Merhaba, Derginin en son ve en yazılması zor yazısıyla yine birlikteyiz. Dergiyi neden yayınlıyoruz? Derdimizi anlatmak için. Editör yazısı da derdimizi anlattığımızı anlatmak gibi bişey oluyor bi yerde. Neyse, kış mevsiminin bir kez daha cismen değilse de ismen bizi terk ettiği Mart ayına girerken, geride bıraktığımız ayı kendimce kısaca değerlendirdim yine. Öncelikle şunu belirteyim, Şubat sayımızın kapağına bu kadar olumlu eleştiri geleceğini ben bile beklemiyordum, teşekkürler. Tabii ki insan olumlu eleştiriler görmek ister ancak dergiyi hazırlarken gelecek eleştirilerin ne olacağından ziyade gidecek içeriğin orijinalliğine ve bizi ne kadar yansıtabildiğine dikkat ediyoruz. Müziği tarzlar bazında değil “iyi müzik - kötü müzik” bazında değerlendiriyoruz. Bryan Adams olmasaydı Enslaved’ı kapak yapardık örneğin. Bununla ilgili problemi olanlar için bir çözümümüz yok, üzgünüm. :)
Geçtiğimiz ayın en sarsıcı albümü Japon topluluk Mono’dan geldi. Albüm henüz resmen yayınlanmadı ancak günümüzde müziğin kaçınılmaz kaderi olan “erkenden nete düşme” hadisesinin cereyanını müteakip (ne?) albüm gecemizi gündüzümüze karıştırdı. Yazıda da fark edebileceğiniz üzere cümlelere dökmesi bile oldukça meşakkatli bir topluluk Mono. Dinleyelim, dinletelim. Geçtiğimiz ayın en şenlikli hadisesi 14 Şubat’ta Ankara’da gerçekleştirilen konserdi. Uzun zamandır böyle eğlenceli bir konserde bulunmamıştım. Detayları dergide bulacaksınız zaten ancak şu kadarını söyleyeyim, 8-10 sene önceki küçük çaplı ve samimi konserlerin lezzeti vardı bu son konserde. Umarım bu tarz etkinlikler devam eder. Geçtiğimiz ay yine bir ölüm haberi müzik dünyasını sarstı. Sentenced gitaristi Miika Tenkula evinde ölü bulundu. Müzik dünyası adına önemli bir kayıp. Huzur içinde yatsın.
Bu ay kapak konuğumuz Opeth ve grubun eti kemiği olan usta müzisyen Mikael Akerfeldt. Son albümüyle beni bile baştan çıkaran topluluğu, müzik camiasındaki inanılmaz yükselişinin yanı sıra önümüzdeki ay bir kez daha ülkemizde çalacak olmasına binaen kapağımıza taşıdık.
Bu ay, ülkemiz radyolarındaki en uzun soluklu Rock programlarından biri olan Rock Station 17 yaşına basıyor. Hicri Bozdağ’ın hazırlayıp sunduğu programın 17. yıldönümü için Ankara Yolcu Bar’da bir etkinlik organize ediliyor. 7 Mart gecesi “nice 17 yaşlara” demek üzere orada olacağız.
Mart sayımızın her köşesinde yazarımız Emre Dedekargınoğlu’nun dominant etkisi hissedilebilir ki son zamanlarda üretkenliğinin zirvesinde olan Emre bu sayıda dergiyi taşıyan yazarımız oldu. Hatta ceketimi alıp gitmeyi bile düşündüm bi ara :p
Bu ayın parçası da ABBA’dan geliyor, The Winner Takes It All, The Loser Standing Small... Önümüzdeki ay görüşmek üzere. Selim VARIŞLI
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI selimvarisli@gmail.com :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ATİLLA ÇELİK, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DENİZ ERATAK, DAMLA ÖZDEMİR, EGEMEN LİMONCUOĞLU, EMRE AKPOLAT GÖKHAN KORKMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS SARILAR :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Son yılların hızla yükselen gruplarından birisi şüphesiz Opeth... İsveçli Extreme Prog-Metal kralları özellikle son on yıl zarfında çıkardıkları albümlerle sürekli olarak isimlerinden bahsettirdiler ve Progressive Metal tarzının önde gelen isimlerinden birisi oldular. Ülkemizde de pek beklenmeyecek şekilde oldukça ilgi gören Opeth’in dört konserlik bir turne ile nisan ayında ülkemizi dördüncü defa ziyaret edeceği bu ay içerisinde kesinleşti. Daha önce üç defa İstanbul ve bir defa Ankara olmak üzere ülkemize gelen grup, her geçen gün ülkemizdeki hayran kitlesini arttırdığından bu turne oldukça katılım görecek gibi gözüküyor. Bu nedenle, kendileri hakkında kısa bir derleme yazısı yayınlamayı uygun gördük. Opeth, yirmi yıla yakın bir süredir aktif bir grup olmasına rağmen, adını ikibinli yılların başından itibaren duyurabilmeye başladı. Orchid ve Morningrise dönemlerinde çok sık turlayan bir grup değildiler. Öyle ki o dönemde albüm kapağına o meşhur logolarını bile yerleştirmiyorlardı. İskandinav yarımadasına özgü bir izolasyon içerisinde müziklerini sunuyorlardı. Öyle ki Opeth’in adını geniş kapsamda duyurabildiği ilk albüm grubun ’98 tarihli My Arms, Your Hearse albümü olmuştur. Still Life’ın geçen sene çıkan yeni basımınca Akerfeldt, o zamanlar çok fazla konser teklifi de almadıklarını ve Still Life kayıtları öncesinde Katatonia vokalisti Jonas Renkse ile beraber uyuşukluk yaptıklarını bile aktarmıştır. Grubun Still Life ve özellikle Blackwater Park sonrası adı tamamen duyulmaya başlamış ve ilk dünya turlarına yine Blackwater Park albümünün
çıktığı 2001 senesinde başlayabilmişlerdir. Kısacası, böyle bir müzik yapan bir grup için oldukça geç açılabilmişlerdir. Ama şu an görüyoruz ki bu açığı fazlasıyla kapatmış durumdalar... Şu an bir Pain Of Salvation ne kadar önemliyse Progressive Metal için, Opeth’de aynı şekilde önemli... Opeth’in başarısının altında yatan sır aslında oldukça basit... İlk başladıklarında olabilecek en şeytani grup olmayı akıllarına koyan, kompleks, sert, agresif ve şeytani şarkıları bestelemek üzerine yoğunlaşan grubun, zaman içerisinde müziklerin akustik gitar ve daha atmosferik melodiler eklemesiyle oluşturdukları, Death Metal, Heavy Metal, Jazz, Blues, Folk ve Progressive Rock gibi türleri bir noktada buluşturan formülü kendilerini günümüze getirmiştir. Bu noktada Opeth’in müziği hakkındaki bazı yargıları da değerlendirmek gerekiyor. Grubun adını yeni yeni duyurduğu zamanlarda müziğine Black Metal diyenler vardı. Black Metal’e göre fazla akustik, atmosferik ve kurgulu olan Opeth’in müziği tabii ki bu tarza giremezdi. Sonrasında grubu Doom/Death Metal grubu olarak gören kişiler çoğalmaya başladı. Açıkçası Doom/Death Metal’de önemli olan Paradise Lost, My Dying Bride, Anathema, Tiamat, Amorphis gibi gruplara bakılınca Opeth ile çokta benzer yanları olmadığını da kolayca görebiliyoruz. Doom/Death Metal gruplarının ağır ve yoğun melodileri, brutal vokal ve oldukça karanlık ve melankolik bir atmosfer üzerine kurguladıkları müzikleriyle Opeth’in müziğinin keşisen tek noktası brutal vokaldi, Opeth’in melodilerindeki hüzün, bir Doom/Death Metal grubunun iş-
lediği şekilde değildi, daha farklıydı ve ayrıca bir Doom/Death Metal grubuna göre fazlaca etkileşim bulunduran ve dur-kalk içeren bir müzikti. Melodic Death Metal tanımlaması, Dark Tranquillity gibi grupların Opeth ile yakın zamanlarda akustik gitar gibi Death Metal’e ters enstrumanları müziklerinde kullanması nedeniyle Opeth’e yakıştırılır oldu ama gerek şarkı uzunlukları, gerek etkileşim alanları ve akustik gitar gibi enstrumanları kullanım şekilleriyle yine birbirlerinden farklı oldular. Dark Tranquillity akustik gitarı müziğe atmosfer katan tadımlık bir şekilde kullanırken, Opeth müziğine entegre etti, müziğin içinde bir element haline getirdi. Melodic Death Metal grupları, çoğunlukla At The Gates’in melodik yapısı üzerine giderken, Opeth oldukça uzun ve kompleks şarkı yapılarına yöneldi. Dolayısıyla bu tanımlama da Opeth için uymuyordu. Zamanla grubun müziği için yapılan tanımlama Progressive Death Metal ve Extreme Progressive Metal tanımları üzerinde yoğunlaştı. Progressive Death Metal, yukarıda geçen tarzlara göre daha doğruydu ama yeterli değildi, çünkü Opeth hiçbir zaman tam anlamıyla Death Metal grubu olmamıştı. Death Metal etkileşimi içeren bir gruptu. Master’s Apprentices’ın buram buram Morbid Angel kokan girişini inkar etmek boştur ama aynı grubun şarkılarında genel olarak kullandığı melodilerin Pink Floyd gibi gruplardan miras olan katmanlı progresif gitar melodileri olduğu gerçeği de önümüzdedir. Şu an Progressive Death Metal olarak kabul ettiğimiz Death ve ya Cynic gibi çoğu grubun, Death Metal köklerini koruyarak, zaten teknik olan bir türe kompleksite, yoğun melodi ve ritm değişiklikleri gibi progresif müzik karakteristikleri ekleyerek icra ettiklerini görebiliriz. Opeth ise, Death Metal etkileşimini kullanarak progresif bir müzik icra ediyor. Death Metal’in kesin karakteristiklerini her zaman için bünyesinde bulundurmuyor. Death Metal’in içerdiği teknikalite ve hızı Opeth’de genel anlamda göremezsiniz. Ama yer yer etkiler bulursunuz. Opeth, Orchid’den beri Extreme Metal formlarından etkilenmiş, aynı zamanda Jazz, Progressive Rock gibi metal dışı tarzlardan da yoğun etkiler taşıyan bir Progressive Metal grubuydu. Kısaca albüm albüm aldıkları yola bakarsak, Orchid ve Morningrise’da Mercyful Fate hassasiyetinde işlenmiş çift gitar partisyonları üzerine kurulu, melodik, çoğunlukla enstrumental kısımlar ağırlıklı, temiz vokallerin henüz müziğe tam oturtulmadığı, uzun ve kompleks şarkılar yaptıklarını görüyoruz. My Arms, Your Hearse’de Akerfeldt’in eski albümlerinde kullandığı çift gitar kullanımından sıkıldığı bilinir. Bu albümde oldukça brutal, agresif ve daha direkt bir müzik icra edilmiştir ama temel karakteristikler yine aynıdır. Still Life ise günümüz Opeth müziğinin temellerini ilk atan albümdür, bu albüm
ile temiz vokal müziğe tamamen oturmuştur, Jazz ve Progressive Rock etkileri daha arttırılmıştır ve grup farklı dinamikler ile müziğini zenginleştirmiştir. Blackwater Park ise grubun kariyerindeki en önemli değişikliği beraberinde getirmiştir, Steven Wilson’un gruba prodüktör olması ile müzikteki Extreme Metal ve Progressive Rock yanları tamamen dengelenmiştir. Katmanlı melodi kullanımı ile beraber Jazz, Folk ve Blues etkileşimleri artmıştır ve temiz vokal ile brutal vokal partisyonları da dengeli bir tabana alınmıştır. Deliverance ise, Damnation ile beraber kardeş albüm olarak düşünüldüğünden, genel anlamda sert bir eser olarak planlanmıştır ama yine de grubun sakin ve dingin tarafına da sırt dönülmemiştir. Grubun en sert albümlerinden birisi olan Deliverance’ı takip eden Damnation ise, iflah olmaz bir ‘70ler hayranı olan Akerfeldt’in Progressive Rock sevgisini gözler önüne seren, Camel,
Pink Floyd gibi grupların etkileşimleriyle yapılmış, gitar odaklı, sakin ve zengin bir albümdür. Grubun klasikleşen kadrosuyla çıkardığı son albüm olan Ghost Reveries, klavyeci takviyesiyle çıkartılmıştır, grup artık şarkılarında ses örnekleri ve klavye destekli sesler kullanmaktadır. Ghost Reveries’te Porcupine Tree’den Tool’a geniş bir etkileşim yelpazesi, Blackwater Park’ta kullanılan müzikal yapıları göz önünde bulunarak kullanılmıştır. Grubun Progressive Metal yanı gittikçe öne çıkmaktadır. Grubun güncellenen kadrosuyla geçen sene çıkardığı son albüm Watershed ise, ‘70ler Progressive Rock bilgisinin yoğunluğuyla bilinen Akerfeldt’in müziğini artık tamamen Progressive Rock/Metal eksenine çektiği, brutal vokalin dramatik ölçüde azaltıldığı, grubun en az Extreme Metal etkisi taşıyan albümü olarak öne çıktı ve birçok kişi tarafından bir geçiş albümü olarak görülüyor. Opeth gelecek albümlerde görünen o ki daha çok Progressive Rock temelli yollara kayacak ama tersi de olabilir tabii... Akerfeldt’ten ne geleceği hiç belli olmaz.
Opeth, her zaman Mikael Akerfeldt’in domine ettiği bir gruptu. Yani Akerfeldt’i grubun herşeyi olarak görmemiz yanlış olmaz. Birçok kişi, Peter Lindgren ve Martin Lopez’in gidişinin grubun dengesini sarsacağını düşünmüş olsa da Watershed gösterdi ki öyle bir durum söz konusu değil... Opeth’in doğal gelişim süreci artık tamamen retro bir yöne, Progressive Rock’a doğru gidiyor ve bu gidişat Progressive Metal/Rock temelli dinleyicileri rahatsız etmezken, grubun Extreme Metal yanını seven dinleyiciler tarafından negatif karşılanıyor. Hala da bir Morningrise bekleyen kitle de var fakat Akerfeldt’in ne yazık ki prodüksiyon ve çeşitli kişisel nedenler dolayısıyla en az sevdiği albümü de Morningrise’dır. Birçok kişiye göre yaratılmış en ulaşılmaz metal albümlerinden birisi olan bu albümdeki müzikal yapıya artık çok uzak olduğunu Akerfeldt sık sık belirtiyor, çift gitar partisyonlarının artık ilgisini çekmediğini söylüyor. Dolayısıyla Morningrise bekleyenlerin artık grubun bu gidişatını kabullenmeleri gerekiyor. Progressive Metal’e aşinaysanız alışmanız daha kolay olacaktır, zira müzikal yönde bir değişiklik olmasına rağmen Opeth albümleri hala içine girmesi zaman isteyen, karmaşık albümler yayınlıyor. Watershed ile aldıkları gidişat hiçbir şekilde grubun kalitesini aşağıya çekmiş değil, sıkıntılı bir süreci bitiren bir geçiş albümü olmasına rağmen gayet oturaklı ve kaliteli bir albüm... Watershed albümünün turnesi dolayısıyla yurdumuzda dördüncü kez göreceğimiz Akerfeldt ve tayfası internete geçen setlist bilgilerine göre iki saate yakın performans sergiliyor ve Watershed’den bu aralar Hessian Peel ve The Lotus Eater setlistlere eklenmiş durumda... Geçen sene haziranda verdikleri konserde sadece Heir Apparent çalmışlardı. Ayrıca Morningrise albümünden The Night And The Silent Water ve My Arms, Your Hearse albümünden Credence’nin de eklenmesi internette birçok hayran tarafından sürpriz olarak karşılanıyor. Türkiye’de de benzer setlist görmemiz büyük olasılık... Dolayısıyla, Opeth’in bu geniş çaplı ziyareti kaçırılmayacak bir ziyafet olarak önümüzde duruyor. Grubu seviyorsanız, bu buluşmayı kaçırmamanız sağlığınız açısından yararlı olacaktır.
SELİM VARIŞLI
Mono, yer yer Ambient etkili bir entrümantal Post Rock grubu. Post Rock tanımının çerçevesi gittikçe genişlese de halen spesifik bişeyler anlatmaya yetecek kadar köşeli. 2000 yılında kurulan Japon topluluk, Pelican, God Is An Astronaut ve Explosions In The Sky gibi gruplarla örneklendirilebilecek oldukça etkileyici ve rahat bir müzikal çizginin temsilcisi. Japonya’nın müzikteki “talep” açısından inanılmaz potansiyeline karşın “arz” açısından her daim noksan görünmesi enteresandır. Esasında olaya daha içeriden baktığımızda ülkenin kendi sınırları dahilinde müzik arztalebi konusunda oldukça aktif olduğunu görebiliriz. Üstelik modern tarzlar çerçevesinde global müzik piyasası ile karşılaştırıldığında son derece göz alıcı topluluklara sahipler. İşte Mono, bu cevher topluluklar arasında önemli yer tutanlardan. Beşinci albümü “Hymn To The Immortal Wind”i bu ay yayınlayacak olan topluluk, dört kişilik kadrosunun yanı sıra oldukça kalabalık bir konuk müzisyen listesine de sahip bu albümde. 2006 tarihli albümleri “You Are There”deki ağır ambient hava yerini daha chill-out, kimi zaman daha ritmik bir sounda bırakmış. Amerikalı topluluk Pelican ile kaydettikleri 2005 tarihli Drone etkili splitleri ile hemen bir sene sonraki albümlerinde yaptıkları sıçramayı da göz önüne aldığımızda, geçen üç senenin
grubun perspektifine iyice tavan yaptırığını söylemek mümkün. Örneğin son albümü sindirdikten sonra Pelican splitindeki parçayı oldukça yavan bulmaya ve dinleyememeye başladım. Topluluğun bundan sonra yapacağı albümün de “You Are There” konusunda aynı hissiyatı yaratabileceği olasılığı karşısında o albüme daha sıkı sarılmak için bir nedenim daha oldu kendimce. Son albüme geri göndelim. İlk parça ‘Ashes in the Snow’, gece vakti herkes yattıktan sonra çocuk odasında oynaşan gölgelerin ve her an karanlık bir köşeden ya da pencereden içeri dalmaya hazır canavarların mevzubahis olduğu filmlere soundtrack olabilecek bir açılışla başlayıp; Contact filminde uzayın ve zamanın genişliğini bilinçaltına zalimce enjekte eden fantastik sahneleri tek başına diyalogsuz kılabilecek güzellikte bir atmosferle devam ediyor. Parça bittiğinde ise yine filmdeki gibi yaşadığınız tüm o zamanın dünya için bi andan ibaret olduğunu hissetmeniz olası. Grubun Japon olmasından mıdır bilinmez, Hero filminden sahneler de anımsattı bana ‘Ashes in the Snow’. Sanki albümün tamamıymış gibi bir duygu uyandırıyor. Kimbilir albümü
kaçıncı dinleşiyim, hala ilk parça bittiğinde albümün başında olduğunu fark edip şaşıyorum. Mükemmel bir albüm açılışı. Özellikle parçanın sonlarına doğru God Is An Astronaut’un bir çok parçasında (alışkanlık haline getirip) yarım bıraktığı duygulara birer birer kulaç atmak mümkün. Albümde, Eric Draven’ın Mono’nun hissiyatını gözlerinizin içine bakıp alnınıza bastırarak bir anda şimşekler halinde size aktardığını hissedebileceğiniz bölümler mevcut. Klasik müziğin yer yer selamlandığı, öte yandan karanlık cephenin asla gözlerden uzak tutulmadığı, siyaha yakın gri renkte bir albüm. ‘The Battle to Heaven’da seksenler İngiltere’sinden esintilere, hatta yer yer sert rüzgarlara rastlanırken (Mark Renton bir köşeden sessizce gözlerini açıp “söyleyecek sözüm yok” dedi mesela bana), ‘Silent Flight, Sleeping Dawn’da Titanic’in ilk ve son yolcularından biri olduğu halde kurtuluş umuduna ihtiyacı olmayan birini canlandırabilirsiniz. Bir Japon grubundan böyle bir albümü açıkçası beklemezdim, oralarda gerçekten çok kar yağıyor olmalı...
DAMLA ÖZDEMİR
Caanım memleketimde asla zamanında keşfetmeye nail olamadığımız nicelerinden biri o, dizilerin hayatımıza kazandırdığı şarkı(cı)lar furyasının da bana göre en büyük kazanımı. Tam adıyla Sia Kate Isobelle Furler; Six Feet Under dizisinde Breathe Me adlı şarkısıyla akıllara silinmemecesine kazınmış harika kadın. Hem güçlü hem bitkin, hem durgun hem çalkantılı, hem karamsar hem de umutlu… Bu gelgitlerle yarattığı gizli karışımı tattığım hiçbir şeye benzemiyor. Müziğiyle, sesiyle, sözleriyle anlatması zor biri. Kelimelerin yetmediği bir durumla karşı karşıyayım, günlerdir önümde boş bir word sayfası, arkada Healing is Difficult çalıyor, 1-2 satır karalayıp siliyorum sonra. Layık görmemek mi artık, asıl söylenecek şeylerin düğümlenmiş olması mı boğazımda bilmiyorum… Asıl çıkışını yaptığı 2004 tarihli Colour The Small One albümüyle tanımış olsak da, kendisi pek çok işler kotarmış bundan önce. Anavatanı Avustralya’nın Adelaide şehrinde Crisp isimli caz-funk grubunda vokalist olarak başladığı serüven, Londra’da Jamiroquai’ın back vokali olarak devam etmiş ve ilk single Taken for Granted’ın ardından İngiltere’de ilk 10’a girmeyi başaran Drink To Get Drunk gelmiş. Bundan sonra Massive Attack, Zero7 gibi güzide gruplar da Sia’ya projelerinde yer verir olmuş. Drink to Get Drunk single’ı ve nihayet 2002’de Healing is Difficult albümü tüm İngiltere’ye duyurmuş sesini. Bu albümün erkek arkadaşının ölümünün etkisiyle ortaya çıktığını tüylerim ürpererek öğrendim. Başka türlü böyle bir albüm yapılır mıydı zaten, sanmıyorum… Bu güçlü, hisli ses yer yer R&B yi, yer yer caz hatta popu andıran tınılarla harmanlanmış, ve o acaip sözlere hayat vermiş. Benzersiz bir şey. Bir albümden öte bir şey benim için. Çok aşırı olacak belki ama, hayatımın en zor günlerinin fon müziği bu. İyileşmesi zor da olsa, zaman her şeye ilaç olamasa da, bu 1 saatlik deneyim farklı bir yerden bakmayı sağlıyor hayata. Yaşama isteğini kaybettiren yaşanmışlıkları, yeri hiç doldurulamayacak yaşanmamışlıkları, sahip olunamayan ikinci şansları hatırlatıyor daha dünmüş gibi. Tam ortasına götürüyor, acıyla yüzleştiriyor, “Bizi esir alan bir şey varsa, o da korkudur” diyerek daha ilk şarkıda. Olan bitenlerden köşe bucak kaçmayı değil, onlarla barışmayı öğütlüyor. “Korkunun ecele faydası yok, kalan bir avuç hayatını kendine zindan etmeden yaşa” diye haykırıyor. Healing is Difficult, kabullenmenin albümü Me’ye de çeşit çeşit remix yapılmıştır, aramaya inanoluyor… mak farzdır.) Şöhretini İngiltere sınırları dışına taşıran Colour The Small One da benzerlikler göstermekte debut albümle. Kendine özgü sound’u bir yana, sözler de yine bir o kadar acıtıcı. Kırık kalplerin marşı haline gelmiş Breathe Me gibi diğer tüm şarkılar da vasatın çok çok üstünde. Tabi eğer; şu rehavet havasından bıktık, yok mu oynak bişeyler :p diyen varsa Where I Belong diyebilirim sanırım:) Sia’nın tarzından biraz farklı, insanın bağıra çağıra eşlik edesi gelen bir parça bu. (NOT: Breathe
2006’da çıktığı turne ardından çıkardığı live albüm Lady Croissant ve 2008 tarihli Some People Have Real Problems önceki kadar yoğun etkiler yaratmasa da, severek izlemeye devam edeceğiz kendisini. Bu arada, Mart ayında Avustralya ve Nisan’da Avrupa’yı geziyor olacak Sia. Buraya da uğraması ihtimali henüz yok görünürde ama organizatörden umut kesilmez.(Bu organizatör geyiği daha fazla uzamasın dediğinizi duyar gibiyim:) Sağlıcakla…
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Geçtiğimiz ay, 19 Şubat tarihinde internete göz gezdirdiğimizde üzücü bir haber ile karşılaştık. Finlandiya’dan çıkan en önemli gruplardan birisi olan Sentenced’in gitarist Miika Tenkula evinde ölü olarak bulunmuştu. Son zamanlarda birçok dağılmış grubun tekrar toplanma haberiyle biraz umutlanan Sentenced hayranları için tüm umutları bu üzücü haber bitirdi. 1988 senesinde Deformity adıyla kurulan Sentenced’ın kurucu kadrosunda yer alan ve grupta sürekli var olan bir eleman olan Miika, grubun ilk albümü Shadows Of The Past’te de vokalleri söylemiş ve sonra vokal görevini Taneli Jarva’ya bırakmıştı. Grubun müzik ve söz yükünün Sami Lopakka ile başını çeken Tenkula, henüz otuz dört yaşındaydı.
Sentenced, işlediği melankolizm, hüzün ve duygusallık ile hayranları ile arasında özel bir bağ kurabilmiş bir gruptu. Grubun dört sene önce dağılmasından sonra, zaten o dönemlerde iyice kilo almış olan Tenkula’nın kendisini iyice alkole verdiği belirtiliyor. Henüz resmi ölüm nedeni açıklanmasa da alkol ile ilgili bir durum olduğu yönünde iddialar dolaşıyor. Sonuç itibariyle, Sentenced’in birgün tekrar toplanması yönünde umutlar, oldukça acı bir şekilde bitti. Neredeyse on yedi sene boyunca dinleyicilerine kalbinden gelen melodileri ve soloları aktaran yetenekli bir gitarist hayata gözlerini yumdu. Umarız gittiği yerde, bu dünyada bulamadıklarına kavuşmuştur. Huzur içinde yat Miika! ..Sentenced mourn the loss of Miika Tenkula, a dear friend, a truly remarkable artist and musician, and the very soul of what used to be Sentenced. Rest now, brother — in your music and our hearts you will live forever...
EMRE DEDEKARGINOĞLU
“Müziğimi hiç bir şekilde pişmanlık duymadan indirin!” - Selamlar. Son albümünüz Aliena(c)tion’u bir süre önce yayınladınız. Şarkı listesine göre albüm üç yayınlanmamış şarkı ve ‘90lar döneminizden dört canlı kayıt içeriyor.Bu yayınlanmamış şarkılar, 2000’de aynı adla yayınladığınız demoların yeniden kaydedilmiş hali mi? Yeni albümünüz için bir “ipuçu” olarak alınabilir mi? Sadece Patogenesi’yi dinleyebildim ve çok teknik bir şarkı olduğu görüşündeyim. Merhaba, Garden Wall’un müziğine ilginizden dolayı teşekkürler... Hakkında sorduğunuz üç yayınlanmamış şarkı, 2000’deki demodaki şarkılar ile tamamen aynı, basitçe daha iyi bir şekilde yeniden master edildiler ve hayır, sıradaki albüm hakkında hiçbir fikir vermiyorlar. Yayınlandıkları zaman içinde oldukça ufuk açıcılardı, Forget The Colours ve Towards The Silence albümlerimiz bu şarkıları başlangıç noktası olarak almışlardı. Ama şu an üzerinde uğraştığımız şey oldukça farklı... Garden Wall kadrosunda oldukça büyük bir değişiklik oldu, sadece ben ve solo gitaristimiz Raffaello Indri hala kadroda bulunuyoruz. Müzik artık daha az agresif ve daha zengin sesler içeriyor. Artık daha çok temiz gitar, daha fazla elektronik sesler var ve çok sayıda konuk sanatçı müziğimize duyguları aracılığıyla iletişim kuruyorlar. (Burada hepsinden bahsedemiyorum, ama perküsyon, keman, cello, vibrafon, kontrabas, flüt, klarinet gibi bir sınıflandırma yaptık.) Bazen yönü değiştirme ihtiyacı hissediyorum. Tabii ki, hala bir besteci olduğumu sayarsak, hala geçmişte yaptığımız şeylerle bağlantı noktaları var, ve metal elementleri tamamen yok olmadı. Benim düşünceme göre yapılan müzikte yeni birşeylere bakmak tek gerçek progresif tavrıdır. - Principium ile başlayarak, zamanla müziğinize daha sert tarzları eklediniz ve Prog-Rock yanınızı biraz rafine ettiniz ama kompleks ve deneysel tavrınızı azaltmadınız. Grubu-
nuzdaki bazı elemanlarda bazı metal müzik projelerinde yer aldı. Bu müziğinizin doğal gelişimi miydi? Günümüz metal müziği hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Rock tarzlarının “kendini ima eden” ayrıcalıklı bir tavrı vardır, metal müzikte istisna değildir. Müzik bestelemek ve aranje atmak için yeni yollar denemek müziğinizi canlı ve taze tutmak için tek yoldur. Elbette bazı çok ilginç metal grupları var (Tool, örnek olarak, ya da Khanate, Sunn O))), Khlyst gibi bazı uç gruplar...)Yine de ana akım metal müziğiyle ilgili bazı problemlerim var, bana heyecan vermiyor ve özellikle enteresan bulmuyorum. Biraz eski geliyor ve çoğu zaman, sahip olunan “maço” tavır beni biraz güldürüyor. - İtalya kendi içinde tanımladığı Senfonik/Progresif Rock tarzıyla ünlüdür. Premiata Forneria Marconi, Le Orme, Banco Del Mutuo Soccorso gibi gruplardan etkilendiniz mi? Öyleyse, en beğendiğiniz İtalyan-Prog grupları nelerdir ve tarzla ilgili genel düşünceleriniz nasıldır? Saydığınız bazı grupları çok beğeniyorum, özellikle Le Orme, Banco del Mutuo Succorso ve Area ve bazı adını pek duyuramamış, pek bilinmeyen gruplar... İnanılmaz Rock gruplarıydılar ve hala oldukça iyi tınlıyorlar. Bu gruplardan bazılarının Garden Wall müziğinde ya da benim şarkı yazmamda etkisi olup olmadığını söyleyemem, ama tahmin ediyorum ki her müzisyenin müzikal altyapısı, kendi müziğinden bir şekilde etkileniyor. Ben bu grupları dinleyerek büyüdüm (ve Genesis, Van Der Graaf Generator, King Crimson gibi klasik progresif gruplarını...), bu grupların getirdiği progresif tavra, basitçe onlara öykünerek ihanet etmekten kaçınmak yapmaya çalıştığım şeydir. Progresif sahnesindeki en büyük problem budur. Rock müziğin sınırlarını ilerletmeye çalışan “gerçek” Prog-Rock vardır, Ve müthiş yetmişler sahnesine takılı kalmış çok iyi
gruplar vardır. Bu bir tavırdır ve risk almak, yeni şeyler denemek, hatta bazen hatalar yapmak, “moda”ya karşı olmak anlamına gelir. Moda güven verir, fakat efsanevi grupların geçmişte yaptıklarının üzerine yeni ve heyecanlı hiçbir şey getirmez. Garden Wall “progresif tavır yaklaşımı”na sahip olduğu için gurur duymaktadır, sıradaki albümümüzde görecek ve dinleyeceksiniz. (Mellow Records tarafından 2009 içinde yayınlanacak gibi görünüyor ve albümün adı “Assurdo”, İtalyanca “absürd” anlamına gelen bir kelime...) - Garden Wall oldukça artistik imajlar kullanmasıyla da biliniyor. Özellikle ilk dört albümünüzde oldukça artistik kapak resimleri var. Bu imajların arkasında bazı hikayeler veya mesajlar var mı? Farklı sanatların rock müzik ile çatışma olasılığını her zaman sevmişimdir. Kelimeler ve müzik arasında bir iletişim vardır, ve müziğin içinden bir bilinç akımı gibi (James Joyce’u burada alıntılamak gerek) fışkıran imajlar vardır. Bu resimlerin bazıları babam tarafından yapıldı, gerçekten güzel bir iş başardı, bazı resimlerinin oldukça heyecan verici olduklarını düşünüyorum. Sonrasında Giulio Casagrande adında bir bilgisayar grafik artistiyle birlikte çalışmaya başladım. Müziğimin başka insanlarda ne tür imgeler uyandıracağı konusunda her zaman merak duyarım. - Yirmi seneye yakındır aktif olmasına rağmen, Garden Wall pek dikkat çekmedi ve fazla bilinmeyen bir grup olarak kaldı. Bu durum grup için problem yarattı mı? Ve artan internet kullanımının Garden Wall’un ismini daha çok duyurduğunu düşünüyor musunuz? Hayır, hiç bir problem olmadı. Hepimiz çaldığımız müziğin geniş kitlelere ulaşamayacağını biliyoruz. İnsanlar, önceden dediğim gibi, rahatlık verici müziklere bakar-
lar, bazı klişelerin kalkanı arkasında durmak size hiçte bir zorluk vermez, risk edecek hiçbir şey yoktur, sadece eğlencelidir. Bunun yanında, bizim yaptığımız şey bazen rahatsız edici olabiliyor. Ama ben birkaç ruh ile bağlantı kurabilirsem, bazı “yaralı melekler”e (Büyük İtalyan sanatçısı Guido Ceronetti tarafından verilmiş bir ifadedir.) ulaşabilirsem, hedefime ulaşmış olurum. Kendimi tedavi etmek amacıyla beste yaptığımı her zaman söylerim (ne yazık ki hepsini yayınlama şansım yok, 100 adet kaydedilmeye hazır şarkım olduğunu bir düşünün.) ve başkalarına da yardım edebilirsem... Bu harika bir şey... Öyleyse, hiçbir zaman “market” sorularını düşünmediğimi de sayarsak, küçük bir Rock grubu olmak benim için gerçekten birt problem değil ve tahmin ediyorum ki, gruptaki diğer çocuklar içinde aynı şekilde... - İnternet meselesi açılmışken, internetten müzik ticareti/paylaşımı hakkında düşüncelerin nelerdir? Bir önceki cevapla bağlamak istiyorum... Kurumsal amaçları düşünmediğim sürece (ve bu aynı zamanda Garden Wall’un her zaman eksi olduğu bir konudur), insanların müziğimi bedavaya indirmesi veya CD’lerimizi alması beni çok ilgilendirmiyor. Benim için gerçek önem taşıyan şey, olabildikçe çok insana ulaşabilmek, mümkün oldukça fazla “yaralı melek” ile iletişime geçebilmek... Önceden profesyonelliğin sanat ile uyumsuz olduğunu söylemiştim, hala böyle düşünüyorum. Bu nedenle beyler bayanlar, müziğimi hiçbir şekilde pişmanlık duymadan indirin ve içinizde birşeyler kıpırdadıysa beni haberdar edin. (E.D: Sen gel, günümüzdeki en kaliteli müzikleri yapan adamlardan birisi ol ve bu derece de samimi şekilde ticari boyutları reddet. Bizim ülkemiz sanatçı(!)ları da “Villa alamıyoruz, araba değiştiremiyoruz” diye meclise yürüsün. Ne ilginç lan bu dünya...)
- Son albümleriniz etnik müziklerden yana çeşitli etkiler taşıyor. Hangi bölge ve ya ülkeler bu etkileşimler bazında ilginizi çekti? Hiç Türk Halk Müziği dinlediniz mi? Günümüz “Avant-Garde” müziğinde asıl olay birçok müzikal geleneğin birbirine bulaştırılmasıdır. (Şaşırtıcı şekilde bu kelime biraz negatif bir anlama sahip...) Ana altyapıyı veren klasik Progressive Rock müziği var, yirminci yüzyıl akademik müziğine sevgim var, biraz Jazz etkileşimleri var ve evet, biraz etnik etkileşimler de var. Ben Slovenya sınırına yakın bir bölgede yaşıyorum, dolayısıyla yaşadığım bölge doğu ve batı kültürleri arasında her zaman bir köprü olmuştur. Memleketim Türk ordusu tarafından geçmişte istila edilmişti, dolayısıyla bazı ölçülerde (genelde baskın Phyrgian ölçüsü...) sizin müzikal geleneklerinizin bıraktığı belirli bir etkileşim var. Raffaello, solo gitaristimiz, bir tatilini İstanbul’da geçirdi ve bazı Türk enstrumanlarıyla döndü. (“Bağlama” olarak bilinen enstrumanı gelecek kayıtlarda kullanmayı planlıyoruz!) Sizin halk müziğinizin gerçekten harika olduğunu ve Avrupa müzik kültüründe önemli bir gelenek olarak durduğunu düşünüyorum. - Sesinizi oldukça teatral bir şekilde ve özgün bir anlayışla kullanıyorsunuz. Şarkı söyleme olarak etkilenimleriniz nelerdir? Kişisel olarak sert söyleme stilinizi Amerikalı deneysel müzik grubu Swans’ın vokali Michael Gira’ya benzetiyorum. Swans’ı dinlemiş miydiniz? Bazı Swans işlerini seviyorum. (The Great Annihilator albümü gerçekten harika...) ama onları henüz keşfettim dolayısıyla üzerimde etkileri olduğunu söyleyemem. Başlangıçta “normal” olarak söylüyordum, sonra, Peter Hammill’in değişken stilinin etkisiyle, herşeyi emprovize etmeye başladım. Stüdyoda ve hatta konserlerde yapmaya çalıştığım şey, sözleri, anın moduna göre “kısa devre” yapmaktır. Bu tarz söylemeye “kalpten hissedilen emisyonlar” adını verdim, bunun “iyi söyleme” ile hiçbir alakası yok. Sesimin dönemeçlerindeki bu “istenmeyen” sesleri bulup onların üzerinde uğraşmaya çalışıyorum.
Birçok vokalist, seslerini “vokalleri” söylemek için kullanırlar, tabii ki bende bunu yapıyorum, ama “r”, “s”, “f” gibi ünsüz harfler ve “gh” ve ya “ch” gibi gırtlaktan sesler keşfedilmelidir. İlginçtir ama değişken sesler bu harflerden fışkırabiliyor. Stüdyoda genel olarak gerçekten çok az zaman harcıyorum, çünkü herşey emprovize olarak gerçekleşiyor ve çoğu zaman ilk denemeye yöneliyorum. Her müzisyenin kendisine ne doğal geliyorsa onu yapması gerektiğini düşünüyorum, eğer birşeyin size uymadığınu düşünüyorsanız, devam edin ve başka bir şey deneyin. (Hangi enstrumanla uğraşırsanız uğraşın bu böyledir) Vokalistler bazen çok fazla narsist olabiliyorlar. Kendinize hayranlığı ve gururu bırakın, kendinize özgü şekilde şarkı söylemek, stilistik açıdan mükemmel olmaya çalışmaktan kesinlikle daha ilginç ve hareketlidir. - MySpace sayfanızda ‘90lar döneminizi tanımlamak için “Tiyatro Metal” terimini kullanıyorsunuz. 90’lardaki albümleriniz daha dengeli Progressive Rock/Metal yapısına sahipken, 2000’lerdeki albümleriniz daha sert, çeşitli ve Avant-Garde dokunuşlar içeriyor. Chimica ve Forget The Colours arasındaki beş yıllık arayı göz önüne alırsanız, müziğinizin dramatik bir şekilde değiştiğini düşünüyor musunuz? Önceden dediğim gibi, bazen yön değişikliği ihtiyacı hissediyorum. Kendi tarzım içerisinde kapana kısılmak istemiyorum, aynı şekilde herhangi bir klasik Rock grubunu da taklit etmek istemiyorum. Herşey doğal olarak geldi. Ve Assurdo, gayet doğal bir şekilde önceki iki albümümüzden oldukça farklı olacak. (Forget The Colours ile başlayan üçlemenin üçüncü kısımı olmasına rağmen...) Şu an elektronik sesleri, akustik enstrumanları ve gitarları birleştirmekle ilgileniyorum. Bu herhalde gelecekteki birkaç üründe daha devam edecek ama sonra, eminim ki yine bir yön değişikliğine gideceğim, kendime özgü besteleme tarzımı altyapım ve kendimi tedavi etme ihtiyacımla (benim için ana konsept budur) beraber korumaya devam edebilmem için...
- MySpace sayfanızda Forget The Colours ile birlikte başlayan üçlemenizin son kısmını oluşturacak Assurdo isimli albümün üzerinde çalıştığınızı duyurdunuz. Nasıl olacağı hakkında ipuçları verebilir misiniz? Son iki albümden daha deneysel bir albüm mü beklemeliyiz? Sorunuzu önceki yanitlarda bir parça cevapladım. Assurdo elektronik sesler, gitarlar, akustik enstrumanlar arasında “yapı” açısından gerçekten büyük bir ihtilaf olacak ve Heavy Rock, romantik Progressive, etnik müzik, Jazz kısımları, Funk dokunuşları, Trip-Hop anları ve Avant-Garde harmonik çözümler arasındaki, kesin şekilde müzikal açıdan büyük bir iletişim içerecek. Şimdiden meraklanmış olmalısınız. - Hiç, The Bride Of The Wind gibi parçalara benzer şarkılardan oluşan tamamen akustik bir albüm yapmayı düşünüyor musunuz? Düşünüyorum. Assurdo, birçok açıdan, ayrıcalıklı bir senfonik eser... Demek istediğim, albümü farklı bir şekilde mikslerseniz herhalde içinden başka bir albüm elde edebilirsiniz. Bu beni heyecanlandıran birşey... Bir şarkıyı tamamen farklı bir anlayışla mikslenmiş olarak almak ve kimsenin bunun daha önceden dinlediği şarkı olduğunu söyleyememesi... Birçok fikir var ve bu belki gelecekte yapacağım bir deney... Farklı bir ad ile albümü yayınla ve kimse tanıyacak mı, seyret! Birgün Assurdo’yu tamamen zıt olarak kaydetmek istiyorum... tek gitar, biraz elektronik sesler ve benim sesim. Garden Wall çerçevesi altında mümkün mü bilemiyorum ama belli olmaz. - ‘90lar döneminiz, keyboard müziğiniz önemli bir parçasıydı. Son iki albümünüzde keyboard rollerini azalttınız ve daha gitar odaklı müzik yaptınız. Yeni albümde tekrar keyboard kullanacak mısınız yoksa artık sıkıldınız mı? Keyboard kullanımına geri döeneceğim. Sololar dışında kendim çaldım. Ama keyboard kullanımı doksanlarda Mauro Olivo’nun yaptıklarına benzemeyecek. Genel olarak bilgisayarımı sampler olarak kullandım. Gitarlarla ilgili
sorun onların sadece gitar olarak tınlaması! Tabii ki son albümlerde yaptıklarımızdan gurur duyuyorum. Ama, yine, değişim zamanı! - Dream Theater, Opeth ve ya Pain Of Salvation gibi güncel Progressive Metal gruplarını takip ediyor musunuz? Evet... Ama genel olarak Prog-Metal sahnesine aşırı hayran değilim. Bütün gruplar aynıymış gibi geliyorlar. (Birçok tarzın yaşadığı bir felaket dürüst olmak gerekirse...) Opeth iyi bir istisna, onlar gerçekten harikalar... Dream Theater’ı artık dinlemiyorum, önemli bir gruptular ama artık çok fazla kendilerine referans verdiklerini düşünüyorum. Ve, tabii ki, Dream Theater klonlarını dinlemiyorum! Birkaç aydır oldukça fazla elektronik müzik dinliyorum, bunu “yeni” ve heyecan verici buluyorum. (Genoma adında bir elektronik projem var, YouTube’da “GenomaMicroscopia” adıyla bir video bulabilirsiniz., Trieste’de Luigi Nono Contemporary Music Festival’de sunduğum birşey...) Ve şu sıra hayran olduğum güncel şeyler var. Bu aralar metal hiç dinlemiyorum. Biliyorum ki bu değişecek. Bir dinleyici olarak bile çok farklı anların arasında gidip geliyorum, üç dört sene önce sadece Pantera ve Death dinliyordum! - Sorumlarım bu kadardı ve zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Türkiye’ye herhangi bir mesajınız var mı? Hepinizi selamlamak istiyorum, desteğiniz ve takdiriniz için çok çok teşekkürler ve sizin güzel ülkenizi birgün ziyaret etmeyi ve harika kültürünüzle tanışmayı umut ediyorum. Batı Avrupa’da herkes dar görüşlü değil, umarım Türkiye çok yakında Avrupa Birliği’ne girer. İtalyan olmaktan yana çok gurur duymuyoum, son zamanlar ülkemde çok fazla ırkçılık var ve bu benim utanmama neden oluyor! Her neyse, bu konuları konuşmak için yeri değil... Ben ve kız arkadaşım ülkenize gelmek konusunda birkaç gün önce konuşuyorduk... Belki, kim bilir, para bulabilirsem (Sosyal hizmetlerde çalışıyorum ve gerçekten az para kazanıyorum)... Umarım yakında görüşürüz!
EMRE DEDEKARGINOĞLU
- Hi there! You released your last offering, Aliena(c)tion some time ago last year. According to the tracklist, it features three unreleased tracks and four live recordings from your ’90-s era. Does these unreleased tracks are the “re-recorded” ones from the demo you released with the same name at 2000? Do these songs can be get as “clue” for your new album? I could only listen to Patogenesi and my impression was it was very technical. Hi guys and thank you for your interest in Garden Wall’s music...the three unreleased songs you asked me about are exactly the same of the 2000 demo, they were simply remastered in another and better way and no, they don’t give any idea about what will come next...they were really “seminal” at that times, records like “Forget the Colours” and “Toward the Silence” took these songs as a starting point. But what we’re doing now is pretty different...there’s been a big change in Garden wall’s line-up recently (only me and the lead guitarist Raffaello Indri are still there)...the music is now less aggressive and more rich in sounds...there are a lot of clean guitars, tons of electronics and lots of guest musicians interacting with their sensibility with our music (I just can’t mention them all, but we have assorted percussions, violin, cello, vibraphone, double bass, flute, clarinet, etc...)...I sometimes feel the need to change direction...of course, assuming that I’m still the “songwriter” there are also a lot of connection points with what we did in the past, and the “metal” elements didn’t vanish completely... looking for something new in one’s music is the only real progressive approach in my opinion.
- Starting with Principium, you gradually combined more heavy styles to your music and refined your Prog-Rock vibe a bit but you did not lessened your complex and experimental approach. Some of the members of the band also involved in some metal projects. Was it a natural progression of your sound? What are your thoughts about today’s metal music? I think rock genres have a peculiar tendency to be selfreferential, metal music is no exception. Experimenting new ways to compose and to arrange music is the only way to keep your music alive and fresh. Of course there are some very interesting metal acts out there (Tool, for example, or some extreme combos like Khanate, Sunn O or Khlyst to name but a few), I’ve got some problems with the mainstream metal anyway...it gives me no vibes and I don’t find it particularly interesting. It sounds quite old and, most of the times, its “macho” attitude makes me laugh a bit. - Italy is very famous with its own-defined Symphonic/ Progressive Rock genre. Are you influenced from the bands like Premiata Forneria Marconi, Le Orme, Banco Del Mutuo Soccorso etc...? If so, what are your favourite Italian-Prog bands and how are your general ideas about this style? I adore some of the bands you mentioned, expeccialy Le Orme, Banco del Mutuo Soccorso and Area and also some more obscure and underrated groups...they were incredible rock-bands and they still sound fantastic...I can’t say if some of those acts had an influence on Garden Wall’s
“Download my music with no regrets!” music or on my songwriting, but I guess that the musical background of every musician tends to jump out from his music somehow...I grew up listening to these bands (and to the classic progressive acts such as Genesis, Van Der Graaf Generator, King Crimson, etc...), what I try to do is not betraying their progressive attitude by simply trying to emulate them...this is the biggest problem in the progressive scene. There’s an “actual” prog-rock which tries to push the boundaries of rock music ahead and there are a lot of very good bands that play like they were caught in the fabolous seventies...it’s the “attitude”, which means taking risks, trying something new and sometimes even making mistakes, against the “style”...the style is reassuring but brings nothing new and exciting to what those mytical bands did in the past. Garden Wall are proud to own to the “progressive attitude approach” as you will see and listen with the upcoming album (likely to be realesed by Mellow records in 2009 and entitled “Assurdo”, the italian word for “absurd”). - Garden Wall is also known for its usage of highly artistic images. Especially your first four albums have very artistic album covers. Are there some stories or messages behind them each? I always loved the chance to make different arts collide in rock music...there’s the interaction between words and music, and there are the images that gush out like a stream of consciousness (to quote James Joyce) from the music itself. Some of the paitings were done by my father, he did really a great job, I really think some of his pictures are just amazing. Then I started to collaborate with a computer graphic artist called Giulio Casagrande...I’m always curious to see what kind of images my music can evoke in another person. - Although being active for nearly twenty years, Garden Wall could not get much public attention and remained as an obscure band. Does this situation lead problems for the band? And do you think that with the spreading usage of Internet, Garden Wall has gained more attention? No, there were no problems at all...we all know that the music we play can’t reach a large audience...people, as I said before, tends to look for reassuring music, being behind the shield of some clichè gives you no complications at all, there’s nothing to risk, it’s just fun. On the other
hand what we do can be discomforting sometimes...but if I can connect to some soul, to some “wounded angel” (an expression by a great italian artist named Guido Ceronetti) out there my target is reached...I always say that I compose music just to cure myself (unfortunately I don’t have the chance to release all...just think about the fact I’ve got more than 100 songs ready to be recorded!), and if I can help somebody else...it’s just fantastic! So, assuming that I never think about “market” questions, being a small rock band isn’t really a problem for me and, I guess, for the rest of the guys. - By the way, speaking the case of Internet, what are your thoughts about online music trading thing? I just want to connect to the previous answer...as long as I don’t think about the commercial aspect (and this is what Garden Wall always missed somehow) I just don’t care if people out there downloads my music for free or if they buy our Cds. What has a real importance to me is trying to reach as many people as possible, getting in touch with as many “wounded angels” as possibile...I once said that I find professionalism incompatible with art...I still think so...so guys...download my music with no regrets at all and liked me know if something moved inside of you! - Your last albums show many varied influences from ethnic music. Which regions or countries caught your attention in terms of these influences? Do you ever listened to Turkish folk music? I think the main thing in nowadays “avantgarde” music is the contamination (surprisingly a word with some “negative” sense) between as many musical traditions as possible. There’s the classic progressive rock music which gives me the main background, there’s my love for XX century academical music, there are some jazz influences and yes, there are some ethnic influences as well. I live close to the slovenian border, so my region has always been a kind of bridge between western and eastern cultures...my land was invaded by turkish armies in the past (the so called Akingy), so there’s this evident influence of your musical tradition in the use of some scales (mainly the dominant phrygian scale)...Raffaello, the lead guitarist, spent a vacation in Istanbul and came back with some turkish instruments (we’re planning to
use one of them, called “Bağlama”, in some next recordings!). I really think your folk music is fantastic and stands as a very important tradition in the european musical culture. - Alessandro uses his voice theatrically and in a very unique approach. What are his influences in terms of singing? I, personally, resemble his extreme singing style to US-experimental band Swans’ singer Michael Gira. Did he listen to Swans? I just love some Swans stuff (“The Great Annihilator” album is really great)...but I discovered them recently so I just can’t say it’s an influence for me...at the beginning I sang in a “normal” way, then, starting mainly from Peter Hammill’s moving style, I began to improvise everything...what I try to do in the studio and even in the live gigs is to “short-circuit” the lyrics with the mood of the moment. I called this way of singing “heart-felt emissions”...it has nothing to do with the idea of “singing well”. I try to find, within the bends of my voice, those “unwanted” sounds and work on them...most of the singers use their voice to sing “vocals”, of course I do it as well, but the “consonants” like “r”, “s”, “f” etc. and some guttural sounds like “gh” or “ch” must be explored. Weird but moving sounds can gush out from them...I usually spend really few time in the studio., because everything is improvised and most of the times I just go fot the first take. I think every musician should do what comes naturally for him, if you feel that something is not confortable for you...go ahead and try something different (this is true whatever instruments you deal with). Singers are sometimes a little bit too narcisistic...give away narcisism and pride...singing your very own way will be surely more interesting and moving than trying to be stylisticcaly perfect. - On your MySpace page, you use a term “Theatre Met-
al” to define your ’90’s era works. While your works in ‘90’s had balanced Progressive Rock/Metal sound, your ‘00’s era works are more heavy, varied and have some Avant-Garde feeling. Considering the five years break between Chimica and Forget The Colours, do you think your music dramatically changed? As I told you before I sometimes feel the need of a direction chance...I don’t want to be trapped in my own style just as much I don’t want to “imitate” any of the classic rock bands...it came out naturally...and “Assurdo” will just as naturally be completely different from our last two albums (though it’s the 3rd part of a kind of trilogy began with “Forget the Colours”)...at the moment I’m interested in making electronics, acoustic instruments and guitars collide...this will probably last for some more works in the future...but then, I’m sure I will chance direction another time always keeping my own songwriting style, with my background and my need to cure myself (this is a core concept for me). - You announced on your MySpace page that you are currently working on the final part of the trilogy that started with Forget The Colours and it’s name will be Assurdo. Can you give some hints about how will it sound? Should we expect more experimental release than the last two? I just partially answered your question during the interview...”Assurdo” will really be a kind of huge collision between electronics, guitars, acoustic instruments from the “sound” point of view, and a big interaction between heavy rock, romantic progressive, ethnic music, jazz isles, funky touches, trip-hop moments and avantgardish harmonical solutions from the strictly musical point of view...You should be pretty curious now! - Do you ever considered to make a fully acoustic al-
bum, with tones like The Bride Of The Wind? I do...”Assurdo” is, for many aspects, a peculiar symphonic work...I mean, if you mix the album in a different way you could probably have another album out of it. This is something that excites me...having a song mixed in a totally different manner that no-one can tell is the same song he just listened to before...there are really tons of ideas and it’s an experiment that I will maybe do in the future...release it with another title and see if somebody recognise it!...I’d like to record “Assurdo” opposite one day...one guitar, few electronics and my voice...I don’t know if this will be possibile within the frame of Garden Wall, but who knows... - During your ‘90s era, keyboard was an integral part of your sound. With your last two albums, you lessened the role of keyboards and started to make more guitaroriented music. Will you use keyboard sounds in your next album? Or you grown tired with it? I will go back to keyboards...I played them myself (except for the solos)...but the use of keyboards will not be similar to what Mauro Olivo was doing in the nineties...I mainly used my computer as a sampler... the problem with guitars is that they just sound like... guitars! Of course I’m really proud about what we did in the last albums...but, again, it’s time for a change! - Do you follow the contemporary Progressive Metal bands like Dream Theater, Opeth or Pain Of Salvation? I do...but I don’t go mad for most of the prog-metal scene...it seems all the bands sound the same (a disease most of the genres suffer to be honest)...Opeth are a good exception, they’re really fantastic...I don’t listen to Dream Theater anymore, they’ve been important but now I find them too self-referential...and, of
course, I don’t listen to Dream Theater clones! I’m listening to a lot of electronic music in the last months, I find it “new” and exciting (I’ve got an electro project called Genoma, you can find a video on youtube “Genoma-Microscopia”, it’s something I presented to the” Luigi Nono Contemporary Music Festival” in Trieste)... and to my beloved contemporary stuff...no metal these days...I know it will chance...even as a listener I go through many different moments...three or four years ago I was listening only to Pantera and Death! - This is the end of my questions and I would like to thank you for giving your time . Any messages to Turkey? I’d like to salute all of you guys, thank so very very much for your appreciation and support and I just hope to come and visit your beautiful country and meet your great culture one day. Not all are closed-minded here in western Europe, and I do hope Turkey will soon enter European community...I’m not so proud of being italian, in these days there’s a lot of racism in my country, this makes me geel ashemed! Anyway, this is not the right place to talk about that...me and my girlfriend were talking about coming there some days ago...so, who knows, if I’ll find the money (I work in social facilities and earn really few money!)...hope to see you soon! PS: I hope you will be more recognised in the scene soon, ‘cause you deserve it. :) Thank you so much my friend, it’s been a great pleasure to answer...your support is more than needed here... knowing that somebody out there cares about my mad music gives me a great stimulus to carry on...a strong embrace from Italy.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Sanata olan yaklaşımıyla ünlü İtalya’dan çıkma bir grup Garden Wall... Genesis’in milat öncesi adını almalarından da anlayabileceğiniz gibi progresif müzik yapan bir topluluk... Müzik sahnesinde yirmi seneye yakındır aktif olmalarına rağmen, gerek ticari kaygılardan uzak olmaları, gerek ana akıma uzak bir müzik yapmaları ve oldukça küçük bir firmayla çalışmaları nedeniyle, çok küçük bir kitleye sesini duyurabilmişler. Müziklerini Progressive Rock ve Metal arasında kurgulayan grup, internet iletişiminin yaygınlaşmasıyla adını bir nebze daha duyurabilmişse de progresif müzik sever birçok kişi için keşfedilmeyi bekleyen hazine olarak duruyor. Grubun beyni olan Alessandro Serravalle, ropörtajda da görebileceğiniz gibi tam bir sanat tutkunu ve Progressive Rock/Metal dışında birçok müziği takip eden bir müzisyen... Garden Wall’un şu an birçok dinleyeni tarafından orijinal bulunmasının nedeni de bu adamın müziğe bakış açısından kaynaklanıyor. Deney yapmaktan, ilerlemekten, farklı müzikleri tarzına yedirmekten korkmayan bir adam Alessandro, dolayısıyla grubunun bir sonraki albümde ne yapacağını kestirebilmek çok güç... Aynı zamanda oldukça “obscure” olmaları, zayıf bir plak şirketinde kontratlı olmaları, albümlerinin öyle nette kolay bulunamaması gibi nedenler de çok fazla kişiye ulaşmalarına engel oluyor. İtalya, ‘70lerde oldukça güçlü bir Progressive Rock akımı çıkartmıştı kendi içerisinden, Genesis, van der Graaf Generator, King Crimson gibi grupların etkisini kendi sanat anlayışlarıyla birleştiren İtalyalılar, Le Orme, Premiata Forneria Marconi, Area, Banco del Mutuo Soccorso, Museo Rosenbach gibi oldukça önemli gruplar çıkarmış ve buzdağının görünmeyen kısmında ise birçok bilinmeyen ama yine oldukça değerli işler yapan gruplar türemişti. Garden Wall’da bu akımın devamında gelen temsilcilerden birisi aslında... İtalya bilindiği gibi, Progressive Rock’ta kendi
alt tarzını yaratsa da metal müzikte hiçbir zaman o kadar söz sahibi olamadı. Rhapsody (Of Fire)’ın başarısı üstüne artık ishal gibi çoğalan karbon kopya Power Metal gruplarının ziyanı içerisinde İtalya’daki metal müzik piyasası genel olarak ana akımdan uzak bir piyasa ve günümüz internet olanakları sayesinde ancak haberdar olabildiğimiz gruplara sahipler... Lacuna Coil’in ülkeden çıkan güncel en büyük Metal grubu olması, İtalya’da Gothic ve Doom Metal’e olan ilgiyi arttırdı. Bunun yanında, İtalya’da Dream Theater ekolünden gelişen bir Progressive Metal sahnesi de var fakat bu gruplar da çoğunlukla orijinal olmaktan uzaklar... Garden Wall bu durumda istisna iken, ne yazık ki olması gerekenden çok daha geride kalmış bir grup olarak göze çarpıyor. Seksenlerin sonunda İtalya’nın Friuli-Venezia Giulia bölgesinde kurulan Garden Wall, ilk albümü Principium’u çıkardığında takvimler 1993 senesini gösteriyordu. Progressive Metal’in yavaş yavaş yükselmeye başladığı yıllardı. Garden Wall debut albümüyle Progressive Rock ve Metal arasında bir çizgi tutturmuştu, çoğunlukla atmosferik enstrumental kısımların yer aldığı albüm ‘70ler Progressive Rock tarzından oldukça etkiler taşıyordu. Grup, doksanlar boyunca bu albümden aldığı ivmeyle doğal bir gelişim sergiledi, ’94 senesinde çıkardıkları Path Of Dreams ile yine Progressive Rock/Metal arasında tuttukları çizgilerini ilerlettiler, ‘95’te The Seduction Of Madness ve ‘97’de Chimica albümleri grubun klasik çizgisinin gün geçtikçe Progressive Metal’e kaydığının göstergesi olan albümler oldular. Garden Wall’un en büyük silahı, kompleks ve ilerici bir grup olmasının yanında, birçok grup gibi tamamen eskilerin mirasının üzerine birşeyler koymaya çalışmamasıydı. Senfonik bazlı klavye partisyonlarını, güçlü gitar kısımları ve Alessandro’nun kesinlikle farklı vokal numaralarıyla birleştiren grup, içerdiği teknik ve
kompleks anlayış ile de öne çıkmaktaydı. Yeri geldiğinde duygu dolu, yeri geldiğinde ise oldukça kaotik melodiler ile işlenen atmosfer ise grubun müziğini daha da ilerilere taşımaktaydı. Grup, Chimica albümünden beş sene sonra Forget The Colours albümüyle sessizliğini bozduğunda yine dinleyenlerini şaşırtmıştı. Death, Cynic, Atheist, Tool gibi grupların etkisiyle, grubun Progressive Rock yanı rafine edilmiş, oldukça teknik bir müzikal yapı kullanılmıştı. Klavyenin rolü en aza indirgenmiş, Alessandro’nun vokalleri ise sıradışı bir hal almıştı. Müziğe eklenen Balkan yerel müzikleri etkileşimleri ve Jazz tatları ise ayrı bir hava katmıştı. Grup, 2005’te Towards The Silence albümü yayınladı, albüm öncülüne benzer bir şekilde oldukça güçlü, sert ve teknik bir albümdü. Grup şu an Forget The Colours ve Towards The Silence ile gelişen üçlemeyi sonlandıracak Assurdo albümü üzerinde çalışıyor ve ropörtajda da okuyacağınız gibi Alessandro albümden yana çok umutlu ve oldukça farklı bir albüm beklememizi söylüyor. Söz konusu grup, müzik dünyasındaki en sıradışı gruplardan birisi olduğundan ne ile karşılaşacağımızı kestirmek oldukça güç... Grupta
yine radikal bir kadro değişimi söz konusu olduğundan kesin diyebileceğimiz tek şey Garden Wall’un tekrar bir değişim sürecinde olduğudur. Grubun ‘90larda yayınlanan albümleri ne yazık ki o albümleri basan plak şirketi şu an aktif olmadığından pek kolay bulunmuyor, son üç albümü ise internette çeşitli sitelerden edinmeniz mümkün... Progressive/Senfonik Rock sevenler için ilk üç albüm, teknik ve kaotik metal sevenler içinse son iki albüm mutlaka dinlenmesi gereken eserlerdir denebilir. Kariyerinde yedi tane hiçbiri vasat olmayan albüm bırakan bu İtalyalı grubu kısaca sizlere tanıtmak istedik. Progressive Metal ve ya Rock seviyorsanız, özgün ve orijinal işlere kulak vermek istiyorsanız Garden Wall’a mutlaka kulak vermelisiniz. Principium - 1993 Path Of Dreams - 1994 The Seduction of Madness - 1995 Chimica - 1997 Forget the Colours - 2002 Towards the Silence - 2004 Aliena(c)tion - 2008
Ülkemizde son dönemin oldukça popüler topluluklarından, Rock'N'Roll'un yeni yüzü Art Niyet, ilk albümünün çalışmalarına geçtiğimiz günlerde başladı. Vokalde Berrak Saka, gitarlarda Tarkan Gürol ve Kerem Beşli, basta Kaan Dirgin ve davulda Onur Üçer kadrosuyla tam gaz yola devam eden topluluk, gerek müzikal, gerekse görsel açıdan son derece ciddi bir çalışma içerisinde.
www.myspace.com/artniyet www.art-niyet.org
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’da verdikleri konserdeki şovlarıyla adından daha da söz ettiren topluluk, saf Rock’N’Roll soundunu sahnede de başarıyla yansıtıyor. MySpace’de parçalarının dinlenme sayısı 40.000’lere 50.000’lere ulaşan topluluk, toplamda 120.000’i aşan ziyaretçi sayısıyla da dikkat çekiyor. Albüm hazırlıkları esnasında stüdyoda yakaladığımız grubun Siyah Beyaz’a özel fotoğraflarıyla sizleri başbaşa bırakırken, grubu takip etmenizi de ısrarla tavsiye ediyoruz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Progressive Metal denince aklımıza ilk hangi grup gelir? Tabii ki Dream Theater... Amerika’nın üç büyüklerinden ticari anlamda en başarılı isimi olan Dream Theater, ülkemizde de progresif müzik severlerin en çok bildiği ve sevdiği gruptur. Fakat, Dream Theater’ın damgasını vurduğu ‘90lardan önce bu işi ‘80lerden beri geliştiren ve kurallarını koyan iki grubumuz daha vardır. Yine Amerika’dan Queensryche ve Fates Warning... Queensryche, Operation: Mindcrime albümüyle elde ettiği haklı başarı ile ülkemizde de bilinir dinlenir bir grup olmuştur. Fakat yazımızın konusu olan diğer isim, Fates Warning, özellikle ülkemiz sınırlarında değeri bilinmeyen bir grup olarak kalmıştır. Öyle ki dört sene önce ülkemize geldiklerinde, adlarına yakışmayan bir mekana ve sahneye mahkum edilip çok az kişiye çalmışlardır. Fakat, söz konusu grup, Dream Theater’dan
önce yola çıkmış ve Progressive Metal’de zirve sayılacak eserlerden bazılarını bizzat vermiş ve aynı Dream Theater gibi, bir “okul” olmuş, birçok yan projeye eleman vermiş oldukça önemli bir gruptur.
doğru atılmış bir adımdır. Iron Maiden etkileşimi hala mevcuttur ama ilk albüme göre azaltılmış, yerine Speed/Power Metal etkileri gelmiştir ve grup yavaş yavaş daha progresif bir yöne kaymaktadır. Grup, edindiği sert metal tarzındaki zirvesini ise 1986 yılında Awaken The Guardian albümüyle yapar. Grubun ileride gideceği yön hakkında kesin ipuçları veren albüm, John Arch’ın özgünleşen yorumuyla öne çıkan farklı vokal numaraları ve Iron Maiden/Mercyful Fate gibi grupların etkilerini taşıyan ama grubun da kimliğini taşıyan şarkılar ile oldukça önem kazanır.
bümde yer almıştır fakat progresif etkiler de oldukça yoğundur. Ray Alder, grupla ilk albümü olduğundan henüz kendi karakteristik vokallerini oturtamamıştır çünkü başta Jim Matheos olmak üzere grup John Arch’ın gruba yedirdiği “the higher the better” mentalitesiyle yüksek notalara çıkmasını istemişlerdir ama vokaller asla sırıtmamıştır ve Alder beğeni toplamıştır. Grubun o zamana kadar yaptığı en uzun şarkı olan The Ivory Gate Of Dreams’de bu albümde yer almaktadır.
Grupların vokallerini değiştirmesi özellikle metal müzikte genelde pek iyi karşılanmayan bir durumdur çünkü genelde gelen gideni aratır. Fakat Fates Warning bu konuda şanslıdır. Awaken The Guardian’dan sonra grupla yollarını ayıran John Arch’ın yerine Ray Alder gelir. Grubun kariyerindeki en büyük değişim bu şekilde başlamış olur. Grup 1988’de No Exit albümünü çıkarır. Grubun sert metal yönü en nitelikli hali ile al-
‘80li yılların başında Connecticut’ta John Arch, Jim Matheos, Victor Arduini, Joe DiBiase ve Steve Zimmerman kadrosuyla kurulan Fates Warning, ilk albümleri Night On Bröcken ile tipik bir Iron Maiden klonu olarak görülmüş ve çok büyük bir çıkış yapmamıştır. Grubun sitesinde bu konuda da “(little did they know then)” şeklinde bir gönderme yeralmaktadır. Aslında grubun ilk albümünde yoğun bir Iron Maiden etkisi olduğu doğrudur, John Arch o karakteristik vokallerinden çok Bruce Dickinson’a benzeyen anlayışla söylemiştir. Ardından gelen The Spectre Within ise grup için ileriye
1989 yılında grup Perfect Symmetry albümünü çıkarır. Kadroya yeni dahil olan Mark Zonder ile beraber çıkarılan ilk albümdür. Aynı zamanda Fates Warning’in Alder ile olan döneminin temelinin atıldığı albüm de Perfect Symmetry olmuştur. Grubun sert metal tarafı albümde rafine edilmiş, daha progresif bir yöne çekilmiştir. Ray Alder ise gruba kendini daha çok adapte edebilmiştir. Bir süre sonra “Fates Warning melankolizmi” olarakta anılacak olan yavaş ve oldukça duygulu kısımlar da bu albümde şarkılara oturtulmaya başlanmıştır.
1991 yılında ise grubun ticari olarak en büyük başarısını elde eden Parallels albümü yayınlanır. Albüm, basit ve direkt görünen bir yapıda olsa da grubun Perfect Symmetry’de oturttuğu yapıyı ileri taşımıştır. Eski albümler ile karşılaştırıldığında dinleyiciyi daha kolay içine çekebilen, basit şarkı yapıları üzerine bestelenmiş şarkılar yapılmıştır fakat grubun duygusal ve melankolik yanı oldukça nitelenmiştir. Life In Still Water şarkısında gruba Dream Theater vokalisti James LaBrie eşlik etmiştir. Grubun ticari olarak en başarılı olan albümü Parallels’i 1994 yılında Inside Out takip eder, genel anlamda Parallels ile benzerlikler taşıyan albüm grubun kalitesini düşürmeden Parallels’in kattıklarını devam ettirir, eski albümlerdeki sert melodilere yer yer göndermeler yapılmıştır ama temel olarak öncülü olan Parallels’deki yapı alınmıştır. Jim Matheos bu
albümün Parallels ile oldukça benzerlik taşımasından dolayı rahatsız olduğunu çok sonra belirtmiştir.
ser kayıdı yayınlanır. Kayıtta APSOG albümü tam olarak bulunmaktadır.
albümünü çıkarttı, Joey Vera ise A Chinese Firedrill/ Circles adlı solo albümü yine aynı sene yayınladı, Mike Zonder gruptan bağımsız olarak Slaviour grubunu kurdu. Fates Warning olarak yeni albüm ne zaman çıkaracaklar, hala merak konusu... Sonuç itibariyle, Progressive Metal camiasında hem çıkarttıkları albümlerle, hem kendilerine has atmosferleriyle ve hem de elemanlarının aktif şekilde bir çok yan projede yer almasıyla başlı başına bir ekol olan ama ne yazık ki, tarzın üç büyüğü içerisinde ticari açıdan en az bilinen grup olan Fates Warning’i bu yazıda nacizane tanıtmaya çalıştık. Bulundukları yerden daha ilerisini hakeden bir grup olmalarına rağmen, ticari açıdan çok öne çıkmamaları nedeniyle genel anlamda ana akımdan uzak kalmış ama yine de kendilerine özel bir hayran kitlesi edinmişdir ve hala aktif olan en büyük Progressive Metal gruplarından birisidir Fates Warning... Progressive Metal seviyorsanız ve hala bu gruba kulak vermediyseniz, en yakın zamanda bu eksikliğinizi gidermelisiniz. Kapanışı için ise Mike Portnoy’a bağlanıyoruz: ...very often fans and critics credit Dream Theater for creating a whole new genre of progressive metal music in the late ‘80s/early ‘90s, . . . but the truth is Fates Warning were doing it years before us...
2000’e gelindiğinde grup tekrar Moore ve Vera’yı kadroya alarak Disconnected albümünü çıkarır. Grubun en deneysel ve kompleks albümü olarak görülen Disconnected, The Ivory Gate Of Dreams’ten beri gelen en uzun şarkılara ev sahipliği yapar. Kevin Moore’un katkıları albüme atmosfer olarak derinlik kazandırmıştır, Jim Matheos ise gitar partisyonları açısından Tool’dan Rammstein’e geniş bir etkileşim yelpazesi sergiler. Sonuç itibariyle albüm Fates Warning diskografisinde önemli albümlerden birisi olarak yerini alır. Grup onuncu ve şu an içinde en son albümü olan FWX’i 2004 senesinde çıkartır. Albüm Disconnected kadar deneysel yön taşımamaktadır ama grubun önceki albümde edindiği müzikal yapıyı yine sert ve karanlık atmosferle birleştirmeyi başarmış bir albümdür ve genel anlamda beklentileri karşılamıştır. Albüm ayrıca grubun davulcusu Mike Zonder ile çıkarılmış son albümdür. FWX’ten sonra 2005’te Alive In Athens DVD’sini çıkartan grup, hala suskunluğunu korumakta... Ray Alder, yan projesi Redemption ile bu süre zarfında iki albüm yayınladı. Jim Matheos, OSI ile 2006 senesinde Free
Inside Out’tan sonra bir best-of derlemesi çıkartan gruptan 1996 yılında Joe DiBiase ve Frank Aresti ayrılır. Matheos, Alder ve Zonder yanlarına konuk müzisyen olarak Joey Vera ve Kevin Moore’u alarak A Pleasant Shade Of Gray adlı albümü 1997 senesinde çıkartırlar. Albüm, hem grubun hayranları hem de kritiklerden genel olarak tam not alır ve grubun zirve noktası olarak görülür. APSOG, oldukça kişisel sözler içeren bir konsept albümdür ve on iki parçaya ayrılmış tek bir parça içerir, atmosfer olarakta grubun en karanlık ve derin eseri olarak görülmektedir. Grup, sonrasında turneye çıkar ve Still Life adlı kon-
BAHA ÖZER
İngiliz müzik medyası alternatif müziğin adını koyarken çok zorlanmamıştı. Zaten ellerinde oldukça çok materyal vardı. Manchester Sound’un o neşeli ve kendinden emin melodilerinin yanında ebediyete intikal eden Nick Drake’in yaratmış olduğu o kasvetli edebiyat ve müzik eserlerinin payı büyüktü. İngiliz alternatif müziğinin mutsuz ve depresif etkisinin yanında derinlemesine incelenmesi gereken konu da lirikleridir. Genellikle kaybetmeye, huzursuzluğa ve ani duygu değişimlerinin getirdiği psikolojik yaklaşımları irdeleyen bir yapı sergilemekteydi. 90’lı yılların ilk yarısında İngiliz müziğinin devrimi niteliğinde sayılabilecek bir olay yaşandı ve Radiohead adı altında alternatif müziğe yöne verecek bir başlangıç yarattılar. Grubun Oxford’lu 5 üyesi ilk öncelikle üniversite eğitimlerini tamamlamak için dağıldılar ve sonra tekrar buluşmak ve kayıtlar yapmak üzere Oxford’a geri döndüler. Radiohead ismi Talking Heads’in bir şarkısının adının değiştirilmesiyle ortaya çıkarılmıştı. 5 Mayıs 1992 yılında “Drill” adı altında ilk EP’leri çıktı. Bu EP’de grup U2’nun etkisinde çok kaldığını göstermişti. Bunun yanında ise EP’den “Prove Yourself” ve “You” adlı çalışmalar çok beğenildi…
Pablo Honey – (1993) 1993’ün hemen başlarında piyasaya sürülen albüm Radiohead’in kendi ülkesinde ve dış ülkelerde tanınmasını sağlayacak türdendi. “Drill” adlı EP’den “Prove Yourself” ve “You” adlı çalışmaları da içine katan grup U2, Pixies ve The Smiths etkili albümlerinde müzik piyasasının içine girebilme çabalarını çok iyi yansıtır. Sonic Youth etkili “Anyone Can Play Guitar” iyi olmak hakkında sert eleştirilere sahip bir şarkıdır. “Stop Whispering” ise aynı ritimlerle devam eden ve The Cure’a göndermeler yapan bir çalışmadır. Müzik eleştirmenleri bu albüm hakkında ikiye ayrılır ve olumsuz düşünenlerin yanında çok olumlu sözler sarf edenlerde bulunur. Bu albüm Radiohead albümlerinin içerisinde dışa dönük duyguların en fazla hissedildiği albümdür. “Pablo Honey”in içerisinde “Creep” adlı çalışma ise çok
başarı gösterir. Sorunlu ve depresif kişiliklerde hayat bulan bir kimliği vardır bu şarkının. “Lanet olsun dostum, ne işim var burada benim, ben buraya ait değilim…” gibi içe dönük depresif duyguların dışavurumunu sergilemekten de kaçınmazlar. Thom Yorke ilginç bir insan. Bütün albümde pozitif duyguların yaratılması bir yana sadece tek bir şarkıyla (“Creep”) bunu ekarte etmesini çok biliyor. The Bends – (1995) Yeni yapımcı Nigel Godrich ile çalışmaya başlayan Radiohead’in bu ikinci albümü ilkine oranla daha içe dönük daha niteliklidir. Albümün müzikal yapısı bir yandan Art Rock diğer yandan da Brit-Pop tarafında gezinmekteydi. Grup bu albüm için R.E.M., Morrissey ve Jeff Buckley’den etkilendik diyor. “The Bends”le kaleler aşıldı, grup önü açık bir şekilde yürümeye devam etti ve artık tahmin bile edemeyecekleri gruplarla turlara çıkıyorlardı... Albümden en iyi çalışmalar “My Iron Lung”, hüznü huzurla buluşturan “High And Dry”, gerçekçi yaklaşımı ve ayakların yerden kesilmesine sebep olan şarkı “Fake Plastic Trees” (Marillion bile coverlamıştır) ve “Ölümü hissedebiliyorum, parlak gözlerini görebiliyorum…” gibi kötümser yaklaşımıyla “Street Spirit” olmuştur. Bugün bu albüm en ünlü Progresif Rock müzisyeninden en ciddi dinleyiciye değin herkesin saygı duyduğu üstün bir çalışma olarak görülmektedir. OK Computer – (1997) Müzik dünyasında bir devrim! İçerdiği liriklerden kapağına kadar ilerici olmayı aklına koyabilmiş bir Radiohead! İngiliz Psychedelic müziğinden etkilenimler ve Pink Floyd’un karamsar yapısını içerisinde taşıyabilen bir başyapıt! Prodüktörlüğünü Nigel Godrich’in yaptığı albümde Thom Yorke, eleştirel anlamda dokundurmuş ve insan ruhunun derinliklerine yolculuk yapmış. Bir kaçış şarkısı olarak “Exit Music”, kişinin kendi beyninin yarattığı korkularıyla ilgili bir şarkı olarak “Climbing Up To Walls”da “Kafatasının içini aç, içinde beni göreceksin!” gibi bilimkurgusal bir yaklaşımda sergilemekte… Bir durum şarkısı olarak “Karma Police”, dinlendikçe rahatsızlık verebilen “Let Down”, bir koruma görevlisinin yaşadıklarını anlattığı “No Surprises”, bir yardım albümü olan Help için kaydettikleri “Lucky”, yaşadığımız dünyadaki büyük kentleşmeye, duygusuzlaşmaya, para avcılarına ve yuppie kültürüne bir eleştiri olan “Fitter Happier”da ise konuşmalar ünlü fizikçi Stephen Hawking’e aittir. Radiohead alternatif müzikte o zamana kadar ki olan kalıpları tek bir hamleyle, “OK Computer”la yıkmış; albümden en çok etkiyi ise “Paranoid Android” adlı çalışma yapmıştı. Bu albüm kesinlikle disütopya ve bilim kurgusal geleceği çağrıştırıyordu.
Kid A – (2000) Eğer bir ressamsanız ya da heykel ile ilgileniyorsanız bu albüm algı kapılarınızı daha da açabilir. “Kid A” Radiohead’in tam tersine döndüğü rock’tan uzaklaşıp daha elektronik, daha deneysel, sentetik ve kaotik olduğu bir albüm. Daha trip-hop yaklaşımlı daha derin, mesafeli bir çalışma, daha Massive Attack daha Aphex Twin ve daha Spiritualized. Thom Yorke seslerle oynamayı çok seviyor. Devam eden seslerle deneyselliğe giden bir yolda ilerleyen bir albüm olarak “Kid A”, müzik tarihinde kalıcı olabilecek mi bunu daha ilerde görebileceğiz ama şu an bile bunu taklit eden gruplar ve albümler çıkabiliyor. “Kid A”nin ismi bir bilgisayar programından geliyor. Ki albümde öyle sesler kullanılmış ki daha dijital daha modern. Radiohead bu albümde sizi “Everything In It’s Right Place” ile karşılıyor. Çok kısa zamandan sonra albümün en iyileriyle (“Optimistic” ve “Idioteque”) karşılaşıyorsunuz. Bu albüm için bazı müzik yazarları Pink Floyd’un devamı gibi yaklaşımlarda bulundular fakat dinleyiciler bu görüşte kesinlikle olmadı. Radiohead tanımlanması zor bir müzik yapıyor.
Kendileri ise dinleyicilerini her albümde şaşırtmaya devam ediyor. Deneyselleşmiş bir müzik ve sıra dışı lirikler… “Bizim kafamızda bant var, sizin vantriloklarınız var. Yatağımın ucundaki gölgede duruyorum. Sıçanlar ve çocuklar beni kasabanın dışına kadar takip edin, Haydi çocuklar…” Amnesiac – (2001) Bir Astral Seyahat! “Kid A” albümüne giremeyen çalışmalar “Amnesiac” albümünde gün yüzüne çıktı. Bu çalışma da tıpkı “Kid A” gibi zor anlaşılır ve deneysel çalışmalardan oluşuyordu. Dinleyiciler bu sefer ikiye bölündü ve bazıları grubu tekrara düşmekle suçladı. Grubun bu çalışması aslında bir denemeyi daha da ileri götürmekten ibaretti. The Doors gibi kafa uyuşturucu tarafı da vardı bu albümün. Zor anlaşılan pasajların yanında daha kolay anlaşılan daha basit ritimli çalışmalarda mevcuttu. “Amnesiac” bu bağlamda bir “ortada kalmış” bir albüm izlenimi vermekteydi. Prodüktör yine Nigel Godrich’ti ve yine albüm eleştirmenlerden iyi not aldı. Liriklerde sembolik betimlemeler ilgi çe-
kiyor, sert caz melodileri, bazen de ağır ruh hallerini yansıtan müziklere benzeyen yapı albümdeki çeşitlilik kanadını temsil ediyordu. “Pyramid Song”un mistisizmi, “I Might Be Wrong”un depresif yapısı, “Dollars And Cents”deki bunalım haller kesinlikle Yorke’un astral seyahatlere göçünü anlatıyordu. Kesik kesik vokaller, tam anlaşılmayan dijital sesler ve yine Yorke’un tüm dünyaya haykırırcasına eleştirisi bu albümdeydi. Acısını da tabii ki İngiltere Başbakanı Tony Blair’den çıkartıyordu. “Nehire attım kendimi ve ne mi gördüm; siyah gözlü meleklerin benimle yüzdüğünü…” Aynı yıl grubun “I Might Be Wrong: Live Recordings” adlı konser kaydı çıktı. Bu kayıtta grup “Kid A” ve “Amnesiac” zamanlarındaki şarkı seçimleriyle bu albümde yine ilgi çekmiştir. Hail To The Thief – (2003) Hırsıza Selam! Bu Bush karşıtlarının ağzından düşürmediği bir sözün bir bölümüydü ve tabii ki de Thom Yorke bu sloganı albüme isim seçmişti. Radiohead dinleyicilerinin en uzak baktığı albüm bu olmuştur. Sound olarak önceki iki albümdeki yapı korunmuş; artı olarak
gitarla bazı süslemeler yapılmıştır. Çok fazla değişik ses denemeleri yapılmamış fakat önceki iki albümden de yavaş olan tempo dikkati çekmiş; ağır ve kasvetli yapı albümdeki her köşeye sinmiştir. “Hail To The Thief” bir Art Rock klasiği olarak akıllara kazındı. Yorke bu albümde sözleriyle daha da yıkıcı olmaya başlamış; dünyanın gidişatını değiştirmeye çalışanlara şöyle bir selamını çakmıştır. “İstersen feryadı kopartabilirsin ama çok geç kaldın…” Albümdeki “2+2=5”, “The Gloaming”, “There There”, “I Will” ve “Sit Down Stand Up” çok beğenildi ve kasvetli bulundu. “Where I End And You Begin” ise albümdeki en uç noktayı temsil ediyordu. Thom Yorke’un bu albümden sonra çıkardığı “The Eraser” adlı yapıtındaki çalışmalar gibi derindi. Sözü oraya getirmeye çalışırsak Thom Yorke’un 2006 yılında çıkan bu albümü tamamen bilgisayar ortamında hazırlanılıp öyle dinleyiciye sunulmuştu. Elektronik müziğin gidişatını belirlemekte üstüne yoktu bu albümün ve Thom Yorke, Aphex Twin çığlıklarını burada da sürdürmekteydi. Sonu gelmeyen ve sürekli tekrarlayan melodileriyle “The Eraser” başarıya ulaştı ve beğenildi. “Black Swan”, “Skip Divided” ve Yorke’un en sert sözlerini yazdığı “Harrowdown Hill” ise bu albümdeydi…
In Rainbows – (2007) Nigel Godrich önderliğindeki bu 7. Radiohead albümü diğer albümlerden çok farklıydı. Öncelikle grup müzik şirketlerini ve endüstrisini karşısına alarak albümü internet sitesinden hayranlarına ulaştırmaya başladı. Bunun sonucunda ise dinleyiciler kendilerinin karar vereceği ücreti Radiohead’in kasasına aktaracaktı. Mp3 formatında ve 160 kbps’lik bir kaliteyle çalışma dinleyicilere sunuldu. Bu bugüne kadar yapılmamıştı ve Radiohead’in bu kararı çok cesur ve zekice bulundu. Albümün içerisinde hediye bir albüm daha vardı ve yine çok güzel illüstrasyonlarla kapağın içine iliştirilmişti. Müzikal olarak dinleyicileri ikiye bölen bir albüm vardı karşımızda. “In Rainbows” hem “Kid A” albümünün ve “Amnesiac”ın deneyselliğini alıyor hem de “OK Computer” gibi devasa bir yapıtın ciddiyetini barındırıyordu. Açılış çalışması “15 Step”, sonraki “Bodysnatchers”, albüm hakkında fikir yürütmek için yetersiz kalırken devamından gelen “Weird Fishes/ Arpeggi”, “House of Cards” ve “Videotape” albümün üstünlüğünü dile getiriyordu…
MELİS SARILAR
Hareketli ritmler vuruyor ve kirişi kırıyorum diğer tarafa doğru… Sadece bir adamın sesiyle, hareketler içime işliyor ritm durmamak için sank! O bir Şaman! Önünde eğiliyorum, başka bir şey gelmiyor içimden… Kendinden geçercesine, aksak adımları, dansları… Ölmüş bir kızılderilinin lanetli ruhunun o yontulmuş vücutta yer almasını izliyorum. Binlerce ruh gelip geçiyor içinden, hiçbirine cevap vermiyor gibi, kalabalığı da silip geçiyor çığlıkları... Etrafında sınır istemiyor. İçinde sınır olmayan bir adamın dışına sınır koymak ne kadar mantıklı olabilir ki? Son zerresine kadar yaşamak istiyor hayatı Jim, bütün coşkusuyla her duyguyu yaşayarak her kokuyu içine çekerek. Kulakları sonuna kadar açık bir kelebeğin çığlığını duymak için… Bu yaşama doyumsuz adam son dakikalarında kelebeğin çığlığını duydu mu bilinmez; ama çığlığını yıllar ötesinden duyuyoruz biz. James Douglas Morrison… “Bir Deli Yahut Bir Şair” başlığı ona uygun olmalı. Belki de Nietzsche’nin elleri yıllar öncesinden uzanmış bu çiçek çocuğun başını okşamıştır. Dionysos’un yaratımıdır Jim. Tüm doğayı barındıran bir küre… Şehvet akar damarlarından. Gözün görebildiğiyse pek azdır. Kimbilir neler geçer aklından? Beyninin her kıvrımı tersine çalışır. Beklenemeyen bir durumdur bu; ondan beklenen de klasik bir beklenen değildir zaten. Beklemek aykırı, ömrü az, koşmalı! Ne kaldı ki Jimmi Hendrix ve Janis Joplin’den sonra. Ölümü içinde hissettiği bu iki büyük J’den sonra, kendisinin geleceğinin kesin bir ışığıydı. Gözüne çarptı ve kulağına doldu. Yaşam çılgınlıktı. Dışarıda yaşanmalıydı. Aşırılıkları bedenine taşımak istiyordu Jim. Bazı insanlar gibi beyninde yaşayamazdı.. Susan bir adamın çığlıkları saçmalığına da bulaşmak istemiyordu. O “içinden çığlıklar atan!” dışarıda sessiz sakin kendi belli etmeyen ve aslında kendini bir cevher sanan moronların dışındaydı. Her satırına dokunduğum, her hareketine tapındığım bu adamı görmek yalnızca bu ruhsuz ekrandan görebilmek nasip bana.. Sahnede bir ilüzyonist gibi duran o adam . İnsanlar birkaç saatliğine ruhlarını bu tekinsiz adama teslim ediyorlar. Bedenleri ise kendi kontrollerinde değil gibi. İstemsiz hareketler birbirini izlerken gözlerden sadece neşe okunuyor. Bir yığın çiçek kukla. İpleri ise bu çılgın dahinin ellerinde. Yavaş sakin konuşması bir transın başlangıcı… Algılarınız sonsuza kadar açık ve görebilenecek tek şey alabildiğine çöl: Sadece bir ruhlar göçü… İçine işlemiş kelimelerle yerlerde kıvranan, gözlerimizi büyüleyen Jim. Sınırlardan intikamını alırcasına çığlıklar koparıyor. Gri gözleri boşluğa bakıyor. Bu ruhsuz ekrandan bile hipnotize olabiliyorsam, bu O’nun başarısıdır. Gözleri uzandıysa ileriye sözleriyle birlikte bu, şair James Douglas Morrison’ın başarısıdır. Sesi dansları hala taklit ediliyorsa bu ipe sapa gelmez Jim Morrison’ın başarısıdır. “L.A Woman”la triplere girdiğim şu zaman diliminde, Sen çok yaşa vahşi çocuk, ölümün ziyaret etsin tavandaki alyuvarlarımı…
CAN ÇAKIR
Şimdilerde her 300 metronomda çalan progresifçi oluyor. Peki bu kadar gösterişe gerek duymadan bu müziği ilk icat eden kimlerdi? Tabii ki Robert Fripp ve yol arkadaşları…
“The wall on which the prophets wrote is cracking at the seams…” “Progresif” sıfatı, son zamanlarda, olması gerekenden çok daha fazla serbestçe kullanılır bir hale geldi. Her senelerce günde 8 saat enstrüman çalışıp müzisyenliği sadece tellerin ırzına geçmek olarak belleyen adamın kurduğu grup progresif müzik yapıyor demek sizce de bu türü başlatan büyük ustalara bir hakaret değil mi? 1960’ların sonunda ortaya çıkıp 1970’ler boyunca müziğin çehresine yepyeni bir bakış getirmiş olan (önümüzdeki aylarda da dergimizde geniş bir dosya olarak ele alınacak olan) progresif rock üstatlarını, kendi öğretileri söylediklerinin çok dışına çıkıp artık insanlara yapması gerektiğinden bambaşka çağrışımlar yapan Karl Marx ve gibilerine benzetiyorum açıkçası. Tabii progresif rock tanrıları ve Marx’ın aralarındaki en büyük farklardan biri, bu müzisyenlerin en azından bir kısmının halen daha ortalıkta olup mirasyedilerine tokat aşkedermişçesine müzik yapmaya devam ediyor olmaları. Son bir iki yıldır gerçekten içine girmeye çalıştığım bir tarz progresif rock. Zaman zaman aradaki gereksiz grupları ve gereksiz albümleri ayıklamak gerektiği için, zaman zaman da albümleri tamamen dinleyip bitirebilmek hakikaten sabır istediği için, diğer birçok müzik tarzına kıyasla daha fazla vakit alıyor progresif rock’ı adam gibi özümleyebilmek. Halen daha bir acemi sayılırım. Ancak Last.fm hesabımın da bana belirttiği gibi, son bir yılımı,
bu yazının konusu olan ve progresif rock tarzının öncüsü sayılan King Crimson’a verdim diyebilirim. Her ne kadar kendileri “prog” öntakısını kurulmalarının üzerinden 40 yıl geçmiş olsa bile hala kabul etmiyor olsalar da, King Crimson objektif olarak bakmak gerekirse bu işin babasıdır. Subjektif olarak bakmak gerekirse de hiçbir şey değişmez. Rock müzikte tüm zamanların en etkilenilen gruplarından biri olan King Crimson ile ilgili sizlere göreceli kısa bir biyografi sunacağım. 1967’de Giles, Giles and Fripp isminde bir trio olarak temelleri atılır sonradan bir müzik efsanesine dönüşecek olan bu grubun. Michael-Peter Giles kardeşler sırasıyla davul ve basta bulunmak üzere esasında şarkı da söyleyebilecek bir klavyeci aramalarına rağmen yanlarına şarkı markı söylemeyen (hala daha söylemez) bir gitarist alıp bu trioyu kurarlar ve sadece bir albüm çıkarırlar. Robert Fripp’in tavsiyesi üzerine, progresif rock’ın öteki atalarından biri olan Yes’in de kurulmasına vesile olmuş olan 1-2-3 isimli gruptan türlü türlü enstrümanlara hakim olan Ian McDonald’ı topluluklarına dahil etmeleriyle iş Giles biraderlerin kontrolünden çıkar. Bu andan itibaren gruptaki eleman değişikliklerinin önü kesilemeyecektir. 1967’nin ağustosunda sadece bir trio olarak kurulan grup, 1969 ekimde ilk albümleri olan “In The Court Of The Crimson King”’de King Crimson adını almıştır, dört müzisyen ve bir şarkı sözü yazarı olmak üzere toplam beş kişiden oluşmaktadır. Robert Fripp’in gitarda, Ian McDonald’ın üfle-
meliler ve klavyede, sonradan Emerson, Lake and Palmer oluşumunun Lake’i olacak Greg Lake’in bas ve vokalde, Michael Giles’ın da davullarda arz-ı endam ettiği albümün sözlerini Peter Sinfield üstlenmişti. Kanımca tüm zamanların en iyi albümlerinden olan bu albümün özellikle ünlü olan şarkısı ‘Epitaph’’tir. Zamanında ucundan da olsa bu tarza bulaşan biriyseniz bu şarkıyı mutlaka dinlemişsinizdir. Size tavsiyem, şarkıyı dinlemekle kalmayın, albüme bakın esas albüme! “Cadence oiled in love, licked his velvet glove hand, Cascade kissed his name…” Bu başyapıtın ABD turnesinden sonra grubun eleman değişikliği sendromu tekrardan baş gösterir. 1970 yılını turneye çıkıp para kazanmaktansa, albüm yapıp para kazanarak geçirmeyi tercih eden King Crimson, bu sene içinde “In The Wake Of Poseidon” ve “Lizard” isimli iki albüm çıkarır. İstikrarlı bir kadro bulunduramamaktan muzdarip olsa da, grup “prog epic” denen olayı da başlatır. “Lizard” albümünde, albümle aynı ismi taşıyan şarkı alışılmadık bir şekilde 23 dakika uzunluğundadır, ve Yes’in efsane vokalisti Jon Anderson’ı da konuk olarak bulundurmaktadır. Turnesiz geçen bu albümlerden sonra, 1971’de Robert Fripp’in mellotron ve klavyeyi eline alıp domine ettiği “Islands” albümü ile sahnelere geri dönen King Crimson’ın bu sefası uzun sürmeyecektir. Turneyi kaydedip “Earthbound” isimli canlı albüm olarak piyasaya sürecek de olsa, turnenin bitişi King Crimson’ın sonraki 30 yılında nasıl olacağının ipucunu vermiştir dinleyicilerine: Robert Fripp tek başına kalmıştır. 1972 senesini yine eleman arama kargaşasıyla geçiren Fripp, çabalarının meyvesini alır.
Perküsyonist Jamie Muir, basçı ve vokalist John Wetton, keman, viyola ve klavyeci David Cross, ve kanımca hepsinin en önemlisi Yes’ten ayrılan davulcu Bill Bruford, bir sonraki albümde Robert Fripp’e eşlik edecek müzisyenler olarak seçilmişlerdir. Benim düşünceme göre, Bill Bruford (Fripp’in kendisini hariç tutacak olursak elbette), King Crimson’ın tarihindeki en önemli insandır. Onun poliritmik davul tekniği, King Crimson’ın albümlerini sırf davullara özel ilgi gösterebilmek için tekrar tekrar dinletmek zorunda bırakan unsurdur. Sadece Fripp’in yanında değil, Yes’in en önemli iki albümü olan “Fragile” ve “Close To The Edge”’de de hünerlerini göstermiş, King Crimson onu kesmeyince Genesis’le, UK’le, Yes’in eski elemanlarının yeni projeleriyle de kulaklarımızı mest etmiştir. Maalesef 2009’un başından itibaren sahnelere veda etmiş durumda olduğu için onu canlı izleme şansımız sıfıra çok yakın bir halde. “You make my life and times a book of bluesy Saturdays, and I have to choose…” 1973’te King Crimson, yukarıda bahsettiğim kadrosu ile “Larks’ Tongues In Aspic”’i çıkarır. Esasında hakikaten büyük müzisyenler de olsa kendilerini olduklarından daha büyük görme hatasına düşen birçok müzisyenin aksine, Robert Fripp’in güncel müzikleri takip etmekte olduğu o zaman apaçık bir şekilde belli olur. Black Sabbath ve Judas Priest gibilerin büyütmeye başladığı heavy metal sound’u, bu albümde özellikle ‘Larks’ Tongues In Aspic Part I’’da kendini göstermektedir. King Crimson tarihindeki en önemli üç albümden biri olan (öbürleri “In The Court Of The Crimson King” ve “Red” olmak üzere) “Larks’
Tongues In Aspic” özellikle az önce bahsettiğim eser ve onun ‘Part II’’sunda görebileceğimiz delilik sınırlarını zorlayan doğaçlamalarla öne çıkar. Bruford gibi bir davulcunun yanına sapık bir perküsyonist olan Jamie Muir’in konulması demek, sırf müziği kendinizi vererek dinlediğinizde ne kadar terleyebileceğinizi yaşayabilmeniz demektir. David Cross’un keman partisyonları da bu terlerinizi kurutmaya yarar. Maalesef, Muir’in gruptaki varlığı bu albümle kısıtlı kalır. Bir sonraki albüm “Starless And Bible Black”’in büyük bir kısmının kaydedildiği turnenin ortasında, İskoçya’da bir manastıra yerleşmek amacıyla grubu bırakan Muir’in yirmi yıla yakın bir zamandır müzikle uğraşmayıp sadece resim yaptığını da belirteyim. Perküsyon çalmakta ve improvizasyonundaki olağandışı yeteneğin sayesinde tüm zamanların en başarılı progresif rock gruplarından birine giriyorsun, muhteşem bir albüm kaydedip milyonlarca insanı etkiliyor, belki büyük bir çoğunluğunun enstrüman çalmaya başlamasını sağlıyorsun, turnenin ortasında grubu bırakıp bir manastıra yerleşiyorsun, yaklaşık on sene sonra tekrar müziğe dönüyorsun, bir on sene daha tuhaf tuhaf (ama güzel) müzikler yapıp en sonunda da kendini resim yapmaya veriyorsun. Garip adamsın Jamie Muir. Neyse, konuya dönelim. 1974’te de 4 sene öncesinin üretkenliğini gösterir King Crimson. Senenin başında “Starless And Bible Black”’i yayınlar. Bu albümün Amerika turnesinde David Cross grubu bırakır, ve grup en temel üç elemanıyla kalır: Robert Fripp, John Wetton ve Bill Bruford. Bu üçlü, o zamana kadar yayınlanmış, hatta bırakın o zamanı, bu zamana kadar yayınlanmış en
sapık, en deneysel, en hastalıklı progresif rock albümünü yaparlar: “Red”. Robert Fripp, müzik hayatının son 6 senesinde beraber çalıştığı neredeyse hiçbir elemanla anlaşamamasının ve çocukluk arkadaşı olan Greg Lake’in onunla beraber çalışmayı tercih etmek yerine gidip Keith Emerson gibi ayrı bir deli dahiyle farklı bir grup kurmasının öfkesini, George Gurdjieff’in okumaları ve müzikal yeteneğiyle birleştirince ortaya “Red”’deki besteleri çıkarmıştır. Eski albümlerde beraber çalıştıkları müzisyenleri üflemelilerde ve kemanda (non-standard instrument denen hadiselerde) konuk eden King Crimson, dinleyene gerçekten kızıl kabuslar gördürebilecek bu albümün kayıtlarını bitirdikten sonra dağılır. Dağılmış olsalar da 1973’ün Amerika turnesi, 1975 yılında “USA” adı altında yayınlanır ve en başarılı canlı kayıtlardan biri olarak tarihe geçer. “If we find no words to say to the rhythm of the waves, then we’ll both surrender there, walking on air…” 1981 yılında Robert Fripp yeni bir grup kurma kararı alır. Bu grupta kendisine eşlik etmek üzere Bill Bruford’la temasa geçer. Yeni bir grup için direk ilk temasa geçtiği kişinin Bruford olması bence onun önemini bir defa daha kanıtlıyor. Bruford’ın kabul etmesinden sonra ikisi beraber başka bir büyük müzik adamı olan, portfolyosunda John Lennon’dan Cher’e kadar uzanan bir yelpaze bulunan Tony Levin’i yanlarına alırlar. “King Crimson’ın aynısı olmasın ulan” düşüncesiyle ikinci bir gitarist arayan Fripp, soluğu Talking Heads’le turlayan (sayko kilır, kesköseyi) Adrian Belew’ın telefonunda alır. Adrian Belew’ın aynı zamanda vokalistliğini üstlendiği grup bir süre Discipli-
ne ismiyle turlasa da, beklenen gerçekleşir ve grup 1981 yılını King Crimson adı altında ve “Discipline” isimli yeni bir albümle kapatır. 1982’de “Beat”’in ve 1984’te “Three Of Perfect Pair”’in üreticisi olan bu King Crimson’ın ikinci dirilişi, orijinal (kadro demeyelim hadi ama) dönemine kıyasla çok daha sönük kalmıştır. Jamie Muir’in etkileri halen daha görülebilmektedir, Bill Bruford değişik perküsyon aletleri kullanır bu albümlerde. Bunun yanısıra Tony Levin’in de Chapman Stick’iyle boy göstermesi dışında maalesef King Crimson, New Wave etkili sound’uyla çok büyük bir yenilik getirememiştir. Robert Fripp, kendi yan projesi League Of Gentlemen’in bile daha başarılı olduğunu görünce King Crimson’ı tekrar dağıtır. King Crimson’ın ölü kaldığı bu on yıllık süre boyunca Fripp’in yaptığı en önemli şey Guitar Craft müzik okulunu açmak olmuştur. Bu okuldan California Guitar Trio’nun çıktığını belirteyim. 1994 yılında Robert Fripp, kurduğu okul vesilesiyle tanıştığı Trey Gunn’ı ikinci Chapman Stick’e, o vesileyle tanışmadığı Pat Mastelotto’yu da ikinci davula alarak King
resif müziği King Crimson’dan alıp yeni nesillere tanıtmış olan Tool’un açılış grubu olurlar. Bu haberi duyduğumda ben cidden üzülmüştüm. Ulan nereden nereye… “I talk to the wind. My words are all carried away. The wind does not hear. The wind cannot hear.” King Crimson’ın görkemli hikayesi burada sona eriyor. 2001’den sonra da “The Power To Believe” gibi stüdyo kayıtlarıyla da görücüye çıkmış da olsalar, stüdyo kayıtlarının bir görkemi kalmadı maalesef. Yine de kişisel olarak birkaç kelam edeyim istedim siz sayfayı çevirmeden. King Crimson, Yes ve Rush ile beraber siz okuyucuların dinlediği müzik gruplarının büyük bir kısmına şekil vermiş gruptur. Bazen “Red”’i takarsınız, gözleriniz hem müzikal orgazmdan hem de beyninize daha yakın olmak isteği sonucunda gözkapaklarınızdan yukarı kayar, bazen ise “In The Court Of The Crimson King”’i takarsınız, Greg Lake’in sözleri ve Ian McDonald’ın flütleriyle kendinize ‘moderen
Crimson’ı bir çift-trio olarak yine diriltir. Yine zamanının popüler müziğinden etkilenen, ama bu sefer “Red”’deki virtüözite köklerini de hatırlayan bir sound’la 1995’te çıkardıkları “THRAK”, grubun son başarılı albümü sayılabilir. ‘Walking On Air’ gibi bir başyapıtı içeren albüm, eski King Crimson’ın geri dönüşünü müjdeler gibiydiyse de, 6 kişilik bir progresif rock grubunun bir arada kalması doğal olarak imkansızdır. Lakin grubu yine dağıtmaktansa “ProjeKct” adı altında dört tane küçük gruba bölünür ki yaratıcılıklarını devam ettirebilsinler. Maalesef iyi niyetli bir fikir olsa da, bu düşünce de tahmin edilen başarıya ulaşmaz. ProjeKct’ler sona erip bir araya geldiklerinde King Crimson (yine Fripp hariç) en önemli iki elemanından yoksun bir haldedir: Bill Bruford ve Tony Levin artık grupta değillerdir. Fripp yılmaz ve Adrian Belew, Trey Gunn ve Pat Mastelotto’yla beraber, yeni milenyuma “The ConstruKction Of Light” ile merhaba der. King Crimson’ın diskografisine kıyasla çok sıradan bir albüm olan “The ConstruKction Of Light”’ın başka bir avantajı ise yine yıllardan sonra King Crimson adı altında turlamaları olmuştur. Bu turnenin bir ayağında ise ironik bir şekilde prog-
dünyanın’ sorunlarından bir kaçış ararsınız. ‘Book Of Saturday’ dinlersiniz, sizi dinlendirir, ‘Larks’ Tongues In Aspic Part (fill in the blanks)’ dinlersiniz, sizi yorar. Ama her zaman kulaklarınız ve beyniniz size minnettar kalacaktır bu zevki onlara bahşettiğiniz için. Hele ki büyük bir Tool fanıysanız, hiç boşuna zaman kaybetmeyin. Tool’un dehası nereden geliyor anlayabilmenin, ve bunu takdir edebilmenin denemesi artık bedava. Malum internet var. Taptığınız (taptığımız) gitaristler Joe Satriani ve Steve Vai’nin G3 turnesinde Robert Fripp’i onur üyesi olarak konuk ettiklerini bilin. Emin olun ki, konserlerinde prensip olarak çaldığı zaman asla oturduğu yerden kalkmayan bu adam, bu müzik dehası, bu über-mensch, artık gitar akort sisteminizle sınırlı kalmak üzere mi, yoksa ürettiğiniz müziğe kadar mı bilmiyorum ama sizi mutlaka etkileyecektir. “The fate of all mankind I see is in the hands of fools…”
İsmini son günlerde sıkça duyduğumuz Ankaralı topluluk SETH. ECT’i son derece orijinal soundları ve imajları ile dergimizde ağırlıyoruz. Ülkemiz için oldukça yeni sayılan bir soundun temsilcisi olan SETH.ECT’e ve parçalarına www.myspace.com/sethect adresinden ulaşabilirsiniz.
Aybars ALTAY All Vocals,Synth Composing & Wrath
Grup tarafından hazırlanan bülten şöyle:
Murat ALKAN Guitars & Bass & Execution
`2008 sonunda Ankara’da Aybars ALTAY, Mert TARTAÇ, Murat ALKAN ve Izmael tarafından kurulan, bütün amacı insan zihnini ele geçirip yok etmek üzerine kurulu Pyschedelic & Black Metal ve nice müzik tınılarını bünyesindne barındıran bir oluşumdur Seth. ECT...
Mert TARTAÇ Guitars & Bass & Deviance
Izmael Guitar & Bass & Insanity Emre ETCI Sampler & Chaos
Dünyaca ünlü ney üstadı Arkın ALLEN nam-ı diğer MERCAN DEDE ‘’ney’’ ve Avusturyalı Black Metal grubu Summoning’den tanıdığımız Richard Lededer (Protector) ‘’darbuka’’ olarak Seth. ECT müziğine konuk olmuşlardır.
Çağlar YÜRÜT Drums & Terminate
Geçtiğimiz günlerde Ominous Grief ve Suicide’dan tandığımız Çağlar YÜRÜT (Drums & Terminate) ve Emre ETCI (Sampler & Chaos) Seth.ECT bünyesine girmiştir.
Arkin ALLEN (MERCAN DEDE) Ney Performance...
The day of discrimination and justice!`
Konuk Sanatçılar
Richard LEDERER (Summoning & Ice Ages) Darbuka...
Henüz albümü bulunmamasına rağmen ülkemizin en popüler topluluklarından biri haline gelmeyi başaran, Amerika’da konserler veren ve Ozzfest’te sahne alan ilk Türk grubu olan Black Tooth, başarısını Avrupa’ya taşıyor ve Avrupa’nın en prestijli festivallerinden Sweden Rock Festival’da sahne alıyor. Dinleyici oylamalarıyla gerçekleştirilen “The Nordic Challenge 2009” elemelerinden uluslararası kategoride ciddi bir oy farkıyla birinci olarak çıkan ve jüri oylamasını da aynı şekilde kazanan topluluk, Haziran ayının ilk haftasında Sölvesborg/İsveç’te gerçekleştirilecek olan bu devasa festivale katılmaya hak kazandı. Bu arada topluluğun diğer kategorilerle karşılaştırıldığında da en yüksek oyu aldığını belirtelim. 1992’den beri düzenlenen Sweden Rock Festival’da bu sene Heaven & Hell, Twisted Sister, Europe, ZZ Top, Motörhead, Uriah Heep, Immortal, Amon Amarth, Helstar gibi dev topluluklar sahne alacak. Bu arada topluluk, yayınlamayı planladığı ilk albümünün ismini “Drink Drive Go To Hell” olarak duyurdu. Albümün isminin hikayesini de ilk ağızdan grubun vokalisti Tuna’nın cümlelerinden dinliyoruz:
“İlk Texas turnesindeyken bir partiye davetliydik ve bunun için biraları kamyonetin kasasına doldurup otobandan yola düştük. Hava inanılmaz sıcak olduğu için tüm grup elemanları olarak aracın kasasına oturmuştuk ve otobanda açık havada seyahat ediyorduk. Tabi malum devasa boyutlu tırlar otobanda yanımızdan hızla geçiyor ve bir yandan da bize korna çalıyorlardı. Biz de bira kolilerinin arasında oturmuş sağa sola selam veriyorduk :) Tam bu sırada yukarıda bir yazı fazlasıyla dikkatimi çekti. Bu yazı ışıklı, otobanı üst taraftan boydan boya kaplayan bir uyarı yazısıydı ve yazıda aynen şu ibare vardı: “DRINK DRIVE GO TO JAIL”. Meğer sağdan soldan geçen tırcılar bize bu yüzden korna çalıyorlarmış. İçkili araç kullanmanın direk hapis cezasına çarptırıldığı bir eyalette, biz elimizde biralar ve koca bir kamyonet kasası bira ile seyahat halindeydik. İşte o an kafamızda o günün hatırasına dair bu isim canlandı. Amerika genelinde oldukça sansasyon yaratmış ve Texas’a has bir trafik levhasıymış bu :) Daha sonra bu ismi Texaslılara sorduk. Dimebag’in eski kız arkadaşı bize bir öneri sundu, “bence “DRINK DRIVE GO TO HELL” olsun, daha güzel ve vurucu bir isim” dedi. Biz de çok beğendik ve önerisini kabul ettik...”
Yazı ve Fotoğraflar
GÖKHAN KORKMAZ
Soğuk bir Finlandiya gününde (ne zaman sıcak oluyor ki?) bir kaç grup arkadaşımla Nosturi Club’a kafalar yari kıyak bir şekilde Norveçli Ekstrem Metal cengaverleri Keep of Kalessin’i izlemek üzere ulaştık. 2 katlı olan konser mekanının seyirci kapasitesi tahminimce 1500 kişi olmasına rağmen konser mekanı çok kalabalık değildi. Tahminimce 250-300 arası metalhead mekandaki yerini Keep Of Kalessin için almıştı. “Kolossus” albümünün introsu ‘Origin’in ardından açılış parçası olan “A New Empire’s Birth” ile başladılar. Albümdekinden daha hızlı bir metronomla çalıyorlar ve performans konusunda gayet başarılılar. Yalnız daha önce hiç izleme şansı bulamadığım Keep Of Kalessin’e, tek gitar oldukları ve albümlerde birden fazla gitarlı partisyonlar kullandıkları için, konserlerde tek gitarın yeterli olup olmayacağı konusunda kafamda hep bir soru işareti vardı ve bu konuda yanılmadığımı düşünüyorum. Grubun bence en büyük eksiği tek gitariste sahip oluşu. Obisidian Claw’un gitaristliğine ve şarkı yazımı konusundaki ustalığına lafım
yok fakat grubun konserler için bir session gitarist takviyesine ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Konser ilerledikçe ön saflardaki insanların sayısı artıyordu fakat Fin seyircisi genel olarak çok soğuk, gazörluk çok az adamlarda... Açılış parçasını Kolossus’tan birkaç parça takip ettikten sonra ”Armada” albümünün açılış parçası ve bence grubun klasiklerinden biri olan “Crown of The Kings” çalmaya başladığında yer yerinden oynadı. Karışık sıra ile ardı ardına çekiç gibi gelen Kolossus ve Armada albümlerinden parçaların sonunda eski albümlerden bir kaç parça ve 2003 tarihli EP’leri ile aynı adı taşıyan ’Reclaim’i çaldiktan sonra kapanışı yine bir klasik olan “The Black Uncharted” isimli parçayla yaptılar. Kayıt grubu olarak gayet başarılı buldugum Keep Of Kalessin, bence session gitarist takviyesi ile daha başarılı bir konser grubu da olabilir. Çok kaliteli müzisyenlerden oluşan bu grubu umarım Türkiye`deki arkadaşlarımız da Samael konserinde beğenmişlerdir. Finlandiya`dan herkese soğuk ve karanlık selamlar...
ATİLLA ÇELİK
“dredg” isminin ne tarz müzik yaptığı, ne zaman kurulduğu, kimlerden oluştuğu, hangi eserleri ne zaman yayınladığı, konumuza dahil edilmeyecek bir nokta. Grup üzerinde kafa yoranlar, onların ister Progressive, ister Alternative, ister Rock Art tarzında icrada bulunduklarını düşünedursunlar, en doğru cevap, minik de olsa Indie tarzı dahil olmak üzere hepsinden bir parça ama hiçbiri olmadığı… Çağrışımları, kendi el emekleriyle yansıtılan sembol ve resim çalışmaları, anlatmak ve ifade etmek istediklerini bir araya getirdiğimizde, bu soruyu yanıtlamak konusunda zorlanacağımız kendini hemen belli eder. Söz konusu ruh halleri, farklı ifade yolları ve söylemler, birebir müziğe dökülmek istendiğinde, ortaya çözülmesi zor bir müzikal lezzet çıkar. Her saniyenin çok büyük bir öneminin olmasının yanında, liriklerle bezenmiş sürekli değişen ruh hallerinin, şaman mistizminin, derin felsefe ve düşüncelerin, dünyalar arası ruhsal yolculukların müziğe yansıması, ortaya tamamen farklı ve kendine özgü bir sanat yolunu çıkaracaktır. Değişken, daldan dala atlayan bir ayrıntıdan, ruh halinden ibaret. Böylece ortaya gruba tercümanlık eden kahramanımız ve bir nevi onun ağzından “dredg müziği” çıkıyor. Tüm bu söylemler ışığında yaşanan ve hissedilenler, çölde görülen seraplar tadında… Aslında bir çok şey bazen bir yolculuktan ibaret. Kutuplardan çöllere kadar… Aynı zamanda asıl kilit kelime “değişim”dir. “…güneş doğmadan önce, bir yolculuk düşünceleri değiştirebilir…” Saf ruhu bulabilmek için dünyanın çevresini gezen mantıklı bir insanın maceraları, “leitmotif” modelini çizer. Öykü, manevi hastalığa yakalandığını, yolculuklara çıkarak daha yüksek bir ruh gücüne ulaşıp aydınlığa ulaşabileceğini ifade etmek için bir peri (ruh) tarafından ziyaret edilen bir adama odaklanır.
Öte yandan “dredg” isminin “taramak” anlamına gelen “dredge” kelimesinden türemesi ve söz konusu sembolün “tarak”a benzemesi ne kadar tesadüftür, o ayrı bir konu. “Sembol Şarkısı’nda ‘Ruh Avcısı’nın doğumuna şahitlik etmek mümkündür. ‘Ruh Avcısı’, Kuzeybatı Sahilleri insanlarının geleneksel kültürlerini yerine getiren bir kişidir. Kuzeybatı Sahilleri insanları, yerkürenin ilk toplum görünümünden örnekler sunmuşlar; insanlığın ilk yerlileri olmaları yanında, “Kuzeybatı Sahilleri İnsanları” başlığı altında, Kızılderililer gibi birkaç klan ve kabileler kurmuşlar, ortak kültür elementlerini ve ‘Atalar’ inanışını benimsemişlerdir. Doğaüstü güçlere sahip ruhlara dair ayinler düzenleyerek ‘ortak ve savaşçı ruh’a erişmenin yolunu takip etmişlerdir. “Sembol Şarkısı”nda, simetrik iki kafa motifli bir asaya sahip olan şaman ya da iyileştirici (The Healer), toplantılar aracılığıyla insanları bir araya getirir. Şarkı ve dansın ilerlemesiyle hastalığı iyileştirmek için gerekli ruhun orgazmına ulaşılacak, şaman, ‘Ruh Avcısı’nı yaratarak nefesiyle hastalığı defedecektir. Hikayemizde “Scientology” inanışına atıflarda bulunulur. Yuta Ruhu’na erişebilmek için Kuzey Kutbu soğukluğunun içinden geçme yolculuğunun içinde buluruz kendimizi. “Scientology”deki Thetan görüşü ağırlık kazanır. Thetan, her insanın içinde bulunan olumsuz bilinç, benlik ya da ruh anlamındadır. Thetan’ın işlemesi yaşam, düşünce, madde, enerji, uzay ve boşluk üzerinedir. Binlerce yıl boyunca zincirleme olarak devam ede gelen ölüm ve doğumların neticesinde açığa çıkan tüm ruhlar özgür bırakıldığında, hafıza ve yetenek gibi bedenin gelişimini sağlayan zincir tamamlanır. Değişim ardı sıra devam eder ve hemen ardından fırça darbeleri benliğimize vurmaya, ruhumuzu çizmeye başlar… “El Cielo” kırıntıları… Fırçalar darbesiyle… “Gökyüzü” ya da “Cennet” olarak çevrilebilecek olan…
Eğer başarırsa evrim geçirip aydınlığa ulaşacak, başarısız olursa ölecektir…
… ve ‘rüyalarda duyguların özgürlüğü ve huzuru’ anlamına gelen…
Açgözlülük ve para üzerine kurulu mezheplerden ziyade, insanoğlunun varoluşunda barınan özündeki ruha ulaşmak ve bu noktadaki inanca tutunabilmek, kahramanımızın ulaşacağı noktadır.
Kaçış ve dünyevi olmayan duygular bir araya geldiğinde, fırça darbeleri ve ses çarpışır…
Birden fazla deneyimi, varyasyonu içeren mistik sesler bütününün derinliği böyle açıklanabilir. Bir kişiliğin düşünce, ruh ya da bedensel olarak değişip değişmeyeceği ve öz olarak ‘değişim’ fikri “leitmotif” albümünün ana fikri olmakla birlikte, liriklerde sembolik olarak açığa çıkan en büyük olgudur. “The Symbol Song” parçasındaki sembol, kendisini “Catch Without Arms”da da göstermiş ve “dredg” ile özdeşleşmiştir. Çince bir karakterdir ve değişim anlamına gelir.
“el cielo” albümünün hikayesinde; uyku felci, uyanıklıkken hayaller görmek, değişim ve bunların ardından sürrealizme damgasını vurmuş Salvador Dali’nin konseptini içeren modernizasyona ulaşmak, çarpışmanın sonucudur. Söz konusu sürrealist çalışmalarının ilham noktasını bulmak konusunda zorluk çekmiyoruz bu noktadan sonra… Dali’ye, sanatına, sürrealizmine duyulan hayranlık, kişisel ilhamlarla bezenerek grubun albüm resimlerine, liriklere ve sounda dökülür… Uyku boyunca beden fonksiyonları felce uğrar. Rüyalar benliğimizi acıtan acılardan alıkoyar. Uykumuza düzensiz-
lik hakim olduğunda uyku durumu ruhumuzu takip eder. Uyku felcinde hypnogogic ve hypnopompic halüsinasyonlar eşliğinde geçirilen uyku felci, ruhumuza inanılmaz korku verir. Hypnogogic durum insanın uykuya dalma sürecinde tecrübe edilenler olarak ifade edilirken, hypnopompic durum uyanma sürecinde elde edilen tecrübeleri içerir. Bu duyular, vücudun geçici bir felç ile hareketsiz kaldığı uyku felciyle de birlikte yaşanabilmektedir. Neler yaşatır bize hypnogogic duygular?
“el cielo” yolculuğu boyunca söz konusu elementlere dokunulduğunu görürüz. 'freshest rain', ' and just float astray', 'wadding water', 'waiting for the snow', 'when the water comes' gibi sözler değişimin ilk kademesi olan “su”yu, Of the Room’daki “’candlelight” ikinci kademe olan ‘ateş’i, Sanzen’den 'paper and wasted' ve 'papers are stuck', yine Of the Room’dan 'wood chairs' ve 'wood tables' gibi tümceler değişimin üçüncü evresi olan ‘odun’u,
Parlaklık, yaklaşan kötülük, düşme hissi… Kötü niyetli bir şeyin varlığını hissetmek, vücutta ağırlık ve baskı, nefes alamama hissi, ölümün ya da bir kötülüğün yaklaştığı hissi… Ayak seslerine benzer belirsiz gürültüler gibi işitsel duyular, ışıklar, insanlar veya oda içerisinde gezinen gölgeler gibi görsel duyular… Ender olarak da uçma hissi (astral seyahat) ve dokunsal hisler…
Üçgen işaretiyle isimlendirilen parçadan 'lift your anchor' dördüncü kademe olan ‘metal’i, 'richest soil', 'mountain tops', 'greenest plants', 'for flowers to bloom', 'penguins in the desert', 'roses sprouting', 'sit like stones', 'fool's gold', 'buried stones', 'cracked soil and brown leaves', ve 'dry lake bed' gibi söylemler ‘toprak’ elementlerini temsil eden “dredg” tümceleridir. Yaşamımız, inancımız, sanatımız, toplumumuz, dünyamız ve hayatımızdaki yollarda değişime gidebilmemizin yanında, en çok kişisel duygularımızda değişime giderek bu süreci yaşayabiliriz.
Hypnogogic durumdaki kişi her ne kadar uyanık gibi gözükse de, beyin dalgaları sebebiyle teknik olarak uyku halindedir. Ayrıca, kişi bulunduğu durum hakkında tamamen bilinçli olabilir. Kimi sanatçı, müzisyen, ressam ve yaratıcılık isteyen sektördeki kişiler, düşüncelerini özgür bırakıp yeni yaratıcı fikirler ürettikleri hypnogogia’dan yararlanırlar.
Değişim geldiğinde nasıl hareket edeceğimiz, değişimi kabul ya da inkar edip etmeyeceğimiz, herhangi bir şey yapıp yapmayacağımız, yaşamımız ve içimizdeki hisler orantısındadır.
Hypnogogic duruma geçişle, istediğimiz rüyalara gidebiliriz.
Bu bağlamda “el cielo” motifleri sık sık beş değişim evresinden bahseder ve metaforlar zihnimizi esir alır.
Bilinçli değilmiş gibi ama bir o kadar da bilinçli… Rüyadayken rüyada olduğumuzun bilincindeyizdir. Bu bilinç hali rüyalarımıza rehberlik etmemize izin verir ve söz konusu rüyayı, istediğimiz şekle sokabiliriz.
“el cielo”ya göre uyku felci, uyanıkken rüya görmek, değişim ve modernizasyon temaları arasında bir bağlantı vardır. “el cielo” şarkılarına tek tek bakıldığında ve “Same Ol Road” klibine göz atıldığında, insanoğlunun çok yakın arkadaşlarıyla yaşamın, doğanın ve sanatın değerini bilebileceği basit bir yerde, basit bir hayata ihtiyacı olduğunu ifade etmesi manidardır.
Uyandığımızda muazzam bir etki içinde buluruz kendimizi; tekrar uyuyabilir ve rüyalarımızın mutlu sona ulaşmasını sağlayabiliriz. Yeni rüyamız ilk rüyadan daha “aydınlık” ve “parlak” olacaktır… “dredg” gizeminin genel konseptini ve sembol olarak kendileriyle özdeşleştirebileceğimiz bu sembolü (ki değişim anlamına gelen bu sembolden bahsetmiştik), “el cielo” modelinde, “uyanıkken rüya görmek” noktasında rüyanın, rüya gören tarafından değiştirilebileceği ve ustalıkla yönetilebileceğine dair olarak yönünü farklı bir anlamda çizer. Sembol, işaretini Çin felsefesinden almakta ve değişim fikri üzerine odaklanmaktadır. Değişim, hem kozmik hem de insan dünyası için sonsuzdur. Bu yüzden, değişime tam olarak nasıl adapte olabileceğimizi bilebilmemiz mutlak surette kaçınılmazdır. Doğal bilgelikten yaşamın yaşanan gerçek olaylarına kadar sonsuz bir iletişim vardır. Çin felsefesinde değişim beş kademeden oluşur ve beş elemente karşılık gelir. Bu beş element beş adet insan enerjisi tipini oluşturur. Söz konusu beş değişim kademesi; su, ateş, odun, metal ve topraktır.
Çizdikleri resimlerle bu gerçeğe bir bağlantı kurarlar. Bunlar, tek başına ve sadece insan doğasını anlamaya yönelik olarak yapılmış sanatçı ressam dokunuşları değildir. Albüm boyunca anlatılan her şey, müzikle birlikte modernizasyona tabii tutulur. Bu uğurda, “el cielo”nun taşıdığı konseptin en büyük ve yoğun halini “Scissor Lock”da görürüz. Uyku felci ve uyanıkken rüya görmek halini figüre etmesinin yanında, uyku felci aracılığıyla insan benliğinin modernizasyonu metafora uğrar, sanat ve yaşam yok olur. Ama uyanıkken görülen rüyalarla, hypnogogia aracılığıyla metaforları ortadan kaldırıp değişimin içine gireriz. Yıkımı ve kültürümüzün modernizasyonunu yaşarız, iyi olmayan şeyleri biliriz. Çocukluk zamanlarımızdan bir çok şeyi görebildiğimiz zamanlara geldiğimizde, değişim hakkında pek bir şey bilmediğimizi, konuşamadığımızı ve sıradan kaldığımızı fark etmişizdir. Çünkü toplum, kendimiz ve uyku felci yüzünden felce uğramışızdır. İlk fırça darbesi olan “Brushstroke: DCBTFOABAAPOSBA”
parçası, modernizasyon ve sürrealizmin ustası olan Dali’nin 1944 yılında çizdiği meşhur tabloya atıftır: Dream Caused By The Flight Of A Bee Around A Pomegranate One Second Before Awakening. “el cielo”ya böyle bir giriş yapmanın sebebi, Dali’nin söz konusu eseri ‘elin, rüyanın fotoğrafını çizmesi’ olarak nitelendirip, bu ifadenin konsept yapıyla tamamen örtüşmesidir. Ne yapılırsa yapılsın, yaradılışı modernize etmek rahatsız edici olmayacaktır ve bundan kaçış yoktur… Yolculuklar devam eder durur ve son limana demir atarız… “Küçük bir değişim… Bir gün batımı gibi, ya da bir fotoğraf gibi…” Yaşamın bizlere sunduğu lezzetlerden ve tüm yaşam genişliğinden negatif ve pozitif anlamlara ulaşmamız gibi… Yaşam bir dengeden ibaret… Ufak bir değişim olduğunda, söz konusu denge sarsılacak, pozitif ve negatiflikten gelen artı veya eksi değerler arasında oynamalar söz konusu olacaktır. Bunu en iyi anlatan sembol, Ying Yang sembolüdür. Bu noktada “catcth without arms” derinliğinde mevcut olan her şey, negatif ve pozitif, artı ve eksi denge üzerine kuruludur. Ying Yang sembolü, değişim sembolüyle sevişir ve her değişim anının yanında gelmesi gereken denge duyusu, tüm benliğimizde derin oynamalara sebep olur. Çin felsefesi de bunu kabul eder. Ağır ve hafif elementler, pozitif ve negatif olarak değerlendirilir. Yerküre üzerindeki her şey pozitif ve negatif değerleri içerir, denge duyusu üzerine kurulmuştur. Sıcak/soğuk, mutlu/üzgün, erkek/kadın, güneş/ay ve ateş/su gibi…
Mantık ve Duygu Sadelik ve Karmaşıklık Süreklilik ve Süreksizlik Derinlik ve Yüzeysellik Durgunluk ve Enerji Ağırlık ve Hafiflik Saydamlık ve Renk Aydınlık ve Karanlık Zarafet ve Ağırbaşlılık Gerçek ve Hayal “catch without arms” hikayemize dönersek, “Zebra Skin” derinliği içinde, Zebra’nın siyah beyaz teninden yola çıkarak aydınlık ve karanlığı, benliğimiz ve ruhumuzda hissetmek söz konusudur… İnsanlarla beraber yaşamanın getirdiği pozitif ve negatif değerlerin varlığından albüm boyunca söz edildiğini görürüz. Yaşamımızda birileriyle iletişime geçtiğimizde, negatif ve pozitif etkileşimler kuşatır bizi. Bir çok parçada iki sesle (vokalle) gerekli betimlemelerin dillendirilmesi; insanlar hep beraber yaşarken “değişim”, “pozitiflik ve negatiflik”, “karşıtlık ve zıtlık”ların, çeşitli anlatımlarla ifadesidir. Her bir parça örgüsünde estetik realizm’den ne gibi örnekleri görürüz? Not: Söz konusu resimler bizzat grubun elemanı tarafından çizilmiştir. “Ode to the sun” + Aydınlık / Melekler / Saydam Bir Taslak - Sönüklük / Şeytanlar / Renklilik Güneşe tapınılan bir inanış üzerine biçimlendirilmiştir. Söz konusu ibadetin, sanatsal uzun bir şiirle yapılması ilginçtir… “Bug Eyes”
İnsanın varlığı ve yaşamı matematik denklemleri gibidir. Ruhunda ve yaşantısında fazla pozitiflik, denge duyusunu sarsacağından, bunun sonsuzluğu düşünülemez. Dengelemek üzere negatif düşünceler benliklerimizden asla ayrılmayacak ve bunun da ötesinde yaşamımızı olumsuz yönde etkileyecektir. Matematiksel denklem eşliğinde insan hayatında ve doğada, pozitif ve negatiflik birbirini nötrleyerek “sıfır” değerini verecektir. “Catch without arms” estetik realizme atıflarda bulunur. Eli Siegel tarafından ortaya konarak bazı akademik birimlerce kabul edilmiş olan estetik realizm, on beş adet zıtlıktan oluşur; bu zıtlıklar, “dredg” tarafından kabullenilmiş ve özümsenmiştir. Özgürlük ve Düzen Tekdüzelik ve Farklılık Teklik ve Çokluk Kişisel Olmayan ve Kişisel Evren ve Nesne
+ Yeniden Diriliş / Zarafet - Ölüm / Ciddiyet Böcekler bir çok göze sahiptir ve doğumdan yaşama, yaşamdan ölüme kadar bir çok yolculuğa çıkarlar. Geçen kısacık anlarında, birden fazla göze sahip oldukları için, bütün farklı perspektifleri her açıdan görürler… “Catch Without Arms” + Bir Şeyi Tutmak / Zengin Ya da Ünlü Olmak / Özgürlük - Kollara Sahip Olmadan / Sanat Uzlaşması ve Dürüstlük / Düzen Bazen zengin ya da ünlü olmaktansa, kendi içimizde zengin olmak ve muazzam bir sanat gücünü taşımak, kendi benliğimiz için yeterlidir… “Not That Simple” + Bir Şeyin Anlamı Varsa Yapılabilir / Derinlik - Anlamı Yoksa Yapılamaz / Yüzeysellik
Yaşam ve sevginin kırılganlığı üzerine… Bizi her daim kuşatır…
Spit Shine, yıllardır militarizmde kullanılan bir terimdir. Askerler tüfekleri ve postallarını cilalarlar ve parlatırlar…
“Zebra Skin” İyi bir görünüm için… + Beyaz Çizgi / Ilımlılık / Sevgi / Gerçek - Siyah Çizgi / Tiryakilik / Saplantı / İmgelem
“Jamais Vu”
Yaşamın bize yaşattığı bedeller ve alışkanlık, tiryakilik üzerine…
+ Jamais Vu / Yaşam / Aydınlık - Deja Vu / Ölüm / Karanlık
Çok yakın bir arkadaşı kaybetmek, bizi bazı kötü alışkanlıklara meyleder, mesela alkole meyledebilir örneğinde olduğu gibi…
Bazen ölümü düşünürüz. Biz şu an ya da herhangi bir zamanda gülerken, o esnada ölenler, düşen bedenler söz konusu. Burada, Jamais Vu; iç çatışmalar ve ölümü kabullenmek üzerinedir…
“The Tanbark Is Hot Lava” “Hungover On A Tuesday” + Yeni / Mantık - Eski / Duygu Tannin, tanbark’ın özünü oluşturan ve eczacılıkta da kullanılan bir tür yapraktır. Çeşitli durumlarda yaraları iyileştirmek için kullanılır. “The Tanbark Is Hot Lava” ise, çocukların oynadığı, kaldırımda yürüyüp hiçbir şeye çarpmamaya yönelik bir oyundur. Şarkıya gelince; tartışmalar ve sevgi, kalmak ya da gitmek, esneklik göstermek ya da göstermemek gibi ilişkilerde karşımıza çıkabilecek pozitif ve negatif noktalar…
+ Mutlu ya da İyi Şeyler Hisseden Benlik / Ağırlık - Tiryakilik ya da Kötü Şeyler Hisseden Benlik / Hafiflik Bir şeylerin kopması, ayrılığın acısıyla tiryakiliğe varma hali. Alkol, sevgi, nefret gibi sonuçlar… Yaralarımızı temizleyip iyi şeyler hissetmemizi sağlayacak iyileştirme kürü her zaman içimizde… Özgürüzdür ama iç dünyamızı daima kontrol edemeyiz…
Mantıklı bakış açılarıyla ya da duygularımızla hareket edip dururuz yaşantımızda… Bir şeylere çarpmadan ya da çarpıp durarak… “Sang Real” + Ilımlılık / Çok Arkadaş / Çokluk - Tiryakilik / Tek Başınalık / Teklik Çok fazla arkadaşa sahip olmanın getirdiği bir cümbüş içinde bulurken kendimizi, tek bir arkadaşa sahip olmamız, ona olan bağlılığımızı ve hassasiyetimizi üst seviyede tutacak, ona titrememize sebep olacak, bir nevi tiryakilik etkisinde bulunacak ve eğer onu kaybedersek, düzenimiz sarsılacaktır. “Planting Seeds” + Güzellik / Deniz Kabukları / Tekdüzelik - Yıkım / Mermi Kovanı Denizi / Farklılık İlk dizede bir insanın bakış açısı, ikinci dizede diğer kişinin bakış açısı, korolar ise iki bakış açısının çözümüdür…
“Matroshka” + Büyük Bir Taş Bebek / Koruyucu Kabuğa Sahip Birinin İçindeki Benlik / Evren - Birçok Ufak Taş Bebek / Koruyucu Kabuğa Sahip Birinin Dışındaki Benlik / Nesne Matroshka, bir uzay yürüyüşü simülasyonudur. Rusya’da iç içe geçirilen taş bebeklere yani Matryoshka’ya çağırışımda bulunulur. Eski Rusya’da köylüler arasındaki en popüler dişi isimleri olan Matryona ve Matriosha’dan gelmekle birlikte, bazı bilginlere göre bir nevi “Anne” (Mother) kelimesinin kökenidir. Bu oyuncak taş bebekler, aynı zamanda çok sağlıklı ve önemli bir figür olan büyük bir köylü ailesinin annesinin görünümünde birleşmektedir. Büyük bir taş bebeğin içinde bir çok ufak taş bebek vardır. En büyük taş bebek, içindeki bebeklere koruyuculuk yapmaktadır, onların koruyucu evrenidir. Her bir küçük taş bebek ise, kendisinden daha aşağıda ve içinde olan nesne ve maddeleri korumakta, evrenin bir parçasını oluşturmaktadır… Hayat bir matroşka gibi…
Söylemlerimiz ve fiillerimizle, tek bir sözümüzle güzelliği de getiririz, yıkımı da…
Yaşantımız da…
“Spitshine”
Yaşadıklarımız da…
+ Önemlileri Bulmak / Kişisel Olmayan - Önemlileri Kaybetmek / Kişisel
Bazen evren tadını aldığımız ve türlü üzüntülerden kendimizi arındırdığımız…
SELİM VARIŞLI
Ankara'da underground konserlerin vazgeçilmez adresi halina gelen IF Performance Hall, unutulmayacak bir konsere daha ev sahipliği yaptı geçtiğimiz ay. Carnophage’in girişimleriyle organize edilen konserde sırasıyla Femme Fatale, Truck, Chöpstick Suicide, Rectifier, Hecatom ve Carnophage toplulukları sahne aldılar. Konseri unutulmaz kılan en önemli etken ise seyircinin ve ortamın bizi on sene öncesine götürmesiydi. O gün orada bulunan ve doksanlarda da aktif olarak metal camiasında yer alan Cem Devrim Dursun (Goremaster), Bülent İzgeç ve Ulaş Işıklar gibi müzisyenlerin özellikle vurguladıkları gibi konser ortamı doksanları hatırlatırcasına samimi ve atraksiyon doluydu. İlk olarak sahne alan topluluk FEMME FATALE, ülkemizde son dönemde sayıları artan "female domination" metal gruplarına yeni bir örnekti. Toplam 6 kişilik kadrosunda beş bayan müzisyen barındıran Ankaralı topluluk, Gotik-Black Metal çizgisine yakın bir müzik icra ediyor. Oldukça yeni olduğunu tahmin ettiğim topluluk, sahne hakimiyeti konusunda olumlu bir izlenim bırakmasa da müzikal açıdan geleceğe dair olumlu sinyaller verdi. Hypocrisy, Cradle Of Filth ve My Dying Bride'dan coverlar da çaldılar.
İkinci topluluk Ankara'nın güzide Southern Metal topluluklarından TRUCK idi. Seyirci iletişimi ve sahne performansı açısından oldukça başarılı bulduğum topluluk, artarda sıraladığı Pantera coverları ile ortamı ateşledi. Son dönemde sahne aldıkları konserlerle isminden gittikçe daha çok söz ettirmeye başlayan Truck'ın bir albüm veya en azından demo yayınlama zamanı çoktan gelmiş. Grup içi uyumları dikkat çekiciydi.
Günün üçüncü grubu İstanbul'dan konuğumuz olan CHÖPSTICK SUICIDE idi. Yayınladıkları promo CD ile bir anda dikkatleri üzerine çeken topluluğu ben de bir süredir merakla takip etmekteydim. Gayet rahat bir sahne performansı ortaya koyan topluluk, son derece göz alıcı bir müzikal uyumla çaldı. Mathcore tarzının sanırım şu an ülkemizdeki tek temsilcisi Chöpstick Suicide. Yaptıkları işin her yönden hakkını veren bir imaj çizdiler. Takipteyiz.
Sırada Ankara'nın sessiz ve emin adımlarla ilerleyen Thrash Metal topluluklarından RECTIFIER vardı. Uzun zamandır izlemediğim topluluk, tamamen kendi bestelerinden oluşan bir playlistle sahne aldı. Sahne imajarı ve duruşlarıyla yer yer Sodom'u anımsatan oldukça etkili bir şov sergilediler. Yeni Rectifier besteleri, grubun kendine özgü bir hava yakaladığı ve sahne anonslarında olduğu gibi "Biz Rectifier'ız!" demeye başladığı çizgiyi yansıtıyordu. Yayınlamaya hazırladıkları ilk albümleri "Adoration"ı merakla beklemekteyim.
Rectifier'ın ardından, geçmişi uzun yıllara dayanan İzmir'li konuğumuz, veteran Death Metalciler HECATOMB sahnedeydi. Ulaş yıllar geçtikçe gençleşiyor mu, yoksa saçlarını kestirdiği için mi öyle görünüyor emin değilim :) Hecatomb'la birlikte Türk Metal tarihinin en iyi davulcularından Cem Devrim Dursun (Goremaster) da sahnedeydi. Çıktığı her konserde olduğu gibi, sahne önünde grubu izleyen seyircilerin yanı sıra bir de sahnenin yan tarafında Cem'i izleyen bir tayfa daha vardı. Hecatomb yılların tecrübesiyle kısa sürede mekanı savaş alanına çevirdi. Sahneleri ve birbirleriyle uyumları dört dörtlüktü. Üçüncü albümlerinin çalışmalarına devam eden topluluk, geçen onca yıla rağmen halen hırsından ve müziğinden taviz vermeden yoluna devam ediyor.
Konserin headliner'ı CARNOPHAGE'e gelmişti sıra. İlk albümleri "Deformed Future // Genetic Nightmare"i geçtiğimiz yıl Unique Leader etiketiyle yayınlayan ve sonrasında hız kesmeden art arda dizdiği konserlerle kendisine oldukça sağlam bir fan kitlesi edinen Ankaralı Death Metalciler için yine sahne önündeydik. İlk parçadan itibaren inanılmaz bir uyumla sergiledikleri aksiyon dolu performanslarıyla göz doldurdular. Albümden parçaları birbiri ardına sıralayan topluluk, arada attıkları Cannibal Corpse - I Cum Blood ve kapanıştaki Suffocation coverı "Souls To Deny" ile tahribatı iyice arttırdı. “Souls To Deny” kapanış için harika bir seçimdi. Ankara'nın 15-20 senelik Death Metal mirasını başarıyla taşıyan Carnophage'i ve bütün gün koşturduktan sonra hiç yorgunluk belirtisi göstermeden sahneye çıkıp tozu dumana katan gitaristleri Berkan'ı özellikle kutlamak gerek. Genel atmosfer olarak son yıllarda izlediğim en eğlenceli ve en güzel atmosfere sahip konserlerden biriydi. Bu tip küçük çaplı ancak samimi organizasyonların daha sık gerçekleşmesini umuyorum.
EMRE AKPOLAT GÜVENÇ ŞAHİN vector-games.com
Need for Speed serisinin 12. oyunu olan Undercover raflarda yerini aldı. Seri bu oyunla bazı yönlerde gelişme gösterse de halen eğlencelik bir oyun olmanın ötesine geçemiyor. Eğer arabanızı detaylı bir şekilde modifiye edip ayarlayarak performansını yükseltmek istiyorsanız bu oyun size göre olmayabilir. Ama sokaklarda diğer yarışçılara meydan okuyup trafiği alt üst ederek stres atmak istiyorsanız okumaya devam edin. Bu arada oyun PC, PS2, PS3, PSP, DS, Wii, XBox 360 gibi pek çok platformda piyasaya sürüldü. Olası karışıklıkları önlemek adına incelediğimiz versiyonun PC versiyonu olduğunu da belirtelim. Oyun Tri-City isimli bir şehirde geçiyor. Burada, oyunun isminden de anlayacağınız üzere, gizli bir görevimiz var. Tri-City polis teşkilatından Chase Linh(Maggie Q) isimli bir dedektifin yardımıyla şehirdeki suç şebekesine sızıp araç hırsızlığı, yasadışı yarışlar gibi eylemlerin birer parçası oluyoruz. Senaryo ilerledikçe beklenmedik gelişmeler olsa da etkileyici olduğunu söylemek zor. Ancak zaten bir yarış oyununu senaryosu için alıp oynamak çoğu kişinin yapmayacağı birşey olsa gerek. Oyanışa gelirsek NFS: Undercover tıpkı serinin diğer oyunları gibi fizik yönünden oldukça yetersiz. Oyunun fizik hesaplamaları gerçekçilikten oldukça uzak. Darbelerde arabanın dış görünüş açısından aldığı
bilirim. Performans olaraksa bir sıkıntı yok, çok yüksek bir sisteme ihtiyaç duymadan çalışması gerektiği şekilde akıcı çalışıyor. Oyunun sesler bakımından herhangi bir sorunu yok. Araç sesleri gayet tatmin edici. Müzikler de o anki hareketlilik durumuna uyum sağlayarak oyunun ambiyansına katkıda bulunuyor. Sonuç olarak Electronic Arts'ın NFS takımında denediği yeni sistemin biraz daha geliştirilmeye ihtiyacı var gibi görünüyor. Bu oyunun çalışmaları başlarken NFS takımı iki parçaya ayrılarak aynı anda değişik oyunlar üzerinde çalışacak şekilde düzenlenmiş. Serinin
hasarlar güzel görünse de sürüşü etkilememesi oldukça rahatsız edici bir durum. Bunun dışında genel olarak arabanın çarpışmalardan çok az etkilenmesi ve hızda ya da yönde ciddi bir değişiklik meydana getirmemesi arabadan çok bir tank kullandığımız duygusu yaratıyor. Şimdiye kadar hep oyunun olumsuz taraflarından bahsettiğimize göre birkaç olumlu özelliği yazmanın zamanı geldi. Gerçekçilikten uzak fizik sayesinde araba ile oldukça eğlenceli hareketler yapmak mümkün. El freni ile 180 derecelik dönüşler yapmak ya da trafikte arka arkaya makaslar atmak bunlardan yalnızca iki tanesi. Ayrıca Tri-City'de gezinmek de keyifli sayılabilir, özellikle peşinizde yedi sekiz tane polis aracı varken... Yarış aralarında giren videolar birazcık kopuk da olsa oyunun konusunu açıklayarak genel olarak oyuna daha heycanlı bir hava katmış. Oyunun grafikleri bekleyeceğiniz üzere tatmin edici ancak yeni konsolların ve ekran kartlarının sunduğu imkanlara rağmen dudak uçuklatıcı bir görsel tecrübe sunmuyor. Araç modelleri, araç üzerindeki yansımalar, hasar ve ortamlar göze güzel görünse de özellikle Gran Turismo 5 gibi diğer yarış oyunlarıyla karşılaştırınca ışıklandırma ve gölgeler biraz zayıf kalıyor. Bunun yanında hızlandığınızda devreye giren çeşitli efektleri de biraz abartılı bulduğumu söyleye-
önceki oyunu ProStreet'i yapan ekip, Undercover ekibinin çalışmaya başlamasıyla beraber serinin henüz piyasaya çıkmamış olan bir sonraki oyunu üzerinde çalışmaya başlamış bile. Niçin böyle bir seçim yaptıklarını anlamak gerçekten zor. Oyun hakkında son söyleceklerimiz de farklı değil. Eğer bir yarış oyunu tutkunuysanız bu oyun sizi tatmin etmeyecektir. Undercover yerine GRID gibi bir oyun daha iyi vakit geçirmenize yardımcı olacaktır. Diğer yandan stres atmak için Tri-City'de biraz turlayıp trafiği karıştırmak istiyorsanız bu oyun sizin eğlenmenizi sağlayabilir.