ANILAR SAÇILMIŞ ODAYA HER YERE... Selamlar,
kin Park. Toplulukla ilgili şık bir yazıyı bu ay dergimizde Can Çakır’ın kaleminden okuyabilirsiniz.
Uzunda bir ayın ardından (Mart ayı bana çok uzun geldi, size de öyle gelmedi mi?) yine beraberiz. Geçtiğimiz ay sizlerden gördüğü inanılmaz ilgi üzerine bu ay biraz da stresli çalıştık açıkçası. Mart sayımız 84.000’den fazla okura ulaşarak, önceki altı sayımızın toplamını bile aştı. Sanırım Mart sayısı Siyah Beyaz için bir kırılma noktası teşkil ediyor, gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkürler. Geçtiğimiz ay ülkemizde Darwin’i kapak yapma konusunda bir fobi varmış izlenimi yaratan gelişmeler oldu, biliyorsunuzdur. Bu nedenle bu ay kapağımızda Darwin’e yer vermek istedik.
“Dehumanizer” ve “Heaven & Hell” gibi efsanevi Black Sabbath albümlerinde çalan kadro tarafından kurulan, kuruluş haberi bile müzik dünyasında heyecan yaratan topluluk Heaven & Hell (cümlenin gidişatı çok enteresan oldu farkındayım) ilk albümü “The Devil You Know” öncesi yayınladığı single ile bu sayının son iki gününü birbirine kattı. Yaklaşan albümün 2009 yılının zirvesi olacağına dair çok güçlü sinyaller veren topluluğu merak ve heyecanla takip ediyoruz.
Mart ayı içerisinde sizlere bir de sürprizimiz oldu. Dergimizin “ayın sanatçısı” köşesini başlıbaşına ayrı bir dergi olarak yayınlamayı bir süredir planlıyorduk. Bu planlar neticesinde “Stereojunk” ilk sayısıyla geçtiğimiz ay sizlerle buluştu. www.stereojunk.net adresinden ulaşabileceğiniz yeni dergimiz, Siyah Beyaz’ın kanatları altında geliştirdiğimiz projelerin ilk meyvesi. İlerleyen zamanlarda yeni sürprizlerimiz için hazırlıklı olun :) Kanada’lı Death Metal topluluğu Quo Vadis’in yılan hikayesi olarak başlayıp kısa sürede netleşen Türkiye konserleri serisi, Nisan ayının ilk günlerinde gerçekleşecek. İstanbul, Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek olan konserler serisinin Ankara ayağında orada olacağız. Taze bir konser haberi daha var. Vokalde Tim “Ripper” Owens, basta David Ellefson, gitarda Andreas Kisser ve davulda Jimmy De Grasso’dan kurulu allstar cover band “Hail!”, 27 Nisan Pazartesi gecesi İstanbul’da çalacak. Adı geçen isimlerin Judas Priest, Iced Earth, Megadeth, Sepultura gibi topluluklardan tanınan müzisyenler olması, etkinliği son derece heyecan verici hale getiriyor. Bu yaz için açıklanan festivallere Rock’N Coke da eklendi. Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilmeyen festivalin, bu sene için açıklanan ilk ismi ünlü topluluk Lin-
Yazıya başlamadan hemen önce aldığım bir haberi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Sert müzik camiasının yakından tanıdığı bir isim olan, Soul Sacrifice ve Murder King topluluklarının bas-vokali ve frontmani Özgür Özkan ile yine camianın tanınan simalarından Çiğdem Kocaman, geçtiğimiz haftasonu 10 yıllık beraberliklerini mutlu sonla nikah masasına taşıdılar. Yakından tanıdığım ve sevdiğim bu iki insana sonsuz mutluluklar diliyor, her şeyin diledikleri gibi olmasını temenni ediyor, Siyah Beyaz’ın bu sayısını da naçizane kendilerine ithaf ediyorum. Bu ayın şarkısı da üstat Tanju Okan’ın ölümsüz eseri, “Kadınım”. Önümüzdeki ay görüşmek üzere... Selim VARIŞLI
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI selimvarisli@gmail.com :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU :: ATİLLA ÇELİK :: BAHA ÖZER :: BERKAN BAŞOĞLU CAN ÇAKIR :: EGEMEN LİMONCUOĞLU :: EMRE AKPOLAT :: GÖKHAN KORKMAZ GÜVENÇ ŞAHİN :: MELİS SARILAR :: PINAR TUNCER :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
Kış mevsiminin artık son demlerini oynadığı ve yerini yavaş yavaş güneşli sıcak günlere bıraktığı bugünlerde bizim için özel olan bazı gruplar, hiç üşenmeden kuzey soğuğunu yeniden yanımıza getiriyorlar. Geçen ay, İngiliz Doom Üçlüsü’nün köklerine en sadık kalan ve birçok metal müzik sever için oldukça önemli ve özel bir değere sahip olan melankolik kralları My Dying Bride yeni albümü For Lies I Sire’ı yayınladı. Üç sene önce çıkan A Line Of Deathless Kings’den beri grupta yaşanan değişiklikler albüme olan ilgiyi oldukça arttırmıştı. Ayrıca, yine A Line Of Deathless Kings’te grubun brutal vokali oldukça azaltması da akıllarda soru EMRE DEDEKARGINOĞLU
işaretleri yaratmıştı ve bu albümde dinleyiciler daha net bir cevap bekliyorlardı. Sonuç olarak hem grubun yeni gidişatı hem de yeni şarkılarını görücüye çıkaran For Lies I Sire elimize ulaştı. Açıkçası My Dying Bride, oldukça görkemli albümler bıraktığı ‘90ların en etkileyici ve önemli gruplarından birisiydi. Türdaşları Paradise Lost ve Anathema tarz değişikliklerine gittiğinde de bu tarzın kemik dinleyicisinin hala takip ettiği bir grup olmuştu. Fakat her güzelin bir kusuru olduğu gibi My Dying Bride’ın da yanlış gittiği yollar oldu. ‘90ların başında kurulan her
grup gibi yoğun Celtic Frost etkileşimleri içeren debut albümleri As The Flower Withers ile çok etkileyici bir başlangıç yapamasalarda potansiyeli olan bir grup olduklarını göstermişler ve iki sene sonrasında şu an bile Doom/Death Metal tarzı içerisinde en güçlü albümler arasında ilk sıralarda gösterilen Turn Loose The Swans ile neler yapabileceklerini kanıtlamışlardı. Turn Loose The Swans öyle bir albümdü ki, grubun vasat ile iyi arasındaki debut albümünden sonra ileriye doğru atılmış çok büyük bir adımdı, grup hem müzik, hem söz hem de vokal olarak çok üstün bir iş ortaya koymuştu. Ağır çift gitar melodileri, yoğun klavyeler, şarkılara derinlik veren bateriler, acı dolu keman nameleri ve Stainthorpe’un hem temiz hem de brutal olarak konuşturduğu vokalleriyle ders gibi bir albümdü. Bu albüm gruba o kadar kredi kazandırdı ki, bir sonraki albümleri The Angel And The Dark River’da sadece temiz vokal kullanmaları bile o kadar tepki çekmedi çünkü yine kaliteli bir albüm çıkartmışlardı. Grup işleyen bir formül yakalamıştı ve bunu oldukça iyi kullanıyordu. Andrew Craighan ve Calvin Robertshaw’ın uyumlu gitar melodileri, Rick Miah’ın dinamik bateri partisyonları, Martin Powell’un müthiş klavye ve kemanları ile birleşiyor ve Aaron Stainthorpe’un duygu dolu vokalleriyle tamamen ziyafete dönüşüyordu. Grup bu for-
mülü ’96 çıkışlı Like Gods Of The Sun albümünde de uyguladı ve yine beğeni topladı. Fakat grupta değişim rüzgarları esmeye başladı ve eleman değişiklikleri oldu. Gruba en uyan davulcu olan Rick Miah ve grubun müziğinin önemli bir elemanı olan Martin Powell gruptan ayrıldı. Grup, davulcu sorununu halletse de ne yazık ki Martin Powell’ın yerini asla dolduramadı. Martin Powell’ın gidişi grubun müziğinden keman gibi bir faktörü de götürmüştü. Çünkü Martin Powell’ın kalitesinde bir eleman bulmamıştı grup... Sürekli konuk elemanlarla boşluğu doldurmuşlardı. Tabii Powell sonrası dönemde de klavyelerin oldukça güzel olduğu çok fazla şarkı vardı ama gruba entegre olmuş bir elemanın eksikliği, özellikle canlı performanslarda belli oluyordu. Grubun en deneysel albümü olan 34.788%...Complete ise, her ne kadar güzel bir albüm olsa da, klasik çizgilerinden farklı olduğu için grubun kemikleşmiş dinleyici kitlesi tarafından asla kabul görmedi ve grubun müziğini genişletme isteğini bir nevi kırdı. Geçen ay Headbang dergisinde Aaron Stainthorpe bu tarz bir albümü kendisinin yapmak istediğini ama grubun geri kalanın ne diyeceğinden emin olmadığını belirtmişti,
bu durum bile grubun şu an o dönemki istekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Sonuç olarak albüm My Dying Bride’ın Load’u olarak diskografide yerini aldı. Martin Powell’ın yerini dolduramadıklarını bir paragraf önce söylemiştik. The Light At The End Of The World ve The Dreadful Hours’ta Yasmin Ahmed, Songs Of Darkness, Words Of Lights’ta ise grubun gitaristi Hamish Glencross’un sevgilisi Sarah Stanton gruba katkıda bulundular. Yasmin Ahmed’in şu an nerede ne yaptığını grup bile bilmiyor. Birkaç sene önceki Zor ropörtajında aynen bunu söylemişlerdi. Sarah Stanton’un gruba Hamish faktörü nedeniyle girdiği ise oldukça belliydi, grubun 2006 İstanbul konserinde de canlı olarak gördüğümüz üzere yeterli bir isim olmaktan uzaktı. Yeni albüm öncesinde grup yine önemli değişiklikler geçirdi. Öncelikle Shaun Steels hastalığı nedeniyle gruptan ayrıldı. Grup bir süre konuk müzisyen
John Bennett ile devam etti. Sonrasında grubun orijinal kadrosundan bir isim, Ade Jackson ayrıldı. Gruptaki bateri ve bas boşluğunu Bal-Sagoth, The Axis Of Perdition gibi gruplarla çalışmış Dan Mullins ve Lena Abe isimli tanınmamış bir bayan doldurdu. Geçtiğimiz sene ise hayırlı olabilecek bir değişiklik yaşandı, Sarah Stanton evinin kadını çocuğunun anası olmak üzere grubu bıraktı ve yerine Katie Stone geldi. Asıl heyecan veren nokta ise Stone’un ayrıca keman çalabilmesiydi. Kemanın My Dying Bride müziğinde yaşattığı duyguları bilen hayranlar kemanın dönüşüne oldukça sevinmişlerdir. For Lies I Sire, grubun neredeyse on üç senedir kullanmadığı kemanın dönüşü açısından yeterli keman partisyonları içeriyor. Tabii Martin Powell dönemiyle şu an karşılaştırılmamalı, çünkü hayal kırıklığı yaşarsınız. En azından gruba oturabilecek bir isimin keman ve klavye sorumluluğunu alması bile önemli bir nokta... Buradan asla grubun son albümlerine laf ettiğim
anlamı çıkmasın. Hepsi kendi içinde iyi albümler ama klavye özellikle A Line Of Deathless Kings’te zayıflamaya başlamıştı. Grup, kendi sınırları içinde gittikçe gitarlara odaklı bir gruba dönmeye başlıyordu. For Lies I Sire’da gitar ve vokal odaklı bir albüm ama kemanın tekrar katılması bir denge getirmiş.Genel olarak depresif, karanlık ve ağır bir albüm ile karşı karşıyayız. Bir önceki albüm A Line...’dan daha kaotik bir atmosfer var. Aaron Stainthorpe ise yine genel olarak temiz vokallerini kullanmış, Shadowhaunt ve A Chapter In Loathing dışındaki şarkılarda brutal vokal neredeyse hiç yok. Tabii söz konusu adam, temiz vokalleriyle bile ilah olduğu için çokta şikayet edilmeyebilir. Vokal kısımlarında Aaron yine bekleneni verecek kalitede oldukça iyi iş çıkarmış. Andrew ve Hamish ikilisi ise sık sık dur-kalklı bir yapı üzerine kurguladıkları ağır ve ya tempolu melodiler ile dikkat çekiyorlar, yine birçok güzel melodi duyabiliyorsunuz. Yeni baterist Dan Mullins ise bir Rick Miah kadar olmasa da gruba uymuş ve şarkılara hareket getirecek dinamiklikte partisyonlar bestelemiş.
Albümde oldukça umutsuz ve duygulu havasıyla açılış parçası My Body, A Funeral, sık tempo değişimleriyle gerilim veren Fall With Me, albümün geri kalanına göre daha değişik bir yapıda olan Bring Me Victory, şu ana kadar albümün en beğenilen parçası olarak gözüken duygu yüklü Santuario Di Sangue, A Line Of Deathless Kings’in kapanış parçası The Blood, The Wine, The Roses’un final melodisi üzerine kurulu, albümün en agresif parçası A Chapter In Loathing en çok öne çıkan parçalar olmuş. Kısaca özetlemek gerekirse, Turn Loose The Swans ve ya The Angel And The Dark River gibi iki üstün albümü geçebilecek bir eser olmasa da grubun genel çizgisinden dışarı çıkmadığı ama keman gibi kaybolmuş bir elementi tekrar müziğine katması açısından öneme sahip olan ve My Dying Bride standartlarına göre dinlenebilirliği yüksek, iyi bir albüm diyebiliriz For Lies I Sire için... Bahara doğru ilerlediğimiz şu günlerde, melankoli ihtiyacınızı fazlasıyla karşılayacaktır. Umarım, ilk defa 2006 yılında canlı görebildiğimiz grubu bu albüm turnesinde yenilenmiş kadrosuyla tekrar izleme şansını elde edebliriz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Alman Thrash Metal sahnesinin aşınmak bilmeyen kilometre taşlarından Kreator ile son albümleri “Hordes Of Chaos”u ve doksanları konuştuk. Emre Dedekargınoğlu’nun sorularını topluluğun lideri Mille Petrozza yanıtladı.
- Merhaba. Öncelikle yeni albümünüz “Hordes Of Chaos” için tebrikler, bir Kreator albümünden bekleneceği gibi çiğ ve sert bir albüm olmuş. Kayıt süreci nasıl geçti? Mükemmeldi. Moses Schneider adında müthiş bir prodüktör ile çalıştık. Onunla birlikte albümü canlı kaydettik, bunu başlangıçta istemiştik ama iyi bir fikir olup olmadığından emin değildik. Ama gerçekten çok çok iyi bir şekilde işledi. - Hordes Of Chaos’un tamamen canlı kaydedilmesi bugünün kayıt şekillerine göre oldukça radikal bir yaklaşım. Bu tarz bir kayıdı seçerken amacınız neydi? Bu kayıt şeklinin albüme farklı bir “ruh” getirdiğini düşünüyor musunuz?
Çiğ ama modern bir canlı sound istiyorduk ve bunu %99,99 oranında başardığımızı düşünüyorum. Zamanın sınavlarına dayanacak bir albüm yapmamız açısından bu önemliydi. - Hordes Of Chaos’un sözlerinden anladığımız kadarıyla, dünya üzerinde olan şeylere karşı hala öfke ve nefret dolusunuz. Politik ve sosyal durumları göz önüne alarak, dünyanın güncel durumunu nasıl özetlersiniz? Nefret ve öfkeyle dolu değilim, şarkılarım sadece güncel durumu yansıtmaktadır. Bu günlerde aslında işler garip... herşey değişiyor! Şarkılarımla sadece biraz göndermeler ve düşünceler aktarmak istiyorum.
- Coma Of Souls’tan sonra müziğiniz içinde değişik alanları denemeye başladınız ve bazı deneysel işler yaptınız. Bu dört Kreator albümü ise sürekli karışık tepkiler aldı. Bu denemelerinizi müziğinizin doğal ilerleyişi içerisinde mi görüyorsunuz? Bu albümlerin hak ettikleri değeri görmediğini düşünüyor musunuz? Eğer o albümleri yapmasaydık, “Enemy Of God” ve ya yeni albümümüz gibi albümleri yayınlayamazdık. O dönem bir öğrenme işlemiydi. Bazıları hak ettikleri değeri görmedi... Bazıları da favorilerim arasında yer almıyor. - Bir önceki albümünüz, Enemy Of God oldukça iyi karşılandı ve birçok yorumda günümüz Thrash Metal’i açısından şaheser olarak değerlendirildi. Enemy Of God’ın başarısı yeni albüm sürecinde bir baskı getirdi mi? Pek sayılmaz çünkü yeni şarkıları yazmak için dört yıl gibi bir süremiz vardı. Bu dört sene içerisinde sü-
rekli turdaydık, dolayısıyla Enemy Of God’dan daha iyi bir albüm yapmayı düşünecek zamanımız olmadı. - ‘90lı yıllarda Thrash Metal etkisini kaybetti, birçok grup dağıldı ve büyük gruplar tarz değişimlerine gittiler. ‘80ler döneminden gelen bir grup olarak o dönemi kendi grubunuz ve Thrash Metal açısından nasıl özetlersiniz? O dönem garipti... özellikle metal müziğin neredeyse öldüğü ‘90larda... Ama biz ayakta kaldık... Birçok konser verdik ve o özel döneme uyacağını düşündüğümüz albümler çıkartmaya çalıştık. Birçok grup tarzını değiştirdi... Kreator yalnızca küçük bir değişim geçirdi ama köklerine sadık kaldı. - Gelecek ay Exodus ile birlikte Kuzey Amerika’yı turlayacaksınız. Thrash Metal’in öncülerinden olan Exodus şüphesiz tür için önemli bir grup. Exodus ve genel Bay Area sahnesi hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Büyük bir hayranıydım... Death Angel’ın, Forbidden’ın, Vio-Lence’ın ve tabii ki Exodus’un... Bizimle turneye gelecek olmaları büyük bir onur ve bu senenin en önemli turlarından birisi olacağını düşünüyorum. - Thrash Metal yakın zaman içinde, dağılmış grupların tekrar toplanması ve büyük grupların iyi albümler çıkarması ile tekrar eski günlerine dönecekmiş gibi gözüküyor. Sizi heyecanlandıran bir yeniden birleşme ve ya yeni bir grup var mı? Hm... Yeni Pestilence albümünü duymak için sabırsızlanıyorum. Bir yerlerde Forbidden’ı da görmek isterim. - Türkiye’de dört defa çaldınız ama 2005’teki son ziyaretinizdeki şovlardan birisi hem hayranlar hem de grup için bir felaketti. İzmir’de olan talihsiz olaylar nedeniyle bir daha Türkiye’ye gelmeyeceğinizi düşünen hayranlarınız bile var. Bu konuda neler söylersiniz? Hayır, hayır. Kesinlikle Türkiye’ye geleceğiz. Bu tarz
şeyler hiç bir ülkede kaos getirmemize engel olamaz. :) - Hordes Of Chaos üç değişik versiyonda yayınlandı. Şirketler önemli gruplardan çıkarttıkları yeni albümleri bu tarz çeşitli promosyonlarla destekliyorlar, DVD, ekstra şarkılar, ticari ürünler ekliyorlar ama yine de bu promosyonlar hayranlar arasında tartışma konusu oluyor. Müzik endüstrisindeki bu yeni ticari anlayışın MP3 paylaşımına karşılık gerekli olduğunu mu düşünüyorsunuz? Evet, öyle... Satışlar düştüğü için hayranlarımıza fiziksel ürünü almalarına yeterli sebepleri vermek istiyoruz. - Röportaj nedeniyle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Umarız sizi en kısa zaman içinde ülkemizde görebiliriz. Türk hayranlarınıza mesajınız var mı? “Kaos Kavimleri” (Hordes Of Chaos’a gönderme yapıyor) Türkiye’ye de gelecek... Hazır olun.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
- Hi. First, congragulations for your new album “Hordes Of Chaos”, it is raw and aggressive as expected from a Kreator record. How was the recording process? It was great... We had a fantastic producer named Moses Schneider. With him we recorded live which we wanted in the beginning but we were not sure if this is a good idea. But it worked out really really good. - Hordes Of Chaos was recorded in a live setting with very few overdubs. Opposite to the today’s recording conditions it is a radical approach. What was your aim with choosing this recording setting? Do you think this setting brought a different “soul” to the album? We wanted to have a raw but modern live sound and I think we achieved it to 99,99%. It was important for us to have an album which will stand the test of time. - From the lyrics of Hordes Of Chaos, we can understand that you are still full of rage and hatred to the
things going on in the world. How can you summarize the current situation of the world, in terms of politics and social issues? I’m not full of rage and hatred... My songs only reflect the current situation. It´s weird nowadays... Everything is changing! With my songs I only wanna give some hints and thoughts. - After “Coma Of Souls”, you started to explore new territories within your music and made various experiments. These four releases of Kreator always received mixed reactions. Do you see these experiments as a natural progression of your music? Do you think these albums were underrated? If we haven’t done these albums… We were not able to release albums like “Enemy Of God” or the new one. It was a learning process. Some of them are underrated... Some of them don`t belong to my favourite ones.
- Your previous offering, Enemy Of God was very well-received and many critics consider this album as a masterpiece of contemporary Thrash Metal. Did Enemy Of God’s success brought pressure to you while composing the new album? Not really because we had nearly 4 years time to write the songs. During this 4 years we were contantly on tour so we had no time to think to make a better record than “Enemy Of God”. - During ‘90s, Thrash Metal started to lose influence, with many bands disbanded and mainstream bands leaded to shift between styles. As a band coming from ‘80s era, how would you summarise that decade in terms of your band and Thrash Metal generally? It was a weird time... Especially in the ‘90s when Metal was nearly dead. But we survived... Played a lot of shows and tried to release some records where we thought that they are right for this special time. Many bands really changed their style... Kreator only changed a little bit but stayed to their roots. - You will tour in North America with Exodus next month. Being one of the pioneers of Thrash Metal act, Exodus surely is an important band for the genre. How are your opinions about Exodus and general Bay Area scene? I was a huge fan... Death Angel, Forbidden, Vio-Lence and for sure Exodus. It’s an honour that they will come with us on tour and I think it’s one of the best packages this year. - Thrash Metal is likely to have a revival recently with many disbanded bands reuniting, mainstream bands giving solid records again. Are there any reunion or a new Thrash band that excites you?
Hmm... I’m keen to hear the new Pestilence album. I’m keen to see Forbidden somewhere... - You have played in Turkey four times but one of the planned shows from your last visit in 2005 were a disaster both for Turkish fans and the band. There are also some who thinks that you may not come to Turkey again because of the desperate events happened in İzmir. What would you say about that issue? No No... We will come to Turkey for sure... These things will not stop us to bring Chaos to every country... :-) - Hordes Of Chaos is available in three different physical versions. Companies started to promote new records from important groups with this kind of varied promotions by adding DVDs, bonus tracks, merchandise stuffs, but again, this promotions are subject to controversies among the fans. Do you think this neocommercial approach within music industry is necessity contrary to MP3 trading? Yes it is... Because sales are going down and we want to give the fans enough reasons to buy a physical product. - Thank you very much for giving us time for the interview. We hope we can see you again in our country soon. Do you have message to your Turkish fans? The hordes of Chaos will also come to Turkey....be prepared. Mille 2009
SELİM VARIŞLI
1993’te müziğe başlayan Hocico, Erk Aicrag ve Racso Agroyam adlı iki deli kuzenden oluşuyor. 1997’de ilk albümleri “Odio Bajo el Alma”yı yayınlayana kadar elektronik müziğin karanlık cephesini arşınlayan topluluk, bugün adına Aggrotech denilen ve gittikçe daha da hızlı yayılan bir dalganın öncü isimleri arasında yer alıyor. Topluluk global çapta çıkışını 2002 tarihli “Signos De Aberracion” albümüyle yaptı. Albümün hit parçası ‘Instincts Of Perversion’ ile underground elektronik müzik çevrelerini bir anda saran topluluk, aynı albümde yer alan ‘Untold Blasphemies’, ‘Bloodshed’, ‘Forgotten Tears’ ve ‘Wounds’ gibi parçalarla da kendine bu cephede iyi bir savaş alanı oluşturdu. Topluluk, Aggrotech ve cenahının en iyi ürünlerinin çıktığı Meksika’dan selamlıyor bizi. Kasım 2003’te, ilk albümlerinden önce yayınladıkları üç demonun remasterlarını ve aynı cephenin bilinen diğer bazı topluluklarının Hocico parçalarına yaptıkları remixleri içeren 4 CD’lik bir özel basım yayınladılar (ki içerisinde Aslan Faction tarafından hazırlanmış göz alıcı bir ‘Untold Blasphemies’ yorumu da mevcuttur). Takip eden yıl içerisinde track sayısı 66’ya tamamlanmış yeni albümleri “Wrack and Ruin”i yayınlayan topluluk, bu albümden sonra yeni ürünler konusunda uzun sayılabilecek bir sessizliğe büründü ve kendini konserlere verdi. Bu konserlerden çıkan live albümler, 2005 tarihli “Blasphemies in the Holy Land (Live in Israel)” CD’si ve 2006’da yayınlanan “A Traves De Mundos Que Arden” DVD’siydi. Hocico’nun lirikleri genelde İspanyolca olsa da bazı parçalarına İngilizce sözler de yazmaktalar. Vee 2008. İleride Aggrotech tarihinin en iyi albümleri arasında gösterilebilecek yeni Hocico albümü “Memorias Atras”, 2008 başlarında yayınlandı. ‘The Shape Of Things To Come’, ‘Fed Up’, ‘Spirals Of Time’ gibi hitlerin yanı sıra ‘About A Dead’ ile kariyerinin zirvesine oynuyordu Hocico. ‘Blindfold’daki zombilerle dolu House Of The Dead atmosferi, “sahi ne zamandır atari salonlarında birer silah kapıp zombi vurmuyoruz” dedirtiyordu. Eski albümlerine göre biraz daha groove bir sounda geçerek altyapılarını daha da güçlendirmişlerdi. Sonuç göz alıcıydı. Memorias Atras benim gözümde Hocico’yu underground elektronik müziğin en başarılı topluluğu haline getirmekle kalmadı, yayınlandığından bu yana hayatıma soundtrack oldu. Olmaya da devam ediyor. Grupla henüz tanışmamış olanlara, olaya Memorias Atras ile girmelerini kesinlikle öneriyorum.
Death Metal camiasının en köklü ve saygın topluluklarından Suffocation, yeni albümleri “Blood Oath” öncesinde dergimize konuk oldu. Berkan Başoğlu’nun sorularını grubun vokalisti Frank Mullen yanıtladı. Afiyetle…
BERKAN BAŞOĞLU Çeviri: BERKAN BAŞOĞLU
GÜLFER YELKEN
“Kimse Suffocation’ın varisi olamayacak. Suffocation ve diğer tüm gruplar, tek ve eşsizdir.”
- Merhabalar, sanırım 2004 yılından bu yana Türk fanlar yerel basında sizinle yapılmış bir röportaja rastlamadı ama emin olun ki bu geçen beş yıl içerisinde Türkiye sokaklarında Suffo tişortuyla gezen metalci sayısı bir hayli arttı. Blood Oath hakkında bilgi verebilir misiniz? Büyük gruplardan köklerine bağlı kalıp radikal değişikliğe uğramayan yok denecek kadar az kaldı. Sürpriz bir materyalle mi karşılaşacağız yoksa die hard fanlar için mutfaktan taze et kokuları mı geliyor? Blood Oath, son 20 yıldır fanlarımıza sunulduğu gibi aynı Suffocation olacak. Diğer albümler kadar brutal olacak ve ölümüne Suffocation fanlarının beklentilerini karşılayacak. Yeni albümdeki sound şaşırtıcı derecede iyi ve aynı zamanda albümde bir de yeniden kaydedilmiş bir diğer Breeding the Spawn parçası var. Bu sefer seçtiğimiz parça ise ‘Marital Decimation’.
- Daha çok 13-18 yaş arası kesime hitap eden ve şahsen modasının geçeceğini düşündüğüm yeni dönem metalcore/deathcore gruplarıyla ilgili düşünceleriniz nedir? Son zamanlarda özellikle sizin altınızda co-headliner olarak sahne alan bu gruplara sizin ve Suffo seyircisinin tepkisi nasıl? Bence müzik olarak her ne yapmak istersen bu senin seçimindir. Ben hiç bir gruba yaptıklarının yanlış olduğunu söylemem çünkü aynı şekilde başka birilerinden de bizim yaptıklarımızı müzikal anlamda sevmediklerini söylemelerini beklemem. Genç insanların kendi brutal müzik çeşitlerinin tadını çıkardıklarını görmek oldukça hoş ki bu insanlar aynı zamanda şovlarımızda bizi izlemeye gelerek Death Metal’in köklerinin de tadını çıkarıyorlar. Ve biz bütün bu grupları bir turda bir araya getiriyoruz çünkü bu, bu genç grupların çalabilmeleri için bir şans ve bizim fanlarımız da bunu takdir ediyorlar.
- Nile, Decrepit Birth ve Psycroptic Nuclear Blast’in son dönemde Brutal Death Metal ile yakından ilgilendiğinin ve büyümekte olan potansiyelin farkında olduğunun açık bir göstergesi. Bu üç hamleden sonra Relapse ile anlaşmanızın bittiği dönemde NB’nin sizi de kadroya katmak isteyeceğinden hiç şüphem kalmamıştı. Trendleri belirleyen gelmiş geçmiş en büyük Metal Müzik firmasının Brutal Death’e olan ilgisini BDM’nin artık major tarzlar arasında kabullenildiğine yorabilir miyiz? Underground tayfanın bu gelişime tepkisi sizce ne olur? Çünkü BDM dinleyicileri birebir iletişime geçebildikleri firmalardan cd ve merch almayı tercih edip bağlantıya geçmekte sıkıntı çekmedikleri grupları el üstünde tutmalarıyla bilinir. Nuclear Blast mükemmel bir şirket ve bir süre bizi izlediler. O zaman onların Death Metal için çok büyük bir plak şirketi olduğunu hissettik ve onlarla ilişki içerisinde olmayı düşündük. Bu firmaların Death Metal’in yeniden dirilişi ile ilerlediklerini ve öne çıktıklarını görmek harika. Brutal müzik her zaman buralarda olacak. - Dünya genelindeki ekonomik krize rağmen merch satışlarında gözle görünür bir azalma olmadı. Grubun orijinal CD’sine sahip olmayıp da aynı grubun birkaç çeşit tişörtüne sahip olan bir dolu adam var. Merch
çılgınlığının müziğin önüne geçmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Merşandizler her zaman Death Metal için önemli bir faktör olmuştur, bu yüzden eğer can alıcı tasarımlarınızın olduğu bir merch listeniz yoksa ölür gidersiniz. Hepimiz biliyoruz ki Death Metal milyonlar kazanmakla veya toplumu değiştirmekle alakalı bir şey değil, bu tamamen müzik aşkı. Bu nedenle biz her zaman fanlarımızın gururla üzerlerinde taşıyacakları harika çizimlerle resimlendirilmiş süper tasarımlar hazırlıyoruz. - Şu anda orijinal kadrosunun yarısını barındırmayan gruplar kült albümlerini eski kayıtta herhangi bir falso olmamasına rağmen tekrar kaydediyor. Size de defalarca sorulmuştur belki ama yeni ve major bir firma ile durum yeniden gözden geçirilirse “Breeding The Spawn” ın tekrar kaydı gündeme gelir mi? Prodüksiyondan dolayı gereken ilgiyi görememiş harika bir albümü revize etmek albümün 20. yılı şerefine en azından 2013’a dair planlarınız arasında yer alabilir mi? Yeni albüme Breeding the Spawn’dan bir şarkı ekledik ve belki bir noktadan sonra tüm albümü yeniden kaydetmemiz de söz konusu olabilir. - “Suffocation” albümünün kapağı Jon Zig‘in en iyi çalışmalarından biri. Bu sayede logodaki “S” harfi
marka haline geldi ve birçok fan bunu vücüduna dövme olarak yaptırdı. Sizin de vücudunuzdaki dövmelerin yarısının Zig’e ait olduğu düşünülürse görsel anlamdaki bu başarının sırrı sanırım aranızdaki sıkı dostuğun sonucu. Suffo kapakları şüphesiz ki DM dünyasının en önemli görsellerinden ve şu ana kadar çalıştığınız isimler de piyasanın en iyileri. Dan Seagrave, Travis Smith ve Jon Zig arasında Suffo’yu en iyi yansıtanı sizce hangisi? Onların hepsi Suffocation’u kendilerine göre yansıttılar. Hangisi diğerine göre daha iyi yansıttı, bunu söyleyemem. Hepsi değişik zaman dilimlerinde idi ve değişik zaman dilimlerinde her cover ve sanatçı için değişik hislerdi. Öyle hissediyorum ki bizim kapaklarımız her zaman harika ve brutal oldu. Tüm bu sanatçılara büyük vizyonları ve Suffocation yorumları için teşekkür ediyorum. - Son dönem gruplarındaki Necrophagist ve progressive dönem Death etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz. Hatta aralarda Cynic vari riffler de olunca aynı fabrikadan çıkmış hissiyatı kaçınılır gibi değil. Hatta soruyu biraz daha özele indirgeyeyim. Derek Boyer faktörünü göz ardı edersek :P “...And Time Begins” mi yoksa “Diminishing Between Worlds” mu? Şahsen her iki albümün de büyük bir fanıyım ancak “...And Time Be-
gins” gibi bir BDM şaheserinin benzerini bir daha dinleyemeyeceğim için de üzgünüm. Ben teknik riflerin değil de daha brutal, ağır riflerin fanıyım. Fakat şunu da belirtmeliyim ki “And The Time Begins” harika bir çalışmadır. - Biraz özel bir soru belki ama Roadrunner Records hakkındaki düşünceleriniz nedir? 90’ların başında bünyesinde en iyi Death Metal gruplarını barındıran firma ne oldu da hepsini bırakıp populer müziğe yöneldi? Günümüz dünyasında kar maksimizasyonu adına atılmış işletmecilik alanında çok başarılı ve radikal bir adım. Risk ile kar arasında doğrusal bir ilişki vardır ve aldıkları riske fazlasıyla değdi. Benim açımdan buraya kadar her şey normal. Ancak populer grupların arasında sürekli Death Metal Best Of’u basmaları, duygusal olarak davayı sattığını düşündüğüm bir firmanın zaten çok zenginken daha da fazla para hırsı gütmesi sonucunu çıkarmama neden oluyor. Roadrunner bir çok büyük Death Metal grubu ile anlaşma imzalayan en büyük şirketlerden biri iken Death Metal için oldukça harikaydı. Bize müziğimizi fanlarımıza taşıyabilmemiz adına büyük fırsatlar tanıdılar ve bence Roadrunner’ın Death Metal tarihinde her zaman yeri olacaktır. Ancak bazen zaman geliyor ki şirket için neyin daha çok para getireceğine bakmala-
rı gerekiyor. Daha popüler gruplar ile anlaşmalar yapmalarının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. - Roadrunner’dan bahsetmişken ilk albümün konserlerinizde hala büyük yer tutması üzerine de konuşalım. Bence bu Metal Müziğin moda kavramının çok dışında olduğunun şahane bir göstergesi. O şarkıların neredeyse yirmi yıl sonra hala ilk günkü coşkuyla çalınması ve aldığınız tepkiler kelimelerle ifade edilemeyecek bir duygu olsa gerek. Teşekkür ederim. Her zaman klasiklerimizi çalmaya devam edeceğiz. - Trend olan Slam Death, imajın müziğin önüne geçmesi ve siyah beyaz hasta tasarımlı sınırlı sayıda basılan merchin tükendikten hemen sonra açık arttırma sitelerinde 100 doların üzerine gitmesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Bunun hakkında bir şey bilmiyorum ama 100 dolara bir t-shirt almak bence delilik. - Piyasayı yakından takip ettiğinizi ve dönem dönem yeni grupları bir nevi Suffo varisi olarak görüp kol kanat gerdiğinizi biliyoruz. Myspace sayfanızı yakından
takip edenler uzun bir süre Inveracity’nin top friends listenizde yer aldığını hatırlayacaklardır. Son zamanlarda bu tarz kendinize yakın bulup desteklediğiniz gruplar hangileri? Bunu söylemek çok zor çünkü bir sürü iyi grup var etrafta ve sadece bir tanesini seçmek çok zor. Bence kimse Suffocation’ın varisi olamayacak. Suffocation ve diğer tüm gruplar, tek ve eşsizdir. - Death Metal olsun olmasın, size göre geçtiğimiz yılın en iyi albümleri bizimle paylaşır mısınız? Car Bomb’un albümünü ve Gojira’yı seviyorum. (Car Bomb’un son albümü 2007’de çıkmıştı gerçi ama Mullen babanın raconundan sual etmedik) - Yeniden toparlanma zamanında, Souls To Deny öncesi eski basçınız Chris Richards’ın zehir zemberek açıklamaları olmuştu. Zaman herşeyin ilacı derler. Şu anda yeni Suffo ile ilgili görüşleriyle alakalı herhangi bir fikriniz var mı? Aynı soru Doug Cerrito ile de geçerli :) Evet, Doug ve Chris ile oldukça sık konuşuyorum ve onlar da şu son geçen birkaç yılda yaptıklarımızdan heyecan duyuyorlar. Onlar da kendi işlerini yapıyor-
lar. Her zaman Suffocation’a büyük bir saygı ile bakacaklar ve bizler de Suffocation standartlarına uyduğunu hissetmediğimiz hiç bir şey yayınlamayacağız. - Geçtiğimiz ocak ayında kızın 16 yaşına bastı. Ergenlik döneminde babasının arşiviyle arası nasıl? Sıkı bir Death Metal fanı mı yoksa ilgisi tamamen başka yönlere mi kaydı? Benim kızım dünyadaki en güzel kız ve babasının çalıyor olmasının süper bir şey olduğunu düşünüyor. Ona öğrettiğim tek bir şey varsa, o da gerçekten sevdiği şeyi yapması gerektiğidir. Ancak ne yazık ki o bir Death Metal fanı değil. Biraz Heavy şeyler seviyor ama ne yaptıysam işe yaramadı, daha çok pop dinliyor. - “Thrones Of Blood” hayatımın şarkısı. Sözleri olmasaydı bile içindeki öldürme dürtüsünü hissederdim ki ilk dinlediğimde sözleri bilmiyordum bile. Suffo’yu diğer gruplardan ayıran en önemli özellik bence içindeki ruh. Immolation ya da Nile gibi ruhani bir havadan bahsetmiyorum. Bir nevi şiddetin ruhu... Arpejli clean bölümlerde bile saldırganlık öncesi sinsi bekleyiş, hazırlık evresi var. Gerilim filmi çekecek olsaydım ne pahasına olursa olsun peşinizden ayrılmazdım. Daha önce ben-
zer bir teklif aldınız mı hiç? Hayır, bir korku filmi için herhangi bir teklif almadık ama bu hoş olurdu. - 20. yılınıza özel olarak çıkacak “Reincremation” DVD’si ve özellikle DVD’de yer alacak oyun ile ilgili ipuçları verebilir misiniz? DVD hemen hemen bitti, bir çok hasta ve cool çekim barındırıyor. Bana göre hayranlarımızın sabırsızlıkla beklediği, kendilerini avcının ta kendisi hissedecekleri bir FPS oyunu gibi, gerçekten de mükemmellik boyutlarını aşan hasta bir DVD olacak. - Derginin klasik bir sorusu var. Dünyaya bir albüm olarak gelmiş olsaydınız seçiminiz hangisi olurdu? Talking heads - “Remain in Light” - Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Sizleri daha önce Türkiye’de izleme fırsatımız olmadı ama emin olun buraya geldiğiniz gün ana haber bültenlerine çok sağlam malzeme çıkaracak kadar büyük bir katliam olacak. Türkiye’deki takipçileriniz için eklemek istediğiniz son sözler nedir? Tüm Türk fanlarımıza kocaman bir teşekkür yollamak istiyorum, brutal kalın dostlarım.
BERKAN BAŞOĞLU
- Hi, I think since 2004 the Turkish fans did not coincide an interview with you in the local press, however you can be sure that in the past five years, the amount of the metalheads with Suffo t-shirts on the Turkish streets has been increased. Could you please give an information about Blood Oath? There is little or no of the major groups which are hanging on their roots and didn’t change radically. Do we encounter a surprise material or does it smell fresh meat from the kitchen for the Die-HardFans? Blood Oath will be the same Suffocation that we have delivered to our fans for the last 20 years. It will be just as brutal as the other albums and it will be what die hard Suffocation fans expect. The sound on the new album is amazing and we added another Breeding the Spawn track redone as well. The song we chose this time is Marital Decimation.
- What is your view about the newera metal-core / death-core which are merely addressing teens between 13-18 ages and due to my opinion which will be out of fashion? How is your and the Suffo audiences reaction against these groups, which are recently appearing on the scene under Suffocation as coheadliner? I think whatever you want to do musically is your own choice i would never tell some band what they were doing was wrong as i would expect no one would tell us if we were doing something they didn’t like musically. Its cool to see the young kids enjoying their brand of brutal music and at the same time also enjoying the roots of death metal by coming to see us at a show. And we bring these bands along on a tour because its a chance for these young bands to play and our fans appreciate that.
- It is an indicator that Nile, Decrepit Birth and Psycroptic, Nuclear Blast are closely interested in Brutal Death Metal in the last days, and are aware of the growing potential. After these three moves in the period after the end of your agreement with Relapse, I had no doubt that NB would add you too into the lineup. Can we attribute the interest of the greatest metal music record company that is identifying the trends, on Brutal Death that they are now accepted between the major cases? What will be the reaction of the underground crew to this development? Because the BDM audiences are known to hold the groups very precious with whom they can contact easily and whose cd’s and Merch’s they can buy from record companies with which they can communicate one to one. Well Nuclear Blast is a great company and they have pursued us for some time. We felt at this time they are a major death metal record company and we look forward to our relationship with them. Its great to see these labels moving forward and coming into the mainstream because of the resurgence of Death metal. Brutal music will always be around. - Despite the worldwide economic crisis, a reduction was not visible on Merch sales. There are a lot of
people who don’t owe the original CD’s of the group however who are owning several shirts of them. What do you think about the merch madness that is stepping forward of the music? Merch has always been a big factor for Death Metal so if you dont have a great merch lineup with killer designs you die out there. We all know death metal is not about making millions its about the love of the music and not changing for society. So we always try to put together great artwork and cool designs that the fans feel proud to wear. - Even though the groups which doesn’t shelter the half of their original team, doesn’t have any bad production in their old records of their cult albums, are going to re-record them. May be it was asked you for many times but, if the situation should be re-overviewed, could the re-recording of “Breeding The Spawn” eligible? Can it take place to revise a wonderful album that didn’t see a great interest due to the production, for the honour of the 20th anniversary or leastwise among your plans until 2013? Well we added a song from Breeding the Spawn on the new album redone and it could be possible at some point to record the whole album over again.
- The album cover of “Suffocation” is one of the best works of Jon Zig. Thanks to this the letter “S” of the logo has been a trade mark and most of the fans has tattooed it on their body. If we consider that the half of your body tattoo belongs to Zig, I think that secret of this visual success is the result of your intimate friendship. No doubt that the Suffo covers are the one of the most important visuality of the DM world and so far, the names you worked are the best in the market. Due to your opinion, which of Dan Seagrave, Travis Smith and Jon Zig is reflecting the Suffo best? They all reflected Suffocation in there own way i can’t say one is more reflective than the other it was different time periods so as with different time periods it was a different feel to each cover and artist. I feel we always had some amazing brutal covers and i thank all of these artist for their great vision and interpatation of Suffocation. - What do you think about the effect of the last phase groups Necrophagist and the progressive era of Death? Even if Cynic similar riffles are exists, the emotion of being produced in the same facility is not avoidable. Let me ask more privately; If we omit the Derek Boyer factor, which one would you choice “... And the time Begins” or “Diminishing Between
Worlds”? Personally I am a fan of both, however I am sorry that I can’t listen ever again a BDM masterwork like “...And Time Begins”. I’m a fan of the more brutal heavy riffs than the more technical ones. But i would have to say “and the time begins” is a great piece of work. - May be it’s a private question, but what is your opinion about Roadrunner Records? What is the reason of the company that was holding the best Metal groups in its constitution on the beginning of the 90th, to leave them all and to switch to popular music? This is a very successful and radical step in today’s world of business in the name of profit maximization. There is a linear relationship between risk and profit and the risk has been worth. From my point of view, until this everything was normal. However, I am considering the case of continuously pressing “Death Metal Best Of” of the popular groups as the ambition for money of an already rich company, which sold emotionally the case. Roadrunner was great for the death metal scene at the time they were one of the biggest companys signing alot of great death metal acts. They gave us a great opportunity to get our music out to our fans and i think Roadrunner will always hold a place
in death metal history but with like many things it comes a time when you have to look at what will bring in the most money for the company and i think thats why they moved on signing more popular radio acts. - As we are mentioning Roadrunner, let us talk also about the matter that your first album is taking still more place in your concerts. In my view, this is a fantastic indicator that Metal Music is out of the trendy concept. The feelings of you, while the songs almost twenty years after are still playing with the enthusiasm of the first day and the reactions you are getting, should be not be expressed in words. Thank you and we will always continue to play the classics.
- What do you think about the trend “Slam Death� that is passing in front of the music image and that the black and white sick designed merch, produced with a limited number, is on sale on auction sites for over 100 dollars? I dont know anything about this but to buy a shirt for over a 100 bucks is crazy. - We know you are following the scene very close and that you are acknowledging time to time new groups as the successor of Suffo. The close follower of your Myspace page will remember that Inveracity took place on your top friends list for a long time. Which of the groups you feel close to your own style and are supporting of late? Thats hard to say cause there are a lot of good bands out there and to pick just one is to difficult. I think
no one would ever be the successor to Suffocation. We and every band is unique. - Death Metal or not, due to your opinion, which are the best albums of the past year? I love the Car Bomb album and Gojira. - Whilst the reunion time, before “Souls To Deny”, your old bassist Chris Richards made terrible comments. It is said that time is the best medicine so, do you know anything about his opinion regarding the new Suffo? The same question is also valid for Doug Cerrito too :) Yeah i talk to Doug and Chris quite often and they are both excited about what we have done these past couple of years and they are doing there own things both Chris and Doug own there own business and they will always look at Suffocation in high regard and we would never put anything out that we didn’t feel would be up to Suffocation Standards.
- Frank, on the last January your daughter has reached the age of 16. What does she think about the archives of her father while her puberty? Is she a good fan of Death Metal or is she entirely oriented to another directions? My Daughter is the most beautiful girl in the world and she thinks is cool that her dad is out playing and if its one thing i taught her is do what you love. No unfortunately she is not a fan of Death Metal she does like some heavy stuff but she is more pop than anything i tried my hardest but it didn’t work.
No never any offers for a horror flick but that would be cool.
- “Thrones Of Blood” is the song of my life. Even if it where without words, I would sense the kill instinct in it; thought the first time I listened it I didn’t knew the words. The most important feature of Suffo is the soul in it that is separating it from the other groups. I don’t mention about the spiritual mood like Immolation or Nile. This is a type of violent soul... Even in the clean parts with arpeggios there are sneaky waiting and a preparatory phases existing. If I would make a horror movie I would stick about you. Did you ever get an offer like this?
- The magazine has a classical question. If you where born as a album, which would be your choice? Talking heads - “Remain in Light”
- Could you give us some hints about your DVD named “Reincremation” that will be specially announced for your 20th anniversary and especially about the game in your DVD? The DVD is just about finished and it will be a truly sick DVD a lot of sick and cool footage that i think the fans have been looking for as far as the game goes it will be first person shooter based.
- I would like to thank you to spare time. We had not the opportunity to listen to you in Turkey , however on the day you visit Turkey, there will be a massacre that will be a subject matter for chief news. What will be your final words for your fans in Turkey? I Just want to say a big thanks to our Turkish fans and stay brutal my friends.
Yazı ve Fotoğraflar
PINAR TUNCER
Dinleyici kitlesinin Sentenced grubundan tanıdığı Ville Laihiala’nın kurucusu olduğu Finlandiyalı grup Poisonblack, ilk kez İstanbul Yeni Melek’de verdiği konserle sevenleriyle buluştu. Konser öncesi backstage’de kendileriyle karşılaşma imkanı bulduğumuz grup elemanları konsere dakikalar kala hala ön hazırlıklarını sürdürmekteydi. Grubun bateristi Tarmo Kanerva ve bass gitaristi Antti Remes’in merdivenlere yönelmesi ile birlikte biz de konser dakikalarını fotoğrafla kalıcı kılmak adına sahne önündeki yerimizi aldık. Erken saatlerde mekana gelen Poisonblack hayranları gece yarısına doğru yerlerini aldılar ve Yeni Melek Sentenced’den bu yana duymayı özlediğimiz benzer melodilerle hareketlenmeye başladı. ‘Diane’ ile hareketli bi giriş yapabileceklerini düşündüğüm grup, yine bi o kadar sevdiğim ve mutlaka konser içeriğinde yer vermeleri gerektiğini düşündüğüm ‘Left Behind’ın giriş bölümündeki gitarın duyulmasıyla beraber herkesi büyük bir coşkuyla konsere adapte etmişti bile... Zaten bu parça ya girişte izleyiciyi aniden coşturmalı, ya da konser bitiminin kapanış parçası olarak herkesi yeniden kendine getirmeliydi.
2004 yazında, kendisini Rock The Nations Festivalinde Sentenced ile izleme fırsatı bulduğumuz Ville Laihiala, yeni grubuyla da aynı kusursuz performansı sergiledi. Bu yeni projede grup elemanlarını seçerken, hem müzikal geçmişlerine önem verdiği hem de tam bir grup ve ekip performansı elde etmeyi amaçladığı için, tanımadığı insanlarla çalışmak yerine daha önceden de birlikte bir alt yapıya sahip olduğu kişiler ile beraber çalışmayı tercih ettiklerini de söyledi. Sahnede bu altyapının gerçeklik payını da hem müzikal hem de görsel anlamda hissetmiş olduk. Konser boyunca sahne üzerinde 5 ayrı kişi ve 5 ayrı enstrüman değil de bütünleşmiş bir ekip performansı vardı gerçekten… Ayrıca grubun klavyecisi olan Marko Sneck ayrı bir performans gösterisi yaşattı diyebiliriz. Daha önce bir çok grupta çalmış olan ve uzun yıllar müzikle iç içe olmuş yakın arkadaşlarını bir araya getiren Ville, kurmuş olduğu bu ekibe “kardeşimden öte bir insan” dediği Janne’i de gitarist olarak dahil edince istediği kadroyu tamamlamış oldu. Paylaştıkları vizyonun da aynı yolda ilerlemiş olması grubu daha sağlam bir yapıya kavuşturdu. 2003’te çıkarmış oldukla-
rı ilk albüm “Escapexstacy” ile bu uyumu dinleyiciye de kanıtlayan Poisonblack, çok kısa sürede Sentenced hayranlarını tarafına çekmeyi başardı. Konser boyunca, ses düzenindeki bazı aksaklıklar, özellikle gitar sololarının yeterince duyulamıyor olması ve zayıf kalması neyse ki grubun gösterdiği performansı fazla etkilemedi. Bunu hiçbir şekilde yansıtmayan grup, konser boyunca mevcut çizgisinin altına düşmedi. Aynı enerjiyle salonu dolduran izleyiciye 2008’de yayınlamış oldukları “A Dead Heavy Day” adlı albümlerinden parçalar çoğunlukta olmak üzere, sevilen çalışmalarını sıraladılar. Janne Markus ve Ville Laihiala’nın konser boyu karşılıklı mükemmel bir uyum sağlamaları, izleyenleri oldukça etkiledi. Bir konser klasiğidir ki Poisonblack’in de bu ilk İstanbul konserinde bis yapması kaçınılmazdı. ‘Rush’ın nakaratı duyulduğunda herkes kendini sahnede hissediyormuşçasına eşlik ediyordu. İzleyiciden böyle iyi ve coşku dolu bir tepki almaları elbette Poisonblack ekibinin beklediği ve hak ettiği sonuçtu. Saatler 00:30 u gösterdiğinde henüz Poisonblack’e doymamış olan ve gerçekten iyi bir performans izlemiş olduğunu coşkusuyla gösteren izleyici, Murder King’in sahne alması ve Metallica’nın “Master of Puppets” coverının duyulmasıyla beraber geceye after party ile devam etti. Grup Temmuz ayına kadar turnede ve umarız yeni bir konser ya da festivalde, yeniden Türk izleyicisiyle buluşmayı çok fazla ertelemez.
ATİLLA ÇELİK
Yaşadığı dünyada yalnız bir insan, sürekli iç huzuru bulmaya çalışır. Sorgulamalar yapar. Kendisi hakkında daha fazla şey öğrenmek ister; kendisine bir o kadar da yabancıdır. Öte yanda hayatına dair kontrolü kaybetmektedir. Burada söz konusu olan kendi düşüncelerine hapsolmak, kilitlenmek, kendi benliğini bularak, kendini tanıyarak, hayattaki yerini bilerek ve bir atılım yaparak daha fazla huzura kavuşmaktır. Nihayetinde yaşanan tüm buhranlar, sorunlar, sorgulamalar sonrası huzura erişilecektir. Melodiler karanlık olsa da kalan derin bir huzur olacaktır. Her yönüyle ve en derinden... 2001 yılında Polonya’da kurulan Progressive Rock / Metal grubu RIVERSIDE, 2003 yılında yayınladığı debut albümü “Out of Myself” ile büyük progressive firması Inside Out’un dikkatini çekmişti. 2005 tarihli “Second Life Syndrome” ve 2007 tarihli “Rapid Eye
Movement” albümü Travis Smith imzalı kapakla, Inside Out tarafından çıkarılmıştı. 2005 tarihli “Voices In My Head” isimli EP’lerini ve 2008 tarihli remix EP tadındaki “Schizophrenic Prayer”i unutmamak lazım. Eğer grubu herhangi bir grupla özdeşleştirmemiz istenirse Pink Floyd’un modern ve oldukça farklı hali olarak nitelendirebiliriz. Gruba günümüzün Modern Pink Floyd’u yaftasını yapıştırmakta mahzur görmüyorum ama, bu nitelendiriş onları taklit ettikleri anlamına gelmesin. Kendilerine özgü yapıları ve kaliteleri hemen anlaşılıyor. Riverside’ın en önemli özelliği, yaptıkları müziği dinlerken ne tür yaptıklarının hiç önemli olmamasıdır. Müziğe egemen olan melankolik, hüzünlü hava, derinlere düşürüyor sizi ama ruhunuzu karartmıyor.
Vokalist ve basçı Mariusz Duda’nın mükemmel kullandığı duru, akıcı ve yer yer fısıltılı sesi, belki de müziğin en önemli öğesi. Duda aynı zamanda doygun ve psikolojik yazılmış liriklerin sahibi. Piotr Grudzinski imzalı tam girmesi gereken anlarda giren ve sık sık kullanılan etkileyici solo gitarlar, belki de yaşanabilecek en derin ruh hallerini yansıtıyor bizlere. Araya yüksek atmosfer öğesi olarak giren Michal Lapaj patentli klavye dokunuşları ve müziğe derinlik katan bas notaları, tüm uyumu tamamlıyor. Davulda da Piotr Kozieradzki yer alıyor.
Bazı gruplar vardır. Sadece belli türleri dinleyenler tarafından sevilebilirler, öyle geniş bir dinleyici kitlesine hitap etmezler. Ama bazı gruplar vardır ki, buna Riverside’ı dahil edebiliriz, ne tür dinlerlerse dinlesinler, herkes bu derin grubun özünden bir şeyler bulabilecektir. Riverside’ı dinlerken her türlü sürprize hazırlıklı olmak gerekiyor. Müziğin ne zaman farklı bir hal alacağı, coşkunluğa ulaşacağı, en doğru yerde ve zamanda derin soloların ne zaman gireceği, Mariusz Duda’nın tarifi imkansız fısıltılı ve yer yer sertleşen
vokalini ne zaman değiştireceği bir sır gibi duruyor. Zaten grubun her notası resmen bir gizem ve sır gibi. Rüya ya da gerçek ikilemini aynen yansıtmak istercesine… Yazının en başına dönersek, orada bahsettiklerimiz Riverside’ın genelde hangi yönlere adım attığı ve hangi derinliği sunduğunu ortaya çıkarıyor. Bu yöndeki en önemli atılımları, “Realty Dream” isimli parçanın üçlemesidir. İlk albüm Out of Myself’de iki seri halinde yer alırken, sonraki albüm Second Life Syndrome’da üçüncü seriyi koyarak “Realty Dream Trilogy” o an için tamamlanır. Asıl finale ise Rapid Eye Movement albümü ile nokta koyarlar. Enstrümantal bir parçadır ama, müzikal havasıyla gerçeklerle rüyalar arasında bağlantı kurmamızı sağlar. Yalnız bir adamın kendi benliğini sorguladığı bir üçlemedir. Tıpkı bir günlükte çevrilen sayfalar
gibi. Parçanın ilk serisinde, kişi farklı kişiliklerle ilişkiler içinde bulunmayı denemekte, ne yapıp ne edip iç huzuru bulmaya çalışmaktadır. İkinci seriyle güçlü bir insan haline gelir. Olumsuz düşüncelerini siler ve normal bir birey haline gelir. Fakat bir sorun vardır. Kendisini yine yalnız hissetmektedir, hala sorular sormaktadır kendisine. Cevapların büyük kısmı da “Second Life Syndrome”daki üçüncü seriyle verilmiş olur. Albümlerin konsepti bu doğrultuda olduğu için bu şarkının genel yönü, eserlerinin ve bakış açılarının bütününe tanıklık eder. Grubun yaptığı müziği kelimelerle ifade edersek şöyle bir sıralama çıkar: “Atmosfer”, “Rüya”, “Gerçekler”, “Psikolojik savaş”, “Rüya ve gerçek arasındaki çıkmaz”, “Kendini buluş”, “İç huzur”, “Şizofreni”, “Paranoyaklık”…
Lirik anlamında asıl konseptin hayaller ve gerçekler üzerinde döndüğünü, uyku evrelerinin buna eşlik ettiğini, psikolojik iç savaş ile huzur bulma çabalarının egemen olduğunu biliyoruz. Rapid Eye Movement (REM) albümünün, uzun zamandır albümler bazında gelen genel Riverside konseptini tamamladığını, grubun bundan sonra biraz daha farklı tanımlar üzerinden yola devam edeceğini tahmin ediyoruz. Albümün ismi genel konsepti zaten ortaya koyuyor. Dredg çalışmamda nitelendirdiğim uyku evrelerini aynen Riverside için de düşünebilirsiniz. REM, uykunun beyni kapatmasından ziyade hâlâ aktif, organize ve psikolojik bir süreç olduğunu ifade eden bir terimdir. Grup ilk olarak Masstival Festivali ile ülkemize geldikten sonra, son albüm turu için İstanbul ve Ankara’yı da ziyaret etti. Bu vesileyle ülkemizde bazı kesimler tarafından cismen olmasa bile ismen tanınabilir olmuşlardır. Riverside’ın müzikal yapısının rüya ya da gerçek olup olmadığını dinleyen kulaklar belirleyecek ama dinleyicilerin ikisinden birini seçmesi gerekecek. Karar onların…
Seksenlerin ikinci yarısından itibaren Amerikan Thrash Metal sahnesinin önemli isimleri arasında yer alan ve günümüzde kült Thrash toplulukları arasında gösterilen Sacred Reich ile samimi bir röportaj gerçekleştirdik. Şu anda Avrupa turnesinde bulunan topluluğun vokalisti Phil Rind sorularımızı yanıtladı. EMRE DEDEKARGINOĞLU
- Merhaba. 2007 yılındaki geri dönüşünüzden beri birçok konser verdiniz ve hala tura devam ediyorsunuz. Grubun artık ilk önceliğiniz olmadığını söylemiştiniz ama tekrar sormak istiyorum, yeni albüm hakkında fikriniz değişti mi? Sacred Reich’ten yeni bir başlangıç beklemeli miyiz? Hayır, yeni bir Sacred Reich albümü olmayacak. Zaman zaman tekrar birlikte konser verebildiğimiz için mutlu oluyoruz ama hayatlarımız yoğun geçiyor ve albüm yapmak için zamanımız yok.
az Hardcore etkileşimli ve rafine bir şekilde çıktı. The American Way albümü sizin daha olgunlaştığınızı gösteren bir albümdü, bu iki albüm arasındaki değişimi nasıl özetlersiniz? Demo versiyonları iki gün içinde canlı olarak kaydedilmişti. Bu, altı hafta harcayarak bitirdiğimiz son kayıttan farklı olmasını açıklıyor. Bu iki albümü kaydettiğimizde farklı insanlardık. Surf Nicaragua’yı yayınlamıştık ve o zamanlar çok fazla tur yapmıştık. Farklı etkileşimlerimiz ve farklı bir mantık çerçevemiz vardı.
- Eski albümleriniz bir bir yeniden master ediliyor. Önce “Ignorance” ve “Surf Nicaragua”, ardından da bir süre önce “The American Way” yeniden master edilerek piyasaya sürüldü. “Heat” ve “Independent” albümleri de yeniden basılacaklar mı? Bilmiyorum. Plak şirketleri ile her zaman yasal sorunlar var. Independent’i yayınlayan şirketin şu an albümü tekrar basmak gibi bir isteği yok. Belki zaman içinde bu albümleri ilgilenenler için tekrar yayınlayabiliriz.
- Hazır The American Way’den konuşurken, politik bir soru sormak istiyorum. George Bush tamamen “The American Way” (Amerikan Yolu) örneği bir başkandı ve eminim ki ondan memnun olan kimse yoktur. Yeni lideriniz Barack Obama hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Kendisi bir siyahi olarak ABD’de sık sık ayrımcılık ve ırkçılığa maruz kalmış insanları sembolize ediyor, onun ülkenize ve dünya politikalarına karşı daha duyarlı olacağına inanıyor musunuz yoksa sizce o da “The American Way” uğrunda bir kukla mı olur? Umuyorum ki söz verdiği değişimi gerçekleştirecektir. Tavırda ve dünya görüşünde bir değişim. Amerika’yı ayrı tutmayan, her ülkeyi kapsayan bir dünya görüşü.
- Yeni basım The American Way albümündeki demoların içerdikleri agresiflik açısından şarkıların Ignorance’a yakın olduğunu anlaşılıyor. Ama albüm piyasaya daha
Barış, diplomatik ilişkilerde ustalık ve pozitiflik tavrı. Bu benim dileğim.
ama ben Britney Spears daha çok albüm sattı diye Bad Brains’ten daha iyi olduğunu düşünmüyorum.
- Önceki hükümetinizin Irak’ta yaptığı işleri insanlığa karşı bir suç olarak değerlendiriyor musunuz? Eski yönetim ülkemizi savaşa yönlendirmek için korkuyu ve yalanları kullandı. Diğer tarafa karşı yapılanlar Cenevre Anlaşması’nı ve her zaman saygı duyduğumuz diğer hukuk kurallarını ihlal etmektir. Bush yönetimi, tarih tarafından çok ağır bir şekilde yargılanacak olan bozulmuş, görgüsüz, suçlu eşkıyalardır.
- Alice In Chains’in çok büyük hayranları olduğunuz biliniyor. Bir hayran olarak ve Layne Staley gibi bir vokalin etki ve mirasını da sayarak, grubun yeni bir vokalistle tekrar kurulmasının bir hata olduğunu düşünüyor musunuz? Bu benim yargılayabileceğim bir şey değil. Onların mutlu olması ve iyi müzik yapması önemli olandır. Tabii ki sahip olduklarını tekrar yakalamak imkansızdır ama bunun söz konusu olduğunu düşünmüyorum.
-’90lar Grunge tarzının darbesi nedeniyle Thrash Metal için çok iyi bir dönem olmadı, birçok grup dağıldı ve ana akım grupları da tarz değişimlerine gitti. Sizin düşüncenize göre bu dönem Thrash Metal’i genel anlamda nasıl etkiledi? Metallica’nın Black Album’ünü o zamanların Thrash Metal gruplarına “tarz değişimi” açısından dönüm noktası olarak değerlendiriyor musunuz? İşler değişiyordu. Hayat böyledir. “Black Album”ü seviyorum, çünkü kesinlikle bir tarz değişimini ortaya çıkarmıştı. Ayrıca gruba birçok yeni hayran kazandırmıştı. Geçmişten yeni bir yöne doğru bir kırılma noktasıydı. - Independent gerçekten melez bir albümdü, eski albümlerinize göre daha direkt ve temizdi ve modern etkiler içeriyordu ama kökenlerinizi de göz ardı etmiyordu. Independent’i bestelerken hangi gruplardan etkilendiniz. Çok fazla Black Sabbath, Nirvana ve Metallica dinliyordum. - Heal ile Pantera’ya benzer groovy bir tavırla tekrardan sert ve agresif tarza geri döndünüz. Ama yayınlandığı zaman, 1996 yılı, Thrash Metal’in tamamen zayıfladığı bir yıldı. Hiç Heal’in yanlış zamanda yayınlandığını düşündünüz mü? Albümün başarısı beklentilerinizi karşıladı mı? Metal müzik için iyi bir zaman değildi ve bu konuda hiç bir kontrolümüz yoktu. Gerçekten albüm satma konusunda pek beklentilerim yoktur. Diğerleri tarafından başarı albüm satışları ile ilişkilendirilebilir,
- Bir süredir, sizi de sayarsak, birçok dağılmış Thrash Metal grubu yeniden birleşmeye başladı, bazıları yeni albümler yapıyor, bazıları ise sadece turluyorlar. Hiç sizi heyecanlandıran bir yeniden birleşme var mı? Sepultura’nın orijinal kadrosuyla tekrar birleşmesini bekliyorum. Bu mükemmel olurdu! - Yeniden toplanmış bir grup olarak günümüz Thrash Metal sahnesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Seksenler sahnesi kadar güçlü mü? Bu yeni uyanışın günümüzün tamamen bozulmuş politik ilişkileriyle alakası olduğunu düşünüyor musunuz? Günümüz sahnesi çok güçlü. Çok çeşitli olduğunu düşünüyorum, dünyanın her tarafından gruplar görüyorsunuz. Birçok farklı sound var. Genç bir metal hayranı olmak için iyi bir zaman. Seksenler ile karşılaştırmak çok önemli değil çünkü o zamanlar farklıydı ve bugünün gruplarını dinleyen gençler o zamanlar hayatta değillerdi bile. Ama onların eski gruplara da ilgi duyduğunu düşünüyorum. Günümüz grupları, yeni gruplar kadar seksenler gruplarından da etkileşimler taşıyorlar. Politikadan dolayı mı bilmiyorum. Bunun sadece bir döngü olduğunu düşünüyorum. - Sorularım bu kadar, cevaplarınız için teşekkür ediyorum. Umarım yakın zamanda sizi Türkiye’de görebiliriz. Türk hayranlarınıza mesajınız var mı? Bir gün Türkiye’de çalma şansımızın olması büyük bir onur olurdu. Sacred Reich’i destekleyen hepiniz, teşekkürler!
- Hi. Since your reunion in 2007, you have done many shows and you continue to tour. You implied that the band is not your first priority anymore but I want to ask again, did you changed your mind about a new record? Should we wait for a new-kick start from Sacred Reich? No there won’t be any new Sacred Reich records. We are happy to be able to play some shows together from time to time, but our lives are very busy and there is no time for making records. - Your back catalogue is being remastered one by one, first Ignorance and Surf Nicaragua, then The American Way were remastered recently. Will Heat and Independent see their re-releases soon? I don’t know. There are always legal issues with the record labels. The label that put out Independentn is not currently interested in making it available again. Maybe at some point we will be able to re-issue those records for anyone that is interested. - According to the demos in the reissue of The American Way, the songs were more close to Ignorance in terms of aggression. But the final product have lessHardcore, more refined approach. The American Way represented your more nature side somehow, how can you summarise the change between these two records? The demo versions were recorded live over two days. That accounts for the different feel from the finished record that we spent six weeks recording. We were different people when we recorded those two records. They were three years apart. We had released Surf Nicaragua, and we had done a lot of touring in that time. We had different influences and a different frame of mind. - Speaking from The American Way, I would like to ask a political question. George Bush was a complete “The American Way”-type of president and I am sure no one were pleased with him. What are your thoughts about your new leader Barrack Obama? With he being a black, symbolizing the people who have been often subject to discrimination and racism in USA, do you
EMRE DEDEKARGINOĞLU
think he will be more sensible to your country and the world politics or will he also be a puppet of “The American Way”? I hope he will fulfill the promise of change. A change in attitude and world view. A world view that does not set America apart, but is inclusive to all. An attitude of peace, diplomacy and positivity. This is my hope. - Do you consider your previous governments acts held in Iraq as a “crime against humanity”? The previous administration used lies and fear to move our country towards war. The acts committed against the other side were in violation of the Geneva convention and other rules of law that we had always respected. The Bush administration were corrupt, brutish, criminal thugs who will be judged very harshly by history.
It was not a good time for metal, but we have no control over that. I really don’t have any expectations as far as selling records. Success can be quantified in album sales by others, but I do not believe that Brittany Spears is better than the Bad Brains because she sold more records. - It is known that you are big fans of Alice In Chains. As a fan, counting the influence and legacy of a vocalist like Layne Staley, do you think their recent reunite with a new singer is a mistake or not? It is not for me to judge. If they are happy and make good music that is what matters. It will be impossible to recapture what they had, but I don’t think that is the point.
- ‘90s were not that good for Thash Metal, with the impact of Grunge music, many bands disbanded and mainstream bands went through stylistic shifts. How did that decade affected the overall Thrash Metal scene in your thoughts? Do you consider Metallica’s Black Album as a milestone for Thrash Metal bands of that time in terms of “style refining”? Things were changing. That is how life is. I like the Black record but it definitely marked a shift in style. It also brought a lot of new fans to the band. It was a break from the past into a new direction. - Independent was a really hybrid album, more clean and refined compared to your previous efforts and have modern influences in it but it did not alltogether abandoned your roots. Which bands were you inspired while composing Independent? I was listening to a lot of Black Sabbath, Nirvana and Metallica. - Heal saw your return to more heavier and aggressive territiories with a groovy approach like Pantera. But the time it was released, 1996 was the time when Thrash Metal was totally weakened. Do you ever thought that Heal was released in false time? Did the album’s success meet your expectations?
- Recently, counting you too, many disbanded Thrash Metal acts started to reunite again, with some of them putting out new records and some only touring. Are there any reunion which excites you? I am waiting for the Sepultura reunion. That would be great! - As a reunited band, what are your thoughts about today’s Thrash Metal scene? Do you think it is strong as ‘80s scene? Do you think the recent wake up is related to today’s messed up world politics? Today’s scene is very strong. I think it is very diverse and you see bands from all over the world. A lot of different sounds. It is a good time to be a young metal fan. It’s not important to compare to the 80’s because it is a different time, and the young people listening to today’s bands weren’t alive then. I do think that they are interested in the older bands though. And the bands themselves have influences from the 80’s bands as well as more recent music. I don’t know if it’s because of politics. I think it is just a cycle. - This is the end of my questions. I would like to thank you for your responses. I hope we can see you in Turkey soon. Any messages to your Turkish fans? It would be a great honor to someday have the chance to play in Turkey. To all of you who have supported Sacred Reich, thank you!
CAN ÇAKIR
Müzik yazarlığının duayenlerinin büyük bir kısmının yeni jenerasyon dinleyicileriyle ilgili en büyük kaygılarından biri, müziğin artık çok kolay ulaşılabilir olmasından mütevellit değerinin azalması. Plaklarla beraber büyüyen, dolayısıyla dinledikleri müzikleri şarkı trafiklerine kadar ezbere bilen insanlar tek tıklamayla tonlarca albüm indiren ve bir defa dinleyip kenara koyanlara karşı onların açılarından bakıldığında haklı olarak görülebilecek bir önyargı duyuyorlar. Böyle insanların bir kasetin peşinde kırk takla attıkları zamanların hikayelerini dinlemek çok eğlenceli. Netekim sadece 1-2 seneyle ve belirli birkaç albümle sınırlı da olsa bu tür hikayeleri son anlatabilecek dönemin mensuplarından biri olmanın da getirdiği keyif apayrı tabii. Beni en çok uğraştıran kasetlerden biri Linkin Park’ın ilk albümü Hybrid Theory olmuştu. Ufacık harçlığımdan biriktire biriktire 8 milyonu zor denkleştirdiğim ve bildiğim üç beş müzik marketin hepsinde tükendiğini farkettiğim tek kasettir herhalde. Ve o zamanlar elimdeki en kıymetli şey olan, arkadaşımın Amerika’dan getirdiği Limp Bizkit kasetinin üzerindeki yazıların silinmeye başladığı vakitte annem bir akşam sürpriz olarak getirmişti. Harbiden de uçmuştum, uçmuştum, havalara uçmuştum. Sene 2001. 2000’lerin başında ergenliğe girip müziği, kızları, bunlara paralel olarak öfkeyi keşfeden birçok bireye olduğu gibi ben de “nu-metal’in dört büyükleri” Korn, Limp Bizkit, Linkin Park ve Slipknot ile distortionlı müziğe adım attım. Bu dörtlünün arasında benim için en ideali Linkin Park’tı. Korn en büyük dönemlerini 90’larda, biz daha bu müziği “kuru gürültü” diye tabir ederken yaşamıştı ve hip hop’tan geçiş yaptığımız için çok da ideal gelmiyordu. Limp Bizkit’in son albümünü dinlemekten gına gelmişti artık, Slipknot’ın da çiğ öfkesi bir süre sonra katlanamayacağım seviyeye ulaşıyordu.
Linkin Park ise adeta biçilmiş kaftandı. Şu satırları yazdığım vakitlerde 2009 yılındayız, albümü almamın üzerinden 8 sene geçmiş ve ben o albümün en sevmediğim şarkısı olan ‘Cure For The Itch’in scratchlerini hala ağzımdan çıkarabiliyorum, o derece kazımışım aklıma. “Büyüyünce bırakırsın ehi ehi” diyen meczuplar çıktı ama tabii ki yanıldılar. Gördüğünüz üzere şu an bir müzik dergisine yazıyor olup halen daha Linkin Park dinleyicisi olma bayrağını büyük bir gururla sallıyorum. 2001’de tüm zamanların en iyi ve en başarılı debut albümlerinden birini çıkardıktan sonra 2003’teki albümü beklerken çok heyecanlıydık. Hatta yakın arkadaşım Yiğitcan ile beraber o sene çıkışına geri sayım yaptığımız iki albümden biriydi (öbürü “The Eminem Show” olmakla beraber) ama albümü edindiğimizde açıkçası biraz şaşırmıştık. Hybrid Theory’nin neredeyse aynısıydı yahu! O albüm de çıkalı 6 sene oluyor ama halen daha farklı bir tat alabilmiş değilim. Yine de “Hybrid Theory” hayatımın albümlerinden biri olduğu için “Meteora”ya da asla kötü bir albüm yakıştırması yapamam. Sadece ‘Easier To Run’ şarkısından nefret ettiğimi burada bir daha haykırmak istiyorum. ‘Numb’ gibi mükemmele çok yaklaşmış bir şarkıyla böyle bir felaketi aynı albümde bulundurmak büyük bir ayıptır gözümde. Sonra “niye albüm daha az sattı”, e tabii daha az satar, sen hiç düşünmüyorsun ki müzik marketlerde CD’yi denemek için dinleyenlerin Easier To Run’a denk gelebileceğini.
“Meteora”nın Hoobastank, P.O.D. ve Story Of The Year destekli dünya turnesinden sonra Linkin Park üçüncü bir albüm kaydını geleceğe ışınlayarak turnelere ve grup elemanlarının keyfi projelerine yoğunlaşma kararını aldı. Daha doğrusu üçüncü bir stüdyo albümü uzaklara ışınlanmıştı, turne biter bitmez grup tüm zamanların en büyük rap müzisyenlerinden olan Jay-Z ile beraber ikinci remix albümünü kaydetti. Öbür albümden niye bahsetmedin demeyin, 2002’de çıkardıkları “Reanimation”ı gerçekten hiç sevmiyorum, yazıda bu cümlenin dışında yer vermeyi de reddediyorum. “Collision Course” isimli bu 2004 tarihli remix albümü Grammy alacak kadar başarılı olmasına rağmen benim çevremde artık Linkin Park dinlemeyi “yaşlarına” ve çakma karizmalarına yediremeyen bazı talihsizler için gruba sırt çevirmeye bahane olarak kullanıldı. Bu davranışı sergileyen arkadaşlarımı esefle kınıyorum. Elemanların yan projeleri demiş olsam bile siz bakmayın, esasında sadece grubun iki vokalisti dişe dokunur işler yaptılar. Grubun en aktif üyesi, hatta sanırım 2000’li yıllardaki en aktif müzik adamı bile olabilecek Mike Shinoda, şu anda dünyanın en büyük gruplarından biri olan Depeche Mode ile beraber çalışma şerefine erişti. Collision Course sayesinde yakın ilişkiler içerisine girdikleri Jay-Z’nin yardımıyla beraber 2005 yılında kendi rap grubu Fort Minor’ın ilk albümü “The Rising Tied”ı çıkarmayı başardı. Grubun esas “sesi” olan yetenekli solist Chester Bennington ise Limp Bizkit elemanı
DJ Lethal’ın albümünde ve bir Mötley Crüe tribute albümünde yer almasının yanısıra grubun sosyal sorumluluklarının yerine getirilmesinde başrol oynadı. 2004 tsunami felaketi mağdurlarına yardım amacıyla birkaç konser verilmesinde, Music For Relief isimli kâr amacı gütmeyen fonun kurulmasında, Charley ve Katrina kasırgalarında evlerini, yakınlarını vs kaybetmiş olanlara grubun yaptığı yardımlarda başı hep Bennington çekmiştir.
night beni okkalı bir hayalkırıklığına uğrattı. Sonradan single olacak ‘Bleed It Out’, ‘Given Up’ ve single olmayacak ‘No More Sorrow’ dışında hakikaten de çizgisini nu-metal’den dışarıya çekmiş olan Linkin Park, albümün genelinde Keane-vari bir rock sound’uyla (fikrimce) kendilerine hiç yakışmayan bir aşırı duygusallığa kaçmıştı. Her ne kadar Chester Bennington’ın sesini hiç bu kadar “güzel” duymamış olsam da, benim aradığım ve istediğim tam olarak bu değildi.
Neyse ne diyorduk, geleceğe ışınlanmış bir albüm vardı hatırlıyorsanız. İşte o albümle ilgili, daha kendisi piyasaya sürülmeden grup elemanlarının yaptığı açıklamalar, bizim halihazırda ortalama bir altın günü pastası civarına gelmiş olan merakımızı iyice kabartmaya yetiyordu. Yok efenim nu-metal’den daha farklı bir çizgiye kaydık, yok 50 şarkı kaydettik de arasından seçiyoruz o yüzden en iyisi olacak da bilmem ne. Albümün nu-metal’den daha farklı bir çizgide olacak olması, albümün Hybrid Theory III olma ihtimalini ortadan kaldırıyordu elbette ama yine de nasıl bir yöne gideceklerinden emin olamıyorduk bir türlü. İlk single ‘What I’ve Done’, hayli başarılı bir kliple televizyonlarda dönmeye başladığında heyecanlandık, bu şarkı daha çok Linkin Park’ın eski albümlerindeki yumuşak kısmından gelip çok da farklı şeyler vaat etmese de albümde binbir türlü numaranın gizli olacağını ümit ediyorduk.
Müzik piyasasının ticari ayağına kafası iyi çalışan bir grup olan Linkin Park, yeni albümle ilgili fikirleri benimki gibi olması muhtemel olan yığınla hayranını elden kaçırmamak için albümde sonradan çıkaracağı single’ların yarısını eski sound’undan olan şarkılardan seçti. Canlı performanslarında da eski halini kesinlikle aratmayan grup, yeni albümle beraber canlıları da değişir mi acaba kaygıları taşıyan ve onları kendi gözleriyle görebilme şerefine henüz nail olamamış olan dinleyicileri için geçtiğimiz yıl dördüncüsünü düzenledikleri ve artık Linkin Park için bir gelenek haline gelmiş olan Projekt Revolution turnesinin İngiltere ayağında Milton Keynes Bowl’da verdikleri konseri DVD haline getirip “Road To Revolution: Live At Milton Keynes” ismiyle piyasaya sürdü.
Derken, bir gün erken, beklenen gün geldi çattı. 2007’nin ortalarına doğru çıkması beklenen “Minutes To Midnight”, 15 Mayıs’ta dünya müzik marketlerinde ve internet sitelerinde yerini almıştı. Büyük bir açlıkla saldırdım albüme. Beklentilerim çok ama gerçekten de çok büyüktü. Hybrid Theory’den bir adım daha ileri gitmeleri ihtimali ağzımı sulandırmaya yetiyordu. Lakin belki de beklentilerimin olması gerektiğinden daha büyük olmasından dolayı, Minutes To Mid-
Son sözleri söylemek gerekirse, Linkin Park şu an konsept albüm olarak yayınlayacağı dördüncü stüdyo albümü üzerinde çalışıyor. Grubun beyni Mike Shinoda’nın yine bir karınca misali nefes almadan çalışıp en iyi ürünleri bize ulaştıracağından şüphemiz yok, her ne kadar Minutes To Midnight benim gözümde “en iyi” sıfatından biraz uzak olsa da... Yine de Linkin Park gibi değişik türleri muhteşem bir başarıyla harmanlayabilen bir grubun her türlü müzikal düşünceye el atmasını isterim, konsept albüm de dahil. Kim bilir, belki bundan 10-15 sene sonra bir Linkin Park operası dinleriz?
ATİLLA ÇELİK
Onlar İngiltere’den ama asla kibirli değiller. Bir gitaristleri hayatını ve davulcuları bir kaza sonucu tek kolunu kaybetse de gitaristlerinin acısını kalplerine gömmüşler, bateristlerinin tek kolla çalabilecek duruma gelebilmesi için de çalışmalar açısından suya sabuna dokunmadan onu beklemişlerdir. Hem de yeni bir baterist almak gibi bir seçenekleri varken... Def Leppard, 1977’den günümüze kadar gelen nice güçlü, duygu ve müzisyenlik yüklü klasik parçalarıyla kalplerimizde taht kurmuş ve Rock/Heavy dünyasının en yaşlı ve köklü gruplarından biri olmuştur. Def Leppard demek aynı zamanda büyük bir dostluk hikayesi, erdemler, insancıl bakış açıları ve azim demektir. Bazı grupların insanlar üzerinde derin etkisi, izleri ve anısı vardır ama bu gruplar her zaman kalplerde yer alır, su yüzüne çıkarılmaz. Geçmişten gelen izleri ve geçmişteki daha büyük müzisyenlik örneklemeleri, aldıkları büyük yollar ve kendilerini çoktan kabul ettirmelerinden dolayı artık daha fazla yapacak bir şeyleri kalmamıştır ve büyük gruplar listesinde yerlerini almışlardır. Def Leppard benim nezdimde böyle bir grup ve geçmişimde bana büyük etkilerde bulunmuş, belli bir temeli arz ettirmiş, bir çok parçasıyla derin boyutlar içerisinde yüzmeme, bazı parçalarıyla gücü dibime kadar hissetmeme neden olmuşlar, eğlenceli dünyaların izlerinden demetler almışımdır. Teknik ve yüksek müzisyenlikleriyle oluşturdukları parçalara yer yer melankoli, hüzünler, derin duygular, duygusallıklar, yer yer eğlence, güç ve adrenalin katmışlardır. Eski dinleyicilerin kalbinde büyük yere sahip olan grup,
yeni dinleyicilerin nezdinde genelde bir muammadan ve bilinmeyen metafordan ibaret. Ortada Rock/Heavy tarihinin Whitesnake, Deep Purple, Black Sabbath, Judas Priest, Iron Maiden gibi gruplarla birlikte kendi çapında bir tarzın öncülüğünü yapan, babalık sıfatına ulaşmış köklü bir grup var. Grup 1977 yılında İngiltere Sheffield kentinde vokalde Joe Eliot, gitarda Pete Willis, bas gitarda Rick ‘Sav’ Savage ve bateride Tony Kenning tarafından kuruldu. Grubun kuruluşundaki ilk ismi Kör Leopar anlamına gelen Deaf Leopard’dı. Bu isim vokalist Joe Elliot’ın okuduğu okuldan çıkışlı olarak Def Leppard olarak değiştirildi. Joe Eliot 1960-70’li yılların glam gruplarından çok etkileniyordu ve en büyük hayali bir grup kurmak, bu grubun isminin de Def Leppard olmasıydı. 1977 yılında emeline kavuşmuş oluyordu. Aslında Def Leppard ismi alınmadan önce elemanlar Atomic Mass ismiyle Glam tarzında müzik yapıyorlardı. Def Leppard’ın ilk icraatı Thin Lizzy, David Bowie gibi isimlerden derlemeleri ve kendi parçaları Misty Dreamer’ı içeren altı parçalık bir performansı 6 arkadaşlarına sunmalarıydı. Bir yıl sonra gruba ikinci gitarist olarak Steve Clark gelmiş ve ilk toplu konserlerini Sheffield’daki Westfield Koleji’nde vermişlerdir. Aynı yılın sonlarında baterist Tony Kenning kovulmuş ve yerine Frank Noon gelmiş, bu kadroyla grubun ilk eseri THE DEF LEPPARD EP’si yayınlanmıştır. 1978 Kasım ayında grubun hala davulcusu olan Rick Allen gruba dahil olmuştur.
Yeteneğini kanıtlayan grup BBC Radio 1’de John Peel’in radyo programına EP’lerinden parçaları vermiş, İngiltere’de Phonogram ve Amerika’da Mercury şirketiyle sözleşme imzalamıştır. Grup üyeleri bu esnalarda günlük işlerini yaparken, Rick Allen’da okula gidip geliyordu. Grup 1979 yılında AC/DC’yi konserde desteklemiş, Hammersmith Odeon’da konser vermiş ve ilk single’ları ‘Wasted’ yayınlanmıştır. Hammersmith Odeon’daki konserde baterist Rick Allen’ın 16. yaşına girmesi de kutlanmıştır. Yavaş yavaş becerilerini geliştiren grup ilk albümlerini 1980 yılında yayınlamıştır: ON THROUGH THE NIGHT... Albümün başarılar kazanmasıyla grup ABD’de AC/DC, Judas Priest ve Ted Nugent gibi isimlerle konserler vermiştir. Amerika’dan yeşil dolarlarla dönen grup, ülkelerinde onları bekleyen kalabalık cenah tarafından bira kutuları ve domates yağmuruyla karşılanmıştır. Bu gerçekten de çok ilginç bir karşılama ve selamlama yöntemiydi. 1981 yılında grubun ikinci albümü HIGH ‘N’ DRY piyasaya sürüldü ve albüm büyük bir beğeni kazandı. Hard Rock ve Glam öğelerini barındıran grup ağırlığını iyice oturtuyordu. Bu albümden bir çok klasik parça çıkıyor ve ‘Bringin’ On The Heartbreak’ parçası büyük sükse yapıyordu. Geçtiğimiz yıllarda Mariah Carey’nin söz konusu parçayı coverladığını da eklemekte fayda var. Albüm sonrası Amerika’da Ozzy Osbourne ve Avrupa turunda da Rainbow ile konserler vermişlerdir. Bu konserler sonrasında yeni albüm çalışmalarına başla-
yan grup gitaristleri Pete Willis’in sürekli alkol alışından muzdarip oluyor, grup içi dengeler sarsılıyordu ve 1982 yılında Pete Willis şutlanarak yerine hiç değişmeyecek eleman olan Phil Collen geliyordu. Bu değişiklikler sonrası yeni albüme yoğunlaşan grup 1983 yılında PYROMONIA gibi mükemmel bir Hard Rock albümüne imzayı atmıştır. Bu albüm çok çabuk şekilde 100.000 satış rakamına kavuşmuş, grup dünya çapında üne kavuşmuş ve dünyanın bir çok yerinde konserler vermeye başlamışlardır. Bu tarih aynı zamanda grubun artık Amerika’da bazı turlarda headliner olarak konserlere çıkmasına eşlik ediyordu. Söz konusu albümün çok kısa sürede dünya çapında 7 milyon sattığını söylersek albümün ne kadar büyük bir şaheser ve klasik olduğunu anlayabilirdiniz. Zaten bu albüm bir çok Rock/Heavy dinleyicisi tarafından en çok sevilen albümler listesindedir. Bu albümle dünya turuna çıkmışlar, Tayland’da bile konser vermişlerdir. 1984 yılında grup acı bir olayla sarsılmıştır. Çünkü grubun bateristi Rick Allen Sheffield’da arabasıyla hızlı bir şekilde giderken kaza sonucu camdan fırlıyor ve sol kolu emniyet kemerinde kalıyordu. Ağır bir operasyonla kopan kol yerine dikilmeye çalışılmış ama bunda başarılı olunamamıştır. Grup kaza sonrası bir an boşlukta sallandı ve Rick Allen kenara çekilmektense tek koluyla azim göstererek işine sarılmıştır. Diğer arkadaşları da onun iyileşmesini beklemişlerdir ki aslında yeni bir baterist alıp, hemen yeni çalışmaları sergileyerek paraya para demeyebilirlerdi. Rick
Allen kendisine geldikten sonra Simmons tarafından onun için özel donanımlı elektronik bir bateri yapıldı ve bu bateri tek kolla çalmak için uygun olan, ayak kısmında çok fazla pedal bulunan özel ve elektronik bir bateri sistemiydi. Def Leppard müziğinde o kadar ahım şahım bir bateri gerekmediği için Rick Allen biraz şanslı oluyordu bu konuda. Grup 1985 yılındaki büyük konserlerde (Monster of Rock ve Donington) Status Quo’nun bateristi Jeff Rich’in yardımlarını almıştır. Çünkü Rick Allen daha hazır değildi. Aslında Rick’in kendisini hazır hissetmesi bir tesadüf sonucu ortaya çıkmıştır. Grup İrlanda’da kısa bir turne verirken Jeff Rick bir tura yetişememiş ve mecburen Rick Allen tek koluyla çalmak zorunda kalmıştır. Ama grup görmüştü ki Rick Allen hazırdı ve çalabilecek durumdaydı. 1987 yılında grubun en muhteşem albümlerinden biri vitrinlerdeki yerini almıştı: HYSTERIA... Söz konusu 4. albüm devasa single parçalara sahipti ve bu single’lar birbiri ardına patlatılmış ve Def Leppard klasikleri olarak Hard Rock dünyasına kazandırılmıştır. Bu parçalar ‘Women’, ‘Rocket’, ‘Animal’, ‘Love Bites’, ‘Pour Some Sugar On Me’, ‘Armageddon It’ ve ‘Hysteria’ydı. İnanılması çok zordu ama tek bir albümden bu kadar single çıkmış ve hepsi de çok iş yapmıştı. Grup sonraki yıllarda turneden turneye koşturmuş ve uzun süre albüm yapamamıştır bu konserlerden. Çünkü HYSTERIA albümü o kadar etkili olmuştu ki bu albüm dahilindeki turneler bitirilmek zorundaydı.
1991 yılına gelindiğinde grup bu sefer daha acı bir olayla sarsılmıştır. 8 Ocak günü grupla oldukça özdeşleşmiş olan Steve Clark ağrı kesiciyle birlikte alkol aldığı için hayata veda etmiştir. Peki bu nasıl olmuştu? Steve Clark’ın üç tane kaburga kemiği kırılmıştı ve doktor ona ilaçlar vermişti kullanması için. Steve Clark ilaçların ağır olduğunu bilememiş olacak ki (sonuçta ağrı kesiciydi) ilaçları aldıktan sonra alkol takviyesini de yapınca büyük ihmalinin gazabına uğrayacaktı. Grubun kaybı çok büyüktü, çünkü Steve Clark’ın lakabı ‘Riffmaster’dı ve önemli bir riff ustası vefat etmişti. 1992 yılında Clark’ın boşluğunu DIO ve Whitesnake gibi isimlerde çalmış olan Vivian Campbell doldurdu. Hemen ardından 1992 yılında en çok beğendiğim ve şahsımca en güçlü, adrenalin dolu ve tamamıyla modern ve vurucu seslerin monte edildiği, kendi çapında oldukça sert olan bir albüm ortaya çıkmıştı: ADRENALIZE... İşte bu albümü anlatabilmek benim için çok zor, çünkü bu eser hayatımın eserlerinden biriydi ve kalbimde her zaman önemli bir yere sahip olmuştu. Albüm çıkar çıkmaz aldığımı hatırlıyorum. Albümde birbirinden güçlü ve enerjik parçalar harika ve oturaklı bir ritim anlayışıyla yansıtılmıştı ve ‘Let’s Get Rocked’, ‘Make Love Like A Man’, ‘Tonight’, ‘Have You Ever Needed Someone So Bad’, ‘I Wanna Touch You’ gibi bomba parçalar dikkati çekiyordu. ‘Adrenalize’ en çok sevdiğim ve en güçlü bulduğum Def Leppard albümüydü ve klasikler listemde çoktan yer etmişti. Albümün Amerika listelerine 1 numaradan girmesi ve 6 milyon satması her şeyi açıklıyordu.
1993 yılında Arnold Schwarzenegger’in başrolünü oynadığı ‘Last Action Hero’filmi için parça yapmaları, yeni albümleri üzerinde çalışırlarken tüm dünyada büyük ilgiyle karşılanan ‘Two Steps Behind You’ single’ını yayınlamaları ve kendi evleri Sheffield’da 40.000 kişi önünde konser vermeleri göze takılan diğer noktalardı. 1993 yaz mevsiminde ‘Two Steps Behind You’ parçasının yayınlanmasından sonra RETRO ACTIVE albümü yayınlanmış ve bu albüm hemen 2 milyonun üzerinde satmıştır. Söz konusu albümün en önemli özelliklerinden biri de albüm kapağının harika bir halüsinasyon olayını yansıtmasıydı. Albüm kapağında büyük bir kurukafa dikkati çekiyordu ama daha dikkatli bakınca aynı zamanda bir kadının aynaya baktığını görüyorduk ve kuru kafa aynı zamanda bir aynayı yansıtıyordu. Albümde yine bir çok başarılı parça yer almış ve ‘Action’ parçası grubun tarihinde en enerjik ve hareketli parçalarından biri olmuştur. 1995 yılına geldiğimizde grup artık milyonlar satan eserleri sonrasında bir durgunluk dönemine girmiş ve ilk toplama albümünü yayınlamıştır: VAULT... Toplama albüme özel olarak muhteşem bir ballad olan ve vokal yönüyle bizi derin duygulara gömen ‘When Love And Hate Collide’ parçası yeni üretim olarak sunulmuş, buna ek olarak High’n Dry albümünden bir, Pyromania albümünden iki, Hysteria albümü single’lar bazında en popüler albüm olduğu için bu albümden altı, Adrenalize albümünden dört ve Retro Active albümünden de iki parça yer almıştır. Söz konusu toplama albüm o
kadar büyük iş yapmıştır ki 3,5 milyon satışına ulaşmış ve grubun tüm tarihi kısa pasajlarla tek bir eserde toplanmıştı. 3,5 milyon sayısına albüm çıkar çıkmaz benim de bir hit eklediğimi söyleyebilirim ve bu toplama albüm üniversite dönemimde benim için çok anlamlı pasajları sunmuştur. 1996 yılında SLANG albümü yayınlandı ama Def Leppard artık eskisi gibi piyasalarda popüler bir şekilde yer almıyordu. Her ne kadar çok önemli turneler düzenlense bile grup eski fanlarına sesleniyordu ve yeni fanları yakalamak çok güçtü. 1998’de BEHIND THE MUSIC adı altında bir videoları yayınlandı ve burada da bir nevi tarihleri yer almış ve görüntüler sergilenmiştir. 1999 yılında grup ABD’de Diamond Awards ödülünü almıştı. Neden mi? Çünkü 1987 yılında çıkarmış oldukları Hysteria albümü aradan 12 yıl geçtiğinde sadece Amerika’da 12 milyon satmıştı ve tüm dünya üzerinde 16 milyon satış rakamına ulaşmıştı. Bu yönüyle Def Leppard dünyanın en çok satan gruplarından biriydi ve fazlasıyla bir dünya markası, efsaneydi. Yine aynı yıl EUPHORIA albümü yayınlanmış, İngiltere, Amerika ve Japonya’da konserler verilmiştir. 2001 yılına geldiğimiz zaman vokalist Joe Eliot ile Phil Collen Cybernauts adı altında yan grup kurdular ve bunun üzerinde de çalışmaya başladılar. Tabi diğer elemanlar da değişik bir şey yapmak istemiş olacak-
lar ki Vivian Campbell Clock, Rick Savage da Raven Drum Foundation yan grubuyla meşgul oluyordu. Grup elemanları arasında bu asla sorun yaratmıyordu ve Def Leppard ismi de asla bozulmamıştı. Sonuçta Def Leppard kökleşmiş bir grup olmuş ve hala yaşatılıyordu. Bu esnalarda bir çok DVD’yi de piyasaya sunmuşlardı: ‘Historia’, ‘In The Round In Your Face’, ‘Visualize’, ‘Video Archive’ 2002 yılına geldiğimizde grubun şu an için sonuncu ve aslında onuncu eserleri piyasada Roma Rakamıyla yayınlanacaktı: X... Grubun onuncu eseri olduğu için Roma Rakamıyla 10 ibaresi tercih edilmişti. Geçtiğimiz yıl yayınladığı “Songs From The Sparkle Lounge” adlı albümüyle seksenlerdeki ruhunu yeniden dirilten topluluk, günümüzde seksenlerin hala ayakta kalan Rock kalelerinden biri olarak görülmekte ve konserlerde eski-yeni binlerce hayranıyla buluşmaktadır. Aradan 32 yıl geçmiş ve Def Leppard hala ayakta. Belki ilk zamanların büyük etkileri yok ortada, belki eskisi gibi görünürde değiller ama onlar yapacaklarını yapmışlar ve daha ne yapsınlar ki. Albümlerinin satışları çift rakamlı milyonlara ulaştı ve onlar Rock/Heavy dünyasının duayenlerinden. Grup elemanları da oldukça mütevazı insanlar. Kimisi evli, ki-
misinin çocukları var, kimisi evli olmayıp sevgilisinden iki çocuk sahibi (Rick Savage) ve tek kollu azim örneği Rick Allen da evlenmiş biri. Günlük yaşamlarını ailesel sorumluluklarını bilerek yaşıyorlar, hem Def Leppard grubunu ihmal etmiyorlar, hem de kendi yan projelerinde çalışıyorlar. Ama bunları yaparken birbirlerinden asla kopmayıp insanca yaşıyorlar. Bizden biri gibi, bir aile babası gibi sade bir şekilde yaşıyorlar. Grubun en önemli yönlerinden biri de budur. Grup gitaristini kaybetti, davulcusu bir kolunu kaybetti ama Def Leppard asla yolundan şaşmadı. Daima sıcak ilişkiler içinde bulundular, yan yana oldular, birbirlerini desteklediler ve harika bir dostluğun esintilerini gösterdiler. Zaten çok önemli bir şey olmadıkça
‘ölüm bizi ayırır’ sözünü desteklercesine ortada ölüm ve çok absürd şeyler olmadığı sürece grup elemanları hiç değişmedi. Ve müzikleriyle de milyonların kalbinde taht kurdular. Birbirinden duygusal ve öldürücü muhteşem balladlar, adrenalin dolu parçalar ve hareketli pasajlarla her tattan demler sundular. Kim ne derse desin onlar da bir nevi Beatles, Ozzy Osbourne etkisini yapmışlardır Rock/Heavy dünyasında. Benim nezdimde sadece tek bir parçaları bile her şeye kafidir: ‘Have You Ever Needed Someone So Bad’ Bu mükemmellikte ve vuruculukta kaç parça vardır ki!
ATİLLA ÇELİK
Sözlük anlamı vasiyetname, ant, antlaşma… Diğer yandan 80’li yılların başlarında San Francisco Bay Area çıkışlı bir topluluk… Sözlük anlamındansa ikinci kısımda bahsedilen anlamın egemen olduğu bir kavram. 80’li yılların efsane olmuş grupları bir bir tarih olmuşken, mezara gömülmüşken, çıtasını her geçen gün yukarılara çıkarmış, hiç hız kesmemiş, her dönemde farklılıklara imza atmış ve şimdiden efsane olup, çok sağlam bir fan kitlesine sahip olan emektar grup… Kimdi bunlar? Tabii ki Testament’ten söz ediyoruz. Piyasalarca, müzik şirketlerince, kapitalizm iştahlı birimlerce şişirilen, pompalanan onca müzik türü ve grubunun arasında hiç bozulmadan kalabilmiş yegane gruplardan. Paradan çok yaptığı müzikle anılmak isteyen ve piyasa kaygısı olmayan, her geçen gün gümbür gümbür gelen ekol bir topluluk… Testament, 1983 yılında gitarlarda Eric Peterson ve kuzeni Derrick Ramirez, davulda Louie Clemente, vokalde Steve “Zetro” Souza tarafından San Francisco’da kuruldu. Thrash Metal’in merkezi sayılan Bay Area gruplarından biridir. İlk kurulduğunda grubun ismi “Legacy” idi. Daha sonra bassda Greg Christian gruba dahil olmuştur. 1984 yılında Derrick gruptan ayrılmış ve yerine virtüöz gitarist Alex Skolnick dahil olmuştur. 1985 yılında “First Strike Is Deadly” demosunu çıkarmışlardır. 1986 yılında grup “Legacy” olan ismini “Testament” olarak değiştirmiştir. Daha sonrasında vokalist “Zetro” Souza gruptan ayrılıp Exodus’a geçmiş ve yerine o zamanın adı sanı bilinmeyen bir glam grubunda vokal yapan Chuck Billy kadroya dahil olmuştur. Daha sonra başarılı çalışmaları ile dikkatleri üzerine çeken grup MegaForce şirketi ile anlaşma imzalamış ve ilk
albümleri için stüdyoya girmiştir. 1987 yılında ilk albüm “The Legacy” piyasaya sürülmüştür. ’Over The Wall’ isimli klasik olmuş thrash parçasını da içinde bulunduran albüm, Thrash Metal klasikleri arasında yer bulmuştur. Aynı yıl Dynamo Air Open Festivali’nde Hollanda’da çalmışlar ve bu canlı performanslarını “Live At The Eindhoven” konser albümüyle ölümsüzleştirmişlerdir. Grup sonrasında 2. albüm için kollarını sıvamış ve Thrash Metal tarihine yeni bir ses ve soluk getiren “The New Order” ve 3 parçalık “Trial By Fire” albümlerini 1988 yılında piyasaya sürmüştür. Özellikle “The New Order” albümü müzikalitesi ile büyük bir dikkat çekmiştir. Zamanın Thrash Metal sounduna göre çok melodik bir yapı ortaya koymuşlardır. Gitarda Alex Skolnick önemli bir performans ortaya koymuştur. ’Musical Death’ isimli enstrümantal parça dinleyenleri bilinmeyen boyutlara doğru uçuruyordu. İsmi üstünde ölümcül bir hastalık gibiydi. Diğer parçaları da ayrı ayrı yorumlamaya gerek yok. Çünkü bütün parçalar, Thrash piyasasında çok önemli yere gelmiş klasik Testament parçalarıdır. Grup söz konusu albümdeki başarısıyla en büyük Thrash Metal gruplarından biri olduğunu tescillemiştir. ”The New Order” turu ile Judas Priest, Megadeth, Anthrax ve Voivod gibi gruplarla birlikte çalmıştır. Aynı yıl “The Monster Of Rock” festivalinde de yer almışlardır. 1989 yılında speed ve melodic Thrash Metal örneğini sergiledikleri mükemmel “Practice What You Preach” albümü çıkmıştır. Birbirinden gaz parçalarla thrasherlar bu albümde Thrash Metal’i tam anlamıyla algılamışlardır. Bu albüm dinlendikten sonra günümüzün müziğine ve albümlerine baktığımız zaman mükemmel solo gitar partis-
yonlarının artık ne kadar da kısaldığına tanık olmaktayız. Alex Skolnick albümde virtüözlüğünü konuşturmuştur. Uzun süreli solo gitar partisyonları ruhumuzun derinliklerine kadar iniyordu. Albümdeki parçaların sololarının süresi 1 dakikayı aşmıştır. Özellikle ‘Practice What You Preach’ parçasındaki soloya dikkatinizi çekerim. Albümün sadece bu yönü dahi aşılan müzikal noktayı gösteriyordu. Testament klasiklerinden olmuş ‘The Ballad’ parçası Heavy tarihinin en önemli balladlarından olmuştur. Albüm o kadar büyük bir başarı yakalamıştı ki 400.000’den fazla satmıştı. Yeni albüm için kolları hemen sıvayan grup 1990 yılında “Souls Of Black” albümünü çıkarmıştır. Büyük promosyonun yapıldığı albümde özellikle ‘The Legacy’ parçası büyük beğeni toplamıştır. Albüm genelde çok olumlu tepkiler almıştır fakat sonrasında grup elemanları arasında bir takım problemler çıkmaya başlamıştır. Alex Skolnick ve Louie Clemente farklı bir yol takip etmek istiyorlardı. Daha fazla popülarite kazanılması için radyolara ve MTV’ye çıkma teklifinde bulunmuşlar ve müzikal çizginin biraz daha yumuşaması yönünde telkinlerde bulunmuşlardır. Ama onlara karşılık Chuck Billy ve Eric Peterson sert çizginin devam ettirilmesinden yanaydılar. Alex Skolnick sonrasında farklı çalışmalar içine girmiştir. 1991 yılında jazz basisti Stuart Hamm ile turlara çıkmıştır ve grubun çalışmasında biraz aksamaya neden olmuştur. Aradaki bağ kopma noktasına kadar gelmişti. Sonrasında Alex geri dönmüş ve yeni albüm çalışmalarına başlamışlardır. 1992 yılında grubun eski albümlerine nazaran son derece farklı formatta olup en olgun sayılabilecek albümleri olan “The Ritual” piyasaya sürülmüştür. Bu albüme kadar
sadık kalınan Thrash Metal tarzından kopup ticari amaçlı gibi gözüken bir heavy tarzını seçmişlerdir. Fakat albüm gerçekten de çok başarılıydı. Çok güçlü bir soundla beraber virtüözce melodilerle bezenmişti. Testament o yıllardaki Thrash gruplarının çizdiği yeni akıma katılmış bir görüntüdeydi. Bilindiği gibi söz konusu yıllarda Metallica, Megadeth, Anthrax gibi Thrash Metalin kuvvetli grupları yumuşama yoluna gitmişlerdi. Burada bir noktaya da parmak basmak gerekiyor. 1992 yılına kadar Testament eski çalışmaları ile her zaman Metallica’yı taklit etmekle suçlanmıştır bazı kesimlerce. Zamanın magazinlerinde bu konu hakkında bir çok yazı yazılmış ve röportajlar yapılmıştır. Halbuki dikkatli bakıldığı zaman Testament’in yaptığı müziğin Metallica ile bir ilgisi bulunmamaktadır. İki grup da çok farklı bir tarz ortaya koyuyorlardı. Albüme geri dönersek, albümde iki adet ballad boy göstermiştir: ’The Ritual’ ve ‘Return To Serenity’… Özellikle ‘The Ritual’ parçası Metallica’nın ‘One’ parçasına benzetilmiştir. Ne alakaysa artık! ’Return To Serenity’ parçasını bilmeyen yoktur zannedersem. Özellikle eski dinleyiciler bu klasik olmuş balladı çok iyi bilirler. Albümde Alex Skolnick’in etkisi yoğun bir biçimde görülmüştür. Sanki bu albüm Alex Skolnick’in susması için ağzına sokulan bir emzik gibiydi. Fakat sonrasında grup elemanları arasındaki müzikal anlaşmazlık artmıştır. ”The Ritual” albümüne kadar hiç bozulmayan kadro, Mexico’da yapılan şovdan sonra bozulmuştur. Alex Skolnick ve Louie Clemente müzikal farklılıklardan dolayı gruptan ayrılmış, Alex Skolnick kendi grubu Exhibit-A’yi kurup müzik olarak jazz türünü tercih etmiş ve sonrasında Savatage’e katılmıştır. Louie Clemente de eşinin New Jersey’deki antika eşyaları satan mağazasında müzik yapmaya başlamıştır.
Testament’te yaşanan bu ilginç gelişmelerden sonra gruba eski Forbidden’dan gitarist Glen Alvelais ve davula Paul Bostaph gelmiştir. 1993 yılında çok ilginç bir mini albüm piyasaya sürülmüştür: ”Return To The Apocalyptic City”… 6 parçayı içeren albümün 4 parçası konser performansından kaydedilmiş, diğer iki parça da o albüm için yeni olarak stüdyoda kaydedilmiştir. Bu parçalardan ‘Reign Of Terror’ Eindhoven konserine ait albümden, diğer parça ‘Return To Serenity’ orjinaline nazaran biraz daha farklı bir formatta kaydedilmişti. Albümün kapağına gelince; çengellerle tutturulup, bu çengeller çekilerek patlayan bir surat silüeti dikkati çekmektedir. Söz konusu kapak, dünyanın en korkunç filmlerinden biri olan ‘Hell Reiser’ filminden esinlenerek hazırlanmıştır. Bu konser albümünden sonra Paul Bostaph gruptan ayrılmış ve Slayer’a geçmiştir. Yerine eski Exodus bateristi John Tempesta gelmiş ve bu yeni kadro ile ‘The Ritual’ konser turu gerçekleştirilmiştir. Turdan sonra gitarist Glen Alvelais gruptan ayrılmış ve yerine virtüöz death metal gitaristi; Death, Cancer, Disincarnate, Konkhra, Obituary gibi büyük gruplarda çalmış James Murphy gruba dahil olmuştur.
Bu yeni kadro şekillendikten sonra grup stüdyoya girmiş ve bomba gibi bir albüm ile 1994 yılında piyasaya geri dönmüştür: ”Low”… Bu albümle Testament’te büyük bir müzikal değişim görülmüştür. Önceki albümlerine nazaran son derece sert, karamsar, sıkı ve ağırdır. Özellikle ‘Dog Faced Gods’ parçası ile Death Metal örneklemesini sunmuşladır. Grup bu albümle beraber müzikal olarak tamamen farklı bir yol izlemeye başlamıştır. Skolnick ve Clemente’in olmaması, James Murphy’nin gelmesi grubun asıl istediği sert tarzı gerçekleştirebilmesinde ön ayak oldu. Albümdeki ‘Trail Of Tears’ parçası ise lirikleri ile dikkat çekmektedir. Bu parçada, beyaz adamlarca ortadan kaldırılmak istenen kızılderililerin özgürlük isteğinden ve bir özgürlük savaşının ruhundan bahsedilmektedir. Vokalist Chuck Billy’nin soyunun kızılderili olması bunu açıklar zannedersem. ’Pc’ isimli parçalarıyla ise gelişen teknolojinin günümüz dünyasına yansıttığı zararlı yönlerine parmak basmışlardır. Piyasalarca pek beğenilir gibi görülmese de, ”The Ritual” albümü nasıl en olgun albüm olarak kabul edilmişse, ”Low” albümü de en iyi albüm olarak kabul edilmiştir Testament fanlarınca. Grubun fan kitlesinin bir özelliği var. Testament fazla fana sahip olmamakla beraber, bu grubun fanları da gruba olan bağlılıkları ile bilinmektedirler. Sağlam
fan kitlesine sahip nadir gruplardan biridir Testament. Bu albüm sonrasında davulcu John Tempesta gruptan ayrılıp White Zombie’ye geçmiştir. Ve yerine Evil Dead grubundan Jon Dette gelmiştir. Tempesta’nın ayrılık gerekçesi liriklerde ona yazma hakkının verilmemesiydi. 1995 yılında grup bağlı olduğu Atlantic Records’dan ayrılmış ve kendi şirketleri Burnt Offerings’i kurmuştur. Çünkü Atlantic Records şirketi grubun daha yumuşak müzik yapmasını istiyordu. Bunu kabul etmeyen grup, nihayetinde kendi çözümünü bulmuştu. Sonrasında da aynı yılda kendilerinin finanse ettikleri live albüm “Live At The Fillmore” piyasaya sürülmüştür. Albümde 3’ü akustik olmak üzere 17 tane parça bulunmaktaydı. 1996 yılında eski albümlerin toplaması olan “The Best Of…” piyasaya sunuldu. Bu albümler sonrasında grubun üzerinde yine kara bulutlar dönmeye başlamıştı. Testament dağılma belirtileri gösteriyordu. Şirket değişikliği sonucunda James Murphy ve Jon Dette grubun geleceğinin tehlikeye atıldığını öne sürüyorlardı. James Murphy kendi solo çalışması üzerinde yoğunlaşmak istiyordu. Aynı zamanda da Jon Dette ile Greg Christian da bir grup kurmanın hazırlıkları içerisindeydiler. Bunların yanında vokalist Chuck Billy ve gitarist Eric Peterson da Machine Head’den ayrılmış olan baterist Chris Kontos’u alarak yeni bir grup kurdular. Grubun adı Dog Faced Gods’dı. James Murphy gruptan ayrılmış, kendi solo albümü üzerine çalışmaya başlamış, Greg Christian da ayrılarak kendi grubu Flangue’yu kurmuştur. Grup 1996 yılının ortalarında resmen dağılmıştı.
Ama nihayetinde Chuck Billy ve Eric Peterson 1996 yılı sonlarında yeni materyalleri hazırlamaya, geri dönmek için yeni kadroyu şekillendirmeye başladılar. Eski Death bateristi Glen Hoglan kadroya dahil olmuş, Glen Alvelais gruba dönmüş ve bass gitara da grubun başlangıcında bulunan Eric Peterson’ın kuzeni Derrick Ramirez gelmiştir. Böylelikle Testament yeniden kurulmuştur. Uzun süren bekleyişten sonra 1997 yılında kendi kendilerine finanse ettikleri yeni bir albüm piyasaya sürüldü: ”Demonic”… Bu albümle beraber bildiğimiz klasik Testament müziği tamamen tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Artık Thrash Metal devrini kapayan grup Death Metal öğeleri ile bezeli yeni müzikal yaşamına başlamıştır. ”Demonic” albümünde baştan aşağıya brutal vokal ve brutal sound kullanılmıştır. Ama bu yeni müzikal görüntü Testament fanları için daha onore edici bir durumdu. Yıllarca Metallica’yı taklit etmekle suçlanan grup, kapitalist piyasaya büyük bir tokat atmıştı. 1997 yılında yine bir Testament klasiği olmuş ve “Sign Of Chaos” toplama albümü çıkarılmıştır. Sonrasında yine bildiğimiz eleman değişiklikleri söz konusu oldu. Baterist Glen Hoglan, gruptan ayrılıp Strapping Young Lad grubuna girmiş ve yerine yine John Dette gelmiştir. Glen Alvelais ve Derrick Ramirez de gruptan ayrılarak yerlerine yine gitarda James Murphy ve bassda eski Death ve Sadus bassçısı Steve DiGiorgio gelmiştir. Sonrasında baterist John Dette yine ayrılmış ve yerine efsane baterist Dave Lombardo gelmiştir. Söz konusu efsane müzisyenlerle beraber stüdyoya kapanan grup en ekstrem albümlerinden birini 1999 yı-
lında piyasaya sürmüştür. ”The Gathering” isimli albüm özellikle kapağıyla büyük dikkat çekmiştir. Belki de en kaos albüm kapağı önümüzdeydi. Bu denli büyük müzisyenlerce oluşturulan albüm ismi üzerinde olduğu gibi gerçekten de söz konusu müzisyenlerin toplantısı niteliğindeydi. Artık Testament’in yeni müzik kalıbı oluşmuştu. Tamamıyla Death Metal kalıplarına bağlı kalarak yeni soundunu oturtmuştu. Tabi şunu da göz önüne almakta fayda var. Bu yeni haliyle grup biraz underground olmuş ve daha seçici bir kitleye hitap etmiştir. Grup piyasa amaçlı müzik yapmaktan kendisini az da olsa soyutlamıştı. Bizzat yapmak istedikleri müziği yapıyorlardı ve olumsuz eleştiri alsalar da bu onları etkilemiyordu (bu durum Siyah Beyaz okurlarına tanıdık gelmiş olabilir =)). Ama dediğim gibi, grubun her zaman arkasında olan çok sağlam fanları var ve Testament’in müzikal çizgisi bu fanları daha da gururlu kılmaktadır. Bir çok efsane olmuş grup, yumuşama yolunu seçmişken Testament sert ve zor bir yolu tercih etmiştir. Daha sonra 2000 yılında grubun üzerinde yine kara bulutlar dolaşmaya başlamıştır. James Murphy ciddi bir hastalığa yakalanmış ve grupla yollarını ayırmıştır. Onun yerine eski Vicious Rumors grubundan Steve Smyth gelmiştir. Dave Lombardo da kendi projesi üzerinde yoğunlaşmak için gruptan ayrılmış ve yerine eski Sadus bateristi Jon Allen gelmiştir. Bu yeni kadro ile The Gathering albümünün promosyonu olan “Riding The Snake” turu-
na çıkılmıştır. Bu esnada vokalist Chuck Billy’e çok az rastlanır bir kanserin teşhisi koyulmuştur. Chuck Billy bu önemli hastalığına rağmen 2001 yılında çıkarılan “First Strike Still Deadly” isimli, eski parçaların bulunduğu albümün çalışmasında yer almıştır. Bu albümde Alex Skolnick ve John Tempesta da bulunmuştur. Çünkü bu albüm Testament ismi alınmadan önce “Legacy” adıyla çıkardıkları demonun yeni versiyonuydu. Chuck’ın bu denli önemli ve ciddi hastalığına rağmen yine de çalışmalarda yer alması onun azmini, müziğe ve işine olan saygısını kanıtlamaktadır. Eski dinleyiciler çok iyi hatırlarlar. 92 yılına kadar Testament her zaman Metallica’yı taklit etmekle suçlanmıştır. Thrash Metal’in en kaliteli ve demirbaş gruplarından olan Testament gibi bir grup çeşitli alaylara maruz kalmıştır. 1994 yılında Megadeth’den Dave Mustaine, Slayer’dan Jeff Hanneman ve Anthrax’dan Scott Ian ile bir röportaj yapılıyor. Elemanlara Thrash Metal üzerine bazı sorular yöneltiliyor ve söz dönüp dolaşıp Testament’e geliyor. Testament hakkında ne düşündükleri soruluyor. Dave Mustaine şöyle diyor: ”Geçenlerde radyoyu açtım, bir parça çalıyordu ve Metallica çalıyor zannettim. Meğer Testament’miş. Ha ha ha ha…”
Scott Ian da Testament ile alay ediyor, Jeff Hanneman ise bir yorumda bulunmuyor. Tarihe bugünden baktığımızda ne görüyoruz? Bir zamanlar kapitalizminin kuklalarından bahseden, popüler müzikle dalga geçen, daima örnek hareket eden Metallica’nın şu anki durumu ortada. Kimlerin kapitalizmin kuklası olduğu ortada. Daha fazla para kazanmak için, geçmişini unutup dudağına ruj süren Lars Ulrich’in grubunun durumu ortada. Bahsettiğim bu gruplar her geçen zaman git gide yumuşarken, asıllarından uzaklaşırken, eski mükemmelliklerini mum ile aratırken Testament ne yapmıştır? Testament tam tersini yapmıştır. Daima aslına bağlı kalmış ve her geçen gün daha da sert sound ortaya koymuştur. Yıllar Testament’i eskiteceğine Testament yılları eskitmiştir.
2008 yılında geldiğimizde Testament, Alex Skolnick, Greg Christian ve Paul Bostaph’ın yeniden katıldığı kadrosuyla, geçen dokuz senenin ardından nihayet yeni albümünü yayınlar. “The Formation Of Damnation” adını taşıyan albüm, fanlardan ve bir çok önemli dergiden olumlu eleştiriler ve yüksek notlar alır. Geçen uzun yıllar Testament’i daha olgunlaştırmıştır. Gerçekten de iyi müzik kulağı olan insanlar, Testament’in 92’li yıllara kadar yaptığı müziğin Metallica ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını çok iyi kavrayabilir. Ve en önemli nokta. Testament hala gümbür gümbür müzik yapıyor, özünden dönmüyor ve geçmişine asla perde çekmiyor. O halde alkışlanması gereken grup hangisi???
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Bu okuyacağınız hikaye biraz kişiseldir. İki sene önceydi. Farklı bir grup arıyorum. Hem arkadaşlarımın kendilerine sürekli metal dinletmem üzerine illallah çekip, “Artık metal dışında birşeyler de dinle.” şeklinde dile getirdikleri itirazları :) hem de böyle sakin ama derin bir grup dinleme ihtiyacı hissetmem vesilesiyle interneti arşınlıyorum. Nereden oldu, ne için girdim bilmiyorum, Katatonia’nın internet sitesine girmiştim, o sırada grup üyelerinin profillerine bakıyordum. Anders Nyström’ün sevdiği gruplar listesinde bir isim dikkatimi çekti: Red House Painters. İlginç bir isim. Belki güzel birşeyler çıkabilirdi. Albüm edinebilecek durumda olmadığımdan sadık dost eMule’un kapısını çaldım ve Down Colorful Hill adlı albümü illegal yollardan :) edindim. İlk dinlediğim şarkı Medicine Bottle’dı. Albümdeki en pislik şarkıyı dinlediğimi nereden bileyim? Tam istediğim ayarda bir şarkı, gitar merkezli, sakin, dingin ama oldukça yoğun ve duygusal, bıkkın bir vokal, ilginç sözler, karanlık bir atmosfer... Evet, istediğim grubu sanırım bulmuştum. Neti biraz daha araştırdığımda karşıma çıkan bilgiler grubun gerçekten özel bir grup olduğunu gösteriyordu. ekşisözlük’te Red House Painters başlığı altına yazanların edebiyat yapmasına sebep vermişti resmen... Bir zamanların aktif sitelerinden rahmetli TurkRock.com’da da güzel yorumlar vardı, hatta konunun ilk mesajında yazan kişi şöyle bir tanım kullanmıştı: “bu albüm tozlu raflarımda kalmamalı, tek dinleyen ben olmamalıyım, bu güzelliği arkadaşlarımla da paylaşmalıyım.” Aynen bu şekilde hissetmiştim Medicine Bottle’ı dinlerken, Kozelek o kırılgan vokaliyle “..and like a medicine bottle, in the cabin I will keep you...” derken... Yok, ben şarkıda dediği gibi dolapta saklayamazdım bu grubu... :)
Grubu keşfettiğimden beri beğeneceğini düşündüğüm arkadaşlarıma dinlettim. Bir tanesi bile “Beğenmedim.” diyemedi çünkü içerlerde bir yerlere dokundu bu grup... Daha ilk dinleyişte bunu başaran gruplara da insanoğlu daha kolay bağlanır zaten... Nedir, kimdir peki bu Red House Painters? Hüzün icra eden bir gruptur. 1989 yılında kurulmuş, 2001 senesine kadar aktif kalmış, Mark Kozelek adlı melankolik abimizin zihnindekilerin notaya döküldüğü gruptur. Genel olarak Slowcore akımı altında anılmıştır grup, genel müzikal karakteristikleri gitar merkezli, acı dolu vokallerle desteklenmiş olduğundan... Red House Painters sakindir, dingindir ama asla yüzeysel değildir, göründüğünden çok daha derindir, duygu doludur ki hayranları için özel olmasının nedeni budur. Kozelek’in herhangi bir şarkısında bahsettiği herhangi şeyler illahaki bir döneminizde sizin için büyük anlamlar taşır. Kozelek bu grubu bir nevi günlük olarak kullanmıştır, duygularını, acılarını, umutlarını Red House Painters ismiyle bağdaştırmıştır, şairane sözler yazarak şarkılarına ayrı bir derinlik kazandırmıştır. Bazı şarkıları o kadar özeldir ki onun için, şu an dinleyemediğini bile söyler. 1992 yılında ilk resmi albümleri Down Colorful Hill’i çıkar. Kapağında sepya tonda dantel işlemeli bir örtüyle örtülmüş tek kişilik bir yatak vardır. Bir izolasyon ve ya yalnızlık mı ima edilmiştir, bilemiyorum ama emin olduğum bir nokta var ki albümde pek umut kırıntısı yoktur. Folk etkili akustik gitarların önde olduğu, yer yer derinden gelen elektro gitar seslerinin müziğe farklılık kattığı bir albümdür. 1993 senesinde grubun en beğenilen albümlerinden olan Red House Painters (Rollercoaster) çıkar. Kapak yine yalnızlık kokmaktadır, yine sepya renklerde terkedilmiş ve şu an yok olmuş durumda olan bir
lunapark tren pisti yer alır. Müzikte yeni açılımlar vardır ama gitar merkezli yapı korunmaktadır. Bu albümde yer alan çoğu şarkı önemlidir ama içlerinden bir tanesi vardır ki, birçok kişinin favori şarkılarından birisidir: Katy Song. Sakin gitar tınılarıyla insanın içini acıtır, Kozelek’in ağıtlarıyla ilerler ve o duygu dolu kapanış melodileriyle biterken dinleyiciyi de travmaya sokar.
Painters adı altında ilk defa sert ve Rock tabanlı şarkı yapıları bu albümde kullanılır. Paul McCartney şarkısı Silly Love Songs, Yes şarkısı Long Distance Runaround ve The Cars şarkısı All Mixed Up yorumları yine bu albümdedir. Grubun Vanilla Sky filminin müziklerinde kullanılması nedeniyle oldukça bilinen depresif eseri Have You Forgotten’da bu albümde yer almaktadır.
’93 yılının sonlarına doğru üçüncü albüm gelir, Red House Painters (Bridge). Önceki albüm ile aynı zamanda yazılan şarkıları içerdiğinden Rollercoaster’ın devamı gibidir, bir-iki tane de cover şarkı eklenmiştir. Bu albümde de özellikle Uncle Joe, yalnızlıktan dem vuran sözleriyle oldukça dikkat çekmiştir, hele ki Kozelek’in grup adını tasvir ettiği sözler dikkat çekicidir. “And I am not very well read,Does this say that I might lose my house?,And can you spare me of my pain?,And can you spare me of my tears?”
Grup, 1998 yılında yeni albümünü tamamlar fakat albüm plak şirketi nedeniyle hemen yayınlanamaz ve 2001 yılına kadar yayınlanma süreci ertelenir. 2001 senesinde yayınlanan Old Ramon, Songs For A Blue Guitar’daki akustik ve Rock tabanlı şarkı yapılarını sürdürür ama grubun eski albümlerine göre daha pozitif bir havaya sahip albümdür. Bu albüm ile birlikte Red House Painters defteri kapanır. Mark Kozelek, Sun Kil Moon grubunu kurarak müzik yaşantısına devam eder. Geçen sene üçüncü Sun Kil Moon albümü April çıkmıştı. Merak eden varsa kulak verebilir.
1994 senesinde Shock Me adlı EP yayınlayan grup, 1995’te Ocean Beach albümünü çıkartır ve yeniden Folk etkilerine ağırlık verir. Grubun ünlü şirket 4AD’den çıkarttığı son albüm olan Ocean Beach’i 1996 senesinde Songs For A Blue Guitar takip eder. Biraz sorunlu bir çıkış süreci yaşar albüm, 4AD ile kontrat devam etmesine rağmen şirket albümü yayınlamaya pek yanaşmaz ve grubun kontratını fesheder. Ayrıca albüm grup işinden çok Kozelek’in solo albümü gibidir. Red House
Başka bir grupla hala aktif olmasına rağmen Mark Kozelek’in Red House Painters adı altında yaptığı işler hep daha ön planda olmuş ve anılmıştır. Özellikle ilk üç albümleriyle birçok dinleyicisinin kalbinde yaralar açan ve önemli bir yer edinen grup, şu an tarih olmasına rağmen zamana direnip yeni yeni dinleyiciler de elde ediyor. Açıkçası bir Medicine Bottle, bir Katy Song, bir Have You Forgotten gibi derin eserleri yaratmış bir grup öyle kolay kolay da unutulmamalıdır.
MELİS SARILAR
SURAT-SIZ
SERSERİ GEPETTO
Yorgun ayak sesleri duyuldu önce, sonra çantasını masaya koyuşu. Bardağa çarpan viskiye hırıltılı öksürük eşlik etti. Gecenin gölgesi suratının yarısına vurmuştu. Görünce anlam veremediğimiz bir yüzdü onun yüzü… Bir duygu değil de huzursuzlukla karışık garip bir his uyandırırdı. Tekinsiz olduğunu bas bas bağırırdı suratıyla… Meymenetsiz de diyemezdiniz temiz yüzlü de. İşin gerçeği “suratsız” bir serseriydi bu adam. Mecazi anlamıyla değil suratı olmayan bir adam gibi. Hayalimdeki gölgenin daha büyük olmasını ve bu kafayı taktığım görüntüyü kapatmasını istedim. Onu dinlerken olacak şey değildi bu. Beynimde yüzlerce film sahnesi ışıldayıp kayboluyordu bu hırıltılı sesle. Söylenecek sözün olmaması ve binlerce sözün söylenmesi gereken yerdeydim. Yine ikilemdeyim. Tom Waits’in içimde yarattığı en güçlü duygu bu: İkilem.
Hayal sahnemde ben hala Tom’un yüzüne anlam vermeye çalışırken, o çoktan kuklalarını çıkarmıştı bile. Garip yontulmuş kuklalardı bunlar. Tam bir anlam veremezdiniz. Oyununa başladı. Dekor siyah beyazdı ruh gibi. Bu sahnede tek renk şuh bir kadının kırmızı rujuydu. Sahnede o kadın, ıslak bir köpek ve yüzü kirli bir çocuk vardı. Tom kaldırımda viskisiyle gözgöze sigarasıyla dizdize oturuyordu. Yosma geçti önünden, bir ıslık çaldı derinden, çarpık bir gülümseme attı, şarkı söylemeye başladı. Sesi mıknatıs gibiydi. Duyduğunuz anda kulağınızı ses nerden geliyorsa oraya yapıştırasınız ve bir daha da ordan ayırmayasınız geliyordu. O da bunun farkında olmalıydı, çünkü mıknatısını kadının üzerinde dener gibiydi. Fakat; kadın okadar küstahdı ki dönüp bakmadı bile sesin olduğu tarafa – sanırım sağır olmalıydı- yürüdü gitti. Kadının yerine kirli suratlı çocuk geldi Tom’un yanına ,köpekle birlikte.. İkisi de adamın suratını inceliyorlardı, ne yapacağı belli değil gibiydi. Adam şapkasını çıkartı selam verdi onlara sonra tozunu silkip başının üzerine koydu. Şarkısına devam etti tozlu caddelere ve yağmura bakarak. Gülümsemesi nedense hiç eksik olmuyordu, hoşnutsuzluk hissedebileceği son şey olmalıydı, memnuniyetse her zaman… Yine dalga geçiyordu Tom yine ikilemler yaşatıyordu bana bu varolmadığım sahnede… Yoruluyordum. Köpek ile çocuksa büyülü bir şeymişcesine Tom’a bakıyorlar daha bir yakınına giriyorlardı. Birden bir kahkaha çınladı, büyüdükçe büyüdü, büyüdükçe sinir bozucu olmaya başladı. Yine dalga geçiyordu Tom. Algılayamayaşımı fark etmişti ama ben yine garip bir duyguyla bağlıydım ona.
İKİLEM Hayatı anlatmak ister hep “ikilem”, insanlara göstermek ister. Varoşların o acımsı-sevimli edepsiz tadını insanlara tattırmak: Bir fahişenin ayak seslerini, onu pazarlayan adamın kahkahasını, kafası dumanlı sokak serserilerinin mırıltılarını… Bu hevesle varolmuştur “ikilem” insanlara ulaşmak için elinden geleni yapmıştır ki iyi ki ulaşmıştır amacına… 1949 doğumlu kış çocuğu arka sokakların kuklacısı olmuştur artık.
Hala gülüyordu. Elinde siyah beyazlığa bıraktığı insanlarının ipleri. Kukla gösterisi bitmişti. Yine başarmıştı doğallığıyla. TOM WAITS Thomas Alan Waits, 7 aralık 1949’da doğdu. Müziği ve sözleriyle insanları kendine bağladığını fark edince kuklacı oldu. O zamandan beri insanları ses-ipine ağlar ve onların duygularının gel-gitlerine neden olur. Bazen onları yerden yere çarpar bazense mutluluktan ağlatır. Bazı insanlar hep bu oyunda yer alırlar. Bazıları adının “Alice” olmasını ister, Tom’un bu isimde kaybolması için… PAUSE.
GÜVENÇ ŞAHİN EMRE AKPOLAT
www.vector-games.com
Korkunç enfeksiyon başlayalı 2 hafta olmuştu. Birbirleriyle ilgisiz 4 kişi tek bir ortak paydada bir araya gelmişlerdi. Bu ortak payda belki de insanoğlunun en eski ve en önemli dürtüsüydü: HAYATTA KALMAK. Şu ana kadar hayatta kalmayı başaran bu dörtlü acaba kendilerini, içinde buldukları bu zor durumdan kurtarabilecekler miydi? Yukarıda yazdıklarımız belki oyundan çok bir film özeti gibi duruyor olabilir ama zaten L4D de bunun üzerine kurulu bir oyun. Küçüklüğümüzden beri severek ve çoğu zaman da korkarak izlediğimiz zombi filmlerinden ve bu filmlerde bulunan hayatta kalma savaşından ilham alan bir oyun L4D. Oyun “steam” üzerinden şu anda 49.99$ a satılmakta. Oyunun PC versiyonunun geliştiricisi Half-Life’ın da geliştiricisi olan Valve. XBOX 360 versiyonu ise Certain Affinity oyun studyosu tarafından geliştirilmiş. Source oyun motorunu kullanan L4D kullandığı bu pahalı ve güçlü oyun motorunun hakkını hem grafikler hem de ortamlar ile son derece iyi bir şekilde veriyor.
Oyun ve Oynanış Oyun 4 farklı senaryo üzerinden birini seçerek ve buna bağlı olarak ilerleyen haritalardan oluşuyor. Bu 4 farklı senaryonun en önemli ortak noktası ise siz, yani hayatta kalmaya çalışan bir grup çaresiz savaşçısınız. Her bölüm başında kahramanlarımız Francis, Bill, Zoey ve Louis çaresiz ve sıkışmış bir şekilde bulundukları ortamdan kaçmaya ve istiladan kurtulmaya çalışıyorlar. Daha önce de söylediğimiz gibi oyunda 4 farklı senaryo mevcut. Bunlar No Mercy, Death Toll, Dead Air, Blood Harvest. Her bölümde farklı bir şekilde ortamdan kurtarılıyorsunuz. Oyun steam üzerinden multiplayer ya da sinlge player olarak 2 farklı şekilde oynanabiliyor. Sinema filmi tadındaki bölümlerden dolayı oyunu mutlaka 4 kişilik bir grup ile ve aynı karakterlerle oynamak zorundasınız. Bu yüzden single playerda ya da multiplayerda eksik oyuncu varken yapay zeka diğer karakterleri kontrol ediyor. Bu noktada oyunun oldukça iyi bir yapay zekaya sahip olduğunu söylemekte yarar var. Senaryoları tek bir grup olarak zombilerle savaşarak oy-
nayabildiğiniz gibi 2 takım karşılıklı(versus) olarak da oynayabiliyorsunuz. Bu oyun modunda bir takım insan karakterler olarak oynarken diğer grup ise onları durdurmaya çalışan zombiler olarak oynuyor. Bu noktada oyundaki zombilerin başka film ve oyunlarda gördüğümüz, yavaş yavaş hareket edip yardım istercesine inleyen aciz zombilerden oldukça farklı olduğunu belirtmek gerek. Oyunda en sık karşılaşacağınız çeşit sizi linç etmeye çalışırcasına grup halinde saldıran güçsüz zombiler. Bu zombiler her zaman yapay zeka tarafından kontrol ediliyor. Karşılıklı(versus) oyun modunda oyuncuların oynayabildiği zombilerse çeşitli özel güçlere sahipler. Hunter isimli çeşit uzun mesafeleri zıplayarak katedebilmekte ve oyuncuları yerde etkisiz hale getirerek saldırmakta. Smoker
olursak bölümlerin farklı yerlerinde bulacağınız makinalı tüfek, pompalı tüfek, dürbünlü tüfek gibi silah çeşitleri mevcut. Bunlara ek olarak zombilere el bombası ya da molotof kokteyli atarak ortamı biraz daha aydınlık bir hale getirebilirsiniz. Grafikler Grafikler oyunda film atmosferinin yakalanmasına oldukça katkı sağlıyor. İçinde dolaştığınız terk edilmiş binalar, el fenerinizin oluşturduğu gölgeler, zombilerin iğrenç görsel efektleri... Hepsi bir araya gelince ister istemez kendizi kaptırıyorsunuz. Gerçek zamanlı ışıklandırma ve gölgeler gibi bazı özellikleri kapattığınızda oyunun düşük sayılabilecek bir sistemde bile sorunsuz çalışması da oldukça hoş. Ses-müzik Oyunda sesler Valve’den bekleyeceğiniz kalitede ve kesinlikle oynanışın bir parçası ola-
isimli zombilerse uzaktan dillerini kullanarak insanları kendilerine doğru çekip etkisiz hale getirme yeteneğine sahip. Boomer isimli çeşitse belki de aralarında en ilgi çekici olanı. Boomer’ın silahı kusmuğu. Kusarak oyuncuların görüş yeteneğini kısıtladığınız gibi onları güçsüz zombiler için çok daha çekici bir hedef haline getiriyorsunuz. Oyuncular tarafından oynanabilen son zombi çeşidiyse Tank. Bu çeşit oldukça güçlü ve öldürmesi zor bir canavar. Ortamdaki nesneleri silah olarak kullanabildiği gibi elleri boşken de oldukça tehlikeli. Böylesi farklı özellikleri olan zombilerle oynarken takım çalışması son derece önemli bir hal alıyor. İnsanlar için kolay birer hedef olmamak için saldırılarınızı sizin ve takım arkadaşlarınızın özelliklerine göre planlamalısınız. İnsan takımına geri dönecek
rak karşımıza çıkıyor. Ne tip zombilerle karşılaşmak üzere olduğunuzu uzaktan gelen seslerden anlayabiliyorsunuz. Takım arkadaşlarınızın oyuncu kontrolü dışında kurduğu cümlelerden de onların durumu hakkında bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Müzikler de benzer şekilde durumun vahametine göre devreye girip gerilime katkıda bulunmakta. Sonuç Sonuç olarak Valve defalarca kullanılmış bir temayla kaşımıza çıkıyor olmasına rağmen oyun tasarımıyla dikkati çeken, son derece eğlenceli ve sürükleyici bir oyun yapmış. Bölüm sayısının azlığı dışında oyunda olumsuz olarak değerlendirilebilcek pek birşey yok. Çoklu oyunculu oyunlarla aranız iyi değilse ya da fırsatınız olmadıysa bu oyun kesinlikle iyi bir başlangıç olacaktır. Bu tip oyunlarla içli dışlıysanız da çizgi dışı özellikleriyle sizin de eğlenceli saatler geçirmenizi sağlayacaktır.
EGEMEN LİMONCUOĞLU
Dile kolay tam kırk yıl olmuş rock dünyası “fareli köyün deli kavalcısı” ile tanışalı. Ian Anderson yönetimindeki Jethro Tull, 40. yaşını geçtiğimiz yıl kutladı...
Bir yandan Amerika’nın San Francisco merkezli epey uzun bir aşk yazı yaşadığı, özgürlüklüklerine düşkün koca bir kuşağın hem politik hem de sanatsal alanda ağırlığını hissettirdiği, bir yandan da İngiliz rock gruplarının birbiri ardına albümler çıkarttığı, yepyeni sesler ve şarkı formları keşfederek rock müziğin sınırlarını belirlediği 60’ların ikinci yarısında, kuzey Londra’da kurulur Jethro Tull. İsimlerini menajerlerinin önerisiyle İngiliz ziraatçi Bay Jethro Tull’dan alan grup, dönemin gözde klübü Marquee’de sahne almaları, ve İngilitere’nin en önemli radyo Dj’i John Peel’in verdiği destek sayesinde ilk albümleri This Was’ı 1968’de piyasaya sürer. Gördükleri ilginin verdiği cesaretle ikinci albüm, Stand Up, yayınlanır. Artık şu anda markalaşmış, kendilerine özgü sounda doğru hızlı bir geçiş yaparlar Stand Up ile. Bunun en önemli nedeni Ian Anderson’ın Mick Abrahams yerine gruba Martin Barre’yi dahil etmesi olur. Barre, Anderson’un
kafasındaki eklektik rock güzergahının gereklerine gayet kolay uyum sağlar gitar çalış tarzıyla. 1970 yılı grubun başarısını okyanusun diğer yakasında da tescil ettirdiği albüm Aqualung’u getirir beraberinde. Ardından peşpeşe yayınlanan iki konsept albüm, Thick As A Brick ve A Passion Play, altın çağını yaşayan progresif rock türünün de en önemli yapıtları arasında anılır. 70’lerin ikinci yarısında Punk’ın bir anda tüm genel geçer kuralları yerle bir etmesi, pek çok klasik rock grubu gibi Jethro Tull’ın da başını epey bir ağrıtır. Neyse ki ’76 ruhuna gönderme yaptıkları Too Old To Rock And Roll: Too Young To Die albümleriyle bu krizi aşmayı becerirler. 80’lerle birlikte teknolojinin nimetlerinden faydalanmaya başlayan grup, Under Wraps gibi pek kimseye beğendiremedikleri bir uzunçalarla kariyerlerinin en dibe yakın zamanlarını yaşarlar. Grammy ödüllerinin imdatlarına yetişmesiyle üzerlerindeki ölü toprakğını silkeleyen grup, peşpeşe iki albümle, Crest Of A Knave ve Rock Island ile, derin bir nefes alır ve tekrar en gözde rock gruplarından biri olarak rüştünü ispat eder. 90’ları çok da parlak geçir(e)meyen grup, yine de her zaman kendilerine sıkı sıkıya bağlı bir dinleyici kitlesinin ilgi ve alakasına mazhar olmayı bugüne kadar başarır. Ian Anderson ve Martin Barre’nin neredeyse 40 yıldır var olan uyumlu müzikal birlikteliği, kimsenin rock müzikte yeri olduğuna pek ihtimal vermediği enstrumanları (özellikle alameti farikaları flüt gibi) ve şarkı formlarını kullanmaktan çekinmemeleri ve tabi ki her daim sahne performanslarının güçlü enerjisiyle “rock tarihinin güzide grupları” el kitabının önemli maddelerinden birini oluşturuyor Jethro Tull…
6 Albümde Jethro Tull
Meraklıları tüm bir külliyatlarıyla ilgileniyordur nasıl olsa diyerek grubu yeni tanıyacak olanlar için, Ian Anderson’un ağzından Jethro Tull’ı 40 yıldır rock dünyasının en önemli gruplarından biri yapan 6 albümü dinliyoruz.
Stand Up (1969) “Martin Barre ile yaptığımız ilk albüm. Blues’dan progresif rock sulara açılmamızı simgeledeği için bir anlamda gayet önemli bir albüm. Geniş ve eklektik bir yapısı olan, bana sanki bizden başka hiç kimsenin yazıp bir araya getiremeyeceği şarkılardan oluşuyor gibi gelen bir albüm. O zamanlar kimsenin denemediği şeyleri denemiş olmaktan ve sonuçta işin içinden alnımızın akıyla çıkabilmekten dolayı bugün bile hala gurur duyuyorum Stand Up’la.”
Aqualung (1970) “Artık kendime bir besteci ve gitarist olarak güven duymaya başladığım günlere denk geliyor Aqualung. Dini konuları müziğimize dahil etmeyi göze aldığımız ilk albüm aynı zamanda. Basit pop rock şarkıları için böylesi konulardan bahsedebilmek o yıllar için yapılabilen bir şeydi. Aqualung, sanıldığı gibi konsept bir albüm değil. Eşimin Londra’da çektiği bir evsizin fo-
tografından esinlenerek, bir anlamda o insanlar için duyduğum suçluluk duygusunu yansıtan bir teması var albümün ve aynı adı taşıyan şarkımızın. Hatırladığım kadarıyla iki turne arasında, çok sınırlı bir sürede kayıtları yapmak zorunda kalmıştık. Albümün bugün hala en ilgi çeken şarkısı Locomotive Breath’in kayıtlarını şarkının ihtiyaç duyduğu tüm o canlı çalınıyormuş hissiyatına rağmen, her birimiz kendi partisyonlarını ayrı zamanlarda stüdyoya girerek kaydetmek zorunda kalmıştık. Neyse ki aldığımız sonuç gayet iyi oldu.”
Thick As A Brick (1972) “Dedik ki madem herkes Aqualung’u konsept bir albüm sandı, dinleyicilerin istediklerini verelim ve bir konsept albüm yapalım. Gayet mutlu ve mesut bir ruh haline sahip Thick As A Brick (ingiliz argosunda kalın kafalı anlamına geliyormuş bu deyim-E.N.). Gerald Bostock adlı 12 yaşında bir çocuğun ağzından anlatılıyor tüm hikaye. Bu yüzden şarkı sözlerinde Monthy Python tarzı saf bir İngiliz espiri anlayışı da mevcut. İki hafta boyunca her gün saatlerce prova yaptıktan sonra stüdyoya girmiş, on günde de tüm kayıtları bitirmiştik. Tamamlanması epey kolay bir albüm olmuştu bizim için, elimizde çok sağlam materyaller vardı, tek yapılması gereken bunları bir an evvel kayda alabilmekti.”
War Child (1974) “Bungle In The Jungle, bu albümde öne çıkan şarkı olmuştu. Fransa’da yarıda bıraktığımız projeye tekrar start vermemizi de bu şarkı sağlamıştı. Şimdi dönüp baktığımda düşünüyorum da Jethro Tull için epey garip ve alışılmadık bir havası varmış Bungle In The Jungle’nin. Kariyerimizde pek az şarkı bu tip ticari rock şarkısı formatına uygundur. Açıkçası bu konuda çok da iyi olduğumuzu düşünmüyorum. Ama “Bungle” bizi bile şaşırtacak kadar güzel sonuç vermişti. Jethro Tull’u Jethro Tull yapan tüm o bize özgü muhteviyata sahip bir şarkı olmasına rağmen biraz fazla düz bir yapıya sahip. Altına deri pantolonunu çekmiş bir Jethro Tull şarkısı da diyebiliriz kendisine!”
Too Old To Rock And Roll, Too Young To Die (1976) “Jethro Tull olarak ilk yola çıktığımızda, o zamanın İngiliz blues rock patlamasının etiğine uygun olarak, liste başarıları yakalayan ticari pop şarkılarına ve onlarla alakalı hemen herşeye tüm benliğimizle karşıydık. Bu bakımdan bir nevi dönemimizin punkları bizlerdik. Oysa altı yedi yıl sonra müzikte “yine” yeni bir dönem baş göstermiş, ve progresif ve sanat tarafı ağır basan rocka karşı, saldırgan, basit ve nihilist bir müzik ortaya çıkmıştı. Punk hareketi İngiltere’yi sardığında onlarda aynen bizim vakti zamanında yaptığımız gibi kendi zamanlarının genel geçer müzikal doğ-
rularına baş kaldırmışlardı. Bu tema Too Old To Rock and Roll’un da esas derdiydi. Yaşını başını almış asi bir rock’n roll müzisyeninin, kariyerinin yeni nesil müzisyenler tarafından nasıl tarumar edildiğini anlatmaya çalıştık bu uzunçalarda. Punk hareketine karşı direkt bir tavır sergilemek yerine pop müziğin sürekli yeni bir trend yaratan döngüsel yapısına gönderme yapmak istemiştik. Lakin bazı eleştirmenler ve müzik dergileri bu albümü bahsi geçen yeni punk jenerasyonuyla iyi geçinmeye çalışma çabamız olarak değerlendirmiş bizi tefe koymuştu.”
Crest Of A Knave (1987) “Uzun bir süre ardından Amerika’da başarıya ulaştığımız ilk albüm. En iyi Heavy Metal/ Rock Albümü dalında Grammy bile almıştık. Oysa bana göre üç çok iyi ama aynı zamanda çok da ticari, radyo hiti olmaya muktedir şarkıya sahip eli yüzü düzgün bir Jethro Tull albümü Crest Of A Knave. Steel Monkey gibi bizim için epey farklı tınlayan bir şarkıyla müthiş bir liste başarısı yakalamıştık. Halbuki kullandığımız “sampling” teknolojisi yüzünden kendi kemik dinleyici kitlemiz şarkıdan pek de haz etmemişti. Belki de pek haksız sayılmazlar, şarkıda flüt bile yoktu! Neyse ki diğer 45’likler Budapest ve Farm On The Freeway bize özgü numaraları daha çok ihtiva eden şarkılardı. Her ne kadar Budapest’te fena halde bir Elton John bestesiymiş gibi tınlayan bölümler olsa da!”