Selamlar, Malumunuz yaz festivalleri kadrolarının hemen hemen tamamını açıkladılar. Sonisphere’in inanılmaz kadrosu ve Unirock’ın Wacken olma yolunda emin adımlarla devam eden yürüyüşü, bu yaza damgasını vuracak organizasyonlar olarak öne çıkıyorlar. Bunlardan Sonisphere hakkında bikaç satır yazdım, dergide göreceksiniz. Unirock’ı ise son iki sayıdır içeriğimizle destekliyoruz (bkz. geçen sayıdaki Amorphis, bu sayıdaki Obituary ve Overkill yazıları) ancak doğrudan festivalle ilgili haber ve yazılarımızı gelecek sayıdan itibaren dergide bulabileceksiniz. BU ayki kapak konumuz Destruction, 6 Mart akşamı Rock Station Winter Fest kapsamında headliner olarak Ankara’da çalacak. Hemen ardından ertesi akşam da İstanbul Dorock Bar beşinci yaş günü
etkinliği kapsamında İstanbul’da sahne alacak. 10 seneden sonra yeniden Destruction izlemek keyifli olacak. Bu arada Rock Station Winter Fest kapsamında, yan taraftaki afişte de göreceğiniz üzere Neverland, Decimation, Black Tooth, Undercover, Since Yesterday, Thrashfire, Words Into Pages, Insizition toplulukları sahne alacaklar. Festival, Rock Station Radyo Programı 18. Yaşgünü kutlaması ile bir arada gerçekleştirilecek ve yılların Rock Station geleneğine bir kez daha tanık olmak üzere orada olacağız. After party’de ayrıca Kasatura ve Moribund Oblivion toplulukları sahne alacaklar. Ankara’nın yeni konser mekan 312’yi de henüz görmediyseniz RSWF iyi bir fırsat olabilir. Gelecek ay görüşmek üzere... Selim VARIŞLI
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ASUMAN İNCİ, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
www.myspace.com/yolcubarankara
www.facebook.com/yolcubar
- PEAVEY 6505 head! - ENGL FIREBALL head! - MARSHALL 1960 A LEAD kabinet - HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi - MARSHALL MG100 HDFX head (2 adet) - MARSHALL MG412A kabinet (2 adet) - PEAVEY TNT 115 bas amfisi - JACKSON DK2 elektro gitar - YAMAHA AES420 elektro gitar - IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar - CORT GB-JB Bas gitar - PRESONUS 16.4.2 StudioLive 16 kanal mikser - BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser - RODE NT2-A condenser mikrofon - SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet) - AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass instruments) - STUDIO PROJECTS C4 (Small-diphragm matched pair Microphones) - SAMSON AUDIO drum microphone kit (8 parça) - SHURE PG57 (2 Adet) - SENNHEISER e825S - BLUETUBE 2 kanal mikrofon ve enstrüman preamp - MOTU 2408 ses kartı - ALESIS 3630 compressor - BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 band graphic equalizer - ALESIS Midiverb 4 digital processor - POWEPLAY PRO-XL 4 channel headphones (2 adet)
- M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri - WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 watt stüdyo kabinleri - PEARL EXPORT SELECT SERIES bateri - TAMA IRON COBRA (HP900 PTW Iron Cobra Power Glide twin pedal) - TAMA IRON COBRA (HP200 TWB twin pedal) - PEARL P122 twin pedal - 14 snare - 10/12/13 alto - 14/16 floor tom - 20/22 kick - PEARL DR-501 rack system Zil Seçenekleri: - MASTERWORK Custom 16/17/18 crash - MASTERWORK Resonant 16/17/18 crash - ZILDJIAN Scimitar 14 hi-hat - İSTANBUL Samatya 14 hi-hat - SABIAN B8 Pro 15 Rock hi-hat - MASTERWORK Custom 14 hi-hat - SABIAN HHX 20 dry ride - SABIAN 20 medium ride - MASTERWORK Custom Pointer 20 ride - MASTERWORK Resonant 16 china - İSTANBUL Custom 18 china - İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 china - İSTANBUL Radiant 10 Rock mini china - İSTANBUL Radiant 10 splash
Stüdyo DEEP’in akustik düzenlemesi yenilenmiştir.
SELİM VARIŞLI
DESECRATORS OF THE TIME AND DUST Bizim dergi şu aralar böyle aktüel bi yayından ziyade bir genç kızın gizli defteri tandansından hallice bi hatıralar, böyle bi “nerde o eski günler” havasına büründü. Kasıtlı yapmıyoruz, ne varsa o çıkıyor. E ne varsa da eskilerde var. İçelim açılalım o vakit. Destruction Alman Thrash Metal sahnesinin en büyük topluluklarından biri, ki oldukça ünlü ve geniş bi sahneden söz ediyoruz. Gayet subjektif ve kişisel bi yorumla Destruction’ın Avrupa’nın en kral Thrash topluluğu olduğunu da rahatça söyleyebilirim. Grubu ilk kez bundan yaklaşık on sene önce Ankara’da 4. Rock Station Festivali’nde izlemiştim. Bugün ismi o zaman göre oldukça büyük olan Rock
Station’ın sahnesinde çalan ilk yabancı gruptu Destruction. Daha “The Antichrist” albümü bile çıkmamıştı. Reunion sonrası “All Hell Breaks Loose” ile ortamları sarsıyordu topluluk. Efendim Destruction hikayesi, büyük Thrash gruplarının neredeyse tamamında olduğu gibi seksenlerin ilk yıllarında başlıyor. Müzik adına, kültür adına insanlığın en fantastik ve en verimli dönemi olarak kabul ettiğim seksenlerin, metal camiasına artarda dizdiği büyük isimlerden biri de Schmier ve Mike tarafından kurulan Destruction’dır. Ele avuca gelir ilk ürünleri olan 1984 tarihli “Sentence Of Death” EP’leri bugün koleksiyonerlerin gözde parçaları arasındadır. Gençlik yıllarımın en büyük törpülerinden biri olan efsanevi parça ‘Total Desaster’ın orijinalini içerir bu EP. Grup aynı yıl yayınladığı ilk
albümü Infernal Overkill ile camiaya raconu keser. Hikayenin geri kalanı daha da bildik ilerliyor. Ta ki 1988 tarihli “Release From Agony” albümünden sonraya kadar. İlk dönem Destruction’ın (grubu ister istemez iki döneme ayırıyoruz, yazının devamında okuyacaksınız) en iyi çalışması olan bu albümden sonra grup elemanlarına bi haller oluyor. Grubun iki esas adamı Schmier ile Mike’ın arasına diğer iki eleman fitne fesat sokuyorlar ve metal tarihinin en kepaze olaylarından biri yaşanıyor: Kurucu eleman Schmier gruptan atılıyor! Adamlar kariyerlerin en iyi dönemine girmiş, Release From Agony gibi bi albüm yapmışken, ve en acı tarafı sene 1988 iken (otuzlu yaşlarına yaklaşmış bütün treşçiler ne demek istediğimi ıslak gözlerle anlamışlardır eminim) yapılan bu hareket haliyle Destruction’da ne gidişat ne de tutarlılık bırakır. Schmier “başlatmayın grubunuzdan” deyip çekilir, ağırlığını bozma, gider paşa paşa Headhunter adında bi grup kurar. Headhunter daha Powervari bi metal sounduna sahipse de birbirinden şık üç albüm ortaya koyarak doksanların ortasında sessizce dağılır. Destruction ise vokale bir başka kült Alman Thrash grubu olan Poltergeist’ın
vokali Andre Greider’i alarak 1990 yılında “Cracked Brain” albümünü yayınlar. Cracked Brain’i sevmeyen çok insan var biliyorum ama bence süper bi albüm. Greider de süper bi vokalist. Gelgelelim Destruction demek bi noktada Schmier demektir (geçen sayıdaki Queen – Mercury temalı cümleleri okuduysanız, aynı hesap işte). Bu arada yukarıda sözünü ettiğim iki albüm arasında bi de tüm zamanların en iyi konser albümleri arasında gördüğüm Live Without Sense var. Seyircinin sesinin grubun çaldığıyla aşağı yukarı aynı düzeyde olduğu inanılmaz bi atmosfere sahiptir bu albüm. Yazının sonunda bu albüme tekrar değineceğiz. Neyse efendim, Cracked Brain sonrası Destruction gidişat olarak promili yüksek yamuk bi rotaya girer. Bi daha da çıkamaz. Doksanların ortalarına doğru rüzgar metalden yana o kadar da kuvvetli esmemektedir artık. İsimleri şimdi aklıma gelmeyen iki EP ve The Least Successfull Human Cannonball” adında tuhaf bi albüm yayınlayıp tarihin tozlu sayfalarına karışır giderler. Schmier’ı gruptan kovmanın acısını zaman çok acı bi şekilde çıkarır Destruction’dan. Tabi bu arada boş durmayan Schmier ne yapar? Gidip pizzacı dükkanı açar! Evet ciddiyim. Metal Hammer’dı sanırım, büyük bi dergide Schmier’ın dükkanı Barracuda’nın telefon numarası yayınlanmıştı da Türkiye’den bile baya arayan olmuştu pizza siparişi vermek için :) Zaman ilerler, yaşlar ilerler, Schmier da Mike da artık 20 yaşlarındaki hırçın çocuklar değillerdir. 2000 yılında (yoksa 99 muydu) Almanların efsanevi festivali Wacken Open Air’ın organizasyonundan “baba olan oldu, köprünün altından çok sular aktı, gelin eski defterleri kapatın, toparlayın şu grubu da sizi bizim festivale çıkaralım hacı” teklifini alırlar. Elemanlar ilk başta “bu saatten sonra bizden geçti aga” yaklaşımı sergileseler de sonrasında kabul ederler, buzlar çözülür, Schmier ve Mike bi araya gelirler, yanlarına gençten bi de davulcu alırlar. Organizasyonun bağıra çağıra duyurduğu bu reunion’a Wacken’da 30.000 seyirci tanık olur ve görülür ki Destruction ellerinde tüfeklerle hala ayaktadır. Konserde feci gaza gelen Schmier ve Mike “olm bizim devam etmemiz lazım lan bak millet nası seviyo hala bizi” formatı yaratıp İsveç’in racon sahibi adamlarından prodüktör (ve Hypocrisy’nin kurucusu) Peter Tagtren’in stüdyosunda albüm kaydına girerler. Bu arada Peter Tagtgren’in bu albümü kaydetmek için bizzat istekte bulunduğu söylenir. Neyse albüm çıkar. Fanlar ikiye bölünür (lan bi kere de bölünmeyin de bağrınıza basın be kardeşim, in united we stand yaw). Bir kısım fanlar geçmişine ihanet etmekle suçladıkları Destruction’ı lanetlerken bir diğer kısım ise bağrına basar. O zaman bu yana o albümü ilk dinlediğimde sevmiş olduğumdan mutluluk duyarım zira o zamanlar
sevmeyen herkes geçen zaman içerisinde yola geldi. :) Grup All Hell Breaks Loose’un ardından “The Antichrist” adlı başyapıt albümünü yine Tagtgren’in stüdyosunda kaydetti. Bu albüm 1986 yılından kalma besteleriyle ve modern teknolojinin sınırlarını zorlayan prodüksiyonuyla Thrash namına ne varsa hallaç pamuğu gibi atar (şu an dinliyorum hatta). Destruction diskografisinin bu noktadan sonrası biraz sıkıcı. Yukarıda sözünü ettiğim bu iki döneme ayrılan diskografinin All Hell Breaks Loose ile başlayan ikinci dönemi ne yazık ki aynı parlaklıkta devam etmedi. “Metal Discharge” albümü Destruction tarihinde kara bir leke gibiydi resmen. 2000’li yıllara dair değerlendirmeler ve tespitler yumurtladığım yazıda da söz ettiğim üzere Bonus CD’si orijinal albümden daha iyiydi bu albümün. Takiben yayınlanan albümlerin de hiç biri beni açmadı. Milenyum sonrası Overkill gibi habire cepten yediler (umarım Overkill gibi bana lafımı yediren bi albüm yaparlar bu sene). Arada eski parçalarını yeniden kaydedip “Thrash Anthems” adıyla yayınladılar. O şahane bi hareketti bak. İçinde Schmier’sız döneme ait ‘Cracked Brain’ bile vardı ki Schmier gayet içten söylemişti bu şarkıyı. Yazı feci şekilde biyografiye başladı ve ben son bikaç yıldır biyografi yazmaktan özellikle kaçınırım.
Konu Destruction olunca ister istemez içimi döktüm, idare edin. 1988 yılında grubun Schmier’a yaptığı çakallığı kendime yapılmış gibi hissetmişimdir hep. Gelelim Destruction’ın bu ay kapak konumuz olmasının sebebine. Yukarıda belirttiğim üzere grubu daha önce Rock Station’da izlemiştim bi kez. Arada İstanbul’a gelip gittiler ama izleyemedim. Aşağı yukarı on seneden sonra yine bir Rock Station organizasyonunda Destruction izleyecek olmak, bugün işinde gücünde evli barklı adamlar olan bizim jenerasyon için neler ifade ediyor çok iyi anlıyorum (bu arada hemen üzülmeyin, bekarım ben hala). İçinizde bu yazıyı buraya kadar okumuş ve Live Without Sense albümünü hala dinlememiş olanlar varsa mutlaka dinlemeliler. Dinlemiş olanlar zaten neyle karşılaşacaklarını az çok bildiklerinden konserde yerlerini alacaklardır. 25 seneyi deviren Thrash adamları Destruction, 6 Mart Cumartesi akşamı Rock Station Winter Fest’in headlinerı olarak Ankara’da çalacak. Dar kotlarınızı ve rengi atmış Destruction tişörtlerinizi sandıktan çıkarıp konsere gelin ve “Alman Thrash’i” ekolünün yaşayan suretiyle yüzleşin.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Kariyerlerinde yirminci seneyi devirerek Melodic Death Metal sahnesindeki en uzun ömürlü grup olma şerefine ulaşan ve türün yaratıcılarından biri olması nedeniyle hala büyük bir saygı gören ve etkileşim kaynağı olan Dark Tranquillity’nin dokuzuncu albümü We Are The Void bu ay içerisinde yayınlanıyor. Bu nedenle, İsveç’in çıkarttığı bu önemli grubu dergimiz sayfalarına konuk etmek istedik. Melodic Death Metal tarzını bilenler, Tranquillity’e oldukça aşinadırlar. Ülkemizde her ne kadar Lethe dışında gruba cahil çok geniş bir kitle olsa da, The Gallery, The Mind’s I, Projector gibi albümlerle sağlamlaştırdıkları konumları daha fazla kişiye ulaşma yolunda dikkatli bir şekilde kullandılar. At The Gates ile türün direkt olarak kurucusu konumunda olan Dark Tranquillity, çok karşılaştırıldığı In Flames’in aksine kökenlerine hep sadık kaldı. In Flames, Reroute To Remain albümüyle müziğini Melodic Death Metal çizgisinden tamamen çıkartıp, daha alternatif bir alana kaydırarak Amerika’da büyük başarı elde etti ama Dark Tranquillity, müzikal devrimini köklerini unutmadan ve edindiği kült hayran kitlesiyle çok fazla popülariteye girmeden sürdürdü. Bu anlamda Melodic Death Metal severlerin her zaman güvendikleri kalesi konumuna girdiler. Çıkarttıkları dokuz albüm boyunca, çeşitli tarz değişiklikleri yaşasalar da belli müzikal fikir-
lerinden asla vazgeçmediler. Dark Tranquillity müziği her zaman karanlıktı ve belli bir atmosferi vardı, kimi zaman melankolikti, kimi zaman ise coşkuluydu. Şarkılarına yazdıkları sözler her zaman ilgi çekti, felsefeden çöküş teorilerine kadar birçok konuda diyecekleri oldu ve müzikleriyle bu düşüncelerini notalara döktüler. Aradan geçen yirmi seneye rağmen nispeten stabil bir kadro ile gitmeleri de kendileri açısından önemli bir detaydı. Grup kimyasını çok bozmadan, değişimden de korkmayarak bugünlere kadar geldi Dark Tranquillity... 1989’da İsveç, Göteburg’da Septic Broiler adıyla kurulan grup, iki demo yayınladıktan sonra adını Dark Tranquillity olarak değiştirdi ve çeşitli demolar çıkardıktan sonra, ’93 senesinde Skydancer albümüyle piyasaya adım attı. O zamanlar henüz Melodic Death Metal adında bir tarzın tam anlamıyla oluşmamasından dolayı, Skydancer tarzın “içinden” bir albüm olarak görülmemişti. Yer yer Black Metal etkilerine sahip, akustik gitar ve bayan vokal kullanımını da içinde bulunduran, içerdiği güzel fikirlere rağmen henüz grubun toy olması, hem de Anders Fridén’in çokta yeterli olmayan vokalleri nedeniyle belli bir noktaya kadar başarılı olan bir debut albümdü. Albüm, grubun demolarında gösterdiği farklı müzikal yapıları da içeriyordu ve
amatör ruhta mevcuttu ama Death Metal’in hala muhafazakar olduğu dönemlerde çıkan bir albüm olması ve İsveç Death Metal sahnesinin yeni güçlenmesi sebebiyle albüm grubu bir yere kadar taşıdı. Ardından Anders Fridén’in gruptan ayrılmasıyla, vokale gitarist Mikael Stanne geçti. Bu değişiklik grubun kaderi açısından çok büyük bir rol oynayacaktı. Stanne’yi vokal olarak gördüğümüz ilk eser Of Chaos And Eternal Night sonrasında çıkan The Gallery albümüyle, Dark Tranquillity gerçek anlamda ilk büyük atılımını yapmıştır. Albüm, At The Gates’in Slaughter Of The Soul ve In Flames’in The Jester Race albümüyle birlikte Melodic Death Metal’e hayat üfleyen albümler arasında gösterilmektedir. Oldukça güçlü eserler içeren The Gallery, akustik gitar, çift gitar düelloları, bayan vokal kullanımlarını bulundurarak tarza önemli açılımlar getirmiş ve grubun adını büyük ölçüde duyurmuştur. Sonrasında The Mind’s I ile The Gallery’deki atılımını devam ettiren grup, ’99 senesinde yayınladığı Projector ile tarz içerisinde büyük bir devrim yaratmıştır. Çıktığı zaman başlarda tepki gören ama zamanla ilgi toplayan Projector, grubun müziğine klavyeyi ve operatik temiz vokalleri eklemiş, The Gallery ve The Mind’s I’da kullanılan çift gitar düellolarına dayalı sert müzikaliteyi daha rafine etmiş ve grubun müziğine farklı katmanlar eklemiştir. Bu albümün ardından çıkan DT eserleri, Projector’un gruba sundu-
ğu farklı alanlar içerisinde gelişmiştir. Bu açıdan Projector hem grup, hem de Melodic Death Metal adına önemli bir albüm olmuştur. Grup, yeni milenyuma Haven albümüyle merhaba derken, Projector’un getirdiği çizgiyi geliştirmeye devam etmiş, klavye gruba tamamıyla entegre edilmiştir. 2002 tarihli Damage Done, grubun eski tarzının agresif ve sertliğini, son dönem müzikalitesinin ekliktiğiyle birleştirmiştir. Grubun son döneminin başlangıcı diyebileceğimiz Character albümü ve ardından gelen Fiction, grubun tüm kariyerinin özetlerini bize sunan, ama aynı zamanda çeşitli yenilikler de getiren albümler olmuşlardır. Character’den itibaren, Martin Brändström klavyesiyle; Niklas Sundin ve Martin Henriksson ikilisinin gitarlarının üzerine farklı bir duvar ören, kimi zaman da şarkıyı yönlendiren bir etken olmaya başlamıştır. Dark Tranquillity, bu değişikliklere rağmen hiçbir zaman o karanlık ve kendi-
sine özgü melankolik atmosferini ve melodik yoğunluğunu kaybetmemiştir. Grup yeni albümünden önce yirminci yılını görkemli bir DVD ile kutladı, Türkiye’de 2008 Unirock Festivali’nden bir ay sonra gruptan ayrılan basçı Michael Nicklasson yerine Dimension Zero’dan Daniel Antonsson gruba dahil oldu. Bu değişiklikler sonra geçtiğimiz sene içerisinde grup yeni albüm kayıtlarına girdiğini açıkladı. Eklemeden geçmemek lazım, grup geçtiğimiz sene sonlarında kapsamlı bir Türkiye turnesi yapacaktı ama ne yazık ki yetersiz bilet satışı nedeniyle turne organizatör tarafından tamamen iptal edildi. Hem grup hem de Türkiye’deki hayranlar olarak bizler için oldukça üzücü bir durum oldu ama yapılacak birşey yoktu. Bu nedenle, umuyorum ki yakın zamanda Tranquillity’i tekrar topraklarımızda görebiliriz zira 2008 Unirock konserlerinin tadı hala damaklarda...
Grubun yeni albümü We Are The Void’e gelirsek... Öncelikle demek gerekir ki, Character ve Fiction’un üzerine bir Projector-vari yenilik getirmiyor albüm. Bu kimileri için sorun olabilirken, kimileri de grubun geliştirdiği müzikal alan içerisinde yer yer farklılıklar katarak dolaşmaya devam etmesinden memnun olabilir. Açıkçası, Melodic Death Metal tarzının yapısı gereği fazla deneysel olunması da zor oluyor, bu uğurda değişiklik yapmak isteyen gruplardan bazıları tarz dışına kayarken, bazıları da sınırları zorlayarak kendilerine daha geniş bir alan yaratıyorlar. Dark Tranquillity için de ikincisi geçerli. Açıkçası, grubun müziğine bu saatten sonra geniş çaplı bir yenilik katmasındansa, bütünlüğü olan ve kendini dinlendiren besteler yapmaya yoğunlaşması bana daha uygun geliyor. Bu açıdan We Are The Void, kendisini sıkmadan dinlettiren, şarkılar içerisinde dinamikleriyle de dinleyiciyi bırakmayan bir albüm diyebiliriz. Brändström bu albüm ile şarkılara direkt etki eden eleman olmuş, albümde klavye şarkıları oldukça domine ediyor, elektronikten piyano samplelarına kadar birçok farklı tını kullanılmış. Kimi zaman gotik, kimi zaman da Black Metal tandanslı hissiyatlara varan bir atmosfer dağılımı var. Sundin-Henriksson ikilisi, alışıldık melodik yaklaşımları yerine bu sefer daha riff odaklı takılmışlar, kısa ama etkili sololarla da şarkılara ayrı bir tar vermişler. Mikael Stanne için herhalde birşey demeye gerek yok, temiz vokalleri olsun ve artık alıştığımız o muhteşem brutal vokalleri olsun, yine kendisi baştan sona şarkının ruh halini sözlere dökmek konusunda oldukça iyi iş çıkarmış. Albümden en çok gözüme çarpan şarkılar, müthiş karanlık ve cehennemsel atmosferi ve temposuyla gerçek bir hit adayı Arkhangelsk, Thrash Metal-vari ritmleriyle I Am The Void, son yıllardaki en damar DT işi (ve biraz da Haven’deki At Loss For Words’u andıran) Iridium, albüme sıkı bir giriş yapan ilk klip şarkısı Shadow In Our Blood oldu. Klasik olacak bir albüm olarak nitelendiremem We Are The Void’i. Güçlü şarkılar içerse de bir The Gallery ve ya Projector olmaktan uzak ama DT diskografisi içinde sırıtmayacak, grubun alışıldık yer yer progresif eğilimli, tempolu ve çeşitli müziğin yanında, atmosferik yanı da güçlü bir albüm. Martin Brändström’e tekrar bu kadar ağırlık verirler mi, bilinmez ama klavyeyi oldukça etkin bir şekilde kullanmalarının grubun müziğine farklı kapılar açtığı da ortada... Kısacası son üç albümdeki gidişatı ve müzikal yapıyı çok değiştirmeden, güzel şarkılar içeren bir albüm yapmış Dark Tranquillity... Melodic Death Metal’in kalesi mi diyorduk? Evet, hala öyleler.
SELİM VARIŞLI
Overkill ve son albümü hakkında üç sayıdır yazmak istiyorum ama bi türlü fırsat bulamadım. Zira albümü dinleyeli en az üç ay oldu. Kısmet bu sayıyaymış. Overkill’ı normalde sevmem. Ne ilk dönemi ne de son dönemi ilgimi çekmez pek. “O halde ne halt etmeye sen yazıyosun bu yazıyı, dergide Overkill yazacak adam mı yok” diyen arkadaşlarımızı son Overkill albümü “Ironbound”a davet ediyor ve çeşitli şekiller verilmiş iron’larla tanışmaya çağırıyorum. Yılların Overkill sevmeyeni olan
bu faniyi ilk notadan altüst edip Hulk Hogan’la kapışmış Bugs Bunny’e çeviren bu albüm, 2010 yılı için bomba gibi bi açılışın habercisi gibiydi. Bu albüm hadi benim gibi grubu sevmeyenlere laflarını bir bir yedirdi de, asıl böyle artık 40’lı yaşlarında 50’lerine yelken açmış adamların oluştuğu eski büyük grupları hamamböceğinden sayan bi tayfa var ya, onların borsalarını feci düşüşe geçirecek, Obama darbesi yemiş Dow Jones’a çevirecek kuvvette skaler büyüklüğe sahip bi albüm.
Overkill ülkemizde birkaç kez çaldı. Bu yaz Unirock Open Air kapsamında yeniden İstanbul’da çalacaklar. Normal şartlarda ilgisiz olduğum bu grubu, bütün şartları temelinden subasmanından sarsıp değiştirdiği için koşa koşa gidip izlemeyi planlıyorum. Hatta Bobby Blitz’in kokainden erişim burnuna bi öpücük kondurasım var bu albümün lezzeti karşısında (siyah beyaz tarihinin en iğrenç ve gay cümlesini kurdum hakkatten, ıyk). Demem o ki, sevmesem de her zaman için Big
Four’da yer almayı Anthrax gibi bi gruptan çok daha fazla hak ettiğini düşündüğüm Overkill’ın son albümü “Ironbound”u alın. Hatta almazsanız indirin (ne utanacam, çoğunuz indiriyosunuz, ben en azından dürüstçe dile getiriyorum bunu) öyle dinleyin. Ama unutmayın ki konserlerin ve konser atmosferinin korsanı henüz çıkmadı. Unirock’ta Overkill’da da sahne önünde olacam. Stokta fazla çocuğu olan varsa bi tane de bana ayırsın, zaten Destruction izlemiş bi bünye olarak fazlasıyla Mad Butcher olacam o sıralarda…
Florida, deniz, güneş, kum ve Death Metal. Obituary işte böyle özetlenebilecek bi cephenin topluluğu. Böyle güneşi plajı bol bi memleketten bu kadar çok Death Metal grubu çıkması beni hep düşündürmüştür. Death Metal’in ne kadar “canlı” bi müzik olduğunu anlıyoruz buradan (yazar burada tespit yapmış). Vokalist John Tardy’nin kendine özgü benzersiz vokal stili başta olmak üzere kendine ait marka sıfatı taşıyan pek çok özelliğe sahip Obituary. Gitarların her daim boğuk ve karanlık tonlarda olması, efendime söyleyim James Murphy’nin bi dönem grupta çalması, yine John Tardy’nin saçları, şahane ötesi albüm kapakları, ‘Chopped In Half’ gibi onları her daim özel kılan biçok unsuru bi araya toplamış eşsiz bi topluluk. Eski Death Metal topluluklarının çoğu gibi Obituary de en yıkıcı ürünlerini ilk dönemlerinde vermiş bir grup. “Slowly We Rot” ve “Cause Of Death” gibi birbirinden leş, birbirinden lezzetli iki albüme kariyerinin ilk yıllarında imza atmış bi gruptan sonraki yıllarda ne tür sürprizler gelirse gelsin affedilebilir. Ki Obituary “The End Complete” gibi hiç yabana atılmayacak bi albüm de yapmıştır ama ne yazık ki onların da milenyum sonrası albümleri inanılmayacak derecede zayıftır (yazının tam burasında dinlediğim Obituary parçaları bitti ve Oasis başladı, böylece Oasis dinlerken Obituary yazısı yazan ilk adam olarak tarihe geçtim az evvel. Bu dergiyi orijinal kılmak için daha ne cambazlıklar yapıyoruz sormayın, you’re my wonderwall :)).
SELİM VARIŞLI
Grubun son dönemine baktığımızda “Frozen In Time” ve “Xecutioner’s Return” gibi Obituary ismine yakışmayacak, haybeye yapılmış izlenimi veren albümlere rastlıyoruz. Tamam hiç kimseden 20 yaşında çaldığı gibi hırsla çalmasını beklemiyoruz ama insan biraz olsun özen bekliyor yapılan işten. Zira yapan gayet güzel yapıyor (kötü veya başarısız bişeyi eleştirmek için bulunabilecek en saçma argümanı ortaya koydum evet: “Yapan nası yapıyo peki?”. Ulan bana ne yapandan, benim elimden bu gelmiş, ya yersin ya uçurtma yaparsın). Neyse artarda yayınladığı hayalkırıklıkları ile Obituary son yıllarda beni üzse de eski albümlerinin hatırı o derece büyük ki 20 tane daha “Xecutioner’s Return” yapsalar yine bağrıma basarım onları (bu arada Obituary’nin ilk ismi Xecutioner’dır). Yıllar yılı izlemek istediğim ve Türkiye’de göreceğimden hiç umudum olmadığı için içten içe üzüldüğüm Obituary’i, Unirock tayfası süper bi hareket yaparak bu seneki Unirock Open Air kadrosuna dahil ettiler. “Savaş meydanları death metal nidalarıyla inlerken çocuklar ortada baba baba diye ağlıyolardı. Çekin çocukları ordan, kim koydu o çocukları oraya! Valla ben koymadım yaw.” Evet, sözün özü, Unirock’ta sahne saati geldiğinde ellerinde çocuklarla moshpit’e dalacak olan kalabalık bi kel ve göbekli eski tayfa olacağını tahmin ediyorum. Hepsini hasretle selamlıyor, mekana ‘Body Bag’lerle gelip konser sonrasında yerde kalanları toplayıp “The World Demise”a göndereceğimi de ekliyorum.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Türk insanı komşu sever. Gittikçe endüstriyel insanlar olmaya başladığımız şu günlerde her ne kadar komşuluk kavramı zayıflamış olsa da, hepimizin gördüğü edindiği bir komşu görgüsü vardır. “Ev alma, komşu al.” atasözünü ömrü boyunca defalarca duymuş evlatlarız sonuçta... Komşu kavramını bu kadar önemseyen bir ülke olmamıza rağmen, ne yazık ki tarih boyunca üzerimize oynanan oyunlar ve jeopolitik sorunlar sebebiyle komşu ülkelerimizle pek iyi değildir aramız... Bu konuda da ilk olarak aklımıza Yunanistan gelir. Bizim gibi Akdeniz kültürünü içinde bulunduran, senelerce ortak yaşamış, bir bilinirlik geliştirmiş iki ülke politik sevdalar uğruna her zaman birbirini düşman bilmişlerdir. Ara ara bu durumu düzeltmek amaçlı medyatik “Hepimiz Kardeşiz” işleri yapılsa da, sonuçta kıç kadar kaya parçası için bile savaş eşiğinden dönecek kadar uzağızdır Yunanistan ile birbirimize... Ama peynirinden rakısına kadar belli kültürleri ortak paylaşacak kadar da yakınızdır. Tamam, çok klasik bir giriş oldu. Ama konu Rotting Christ oldu mu, Yunanistan-Türkiye meselesinden bahsetmemek olmuyor. İlk defa ülkemize ayak bastıkları ’97 senesinden beri, çok kez
uğradılar, hatta ’99 Marmara Depremi’nin ardından bir yardım konseri bile gerçekleştirdiler. Türk seyircisiyle her zaman samimi ve sıcak bir iletişim kurmaları sayesinde Rotting Christ, bizler için “Yunanistan’dan çıkan kardeş ve sıcak grup” oldu. Diğer yandan, metal müziğin üretimi konusunda bizimle yakın seviyede olan Yunanistan ‘dan (Konserler konusunda feci çakıyorlar, ayrı mesele...) çıkıp, yirmi üç senedir taviz vermeden ve popüler olana oynamadan müziklerini icra etmeleri ve geliştirmeleri diğer bir ilgi çekici yanları oluyor bizler için... Kariyerlerine ekledikleri on albüm ile her zaman köklerine bağlı kalarak gelişmeyi kendilerine ilke edinen, Avrupa’nın güneyinden bu türü icra eden ilk grup olarak Black Metal’in ikinci dönemine başından beri katkı sağlayan bir grup Rotting Christ... Hiçbir zaman çok büyük başarılar elde etmediler, her zaman yeraltında kaldılar, adları yüzünden yer yer sorun yaşamalarına rağmen her zaman duruşlarını korudular ki Dave Mustaine’in de bu konuda gruba sıkıntı yaratan isimlerden birisi olduğunu eklemekte fayda var. Rotting Christ, tüm bunlara rağmen, edindiği sıkı hayran kitlesi ile bugünlere geldi ve şu an elimizde kariyerlerinin onuncu albümü Aealo bulunuyor.
Kariyerlerine önce Grindcore denemeleriyle başlayan, ardından Celtic Frost ve Venom önderliğinde tohumlanan Black Metal tarzının ikinci dalgasının ilk gruplarından birisi olan ve yeraltı piyasada ilgi gören çok önemli iki albüm Thy Mighty Contract ve Non Serviam’ı yayınlayan Rotting Christ, çiğ ama aynı zamanda karanlık ve melodik müziğiyle dikkat çekmişti. Ardından müziğine ilerleyen albümlerle birlikte gotik ve endüstriyel tınılar ekledi grup, her zaman gelişmeyi amaçladı ama asla köklerinden de kopmadı. Triarchy Of Lost Lovers, A Dead Poem, Sleep Of The Angels gibi albümler bu dönemin önemli eserlerindendi. Grubun gotik etkilerle müziğini bezediği son albüm ise 2004 tarihli Sanctus Diavolos oldu. Şahsen oldukça sevdiğim bir albüm olan Sanctus Diavolos, Rotting Christ’in aslında o güne kadar geldiği yön kadar ilerisi içinde ipucu veren bir albümdü. Üç sene önce çıkan Theogonia albümünde ele alınan saf, yoğun ve coşkulu, yer yer de yerel müzik etkileri içeren müzik, grubun hem erken dönem dinleyicilerini sevindirmiş, hem de yeni dinleyiciler kazanmalarına yol açmıştı. Theogonia bu anlamda gerçekten başarılı bir albümdü, aldığı tepkilerde bunu gösteriyordu.
Theogonia’dan sonra kariyerinin yirminci yılını kutlayan ve Non Serviam - A 20 Year Apocryphal Story adında bir DVD yayınlayarak yıldönümlerini kutlayan grup, geçtiğimiz ay içerisinde Aealo’yu yayınladı. Albümün adı Antik Yunan döneminde kullanılan ΕΑΛΩ kelimesinin Latin alfabesinde yazılışından geliyor ve “bozgun, yıkım, felaket” anlamlarına geliyormuş Sakis’in dediğine göre ve kendisi ayrıca bu kelimenin albümün müzik ve lirik içeriğini yansıttığını belirtiyor. Albümde yoğun bir konuk sanatçı durumu var. Primordial’dan Alan Nemtheanga, Necromentia’dan Magus, Dirty Grandy Tales’ten Stavros, Daemoneia Nymphe’den Spiros/Efi ve Diamanda Galás albüme katkı sağlamış isimler... Diamanda Galás ismi, bizler için biraz tartışmalı aslında zira kendisinin pek Türk dostu olmadığı bilinen bir durum... Rotting Christ ile geçtiğimiz ay yapılan iki farklı röpoartajda (Headbang ve Pasif Agresif) bu konu soruldu ve Sakis’in cevabı gayet ılımlıydı. Aealo’ya gelirsek, Sakis ve tayfası, Theogonia ile daldıkları mistik ve epik şarkı yapılarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu albüm için bir nevi Theogonia’nın devamı denilebilir ama tabii ki ye-
nilikler yok değil. Melodik Black Metal’e yakın ama aynı zamanda grubun artık özgünleşmiş müzikalitesini de bulunduruyor. Theogonia’da yer alan o coşkulu hava, yoğun atmosfer Aealo’da tamamen korunmuş. Bu sefer yoğun bir Antik Yunan müziği etkisi söz konusu ve buna bağlı olarak bayan vokal kullanımı da yoğunlaşmış. Klasik Rotting Christ melodilerinin yanında farklı melodiler de denenmiş ve müzikal çeşitlilik sağlanmış. Grubun Theogonia ile elde ettiği hipnotik riff tekrarları yer yer şarkılara groovy bir katman ekliyor. Tempo ise son şarkı Orders From The Dead’e kadar asla düşmüyor. Orders From The Dead’e değinmişken aktarmakta fayda var, Diamanda Galás’ın bir şarkısı ve grup vokallerde Galás’ın vokal kayıtlarını kullanmış. Şarkıda geçen “our dead gave birth to Turkish victories, the gurgling and then dying trophy, on a bayonet which marked the borders of the world which is going up in flames” sözleri ise çıkartılmış ki büyük ihtimal bunun Türk hayranlarından tepki çekeceğini düşünerek çıkartmışlardır. Albümün kapanışı açısından başarılı bir çalışma olsa da
Galás’ın deneysel vokalleri yüzünden kolay bir dinlence olmadığını düşünüyorum. Bunun yanında grubun giriş şarkılarındaki yüksek coşkusunu tekrar gözler önüne seren Aealo, sürükleyici ritimleriyle Eon Aenaos, Athanati Este’yi andıran melodileri ve coşkusuyla dikkat çeken Demonon Vrosis, yoğun melodiler içeren Noctis Era, etnik etkileşimler ile agresif Black Metal yaklaşımını buluşturan dub-sag-ta-ke, yer yer eski dönem Rotting Christ albümlerini andıran ...Pir Threontai albümde öne çıkan şarkılar oluyorlar. Albümde genel olarak sağlanan bütünlük sayesinde, Sakis’in üzerinde sıkça durduğu “savaş” atmosferi gerçekten kendisini hissettiriyor. Theogonia ile oldukça sıkı bir atış yapan Rotting Christ, görünen o ki Aealo ile bu performansını devam ettiriyor. Theogonia’yı sevdiyseniz, bu albümü de sevmeniz büyük olasılık... Komşumuzun en büyük metal grubundan yine bir hayalkırıklığı çıkmadı. Grubun hayranları ve etnik soslu Extreme Metal severler mutlaka göz atsınlar.
Vaktiyle Darkthrone’dan Fenriz ile röportaj yapmıştık. Hatta o röportajın olduğu sayının kapağında Bryan Adams vardı. Bu yüzden yurtdışında takdir toplamış, ülkemizde küfür yemiştik alışıldığı üzere. :) Neyse o röportajda Fenriz metal camiasının en fantastik adamlarından biri olduğunu bir kez daha ortaya koymuş, birbirinden leziz yanıtlar vermişti sorularımızda. Zaman geçti ve Darkthrone yeni albümüyle yine çürümüş kollarını toprağın altından karanlık gökyüzüne doğru uzattı (sahiden underground bi Black Metal dergisi yapsaydık şu civcivli cümlelerde çoktan kült olmuştuk şimdiye, hehe). Albümde son dönem Darkthrone çizgisini bozmayıp biraz daha geliştirmişler. Clean vokaller daha düzgün. Sound daha Motörhead, daha bi 1981 Montreal tınlıyor. Yaşı 40’ı aşmış kel ve göbekli seksenler metalcisi abilerinize bu albümü 1984’ten kalma bi İngiliz hard rock grubunun albümü diye rahatça yedirebilirsiniz. Hatta afiyet bile olur. O derece köklere yapışmış durumda Darkthrone şu an. Zira ‘I Am The Graves Of The 80’s’ gibi bi şarkıyla da dertlerini güzelce özetlemişler. Primitiflikten ölüyor albüm ki burada sözünü ettiğim primitif sound, pek çoklarının özlediği, aradığı bi format. Wendy Williams yaşasaydı muhtemelen Darkthrone ile konsere çıkmak isterdi. Konser demişken Darkthrone her ne kadar kendisi hala sahnelerden uzak dursa da, ne bileyim böyle eski kafayla yola devam eden underground gruplar tarafından rahatça coverlanabilecek parçalar yapıyor artık. Eski albümlere baktığımızda örneğin, bir ‘En Vind Av Sorg’u veya ‘Transilvanian Hunger’ı sahnede nereye kadar çalabilirsiniz :) Ama mesela son albümden ‘Those Treasures Will Never Befall You’ veya ‘Black Mountain Totem’i bi bar grubundan dinlemek gayet eğlenceli olabilirdi. Bu arada önceki albüm “Dark Thrones and Black Flags”in kapağında gördüğümüz leş, ölü ve pis metalci tiplemesi bu albümde de arzı endam eylemiş. Önceki albümde Nocturnal tişörtü giyiyodu bu eleman. Bu sefer kolunda Morne bandajı göze çarpıyor. Bu elemana hala bi isim konmadıysa bundan sonra kendisini “Brocas” adıyla çağırmayı planlıyorum. El netice, Darkthrone artık bildik sayılabilecek yeni çizgisinde öncekilerden eksiği ya da fazlası olmayan bi albüm yapmış. Ne aradığınızı zaten biliyosanız bu albüm tam size göre. SELİM VARIŞLI
SELİM VARIŞLI
SELAM SİZE EY MASUMLAR! Doksanlarda gerek müzik camiasında, gerekse genel yazın dünyasında İngilizce bilen insan sayısı şimdiki kadar çok değildi. Ya da çoktu ama öne çıkanlar değildi İngilizce bilenler. Bu nedenledir ki yabancı şarkıların ve şarkı sözlerinin Türkçe çevirileri Çernobil’den hallice olurdu. Hatta çok eskiden yaşanmış ve bugün halen efsane olarak anlatılan bir Sezen Cumhur Önal klasiği vardır ki, aynen aktarmadan anlatmam mümkün değil: “Sıradaki parçamız, Gary Moore’dan geliyor, bluzunu halen saklıyorum, Still Got The Blues…” İçinizde İngilizce bilenler varsa başlığa bakarak grubun ismini yanlış anlamlandırdığımı düşünerek gülümseyebilirler, benim şu an onlara fildişi kulemden (!) Ceyar’vari bir sıfatla sırıttığım gibi :) Sadede gelelim. Hollanda’dan üstümüze yağan bu mermilerin sorumlusu komple eski tayfa Death Metal insanları olan Martin Van Drunen (Pestilence ve Asphyx gibi iki önemli referansı var abinin) ve ekibi. Neydik ne olduk formatının daimi temsilcileri olan Hollandalılar, iyi müzik yapmalarının yanı sıra dayaklık hareketleriyle de bilinir-
ler. Pestilence’ın dağılması ve ardından Patrick Mameli’nin ışınsal fantastik müzikal hareketlere girme çabası; Gorefest’in reunion yapıp klas albümleri artarda sıraladıktan sonra yine dağılması gibi… Hail Of Bullets iyi bi kadroyla iyi bi çıkış yapsa da adamların Hollandalı olması beni hafiften strese sokmuyor değil. Her an “grubu daatmaya karar verdik biz anlaşamıyoruz” gibisinden bi açıklama gelebilir zira. Şimdiye kadar olayı iyi götürdüler. “…Of Frost And War” şık bi albümdü. Ne bileyim ‘Red Wolves Of Stalin’ (Rusça’nın en sevdiğim olayı s harflerinin ş olarak telaffuz edilebilmesidir) gibi şarkı isimleri vardı. Ultra down-tuned gitarlarla modern-amele bi sound yakalamışlardı. Yakın zamanda yeni albüm haberi geldi Hail Of Bullets’dan. Nette bikaç yerde eski Asphyx – Comecon ayarında ağır ve derinden takılacaklarmış falan diye okudum ama malum, net o kadar da net değil. Uzun lafın kısası, yıllara yollara meydan okuyan Hollanda tayfası eski usül yola devam ediyor. Olaya vakıf arkadaşları uyarmayı vazife bildik.
MELİS SARILAR
Varoluşun sıkıcılığı trajedinin çökmesiyle başlar. Yani ne zaman ki trajedi diye isimlendirdiğimiz hamartia’larımıza boğulduğumuz zamanın aslında bir bok olmadığını anlarız işte o zaman yaşam denilen kısa olay absürd gelmeye başlar. Biz mutsusuz diye dünya durmaz. Sevgili terketti diye, birini kaybettin diye evine hırsız girdi diye falan hayat ağır gelmez sana. Bir süre kolpadan üzülür sonra yoluna devam edersin. Yeniden düşeceğini bile bile kayayı kaldırır zirveye taşırsın, ve yine her şey dibe gider. Sisifos oyununa hoşgeldiniz!,Gerçi doğduğunuzda isminizin yerine bunun söylenmesi gerekiyordu kulağınıza... NICK DRAKE I’m a poor boy and i’m a ranger things i say may seem stranger than sunday changing to monday Sisifos torunlarından Nick Drake 19 Haziran 1948’de- yengeç burcunun tüm özellikleri de yapışmış üzerine- doğmuş. 17 yaşındaki her genç gibi o da almış gitarı eline fakat yeteneği varmış nitekim, o gitar dolap üzerine kaldırılmamış. Çekingenliğin had safhalarında olmasına rağmen müzik daha baskın gelmiş ve çeşitli yerlerde sahneye çıkmış. Bundan üç sene sonra ilk albümü Five Leaves Left, ertesi yıl da Bryter Layter ortaya çıkmış. Fakat bu albümlerle Drake’in pek dikkat çektiğini söyleyemeyiz. Utangaç yapısı yüzünden pek az konsere çıkmasının bunda büyük bir etkisi vardır. O dönemdeki popüler sanatçıların baskın kişiliği yoktur onda. o sakindir, sadece müzik yapmak ve yalnız kalmak ister. Şarkılarında bu isteği sık sık hissedilir. Nick Drake’i yolda yürürken dinleyemezsiniz, sesi duymak için tamamiyle izole olmanız gerekir. En güzel karanlık odalarda yahut çeşitli doğa olaylarının pencereden duvarlara oradan odaya yansıdığı zamanlarda dinlenebilir. life is but a memory happened long ago. theatre full of sadness for a long forgotten show. seems so easy just to let it go on by till you stop and wonder why you never wondered why Nick’in içindeki bulantı bir süre sonra bunaltıya dönüşüp dışına çıkmıştır. Sıkıntı üzerine kılıf olmuştur ve artık bundan zevk almamaktadır. 1972 yılında iki gece ikişer saatte Pink Moon’u kaydeder bu son albümüdür. Bir gün Sisifos torunu Nick, kayayı zirveye doğru taşırken yaptığı işin saçmalığını farkeder, kayanın yuvarlanışını öylece izler, sonra düşen kayanın üzerine oturur bir süre. Onunla arkadaş olur, yapamadıklarıyla, uğraşamadıklarıyla... Ve bunu sindirir sonunda. Trajedisi absürdlüğe dönüşmüştür bir anda. 1974 yılının 25 kasımında antidepresanlardan bir ölüm döşeği hazırlar kendine ve küt! artık yokolmuştur. Öldüğünde başucunda Albert Camus’un Sisifos Söyleni adlı kitabı bulunmaktadır. Camus’nun sorusuna böyle cevap vermiştir Nick. Bu absürdlüğü yokedip intihar ederek “uyumsuzluğunu” kanıtlamıştır. Bir taşın üzerinde oturup öylece beklemektense ölüp gitmek daha iyidir. Neydi Neil Young’un Kurt Cobain’İn intiharına ilham olan sözü? “ It’s better to burn out to fade away” aynen bu durum için de geçerlidir bu söz. Peki Nick aradığını ölünce bulacak mıdır? Yokolması neyi değiştirecektir? Şu absürd dünyada absürdlüğe absürdlük katıp intihar etmek tartışılır bir konu. Varoluşumuza sorularla dolu bir kapı açmadan, Nick Drake’in o bezgin fakat umutlu bir çocuk gibi çınlayan sesinde kaybolmalı. Dalga geçer gibi bezmiş, ve hala heyecanı duruyormuş gibi içinde. Sıkıntı içindeki kemiklerinin huzura ermiş olması dileğiyle...
SELİM VARIŞLI
Murder King’in hikayesi ne zaman başladı kesin olarak bilemiyorum ama ben kendimi bildim bileli onlar oralarda bi yerlerde çalıyorlarmış gibi geliyor bana. İstanbul underground’unun sessiz ve derinden yükselip ismi İstanbul sınırlarını çoktan aşan ve yıldızı artık sönmemecesine parlayan bir cover grubu Murder King. Daha doğrusu cover grubu idi. Taa ki yakın zamanda ilk albümlerinin haberini verene kadar… Esasında şimdi telefona sarılıp grup üyelerinden Özgür’ü veya Onur’u arayarak albümle ilgili tonla info alıp buraya döşenebilirdim. Lakin (sürekli okurlarımız belki artık fark etmişlerdir) sevilen/ sevdiğim toplulukların yeni çalışmaları hakkında official bilgiler almayı da yayınlamayı da sevmiyorum. Zira her ne kadar zaman zaman iyi bişey olduğunu düşünsem de önyargı bazen kişisel bazda can sıkabiliyor. Belki de süper bi sürpriz yapacak
adamlar, ben önceden öğrenip albüm çıkana kadar merak edip beklentiyi yükseltip albüm çıkınca beklediğimi bulamazsam (ki bu durumu o kadar çok yaşadım ki pre-release info’dan kaçar oldum) ne anladım o sürprizden? İşte bu yüzden off the record bilgiler almak için bile aramadım gruptan kimseyi… (Türkçe bi yazının içinde bu kadar çok İngilizce ifade kullanıp dilimizi katlettiğim için beni milliyetçi duyguların yanardağ misali fışkırdığı Facebook gruplarına şikayet etmelisiniz belki de :) (öte yandan “grup elemanlarını şahsen tanıyorum bakın ben” tribi yapmış gibi olmuşum hafiften. Olsun. Tanıyorum zaten :) Özgür’le tanışmamız yıllar önceki bi Zoofest’e rastlar. Oldukça sorunlu geçen bi organizasyon olduğunu ve gruplardan bazılarının yaka silktiklerini hatırlıyorum. Soul Sacrifice da o gruplardan biriydi. Yeri gelmişken Murder King’i oluşturan kad-
ronun, Soul Sacrifice, Catafalque, Definitive gibi ülkemizde metal adına ismi ciddiye alınan toplulukların elemanlarından oluştuğunu da belirtelim. Özgür’le tanıştığımızda sanırım Murder King kurulmamıştı henüz. Soul Sacrifice’ın da sadece piyasaya sürülmeyen bir promo CD’si vardı henüz, “A Gift From An Angel”dı ismi. ‘Blind’ı ve ‘So Wild And Insane’i ilk kez o CD’de dinlemiştim. Şimdilerde onlar da ikinci albümlerini yayınlamaya hazırlanıyorlar. Murder King’i de ilk kez, Ekim 2006’da ilk WASP konseri için İstanbul’a gittiğimde Dorock’ta izlemiştim (o WASP konserini de bilahare bi yazmam lazım aslında, şahane bi atmosferde geçmişti). Özgür sabaha karşı kısılmış sesimle ‘Dead Skin Mask’ söylemem için sahneye çağırmıştı beni de, yarısından sonra gidişatı kaçırıp rezil etmiştim güzelim parçayı. :) Dorock Murder King’in eviydi, uzun yıllar ağırladı onları. Sonra ne olduysa bir süre önce ayrıldılar Dorock’tan. Dorock’tan ayrılma haberleriyle albüm haberi aynı mesajda gelmişti Murder King’in Facebook grubundan… Tabi grubun bu zamana kadar kaydedip Myspace üzerinden yayınladığı cover parçalardan söz etme-
yi unuttum. İlk olarak Sertab Erener coverı “Aşk” geldi. Grubun da iyi ilişkiler içerisinde olduğu üstat Demir Demirkan’a ait olan bu parçaya Murder King yeniden hayat vermişti. Aradan fazla zaman geçmeden üstat Tanju Okan’ın efsanevi bestesi ‘Kadınım’ı yorumladılar kendilerince. Bu ülkede bi gün “brutal romance” adıyla anılacak bi işler karıştırılırsa eğer, bunun ilk örneği olarak gösterilmesi için kayıtlara geçmek üzere buraya not düşüyorum. Topluluğun gizli cevheri Özhan’ın düzenlemesiyle parçayı baştan yaratmışlardı. Üstat yaşasaydı da dinleseydi neler düşünürdü diye hep merak etmişimdir. Bu iki parçayı Hande Yener coverı ‘Kibir’ takip etti. Önceki parça seçimlerinin fazlasıyla iyi olması buna olan ilgiyi düşük gösterdi sanki. İşte bu hakkında daha bi sürü anekdot aktarabileceğim ama çoğunu kendime sakladığım topluluk, sessiz sedasız albüm kaydına girmiş, yakın zamanda yayınlanacağının haberini duyurdu. Beklentim yüksek ama ne ile karşılacağım konusunda hiç bi fikrim yok. Albümde cover olup olmayacağından bile haberim yok. Ancak ekibi kalitesine güvenim tam. Ayrıca umarım Tanju Okan coverını albüme eklerler...
SELİM VARIŞLI
İstanbul’un tadından yenmeyen grupları arasında Chöpstick Suicide. Mathcore adı verilen trigonometrik bi sounda sahipler. Adamların İstanbul’dan çok Ankara’da çalmaları, Ankara’yı deplasman gibi değil kendi sahaları gibi görmeleri, Ankara tribünlerinin de ekibi bağrına basıp sahip çıkması neticesinde kendilerini İstanbul’dan çalmış gibi olduk biraz (ne faşizan bi cümle oldu lan bu, bütün grupları seviyoruz, bütün şehirler bizim, rahat olalım). Yaptıkları soundun içini dolduran bi grup Chöpstick Suicide. İki kişilik bi ekip olmalarına karşın oldukça komplike ve iyi işlenmiş bir ürün ortaya koymuşlar. Bu adamların bi Ankara konseri öncesi kadrolarının yarısını kaybedip iki kişi geldiklerini hatırlıyorum. Çıkıp çatır çatır da çalmışlardı. Hatta dört kişilik kadro ile izlediğimden daha iyi bi performans göstermişlerdi. Ayrıca iki kişi sahneye çıkıp bu tarz bi müzik ortaya koymak kadar rahatsız bi harekete de her zaman rastlamıyoruz. Esasında mesele sahnedeki adam sayısından ziyade adamların bu her yanı ayrı oynayan teknik tarzı birbirleriyle şahane bi uyum içerisinde ortaya koyabiliyor olmaları.
Albümde de bu uyum aynen korunmuş. Prodüksiyon, gerçi daha önce yayınladıkları iki parçalık promo kayıtta daha güçlü gibiydi sanki ama albüm için bence yeterli. Albüm Reign In Blood mantığıyla kısa ve öz tutulmuş, 26 dakika uzunluğunda ama 2 saatlik bi etki bırakıyor dinleyicide. Chöpstick Suicide fazlasıyla düşünen, düşündüklerini de fazlasıyla yansıtan bi grup. Ancak düşünceleri standardın dışında ve dolaylı olarak anlatmayı sevdiklerinden, yaptıkları işin dinleyen herkes tarafından anlaşılması biraz zor gibi. “Kimilerinin kafası basmayabilir”den ziyade “kral çıplak diyebilmeyi herkes başaramaz” şeklinde yaklaştım olaya, hemen şişeleri fırlatmayın. Gruba ve şarkılarına www.myspace.com/chopsticksuicide adresinden ulaşabilir, albümlerini orijinal olarak edinebilir, tişörtlerini de alıp giyebilir veya çeşitli amaçlar için kullanabilirsiniz. Bu arada albümdeki favori parçam, Ankara tayfasında marş haline gelmek üzere olan ‘Back To Basic’, bilinen adıyla “madafakin robot!”
Orphaned Land deyince, artık hiçbir şekilde uzak görmediğimiz, bizlerle aynı coğrafyadan çıkıp bizim kendi müziğimizi metal müziğe entegre eden samimi adamlar geliyor aklımıza... Her ne kadar şu an dünyanın en çok tartışılan ülkelerinden biri olan İsrail’den çıkmış olsalar da, kendi hükümetlerinin yaptıklarını da onaylamadıklarını bizzat söyleyen ve sürekli barışa vurgu yapan bir grup olmaları da onları daha yakın hissetmemiz için ayrı bir etken oluyor. İsrail ve Ortadoğu arasındaki politik ve dini gerilimin yüksek olması, tıpkı Rotting Christ’tan bahsederken de belirttiğim gibi makam adı verilen sözde güç konumunun arkasına saklanmış “politikacı” kişilerin bu bölgeler üzerindeki çıkarlarından dolayı olsa da, insanların yine bir şekilde müzik yoluyla aynı çatı altında buluşması Orphaned Land için bir misyon gibi oldu. Kobi Farhi’nin hem Global Metal’de hem de yeni albümün yapım görüntülerini içeren DVD’sinde belirttiği buydu; Orphaned Land müziği altında Yahudileri, Türkleri, Arapları aynı şarkıyı söylerken görmek onlar için her zaman bambaşka birşeydi. Buradan yola çıkarsak, Orphaned Land’in yirmi senelik kariyerinde çıkarttığı dört albüm boyunca işlediği konseptleri anlamak kolaylaşır, her albümle üç semavi dinin de aslında aynı tanrıdan gelen bir bütünler topluluğu olduğunu ve dinlerin insanları ayırmasının ne kadar acı ve talihsiz olduğunu vurguladılar. Bunu yaparken de,metal müziğin doksanlar başına kadar çok fazla üstüne düşmediği, Celtic Frost gibi bazı grupların bazı şarkılarında kullandığı Orta Doğu müziklerini kullandılar ve özellikle Türkiye gibi ülkelerde oldukça ilgi gördüler.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Yerel müziklerin kullanıldığı metal tarzı olan Folk Metal, senelerdir Viking ve Celtic müziklerinin tekelinde görülse de, Orphaned Land ve benzeri grupları da bu tarz altında incelemek mümkün ve Orphaned Land’in bir nevi benzeri olan Salem, Melechesh, Distorted gibi grupları ben daha ilgi çekici buluyorum, zira daha ilerici işler çıkıyor bu gruplardan... Özellikle Orphaned Land, Sahara’dan beri aldığı yolla bu duruma en güzel örneği teşkil ediyor. 1991 senesinde Resurrection adıyla kurulan ve Entombed, Napalm Death gibi gruplardan etkilenerek Death Metal yapan grup, ardından adını Orphaned Land olarak değiştirip, müziğine kendi topraklarından etkileşimler eklemeye başladı. ’93 senesinde ilk demoları The Beloved’s Cry’i yayınlayıp adlarını duyuran grup, bir sene sonrasında ilk debut albümleri Sahara’yı yayınlayarak piyasaya adımını attı. Demodaki şarkıların(Pits Of Despair ve Above You All hariç) elden geçirilmiş hallerini içeren ve yeni şarkıları da beraberinde bulunduran Sahara, ud, darbuka, kanun gibi Orta Doğu’ya özgü enstrumanların kullanımı, yine Orta Doğu müziklerinde görülen vokal nameleri ve melodilerini metal müzikle bir potada eritmiş, metal müzik temelini ise progresif eğilimler gösteren Doom/Death Metal tarzı üstüne kurmuştu. ‘90lar başında böyle bir müzik oldukça farklı bir işti, aynı sene çıkan Salem’in Kaddish albümüyle birlikte Orphaned Land kimi yerlerde Oriental Metal olarak anılacak farklı bir müziğin başlangıcını vermişlerdi. İki grupta başta yoğun
şekilde Doom/Death Metal orijinli olsa da –Paradise Lost’u burada anmak lazım, zira Orphaned Land’ın oldukça sevdiği bir gruptur.- zamanla Salem daha fazla Extreme Metal ağırlıklı bir yola girmiş, Orphaned Land ise müziğini daha progresif bir yola sokmuştur. Sahara ile yeraltı piyasa adını iyice duyuran Orphaned Land, ardından El Norra Alila albümünü yayınlar. Albüm yeraltı piyasada oldukça başarı getirir ve önemli bir konuma yükselir. Sahara’daki uzun şarkıların aksine, biraz daha direkt şarkılar içeren ama progresif yanını koruyan, Orta Doğu müziklerinden alınan etkileşimlerin merkezinde grubun müziğini daha ileriye taşıyan bir albümdür El Norra Alila... Grubun hala canlı çaldığı, El Meod Na’ala, Find Yourself,Discover God, Of Temptation Born, A Neverending Way, Like Fire To Water gibi birçok hit parçası bu albümdedir. 2006 senesinde ülkemize geldiklerinde bu albümü baştan sona çalmışlardı. Grubun üçüncü albümü Mabool ise sekiz senelik bir aradan sonra çıkar. Grup, bu sekiz seneyi oldukça zor geçirdiğini, dağılmanın eşiğine geldiklerini ve ağır şartlar altında çalıştıklarını belirtmiştir. Mabool, üzerinde uzun yılların emeğini dinleyiciye direk olarak tattıran, şahsen Orphaned Land’in müziğinin geldiği en üst düzey olduğunu düşündüğüm bir albümdü. Birçok eleştirmenden ve dinleyicilerden de tam not almıştı. Grup, uzun ara sonucunda doğal olarak değişime girmişti, artık Doom/Death Metal temeli yerine Progressive Metal sularında
geziniyorlardı ama çeşitli tarzlardan etkileri almayı da ihmal etmiyorlardı. Şarkıları, edindikleri konsept gibi zıt dinamikler ile destekleniyordu. Mabool’u ilk dinlediğim zamanı hatırlıyorum da, günlerce CD çalarımdan çıkartamamıştım. Daha ilk dinlemede oldukça içine çeken ve kendisini gösteren bir albümdü. Sembolik olarak üç dinin birliğini temel alan bir konseptte, insanların günahlarından arınmazsa büyük bir sel ile cezalandırılacaklarını anlatan hikayesi de diğer bir dikkat çekici noktaydı. Albüm, konsepte uygun olarak oldukça coşkulu başlayıp, dramatik bir şekilde sona eriyordu. Orta Doğu müziklerinin kullanımı oldukça yoğun ve etkiliydi, grubun olgunlaştığı da belli oluyordu. Mabool, altı sene önce çıkmasına rağmen hala zevkle dinleniyor. Bu durum doğal olarak Orphaned Land’i yeni albümde daha büyük beklentilerle karşı karşıya getirdi. Uzun süren kayıt süreci ve sürekli ertelenmelerin sonunda Orphaned Land’ın uzun zamandır beklenen yeni albümü The Never Ending Way Of ORWarriOR raflarda yerini aldı. Konsept olarak yine benzer mesajlarla gelen grup, bu albümde Orwarrior adlı konseptüel bir “ışık savaşcısı”nın karanlığa karşı mücadelesini konu etmiş. Albümün miksajını yapan ve klavyeleri çalan Steven Wilson ise albüm hakkında ayrı bir heyecana neden olmuştu. Kobi Farhi’nin albüm ve konseptle ilgili söylediklerine bakmakta fayda var; “Bölgemizin trajedisinin içinde doğmuş insanlar olarak, her zaman çatışmalar arasında uyum, dünya üzerinde bir müzikal cennet, Allah ile Şeytan arasında bir tango yaratmaya odaklandık. Albümün
kitapçığında , Yahudiler ve Müslümanların arasında kavgaya rağmen, İbranice ve Arapça’yı birleştirdik. Lübnan’da hattatlık konusunda uzman birisini buldum. İbranice ve Arapça’dan harfleri aldı ve bir barış sembolü oluşturacak şekilde onları kalıplaştırdı. Albümdeki grup fotoğrafımız içinde aynısı geçerli, üç semavi din arasında sinerjiyi portreledik. Hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz ve saçma bir şekilde yüzyıllardır birbirimizi Allah adına öldürüyoruz ve kutsal diyarı yetim diyara dönüştürüyoruz. Doğal olarak, bu birleştirme fikrimizi müzikal seviyede devam ettirdik ve sonuç her zamanki gibi çılgıncaydı, mucizeydi. Konserlerimizde Yahudi hayranlarımız Arapça söylüyor ve Müslüman hayranlarımız İbranice söylüyor, cesur arkadaşlıklar doğuyor ve bizim Orta Doğulu metal müziğimiz içinde takılı kaldığımız politik cadılığı yok ediyor. Bu savaş topraklarında umuda doğru, dünya üzerinde cennet yaratmaya ve yeni Kudüs’u kurmaya yönelik bir müzikal yolculuk bu...” Albüme geri dönersek, öncelikle, uzun bir albüm ile karşı karşıyayız. Bir CD’nin alabileceği maksimum uzunluğu kullanmışlar gibi görünüyor. Konsepte bağlı olarak üç ayrı bölüme ayrılmış albüm... İlk dinlememde albümün oldukça temiz prodüksiyonu dikkatimi çekti. Steven Wilson, oldukça iyi bir iş çıkartmış prodüksiyon olarak, her enstruman net olarak duyuluyor ve tonlar oldukça temiz, dengeli mikslenmiş. Albümün geneline bakarsak, Orwarrior, daha progresif ama aynı zamanda ağır başlı ve olgun bir yapı içeriyor önceki Orphaned Land işlerine göre... Grubun tamamen Progressive Metal tarzına kaydığı albümün gitarlarından hemen belli oluyor. Yossi ve Matti ikilisi oldukça başarılı melodiler, sololar ve arpejlerle albümü taşıyorlar, bazı şarkılarda uzun solo enstruman kısımlarıyla da ayrı bir tat katıyorlar. Gitar konusunda albüm oldukça çeşitli... Oldukça katmanlı, üzerinde ince düşünülmüş düzenlemeler ve kompleks şarkılar, yer yer grubun ilk dönem Death Metal etkileriyle buluşuyor, Orta Doğu müziklerinden alınan etkiler, Shlomit Levi’nin duru vokalleri ise yine sık sık müzikte yer buluyorlar. Yerel enstrumanlar, şarkılara zenginlik kattığı kadar yer yer şarkıların gidişatını da etkileyen role bürünüyorlar. Albümün kayıtlarından sonra gruptan ayrılan Avi Diamond ise oldukça dinamik bateri partisyonları bestelemiş. Kobi Farhi’de vokal departmanında hem brutal vokalleri, hem temiz vokalleri hem de Orta Doğu kültürü etkili vokal nameleriyle yine oldukça dikkat çekiyor. Steven Wilson’un gruba getirisi midir, bilemem ama albümde yer yer Progressive Rock dokusu da hissediliyor. Genelde ise melankolik ve hüzünlü bir atmosfer var. Mabool’un ilk şarkılarındaki coşkulu hava yerine El Norra Alila’nın karanlığına daha yakın da diyebiliriz. Ayrıca, uzun zamandır canlı çaldıkları Erkin Koray klasiği Estarabim’i, Erkin Koray’ın vokalleriyle sonunda kaydetmişler. Albümün digipack versiyonunda DVD’de yer alıyor ama MySpace gibi sitelerde de rastlamanız mümkün... Eğlenceli bir yorum olmuş, dinleyiniz.
Yine digipackte yer alan DVD’deki “Türkiye’nin KOBİ başkenti” esprisine o kadar güldüm ki, anlatamam. Bazı albümler vardır, kulağınıza takıp bitene kadar dinlersiniz. Bütünlüğü o kadar sıkıdır ki, şarkıları ayıramazsınız. Orphaned Land, Mabool ile bunu başarmıştı, The Never Ending Way Of ORWarriOR ile yine başarıyor. Albümdeki tüm şarkılar, konsept ile bağlantılı olarak
üzerlerinde oldukça uğraşılmış, klasik Orphaned Land lezzetini veriyorlar ve ayrı ayrı öne çıkıyorlar. Çıktığı günden beri dinlememe rağmen hala favori şarkı ayrımına gidemediğimden söylüyorum bunu... Her şarkıda dikkatinizi çeken bir melodi, duygu ya da yerel enstruman pasajı olabiliyor. Eklemek gerekir ki, albüm ikinci bir Mabool bekleyenleri yanıltacaktır, zira Mabool ile oldukça farklı yanları var. Atmosfer olsun, müziğin daha progresif bir yöne çekilmesi olsun. Uzunluğundan dolayı zaman da isteyen bir albüm ama Orphaned Land’ın altı sene sonrasında Mabool’un altında kalmayacak bir albümle gelmiş olması gayet sevindirici... Geleneksel Progressive Metal’in tıkandığı bu günlerde türe hayat nefesini füzyon grupları üflüyor ve Orphaned Land’de bu grupların başında geliyor. İsrailli kardeşlerimizin bu yeni müzikal yolculuğunun, ne tarz müzik dinliyorsanız dinleyin, mutlaka bir kez tadına bakın derim.
SELİM VARIŞLI
Sonisphere’i hala duymayanlar varsa diye kısaca olayı özetleyim. Bir çok Avrupa ülkesinde ve beşinci dünyadan hallice ülkemizde gerçekleştirilecek olan devasa boyutta bir festival Sonisphere. Öyle ki ülkemizde daha önce bu boyutta isimlerin bir araya geldiği bir organizasyon gerçekleştirilmedi. Sahne alan isimlerin devasa oluşu ve katılacak kitlenin bu isimler karşısında sevincinden halay-horon arası bi atmosfer yakalaması açısından, “Büyükşehir Belediyesi 48. Geleneksel Bahar Şenlikleri” formatının metal camiasına uyarlanmış hali gibi duran Sonisphere, özellikle öyle bir grup açıkladı ki gözyaşlarıma hakim olmak istemedim.
grup adı yaparak turlayan Ronnie James Dio (üç kelime yan yana gelince bu kadar mı büyük bi ismi telaffuz eder be kardeşim, yazarken ceketimi ilikledim), Toni Iommi, Geezer Butler ve Bill Ward’ı aynı sahnede canlı izlemek düşüncesi bile reel dünyadan yarı soyut bi tandansa itiyor beni. Evet, Dio’lu Black Sabbath kadrosu ile HEAVEN & HELL, Sonisphere lineup’ında açıklanan en heyecan verici isim benim için. Zaten daha Dio’yu canlı izleme şerefine nail olamamış bi faniyim. Babaya da kanser teşhisi kondu, üzdü hepimizi. İyi toparlanmış olacak ki sahnelere geri döndü. “Ölümle bi maç yapacaksam kendi sahamda oynamak isterim” diye düşünmüş olabilir.
Black Sabbath tarihindeki en iyi kadro olan Heaven & Hell albümü dönemindeki ekiple, albümün adını
Gelelim Big Four mevzusuna. Anthrax’ı hiç sevmem ve Big Four denilen atraksiyona dahil edilmesini Tes-
tament ve Overkill gibi gruplara yapılmış bi haksızlık gibi görürüm hep. Gelgelelim bu Big Four, yani METALLICA, SLAYER, MEGADETH ve ANTHRAX bir arada aynı festivalin kadrosunda açıklandılar. Şu halde sevmediğim Anthrax’ı bile bağıra çağıra izleyebilirim. Slayer benim için Thrash Metal camiasının en büyük grubudur. Hatta Slayer’ı tek başına izleyecek olsaydım şu yazdıklarımdan daha fazlasını yazabilirdim. O derece özel bi grup benim için. Megadeth’in de (Dave Mustaine’i karakter olarak sevemedim hiç ama) Rust In Peace ile yeri her daim yeri ayrı olmuştur. Festivalin bir diğer devasa ismi Almanya’nın bağrından RAMMSTEIN. Tek başına festival gibi bi grup zaten Rammstein. Bu çapta bi festivale dahil edilme-
si Sonisphere’da “ranch sosuna bandırılmış Whopper köftesi” etkisi yaratmıyosa ben de yemekten anlamıyorum :) Kanlı canlı bi Feuer Frei izlemek, “ölmeden önce yapılması gereken 1332 şey” adlı yarısı boş listemden bir maddenin daha üstünü kırmızıyla çizeceğim anlamına geliyor. Sonisphere için açıklanacak diğer isimlere gelecek sayılarda yer vereceğiz ancak şu anki kadro bile hayal gücü falan bırakmadı kimsede. Metallica’nın tek başına stadyum doldurduğu bi ülkede, Rammstein için Metallica’ya kurulanın bir üst level’ında sahne kurulacağı söylenirken bu kadar büyük grubu artarda izledikten sonra o festivalden sağlam bir psikoloji ile çıkıp çıkamayacağımı düşünüyorum. Zaten fiziksel etkilerini geçtim çoktan…
SELİM VARIŞLI
Malumunuz, Ankara her daim müziği ve duruşu sağlam Death Metal topluluklarına ev sahipliği yapmıştır. Sağlam albümlere ve efsane konserlere imza atmış bu tayfa, üretkenliğin getirdiği hiperaktivite neticesinde yerinde duramayarak ekstra gruplar, fazladan yan projeler üretmeye bayılır. Dahası bu yan projeler de tadından yenmeyecek hareketler eşliğinde rakseder narin zihinlerde. İşte Rektal Tuşe, böyle hipekaktif beyinlerin oluşturduğu fatal ve hasta fikirler çerçevesinde şekillenmiş, fazlaca da eğlenilmiş bi grup. İki kişiden oluşan kadrosuyla dehşet saçan ekip, ismiyle tıbbi çevrelerde de ses getiriyor. İşlediği temalar itibarıyla fazlasıyla “belden aşağı arka çapraz” bi imajı çizseler de esasında hedeflerin daha net bi nokta atışı olduğunu gerek grup fotoğrafından gerekse
şarkı isimlerinden anlamak mümkün. Bu tarz atraksiyonların hastası olan ve özellikle böyle grupların kayıtlarını toparlayan bünyeler olduğunu bildiğim için grubun müziğine de kısaca değineyim. Geyik yapacaz diye saçma bi kayıt yapıp olayın dozunu kaçırmamışlar. Örnekleri çok olan ve içi dışı bir olmadığı için dinleyince can sıkan kayıtlardan uzak, ciddiyet ve özen gösterilmiş bi çalışma Rektal Tuşe’nin demosu. Henüz bi demo grubu oldukları halde demodan bu kadar anti-demode bi iş ortaya koymuş olmaları, bir an önce Ankara Numune Hastanesi İntaniye Servisi destekli bi albüm yapmaları gerektirdiğini düşündürdü bana. Bu “gaz”la olaya devam ederlerse akademik literatürde yer edineceklerinden şüphem yok. Bu samimi kayıt karşısında şapka çıkarıyorum.
ZELİHA KARAKOCA
İnsani Duygular Çelişkisi… Enkazın ortasında, artçı depremler yaşamaya devam ederken.. geriye dönüp mişli geçmiş zamanları yad ederken.. uçurtmanın kuyruğunda son hayalini kurarken.. dengeler bozulup, gizem ortadan kalkarken..artık her şeyin alenen yaşandığı bir toplumda, özelliğimizi yitirirken.. ken.. ken..ken…Düşüncesizlik güneş sistemindeki en kral yeri parsellemişken, bireyselleştirme tabii ki doyum sağlar. Kişilik oluşturma da tavan yapan tüm egoistlikler tek elde...Dünya pazarı…Dikkat! Bu pazarda %100 indirimle satılan, tüm o insani duygular çelişkisi yaratan materyaller, aşırı dozda kullanıldığında insansızlaşmalardan ölümlere neden olabilir… Yarının en büyük sorunu : Düşüncesizlik. Yavaşça her yere sızıyor.. İçimize, çevremize, çevresizliğimize...!Belirtile ri; bireysellik, hepbencilik, empatisizlik, duygusuzluk… Önlem almak için sadece hissedin.. Bırakın ruhunuz kayıp gitsin düşlerde.. Kumanda sende zap..zap..zapla mantığını, kendi hayatını izle kendi ekranından..Gör ve değiştir yarını. Sensin yıkılmayı bekleyen de, yıkımdan kurtulmayı dileyen de…Kumanda sende! Hisset canlılığı! Farkında ol, hatırla, önemse, değer ver… Anımsattı mı?! Aşırı dozda insansızlaştık.. Ne mutlu şimdi bize…
İnsan belli bir yaşa kadar kendini ailesinden ne kadar da farklı görüyor değil mi? Bir sürü huyunun aslında onlara çektiğinin farkında olamıyor. Armudun, ağacından fazla uzağa düşemediğinin… Ben şu sıralar bunu çok sık hissediyorum. Acı farkındalıklar bunlar, mutlaka bir şey oluyor anlayabilmek için. Uzun süre susmak… Bu babamın genleriyle ilgili olmalı. Sabır, sabırdan öte tahammül, her şeye rağmen koşulsuz ve kocaman bir sevgi. Nerde görsem tanırım, babamdır o. Ortaokulun başlarında yakalandığım, o geçmez sandığım aşk… Nasıl da anlayıp, sesini çıkarmamıştı. Nasıl gönlüm olsun diye o adamın her konserine götürmüştü ve sonunda zarar göreceğimi anlayıp, nasıl profesyonelce korumuştu beni. Ruhum duymamıştı. Günün birinde ise nasıl tokat gibi yüzüme vurmuştu aptallığımı… Zamanını beklemişti. İyi de etmişti zira benim o yaştaki halim hiçbişey anlamazdı söylediklerinden. Üniversitede ondan habersiz Antalya’ ya gittiğimi öğrendiğinde de susmuştu… Hiç belli etmemişti. Aylar sonra öğrenmiştim bildiğini. Söylemiş, sitem etmişti bana. Kızamaz saolsun… Benim sevdiğime kızamadığım gibi. Sevdiğimin karşısında bildiklerimi söylemediğim, sustuğum gibi. Tuzla buz olana kadar ağzımı açmadığım gibi. İçime attığım, unutmaya çalıştığım gibi. Ya da ben onun gibi… Şimdi bahsedeceğim özellik de annemden geliyor olmalı. 6-7 yıldır görmüyorum onu. Yıllar sonra birden karşıma çıkıveriyor işte. Çürüdüğün zaman da o ağacın dibinde çürüyorsun. Faranjiti vardı. Buna rağmen o çok sevdiği limonlu çayından vazgeçemezdi. Sonra da “ Ay azdı faranjitim” diye dolaşırdı evin içinde…
Bir gün sinirlenip, dayanamayıp “Sen de koyma o zaman çayın içine limon“ diye paylamıştım bir güzel. Tuhaftır. Hoşuna gitmişti. “Kızım beni mi düşünürASUMAN İNCİ
müş” demişti. İlgisi yoktu, hiç de onun iyiliğini düşünerek söylememiştim ben bunu. Ama o öyle anlamak istemişti belli ki… Şu sıra çok net yaşıyorum bunu… İnanmak istediğime inanıyorum. Söyleneni kendime göre yorumluyorum ve genelde söylenme amacından çok başka bir yerlerde oluyorum. Seden Gürel’ in eski bi şarkısı vardır “Kapılar” diye. Şöyle bir söz geçer içinde: Arada sırada kırılır da gönül “Hadi” der, “Yeter ne çok üzüldün” Dinlemem ben onu Beni sevdiğine inanmasaydım ölürdüm İnanmak istiyor insan işte… Ve bu inandığın, karşındakinin sorumluluğunun o kadar dışında ki… Yalnızlık var orda. Kendi kendine olup bitiyorsun. İşte bu annenden babandan aldığın özelliklerle, ikisinden başka fakat ikisinin toplamı bir şey oluyorsun. Çıkan sonuç bu… Ve bu sonuç beni, sevdiğine karşı her zaman tahammüllü, anlayışlı, söylemek istediklerini uzun süre içinde saklayan, söylemek için doğru zamanı bekleyen, iyi niyetli, olayları görmek istediği gibi gören, kendinden önce onu düşünen, yani kısaca aptal diyebileceğimiz biri haline getirmiş galiba… Aptal fakat mutlu olmak iyi de… Hem aptal hem mutsuz olmak çok kötü bir şeymiş. Tek gerçek ise, armutluğun bakiliğiymiş.