sayılır derecede kitle grubu izledi. Udo Dirkschneider olmadan toplanan ve ikinci baharını yaşıyor diyebileceğimiz Accept, tertemiz performansıyla headliner statüsünün hakkını fazlasıyla verdi. Wolf Hoffman ve Peter Baltes gibi iki önemli adam vardı karşımızda, ki kendileri de solo performanslarıyla ayrı bir etkilediler, klasik müzik alıntıları ile ayrı takdir topladılar. Mark Tornillo’da grupla uyum sağlamış görünüyordu. Metal Heart ve Midnight Mover ile başlayan performansları, birçok Accept klasiği ile devam etti. Neon Nights, Breaker, Restless And Wild, London Leatherboys, Princess Of The Dawn, I’m A Rebel ve Fast As A Shark çalınanlar arasındaydı. Yeni şarkılardan Teutonic Terror’da icra edildi. Kapanışı ise grubun en ünlü hiti Balls To The Wall yaptı. Grubun Türk seyircisi tarafından çok bilinmemesi bir önceki konser kadar coşkunun olmamasına neden olsa da Accept müzikalitesiyle güzel bir performans yaşattı. Grubu izlemeden çıkanlara birşey denemez, sonuçta herkesin kendi tercihi ama Accept yani bu, anladınız siz... :) Ardından staddan çıkıp, yine malum istikamet Taksim’e gittik. Ertesi gün fazla yorucu olacaktı zira... Festivalin son günü, Thrash Metal’in dört büyük grubuna evsahipliği yapacaktı, dolayısıyla heyecan tavandaydı. Çoğu kişinin dört gözle beklediği gün bugündü. Bu sefer kapı açılışında staddaydım. Uzun bir kuyruk vardı ve bayağı bir bekledik güneş altında... Etraf tükürük köfteci, seyyar su ve bira satıcılarla doluydu ve kuyruklar gittikçe uzuyordu.
Kırk dakikaya yakın bekledik kapıların açılmasını, ardından seyirciler yavaş yavaş içeri alınmaya başlandı. Hemen çıktık tribüne, üç gündür yerimiz bellediğimiz en ön sıraya yapıştık. Bu noktada belirtmek gereken birşey daha var aslında, malum Biletix tribün biletlerine numara veriyor. Fakat kapalı tribünde o biletlerde yazan çoğu yer yoktu çünkü koltukları sökülmüştü. (Olanlarda leş gibiydi ve on dakika oturunca bile bel ağrıtıyordu.) Zaten herkes bulduğu yere oturuyordu ama ara ara “Ora benim yerim, kalk!” muhabbetleri de olmuyor değildi. Hele bizim alt tribünümüzde 2-3 defa bu yönde bağırışlı çağırışlı tartışma oldu. Festival organizasyonu biletlerin kayıtlı olduğu telefonlara göre yerlerimize oturtulacağımızı, süpervizörler olacağını söylemişti birkaç ay önce ki böyle birşey yoktu. Tribünlerdeki görevliler de yer soranlara bir yerden sonra bulduklarına oturmaları tadında tavsiyeler verdi. :D Açıkçası, tribünlere organizasyon birinci elden dokunamadığından bu durum herhalde sıkıntı olmaya devam edecek. Yerini isteyen de haklı, bulduğu yere oturan da haklı zira... :D Stada yavaş yavaş girişler yapılırken ilk grup Gren ve ardından Foma çıktı, yavaş yavaş artan kalabalığı uzun maraton için ısıttılar. Öğleden sonraya doğru The Big Four maratonu başladı, sahne hazırlıkları ve soundcheck sonrası dörtlünün “dördüncüsü” Anthrax sahneye çıktı. Thrash Metal’in dörtlüsünün içinde yer almalarına rağmen, 2005’teki klasik kadronun toplanmasından beridir istikrar tutturamayan ve çalkantılı bir yol izleyen Anthrax birçok kişiye göre tartışmalı bir “dördüncü”ydü, ben de dahil... Kimisi Metallica, Slayer ve Megadeth’in yanına Testament’i koyar, kimi Exodus’u ya da Overkill’i, Kreator veya Destruction’ı bile söyleyenler olur, kısacası The Big Four’un dördüncüsü herkese göre farklıdır. :) Konsere kadar Anthrax çokta hayranı olduğum bir grup değildi ama fazlasıyla sempatik ve enerjik performansları bu gruba hakkını vermediğime ikna etti beni... Grubun klasik olarak görülen albümlerinin vokali Joey Belladonna ile tekrar bir araya gelmesi sebebiyle Persistence Of Time ve öncesinden seçilmiş bir setlist icra ediliyordu. Caught In A Mosh ile giren grup, Be All, End All, Indians, Madhouse gibi klasik şarkılarının yanında I Am The Law, Antisocial ve Got The Time gibi artık adlarıyla bütünleşmiş cover şarkıları da yorumladı. Scott Ian ve Frank Bello bir saniye bile yerlerinde durmadılar, Thrash Metal’in en önemli davulcularından Benante’yi canlı canlı gördük, Belladonna ise hem diyaloğu hem de sahnesiyle seyirciye hakim olmasını bildi. Seyircinin en çok eşlik ettiği şarkı Antisocial olurken, Be All,
End All’ın orijinalinde keman ile çalınan kısım grubun yönlendirmesiyle koro halinde söylendi. Indians’ın arasında Heaven And Hell çalarak Dio’ya da saygı duruşunda bulundular. Kısa ama gayet eğlenceli bir performans gösterdi Anthrax, herhalde kendilerine birçok yeni hayran kazanmışlardır. Ki Scott Ian’ın tweetlerine göre kendileri Türkiye’yi pek beğenmiş, adam “Türk kahvesi hayatımın şu gününe kadar neredeydin?” diye tweet geçmiş. :) Anthrax’tan sonra sıra deli kızılın grubu Megadeth’deydi. Uzun süren soundcheck sonrası grup sahneye çıktı. Seyirci delirmek üzere, kulaklara varacak bir uğultu var ama bir de sorun var, ses sistemi afedersiniz b.k gibi... “Lan sadece tribüne mi kötü geliyor?” diye düşünüyorum ama değilmiş, bir kişi bile çıkmadı ki “Megadeth’in ses iyiydi.” diyen... Seyirci fazlasıyla eşlik etti gruba ve etkileşim çok fazlaydı. Mustaine’in adım attığı taraf deli gibi bağırmaya başlıyordu. Ama, ah o ses sistemi işte, fenaydı. Holy Wars ile girdi grup, Hangar 18 ile devam etti. Seyirci düzgün duyamasa da artık fitili ateşlenmişti, kopuştaydı herkes... Nasıl kopulmasın, Holy Wars lan, Hangar 18 lan... :D Wake Up Dead, Headcrusher, Skin O’My Teeth, Tornado Of Souls, In My Darkest Hour ve Sweating Bullets ile devam eden konserde en fazla eşliği A Tout Le Monde ve Symphony Of Destruction aldı. Hele tüm stadın Fransızca nakaratlı bir şarkıda olduğu gibi tek ağız eşlik etmesi çok fantastikti, Symphony Of Destruction’da da riff geçişleri arasında “Megadeth!” diye bağırılması çok yakışıklı oldu. Derslerimizi çalışmışız demek ki... :D Dave Ellefson’ın tekrar gruba dönmesi kesinlikle on numara olmuş, ki kendisini çok severim, direk artı puan yazarım. Chris Broderick de herkese “Sen olmuşsun!” dedirtti, yağ gibi aktı parmakları gitarının üstünde, tertemiz çaldı. Kızıl saçlıya ise zaten ne denebilir ki, metal tarihinin gördüğü en katıksız arıza ama aynı zamanda saf karizma adamlardan birisi... Ses sisteminden dolayı fena sinirli görünüyordu ki konser sonunda gitarı öfkeden delirmiş Anakin Skywalker gibi çaktı amfiye, amfi yeri boyladı. Sonradan denilenlere göre konser bitişinde sahne arkasında bayağı bir terör estirmiş kendisi, ne yapsa yine de Dave’dir Mustaine’dir, severiz sayarız. Ki kendisini görmek bile oradaki seyirciler için yetiyordu. Megadeth ses sistemi kurbanı olması dışında performans olarak gayet iyiydi. Konseri sonuna Holy Wars potporisi
kondurulmuş bir Peace Sells ile bitirdiler ama ben o anda iflas etmiş ses sistemi yüzünden şarkının “Peace... peace sells...” kısmında anca tam anlamıyla idrak edebildim Peace Sells çalındığını... Tadı damaklarımızda kaldı açıkçası Megadeth’in, umarım turne dahilinde tekrar gelirler de bu ses sistemi faciası telafi edilir. Megadeth’ten sonra sıra dörtlünün en ekstrem olanı Slayer vardı. Soundcheck sonrasında sahneye çıktı grup ve girişi World Painted Blood ile yaptı. Tom Araya’nın minimum hareketliliği direk göze çarpıyordu tabii, bunca sene bu adamı deli gibi headbang yaparken görmüşsün videolarda, malum ameliyat götürüsü artık sahnede o eski hareketliliği yok. Kerry King denen insan azmanı ile Jeff Hannemann, Araya’nın headbang eksikliğini yeterince kapattılar ama... Hannemann’ın Heineken esintili gitar tasarımı da bayağı dikkat çekiciydi. Dave Lombardo mu? Gözünü kapat, dinle, öyle bir adam, sanki kurulu bir makine. Jihad ile devam eden grup, üçüncü şarkıdan dayadı War Ensemble’ı Araya’nın cehennemden gelmiş gibi anonsuyla, stad iyice karıştı. Saha içinde üçdört ayrı yerden pit dönüldüğünü görüyorduk tribünden... Fena bir sahneydi. Slayer sırasında da bayağı bir coşku vardı ama tribünde oturan adamlar da çokça vardı. Slayer’a nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyorlardı, anlayamadım. Zira önceki iki konseri görememiş dimağlar (benim gibi) için gayet güzel bir setlist icra ediliyordu. Beşinci şarkıdan Seasons In The Abyss dayamaları mest etti beni, çok sevdiğim bu şarkıyı çalacaklarını düşünmemiştim. Çatur çatur çaldılar zaten. Ardından tüm zamanların en baba Thrash şaheseri Angel Of Death geldi, saha içi yine karıştı, kafalar sallanıp sallanıp duruyordu. Beauty Through Order (Tom nakarattaki tizlere inmedi.), son on yıldır yazdıkları en gaz nakaratlara sahip şarkı Disciple, Mandatory Suicide, Chemical Warfare ve South Of Heaven ile dağıtmaya devam ettiler. Kapanışı ise artık bir efsane olmuş Slayer eseri Raining Blood ile yaptılar ki sonlara doğru bir yandan King bir yandan Lombardo raylarından çıktılar, Lombardo blast beat yapmaya başladı, tüm staddan “Oha!”, “Hayvan!”, “AQ!” sesleri yükseldi. :D Seyirci diyalogları çok fazla yoktu, etliye sütlüye karışmadan çaldı Slayer, Tom Araya’nın gülümseyişleri bayağı bir konu oldu zaten sonradan, ses sistemi ise Megadeth faciasından sonra ilaç gibiydi. Dikkatimi çeken
bir nokta Slayer şarkılarında herhalde yüksek tempo ve ekstremlikten dolayı seyirci koro halinde çok fazla eşlik edemedi. Daha çok kafalar yerlerinde durmadı, dönenler de pit yollarına gittiler. Bence setlist gayet iyi olsa da genel kanı olan Dead Skin Mask isteğine katılıyorum. Seasons In The Abyss’te tam eşlik edilmelik bir parça olsa da seyircinin çoğunluğu anladığım kadarıyla yabancıydı. Türk seyircisinin Popçular Dışarı sağolsun fazla aşina olduğu Black Magic gibi bir diğer melodik şarkıda fazla eşlik alabilirdi ama yamulmuyorsam bayağıdır çalınmıyor. Tabii, bunlar çok önemli noktalar değil, Slayer gayet iyi bir performans ile hatırlarda kalacak. Bu arada Slayer konseri sırasında bir arkadaşımız ciddi bir sağlık sorunu yaşamış ve ölümden dönmüş. Kendisine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
Ardından festivalin kapanış grubu ve o gün birçok kişinin orada olma sebebi olan Metallica’ya geldi sıra, heyecan kadranı tavandaydı. Stad ağzına kadar doluydu zaten, bu sırada Slayer öncesinde vuku bulan ve Metallica için hazırlıklar sürerkende devam eden Meksika dalgaları da ayrı eğlenceliydi. 2008 Metallica konserinde de yapılmış ve bayağı eğlenilmişti, yine benzer eğlence yaşandı. Tabii, İnönü’de olmamızdan dolayı aradan birkaç Çarşı’lı arkadaş çıktı, Beşiktaşlı olanlar da kısa bir tezahurat girişiminde bulundular, BJKlı olarak bende destek verdim. :) (Quaresma ve Guti geldi, şampiyonuz bu sene olm! :p) Saha içi biraz pasif kalsa da Meksikalar boyunca, tribün gayet güzel turlar döndürdü. Güzel görüntüler oluştu. Havanın kararmasına yakın, ekranlarda efsane film The Good, The Bad And The Ugly’nin ünlü mezarlık
sahnesi verilmeye başlanıyor ve The Ecstasy Of Gold giriyor. Herkes çığlık çığlığa, fena bir uğultu var, Morricone’un bu müthiş bestesine eşlik had safhada... Ardından bitiyor şarkı, karanlıkta bir figür geliyor davulun başına ve Creeping Death giriyor. Metallica sahnede! Rob, Lars, Kirk ve tabii ki karizmanın tanımı Papa Het. Herkes çıldırmışçasına bağırıyor çağırıyor. 2008 konserinde de yaşadım bu durumu ama yine tüylerim diken diken oluyor. Hayatımın grubu karşımda ve 55.000 kişi hep bir anda eşlik ediyor. Evet, bu ülkede Metallica konserleri hep bambaşka oluyor. Feci bir eşlik var, 2008 konserinden bile daha yoğun bir atmosfer içindeyiz. Creeping Death’in “Die by my hand...”li kısmında herkes tek ses olarak “DIE!!!” diye eşlik ediyoruz. Dolmabahçe’yi geçtim, Beşiktaş’a Taksim’e kadar gitmiştir sesimiz herhalde, o derece yüksek bir eşlik var. Ardından For Whom The Bell Tolls patlıyor, nakaratta yine dev bir koro yükseliyor. Alevler içinde Fuel çalınıyor, ardından Kill’em All’un en sevdiğim parçası The Four Horsemen geliyor. Gözyaşları dökeceğim resmen. Konserden önce zaten sürekli “Bugün ya Disposable Heroes ya da The Four Horsemen’den birisini duyacağım.” diyip duruyordum. Biri verdi sırasını, diğeri kaldı. (The Frayed Ends Of Sanity ölümüne uktemdir.) The Four Horsemen’de eşlik biraz azalıyor ama yine de yükseliyor “Horsemen are drawing nearer...” sesleri... Fade To Black başlıyor, Hetfield akustik gitarla giriyor bu sefer, tüm stad duygu yoğunluğundan kardiyak geçirmek üzere, yine herkes tek ses olmuş eşlik ediyor, o muhteşem sololara hem eşlik ediyor, hem de bu şarkının hayatımıza film müziği olduğu zamanları anıyoruz. (Abartı derecede Metallica manyağı olduğumdan ben böyle anlatmaya devam edersem muhtemelen dengeyi kaybedeceğim.) Metallica konserlerini anlatmak yetmiyor, gerçekten görmeniz lazım. Sad But True’da James’den resmen rol çalıp, o koca nakaratı müthiş bir senkron ile söylememiz... James bu şarkıyı The Big Four’a ithaf ediyor. Death Magnetic’ten That Was Just Your Life (“It’s your life İstanbul, right now right here!!!”), The End Of The Line ve albümün en baba şarkılarından All Nightmare Long çalınıyor. One, Blackened, Master Of Puppets, Enter Sandman, Nothing Else Matters ve Welcome Home(Sanitarium) gibi klasikler bir bir suratta patlıyor, seyirci eşliği bir saniye kesmiyor. Özellikle Master Of Puppets’taki seyircinin “Master! Master!” haykırışlarında tüyleri diken diken olmayan bizden değildir hacı. Daha fazla uzatmayayım, bence 2008 konserini bile aştı seyirci katılımı açısından, artık İnönü akustiğinin
de etkisi var mıdır, bilemem. Grubun da coşkusu belli oluyordu. Lars Ulrich’in 2008 LiveMetallica kayıtlarında One ve Enter Sandman’de epik batırdığı kısımlar duyuyorduk, bu konserde daha derli topluydu. Kirk Hammett ve Rob Trujillo’da gayet temiz performanslar sergilediler. James Hetfield’a gelince... İdolümdür kendisi, şu dünyada belkide en sevdiğim müzisyendir. Neden böyle büyük bir adam olduğunu yine gösterdi o gece, sahne hakimiyeti, tertemiz çalışı ve seyirciyle olan samimi diyalogları ile... Grup biste önce The Frayed Ends Of Sanity’nin başını seyirciye söyletti (Çalın şu şarkıyı artık ya! :D), sonra Breadfan ve hiç beklemediğim Trapped Under Ice’ı çaldı ki Trapped Under Ice gayet iyi oldu. Seyircinin çoğunluğunun net olarak yabancı olduğu bir parçaydı ki fazla eşlik almadı ama bilenler, evet sizlere diyorum, mutlaka benim hissettiklerimin aynısını hissettiniz. :D Konserin finali tabii ki Seek And Destroy ile yapıldı, Hetfield şarkıdan önce seyirciye, diğer gruplara ve turnedeki görevlilere övgüler sıraladı ve “hepimizin sahnede olabilmesi için” tüm stadın ışıklarının açılmasını istedi. Bir isteği daha vardı, İstanbul tarihindeki en gürültülü kalabalık olmamız. Seyircinin başının üstüneydi. Efsanevi bir eşlik daha oldu Seek And Destroy’da... Alkışlarla bağırış çağırışlarla zor bıraktık Metallica’yı, onlarda bizi ki dakikalarca penadır odur budur dağıttılar. Övgülerle indiler sahneden. Hele Hetfield tişörtünü çıkartıp attı seyirciye sahne arkasına giderken. O arada insanların düşündüklerini tahmin etmek istemiyorum. :D Öğlen üçten beri ayaktayım, su bittiğinden feci derecede susamışım (Slayer sırasında su bitmişti tribünde. İnsanlar fanta ve bira içtiler susuzluktan, Fiyasko!) yorgunum ve en kötüsü sesim bende değil... :D Ama o kadar mutluyum ki, hiçbir şey keyfimi bozamaz durumda... Zafer kazanmış bir ordu edasında çıkıyoruz İnönü’den... Evet, üç günlük yorucu bir maratondu Sonisphere Festivali ama binlerce kişiye birbirinden güzel anlar yaşattı. Kesinlikle tarihi bir olaydı ve biz de buna tanık olduk. İnşallah bu festival ülkemizde kalıcı olur ve her sene olacak şekilde devamlılık kazanır. İlk defa yapılmasından dolayı çeşitli eksiklikler tabii oldu ama bunlarında insanlardan alınacak görüşlerle üstesinden gelmek kolaydır. Festivali organize edenler, üç gün boyunca bizleri müziğe doyuran gruplara ve katılan herkese teşekkürlerimi iletiyorum. Corey Taylor’un festivalde dediği gibi, “Music will keep us free!”
Yazı
GÖKHAN KORKMAZ Fotoğraflar
NESLİHAN BAŞAK MARCO MANZI GÖKHAN KORKMAZ
1. GÜN Takvim 2 Temmuz 2010’u gösteriyordu ve aylardır beklenilen Tuska Open Air 2010 gelip çatmıştı. Uzun yıllar bekleyip izleyemediğim birçok grubu ve ayrıca daha önce izlemiş olduğum grupları tekrar görme şansina sahip olduğum için sabah uyandığımda bir gece önceki almış olduğum aşırı alkolün verdiği baş ağrısını takmadan, sevinçle ve neşeyle Helsinki yolunu tuttum. 1 saatlik yolculuk sonrası Helsinki’ye ulaştıktan sonra bir arkadaş aracılığıyla Mayhem’in efsane vokalisti Attila ile otel odasında tanışıp biraz bira içip sohbet etme şansım oldu. Daha sonra Testament’i izlemem gerektiğini düşünerek otelden ayrılıp festival mekanının yolunu tuttum. Tuska’ya dışarıdan alkol sokulabiliyor. Fakat plastik şişede olması gerekiyor içkinin. Bu yüzden yolda giderken Lahti’den komsum olan arkadaşla buluşup alkollerimizi aldık. Medya bölümünden konser mekanına girerek Testament’i izlemeye başladım. Türkiye’de yaşarken konserlerine bir türlü gitme imkanı bulamadığım Testament, konsere kafalama “The Preacher” ile girdi. 14:45’te ana sahnede çıkan Testament’in (Tuska’da 3 ayrı sahne var) neden bu kadar erken sahne aldığını halen anlayabilmiş değilim. Eski ve yeni parçalarının harmanlanmasıyla oluşturulmuş bir setlist vardı. Chuck Billy, Eric Peterson, Alex Scolnick babaları canlı canlı izlemek cidden çok zevkliydi. Bir de davulda Paul Bostaph olduğu için bu konser tadından yenmedi :) ‘More Than Meets the Eye’,’The New Order’, ‘Practise What You Preach’, ‘Disciples of the Watch’ gibi klasikleri çaldılar ve üstelik hiç beklemediğim halde en sevdiğim albümleri “The Gathering”den ‘D.N.R’ isimli parçayı patlattıklarında ben kendimden geçiyordum. 1 saatlik performanslarının hiç bitmemesini isterdim :) Festival alanında tahminimce 35.000 – 40.000 kişi vardı. Festival bu sene de sold out olmuş, içerisi ana baba günü gibi tıklım tıklım dolmuştu. Testament’in yorgunluğunu atlatıp Insomnium, Tarot gibi grupları kısaca izledim (cidden bu gruplar hakkında çok fazla bilgim yok ve dinlediğim tarzlarda gruplar değiller) ve kalan zamanda uzun süredir görüşemediğim arkadaşlarımla görüştüm. Açıkçası bu bana kendimi Satyricon, Obituary ve Mayhem gibi
gruplara saklamam için iyi bir dinlenme zamanı oldu. Backstage bölgesine geçip bir iki bira gömüp, mangalda sosisleri yiyip Peter Tägtgren babayı Pain ile biraz da olsa izleme gerektiğini düşünerek festivalin 2. büyük sahnesinin çadırına doğru yol tuttum. Bir de baktım ki içerisi hınca hınç dolu, ileriye doğru yürümeye olanak yok. Peter, güzel bir takım elbise giyiyordu ve Pain çaldığı parçalarla milleti hoplatıp zıplattırıyordu. Grubun müziğinin her ne kadar fanı olmasam da Peter Tägtgren’i canlı izlemek büyük zevkti. Ertesi gün Hypocrisy izleyeceğim, Pain’le de çok içli dışlı olmadığım için grubu 20 dakika izleyip, Satyricon’un çıkacağı ana sahnenin ön saflarında bulunmam gerektiğini düşünerek Pain konserini terkettim. Satyricon... Festivalin bu ilk günü senelerce beklediğim ve sonunda izleme sansı bulduğum grupların günüydü. Ana sahnenin sol tarafında yerimizi aldık. Intro verildi ve Satyricon konsere ‘Repined Bastard Nation’ ile başladı. Solacide’dan grup arkadaşım Joonas ve Lahti’den komşum Juho ile azmaya başladık. Bir yandan güneş yakarken diğer yandan Satyricon muhteşem şovuyla bizleri kendimizden geçiriyordu. Satyricon’u senelerce dinleyip, seneler sonunda gruba bok atmaya başlayan kişilere diyebileceğim tek şey Satyricon’u bir kere canlı izlemeleridir. Bir kere canlı izledikten sonra grubun neden bu kadar büyük olduğunu anlayabilirler. “Para için müzik yapıyor” diyenlere de ek olarak söyleyeceğim tek şey, bu adamların hayatı zaten müzik, işleri o, hayatlarının işini yapıyorlar, ona vermişler kendilerini, daha başka ne olabilir? Herneyse fazla uzatmadan konsere dönelim.. Ağırlıklı olarak “Volcano” ve sonrasında çıkan albümlerden çaldılar. Satyr’in seyirciyle muhteşem bir iletişimi var. sahne duruşu çok üstün derecede iyi. Frost davulları çalarken, insan gibi çalmıyor ve 360 derece kafa sallama şovunu da eksik etmiyor. Son albümleri “The Age of Nero” dan ‘The Wolfpack’, ‘Black Crow On A Tombstone’, ‘Die By my Hand’, ‘My Skin is Cold’ gibi şarkıları çalan grup eski dönemlerden ise ‘Du Som Hater Gud’ isimli parçayı çaldılar. Satyr yer yer gitar alıp, şarkılara 3. gitar olarak eşlik etti. Hatırladığım kadarıyla 3-4 şarkıda gitar çaldı. Her şey muhteşem gidiyordu fakat eksik olan bir şey vardı. Satyricon ‘Mother North’u çalmadan bitiremezdi. Ama gel gör ki konser bitti, grup geldi hep beraber seyirciyi selamladı darken, hep bir ağızdan Mother North’un o efsane melodisini orada bulunan binlerce kişi söylemeye başladı. Böyle olunca Satyricon elemanları sahnedeki yerlerini tekrar aldılar ve konsere muhteşem bir son olarak Mother North’u çaldılar.
Daha sırada Obituary vardi, Ihsahn vardı. Bu festivalde içimi en çok yakan şey Obituary ve Ihsahn’ın aynı anda 2 değişik sahnede çıkacak olmalarıydı. Bulunduğum bölgeye en yakın olduğu için ilk olarak 2. büyük sahne olan Sue sahnesine gittim. Ihsahn dayımız sakala karışmış, baya bir yaşlı gözüküyordu. Açıkçası Ihsahn’ın solo projesi müzikal olarak ne kadar zengin olsa da beni pek açmıyor. Emperor olsaydı sonuna dek izlerdim. Dipnot olarak Ihsahn’ın çok genç müzisyenlerle çalıştığını belirteyim. Ihsahn’ı hızlıca izleyip Obituary ile coşmaya yardırdım. Festival’in en küçük sahnesi olan Inferno Stage’de cehennem vardı. Tardy kardeşleri izleme şansı, seneler sonunda... Çaldılar, eskilerden, yenilerden, hatırlamıyorum, azmaktan beynim nevrim
döndü. Gazlardan gazlara coştum. Bas gitarda Steve DiGiorgio efsanesi vardı. 1 saatlik müthiş performanslarına ‘Chopped in Half’,’The End Complete’, ‘Slowly We Rot’ gibi efsane parçaların yanı sıra yeni albümlerinden de parçalari sığdırarak bizi coşturdular. Senelerce bekleyişten sonra Tardy kardeşleri ilk kez izleyebilmek büyük bir şerefti. İlk gunun headliner’i Devin Townsend - Ziltoid the Omniscient idi. Açıkçası müziğiyle hiç alakam olmadığı için pek izlemedim. Obituary, Satyricon ve Testament de beni darmadağın ettiği için izleyebilecek gücüm yoktu. Komşum Juho ile bulusup kalacağımız eve eşyalarımızı bırakıp Helsinki merkeze Mayhem izlemeye geri döndük.
02.07.2010 - Tuska Afterparty MAYHEM, CAVUS Dante’s Highlight Mayhem bu sene festivalin “afterparty”sinde çalacaktı. Dante’s Highlight isimli barda kendi grubum Solacide ile 2 kere çalmıştım. Mekanın eskiden cenaze törenlerinin yapıldığı eski bir kilise olduğunu da belirtmek istiyorum :) Mekana vardığımda çok uzun kuyruklar vardı ama neyse ki kuyrukta beklemeden mekana hemen giriş yapabildim. Bu konser de “sold out” olmuş içerisi tıklım tıklım dolmuştu. Mayhem’in ön grubu Finlandiyalı Cavus idi ve gerçekten Mayhem’e ön grup olmak için en iyi seçimlerden biriydi. Cavus, son dönemlerde adından fazlaca söz ettiren, Finlandiya’nın yükselen Black Metal gruplarından biri. İlkel ve saf black metali, rock’n roll tarzı rifflerle iyi harmanlıyorlar. Debut albümleri için Listenable Records ile anlaşan grup Mayhem öncesi etkileyici bir performans gösterdi. Benim için 2 Temmuz’un en önemli grubu Mayhem sahnedeydi. Grubu kadrosunda Blasphemer olmadan izleyecek olmanın verdiği bir burukluk vardı içimde :) Intro verildi, ışıklar karartıldı... Bütün grup elemanları makyajsız olarak sahnedeki yerlerini almışlardı. Intronun bitiminde bir ses geldi, “Fuck Youuuu” ve “De Mysteriis Dom Sathanas” albümünden ‘Funeral Fog’ başladı. Attila sahnede belirdiğinde şeytan sahneye geldi sandım. O makyaj, o leşlik, o duruş, o vokaller... Anlatılmaz yaşanır. Rahip kılığında sahneye çıkan Attila’nin boynunun etrafında urgan, diğer elinde tepesinde kuru kafaya zincirle bağlanmış bir lamba vardı. Her dönemden çaldılar. ‘Deathcrush’, ‘Necrolust’, ‘Freezing Moon’, ‘Anti’, ‘Pagan Fears’, ‘Wolf’s Lair Abyss’, ‘My Death’, ‘Whore’, ‘Buried by Time And Dust’, ‘Illuminate Eliminate’, ‘Wall of Water’ aklımda kalanlar... Konser tahminimce bir buçuk saat sürdü ama ben hiç bitmesin istedim. Fotoğraf çekerken o karmaşanın içinde birinin elime çarpmasi ile fotoğraf makinamı yere düşürdüm ve ekranı çatladı. Neyse ki hala resim çekebiliyorum ve fotografları kurtarabildim :) Sonuçta benim için efsane bir gece oldu. Ama efsane bununla bitti mi dersiniz? Hayır! Konser çıkışı Juho’nun cüzdanını sokakta
kaybetmesi, gecenin daha uzun olacağının habercisiydi. Sabah altıya dek cüzdanı aradık. 24 saat açık olan McDonald’s’ın önünden geçerken oraya sormayı akıl ettim, bu şekilde cüzdanı bulduk. O gecenin sabahı yaşadığımız başka sorunlar nedeniyle ancak bir kaç saat uyuyabildim ama Hypocrisy ile yapacağım röportaja hiç bir şey engel olamazdı ve o kısa uykunun ardından kalkıp Hypocrisy röportajı için soruları hazırladım. (Hypocrisy röportajını Eylül sayımızda yayınlayacağız /Edi) 2. GÜN Bol eğlenceli ve vukuatlı geçen 1. günün yorgunluğu ile Tuska’nın yolunu tuttum. Bünye o kadar leş bir hal almıştı ki hiç bir şey yiyesim gelmiyordu. Mekana vardığımda Hypocrisy sahnedeki yerini almış cayır cayır çalıyordu. İlk kez 1998 yılında dinlediğim Hypocrisy’i izlemek cidden muhteşem bir deneyimdi. Seyirci ile kontağı ve aşmis vokaliyle Peter Tägtgren tam bir frontman. 1 saatlik performanslarına ‘Pleasure of Molestation’, ‘Roswell 47’, ‘Killing Art’, ‘Eraser’, ‘A Coming Race’, ‘Weed Out the Week’ gibi parçaları sığdırdılar. ‘Let the Life do The Talking’ isimli parçadan önce Peter’ın “sıradaki parça bir aşk parçası” demesi çok geyik ve ilginçti. Nedenini röportajda soracaktım ama unuttum :) Hypocrisy’i canlı canlı izlemenin bünyemize verdiği neşeyle biraz da olsa tıkınmam gerektiğini düşünerek backstage’deki restoranın yolun tuttum, bir de ne göreyim? Satyr ve Frost dayılar oradaki barda takılıyorlar. Hemen yanlarına gidip bir önceki günkü performanslarının muhteşem olduğunu ve böyle bir şov hazırladıkları için teşekkürlerimi sunup hatıra fotoğrafı çekildim. Adamlar Türkiye’den olduğumu duyunca biraz şaşırdılar. (kimse Türk olduğuma inanmıyor ki zaten burda) Bünye et istiyordu ve hemen yemeğe daldım. Bloodbath’e kadar olan hiç bir grupla uzaktan yakından alakam olmadığı ve bir gece önceki maceralardan dolayı yorgun olduğum için, kendimi röportaja da hazırlamak istediğimden dinlendikce dinlendim ve backstage mekanında
gördüğüm Mikael Åkerfeldt (Opeth) ile tanışıp kısa süreli de olsa sohbet ettim. Hypocrisy röportajına 45 dakika kala telefon geldi yetkili kişiden ve eğer hazırsam Peter Tägtgren’in hazır olduğunu, mümkünse röportajı hemen yapabileceğimizi söyledi. Ben de hazır olduğum için, röportajı yapmak üzere grupların kendi özel backstage’lerinin bulunduğu mekana daldım. Hypocrisy röportajına bu noktada fazla girmeyeceğim, gelecek sayıda okuyabilirsiniz. Saatler 19:45’i gösterirken Overkill ve Bloodbath eş zamanlı olarak sahnedelerdi. Ben daha önce Overkill’i izlemiş olduğumdan, bünyeye
daha fazla Death Metal vermek için seçimimi Bloodbath’den yana kullandım. En ufak sahnede çalan Bloodbath, şarkılarını acımasızca icra etti. Mikael seyirciyle iletişimi güzel, çok cana yakın, çok sıcak bir adam, fakat seyirciye bazen çok uzun konuşuyor. ‘Ways to The Grave’ ile başladılar, ‘So You Die’, ‘Hades Rising’, ‘Outnumbering the Day’, ‘Brave New Hell’, ‘Cancer of the Soul’ gibi parçalarla devam ettiler. İçeride pogo olan yer hariç haraket etmek çok zordu. Son olarak ‘Eaten’i çalarak bitirdiler. Hemen medya kısmından sahne arkasına geçerek Mikael dayı ile bir resim çektirdim. Adam sağolsun, o kadar yorgunluga, onca performansa ragmen yaptığım çingeneliğe hayır demedi.
03.07.2010 Tuska Afterparty SHINING, ARTHEMESIA, TOTALSELFHATRED Nosturi Cumartesi’nin afterparty programında Shining izlemek için birkaç arkadaşla beraber Nosturi’nin yolunu tuttuk. Mekana girdikten sonra biraz bekleyişin ardından sahnede Finli Grup Totalselfhatred vardı. Grup mid-tempolu klavyeli doom-black metal tarzı işler yapıyor ve cidden bütün parçaları birbirinin benzeri, beni sarmayan cok sıkıntı verici işler. Grupta 3 gitarın olması da ayrı bir ilginçliktir, bu tarz müzik için 2, hatta tek gitar bile yeterli olabilir. Neden 3 gitarlılar hala anlayabilmiş değilim. İkinci ön grup olan Arthemesia’yı izlemek istiyordum fakat dışarıya hava almaya
çıktığımda uzun zamandır görmediğim bir kaç arkadaş ile sohbete daldık. Shining başlamadan önce içeri girdik. “Eerie Cold” albümünden ‘Claws of Perdition’ ile başladılar. Grup sahnede çok iyi ve hepsi çok iyi müzisyenler. Bu Shining’i ilk izleyişimdi ve gerçekten çok etkilendim. Eerie Cold sonrası çıkan albümlerini sevmesem de şarkıları canlı izledikten sonra beğenmeye başladım diyebilirim. Yeni basçı back vokalleri çok iyi icra ediyor, sesi gayet başarılı. Niklas Kvartforth’un arada bir sigara yakıp göğsünde söndürmesi, arada gidip bas gitaristi dudağından ateşli şekilde öpmesi, yaptığı ilginç haraketlerdi. Yeni çıkacak albümlerinden de birkaç parça çaldılar ve yeni parçalarını Eerie Cold sonrasi albümlerdeki parçalara göre daha çok beğendim.
3. GÜN Son günün ilk grupları Sue Stage’de Turmion Kätilöt ve Inferno Stage’de Finntroll idi. Turmion Kätilöt Endüstriyel Metal tarzında bir grup. 2 vokalleri var ve guzel sahne şovlarına sahip. Değişik sahne kostümleri ve hareketleri ile sanki biraz Rammstein’a özeniyor gibiydiler. Aynı anda ise Inferno Stage’de Fin Folk Metal grubu Finntroll çalıyordu. Gidip uzaktan bir göz attım. Beni hiç ama hiç sarmayan işler bunlar diyerek backstage’in yolunu tuttum ve Nile röportajım icin beklemeye başladım. Bu bekleyiş uzun sürdü diyebilirim, anlayabiliyorum ki bazen röportaj programında aksamalar olabiliyor. Hiç rahatsız olmadım bu durumdan ama bu bekleyiş içinde WASP’ın ancak sonunu izleyebildim. Röportaj icin backstage barında beklerken Peter babayı gördüm, öyle ayak üstü konuştuk tekrar. Çok sıcak kanlı olması ve beni tekrar hatırlamis olması klastı. “WASP izlemeyecek misin adamım” diye sordu, “Nile ile röportaj var Peter dayı” dedim, “onu bekliyorum”. O sırada Mayhem konserini
düzenleyen arkadaş Toni’yi gördüm ve yanında Mayhem’de session gitar çalan Fransız eleman ile tanıştım. Uzunca sohbet ettik. Sıcak kanlı ve samimi biriydi. Karl Sanders ile röportaj yapmayı beklerken (kendisi bir radyo ile canlı röportaj yapıyordu) Dallas’ı görüp onunla biraz da olsa sohbet etme imkanı buldum. Adamlarda burnu havada olmak denilen şey sıfır. Sonuçta 45 dakika gecikmeli de olsa Karl Sanders ile muhteşem bir röportaj yaptıktan sonra (bu sayımızda okuyabilirsiniz) backstage’de Cannibal Corpse basçısı Alex Webster’ı gördüm, hemen atlayıp Türkiye konserinin nasıl geçtiğini sordum. “Tek kelimeyle muhteşemdi” diye cevap verdi. Umarım oradaki arkadaşlar zevkle izlemişlerdir Cannibal Corpse’u. Nile’dan Dallas, Karl Sanders ve Cannibal Corpse’dan Alex Webster ile hatıra fotosu çekildikten sonra Solacide’dan grup arkadaşım Joonas ile Cannibal Corpse izlemek icin orta saflarda yerimizi aldık (daha fazla ilerlemek çok zordu).
Daha önce bir kez izlemiş olduğum Cannibal Corpse’u tekrar, açık havada izlemek bambaşka olacaktı biliyorum. İlk saniyeden itibaren ortalık cehenneme dönmüştü. İlk şarkı girer girmez oluşan pogo kasırgası yüzünden Joonas ile birbirimizi kaybettik. ‘Scalding Hail’ ile girdiler, ‘Unleashing the Bloodthirsty’ ile devam ettiler. 1 saatlik performanslarına 1415 parça sığdırdılar. Rob Barrett ve Pat O’Brien dayıların kombine yaptığı sololar görülmeye değerdi. Senelerdir söylerim, Paul dayının davulculuğu çok sade kaçıyor Cannibal Corpse’a ama uyuyor gene de çaldığı davullar müziğe. Fakat insan canlı izleyince neden Cannibal Corpse’un davulcusu olduğunu, değişmez olduğunu anlıyor. George “Corpsegrinder” Fisher abimizin boynunun neden kafasından
daha kalın oldugunu anlamak mümkün. Hayatımda gördüğüm en büyük pogo ortamı oluştu Cannibal Corpse konserinde. ‘Make Them Suffer’ çalmadan önce Corpsegrinder birilerine seslendi “siz arkadakiler, buraya öyle izlemeye mi geldiniz, neden bu kadar küçük pogo var?” dedi ama kime dedi bilmiyorum. Çünkü benim gördüğüm bir uçtan diğer uca pogo vardı. ‘Stripped, Raped and Strangled’, ‘Sentenced to Burn’, ‘A Skull Full of Maggots’, ‘I Will Kill You’ çaldılar. ‘Scattered Remains’, ‘Splattered Bones’ çaldılar ilk albümden. Yordular bizi. ‘Priests of Sodom’u kadınlara hediye ettiler :) ‘Hammer Smashed Face’ ile kapanışı yaptılar. Cannibal Corpse Türkiye’ye geldiğinde kaçıranlar olduysa, cidden cok büyük şeyler kaybettiler (mesela ben /Edi)
Festivalin sonu Nile ile birlikte gelmişti benim için... Cannibal Corpse biter bitmez hemen 2. büyük sahne olan Sue Sahnesi’ne doğru koşmaya başladım Nile izlemek için. Daha önce 2008’de aynı sahnede izlediğim Nile, neden ana sahne yerine 2. büyük sahnede çıkıyordu anlamadim ama fikrimce bu onların kendi tercihiydi. Intro’nun ardından son albümün açılış parçası Kafir! ile girdiler. Sacrifice Unto Şebek ile devam eden konserde her dönemden parçaları acımasızca icra ettiler. Dallas dayımızın saçlarını komple kestirmesi çok yerinde bir karar olmuş, uzun saçlıyken yakışmıyordu orta taraf kel olduğundan. George Kollias insan değil arkadaşlar, Death Metal seven herkesin hayatında bir kere George Kollias izlemesi gerektiğine inanıyorum canlı canlı. Grubun session basçısı, 2008’deki performansa göre daha aktifleşmiş grupta ve kendine daha güveni var gibi gözüktü sahnede. Üçlü vokal kombinasyonlarını daha çok Dallas ve grubun basçısı paylaşıyor. Karl ise arada bir estikçe yapıyor. Ama vokal paylaşımları
gerçekten etkileyici. Karl Sanders sürekli sahnede gülüyor, çok güleryüzlü bir adam ve yerinden pek kıpırdamıyor (cüssesi itibariyle pek kıpırdamak istemediğini düşünüyorum). ‘Lashed to The Slave Stick’, ‘Sarcophagus’, ‘Permitting The Noble Dead To Descend To The Underworld’, ‘The Eye of Ra’ gibi parçalar aklımda kalanlar... Nile her gün izlesem bıkmayacağım gruplardan biridir herhalde.. Konser bittiğinde bünyeye gelen mutluluk ile backstage’in yolunu tuttuk, suratımdaki gülüşü Mayhem’in gitaristi bile farketti ve “çok mutlu görünüyorsun” dedi. Ben de “üst üste Cannibal Corpse ve Nile izledim, şimdi de bira içiyorum, bundan daha iyi ne olabilir” diye cevap verdim. Megadeth son günün headliner’ı idi. Dave Mustaine’i ve Megadeth’i beğenmiyorum ve takip etmiyorum. O nedenle izlemedim. Üç günün vermiş olduğu yorgunlukla süpermarketin ve sonrasında tren istasyonunun yolunu tutup evime geri döndüm. Başka bir festival ve konser yazısında görüşmek üzere…
Article
GÖKHAN KORKMAZ Photos
NESLİHAN BAŞAK MARCO MANZI GÖKHAN KORKMAZ
DAY 1 After waiting for Tuska for a long time, especially after the long and very cold winter, Tuska had arrived. I woke up in my apartment around 9 am. in the morning with a huge hangover because of heavy partying on Thursday night (surprise) and started to prepare for 3 days of this awesome metal festival. Luckily this year the weather was hot, surprisingly and incredibly. After one hour of train trip, I arrived to Helsinki and met the legendary vocalist of Mayhem, Attila in his hotel room for a small moment and had a chance to talk with him for small time. Afterwards I remembered that I should move my ass to festival area to be able to watch Testament. I met my neighbor from Lahti and we arrived to the Festival area after buying our booze from the market ( you are allowed to take your alcohol or drinks to festival area if they are in plastic bottles, no tins nor glass bottles are allowed) After entering the festival area from the media entrance, I ran to watch Testament. It was my first time watching ‘em alive, even though they visited Turkey a couple of times while I was living there. The gig started with “The Preacher”, they had very interesting setlist, a mixture of old and new stuff. Alex Scolnick and Eric Peterson are very compatible guitarists, it was such a great pleasure to watch ‘em. They played classics like “More Than Meets the Eye”,”The New Order” , “Practice What You Preach”,Disciples of the Watch”. It was great for me to see that they performed D.N.R. from my favorite Testament album, The Gathering. Overall, it was great show and it was very nice to see Testament live with Paul Bostaph. I wish that Testament show would never come to an end. I guess there were about 35000-40000 people at the festival area. This year the festival tickets were sold out once again. After the Testament`s great show, I watched Tarot`s and Insomnium`s shows for a very short time because I thought I should keep my whole energy for bands like Satyricon, Obituary and Mayhem. After having some break from bands, I had a chance to see friends who I hadn`t seen for a long time and had also some chance to eat some food to keep
my energy up enough for the rest of the day and I ate some grilled sausages. I thought I should give an eye to Peter Tägtgren`s other band Pain for some time before Satyricon’s show, I am not huge fan of Pain but I am a fan of Hypocrisy but still I wanted to see Peter live. After seeing Pain for 20 minutes I wanted to see Satyricon from the front lines and decided to move to the Radio Rock Main Stage. Satyricon.. I waited so long to see Satyricon for many years, so it was about time now. Festival`s first day was full of bands that I had waited so long to see and they were all playing the same day. Satyricon started with “Repined Bastard Nation” after their intro. Satyr has great connection with audience. Most of the setlist was from Volcano album and the albums came out after Volcano. Frost doesn`t forget to head bang while blasting the drum... They played songs like The Wolfpack” “Black Crow On A Tombstone” , “Die By my Hand” , “My Skin is Cold” and “Now,Diabolical” also there was “Du Som Hader Gud” from the old era of the band at the setlist. It was interesting to see Satyr`s playing guitars on some songs and changing it sometimes. They finished their show and came altogether to hail the audience but we all started to sing the great melody of the legendary Black metal march “Mother North”. It shouldn`t end like that, there was no way that Satyricon is ending the show without playing “Mother North” , and of course they didn`t reject the wish of thousands of people. It was a show that should never come to an end but unfortunately...it did. Unluckily Ihsahn and Obituary were playing at the same time at different stages (Sue Stage and Inferno Stage) so I had to make a choice between the two, but I didn`t see both of the bands before, so what should I do? I was more closer to Ihsahn`s stage so firstly I went to check his solo project for a while. I`m a fan of old Emperor, I mean it was great music, Ihsahn is a great musician and songwriter, and his solo-project can be great but it is not my cup of tea. They were playing great alive, he has very young and talented musicians in his soloproject`s band but I saw ‘em for 10 minutes and ran to the Inferno Stage to see Obituary. Finally, it was time to see Tardy Brothers after listening
to ‘em for many years. It is the smallest stage of the festival. Their show had already started 10 minutes before I was there, so I was kind of pissed off but what can you do? It was kind of hard to move forward but I tried my best to move as much as I could. I can`t remember the whole setlist but I lost myself head banging. It was a great show and I feel so lucky to see Obituary live with Steve DiGirgio at bass guitars :) They had legendary songs like ”Chopped in Half”,”The End Complete”, “Slowly we rot” and plus some new songs. It was a great honor to see Tardy Brothers live.. First day`s headliner was Devin Townsend - Ziltoid the Omiscient. To be honest, I respect musicianship of Devin Townsend but his music is not my stuff and especially while I was too tired already from Testament, Obituary and Satyricon, I decided to have some rest, because there was still after party show at Dante`s Highlight and I should keep my energy for legendary Mayhem. 02.07.2010 - Tuska After party Show Cavus, Mayhem Dante`s Highlight After leaving our bags to my neighbor Juho`s stepfather`s house in Helsinki we went to Dante`s Highlight to see Mayhem`s show. The whole show was sold out and inside the bar it was already so crowded. When we arrived support act Cavus was playing already. Cavus is one of the most significant black metal band which has been rising in last few years. They play Raw Black Metal with touch of Rock`n`Roll kind of riffs. It was my first time seeing them alive and they had great energy at stage and they played really good even though they had some sound problems ( I played at that place 2 times, I guess it is an old chapel and that`s why bands might have sound problems there). It was time for Mayhem. I was wondering how it would be without Blasphemer. Intro started, all band members were on stage except Attila. At the end of the intro came a voice “fuck youuu” and they started to play Funeral Fog :) Awesome song choice for the beginning.. Attila came onto the stage, he had so ugly make-up (in a positive way ) and he was dressed up like a priest...When he came to the stage at the beginning, I really thought that devil was on stage. While I was taking photos in that huge mass of people moving all the time, some jerk hit my hand “accidentally” and the digital camera´s screen got broken, well I still can take some photos and luckily I could save all the
photos I took. The setlist was full of different songs form all eras of Mayhem: Deathcrush,Necrolust, Freezing Moon, Anti, Pagan Fears, Wolf`s Lair Abyss, My Death, Whore, Buried by Time And Dust,Illuminate Eliminate, Wall of Water are the ones I can remember. The show lasted about 1,5 hours and I wish it would have never ended.. It was a legendary show for me and Mayhem show was one of the greatest moments of my life.
After the show my neighbor Juho`s losing his wallet and my finding it at McDonald`s was some adventure and I could finally get some sleep on Saturday morning at 8 a.m :) After sleeping for 2-3 hours I was a total mess as I woke up on Saturday morning. I prepared my interview questions for Mr. Peter T채gtgren and we headed to Tuska Festival Area with Juho.
DAY 2 When I arrived to the festival area, Hypocrisy was playing their awesome show... It was such a great experience to watch Hypocrisy live, I have been listening to them since 1998.. Beyond being a great vocalist, guitarist and a songwriter, Peter Tägtgren is an awesome frontman. They had songs like Pleasure of Molestation,Rosewell 47, Killing Art,Eraser, A Coming Race, Weed Out the Week in their 1 hour long setlist. It was very funny and interesting that Peter announced like “ This next song is a love song” and they started to play Let the Knife Do theTalking.. Who knows, may be he has written it for a woman :) I was going to ask the reason during our interview but unfortunately I forgot to... After Hypocrisy show, I was thinking that it was time to eat some food.. I went to backstage restaurant and guess who was there at the bar? Satyr and Frost.. I went to talk with ‘em for a small moment and ask if we could have a photo together. I thanked them for their great show that they played the previous day. I ate my food and saw Mikael Åkerfeldt there and had some time to chat with him. I had my interview with Peter 45 minutes before it was supposed to be, but it didn`t do any harm to me because I was ready already waiting for it when Silke called me for the interview. You can read Hypocrisy interview on the other pages of the magazine. After all I spent my time waiting for Bloodbath and skipped watching Over Kill even though I love their music, but it was time for me to see Bloodbath since I have seen Over Kill before. Bloodbath was on Inferno Stage and it was not very easy for anyone to move forward. Mikael is great singer and they played really good. He is very approachable to audience but sometimes talks too long to audience in my opinion :) They started with “Ways to the grave Grave” . They continued their setlist with songs such as “So You Die” ,”Hades Rising” , Outnumbering the Day”, “Brave New Hell” , “Cancer of the Soul” and they played “Eaten” at the end. I ran to the back of the Inferno stage and asked from Mikael if we could have a photo together again and he didn`t reject even though he looked pretty tired from the show :)
03.07.2010 Tuska Afterparty Totalselfhatred, Arthemesia, Shining Nosturi It was time for going to see Shining at Nosturi for Saturday`s Afterparty program. After waiting for some time first support act Totalselfhatred started to play. They play mid-tempo Doom/ Black Metal with keyboards and in the band there are 3 guitarists and 2 vocals. It is not my piece of music, to be honest, and I do not understand why the band has 3 guitarists, it was not the best choice for being Shining`s support act. I would like to see ArthemesiA but when I went to get some air to my lungs outside, I saw some friends who I didn`t see for a long time and had some time with ‘em. Honestly I couldn`t watch ArthemesiA for that reason. And it was time for Shining. I am not a big fan of the band but I heard they play very good live and I like their album Eerie Cold, so I thought it would be a good idea to see the Shining show from the beginning to the end. They started with “Claws of Perdition” from their Eerie Cold album. Even though I don`t like the albums after Eerie Cold, when they performed those songs live, I started to like ‘em. I was very impressed by their performance. I just can`t understand Kvartforth`s putting out the cigarettes on his chest :) It was also interesting to see Kvartforth`s kissing the new bass guitarist from his lips passionately during the show multiple times. But I guess those are Shining`s normal stage activities. Additionally, new bass guitarist is doing back vocals and I would like to say that he has very impressive scream vocals. They had new songs from their upcoming album in their playlist and honestly, I liked them more than the previous albums which came after Eerie Cold. DAY 3 Last day’s first bands were Turmion Kätilöt on Sue Stage and Finntroll on Inferno Stage. With their interesting shows and stage-suits Finnish Industrial Metallers Turmion Kätilöt reminded me of Rammstein a lot. After having my interview with Karl Sanders and I had a chance to meet Alex Webster and ask him how their show went in my home country Turkey and his answer was “it was excellent, everything was great”. I`m so sure Turkish Death Metal fans had great time there in Istanbul!
It was time for Cannibal Corpse! I have seen them once before while they were touring with Children of Bodom about 1,5 years ago in Helsinki in winter. They made a great show and this would be my second time to see them but this time it would be different in an open air festival. We had our place with my bandmate Joonas from Solacide and when Cannibal Corpse started their show, after the first second we lost each other because of being in the middle of moshpit tornado. Setlist started with Scalding Hail continued with Unleashing the Bloodthirsty. Serial solos that Rob Barrett and Pat O`Brian made in a row were amazing.. They exhausted us, I can`t believe how energetic they can be on stage. When you see George “Corpsegrinder” Fisher head banging like that on stage, you can understand why Corpsegrinder has that thick neck, it is thicker than his own head.Cannibal Corpse is one of the best live bands I have ever seen. They played songs like Stripped,Raped and Strangled,Sentenced to Burn, A Skull Full of Maggots, I Will Kill You, The Wretched Spawn. I was so looking forward to see The Spine Splitter but it wasn`t on setlist. Before the song Make Them Suffer, Corpsegrinder was telling to the audience,”Hey you pussies at the back and on the sides, what the fuck are you doing, why do I see only one moshpit here?” Well, it was very big moshpit but it wasn`t enough for Mr. Corpsegrinder. It was very great to see their playing Scattered Remains, Splattered Bones from their first album. Corpsegrinder`s gifting “Priests of Sodom” to women was funny. And of course Death Metal legend Cannibal Corpse didn`t forget to play Hammersmashed Face too at the end. I was over satisfied after Cannibal Corpse, but there was still Nile to watch at Sue Stage so I ran right away after Cannibal Corpse to see Nile. I saw Nile for the first time at Tuska Festival at the same stage in 2008. I can`t understand why Nile doesn`t play at main stage, but anyway I guess that`s
their own choice to make. After the intro they started with Kafir!, the opening track of their last album “Those Whom the gods Detest”. It was very hard to breathe at the front line and protect yourself from the crazy moshpit and watch the great show of Nile. But at the end I found myself a good spot to see the show from front. They continued with Sacrifice Unto Sebek, one of my favourite songs of Nile. Band`s having 3 different vocals and all 3 vocals having great compliance is unbelievably good. George Kollias is one living drum machine, he cannot be a human being, you should be an octopus to play drums like that. I guess bass guitarist is still not permanent in the band but he is doing a great job at the band and he sometimes announced some of the songs instead of Dallas. Karl Sanders is always smiling at the stage, he is very outgoing guy and it is something very positive in my opinion. I remember their playing songs like Lashed to The Slave Stick, Sarcophagus,Permitting The Noble Dead To Descend To The Underworld, The Eye of Ra and many more in 1 hour. It was amazing show, many thanks to Nile! After Nile I was really tired but way too satisfied with the American Death Metal legends Nile and Cannibal Corpse. Even though I was exhausted, I was smiling all the time, who wouldn`t ? I watched the very two bands that I love in a row and many other bands that I love in 3 days. It was time for me to leave to my house to recover from this great festival after saying goodbye to my friends,having some rest and refreshing myself with beer in that hot Finnish summer. It sounds very odd, doesn`t it? We are having very hot summer here this year. Hot weather and Finland, I wouldn`t have believed it before too:) Anyway, Tuska Open Air Festival 2010 was a perfect metal festival. Thanks to the Tuska Crew for giving me the opportunity to watch this great metal festival! Cheers!
Yazı dizimizin son bölümünde geri planda kalmış bazı grupları kısa özetlerle sizlere tanıtacağız. Adagio Fransa çıkışlı Adagio senfonik ağırlıklı Progressive Metal icra ediyor. Gitarist Stephan Forte önderliğinde yola çıkan grubun kariyerinde dört albüm bulunuyor. Grup en son olarak geçtiğimiz sene Archangels In Black albümünü yayınladı.
Age Of Nemesis Dream Theater’ın Images And Words ve Awake dönemlerinden etkilenmiş sert bir metal müzik icra eden grup, yer yer Prog-Rock ve Folk etkileriyle dikkat çekiyor. Macaristan asıllı grubun 1998’den bu yana yayınlanmış beş albümü bulunmakta.
After Forever Kariyerine doksanların ortasında bayan vokalli Gothic Metal grubu olarak başlayan After Forever, 2001 tarihli Decipher albümünden sonra gitarist Mark Jansen’in ayrılmasından sonra Sander Gommans’ın önderliğinde Progressive Metal’e daha yakın bir müziğe kaydı. Power Metal, Progressive Metal ve Death Metal etkilerini bir potada eriten grup, en son After Forever albümünü yaptıktan sonra aktif müzik hayatına son verdi.
Amaran’s Plight DC Cooper, Gary Wehrkamp, Nick D’Virgilio gibi önemli isimleri buluşturan süpergrup Amaran’s Plight, Progressive Metal, senfoni ve AOR etkilerini buluşturan bir proje. Grup şu ana kadar sadece Voice In The Light adlı albüm yayınladı.
Amaseffer İsrail çıkışlı yeni bir grup olan Amaseffer, oryantal müzik esintili Progressive Metal yapıyor. İlk albümleri Slaves For Life’da sinematografik anlatımlara dayalı, atmosferik ve Dream Theater-Orphaned Land arası bir tat yakalanan müzik icra eden grubun vokallerinde Therion ve Malmsteen’den tanıdığımız Mats Leven yer alıyor.
Andromeda ’99 yılında İsveç’te kurulan Andromeda, Dream Theater ekolü Progressive Metal melodik ağırlıklı icra eden gruplardan birisi. Extension Of The Wish adlı debutlarıyla ilgi toplayan grup, kariyerinde şu ana kadar beş albüm yayınladı.
Ark Conception gitaristi Tore Østby ve Norveç’ten
çıkmış önemli vokallerden Jørn Lande’yi buluşturan Ark, birçok farklı tarzdan etkileşim taşıyan ve Progressive Metal adına önemli görülen bir projeydi. 1999’da Ark, 2001’de ise Burn The Sun albümlerini yapan grup ardından dağılmıştı. Geçtiğimiz aralık ayında grup, Lande olmadan tekrar toplandı.
John Arch Fates Warning’in ilk üç albümünde vokal yapan John Arch, yüksek oktavlı sesi ile dikakt çeken bir isimdi. Fates Warning’den sonra uzun süren sessizliğe gömülen Arch, yanına Jim Matheos ve Mike Portnoy’u alarak bir EP yayınladı. 2003’te yayınlanan A Twist Of Fate şu ana kadar Arch’ın tek solo eseri olmakla birlikte, Arch’ın etkileyici vokallerini bulundurması açısından önem taşıyor.
Artension Çok uluslu bir proje olan Artension, klavyeci Vitalij Kuprij’in başını çektiği bir Progressive Power Metal grubu. Neo-Classical Metal etkileşimini bolca taşıyan, klavye ve gitar atışmaları içeren grubun şu ana kadar yedi tane resmi albümü yayınlanmıştır.
Behind The Curtain Danimarka çıkışlı Behind The Curtain’de tek albüm yaptıktan sonra ortadan kaybolan gruplardan. 1999 senesinde çıkarttıkları ‘Till Birth Do Us Part’ta melodik ve yer yer teknik aranjmanlar, melankolik gitar ve atmosferik klavye partisyonları kullanarak Dream Theater, Fates Warning ve Psychotic Waltz etkileşimli bir müzik icra etmişlerdir.
Beyond Twilight Klavyeci Finn Zierler’in başını çektiği Beyond Twilight son on yılda çıkan önemli Prog-Power Metal gruplarından birisiydi. Zierler’in net şekilde deli dahi olmasının ürünlerini direk müziğinde ortaya koyan grup, The Devil’s Hall Of Fame albümüyle özellikle dikkat çekmişti. Kariyerinde üç albüm olan grup, en son 2006 senesinde For The Love Of Art And The Making albümünü yayınlamıştı.
Communic Norveç’te kurulan Communic, Prog-Power Metal temelli ve tam anlamıyla Nevermore’un izdüşümü olarak tanımlayabileceğimiz bir grup. Yüksek tempolu ve melodik bir müzik icra eden grubun vokallerinde de yer yer Warrel Dane tadı yakalamakta mümkün. Üç albüm çıkartan grup en son iki sene önce Payment Of Existence albümünü yayınladı.
Dali’s Dilemma Dream Theater, Enchant, Fates Warning ve Shadow Gallery’den etkileşimler taşıyan bu Amerikalı grup, Manifesto For Futurism albümünü yayınladıktan sonra dağılmıştı. Teknik ve yoğun bir müzik icra eden grup özellikle Images And Words dönemi Dream Theater sevenler için biçilmiş kaftan.
Digital Ruin Queensryche, Fates Warning ve Dream Theater gibi gruplardan etkiler taşıyan sert ve teknik bir müzik yapan grup, özellikle Dwelling In The Out albümüyle dikkatleri çekmişti. İki albüm yayınlayıp dağılan grubun, ’97 yılında yayınlanmış Listen adında bir albümü daha bulunmaktadır. Dominici Dream Theater’ın ilk albümünde yer alan vokalist olarak hatırlanabileceğiniz Charlie Dominici’nin Progressive Metal icra ettiği projesi,doğal olarak Dream Theater’dan da etkiler taşıyor. Şu ana kadar hepsinin bir konsepte bağlı olduğu üç albüm yayınlayan Dominici, arkasındaki grubun İtalyan asıllı olması sebebiyle Avrupai bir tat taşıyan proje.
Diablo Swing Orchestra İsveçli Avant-Garde Metal yapan bir grup olan DSO klasik müzik etkileriyle domine edilen, aynı zamanda Jazz, Funk, Swing gibi tarzlardan da alıntılar içeren karmaşık müziğiyle dikkat çekiyor. İki albümü olan grup Sing-Along Songs for the Damned & Delirious adlı son albümünü geçen sene yayınlamıştı.
Dreamscape Almanya’dan çıkan en önemli Progressive Metal gruplarından birisi olan Dreamscape, ‘80lerin sonundan beri aktif müzik yaşamını sürdürüyor. İlk albümlerini ’97 yılında çıkartan grup melodik ve güçlü müzikal yapıları ile dikkat çekiyor. Dört albüm yapan grup en son üç sene önce 5th Reason albümünü çıkardı.
Eternity X Klasik müzikten de etkileşimler taşıyan ve teknik açıdan başarılı bir grup olan Eternity X, özellikle The Edge albümüyle Progressive Metal adına oldukça önemli bir eser sunmuştu. Üç albüm yaptıktan sonra dağılan grup, doksanların içinde gömülü olan Progressive Metal grupları arasında oldukça değerlilerden birisi olarak değerlendiriliyor.
Futures End Yeni bir proje olan Futures End’de süpergrup olarak tanımlanabilecek bir kadroya sahip. Steve DiGiorgio, John Allen, Fred Marshall ve Christian Wentz gibi isimleri buluşturan proje, Symphony X, Testament ve Alice In Chains etkileri yanında yer yer Power Metal tatları taşıyor. Grup geçtiğimiz sene ilk albümleri Memoirs Of A Broken Man albümünü yayınladı.
Frameshift James LaBrie ve Sebastian Bach’ın vokal olarak katkıda bulunduğu Frameshift, şu ana kadar iki albüm yayınlamış ve Techno, Pop, Ambient gibi tarzlardan etkileşimler taşıyan bir proje... Yeni albümünü bu sene içinde yayınlayacak olan grup, vokallerde Dan Swanö ve Magali Luyten’i konuk edecek.
Farzad Golpayegani İran doğumlu bir gitar virtüözü olan Farzad Golpayegani, enstrumental ağırlıklı Jazz Fusion/ Progressive Metal arasında bir müzik yapıyor. Müziğinin tüm işçiliğini kendisi yapan müzisyenin albümleri internet sitesinden ücretsiz olarak edinilebiliyor.
Garden Wall İtalya’nın Progressive Metal adına verdiği en orijinal ve sıradışı ama aynı zamanda en yeraltında kalmış grubu diyebiliriz Garden Wall için... Doksanların başında kariyerlerine Progressive Rock/Metal arasında bir denge tutturarak başlayan grup, daha sonra müziğindeki teknik anlayışı daha Extreme Metal bazlı bir tabana taşımıştı. Kariyerlerinde yedi albüm bulunan grup ile ilgili daha detaylı bilgileri Mart ’09 sayımızda bulabilirsiniz.
Heaven’s Cry Kanada çıkışlı Heaven’s Cry sert ve teknik müziğiyle dikkat çeken fakat adını fazla duyuramamış gruplardan birisi. İki albümü olan grup, en son 2002 senesinde Primal Power Addiction’u yayınlamıştı. Sert Progressive Metal sevenler için uygun bir grup.
Hourglass Amerika çıkışlı olan Hourglass, dört albümü olmasına rağmen fazlasıyla yeraltında kalmış bir Progressive Metal grubu. Uzun ve epik şarkılar icra eden ve çeşitliliği bol bir müzik yapan grup, Dream Theater, Shadow Gallery ve Threshold gibi isimleri sevenler için iyi bir alternatif.
Ice Age Progressive Rock gruplarından yoğun etkiler taşıyan ve yer yer Dream Theater tatları da veren Ice Age, iki albüm ve bir EP’den oluşan bir kariyere sahip. Özellikle ilk albümleri The Great Divide ile ilgi toplayan grup, uzun süredir sessizliğini koruyor.
Labyrinth İtalyan Prog-Power Metal grubu Labyrinth, Queensryche ile Helloween etkisinin yanında
senfonik ve Neo-Classical Metal etkileri taşıyan bir grup. Altı albümü olan grup, en son 2007 senesinde 6 Days To Nowhere albümünü yayınladı.
Madsword İtalya çıkışlı Progressive Metal grubu Madsword, Dream Theater, Fates Warning ve Queensryche etkileri taşıyan, melodik bir müzik yapıyordu. İki albümü olan grup şu an aktif değil. Mayadome İsveçli Mayadome, Neo-Classical Metal ve Dream Theater, Yes, Rush etkileri taşıyan, yer yer teknik bir müzik yapan gruptu. Paranormal Activity ve Near Life Experience adlarında iki albüm yaptıktan sonra dağılmışlardır.
Lemur Voice/Sun Caged Hollandalı gitar virtüözü Marcel Coenen’in grubu olan Lemur Voice’da Dream Theater ekolünden müzik yapan ve geniş bir etkileşim yelpazesine sahip bir grup. Insights ve Divided adlı iki albümü olan grup, sonradan adını Sun Caged olarak değiştirerek yoluna devam ediyor. Linear Sphere: İngiltere çıkışlı teknik Progressive Metal grubu olan Linear Sphere, Death Metal ve Jazz Fusion tarzlarından da etkiler taşıyor. Grup, Reality Dysfunction adlı albümünü 2005 senesinde yayınlamıştı. Mechanical Poet Rusya’dan çıkma Mechanical Poet orkestrasyon ağırlıklı, yer yer Avant-Garde etkileşimli müziğiyle öne çıkan bir grup. Dört albümü ve iki EP’si olan grup en son iki sene önce Eidoline-The Arraken Code albümünü yayınlamıştı.
Mind’s Eye Rush, Yes, Genesis gibi Prog-Rock etkiler taşıyan ve bunu Heavy ile birleştiren melodik bir grup. olan grup en son üç sene önce A Hurricane albümünü yayınlamıştı.
Desert Call adlı albümünü yayınladı. gruplarından Metal tavrı Altı albümü Gentleman’s
Mindflow Brezilyalı Mindflow, vokallerde Pain Of Salvation etkisi hissedilen ama müzik olarak Dream Theater ve Queensryche çizgisini takip eden bir grup. Üç albümü olan grup en son 2008 yılında Destructive Device albümünü çıkarttı.
Myrath Tunus çıkışlı yeni bir grup olan Myrath, Symphony X tatları veren, sert metal tarzıları ve oryantal etkileşimlerle beslenmiş kompleks Progressive Metal icra ediyor. İki albümü olan grup, bu sene
Nightingale Dan Swanö’nün en üstünde durduğu projelerinden biris olan Nightingale, ‘70lerin klasik progresif gruplarından etkiler taşıyan bir Melodic Metal projesi. Özellikle Yes ve Genesis dokusunun belli olduğu modern bir müzik icra eden Nightingale’in kariyerinde altı albüm bulunuyor.
Outworld Dream Theater, Symphony X, Pantera ve Iron Maiden gibi grupları favorileri olarak gösteren Outworld, Beyond Twilight’tan da tanıyabileceğiniz Kelly Carpenter’ın vokalist olarak yer aldığı bir proje. İlk albümlerini 2006 senesinde çıkartan grup kompleks düzenlemeleri ve melodik anlayışıyla öne çıkıyor.
Pagan’s Mind Norveç’ten çıkan Pagan’s Mind, Prog-Power Metal çizgisinde Conception, Dream Theater ve Queensryche gibi gruplardan etkileşimler taşıyan bir müzik yapıyor. Yer yer farklı tarzlardan da tatlar taşıyan grup en son 2007 yılında dördüncü albümleri God’s Equation’u yayınladı.
Pantommind Bulgaristan çıkışlı Pantommind, Fates Warning ve Psychotic Waltz gibi gruplardan etkileşimler taşıyan ve vokalinin güçlü sesiyle dikkat çeken bir grup. İki albümleri olan grup en son geçtiğimiz sene Lunasense albümünü yayınlamıştı. Poverty’s No Crime İlginç bir ada sahip olan Alman Progressive Metal grubu, müziğini melodinin öne çıktığı
bir anlayışla destekliyor. Altı albümü olan grup en son 2007 senesinde Save My Soul albümünü yayınlamıştı. Power Of Omens Queensryche ve Fates Warning’den izler taşıyan oldukça kompleks bir müzik icra eden Power Of Omens, aynı zamanda gitaristleri David Gallegos’un e n s t r u m a n hakimiyetiyle de adından söz ettirmişti. İki albümü olan grup şu an aktif değil. David Gallegos’un Latin müziği etkileşimli iki klasik gitar albümü yayınladığını ayrıca ekleyelim.
The Quiet Room Amerika çıkışlı The Quiet Room, iki albüm yaptıktan sonra aktif müzik yaşamını bitirmişti. İlk albümleri Introspect’te Dream Theater’dan etkilenmiş bir albüm yapan grup, 2002 yılında farklı bir vokal ve tarz anlayışıyla Reconcieve albümünü yayınlamış ve Korn+Dream Theater karması olarak tanımlanabilecek farklı bir müzik denemişti.
Redemption Çeşitli Progressive Metal gruplarından üyeleri bulunduran Redemption, Prog-Power Metal çizgisinde Dream Theater ve Fates Warning etkileşimli bir müzik yapıyor. Fates Warning vokalisti Ray Alder’ın son üç albümde yer almasıyla Fates Warning hayranları için bir alternatif oluşturan Redemption’un şu ana kadar yayınlanan dört albümü var. Kasım ’09 sayımızda kendileriyle ilgili daha detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
Royal Hunt Deep Purple, ELP, Rainbow gibi gruplardan etkiler taşıyan Danimarkalı Royal Hunt, senfonik ve klasik müzikten de tatlar bulunduran bir müzik yapıyor. Kariyerine on albüm sığdıran grup geçtiğimiz aylarda X albümünü yayınlamıştı.
Sieges Even Progressive Metal alanında köklü gruplardan birisi olan Alman Sieges Even,Technical Thrash Metal (özellikle Watchtower), Progressive Rock ve Jazz Fusion etkileşimli müziği ile kendine özgü bir tarz yakalamış isimlerden. Yedi albümü olan grup en son 2007’de Paramount albümünü yayınladı.
Stonehenge Macaristan’dan çıkan diğer bir önemli Progressive Metal grubu Stonehenge, melodik yönüyle
dikkat çeken gruplardan. 2001 senesinde Angelo Salutante albümünü yayınlayan grup uzun süredir sessizliğini korumakta.
Stramonio Neo-Classical Metal’den Hard Rock’a uzanan etkileşimleri kadar müziklerindeki teknik anlayış ve yoğun Jazz dokusu bulunduran Stramonio üç albüme sahip. En son 2004 senesinde Time Will Tell albümünü yayınlamışlardı. Thought Chamber Enchant’ın vokali Ted Leonard’ın vokallerinde bulunduğu Thought Chamber dinamik ve teknik bir anlayışla beslenmiş Progressive Metal yapıyor. Grubun ilk albümü Angular Perceptions 2007 senesinde yayınlanmıştı.
Time’s Forgotten Kosta Rika gibi metal müzik alanında hiç söz sahibi olmayan bir ülkeden çıkan Time’s Forgotten, elektronik müzik, etnik müzik etkilerini Progressive Metal tabanıyla birleştiriyor. Pink Floyd ve Porcupine Tree’den etkileşimler taşıyan grubun iki albümü var. Son albümleri Dandelion geçtiğimiz sene yayınlanmıştı.
To-Mera Bayan vokal önderliğinde bir Progressive Metal grubu olan To-Mera, birçok farklı tarzdan edindikleri etkileşimleri vokalistleri Julie Kiss’in etkileyici sesiyle buluşturuyor. Klasik müzik ve özellikle Jazz’dan yoğun etkileşimler taşıyan dinamik bir müzik yapan grubun iki albümü ve bir EP’si var.
Vauxdvihl Avusturya’dan çıkma Vauxdvihl, Fates Warning ve Queensryche etkileri taşıyan, yer yer karanlık ve melankolik bir müzik yapıyor. 1994 senesinde çıkarttıkları To Dimension Logic, türün takipçileri açısından keyifli bir dinlence sunuyor.
Wolverine İsveçli Wolverine, yoluna Melodic Death Metal grubu olarak başlamışsa da zamanla Progressive Metal’e kayan melodik bir müziğe yönelmiş. İlk EPlerinde gösterdikleri Death Metal etkilerini debut albümlerinden sonra terkeden ve karanlık, melankolik bir yapıya kayan grubun üç albümü bulunmakta. 2006 yılında çıkan son albümleri Still özellikle dinlenmeli.
Zero Hour Karanlık, güçlü ve oldukça teknik Progressive Metal yapan Zero Hour, bas ve gitar görevlerini paylaşan Tipton kardeşlerin yüksek enstruman hakimiyetleri ile de dikkat çekiyor. The Towers Of Avarice albümüyle oldukça dikakt çeken grubun kariyerinde altı albüm bulunuyor.
:::: Bu yazıda bahsettiğimiz gruplar genel olarak geri planda kalmış ama tarza katkıda bulunmuş gruplardan yapılmış seçmelerdir. Yazamadığımız daha birçok grup var ve takdir edersiniz ki hepsini yazıya ekleyebilmemiz zor olacaktır. İllahaki arada kaçırdığımız, unuttuğumuz isimler bulunacaktır. Bu nedenle, sizlere tarzı genel anlamda tanıtmak ve bir fikir vermek bu noktada asıl önem taşıyan şeydir. Uzun süren bir yazı dizisinin sonuna geldik. Beş bölüm boyunca tarihçesiyle, gelişme süreciyle, önemli gruplarıyla ya da satır aralarında adları geçen diğer gruplarıyla Progressive Metal’i sizlere aktarmaya çalıştık. Mutlaka eksiklerimiz olmuştur ama sizlerin bu tarza ilgisini bir nebze arttırabildiysek ya da sizi bu tarzla tanıştırabildiysek ne mutlu bize... Yeni yazı dizilerinde tekrar görüşmek üzere...
WHERE IS YOUR
STAR?
IS IT FAR? SELİM VARIŞLI
Milyonlara ilham kaynağı olan (vee bir klişe daha tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı) büyük üstat Ronnie James Dio’nun sesiyle ilham verdiği görkemli Rainbow albümü “Rising” şu aralar hayatımı öyle bi doldurdu ki, sırf bu albüme özel bişeyler yazma ihtiyacı hissettim. Sahnede izleyemediğim için cidden üzüldüğüm iki isim vardır. Biri, dergimize iki kez kapak olan Chuck Schuldiner, diğer de büyük üstat Dio. Dio’yu efsanevi bi kadro ile izlemeye çok yaklaşmıştık ama artık tek gördüğü şey uzay boşluğu olmasa gerek ki yıldızlara doğru uzun yolculuğuna çıktı üstat.
kızardığını sırıtarak fark ediyorum şimdiden). Yetmişlerin karanlığına bir önsöz niteliği taşımakla birlikte Rainbow’un o karanlıktan çok iyi reveransla çıkmasını da sağlayan parçadır. “The freedom is yours” der gibidir üstat buradaki ve paraleldeki bütün kadınlara. Dio’nun kendisini, ona rakip gösterilmeye cüret edilen diğer büyük müzisyenlerden (ki isimlerini anmaktan hassasiyetle kaçınıyorum, aklınıza kim geliyorsa artık) ayıran en önemli özelliklerinden biri, şarkı sözleriydi. Sonraları “Dehumanizer” ve “Heaven and Hell” albümleriyle Black Sabbath’a olduğundan daha şiirsel anlamlar yükleyen Dio, Rainbow’un bu “kızgın sulardan serin kumlara atlar gibi” albümüyle de klasını hissettirmiş bir müzisyen. RUN WITH THE WOLF
Rainbow’un bu albümündeki kadroda Rock sahnesinin bir büyük kaybı daha yer alıyor ki değerinin öldükten sonra bile tam olarak anlaşıldığını düşünmediğim saygıdeğer müzisyen Cozy Powell, bu albümde baget sallıyor. Daha bir çok klasik grup ve albümde davulun başındaki isim olan Powell’ın bence kariyerindeki en önemli durak Rising. Dergide son zamanlarda sıkça kullanmaya başladığım bir cümleyi burada da tekrarlamaktan çekinmiyorum; Rising albümünde yarım saate 2 saatlik müzik sığdırmış bir topluluktur Rainbow.
Dio’nun doğaüstü kötü güçleri somut kötülükleri örneklemek için anlatırmış gibi dizeleri artarda ateşlediği (fanları tarafından gözyaşları içerisinde bir kez daha idrak edildiğinden şüphe duymadığım) parçalardan biridir Run With The Wolf. Kült Dio parçalarından Holy Diver ile aynı tabandan ilerlediği hissiyatı yaratan bu güzellik her ne kadar Dio’nun solo albümlerinde rahatça aşabileceği düzeyde rahat bir atmosfere sahip olsa da (klasik rock demek her daim atmosferin “biraz” gergin olması demektir, azı karar, fazlası yorar) country lezzetinde ritmleri ve riffleri ile Amoklavin tadında bir tedavi etkisi de vardı her daim kayıp ruhlarda.
Parçaları tek tek yorumlarken olayı Dio’nun bir solo albümüymüş gibi ele alacağım ve Dio çizgisi üzerinden ilerleyeceğim için şimdiden özür dilerim. Dio bu albümün yarısından fazlası demektir benim için ki bu konuda yalnız olduğumu hiç zannetmiyorum.
Üstadın Yıldızları gözüne kestirdiğini ilk belli ettiği parça Lady Starstruck. Azılı fanları tarafından bile (aslında sadece onlar tarafından) albümün “Avratlı kadınlı albüm” diye raconuna dokunmayan bir zülfüyare dokundurmaya maruz kalmasının yegane nedenidir bu parça (Tarot Woman’a asla laf söyletmem, ne sandınız). Bir yetmişler Deep Purple bestesi dinlediğinizi zannetmenizi fazla fazla sağlayabilecek güzellikte, kişisel imagination’ları içerisinde boğulmuş ve hayalindeki kadını rüyalarında görmek için bile yeterli magic mushroom’u asla bulamayacak olan ergen tribi için doksanlar hiç yaşanmamış olsaydı bile tutunacak bir dal niteliği taşıyabilirdi Starstruck. Oysa ki amacı ve çizgisi çok daha ulvi amaçlara hitap eder, söyler anlatamaz derdini. Bitmek bilmez istekleri var gibi durur ama asıl derdi daha soyuttur. Birdenbire boşalan yolların ortasındadır, kalabalığa da zaten ihtiyacı yoktur.
TAROT WOMAN Uzun saçlı, uzun bıyıklı heriflerin ve dalgalı saçlı Hülya Koçyiğit formatlı kadınların devri olan yetmişlerin her albümü 3-0 önde başlatan muazzam klavye tonlarını köküne kadar sömürmüş bir introyla Tarot Woman, epik bir albüm açılışı olmakla birlikte bana hep aynı topraklara ait olduğumuz meşum bir kadını çağrıştırmıştır (bu satırları okuduğunu, anladığını ve yüzünün
STARSTRUCK
DO YOU CLOSE YOUR EYES Prom queen’lerin zamanından kalma, dışarıdan bakınca eli yüzü düzgün, Pazar günleri kiliseye giden ailelerin bile yasaklamaya gerek görmeyeceği izlenimi veren ama esasında Tenacious D filminde posterin içinden ayaklanıp o çocuk nezdinde bilumum genç dimağlara kendi doğrularını bulmalarını öğütlerkenki hali kadar hırçın, duymak istemediklerini söyleyecek kadar da cesurdur. Marty McFly’ın 25 seneden sonra tekrar sahneye çıksa çalabileceği alternatiflerden biri olabilecek kadar rakın rol, ruhlarını pembe-beyaz çizgili flamalara hapsetmiş Amerikan idollerin asla dinlememiş olmak isteyecekleri kadar da karanlıktır. Tekrar çalsın zira bir sonraki parçanın ağırlığına ancak iki turda hazırlayabilir. STARGAZER Yıldızlar o kadar da uzak olmamalı aslında… Ama senin yıldızını göremiyorum, o yöne baktığımda sadece uzay boşluğu fısıldıyor bana… Yoksa çok mu uzak? Olsun. Ne zaman yola düşüyoruz? İnanmak başarmanın tamamıdır. Bencillerse yaşarlar. Bu albümde ne aradığını hiçbir zaman anlayamadığım bir parçadır Stargazer. Albümün tüm görkemine karşın, ne albümün geneli ile, ne de arasında durduğu diğer iki parçayla yan yana gelemeyecek kadar muazzamdır. Zaten sekiz buçuk dakikalık bir süreye sahip olması da göz önünde bulundurularak bu şarkının başlı başına bir albüm olarak yayınlanmayı köküne kadar hak ettiğini her daim düşünmüşümdür. CD’ler çalınmakla aşınsaydı orijinal Rising CD’min ortasında genişçe bir çember oluşurdu bu parça sayesinde. Albümün geri kalanında tek saniye bile mevcut olmayan bir “arkada senfoni orkestrası çalıyormuş hissiyatı” örümcek ağı gibi sarmıştır bu parçayı dört burçtan… Dinleyenin, iç çamaşırlarını Prokofiev’in tasarladığını düşünmekten kendini alıkoyamadığı bir sis perdesi altında
Silent Hill ürkütücülüğüyle “i see Rainbow Rising, i’m comin’ home” ile keskinleştirir rüzgarı, “my eyes are bleeding” ile tırmandıkça direnci azaltıp bünyeyi teslim alan bir kar fırtınası tandansı yaratır. Susar, susturur. LIGHT IN THE BLACK Geride bir şeyler kaldıysa onları da teslim almak için anlık flaşlarla siner. Karadeliklerin çekim
kuvveti o denli güçlüdür ki ışık bile kaçamaz onlardan. Bu nedenle onları göremeyiz. Ancak etraflarında yarattıkları her şeyi içine çeken tuhaf etkiyle varlıklarının farkına varabiliriz. Keyboard adı verilen ve yetmişlerde yeniden keşfedilen o muazzam icadın gitarla illegal bir işbirliği içerisinde, karadelikten ışığı çekip alabileceğini anlatır bu parça. Ve kesinlikle “bir varmış bir
yokmuş”tan daha fazlasıdır. He’s on his way back home now… To the sky… Kırk yıla yakındır Dio dinleyen, tanıdığım en büyük Dio hayranı sevgili Engin abinin yakın zamanda bir barda Stargazer dinlerken bana söylediği cümle ile bitireyim yazıyı: “Dio ölünce anladım ki Selimcim, bu dünyadaki herkes ölecek.”
::::