At The Heart Of Winter Selamlar, Siyah Beyaz’a start verirken, sıradan bir webzine veya sıradan bir dergi olmaması hedefimizdi. Yeni ve orijinal fikirler ortaya koymayı amaçlıyorduk. Geçtiğimiz ay bu fikirler çerçevesinde beklediğimiz oldu ve Siyah Beyaz artk onbinlerle ifade edilen okur sayısıyla Türkiye’nin en geniş kitleye ulaşan müzik dergilerinden biri haline geldi. Ayrıca online yayın platforumuz issuu. com’da da bugüne değin yayınlanan tüm dergiler ve tüm Türkçe yayınlar arasında en çok okunan yayın haline geldik. Aksiyon filmlerinden replik çalarak “bunu en kısa zamanda tekrar yapmalıyız” dedik. :) İlginiz için çok teşekkürler. Geçtiğimiz ay sözünü ettiğimiz Lizzy Borden konser haberi, geniş çaplı bir festival olarak duyuruldu ancak festivalde sahne alacağı afişlerle duyurulan Children Of Bodom, dergimize yolladığı mesajda böyle bir konserin kendi programlarında yer almadığını bildirdi. Yine afişlerde yer alan Sepultura ise organizasyondan teklif geldiğini ancak anlaşma şartları sağlanmadığı için festivalde yer almayacaklarını açıkladı. Ben bu yazıyı yazarken Lizzy Borden’ın resmi MySpace sayfasında konserin duyurusu halen yayındaydı ancak Exodus’un MySpace sayfasındaki duyuru kaldırılmıştı. Biletix’de de bu organizasyona dair herhangi bir duyuru ya da satış yok henüz. Bu festivalle ilgili internette farklı afişler dolaşıyor olması ve
bu afişlerden hangisinin resmi olduğuna dair organizasyon tarafından bir açıklama yapılmaması, daha doğrusu organizasyon tarafından elle tutulur hiç bir açıklama yapılmaması da ilginç. Geçtiğimiz ay tamamen benden kaynaklanan bir dizgi hatasından dolayı Atilla Çelik imzalı Great White yazısı güme gitmiş. Biz de yayına girdikten sonra fark ettiğimizden değiştirme imkanımız olmadı. Ancak aynı yazıyı doğru haliyle bu sayımızda yayınlıyor, bu karışıklıktan dolayı sizlerden özür diliyoruz. Aralık ayında gösterime giren “The Day The Earth Stood Still” filmini sanırım duymuşsunuzdur. Orijinal 1959 tarihli olan ve sinema tarihinde kilometre taşı sayılan bir takım filmlerde de atıfta bulunulan bu başyapıtın yeniden çevrimi de en az eskisi kadar etkileyici olmuş. Başrolde Keanu Reeves’in yer aldığı bu harika filmi ısrarla öneriyorum. Ankara sert müzik tayfasının değerli adamlarından Evren “Dushunter” Cihan’ı geçen yaz kaybetmiştik. Şahsen de yakından tanıdığım Evren’i geçtiğimiz günlerde ailesi ve yakın arkadaşları olarak bir araya gelip andık. Huzur içinde yatsın. 2009’un 2008’i aratmaması dileğiyle, mutlu yıllar... Selim Varışlı
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI selimvarisli@gmail.com :: YAZARLAR ::
ATİLLA ÇELİK, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DAMLA ÖZDEMİR, DENİZ ERATAK, DERYA OKUMUŞ, EMRE DEDEKARGINOĞLU, ERDEM YABAŞ, FATİH KANIK, GAMZE YILMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN, HAKAN KAHRAMAN, MELİS SARILAR, TANSU ÖZMEN, TUNCAY AKTÜRK :: FOTOĞRAF ::
DERYA ENGİN :: www.myspace.com/shae666 SERHAT HOŞGÜL :: www.serhathosgul.net TUNCAY AKTÜRK :: juliangraves.deviantart.com :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
TUNCAY AKTÜRK
Epeydir Myspace aleminde tozu dumana katan Panic! At The Disco’yu 2009 öncesinde yakalama fırsatı bulduk. Gitaristleri Ryan Ross bize PATD cephesinde olanları içtenlikle anlattı. İşte ayrıntılar…
Tuncay Aktürk: Merhaba Ryan, nasıl gidiyor yaşam? Ryan Ross: Teşekkür ederim biraz koşturmaca var burada, onun dışında her şey güzel gibi.
oldu ki bu da bizi ABD’de listelerde 2. sıraya kadar yükseltti. Elbette PATD’nin geçirdiği değişimden rahatsız olan insanlar da oldukça fazlaydı.
T: Son albümünüz “Pretty. Odd.” bu yılın başında piyasaya sürüldü, 2008’i de hali hazırda noktaladığımız şu günlerde bize bu yıl hakkında ufak bir değerlendirme yapabilir misin? R: “Pretty. Odd.” tüm dinleyicilerimiz için beklenmedik bir albüm oldu. Duymaya alışık oldukları Panic! At The Disco şarkılarından tamamen farklı bir sound yakaladık. İlk albümümüz “A Fever You Can’t Sweat Out” biraz daha genç işiydi, albümü kaydettiğimizde hepimiz gençtik. Albüm piyasaya çıktıktan sonra dünya çapında epey bir başarı yakaladı. Artık o eski “emo” günlerimiz geride kaldı, hepimiz 20’li yaşlarına gelmiş yetişkinleriz. Bu arada grubu veya kendimi kesinlikle “emo” olarak etiketlemiyor olsam da insanlar böyle olduğuna inanmış durumda. Yeni albümümüz “Pretty. Odd.” ise 60’lı yıllardaki “The Beatles” gibi tınlıyor. Birçok insan albümden memnun
T: Ama şu anda, satışları yok sayarsak, geriye yaslanıp otururken elde ettiğiniz sonuçtan memnunsun dimi? R: Albümü kaydederken iyi sonuçlardan çok kötü sonuçlar alacağımızı biliyorduk. Gün geçtikçe insanlar albüme alışıp sevdiler. Ama sonuçta hepimiz büyüyoruz, dinleyicilerimiz de bizimle birlikte büyüyor. Bana kalırsa tüm bu değişikliği algılayabiliyorlar, o yüzden albümü benimsediklerini düşünüyorum. Sonuç olarak ben çıkardığımız işten memnunum ve karşılığını da aldığımızı düşünüyorum. T: Büyüdüğünüzden ve grubun bir anlamda evrim geçirdiğinden bahsettin, buna istinaden bir sonraki albümde tamamen farklı bir PATD duyabilir miyiz? R: Yeni albüm için çalışmaya şimdiden başladık. Bir aksilik çıkmazsa 2009 Sonbaharı gibi raflardaki yerini
alacak ve şunu söyleyebilirim ki daha önceden hiç duymadığınız bir PATD albümünü dinleme fırsatı yakalayacaksınız. T: O vakit sevenleriniz yeni bir değişim için şimdiden kendilerini hazırlamalılar. R: Her yeni albümle, daha da fazla hazırlıklı olmalılar. T: Peki “Live In Chicago” Dvd’sine gelen tepkiler nasıldı? R: İnsanların sevdiğini düşüyorum. 2006 yılında çıkardığımız “Live In Denver” Dvd’sinden sonra insanlar yeni bir görüntülü materyal bekliyorlardı. “Live In Chicago” ile de bu beklentiye bir şekilde cevap verdik. T: Buradan yola çıkarsak, bir diğer “Fueled By Ramen” grubu olan Fall Out Boy ile gerçekleştirdiğiniz turun başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz? R: Fall Out Boy ile daha önceden “The Decaydance Fest Tour” vesilesiyle de birlikte çalmıştık. “Honda Civic Tour”da bize ayrıca Motion City Soundtrack, Phantom Planet ve The Hush Sound eşlik etti. Bu yılın sonlarına doğru ise “Rockband Live Tour” kapsamında Plain White T’s, Dashboard Confessional ve The Cab ile sahneyi paylaşma şansı yakaladık. Böyle başarılı gruplarla beraber çalıyor olmak bizi her daim mutlu etmekte. T: Madem bu kadar eğlenmektesiniz, 2008’de PATD ile geçirdiğin en komik anı bizimle paylaşmanda da bir sakınca yoktur di mi? R: Bu çok zor bir soru oldu işte. Çok fazla güzel anım var. Düşünmem lazım(biraz zaman geçer), evet buldum. Brendon’la beraber bir televizyon için röportaj yapacaktık, Pete Wentz ile ilgili bir soru sordular, ben de donup kaldım. Etrafımdaki herkes birden kahkahalara boğuldu ancak ben sakinliğimi koruyup gülmemeye çalışarak ciddi cevaplar vermeyi denemiştim ve bunu yaparken de oldukça iyiydim. T: İşin aslını bildiğim için bana da pek gülünç geldi ama muhtemelen okuyucularımız Pete’yi tanımıyor olacaklardır, bize Pete’yi biraz anlatır mısın? R: Pete Wentz, Fall Out Boy’un efsanevi basçısıdır, kendisi ayrıca bizim patronumuz. Decaydance adlı firmamızın da sahibi olmakla beraber Ashlee Simpson’la evli ve yakın zamanda bir oğlu oldu. Ayrıca Pete ile de hiç çıkmadım(arada gülüşmeler), insanlar dedikodulara inanmakta özgürler tabi. T: Az önce yeni albümden bahsediyorduk ve şimdiden başladığınızı söyledin çalışmaya. Nasıl olacağı konusunda ufak bir ipucu vererek merakımızı dindirecek misin? R:Elbette ki vermeyeceğim, bekleyin ve görün diyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki herkesin sevebileceği bir albüm olacak.
T: Bildiğim kadarıyla iki demo çıkardınız ardından “Fueled By Ramen” ile anlaştınız ardından “bammm” bir anda dünyanın tanıdığı bir grup oluverip çıktınız. PATD olarak müziğinizin dışında nasıl bir yol izlediniz? R: Hiçbir şey yapmadık öyle özel olarak. 2. demomuzu kaydettiğimiz sıralarda bir arkadaşımız bizim için Myspace profili açıp şarkılarımızı yüklemişti. Pete, Myspace vasıtasıyla bizi dinleme fırsatı bulmuş. Bunun üzerine Vegas’a gelip bizi canlı izledi. Duyduğu ve gördüğü şeyden memnundu ve anlaşmayı yaptık. Ayrıca kesinlikle Pete için soyunmadım. Honda Civic Tour’da Pete bir röportajda şaka yollu böyle bir şey söylemiş, hala adımı temize çıkarmaya uğraşıyorum. T: Teşekkürler açıklama için(karşılıklı gülüşmeler). Tekrar müziğe dönecek olursak şarkılarınızı nasıl oluşturduğunuzu merak ediyorum. R: İlk albüm için tüm şarkı sözlerini ben yazmıştım ama yeni albüm için hem besteleri hem de sözleri beraber yazdık. İlk defa Brendon dışında biz de geri vokal olarak da olsa şarkı söyleme şansını yakaladık yeni albümde.
“Pretty. Odd.” 60’lı yıllardaki The Beatles gibi tınlıyor...
T: Sahnede de cover çalmaktan hoşlanıyorsunuz sanırım, özellikle Radiohead’den Karma Police coverınızı gerçekten sevdim. Hatta orijinal halinden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Sahnede en çok severek çaldığın cover hangisi? R: Teşekkürler, şu anda The Zutons’dan Valerie’yi çalmaktan gerçekten büyük zevk alıyorum. Brendon’ın sesi de şarkıya mükemmel uyuyor. Vokalistimiz olduğu için söylemiyorum ama gerçekten çok güzel bir sese sahip. T: Peki Ryan Ross şu anda neler dinlemekte, hani bize önereceği birkaç grup var mıdır? R: Ruh halime göre değişik şeyler dinliyorum. İlla birkaç isim istiyorsan; The Beatles, The Turtles, The Zutons, Third Eye Blind, Fall Out Boy, The Cab, The Hush Sound, The Academy Is dinlediğimi söyleyebilirim. T: The Beatles demişken, müziğiniz üzerindeki etkisi tartışılmaz. Ama benim asıl merak ettiğim favori The Beatles şarkının hangisi olduğu? R:Şimdiye dek sorduğun en zor soru buydu kesinlikle. Favorim yok, çünkü neredeyse hepsini seviyorum. T: Biraz kolaylaştıralım o zaman soruyu, şu anki ruh haline uyan en sevdiğin üç The Beatles parçası hangileri? R: Strawberry Fields, The Birthday Song ve Eleanor Rigby.
T: Hazır böyle anket gibi sorulara geçmişken seninle ufak bir oyun oynayalım istedim. Oyunumuzun adı “Veya Oyunu”. Kısaca kuralları anlatayım; sana iki kelime, özel isim veya olgu söyleyeceğim sen bunlardan birisini seçeceksin ve neden seçtiğini bizimle paylaşacaksın. R: Elbette, hadi başlayalım. T: O zaman ilk sorun geliyor: “Northern Downpour” veya “But It’s Better If You Do”? R: “Northern Downpour”, çünkü kalbimde hissettiğim her duyguyla yazdığım bir parça o. Şu anda yaşadığımız durumu birebir anlatmakta. Ayrıca en sevdiğim PATD şarkısı. T: Ben de sana en sevdiğin PATD şarkısını soracaktım, arada kaynadı gitti. Günümü kurtardın. R: (Gülüyor) Her zaman. T: Sıradaki sorumuz, Muse veya Starsailor? R: Kahretsin dostum, ikisini de ölesiye seviyorum. Seçmesi çok zor olsa da Starsailor diyeceğim, şarkılarında bir sürü anımı bulabiliyorum. T: Vegas veya Vegas dışındaki herhangi bir yer? R: Elbette Vegas, buradan başka bir yerde yaşabileceğimi düşünemiyorum.
T: Sims 2 Pets veya Sims 2 University? R: Sims 2 Prison Break(gülüyor), Sims 2 University tabi ki. Sadece diğerinden daha iyi. T: O zaman Prison Break veya Heroes? R: Prison Break elbette, çok daha eğlenceli geliyor bana. T: Micheal Scofield veya Lincoln Burrows? R: Ah hayır, Micheal’ı seçeceğim. Esas adam hala o. T: A Fever You Can’t Swear Out veya Pretty. Odd.? R: Pretty.Odd. içindeki şarkıları daha çok seviyorum. T: John Lennon veya Paul McCartney? R: John efsane ama McCartney yaşayan bir efsane, o yüzden oyum Sör McCartney’e gidiyor. T: “Veya Oyunu” burada bitse de eğlenceli ve bir o kadar düşündürücü sorularım henüz bitmedi. Yepyeni bir grup kurma şansın olsaydı ve dünyadaki herhangi bir müzisyeni seçme şansın olsaydı, hangi müzisyenleri seçerdin grubun için? R: Brendon’ı vokale, Spencer’ı davula, Jon’u da bass gitara alırdım. Onları başkalarıyla değiştirmeyi düşünemiyorum bile.
T: Oyun bozanlık yapmak yok, kendi grup arkadaşın dışında birilerini seçmelisin. R:Yine zor soru oldu ama. Neyse vokale Alex Deleon(The Cab)’u, Pete Wentz(Fall Out Boy)’i bass gitara, Alex Johnson(The Cab)’ı da davula alırdım. T: Şimdi bir de bu gruba isim bulmalısın. R: Boy Panics In The Cab olmalı grubun adı. T: Güzel bir isim oldu. Hazır grup ismi de demişken Panic! At The Disco adı nereden gelmekte? R: Grubun ismini “Panic” isimli bir şarkıdan almıştık sözleri şöyleydi: “Panic at the disco. Sat back and took it so slow. Are you nervous? Are you shaking? Save compliments to praise compilations.” T: Sırada dergimizin klişe sorusu var. Dünyaya bir albüm olarak gelecek olsaydın hangi albüm olmak isterdin? R: Kesinlikle The Beatles’dan “A Hard Day’s Night”. T: Röportajı artık noktalamak üzereyiz, söylemek istediğin son sözler nelerdir? R: Fall Out Boy’un yeni albümü “Folie A Deux” piyasada bulunabilir. Bir göz atın derim, bizden çok daha iyi iş çıkardılar. PATD dinleyicilerine sonsuz teşekkürler verdikleri destek için. Röportaj için de ayrıca teşekkür ederim.
DENİZ ERATAK
Grup 1983 yılında, Anthony Kiedis, Hillel Slovak, Jack Irons, ve Michael Flea Balzary tarafından kuruldu. Liseden arkadaş olan grup üyeleri, muhtemelen o dönemler bir gün dünyanın en pahalı, en başarılı ve en sansasyonel gruplarından birisi olacaklarından haberleri yoktu. O dönemin nispeten sert müzik yapan grubu, biraz baskı ile ilk albümü Kiedis ve Flea’nın karşı çıkmasına rağmen daha popülaritesi olan ve grubun tarzından biraz uzak bir şekilde çıkardılar. 1984 yılında çıkardıkları ilk albümde ilk dinlediğimde tüylerimi diken diken eden “true man don’t kill coyotes” şarkısını cidden kötü ama komik olarak nitelendirebilirim. İzlemediyseniz klipini de izlemenizi şiddetle tavsiye ederim, dünya müzik tarihine geçecek kadar ilginç bir klip. Dürüst olmak gerekirse o albümün diğer şarkılarını da hiç dinlemedim İlk çıkış için 1984 yılı grup için oldukça verimli geçmişti ki 1985 yılında “Freaky Styley” adlı ikinci albüm hemen yola çıktı. Bu albüm biraz daha punk ağırlıklı bir albümdü ancak beğeni kazanmadı. 1986 yılında grubun davulcusu Cliff Martinez gruptan bir şekilde ayrıldı (atıldığı da söylenir). Başarısız bir albümden sonra grup çalışmalarına son sürat devam etti ve yine punk ağırlıklı albümü “The Uplift Mofo Party Plan” 1987 sonlarına doğru çıkıp sonunda listelerde de yerini almıştır. Bu albüm Red Hot Chili Peppers grubunun ilk ciddi başarısı
da denebilir. Bu dönemlerde grubun, en büyük sorunu grup elemanlarının uyuşturucu bağımlısı olmasıydı ve bu durum kötü sonucunu göstererek 1988 yılının haziran ayında grubun İsrailli gitaristi Hillel Slovak 26 yaşında hayatını kaybetti. Grubun o dönem diğer uyuşturucu bağımlısı Anthony Kiedis, Slovak’ın ölümünden sorumlu tutulmuş ve cenaze törenine bile gitmemişti. Bu kötü olay sonucunda grubun davulcusu Jack Irons, arkadaşlarının öldüğü bir grubun parçası olmak istemediğini belirterek, gruptan ayrıldı. 1989 yılında grup gitaristini ve davulcusunu kaybetmişti, grubun basçısı Flea ve vokal Kiedis; benim bütün çalışmalarını hayranlıkla izlediğim John Frusciante’yi gitarist olarak aldılar ve çeşitli davulcuları denedikten sonra grubun şimdiki davulcusu Chad Smith ile anlaştılar. Grup o dönem bugünkü şeklini aldı. Bu şekliyle Mother’s Milk albümünü çıkaran grup sonunda Amerika listelerinde 50nci sıralara kadar yükseldi.
Artık Red Hot Chili Peppers tanınan bir gruptu. Bu albümde grup; ölen gitarist Slovak’a “Knock Me Down” parçasını ithaf etmiştir. Tabi ki Slovak’ın ölümü Anthony Kiedis’in hayatında büyük bir yara olmakla beraber kendi kurtuluşu da olmuştur. Red Hot Chili Peppers, nerdeyse her sene bir albüm çıkardı, üretkenliği devam eden grup başarılı çalışmalarının ardından 1990 yılında, 6 ay içerisinde yeni albüm için çalışmaya başladı. Bu süreçte aynı evde kalan Kiedis, Frusciante ve Flea, çalışmalarını kısa sürede tamamladılar. Sonunda 1991 yılında Red Hot Chili Peppers o güne kadar en başarılı albümleri olan “Blood Sugar Sex Magik” i çıkardı . Bu albüm sonrasında “Give It Away” singleları da grubu bir Gramy ödülü ile şahlandırdı. Albümün diğer muhteşem şarkısı “Under the Bridge”, listelerde ikinci sıraya kadar çıktı. Artık Red Hot Chili Peppers dünyanın beğendiği oldukça başarılı bir grup haline gelmişti. Bu albüm
dünyaca ünlü müzik dergisi Rolling Stones’un tüm zamanların en muhteşem albüm listesinde 310ncu oldu ve Amerika listelerinde albüm satışı olarak ikinci sıraya yükseldi. Bu başarı arkasında grup içerisindeki klasik sorunlar baş gösterdi. Bu defa Frusciante uyuşturucunun pençesine düştü, grup o dönem şimdiki şeklini almış olsa da muhteşem gitarist John Frusciante’nin uyuşturucu sorunu grup elemanlarını kızdırdı, daha önceden kötü tecrübesi olan Kiedis’in ısrarlarıyla Frusciante gruptan ayrıldı. O dönem dünyanın sayılı gitaristlerinden olan Dave Navarro geçici de olsa gruptaki yerini aldı. Ancak Navarro’nun müzikal geçmişi ile grubun diğer elemanlarınınki pek tutmuyordu bu nedenle grup zorluk çekmeye başladı. 3 senelik aradan sonra yeni albüm “One Hot Munite” albümü 1995 yılında çıktı. Bu albüm diğerlerine göre daha karanlık bir albümdü ve albüm oldukça fazla satmasına rağmen bence “Blood Sugar Sex Magik” albümünden sonra büyük bir hayal kırıklığıydı. Bana öyle geliyor ki grup, eski çalışmalarının ekmeğini yedi bu dönemde, bir moral bozukluğu Anthony Kiedis’de de baş gösterdi ki bu dönemde tekrardan uyuşturucuya başladı ama müptelalık süreci bu defa kısa sürdü. Bu dönemde John Frusciante de uyuşturucu nedeniyle mahvolmuş bir durumdaydı, dünya üzerinde az sayıda yetenekten biri olan insan, fakirlik içerisinde ve ölmek üzerindeydi. 1998 yılında tedavi gören Frusciante, grubun yeni albümü Californication’un yeni gitaristi olarak tekrar gruba dahil oldu. 1999 yılı Red Hot Chili Peppers’ın muhteşem yılı oldu, Californication albümü 15 milyondan fazla sattı, albümdeki Scar Tissue parçası 2000 yılının
en iyi rock şarkısı Grammy ödülünü aldı. Bu albümdeki nerdeyse bütün şarkılar hit oldu, Californication, Otherside, Road Trippin, v.s. Başarılı grup 2001 yılında By the Way albümlerini yayınladı, bu albüm Californication’un başarısını yakalayamasa da yine de idare eder diyebiliriz. Bunun arkasından grup, 2006 yılında son albümleri Stadium Arcadium’u çıkarttı. Bu albüm benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. 2 cd 28 parça ile çıkan albümde toplasanız 3-4 şarkıya tamamdır derim, ama onlar Red Hot Chili Peppers, tabi ki bu albümde çok sattı ve bir çok grammy ödülü aldı.. Bu albüm sonrasında dünya turuna çıkan grubu ne yazık ki ülkemizde göremedik. Red Hot Chili Peppers gerçekten ilginç bir grup diyebiliriz. Müziklerinin ve davranışlarının oldukça samimi olduğunu düşündüğüm gruplardan birisi, her türlü çatlaklığı bu grupta bulabilirsiniz, yayın kurullarının çok da hoşuna gitmese de üstlerinde sadece çoraplarla sahneye çıkabilirler, etek giyebilirler, bütün konserlerinde manyak gibi hoplarlar, toplumsal çarpıklıkları kliplerinde gösterebilirler. Klip demişken Red Hot Chili Peppers’ı klip konusunda çok yaratıcı buluyorum Hatta bütün kliplerini defalarca izlemişimdir (buna True Man Don’t Kill Coyotes klibi de dahil). Red Hot Chili Peppers’da sevdiğim bir diğer unsur yarattıkları; toplumdan insanlarını anlatan karakterlerdir. Bunun yanısıra grup toplumsal olayları da yakından izlemekte ve müziklerine yansıtmaktadır. Bazı kesimler grubun türk düşmanı olduğunu iddia etse de ben buna pek inanmıyorum, umarız Red Hot Chili Peppers’ı bir gün Türkiye’de de görürüz.
TANSU ÖZMEN
İlk kez yayınlandığı 6 Kasım 2001 tarihinden itibaren ABD'de FOX kanalının amiral gemisi olmayı başaran 24, ilk bölümünden itibaren tüm dünyayı kasıp kavurdu. Gerçek zamanlı bir macera olan 24 çok yakında başlayacak olan bir yıl kadar gecikmiş 7nci sezonu ile şimdi bizlere göz kırpıyor. ABD’de Terörle Mücadele Birimi “CTU” ajanı Jack Bauer’ın her bölümü gerçek zamanlı ilerleyen 24 saatlik maceralarını konu alan, ülkemizde CNBC-e kanalının altı yıldır yayınladığı “24” dizisi yedinci sezonunda küresel ısınmayla mücadeleye girişiyor. Her bir sezonun 24 saatte geçtiği ve 42 ila 44 dakika süren her bir bölümünde konunun bir saati anlatılarak gerçek zamanlılık sağlanıyor. Geriye kalan dakikalara ne olduğunu merak eden matematik severlere ise yanıtımız dörde bölünmüş reklam kuşağı. 2000’li yılların başlarında ABD terör olaylarıyla yüzleşmektedir. Birleşik Devletler’in gerek yöneticilerinde gerekse halkında yoğun bir terör endişesi vardır.
Ve ülkede terörle uğraşması gereken tıpkı CIA, FBI gibi bir kurum olan Anti-Terör Birimi yani orijinal adıyla CTU (Counter Terrorist Unit) sahip olduğu gelişmiş teknolojik imkan (başta uydular ve çok güçlü bilgisayarlar) ve kalifiye insan gücünü etkin bir biçimde hem yerel hem de uluslararası terör gruplarına karşı mücadele etmektedir. Ancak tabii ki işler her zaman yolunda gitmeyecektir. Basiretsiz yöneticiler, ucu ucuna kaçırılan fırsatlar…. Dizide (kimi zaman zaman değişse de) baş karakterlerde Jack Bauer (Kiefer Sutherland), Tony Almeida, Chloe O'Brian, David Palmer, Michelle Desler, Kim Bauer, Bill Buchanan yer alıyor. Yıllardır milyonların kahramanı olan Sutherland’in canlandırdığı karakter Jack Bauer’ın verdiği talimatlara ve tavsiyelere dizide oynayan diğer karakterler uymuş olsaydı, her kriz 24 değil 12 saatte çözülmüş, dizinin adı da “12” olurdu herhalde.
Sezon 1 (Gün 1) “Bir başkan adayına suikast düzenlemeyi planlayan teröristler var. Bir genç kız olan çocuğum kaçırıldı. Beraber çalıştığım insanlar her iki konuya da karışmış olabilir” Jack, karısının ve kızının kaçırıldığı sırada Başkanlık adayına düzenlenecek suikastı engellemelidir. Eşinin ve kızının suikastin arkasındaki kişilerce kaçırılması konuyu Jack için kişiselleştirecektir. Eşini ve kızını kaçıranlar Jack’i etki altına alıp, Başkan Adayı olan Senatör David Palmer’ı öldürmeye zorlayacaklardır. Ancak Bauer, ailesini kurtarıp bu olayın ardındaki şahısları bulup etkisiz hale getirecektir. Ama bu kendisine çok yakın bir insanın hayatını kaybetmesine engel olamayacaktır maalesef. Acaba CTU’da köstebek mi vardır?
Sezon 3 (Gün 3) İkinci günden 3 yıl sonrası.. saat 13.00 Jack 6 ay önceki gizli bir görevde, görev gereği başladığı eroin bağımlılığından kurtulup ölümcül bir virüs saldırısını engellemelidir. Uyuşturucu baronu Ramon Salazar’ın serbest bırakılmaması halinde Los Angeles halkına bulaştırılacak olan çok tehlikeli bir virüsün serbest bırakılacağı tehdidine karşın Jack ve CTU mücadeleye girişirler. Jack’in eskiden birlikte görev yaptığı insanlar şimdi düşmandırlar. Bu arada başkanlık seçimleri yaklaşmaktadır ve de First Lady Sherry Palmer’ın ne kadar tehlikeli olduğunu görürüz. Sezon 4 (Gün 4) Üçüncü günden 15 ay sonrası.. Savunma Bakanı’na çalışan Jack, A.B.D. topraklarına saldırmayı planlayan teröristleri bulmak için CTU’ya döner. Her ne kadar ilk bölümlerde soğuk karşılansa da kısa sürede tecrübesiyle CTU saha ajanı olarak maceranın içine dalar.Mummy filmlerindeki Imhotep rolüyle tanıdığımız usta oyuncu Arnold Wosloo, Ortadoğulu terörist Habib Marwan rolüyle bu gün bize çok çektirecek.. Bu sezon o kadar çok aksiyon yaşanıyor ki kısaca an-
Sezon 2 (Gün 2) İlk günden 18 ay sonrası.. Ortadoğulu teröristlerin Los Angeles’da patlatmayı planladıkları nükleer bombanın imha edilmesi için Başkan Palmer Jack’i, CTU’ya geri çağırır. Günün ilerleyen saatlerinde şüphelenilen 3 Ortadoğu ülkesine misilleme yapılması kararlaştırılır. Ancak Başkan Palmer Jack Bauer’dan gelecek kesin delillere göre hareket etmek istemekte ve misillemeye vereceği onayı geciktirmektedir. Jack’in yaptığı araştırmalar neticesinde nükleer bombaların ardındaki gerçek anlaşılacaktır.
latmak yerine bir kaç kelime ile sezonu (yani günü) taglayayım. Adam kaçırma – infaz- operasyon – savaş uçağı kaçırma – Başkan’ın uçağı – nükleer füze çalındı - aman tanrım – Jack – Çinliler - Jack.. Sezon 5 (Gün 5) Dördüncü günün 18 ay sonrası.. Gizli kimlik altında yaşayan Jack, intikam için döner. Başkan Logon ve Rus Başkanı Ivanov birilikte terörizme karşı ittifak anlaşması imzalarlar. Ancak bundan memnun olmayan Vladimir Bierko liderliğindeki teröristler ABD’de terör estirirler. Bir kaç sıkı dosta can sıkıcı bir şekilde veda ettiğimiz bu günde adamı sinir eden Başkan Logan ve onun hafif çatlak eşi First Lady’nin arasındaki ilişkilere de tanık oluyoruz. Gün içinde Jack’in aile bireylerinden bazılarının da konuya dahil olduklarını görüyoruz. Bu arada ilk günden beri bizimle beraber olan Beyaz Saray’daki Gizli Servis ajanı Aaron Pierce’e de dikkat (hastasıyız) :) Sezon 6 (Gün 6) Beşinci günden 20 ay sonrası.. Bir Çin hapishanesinde geçirdiği 20 aydan sonra Jack Bauer aniden ABD’ye
geri iade edilir. Fakat artık özgür olmak yerine, Jack’in serbest bırakılışı gizli bir anlaşmanın parçasıdır: Ülke çapında bir terör dalgası estiren terörist organizasyon Hamri Al-Assad’a karşılık onun hayatı. ABD’nin farklı şehirlerindeki canlı bombaların patlatılmasından Araplar sorumlu tutulmaktadır. Teröristlerin asıl amacı atom bombası patlatmaktır. Acaba Al-Assad gerçekten suçlu mudur? Teröristlerin başındaki Abu Fayed ve suç ortağı Rus General Dimitri Gredenko’ya kimler yardımcı olmaktadır. Bu gün de Jack’in aile bireylerinden bazılarının da konuya dahil olduklarını görüyoruz. Ayrıca Başkan Yardımcısı Noah Daniels adamı deli etmeye birebir!
24 – Redemption (2 saatlik TV filmi) Ortalıktan kaybolan dostumuz Jack, Sangria-Afrika’da bir okulda gönüllü öğretmenlik yapan eski bir arkadaşının yanındadır. Sangria’da küçük çocuklar asi generale bağlı birlikler tarafından kaçırılmakta ve iç savaşta kullanılmaktadırlar. Bir yandan da ABD Büyükelçiliği Jack’in izini tespit etmiş ABD’ye dönerek yargılanmasını istemektedir. Jack teslim olmamak için yerini değiştirmeye karar verir ve kaldığı okuldan ayrılacağı sırada okuldaki çocuklar asilerce kaçırılmak istenir. Adamımız tabii ki kayıtsız kalamayacaktır. Bu arada ABD’de ilk kadın başkan göreve başlamak üzeredir.
JACK, KÜRESEL ISINMAYA KARŞI
2009’da yeniden hayranlarıyla buluşacak “24” dizisinin 7.Gün’ünde bu kez küresel ısınmaya ve karbon salınımına dikkat çekiliyor. Sadece senaryoda değil dizinin tüm prodüksiyonunda da küresel ısınmaya karşı önlemlere başvuruluyor. Karbon salınımını azaltmaya yönelik yapılan düzenlemelere göre sezon sonuna gelindiğinde de tamamen salınımın olmaması hedefleniyor. Dizinin çekimlerinde kullanılan 26 taşıt ve 5 jeneratör de çevre dostu biyodizel yakıtla çalışıyor. Çekimlerin yapıldığı Los Angeles’da Su ve Enerji Bakanlığı’nın aracılığıyla, prodüksiyon boyunca harcanacak enerji, rüzgar, su ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından satın alınıyor. Bunun sonucu olarak sağlanan “Yeşil Enerji” ile birlikte kullanılan tüm teknik cihazlar da aynı şekilde çevreye daha duyarlı biçimde işlerini görüyor. Ayrıca senaryolar, çekim çizelgeleri ve diğer kağıt baskılı notlar da taşıt kullanılarak ve elden teslim etmek yerine e-posta aracılığıyla gönderiliyor. Dizinin baş oyuncusu Kiefer Sutherland, küresel ısınmayla ilgili mesajlar veren bir video ile de konuya dikkat çekiyor. fox.com/24/info.htm
ÖNE ÇIKAN KARAKTERLER Jack Bauer CTU(Counter Terrorist Unit) Los Angeles’da Sorumlu Özel Ajan. Kimi zaman kural tanımaz, korkusuz, zeki ve hedefe ulaşmakta her ne olursa olsun risk almaktan çekinmeyen birisi. CTU’dan önce US Army Delta Force, LAPD SWAT, CIA’de görev yapmış süper kahramanımız. Bill Buchanan Sezon 4’ten itibaren CTU Los Angeles’ın yöneticisi olmuştur. Karen Hayes ile evlidir. Karen Hayes Kendisini genellikle Beyaz Saray’da ya da Başkan’ın hemen yakınında görürüz. Eski CTU yöneticisi olup İç Güvenlik’te Baş Ajan’dır. Bill Buchanan ile evlidir. Tony Almeida CTU’da analistlikten yöneticiliğe kadar çeşitli görevlerde bulunmuş karizmatik abi. Gerektiğinde eline si-
lahı alıp çatışmalara da girmiştir. Michelle Dessler Öncesinde çalışanı olduğu CTU’da yöneticilik de yapan akıllı ve güzel bayan, Tony Almeida ile bir evlilikleri de oldu. Chloe O’Brian İnsanlarla iletişimi biraz kısıtlı olan bilgisayar dahisi, Jack’in can dostlarındandır. Teri Bauer Jack Bauer’ın ilk sezonda kaybettiği tasarımcı eşi :/ Kim Bauer Jack Bauer’ın başına sürekli olarak sorun çıkartan kızı. Sezon 3’de CTU’da çalışır ve saha ajanlarından Chase Edmunds ile olan ilişkisini geliştirip hayatlarını birleştirirler.
David Palmer ABD’nin ilk Afro-Amerikan Başkanıdır. Ülkemizde dahi çok sevilen ve “ah ulan keşke George W. Bush yerine Palmer başkan olsaydı” dedirten kişidir. İnternette yapılan bir ankette “En Sevilen Hayali ABD Başkanı” seçilmiştir. :) Wayne Palmer Başkan David Palmer’ın kardeşi, danışmanı ve altıncı sezondaki Mr.President. Aaron Pierce Beyaz Saray’ın şüphesiz ki en güvenilir adamıdır. Jack Bauer’dan sonra tüm sezonlarda yer almış tek karakterdir Aaron baba. Audrey Raines Savunma Bakanı James Heller’ın kızı ve danışmanı. Aynı zamanda yıllar önce eşini kaybeden Jack’in sevdiceği, yengemiz.
DİZİNİN ALDIĞI ÖDÜLLER Pek çok yarışmada aday gösterilen ve bunların da çoğunda ödüller kazanmış olan 24’ün belli başlı ödülleri şunlardır. 2002-2003-2004-2005-2006-2007 yıllarında çeşitli dallarda Emmy ödülü kazandı. 2002-2004 yıllarında Golden Globe En İyi Drama Dizisi ve En İyi Aktör ödüllerini kazandı. İLGİNÇ LİNKLER http://www.jackbauerfacts.com/ “Jack Bauer seni kablosuz bir telefonla boğabilir.” http://www.bauercount.com/ Jack Bauer kaç kişiyi öldürdü?
Selamlar. 10 yıllık geçmişe sahipsiniz, grup ismide hepinizin baş harflerinizden ortaya çıkmıştı sanırım. Peki neden 10 sene bekleme ihtiyacı duydunuz? MUSTAFA: Tam on sene olmasada, kendimizi geliştirme anlamında ve müzikalitemizi yükseltme anlamında zamana ihtiyacımız vardı. Aslında verdiğimiz ilk konser sonrası albüm teklifi almıştık ama gelişmeyi tercih ettik,henüz hazır olduğumuzu düşünmüyorduk. 2002 yılında bugünkü son halimizi aldık ve ondan sonra albüm çalışmalarına hız verdik. 2005’te de ilk albüm geldi. Yaptığınız müziği, hangi kategoride tanımlıyorsunuz? DOĞAÇ: Müziğimizi çok sesli vokallerin ve akustik tınıların yer aldığı bir rock müzik olarak tanımlayabiliriz. Müziğimizin en temel özelliği çok sesli vokallerimizdir. Grubun kurulduğu günden itibaren sanırım değişmeyen tek özellik. Akustik tınılara olan düşkünlüğümüzden dolayı albümlerimizde akustik enstrumanlara yer vermeyi seviyoruz. Konserlerimizde ise daha elektrik gitarlar ağırlıklı şekilde çalıyoruz. Bestelerinizi yaparken belirleyicileriniz neler? Dikkat ettiğim kadarıyla ilk albüme göre daha sert bir sound ve elektro gitar hakim… EMRE: Aslında bestelerimizi belirleyen şey hayatın ta kendisi. Bizler yaşadığımız bir hüznü ya da mutluluğu insanlara anlatmak için müziğimizi kullanıyoruz. 2.albüm süreci mutluluktan çok hüzündü bizim için çoğu zaman. Yaşadığımız aşk ve ölüm ayrılıkları bizi daha mutsuz ve depresif bestelere doğru sürükledi bu süreçte. Sound da bir hayli sert oldu ilk albüme göre.
Anlatılan duygular hüzünlü olunca enstrüman çalımları ve seçilen tonlar da o ölçüde sert oldu. Kısaca, ilk albümdeki sakin ve naif duygular ikinci albümde yerini agresif ve hüzünlü duygulara bıraktı. Halk şiirleri ve Karacaoğlan’a olan tutkunuzu bilmeyen yoktur, Şiirleri albüme yansıtma projesi kime ait? BARIŞ: Ortak çıkan bir karar bu. İlk albüme başladığımızda beraber yola çıktığımız ekiple beraber “bizce en güzel olan” parçaları kullanma kararı aldık ve bu parçalardan bazıları da yıllardır üzerinde çalıştığımız Karacağlan sözlerini içeren bestelerdi. Son zamanlarda animasyonlu klip çekmek moda oldu diyebiliriz. Sizinde “Sensiz kalacak bu şehir” klibiniz animasyonlu ve bunun nedenini merak ettim açıkçası. Anlatılmak istenileni neden bu yolla anlatmayı seçtiniz, özel bir nedeni var mı ? MERT: Modadan ziyade biraz tesadüf oldu aslında “Sensiz Kalacak Bu Şehir”in klibinin animasyon olması. İlk albümümüzde 4 adet klibe yer vermiştik CD’miz içinde. Bu albümde de CD içine video koyma geleneğini sürdürmek istedik. Albüm hazırlanırken Mustafa evinde hangi şarkıya nasıl bir klip çekilebilir diye fikir almak için youtube’de dolaşırken, “Father & Daughter” isimli animasyona denk geliyor, ve izleyince anlatılan hikayenin “Sensiz Kalacak Bu Şehir” ile çok uyumlu olduğunu görüp videoyu bizimle paylaşıyor. Hepimizin çok beğenmesi neticesinde klibin yapımcısı ile irtibata geçip videonun CD içerisinde ve TV’de kullanım haklarını aldık. Bizim de bu şekilde bir animasyon klibimiz oldu. Videonun şarkı ile uyumu
BADEM GAMZE YILMAZ
konusunda herkes de bizimle aynı kanıda olsa gerek ki, klibe çok olumlu tepkiler alıyoruz. Sizlerinde pek çok hayali vardır elbet. Bunlardan birkaçı gerçekleşti sanırım. Özlem Tekin, İlhan Şeşen ve Gülçin Santırcıoğlu ile düetler yaptınız. Peki en çok kiminle aynı sahnede olmak isterdiniz? DOĞAÇ: Gerçekten saydığınız isimlerle yapılan çalışmalar çok keyifli süreçlerdi. Tecrübeli ve büyük isimlerle çalışmak tabi ki çok şey öğretiyor insana. Grup olarak senelerce barlarda parçalarını çaldığımız Bonjovi ile düet yapmayı çok isterdik. Sizce amacı olmak zorunda mı bir albümün? BARIŞ: Ticari kaygınız olsun olmasın böylesine zor, pahalı, düşünce ve emek gerektiren bir işte mutlaka bir niyetiniz, amacınız vardır. Adı kendini ifade etmek de olabilir, para kazanmak da, mesaj vermekte. Tabi kimi zaman prodüktör ile müzisyen farklı hedefler belirleyebilir ve bu doğrultuda dışarıya farklı bir görüntü de verebilirsiniz ancak mutlaka ve mutlaka yönelidiğiniz bir hedef kitlesi ve amaç vardır.
ayrı bir keyif. Olası bir yurt dışı projesini her zaman kovalıyoruz ve olabildiğince farklı yerlerdeki sevenlerimizle biraraya gelmek istiyoruz. Sahne şovlarınız konserlere hazırlanma aşamaları nasıl geçer? EMRE: Aslında hem sahne öncesi hem de sahne anı bizim için dünyanın en keyifli olayı. Sahneye çıkmadan önce yaşanılan heyecan bence her şeye değer. Özelikle de dışarıda sizi bekleyen binlerce insan varsa. Konserlere hazırlanma aşamasında prova haricinde yaptığımı ekstra bir hazırlığımız olmuyor. Sahne öncesi çok eğleniyoruz kuliste. Sahneye çıkmadan hemen önce kulisimize uğrarsanız hayatınızda hiç gülmediğiniz kadar gülebilirsiniz. Ama çıktıktan sonra da neye güldüğünüzü asla hatırlamazsanız.
Taşoda Ses Tasarım & Müzik Prodüksiyon size ait. Hem grup üyesi olmanın hemde şirket sahibi olmanın avantaj ve dezavantajları nelerdir? MUSTAFA: Şirket ve Badem iç içe geçmiş durumda, bunun avantajı bazen karar alma konusunda bize hız kazandırması fakat tabiki grupta yaşanan herhangi bir problem aynı zamanda şirketi de etkilediği için bazen de zorlular çıkartıyor ama şimdilik hertürlü zorluğu aşmayı başardık, umarız buşekilde devam eder.
Rockçıların çoğunun toplumsal konularda aktivist bir tavır aldığını görüyoruz. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir? BARIŞ: Bence bu doğru değil. Türkiye'de duruşuyla ya da yaptıklarıyla Rock'çıdır, ya da aktivisttir diyebileceğimiz bir grup olduğunu düşünmüyorum. Bunlar geçmişte kaldı (ki beni bağlayan bir görüştür, diğer arkadaşlarımın böyle düşünmediğini biliyorum). Ben kimse de gerçek anlamda böyle bir cesaret olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü insanların bir şeyleri değiştirme, eleştirme, iyiye götürme umutları yok ve de kırıldı. Eleştiriyi hoşgörme kültürü yok burada. Kimse alınmasın ancak rockçı aktivistler ya mazideki eski bir hikayenin hoşsadasının yansımaları ya da çok samimiyetten yoksun çabalar.
Herhangi bir yurt dışı projesi var mı? MERT: Yurtdışı ile ilgili yapmak istediğimiz çok şey var tabiki kafamızda ama konser anlamında soruyorsanız, şimdiye kadar Almanya ve Avusturya’da konser verdik. Yurtdışındaki sevenlerinizle buluşmak gerçekten
Son 2 yıldır Türk rock piyasası iyice kızıştı yeni çıkan gruplar arasında sizinde beğendikleriniz var mı? DOĞAÇ: Elbette çok beğendiğimiz gruplar var. Son dönemde rock müziğin yükselişi beraberinde çok zorlu bir ortam ve dolayısıyla da çok güzel işler ortaya
çıkardı. En beğendiğimiz gruplar arasında Mor ve Ötesi ve Pinhani’yi sayabiliriz. İnternetle aranız nasıl? Bilindiği üzere gruplar için birçok artı ve eksiyi barındırmakta ama siz nasıl buluyosunuz sanal dünyayı? EMRE: Badem’in internetle arası iyidir. Internet olmasaydı Badem fanlarıyla bu kadar iletişime geçme şansı bulamazdık. Fakat bu, internetten şarkı paylaşımını desteklediğimiz anlamına gelmiyor. Herkes biliyor ki bu durumun şarkıları paylaşılan sanatçıya hiçbir yararı yok. Bu yüzden de müzik sektörü içinde bulunduğumuz ekonomik krizi diğer sektörlerden çok daha fazla hissediyor. Ne zamanki Türkiye’de dijital platformdan legal bir şekilde müzik paylaşımının altyapısı tamamlanmış olur o zaman sanal
dünya tüm sanatçılar tarafından desteklenir. Burada insanların da bilinçli olması lazım tabi ki. Birkaç yıla kadar bütün bu problemlerin çözüleceğine inanıyoruz. Müzik dışında uğraştığınız farklı meslekler var mı? MERT: Hepimiz ayrı bölümlerden mezunuz. Ben inşaat mühendisiyim, Mustafa moleküler biyoloji ve genetik mezunu, Barış felsefe mezunu, Doğaç elektrik-elektronik mezunu ve halen doktorasını yapmakta, Emre ise turizm işletmeciliği mezunu. Doğaç’ın doktorasını saymazsak, müzik dışında tam zamanlı olarak mezun olduğu bölümle ilgili iş yapan bir tek ben varım grupta. Gerçi Barış da bir felsefeci olarak her akşam bol bol düşündüğünü söyler hep ama gündüz stüdyosunda ter döküyor. Çok teşekkür ederiz,Son olarak eklemek istedikleriniz varsa alalım… MUSTAFA: Ülke sınırlarının dışına da taşabilen bir müzik yapma hayaliyle çıktığımız bu yolda, hergeçen gün daha çok kendimizi ve müziğimizi geliştirme gayretindeyiz, bize destek veren herkese S’onsuz teşekkürler.
HAKAN KAHRAMAN FOTOĞRAFLAR
DERYA ENGİN
Amon Amarth dünya metal piyasası genelinde ve Türk metal dinleyicisi özelinde, yıllar geçtikçe büyüyen ve küçük bar konserlerinden on binleri dolduran devasal ses sistemli konserlere adım atan bir grup. Kendileri hakkında çok fazla şey yazmaya gerek yok fakat kendimce büyümelerinde ki en önemli olgunun tüm grup elemanlarının viking mitolojisinden çıkmış yabani görünümleri ve imaj-sahne şovu-şarkı sözü üçlemindeki, tüm dünyaca en ilgi çekici ırk olan vikinglerin kullanılması olduğunu düşünüyorum. Death Metal’e katılan müzikal değeri de göz ardı edemeyiz tabiki. 2004 yılında yapılan ve vaad ettiği gruplardan Marduk, Malevolent Creation, Hatebreed ve Vader’ı getiremeyerek unutulmaz bir organizasyona imza atan Rock the Nations‘ın bize sunduğu en güzel armağan kuşkusuz Amon Amarth’dı. Tam dört yıl önce tadı damağımız da kalan bu ziyafeti daha o günler tekrar yaşayacağımı biliyordum desem yanlış olmaz sanırım. Tabi damağımız da kalan bir diğer olgu da gördüğüm en sağlam kadın metalhead olan arkadaşım Seyda’m Babaoğlu’mun, festival bittikden sonra ağzımızı sulandıra sulandıra Amon Amarth’la geçirdiği zamanı ve sohbetlerini anlatması oldu. Zira 2004 festivalinde Amon Amarth ile ilgilenme görevi kendisine aitti. Ama olsundu, kader elbet bize de gülecekti! Elbet bu sarışın death metal manyağı Vikinglerle biz de tanışacak ve vokalist Johan Hegg’in pis sakalının altındaki gülen çocuğun ağzından çıkan “efes pilsen şirifeee” cümleleriyle bira yudumlayacaktık. Elbet geleceklerdi...
2008 yılının Eylül-Ekim aylarında, forumlarda ve diğer internet ortamında Amon Amarth’ın tekrar geleceği duyuruldu. İlk geldikleri zamandan bu yana dört yıl geçmiş ve grup daha da büyümüştü. Artık binlerce insana çalıyor ve albümleri bildiğimiz kadarıyla iyi satıyordu. 2008 yılının aralık ayı Amon Amarth’ı gösteriyordu. İstanbul’da bir kaç ay önce Türkiye’nin gördüğü en iyi metal festivalini gerçekleştiren (Uni-Rock) Adil-Özgür ikilisinin ticari anlamda yaptığı en iyi işlerden biri hiç kuşkusuz bu konseri gerçekleştirme fikri ve daha sonrada bu fikri gerçeğe dönüştürmeleriydi. Organizasyon işini böyle hakkıyla yapanları tebrik etmek lazım. Tabi Adil Akbay’a bize röportaj şansı tanımadığı için arada küfür de etmek lazım :) Fakat bize grup elemanlarıyla vakit geçirme ve bir fan olarak konuşma fırsatı yarattığı için sanırım küfür olayını ertelemeliyiz. Zira o olmasaydı birazdan anlatacağım hikaye olmazdı. Konser tarihinden bir gün önce yoğun iş temposu ve stresi atmanın bana göre en iyi yerlerinden biri olan İstanbul’un dokunulmamış mekanlarından Sultanahmet’te köfte keyfi yaparken, Amon Amarth elemanlarının orada olduğuna dair bir duyum alıyoruz. Ama biz tercihen, camiilerin arasında viking kovalamak yerine, “bu Adil efendi nasıl olsa elemanları Taksim’e götürür, biz gidip köfte
üzeri biralarımızı yudumlarken Dorock semalarında dalarız gruba” diye düşünüyor ve cuma akşamı rotasını taksim Dorock bar’a çeviriyoruz. Her zaman ki tanıdık simalarla laflarken, ikinci bir duyumla Amon Amarth tayfasının hemen yan tarafta yemek yediğini öğreniyoruz. Tabi yanında da küçük bir tembih alıyoruz “aman abi kimse duymasın, adamlar rahat bir yemek yesinler”. En yakınlara bile haber vermeden sevgilimle dalıyoruz restorana! Her taraf iri yarı sarışınlarla dolu! Şu uzun masanın başında oturan kara kuru herifler Adil’le Özgür değil mi? Masanın öteki tarafı komple Amon Amarth tayfası zaten. Tamam, selam verip oturuyoruz “bizim kara heriflerin” yanına. Amon Amarth tayfası yemek yerken türk metal piyasası adam olmaz başlıklı derin bir muhabbete giriyoruz arkadaşlarımızla. Arada kesişmeyi de ihmal etmiyoruz Amon Amarth elemanlarıyla. Ulan yemeğiniz bi bitsin görüşürüz sizinle! İkinci üçüncü biralar gidip gelirken yemekler bitiyor. Başlıyorlar rakı-bira faslına! Biri rakı ile biranın karıştırılmaması gerektiğini söylemedi mi lan bunlara? Onu geç, biri sana bunların kuzeyli süngerlerden olduğunu söylemedi mi? Kafamda sorular dönerken, Johan’ın rakıdan pembe olmuş yanakları çarpıyor gözüme. “Amma komik lan herif, ayı gibi zaten, sakallar, boy, post, herşey devasa. Ama yanaklar pespembe oldu, viking savaşçısından ziyade tatlı İsveçli oğlan çocuğu havası var. Bunları yazayım ben iyi hikaye çıkar bu sofradan,
Selim’e resimleri de gönderirim. Aaaa resim! Resim çekilmedik! Johan bana mı bakıyo, anladı galiba, düşüncemi mi okuyosun lan pis viking!? Aha kadeh kaldırıyor. Şerefe birader! Cheerss! Kendimle sessiz bir derin sohbet halindeyken, dalıyoruz resim faslına. Önce Johan’la çekiliyoruz bir kaç hatıra. Herif iki metre civarı, sarılmaya çalışıyorum elim beline ulaşmıyor! Fredrik ve diğer Johan’ı da rahatsız edip onlardan da hatıra fotoğrafı alıyoruz. Ve basçı Ted. Benim adamım, sınıfın yaramaz çocuğu. Fotoğraflar da bile eli kolu rahat durmuyor. Fazla sıkmadan birbirimize poser moshlar yaparak ve “sert bir gülümsemeyle” yerimize oturuyoruz. Gay olduğundan şüphelendiğim tur menejerleri gruba uzak bir yerde sigara içiyor. Dikkatimi çeken, küçük bir ayrıntı belki ama hiç biri sigara içmiyor! Marduk elemanlarıyla da aynı mekan da içmiştik, onlar da sigara içmiyorlardı. Genel İsveç metalcisi konsepti böyle oluyor
demek ki. Adamım, sevgili kankam, Mikael Akerfeldt deli gibi içiyordu halbuki. Bir zaman sonra organizasyonun ağzından “Dorock Bar’a gitsek mi” cümlesi çıkıveriyor. Fazla ilgi gösterilir, sıkılmasınlar diyorum. Grubun onayıyla beraber Amon Amarth ile bira içip handbang yapmaya, yani bara gidiyoruz. Vokalist Johan gelmiyor! Yemek yerken tam karşına oturan orta yaşlı bir kadınla sürekli bir şeyler konuşuyordu, sanırım beraber gittiler. Johan hariç tüm Amon Amarth kadrosu ve organizasyon ile beraber Dorock bardayız. Sahnede keşke Murder King olsaydı. Sağlam bir Türk grubu izletirdik elemanlara. Yerlerine oturup uslu bir şekilde sahnedeki grubu izleyip biralarını yudumluyorlar. Bu arada fanlar hücum ediyor tabiki. Pek sıkılmış gibi görünmüyorlar. Hatta Ted yanına gelip hücum eden kuzeyli hayranı kapkara Türk kızlarından iyi bir hamleyle sıyrılıyor. Biz de sevgilimle olup biteni izleyip eğleniyoruz. Bizi eğlendiren en önemli olgu kuşkusuz bir Death Metal grubunun bu kadar saygı ve sevgi görmesi. Saatler ilerledikçe Ted ve Olavi başta olmak üzere tüm grup sarhoş oluyor. Sahnedeki grubun Iron Maiden coverlarında grupça coştukları gözümüzden kaçmıyor. Arada “Amon Amarth fucking rulleeess” naraları atıyorum biralarımızı tokuşturarak. Oyunun kuralını onlar yazıyor. Ted kıpkırmızı gözlerle beni izliyor, bir çok fotoğrafda kulağını ısırıyorum. İstanbul’a ilk gelişlerinde aynı şeyi o bana yapmıştı. Atalarımın intikamını
alıyorum bu pis vikingden! :) Gece ilerledikçe herkes ayrı köşelere dağılıyor, biz de konser için güç toplamak amaçlı eve yöneliyoruz. Ertesi gün Park ormanın konser organizasyonları için ne kadar muhteşem bir atmosfere sahip olduğunu bir kez daha görüyoruz. Ay ışığı ve sisli bir orman içersinde Amon Amarth dinlemek. Sahnedeki vikinglerle beraber, death metal ezgilerine ortak olmak. Ciddi anlamda büyüleyici atmosfer! Biramdan sağlam bir yudum alıp tüm Amon Amarth hitlerine kulak kabartıyorum, bu ortamda Behemoth’u da izlemeliyiz diye düşünerek... Sorunsuz bir ses sistemiyle beraber oldukça iyi bir seyirciye çalıyorlar. Hatta konseri izleyen kitlenin bir çok parçanın sözlerini ezbere söylemesi bende şaşkınlık yaratıyor. Davulcu Fredrik’in sağlam performansı gözlerden kaçmıyor. Aslında grubun genelinin performansı için de aynı şeyi söylememiz mümkün. Bir tek vokal tonlaması fazla hoşuma gitmiyor. Ama genel anlamda sorunsuz bir konser izlediğimi düşünüyorum. Sahne şovlarından, sahnedeki duruşlarına kadar... Baştan sona adrenalin içinde geçen konser bana göre kısa sürüyor. Bir kez bis yapıyorlar. Seyirciyi viking kadehleriyle selamlayıp uzaklaşıyorlar. Biz de hayran hayran arkalarından bakıyoruz. Bir başka konser için şimdiden hayal kurarak... Not: Organizasyonu gerçekleştiren Adil ve Özgür’e sonsuz teşekkürler. Devamını bekliyoruz...
MELİS SARILAR
Ruh haliniz durgun karışık ya da her neyse… Binlerce elektroşoktan kurtulmuş gibisinizdir, duyguların elektroşoku etkiler yaşamı ve yaşam akmaya devam eder. Pek de bir şey anlamazsınız daha kim olduğunuza bile karar verememektesinizdir ve sığınıverirsiniz o güvenli ve planlı küçük odalarınıza. Derin bir nefes alıp dünya işlerinize başlamadan önce cd player’ a bir cd koymaya ne dersiniz? Yoğun şiddet ihtiyacınızı Chimaira ile birini patakladığınızı hayal ederek yenebilirsiniz, minik zevklerinizin tadını frank sinatra ile çıkartın ya da Vivaldi açıp huzur bulun stresli yaşamınızda, üzüldünüz mü aşk acısı kapınızda ve tüm yaşam üzerinizde(!) atlas gibisiniz. O zaman Anathema’ yı önereyim size. Hiçbirisiyse tercihiniz, gitmek istediğiniz yer hiçbiryerse ya da hiçkimseye aşıksanız size “hiç adam” Lou Reed i önerebilirim… New York’da sonbahar bitmez. Sonbahar, depresyon hırkalarını, siyah şemsiyeleri ya da asık suratları hatıratsa da bize; orda bir adam var, hiç-adam, gözleri yaşananların ötesinde ve bu yüzden basite indirgiyor belki sözlerini. Elinde gitarı boş gözlerle bakıyor, derdi değil çünkü delici bakışlara sahip olmak... Birisi olmak bile derdi değil, bir tarza sahip olmak da. O sessiz bir ağaç, park ortasında üretip sesini çıkartmayan. Pencereden bakışı ve yazıların kağıda akışı değiştirmeyecek dünyayı, uyanmamıza neden olmayacak, bir şeyler keşfetmeyeceğiz! Elimiz de kalan sadece hiç-adamı tanımak ve bu kimin umurunda olur pek bilmiyorum. Umursamamak ve müziğe kapılmak en akıllıcası. Gözlerimi kapatıyorum ellerim yana açık, ruh bedenle bitişik ama algı uçmuş gitmiş sanki! “Heroin”le onun kalp atışlarını dinliyorum. Aslında odamda değilim tam da kulağımı hiçadamın kalbine koymuşum. Halüsinasyonlarını dinliyorum her yer darmadağın ama yine de huzurluyum. O İsa’nın oğlu gibi hissettiğini söylerken, ben yanındayım ve onun kızıyım. “Perfect Day” i söyüyor fısıltıyla o bir babanın sesi, şefkatli ve umutsuz.. anlıyorum Lou reed benim babam! Gözyaşlarım damlıyor onun buruşuk suratına, oysa ki biraz önce gençti, zaman ne çabuk ilerliyor. “Who am I” la bana zamanı nasıl fark ettiğini anlatıyor
umutsuzluğunu… bedenini terk etmek istiyor özgür olmak için. Elimden gelir ama durduramam. Vazgeçiyor mu bu fikrinden bilemem, hala kalp atışları duyuluyor ya bu bana yeter. “Venus in Furs” un hipnotize edici müziğini dinliyorum kalbinden. Severin’in yanındayım, gözyaşlarını siliyorum “Kürklü Venüs”ün huzurunda. Merhametimden nefret ediyor, oysa ki nasıl muhtaçtı buna! Adını söylüyorum “Sadosch, kana benim için!” Odamdayım zaman solmuş Lou değil yanımdaki, koca bir boşluk! Aynaya gözüm çarpıyor gözlerim kırışmış alnım ve dudak çizgilerim! Bir cenaze kalkıyor 7 saat geriden Zaman ne de çabuk geçiyor Lou! Ölmüş olmalısın. Lou Reed küçük odamda bir katil ruhumu bölen, bir baba şefkati yaşatan ve o bir ölü bu karmakarışık zaman diliminde. CD Player’ı kapatıp dünya işlerine dönüyorum…
DAMLA ÖZDEMİR
Geçen seneki ikinci ve ne yazık ki sonuncu Radar’dan önce ne ben ne de benim gibi niceleri tanımazdı Nouvelle Vague’u. Bilmemek ayıp değil ama büyük kayıp olacakmış, sayesinde araştırdık öğrendik; çok yaşa Radar. Evet, Marc Collin ve Olivier Libaux isimli iki güzel insanın 2003 yılında temelini attığı Nouvelle Vague, 2004 yılında kendi ismiyle çıkardığı ilk albümle 200.000’den fazla satıyor, namını bütün dünyaya salıyor ve 2 yıl sonra ikinci albüm “Bande A Part” bizlere armağan oluyor. Konseptlerini kısaca şöyle özetliyorlar: “re-arranging the greatest, but rarely covered early ‘80s postpunk numbers in an original and personal way”. Açıkçası bu “coverlanmış” şarkıların çoğunu daha önce duymamıştım -cehaletimden değil, özellikle duyulmamış eski şarkıları seçiyorlar diye notumu geçmeden de edemem-, cover olduklarını da epey sonra öğrendim hatta. Daha da ilginci, vokalist bayanlar da söyledikleri şarkıları daha önce duymamışlar, buna özellikle dikkat edilmiş hedeflenen özgünlük için. ‘Don’t Go’yu Yazoo’dan ve NV’dan ardarda dinleyin mesela, ne yapmak istediklerini gayet iyi anlayacaksınız. Sonuç gerçekten harikulade. “I’d imagined a young Brazilian girl singing Love Will Tear Us Apart on a Rio beach in the ‘60s, this time I envisaged a young Jamaican with his acoustic guitar singing Heart Of Glass in his Kingston township suburb.” diyor Collin ve tam da vaat ettiği gibi insanı her şarkıda farklı bir yerlere götürüyor, farklı bir hikayeye... Ama ‘Too Drunk To Fuck’ın kafa bi dünyavari eğlenceli atmosferi de, ‘Dance With Me’nin burukluğu da aynı huzura erdiriyor sonunda. Hafif hafif dokunuyor bir yerlere, akıp gidiyor… Şimdilik Nouvelle Vague ve Bande A Part adlı iki albüm ve Azuli Records projesi olan toplama albüm “Late Night Tales”ten ibaret mazileri, Marc Collin’in dediğine bakılırsa da tam gaz devam edecekler. Aynı zamanda Collin bu sefer 80’lerin film müziklerini derleyeceği Renaissance adlı bir diğer proje üzerinde çalışıyormuş. Dileriz tez vakitte yeni işleriyle gönlümüzü fethederler. Türkiye’ye de bir zahmet tekrar gelirlerse daha da mesut oluruz, uçarız (sözüm sana organizatör). Zira Radar Live’daki performansı çadırda uyuyakalarak kaçırdım, acım büyük. Bu itirafla da saat sabahın beşine gelirken hayatımın ilk dergi yazısını bitirir, şu şarkıyı hepinize armağan ederim: dance with me.. in my world of fantasy…
“Arıza insandaki makinayı ve makinadaki insanı arayan bir ses sürecidir.” myspace.com/arizanesil
Arıza 2000 yılında Eray Özkural, Arda Tipi ve Murat Üney tarafından Malfunction adıyla bir endüstriyel metal grubu olarak kuruldu. İlk iki senede özgün bir sound yaratan ve çalışmalarını internette mp3.com gibi sitelerde yayınlayan grup, iş, taşınma ve okul gibi çeşitli sebeplerle 2002'de askıya alındı. Daha sonra Eray'ın solo projesi haline dönüşen Arıza, elektronik endüstriyel formunu kazandı ve Malfunct adını aldı. Electro body music ve deneysel elektronik öğelerini endüstriyelle birleştiren Eray, transhumanist ve futuristik temalar üzerine eğildiği müziğini 2005 senesinde çevresine ve müzik camiasındaki ilgili kişilere dağıttığı geniş yelpazeden parçalar içeren bir CD ile tanıttı. Bunu izleyen dönemde daha popüler sesler kullanarak Malfunct parçaları üretmeye devam etmenin yanında Arıza
adıyla daha az afaki, kişisel ve güncel konular hakkında Türkçe şarkılar kaydetmeye başladı. Arıza'nın sesinde industrial, ebm, coldwave (industrial rock), synthpop öğeleri ve sert sentetik gitarlar bulabilirsiniz. Sözlerinde ise alışılagelmiş aşk acısı ve bunalım gibi temalardan uzak durmaya özen gösteren proje, endüstriyel tavrını Türkçe'yle harmanlayarak yeni bir soluk getirmeye çalışıyor. Geçtiğimiz iki senede canlı kadroya dönen Arda Tipi ve Kerim Gönencer'in gitar katkılarıyla İstanbul ve Ankara'da konserler veren Arıza, ne sanatın ne ruhun öneminin kalmadığı müzik endüstrisinin içine düştüğü durumu eleştiren 'Düğmeme Bas' adlı şarkılarının ön plana çıktığı EP'lerinin kayıtlarına yoğunlaşmış durumda. Bundan sonraki konserler dizisinde de daha kalabalık bir canlı kadroyla sahneye çıkmayı planlıyorlar.
GÜVENÇ ŞAHİN www.vector-games.com
ALL YOU NEED IS
LAW Amerikan rüyası, bu tanım her zaman kulağımıza hoş gelecek şekilde dile getirilmiştir. Ancak diğer GTA lar gibi GTA 4’de de bu tanımın satır aralarına inilmiş ve işin tüm boyutları su yüzeyine çıkartılmış. Belki biraz abartılı da işlenmiş olsa “Amerikan Rüyasının” altında yatan sefalet, şiddet ve korku GTA 4 de hemen kendini gösteriyor. Eğer zenginlik ve sefalet, şiddet ve barış gibi zıt kutupların bir arada bulunduğu bir ortam görmek istiyorsanız GTA 4’ü mutlaka denemelisiniz. Oyunun Konusu: Oyun Nico Bellic adında bir Doğu Avrupalı karakterin maceralarını konu alıyor. Nico Kosova Savaşında bulunmuş eski bir asker. Savaş sonrası zor günler geçiren Nico’ya Amerikada yaşayan kuzeni Roman sürekli onun da yanına gelmesini, bu ülkenin harika olduğunu ve lüks içinde yaşadığını söylemekte. Nico sonunda Roman’ın baskısına dayanamayarak kuzeninin yaşadığı şehir olan Liberty City’e gitmeye karar verir. Oyunumuz şehir limanına yaklaşmakta olan bir gemide başlar. Rüyuadan Kabusa: Nico gemiden indiği anda sarhoş kuzeni Roman ve onun hurda arabası ile karşılaşır. Bu durum Nico’nun gerçeklik ve Roman’ın abartılı hayalleri arasındaki duvarla da karşılaşmasını sağlayacaktır. O anda Nico için Amerikan Rüyası sona ermiş ve sefalet başlamıştır. Kuzeninin bir taksi firması işlettiğini ve boğazına kadar borca battığını ve dahası mafya ile de başının dertte olduğunu öğrenen Nico eski asker olmasının da verdiği bilinç ile durumdan vazife çıkartarak işleri kendisi ve ailesi için yoluna koymaya karar verir. Oyunun giriş konusu yaklaşık olarak bu şekilde gelişmekte. Ancak bir süre sonra bu hikayede karşımıza çıkan Amerikan Rüyası peşinde ko-
şan Nico’nun Liberty City’e asıl geliş sebebinin aslında çok farklı olduğunu görüyoruz. Bu noktadan sonra spoiler gerekçesiyle konu ile ilgili daha fazla detay vermiyorum. Liberty City: Liberty City New York şehri temel alınarak tasarlanmış bir şehir. Liberty City haritası önceki oyun olan GTA San Andreas’ın ¾ ü büyüklüğünde olmasına rağmen içine girilebilen bir çok bina bulunması ek bir özellik. Oyunda eski GTA lara ek olarak bir çok yeni özellik eklenmiş durumda. Görevler ve sosyal hayat için kullanabileceğimiz bir cep telefonuna sahibiz. Yaralandığımızda bizi hastaneye götürecek bir taksi çağırabiliyoruz yada kız arkadaşımızı arayıp uygun olup olmadığını sorup randevulaşabiliyoruz. Tabi bu cep telefonu bizi sürekli arayarak birilerini temizlememizi isteyen mafya babalarının da bize anında ulaşmasına olanak veriyor. Biraz da Teknik Bilgi: Oyun Rockstar Games’in San Diego ofislerinde geliştirilern Rage oyun motorunu kullanmakta. Yeni oyunda bir çok yeni gölge, particle, shader gibi teknik kullanılmış durumda. Bunun dışında çevre etkileşimi, animasyonlar ve grafiklerde eski GTA’lara göre çok geliştirilmişler. Ancak malesef bütün bu güzel yeniliklerin bir de kötü tarafı var. Performans sorunu GTA 4 ün en büyük eksikliklerinden. Eğer çok iyi bir bilgisayarınız yoksa GTA 4’ü oynamanız pek mümkün görünmüyor. Sonuç: Performans kaygınız yok ve zamanınız bol ise bu oyunu mutlaka denemelisiniz. Ancak bir uyarıda bulunmadan yazıma son vermek istemiyorum. GTA 4’ü oynadıkdan sonra gerçek dünyaya uyum sağlamakta zorlanabilir ve gerçek hayatınızı çok sıkıcı bulabilirsiniz.
Çerçeveler de adımız gibi boş geliyordu bir zamanlar. Ve yıllar önce öğrettiler çerçeveleri adımızla doldurmayı. Ardından boşlukları bilerek bırakmayı... Ve boşlukları zamanla doldurmayı... Zamanla dondurmayı... Biz sadece düğmeye basıyoruz. Geri kalan her işlemi küçük adamlar yapıyor. Düğme burunlu, kırmızı tişörtlü, yeşil tulumlu, kırmızı kukuletalı, beyaz sakallı ve kocaman ayakları ve elleri olan göbekli küçük adamlar... Kağıtlarını onlar boyuyorlar, onlar kuruyor, ve anı hep onlar yakalıyorlar. Zaman zaman üşüyorlar, biz de üşüyoruz. Düşünce biz de düşüyoruz. Mutlulukları birlikte yaşıyoruz, üzüntüyü birlikte, sevinci, kızgınlıkları da... Bir göz daha açmak gibi... Bir bakış açısına, yeni bir bakış daha katmak gibi... Objektifin arkasında durunca, birilerinin gülümsemesini sağlıyorsunuz... Kadraj avuçlarınızın içindeyken bir masaldan diğerine akıyorsunuz... Görebildiğiniz kadar... öyküler anlatıyorsunuz...
CAN ÇAKIR
Rob Reiner’ın 1984 tarihli filmi “This Is Spinal Tap”’ini izlememiş olan bir metal müzik dinleyicisi var mı acaba aramızda? Glam metal sahnesi ağırlıklı olmak üzere metalle genel olarak çok başarılı bir şekilde dalga geçen bu filmde, Spinal Tap grubunun sahne performansı büyük bir ölçüde Saxon’ın sahnesini andırmaktadır. Filmde grubun basçısını oynayan Harry Shearer, efsane albüm Denim and Leather’ın 1981 tarihli turnesinde, turne boyunca grupla beraber olduğundan dolayı senaryoya bu yönde bir katkıda bulunmayı tercih etmiştir. Türk metal camiasında “Olm Saxon çok iyiymiş lan ehehe” esprisi tarafından sıkça gölgede bırakılan bu şahane grup yurtdışında da bu tür filmlerle alaya alınsa da, 70’lerin sonu-80’lerin başında şu anki metal müziğin oluşmasına çok büyük katkıya, hatta belki de en büyük katkıya sahip olan NWOBHM akımından günümüze kadar uzanabilen üç gruptan biri olmayı başarmıştır. Kariyerlerini bugüne dek devam ettirebilmiş diğer iki grup Iron Maiden ve Def Leppard kadar başarılı olamayıp albümlerinden onlar kadar para kazanamamış da olsa haysiyet bakımından onlardan aşağı kalır yanı olmayan bir gruptur Saxon. 1977’den beri geçen tamı tamına O-TUZ-BİR yıldan sonra orijinal kadrodan geriye sadece vokalist Biff Byford ve gitarist Paul Quinn kalmış olsa da halen daha, özellikle de canlı performanslarında, taş gibi
müzik yapıyor. 1986 tarihli Rock The Nations albümünden sonra çok uzun bir süre boyunca üretim bakımından eski yıllarının gölgesinde kalan, 1995 yılında da grubun tam anlamıyla ikiye ayrılması, ortaya iki tane Saxon çıkması, isim problemleri vb. sonucunda iyice zor günler geçirse de üretkenliğinden bir şey kaybetmeyen Biff Byford ve tayfası, 2007 tarihli The Inner Sanctum ile gerek eleştirmenlerinin, gerek dinleyicilerinin, gerekse de cüzdanlarının gözünde büyük bir sıçrama kaydetmişti. Canlı müzik piyasasının kurtlarından olan ve CV’sinde Pink Floyd’dan Madonna’ya uzanan geniş bir yelpaze bulunduran Harvey Goldsmith’in yardımıyla tanıtım olayında level atlayan Saxon, bu albümün single’larıyla, satışlarıyla ve turnesiyle adeta kendi rönesansını yaşadı. Turnenin son ayağında ben de kendilerini güç belâ da olsa bu yazın Graspop Metal Meeting’de yakalamayı başardım. Hadiseyi sizlere aktarmak istiyorum: Esasında planımız bir akşam önce kaldığımız Amsterdam’dan sabah araba kiralayıp festival alanına öyle geçmekti. Açıkçası gerçekten çok kolay olacaktı, yaklaşık 2 buçuk saat içinde festivalde olacaktık, hem yerleşecek, hem yiyecek içecek alışverişimizi/ zulamızı yapacak, hem de hiçbir grup kaçırmayacaktık. Lakin çok fazla kişi olduğumuzdan dolayı araba-
da yer kalmayınca tayfanın gençleri olarak (esasında “genç” tabirine uyan tek kişi ben olsam da) Gürcan Özdemir yoldaşım ve ben sabahın köründe tren kovalamak durumunda kaldık. Normalde 3 trenle hedefimize varabilirdik, ancak gerek tecrübesizlikten, gerek sınır kasabalarında bir yerde kalakalma riskini almaya kıçımız yemediğinden dolayı her korktuğumuz yerde tren değiştirdik ve 7 tren yolculuğu sonucunda festival alanına vardık. Sırtımızda eşşek kadar çantalar ve benim elimde bir çadırla ana sahneye koştuk ve Saxon’a anca yetiştik (Tesla ve Yngwie Malmsteen ise trende uyurken gördüğümüz rüyalarda sahne almışlardı). Ne yalan söyleyeyim, Saxon’dan pek yüksek bir beklentim yoktu. Adamların kıçlarının kılı diyapazon olmuştur, bu saatten sonra sadece hoş bir seda olarak eşlik ederiz onlara diye düşünüyordum. Performansın ortalarına doğru ise kendi kendimi kınama işlemlerine başlamıştım bile. Büyük bir Saxon fanı olmamama rağmen ister istemez çadırı yanımda sürükleyerek ilerilere doğru gitme güdümü bastıramadım ve konseri başladığım noktadan hayli daha önlerde tamamladım. Byford neden 1998’de Maiden’a alınmamış diye düşündüm tekrar, sonra da iyi ki alınmamış yahu bu adam Saxon’da daha iyi dedim. Gerek eski klasiklerini, gerek son şarkılarını büyük bir başarıyla icra ettiler. Adamlar nasıl olmuş da 80’lerin o birden
parlayıp sönen gruplarından olmamışlar, bunu tekrar anladım. Lakin yeni yılda resmi olarak piyasaya çıkacak olan, bizlerin ise çağımızın en büyük icadı sayesinde önceden dinleme şerefine erişebildiğimiz albüm Into the Labyrinth için aynı olumlu düşünceleri sizlerle paylaşamayacağım. Saxon kariyerinin ilerleyen vakitlerinden itibaren power metal ile dirsek temasında oldu, kabul. Bu konuda çok başarılı örnekler de verdi, buna da kabul. Ancak NWOBHM köklerini yancı kıvamında bırakıp da power metalin mandası altına girdiği bu albüm maalesef o örneklere dahil edilebilecek gibi gözükmüyor. “No synth ulan!” yobazlığına girecek halim yok, ancak Saxon’ın klavye kullanımına bir kota getirmek istedim bu albümü dinledikten sonra. Yer yer Edguy tadı vermiş klavyeler. Bir de hiç hoşuma gitmeyen başka bir unsur var albümde, o da son şarkı. Coming Home (Bottleneck Version) adını taşıyan şarkıyı ne alakaysa Amerikan country müzik tarzında yapmışlar. Tamam eyvallah, Elvis Metal sloganıyla ortaya çıkan Volbeat’in ben de hastası olmadım değil, ama adamlar da en azından adamlar Southern aksanı yapmaya kasıp başarısızlık abidesine dönmüyorlar. Biff Byford, sen bir İngilizsin ve doğal İngiliz aksanın varken bunu Southern’a dönüştüremezsin! Neyse, kendi kaydını kendin dinledikten sonra bunun farkına varmışsındır sen de diye ümit ediyorum.
BAHA ÖZER
Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim, edebiyat ile müziğin buluştuğu anlar çok değerli oluyor. Bir şarkı yazarı okuduğu bir edebiyat eserinden imgeler yakalayıp bunu yaşıyor ve müziğe adapte edebiliyor. Bunun örneklerini geçmişten günümüze değin çoğu müzisyen yapmış ve başarılı olmuştur. Daha çok progresif rock ve progresif metal tarzlarında rastladığımız bu örneklere ülkemizin başarılı “progressive power metal” grubu Dreamtone’un Yunanistanlı başarılı opera sanatçılarından birisi olan Iris Mavraki ve birçok konuk sanatçı ile gerçekleştirdiği Neverland projesi eklendi. Bu yazımda da bu örneklere biraz değinerek çok farklı konulardan sözü Dreamtone ve bu büyüleyici projesi Neverland’e getireceğim.
Şiirlerden romanlardan veya bir din kitabından bile etkilenip bunu notalara dökmenin büyüleyici bir yanı olmalı… En basitinden J.R.R Tolkien’in “Silmarillion” adlı eserinden etkilenip “Nightfall In MiddleEarth” adlı albümde bunu notalarla kaynaştıran Blind Guardian’dan başka neo-progressive rock gruplarından Arena, Clive Nolan’ın söz yazarlığında İncil’den ve kendi rüyalarından etkilenerek ortaya çıkardığı “The Visitor” adlı albümünde de bu yapıyı başarıyla uygulamıştır. Clive Nolan’ın İncil’deki bazı kelimeleri kullanıp albümdeki şarkılarda kullanması ortaya dehşetengiz bir dünya ortaya çıkarılmasına yardımcı olmuştur.
Yine başka bir örnek verirsek; Oliver Wakeman’ın yine Clive Nolan ile birlikte Lewis Carroll şiirlerinden etkilenerek oluşturduğu “Jabberwocky” adlı albümü de aynı kategoride gösterebiliriz. Veya aynı kadronun Sherlock Holmes hikâyelerinden etkilenipte yaptıkları “The Hound of the Baskervilles” adlı albüm de bu edebiyat-müzik buluşması furyasının en önemli eserlerinden birisi sayılabilir. Yazdıklarım çok uç örnekler olabilir ama en iyilerinden bir kaçıdır bence.
ve ne yapmak istediğini gerçekten bilmekle aşılıyor. Son 15-20 yıl içerisinde ülkemizdeki gruplara bir bakın ya kayıt sıkıntısı yaşıyorlar ya da yurt dışında tanıtımı sağlayacak bir şirket bulamamaktan yakınıyorlar. Bu da dışa açılma isteğini bir açıdan köreltiyor. Ama en önemli durum kesinlikle iyi bir kayıt ile bu durum aşılabiliyor. Diğer bir konu da heavy metal miksajcısı ya da bu konudan anlayan ses mühendislerinin olmaması ile ilgili. Progresif Metal zor icra edilen bir tarz olduğu için bunun önemi daha da artıyor ve umutları yurt dışında arayan topluluklar bir açıdan şanslı oluyor. Bir Danimarka’dan Behind The Curtain, Brezilya’dan Scarlet Wizard, Serpent Rise, Fransa’dan Cymoryl gibi gruplar çıkıyor da bizde neden bu tarzda kısır ilerliyor bunu da çok iyi bir müzik dinleyicisi olmamamıza ve yukarıda bahsettiğim negatif durumlara bağlıyorum. Yakın zaman içerisinde Comma ve Disenchant gibi ülkemizi çok iyi temsil edecek grupların da bir bir ayrıldığını düşünürsek bu ülkemiz açısından çok düşündürücü. Dreamtone işte bu açıdan çok önemli
bir noktada durmakta… Öyle ki sürdürdükleri istikrarlı yaklaşım kendilerine başarı olarak geri dönüyor. Başarının gelmesi için de bir müzikal altyapının mutlaka bulunması gerekiyor. Grubun ilk kurulduğundan itibaren gelişim düzeyine bakıldığında bir yükselme söz konusu, bununla birlikte başarıyı getirecek ve yükseltecek olan yurt dışı bağlantılarının da sağlam olması bunu doğruluyor. İlk olarak grup elemanlarının hem Amerikalı hem de Avrupa Progressive Metal topluluklarıyla sıkı bir iletişim içerisinde olması ve bu toplulukların müzisyenlerini kendi albümlerine konuk sanatçı olarak davet etmeleri ise şu ana kadar hiçbir grubun başaramadığı bir durum. Shadow Gallery’den Gary Wehrkamp, Mike Baker, Evergrey’den Tom Englund, Blind Guardian’dan Hansi Kürsch şu ana kadar kendilerine destek veren isimlerden bir kaçı. Bu isimlerden en önemlisi ise bence müthiş bir müzik adamı olan Gary Wehrkamp. Kendisi Dreamtone’a çok yardımı dokunmuş birisi. Müzikal bilgisi düzeyinde verdiği destekler de takdir edilir cinsten. Sözü buradan
Türkiye’deki heavy metal piyasasının ne denli zorlukla yürüdüğü biliniyor fakat bu zorluklar ancak bilinç
Dreamtone’a ve onların güzel projesi Neverland’e getirirsem burada bir isimden daha bahsetmem gerek olduğunu düşünürüm. O da Iris Mavraki. Yunanlı bir sanatçı olan kendisini daha önce ülkemizde “Barış şarkıları” kapsamında Eskişehir’de izlemiştik. Mavraki, Joan Baez, Bob Dylan, Theodorakis gibi ünlü isimlerin eserlerini kendine özgü yorumlayan eşsiz bir müzisyen, bir sanatçı. Kendisinin bu sefer de Dreamtone’un Neverland projesinde karşımıza çıkması bu yaratılan albümün ne kadar değerli olduğunu ortaya koyuyor. Fantastik-şiirsel liriklerin cirit attığı, gerçek bir orkestranın var olduğu (İstanbul Filarmoni), etnik enstrümanların kullanıldığı ve nihayet doğru düzgün bir kayıtla piyasaya sürülen bir albüm “Reversing Time”. Albüm soundu dikkat çekici ve daha önce çıkan kayıtlara pek benzemiyor. Ses mühendislerinin bu proje için çok çalıştığı ve uğraş verdiği gün gibi açık. Şunu da belirtmeliyim ki bu proje albümünde etnik enstrümanların kullanılması, oryantal melodilere yer verilmesi albümün hissiyatını iki kat daha derinlere götürüyor. Bunun sebebi de Türk bir grubun farkının dış ülkelerdeki farklı duruşa etki etmesi ve bu düşünceyi güçlendirmesiyle ilgilidir. Peter Pan çoğumuzun çocukluk kahramanlarından birisi. İskoçyalı romancı J.M.Barrie’nin belki de tüm dünyaya armağan ettiği Peter Pan karakteri yaşadığı
varolmayan ülkede (Neverland) büyümeyi istemeyen ve hep kendini maceradan maceraya atan bir davranışa sahipti. İşte kendisinin bu inişli çıkışlı yaşamının bir parçası Dreamtone’un Neverland projesinde hayat buldu. Varolmayan ülkeden kaçış manzaraları… Albümün ilk notaları dökülmeye başladığında bunun Türk bir gruptan çıktığına inanamıyorsunuz. Yıllar yılı hep dinlediğimiz o sönük, pek başarılı olmayan, kayıt kalitesi vasatı aşamayan çalışmalardan sonra “Shooting Star” yardımımıza koşuyor sanki… Oganalp’in vokalleri birkaç sene öncesinin kayıtlarından daha iyi duruyor, daha yerli yerine oturmuş gözüküyor. Şarkıdaki orkestrasyonlar inanılmaz başarılı. Gitar sololardaki melodik yaklaşımın ardından şarkı yapısında devamlı değişken bir yapı mevcut, her enstrümanı çok net duyabiliyorunuz. “To Lose The Sun” Blind Guardian’dan Hansi Kürsch’ün vokallerinin bulunduğu tam anlamıyla progresif bir şarkı. Ama burada biraz karakteristik vokaller kullanarak alışmadığımız bir vokal tarzı sergiliyor. Blind Guardian’da “Nightfall in Middle-Earth” hariç diğer albümlerinde çokça karşılaştığımız vokallerinden farklı. Şarkının yapısı bazen gidişatı bozsa da çok çabuk toparlanan yapısı da mevcut. Bazen gereksiz inişler çıkışlar kullanılmış, ama son 1 dakikasındaki orkestrasyonlar çok iyi yazılmış, fevkalade! “Mankind Is A Lie” yukarıda bahsettiğim etnik enstrümanlarla
ilgili bir şarkı. Duygusal yapının burada çok üst düzeye yükseldiğini hissediyoruz. Burak Kahraman’ın gitar soloları çok melodik yapıda ve şarkının genel yapısı ile uyum içerisinde seyrediyor. Benim bu şarkıda düşündüğüm başka bir şey oldu; kendimize ait bir etnik enstrüman dışında Shadow Gallery’nin de albümlerinde kullandığı flütü bu şarkıya ya da albümde herhangi bir şarkıya yerleştirselermiş çok iyi olurmuş gibime geldi, hatta onu da Carl Cadden-James çalsaymış dedim kendi kendime. “Everlasting Tranquillity” Iris Mavraki’nin düşsel-gizemli-huzur dolu vokallerinin yer aldığı muhteşem bir eser. Kullanılan gitar melodileri ve o tuşluların yarattığı ince duygular inanılmaz. Şarkı yazımı işte böyle bir şey olmalı. Aynı şekilde Shadow Gallery’den Mike Baker’ın (Geçtiğimiz haftalarda onu maalesef kaybetmiştik.) enfes vokalleriyle yer aldığı ve albümle aynı adı taşıyan “Reversing Time” bana göre bu çalışmadaki en iyi yazılmış şarkılardan birisi. İstanbul Filarmoninin yarattığı duygular bir yana Baker’ın o temiz ve etkileyici vokal tarzı ve gitar solo bu şarkıyı bir parça ön plana itiyor. Diğer beste “Black Water”da ise bana Blind Guardian’ın çok yoğun etkisinde kalınmış gibime geldi. Albümün gidişatına uygun bir şarkı olması dolayısıyla ve yine gitar solosunun ve Emrecan Sevdin’in güçlü davul ataklarının yarattığı kaosu çok sevdim. “Mountain of Judgement”ın ilk
başta yarattığı new-age etkileriyle beraber Loreena Mc Kenitt, Kate Price gibi etnik müzikle ilgili başarılı isimleri aklıma getirdi. Hemen arkasından yine Shadow Gallery’nin her şeyi diyebileceğim güzel müzik insanı Gary Wehrkamp’ın solo gitarıyla katıldığı “Mountain of Joy” geliyor. Oganalp’in inişli çıkışlı vokal yapısıyla ilgi çeken şarkının tabii ki gitar solosu da Neverland dinleyicilerince çok beğenildi. “World Beyond These Walls”da ise Evergrey’den Tom Englund’u dinliyoruz. Burada çok sıra dışı bir gitar solosu var ve devamında gerçekten de şiirsel ve düşsel melodiler insanın tüylerini diken diken ediyor. “Transcending Miracle” ise sözsüz bir çalışma ve tam bir müzikal ziyafet diyebilirim. Albüm Avrupa ve Japonya baskılarında ayrı ayrı iki şarkıyla piyasaya sürüldü. Neverland’in albüm kapağı J.P.Fournier tarafından hazırlandı ve gerçek bir profesyonelle/profesyonellerle çalışmanın meyvelerini bu albümde çok iyi izledik, dinledik ve gördük. Dreamtone bu proje ile çıtayı çok yukarılara taşıdı. Dış basın ve yurt dışındaki dinleyiciler bu albüme çok büyük bir ilgi gösterdi ama bana göre ülkemizde hala bu albümden haberdar olmayan müzik severlerde mevcut. Bu çalışma sadece heavy metal dinleyicilerince sahiplenmemeli. Her müzik sever alıp dinlemeli ve koleksiyonunda bulundurmalı…
GAMZE YILMAZ
Dünyaca ünlü grupların çalıştığı “West West Side” mastering stüdyolarında gerçekleşti albüm çalışmalarınız. Bize albümden ve albümün müzikal alt yapısından bahseder misiniz? Burak: Evet, Albümün mastering’i New York’daki West West Side studyolarinda Kim Rosen tarafindan yapildi. Albümün produktorlugunu ses muhendisimiz Metin Bozkurt ile birlikte biz ustlendik. Kayitlar icin zaman kisitlamasi olmayan, sehirden uzak, gercek mekan akustigini davul tinisi ile birlestirebilecegimiz bir mekan olan Gokceada’daki Eski Yari Acik Cezaevi’ni sectik; davul, bas ve perkusyon kayitlari burada yapildi. Hepimiz icin etkileyici bir deneyim oldu, tum gunu beraber gecirmek, her detay uzerinde diledigimizce calisabilmek gibi unsurlar belki de normal bir studyo ortaminda asla yakalayamayacagimiz bir dogallik ile kayitlari tamamlamamizi sagladi. “Zerre” bu zamana kadar yaptığınız albümlerden, kullanılan dil ve kavramlarla kendini ayırıyor. Diğer albümlere nazaran edebi ve felsefik yaklaşımlarınızın izlerini bulmak daha kolay. “Zerre diğer albümlerle karşılaştırıldığında daha olgun bir albümdür” diyebilir miyiz sizce? Orçun:15 senedir söz yazıyoruz, edebiyatla ilgileniyoruz, şiir okuyoruz ve dogal olarak kendimizi geliştiriyoruz. Replikas’la ilk söz yazmaya başladığımız zamanlar Anadolu halk ozanları, dadaizm, serbest çağrışım gibi farklı gelenek ve metodlardan yararlanıyor, kendimize
göre uyarlıyorduk.. Zaman içinde Replikas’ın kendine has söz dünyası da evrildi ve bugün ‘Zerre’ de duyduğunuz halini aldı. Ama şunun altını çizmek gerekir; Replikas’ın her döneminde edebi ve felsefi yaklaşımların izini bulmak mümkün. Peki bu albümde ilk klibinizi hangi parçanıza çekmeyi düşünüyorsunuz? Burak: Ilk klibimiz “Bugun Varim Yarin Yokum” isimli parcaya cekildi. Aralik itibari ile yayinda olmasi planlaniyor. Klibi Eralp Vardar cekti, bizim de cok keyif aldigimiz bir calisma oldu, detaylara dair daha fazla bilgi vererek heyecanini kacirmayalim simdilik. Hangi duygularla ortaya çıkıyor parçalar? Neler size ilham vermekte? Burak: Farklı kaynaklar mevcut ilham konunusunda, fakat ozetlemek gerekirse parcalari yaptigimiz dönem boyunca tüm yasadiklarimizin ve dinledigimiz muziklerin etkisi oldugunu soyleyebiliriz. Bu etkiyi dusunup tasarlayarak ilerlemiyoruz hicbir zaman, ama yaptiklarimizda dogal bir sekilde yerini buluyor. Beraber gecirdigimiz vakitlerin de onemli bir etkisi var, kimi zaman bir parca boyle bir niyet soz konusu degilken studyoda bir anda olusan ortak bir ruh hali sonucunda, hic konusulmadan ortaya cikabiliyor. Daha önceki yazılarınızda da okumuştum. Bir dvd çıkarma düşünceniz vardı. Bununla ilgili planlarınız varmı?
Orçun: Hala hazırlık aşamasındayız. İyi birşey olması için uğraşıyoruz. 2009 içinde yayınlamak en büyük hayalimiz. Yurtdışında bayağı bir başarı sağladınız. Türk müziğini tanıttınız, dergilerde isminiz sıkça geçti, uluslar arası müzik çevreleri tarafından yakın takip altındasınız… Siz tahmin edebiliyor muydunuz bu kadar ses getireceğinizi? Barkın: Yurtdışında belki de kendi ülkemizden daha çok anlaşılabileceğimize dair bir öngörümüz vardı. Şu ana kadar bize ulaşan tepkiler de bu yönde oldu. Fakat daha katedecek uzun bir yol var. Bu albümle yurtdışında müziğimizi daha güçlü bir şekilde tanıtmak ve insanlara ulaşmak istiyoruz. Seyirci ile tek vucutta buluşmak, sahnede olmak sizin için ne ifade ediyor? Burak: Sanırım müzik yapmamnın en büyük hediyesi bu. Sahnede olmak, tek vücut olmak hatta vücudun sınırları dışına çıkabilmek. Şimdiye kadar neredeyse tek bir olumsuz cümle okumadım grubunuzla ilgili. Türkiye’de yapılan kaliteli işler artık daha fazla beğeni toplayabiliyor. Bunu bekliyor muydunuz? “Türkiye’deki dinleyici artık daha seçici olmaya başladı.” diyebilir misiniz? Barkın: İnternetin anaakım dışındaki müzikleri dinleyiciye daha rahat bir şekilde ulaştırmasının doğal bir sonucu bu. Bundan on yıl evvel sadece birkaç grup ve küçük bir dinleyici kitlesinden bahsedebiliyorduk. Şimdi hem üretimin, hem de dinleyicinin çoğaldığı bir gerçek. İnsanın keyif aldığı mesleği yapabilmesi ülkemizde bir lüksken, sizin bunu yapıyor olmanız; daha başarılı, daha üretken yapıyor, daha mutlu kılıyordur sizi değil mi? Burak: Istedigimiz isi istedigimiz sekilde yapabiliyor olmak su sartlarda gercekten bir luks sayilabilir. Tabi ki ideallerimiz pesinde kosabiliyor olmak bizi mutlu ediyor, hatta hayata bagliyor diyebiliriz. Bunu gerceklestirebilmek icin hepimizin fedakarlik gosteriyoruz, yine de bu durumdan sikayetci degiliz.
Çoğu insan rock müziğinin isyankâr bir anlayış taşıdığını düşünüyor. Bu konuda siz neler düşünüyorsunuz? Rock müzik icra eden müzisyenler olarak hayata karşı biraz sert mi bakıyorsunuz? Orçun: Sert değil ama eleştirel olmaya çalışıyoruz. Başka türlü hayatı anlamaya imkan yok. Bunu da yapıcı bir hareket olarak görüyoruz. Peyote sizin için ne anlam ifade ediyor? Orçun:Peyote bizim için çok önemli. 1998 yılında çalmaya başladığımızda işin bu noktaya varacağını tahmin edemezdik. İstanbul ve Türkiye için ciddi bir misyon yüklenmiş durumda. İleride daha da popüler olacağını düşünüyoruz. Rock müziğin dününe ve bugününe baktığınızda neler görüyorsunuz? Gidişat sizce ne durumda? Barkın: Gidişatı kestirmek pek kolay değil esasen. Kısa süreli trendleri bir kenara koyarsak; temel estetik anlayışını rock müziğin alt türlerinden alan ama aynı zamanda bir çok farklı müzikal akıma da açık, dolayısıyla müzikal grameri klasik rock klişeleri ile sınırlı olmayan müziklerin fazlalaşmasını umuyoruz. Size göre, yapılan festivaller sektörün genişlemesine nasıl bir etkide bulunuyor? Barkın: Elbette olumlu bir durum… Festival kültürü Türkiye için yeni sayılabilecek bir durum. Genel bakışı değiştireceğine inanıyoruz. Festival sayısının artması ve sadece ana akımdan gelen müzisyenlere yer verilmemesi temennimiz. Sizi örnek alan gruplar vardır muhakkak. Onlara başarılı olmaları için neler söyleyebilirsiniz? Orçun: Şartlar nasıl olursa olsun müziğe karşı olan sevgilerini yitirmesinler. Dinleyicileriniz günlük yaşamınızı da merak ediyorlar… Bize kısaca özet geçebilir misiniz? Neler yapıyorsunuz? Orçun: Çay içiyoruz, doğayla içi içe olamayı seviyoruz, pazara gidiyoruz, bisiklet, yürüyüş, uyku, sinema... Son olarak eklemek istedikleriniz varsa alalım… Teşekkür ederiz, başarılar…
Bu sayıdaki “İyiler Erken Ölür” köşemizde dünyayı çok kısa süreliğine ziyaret etmiş, buna rağmen dünyanın en büyük gitaristlerden olan James Marshall Hendrix’ten bahsedeceğim.28 yıllık ömrüne rağmen 7’den 70’e herkes O’nu Jimmy Hendrix olarak çok iyi bilir.Seattle’da doğup büyüyen Hendrix’in klişeleşmiş kalıplara karşı olan alerjisi daha o ufak yaşlardayken kiliseden kovulmasından anlaşılıyor.Bu alerjinin nedeni annesinin ve babasının çok radikal bir biçimde birbirlerinden farklı olmalarından kaynaklanıyor olabilir.Babası muhafazakar bir insan olmasına karşın annesi çok daha rahat,kendisine pek önem vermeyen alkolik bir insandı.Annesi Kızılderilidir ve Kızılderili geleneklerine göre yetişmiştir.Kızılderililer daha doğal bir yaşam biçimine alışkın olduklarından o zamanlarda içinde bulundukları baskılı ve yozlaşmış gelenek empozelerine daha fazla dayanamayıp kendisini alkole vermiş olabilir.O zaman dilimlerindeki Kızılderililerin yaşam koşullarını az çok herkes bilir.Durum böyle iken Hendrix’in daha ufak yaşlarda modellemiş olduğu annesi ve babasından aldığı hissiyatlar O’nun hayatı tanıması için farklı bakış açıları kazanmasına olanak tanımıştır.Bu iki farklı kutup arasında insan hangi tarafa kanalize olacağını bilemez..Bir seçim yapmak gerçekten çok güçtür.Bu iki arada bir derede kalmışlık Hendrix’in zekasına bir sıçrama yaşatmıştır.Çok etkilendiği kilise korosunu dinlemek için kiliseye gider.Ama içinden geldiği gibi yaşamış olduğu o zevk kilisenin klişeleşmiş monoton anlayışına uymuyordu ve dolayısıyla da kilisenin kurallarını çiğnemiş olduğu için, yaşamı katı ve öfkeyle geçen ve bu yüzden karsılaşmış oldukları her insanı da kendi seviyelerine çekmek isteyen rahipler tarafından kiliseden uzaklaştırılır.Ama anlaşılan şu ki; üstat Hendrix müzikten o yaşlardayken soğumamış hatta mahrum kaldığı için daha da çok kafasına takmış ve evdeki eşyaları gitar gibi kullanıp şarkı söylemeye başlamış.Bu hevesini fark eden amcası Hendrix’e bir gitar alıp hediye etti. Hendrix’in müzik tutkusu babasının kaşıkları kullanarak çaldığı ritimlerin
üstüne kilisenin akustiğine çok iyi yayılan koro ve piyano melodilerinin eklenmesi ve amcasının da ona gitar hediye etmesiyle artık geri dönüş olmaksızın alevlendi.Potansiyelini takip etmesi ve gelişen zekası nedeniyle okul ona hiç çekici gelmiyordu.Ancak okuma yazma öğrenmesi için ailesi o nu okula gitmesi için ikna etti ve okuma yazma öğrendikten hemen sonra okuldan da kovuldu.Nedeni ise bir kızın elinden tutar ve hocası Hendrix’i azarlar ve bu olayın üstüne Hendrix’in “Neden beni kıskanıyorsun?” demesidir.Kesinlikle bu insanın kurallara karşı bir nefreti vardı.Çünkü bu yaygın kurallar sayesinde o acı çekmişti ve o da o kuralları kendisine düşman bellemişti. Okuldan kovulduktan sonra Hendrix enstrümanına iyice yoğunlaştı ve döneminin ünlü Blues müzisyenlerinin plaklarını dinleyip taklit etmeye başladı ve bu konuda inanılmaz başarılıydı.Bu başarısını hemen fark eden ailesi Hendrix’i bu konuda çok destekledi .Hendrix’in yaşı biraz daha ilerleyince bir kaç arkadaşı ile birlikte bir grup kurdu ve az da olsa para kazanmaya başladılar. Bu sahip olduğu yeteneğiyle ve daha önce görülmemiş sahne şovlarıyla kısa sürede ismi çığ gibi büyüdü.Kendisini izleyen usta Blues müzisyenleri Hendrix’in yeteneginden,stilinden ve tekniğinden çok etkileniyordu.Etkilenmemek de mümkün değildir heralde.Bu denli yoğun geçen cocukluk ve gençlik döneminden sonra artık müzikal olarak Hendrix’in yükselme zamanları gelmişti. Hendrix’in bomba gibi patlayan ilk çalışmaları olan Purple Haze ve hemen ardından gelen Hey Joe parçalarının yanı sıra sahnedeki karizmatik tavırları,karizmatik görüntüsü,bol dumanlı posterleri,dişleri ile yapmış olduğu gitar şovları ile dünyanın ihtiyacı olan yeniliği müzik severlere sunmuştur.Hemen hemen bütün gitaristleri imajıyla,tavırlarıyla ve yaşam biçimiyle etkilemiştir. Hendrix dinlemeyen varsa bence hemen dinlemeli.Enstrümanına o kadar hakimdi ki hem bir sağlak gibi hem de bir solak gibi gitar çalabiliyor ve bu üstün yeteneğini şovlarında kulla-
nıyordu. Blues ve Rock’n Roll anlayışına yepyeni bir ruh hali getiren çalışmaları gerçekten de Rock camiası için çok önemlidir.Rock müziğe Blues anlayışını mükemmel bir biçimde katmayı çok iyi başarmıştır. Wah pedalını, o eşsiz ruhlu gitar bendlerini,asi tavırları ve de Hendrix’i Hendrix yapan o haykıran sesi ve gitar melodileri Rock sounduna hediye etmesi onun bir çok hediyelerinden sadece birkaç tanesidir.Yapmış olduğu gitar ve sahne şovları ile sahnede müzik ve gösteriyi birleştirmiştir ve bu yonuyle de müziği bir iletişim aracı haline dönüştürmüş ve izleyicileri müziğin atmosferinin içine çekmeyi başarmıştır. Bu yarattığı atmosferden dolayı mıdır? bilmem ama Hendrix dinlerken ve eski videolarini izlerken onu bir Rock’n Roll ozanı gibi algılıyorum.Çünkü o kadar mütevazi ve samimi bir havası var ki anlatmak istediği şeyleri o eşsiz tekniği ve tavırlarıyla birleştirince gercekten çok samimi bir insan oldugunu rahatlıkla anlayabiliyorum.Ama bence kesinlikle Hendrix, ruhu ve hissiyatı tekniğin önünde tutuyordu.Hendrix’in haykıran vokalleri adeta kalıplaşmış korkak zihinleri ve acı çeken dünyayı kınar niteliktedir.Parçalarının temaları genellikle insanı düşünmeye iten, sorgulayıcı ve programlanmış kişilikleri yıkıcı bir formattadır. Hendrix dinleyen herkes eminim ki “Bırakın bu kasıntı işleri de gelin şu dünyada güzel güzel takılalım” hissiyatını yaşıyordur.Ben şahsen bu hissi çok belirgin yaşıyorum.Sesindeki ve müziğindeki o “yanlış yapıyorsunuz” atmosferi gerçektende hafızamdan silinmiyor. Hendrix’in sonu da bence bu iyiliğinden kaynaklanıyor.Cünkü Hendrix ismi büyüdükçe cevresindeki cıkarcı insanlarin sayisida cogalıyor.Sürekli abluka altında olan bu kişilikteki bir insanın bu kadar yalancılığa,samimiyetsizliğe ve riyakarlıga katlanma yeteneginin olmadıgından eminim.Bu gorusumun nedeni ise Hendrix’in azgından cıkan kınayıcı ve artık cevresindeki insanlardan tiksindiğini belirten sözleridir.Bir çok deha da zaten bu yüzden yok olmadı mı?Ya ticari amaçlardan ya da yalancı yakınlıklardan. Düşünsenize çevrenizde ki hiç kimseye güvenemiyorsunuz.Bu kesinlikle çok acı verici olmalı.Sevgilinize bakıyorsunuz ve sizin sahip olduğunuz şöhret ve kariyer yüzünden sizinle beraber oluyor.Seni seviyorum derken gözleri çok net olarak yalan söylüyor sizi elinde tutmaya çalışıyor.Paranız ve şöhretiniz var diye sizin derdinizi dinleyen insanlar, beraber içki masasına oturduğunuz dostlarım dediğiniz çakallar vs. Dolayısıyla Hendrix gibi temiz,dürüst ve samimi bir insanın bu tip kenelere tahammül edemediğini anlayabiliyorum.En azından seni anlayan ve seven bir sürü insan adına iyi ki bu dünyayı ziyaret ettin Jimmy Hendrix diyorum. Ve Hendrix Baba’nın şu efsanevi sözüyle kendisini saygıyla anıyoruz. “Sevginin gücü,güce olan sevgiyi yendiği zaman,dünya barışı tanıyacaktır…”
FATİH KANIK
İHTİYAR BİLGE Bu ay ki köşemizde dünyanın gelmiş geçmiş en büyük bilgelerinden biri olan LAO TZU dan bahsetmek istedim.Lao Tzu M.Ö. 6.yüzyılda Çin'de yaşamıştır. Bu bilgi daha önceleri kesin olarak bilinmese de günümüzde büyük bir ölçüde kanıtlanmıştır. Çünkü kendisi hakkında çok az bilgi ve bir çok mit yüzyıllardır ağızdan ağıza dolaşmaktadır.Ancak bu büyük bilgenin hayatı hakkında en yakın bilgi Çin tarihinin en önemli, tarihi belgelerinden sayılan ve Sima Qian tarafından M.Ö. 100 'de yazılmış olan Shiji adlı eserde kayıtlıdır.Shiji adlı tarihi belgelerde Lao Tzu'dan şöyle bahsetmiştir: Lao Tzu M.Ö. 6. yüzyılda Chou hanedanında yaşamıştır ve Chou hanedanına bağlı imparatorluk kütüphanesinde arşivci olarak görev almıştır.Asıl adı ise Li Tan'dır. Lao Tzu ise Çincede ihtiyar bilge anlamına gelen bir lakaptır. Lao Tzu'nun yaşamıyla ilgili bir çok tartışma konusu ve kanıt eksikliği mevcuttur.Aslında bu büyük üstad hakkında bilgiye pek ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.Tao Te Ching adlı eserinde zaten üstadın nasıl bir hayat görüşüne ve nasıl yaşadığına dair bütün bilgiler açık bir şekilde bellidir.O metinleri ancak büyük bir bilge yazabilir. Lao Tzu, Taoizm dininin kurucusu olarak kabul edilir fakat kendisinin yazmış olduğu metinlerde ilk olarak bu konuya değinir : "Ben TAO ile birleşmenin mükemmel yollarını öğretiyorum,Bu öğretilerden bir din veya bilim oluşturmak istersen seni yüzüstü bırakır." Lao Tzu'nun bu sözlerine bakarak aslinda Taoizm'in bir din olarak kurumsallaşmaması gerekiyordu.Çünkü Lao Tzu kurumsallaşan herşeyin çok basitçe yozlaşacağını çok iyi biliyordu.Nitekim öyle de olmuştur.Buradaki günah keçisi kimlerdir tam olarak bilemiyorum ama ya Lao Tzu'ya olan vefa borçlarını ödemeye çalışan ve bu mükemmel öğretileri bütün dünyaya yaymaya çalışan müritleri ya da o zaman ki siyasi ve politik kurgular olabilir. Kaynaklara göre bu ogretileri bütün dünyaya yaymak için en yakın müridi olan Hsi'nin ısrarları sonucunda Tao Te Ching oluşmuştur.Ama iki sonuç da Lao Tzu'nun masum öğretilerine olumsuz bir şekilde yansımıştır.Lakin günümüzde ilkel bir din olarak anılır.Eğer din olarak yayılması gerekseydi zaten Lao Tzu bu öğretilerini yayardı. Maalesef her çağda
ve eski yeni bütün zaman dilimlerinde bilgeler bir şekilde yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmıştır.Ne kadar yazık! Neden yozlaşma sürekli galip oluyor? Bu çok tuhaf bir şey gibi görünüyor ama maalesef bu doğanın bir kanunudur.Kurulu olan herşey zamanla yıkılır ve dağılır.Doğan herşey,doğduğu andan itibaren ölüme doğru yol almaya başlar.Kaos her zaman galip olur.Çünkü birşeylerin yok olması yeni şeylerin başlangıcıdır.Bu döngüyü çok iyi bilen Lao Tzu, putlaşmamak için ve cehaletin yaratmış olduğu batıl düşüncelere kurban olmamak için Tao Te Ching'i yazdıktan sonra kimselere görünmeden köyünü terk etmiştir ve bir daha da kendisinden haber alınamamıştır. Bu antik Çin filozofunun öğretileri doğu felsefesinin en önemli temelleri arasındadır.Metinlerinde başlıca işlenen temalar ; herkesin çok yaygın olarak bildiği Yin ve Yang yani karşıtların birliği görüşüdür.Bu görüş; dişi ve erkek , sıcak ve soğuk , gece ve gündüz gibi tüm karşıtların özünde bir olduklarını ve biri olmadan bir digerinin olamayacagını ve bütün evrenin aslında Yin ve Yang'ın deviniminden oluştuğunu savunur.Bunu şu dizelerinden anlayabiliyoruz:"Tao Bir'i doğurur,Bir Yin ve Yang'ı,Yin ve Yang da tüm şeyleri doğurur".Belkide gelmiş geçmiş bütün felsefelerin ortak olduğu en belirgin nokta karşıtların birliğidir diyebiliriz.Nitekim Lao Tzu'nun çağdaşları olan Buda,Sokrates vs. gibi büyük filozoflar da aynı fikirdedir ve bu konudaki öğretileri çok benzerdir.LaoTzu'nun öğretisinin ana temeli Tao'ya ulaşmaktır.Lao Tzu'ya göre Tao herşeyin kaynağıdır. Zamanın ve evrenin ötesinde,varolan herşeyin özü olan ve bütün tanrıların tanrısı Tao'dur...Lao Tzu , Tao'ya ulaşmak için öğütlemiş olduğu Mükemmel Yol'un basitçe uygulanması gerektiğini söyler. Bu kadim öğretiler ise başlıca şunlardır:düşünmek ,incelemek,ayrım yapmadan tüm varlıklara kucak açmak,kendini düşünmeden başkalarına yardımcı olmak,Öfkeden uzak durmak,sahip olduklarını karşılıksız olarak paylaşmak ve dünyevi olan acgözlülük,hırs,bencillik vb. sıfatlardan ve arzu ve korkulardan arınmaktır.Bu Mükemmel Yol'un uygulanmasının nedeni; dünyevi ugrasların vermiş oldugu dalgınlıktan kafamızı yukarı kaldırıp TAO'yu idrak etmektir.Çünkü aslımız O'dur.O herşeyi kapsar ve hersey O'nun kucağında birleşecektir ki zaten halihazırda oyledir de.O yuzden herşeyi dunyadan
ve bedenimizden ibaret sanmamak Mükemmel Yol'un başlıca kuralıdır.Bunun yanısıra bütün kurallara da karşıdır.Mükemmel Yol'un başlangıcı özgürlükten geçer.Özgürlük ise bedenin ve zihnin ötesine geçmektir.Ancak bu şekilde Tao ile yekvücut olunabilir der üstad. Her şey TAO'dur. Dünya, evren, yıldızlar, gezegenler, insanlar, hayvanlar, bitkiler vs. bütün gördükleriniz ve göremedikleriniz, bütün varoluş ve sonsuzluk herşey TAO'nundur. O halde bu bir kaç yıllık çürüyen dünyada neyi paylaşamıyorsunuz? Neyi sahipleniyorsunuz? Lao Tzu mükemmel Yol öğretilerinde insanın zihnini devre dışı bırakmaya çalışır.Çünkü insanın zihni çok kalabalık ve çok gürültülüdür.Bu karmaşanın nedeni ise toplumsal öğretiler,dini öğretiler ve bu bakış açılarıyla yaşamı yorumlamaktan ve türevlerinden kaynaklanır.Bütün bunların doğurduğu çelişkili düşünceler insan zihnini bir çok yola saptırabilir.Bu sapmalar ise insanı dünyaya daha bir bağımlı hale getirir.Örnek olarak, hırs, bencillik, öfke, açgözlülük, tamahkarlık, çıkarcılık, sinsilik, yalancılık, kincilik, vs... Kendisini TAO'dan ayrı gören , dünyaya ve bedenine bağımlı olan kişi kendisinin bunlardan ibaret olduğunu düşünür ve hırs,açgözlülük,bencillik gibi hayvani sıfatlar latif olan özü ele geçirir ve kişi kendini bilemez ve özü olan Tao'ya uzak düşer. Bu yüzden LaoTzu'nun zihni devredışı bırakmaya çalışan öğretileri ağırlık basar.Çünkü eğer zihin devredışı kalırsa insan zihni direkt olarak Tao ile yek vücut olabilir ve bu sayede de doğayı ve bütün evreni kucaklamış olur. Hiç düşündünüz mü? Acaba neden bencillik ve cıkarcılık kotu bir seydir? Yani kendi çıkarları için digerlerini hic düşünmeden kurban edebilen bir zihin yapısı toplumlar ve insanlar tarafından neden hiç hoş karşılanmaz?Halbuki doğada bu tip şeyler gayet normaldir.Bir hayvan eğer bir çıkarı varsa bunu sonuna kadar kullanır,sinsice tuzaklar kurabilir veya rakiplerine karşı gayet hırslı ve açgözlü olabilir. Cevap basitçe ahlak kurallarıdır.Ahlak kurallarının temeli ise dinler ve bir takım felsefi akımlardır.Dinlere ve bir takım felsefi akımlara gore insan hayvandan ayrıdır.İnsanı hayvandan ayıran özellik ise insanın aklı olması düşünebilmesi ve ayırt edebilme özelliğinin olmasıdır.Bu sayede de insan varoluşunu sorgulayabilmiştir ve sonuc olarak isimleri değişsede anlamları aynı olan ve herşeyin kaynağı olan LOGOS,TAO,TANRI,ATUM vs. bulunmuştur.Bu görüşler dünyadaki bütün toplumlara yayılmıştır veya her toplumda birileri tarafından varoluş idrak
edilmiştir.Ve insan varoluşun ta kendisi olduğunu farkedince herşeyin dünyadan ve bedenlerimizden ibaret olmadığını anlamıştır.Bu anlayış gereği dünya malına tenezzül etmenin cehalet olduğu ortaya çıkmıştır ve bu bilgeler sayesinde de zihinlerimiz varolusa döndürülmüştür.Biz tanrıyız,biz Tao'yuz,biz sonsuzluğuz , hepimiz kardeşiz çünkü herşey birdir ve bizler varoluşun cocuklarıyız vs... Bu sonsuz alemde ve sonsuz yaşamda , 40 yıllık dünya malının peşine düşmek ve o mal için savaşlar çıkarmak,güç ve statü arzusu,geleceği garanti altına alma arzusu,ölümü yok saymak ve onu yaşamın bir parçası değilmiş gibi görmek,fazla yaşamak ve dünyaya kazık çakma arzusu,tohumları yaymak ve üremek için güce,prestije,hırsa ve bunların dogurdugu çakma başarıya sahip olma arzusu vs. gibi hayvanlara özgü dünyaya ve bedene düşkünlüğü gösteren tavırlar ve hareketler de varoluşun nuru olan insanın aklına yakışmayan hareketler olarak benimsendi ve cahillik olarak nitelendirildi.Böylece toplumlar ve bireyler bu altyapıda yetiştirildi ve bütün zaman dilimlerinde en ilkel kabilelerden en gelişmiş ülkelerin bireylerine kadar hırs, bencillik, açgözlülük, tamahkarlık, yalancılık vs. insana yakıştırılmadı. Yakıştırılmama nedenlerinden sadece biri ise LAO TZU'nun Mükemmel Yol'u ve TAO'dur... Ve son olarak da Lao Tzu ve Konfüçyüs arasında gecen çok ünlü bir diyalog ile üstadı saygıyla anıyorum... “Lao-Tzu, Konfüçyus’a şöyle der: ‘İnsan ölür, kemikleri toprağa karışır, bir tek sözleri kalır geride. Üstün insan, fırsatını bulduğunda daha da yukarılara tırmanır; ama işler tersine döndüğünde çevresindeki koşullara uydurmasını bilir kendini. Hazineleri olmasına rağmen halktan biri gibi davranan çok başarılı bir tüccar görmüştüm bir zamanlar, sahip olduğu erdemleri tevazu ile kabullenmeyi başarmıştı bu adam ve hiçbir dünyevî değerin kendi öz değerinin önüne geçmesine izin vermemişti. Sen de şu takındığın kibirli havanı, hayranlık kazanmaya yönelik davranışlarını ve aşırı isteklerini bir kenara bırak. Bunların sana hiçbir yararı yok. Ancak o zaman yaptıkların bir anlam kazanır ve kemiklerin toprağa karıştığında geride sözlerin kalır. Sana söyleyeceğim bu kadar.” Bu konuşmadan sonra Konfüçyus çevresindekilere şunları söyler: “Kuşların nasıl uçtuğunu, balıkların nasıl yüzdüğünü, kaplanların nasıl koştuğunu biliyorum. Oysa uçan bir ok ile vurulabilir, yüzen oltaya takılabilir, koşan tuzağa düşebilir. Ama ejderha var ki onun rüzgârın sırtında bulutlar arasında nasıl dolaştığını ve olanca görkemiyle nasıl göğe yükseldiğini size kelimelerle anlatamam. Bugün Lao-Tzu’yu gördüm ve onu ancak bir ejderha ile kıyaslayabilirim.”
ATİLLA ÇELİK
“Denizin derinliklerinde gizemli yaşamlar, renkli dünyalar; Doğa Ana kanunlarının kendisini her alanda gösterdiği tılsımlar; Yeryüzünde yaşayanların içine girmedikleri sürece anlayamayacakları bir dünya Ve derinlerin kralı Büyük Beyaz!”
Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi basit düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne arar?” deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir. Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk, karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz bile asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur, hayatın tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi bazı şeyler vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer insanlara. Ama görünen öyle değildir halbuki! Yapılması gereken sadece kulak kabartmaktır. Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce? Her neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara parçaları üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara sahip olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici olduğunu bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir köpek balığı gibi!!! Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin kralı olmuş “Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin. Mutsuzsanız mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden çok güçlü hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku veren Büyük Beyaz gibi. Great White gibi... Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine giden bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve onların yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların en diplerinde bile yaşar. “BÜYÜK BEYAZ” KÖPEKBALIĞI GİTARI ELİNE ALIRSA! Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall,
1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte çalan, birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi haricinde bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların Glam Rock tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound benimseyen Great White, o zamandan beri hafızalara kazınan şarkılar üretmeye devam ediyor. 1982 yılında çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000 kopya satması, EMI ile sözleşme imzalamalarına ve ilk albümleri “Great White”ı 1984 yılında çıkarmalarına yetmişti. Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues – rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle bir tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir şöhrete ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla “En İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü iki platin plak kazandı. Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda 80’lerdeki Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri işaret ediyorlar. Monster of Rock konserinde 60.000 kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların en kalabalık konseriydi. Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From Here”ı (CGTFH) gösteriyor. “Hooked” ile “Sail Away” albümlerinin çok iyi parçalara sahip olmasına rağmen prodüksiyon açısından kendisini memnun etmediğini kabul ediyor. Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden “Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa kavuşturuyordu. Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the
Dogs” parçasıyla yansıtmaktan çekinmemiştir. Aslında Russell’ın yapmak istediği şey; geçmişteki hayatından ve tecrübelerinden yola çıkarak, hem iyiliğin hem de kötülüğün keşfedilmesini sağlamaktır. “Saint Lorraine”, “Ain’t No Shame”, “Sister Mary” ile iyi ilişkilerinden yola çıkmışken, “Loveless Age” parçasıyla kötü ilişkiden bir örneği gözler önüne sermiştir. Ama CGTFH albümü daha geniş sosyal yorumları beraberinde getirmiştir: Dinlerin çarpık iki yüzlülüğünden “Wooden Jesus” ve evsiz insanların dokunaklı halinden “Hey Mister” şarkıları ile bahsetmeleri, ellerine aldıkları sosyal sorumluluğun bir parçası gibiydi. Bu bakış açıları, bir şarkının konuları ama Russell bu gerçeklikleri kavramayı, korumayı es geçmez ve mütevazılığını konuşturur: “Şarkı yazarlığında, daha önce kimsenin duymadığı şeyler hakkında yenilikçi liriklere imza atmak gibi bir denemeye girmedim.” Bunun nedenini ise şöyle açıklar: “Bazen yazdığım liriklerde insanların nereye gittiğini anlayabilmeleri için lirik yazımında modern olmayı denediğimi düşünüyorum. Aslında kendi yolumuzdaki aynı hikayeleri kendimize anlatabilmek çok önemli. Bu şarkılar, hayatımın merkezinde yaşadığım şeyleri bana hatırlatan, her zaman anılmaya değer olan basit ve temel şeyleri aktaran şarkılardır.” KARANLIK VE TRAJEDİNİN ERDEME DÖNÜŞMESİ Bazı grupların trajik ve karanlık bir öyküsü vardır. O gruplardan biri de Great White. Söz konusu olay, CNN’de bile önemli yankı uyandırmıştı. 20 Şubat 2003 gecesi başladı her şey. Rhode Island’da konser veren grup, konser alanında çıkan yangın sonrasında cehennemin ortasında kaldı. 300 kişi kapasiteli kulüp, haddinden fazla seyirci almıştı ve yangın
çıkınca herkes tek bir kapıya yöneldiği için sonuçları çok korkunç olmuştu. 96 kişi yanarak ölmüştü. Bazı bedenler çok feci yandığından ancak DNA testi ile kimlikleri saptanabilmişti. 187 insan yaralanmıştı. Bu olay Great White tarihinin en karanlık ve elîm gecesidir. Sadece hayranlarını kaybetmemişler, kendileriyle 3 yıldır beraber olan ve yeteneğiyle göz kamaştıran genç gitaristleri Ty Longley’i de kaybetmişlerdir. Seyircilere yardımcı olmak isteyen Longley alevler içinde kalmıştır. Ayrıca Longley’in bir kız arkadaşı vardı ve daha yeni bebeğe sahip olmuşlardı. Grubun gitaristi Mark Kendall’ın eşi ve Longley’in kız arkadaşı sürekli irtibat halindeler. Kendall ile Russell, bebeğe mali yönden yardımcı olmak için Los Angeles’da birkaç akustik şov gerçekleştirmiş ve 10.000 dolar toplamışlardır. Kıssadan hisse, grup üyeleri ölen arkadaşlarının sevgilisine ve çocuğuna ebeveyn olmuşlardır. 7 Ağustos’ta Güney Dakota Rapid City’deki konserlerinde, ilk şarkılarından sonra grup adına vokalist Jack Russell, söz konusu trajik olaydan uzun uzun bahsetmiş ve hayatlarını kaybetmiş kişilerin ailelerine yardımcı olmak için yardım kampanyası başlatmıştır. Ayrıca kurbanların anısına yüz saniyelik saygı duruşunda bulunulmasını istemiştir. Söz konusu yardım kampanyası çok önemliydi. Bazı çocuklar konserde ebeveynlerini kaybetmiş, sahipsiz kalmışlardı. Yardım kampanyası başlar başlamaz, grubun bir fanı dört bilet için 4.000 dolar bağışladı ve kampanya http://www.stationfamilyfund.org sitesinde yürütüldü. Bu kampanyanın en büyük kaynaklarından biri şüphesiz grubun canlı performansları. Grup, kurduğu vakıf aracılığıyla yardım toplamasının yanında, o tarihten
beri bir çok konseri kampanyaya katkı sağlayabilmek için gerçekleştiriyor. 26 Eylül 2005 tarihi itibariyle toplanan para 767.650,98 dolardı. Söz konusu paranın 738.250,70 dolarlık kısmı dağıtılmıştı. Şubat 2006 sonunda ise gerekli tutara ulaşılmış ve destek tamamlanmış oldu. Jack Russell bu olay hakkında şöyle diyor: “Söz konusu facia sonrasında verdiğimiz konserlerin nedeni belli. Bildiğiniz gibi 20 Şubat günü çok korkunç bir trajedi meydana geldi. Aile üyelerimizden yüz kişiyi kaybettik. Birkaç ay olduğumuz yerde durduk, büyük psikolojik acılar çektik ve terapilere gittik. Çok düşündük. En sonunda bu insanlara yardımcı olmamız gerektiğini düşündük ve kurbanların yakınlarına malî yardımlarda bulunabilmek için bir vakıf kurduk. Başlangıçta kendi cebimizden karşılamak bizim için mutluluk vericiydi. Ama tek başımıza bunun altından kalkabilmek mümkün değildi. Bizi rahatlatacak sponsor ve distribütörler bulduk. Sürekli anne babasını ya da ebeveynlerinden birini kaybetmiş elli altı çocuğu düşünüyordum. Aşılarını, bakımlarını, diğer giderlerini, borçlarını ve diğer hayatî ihtiyaçlarını… En sonunda bir vakıf kurmuştuk ve elde edilen tüm para, direkt kurbanlara ve kurbanların ailelerine, çocuklarına gitmeye başladı. Kampanya mükemmel çalıştı. Söz konusu kampanyanın adı bir web sitesi adı altında işliyor: http://www.stationfamilyfund.org . Yaşanan facia, Great White ya da bir Rock’n Roll trajedisi değildir, bir Amerikan trajedisidir. İster Great White, ister Rock’n Roll, ister herhangi bir müziğin hayranı olunsun, tüm insanlar yardım etmeliydi. Bu insanlar çok ufak bir şehirde yaşıyorlar, gelirleri kısıtlı ve yardıma ihtiyaçları var. Bir konsere gelip bağışta bulunamasa bile, insanlar web sitesine bakmalı, elinden geldiğince yardımcı olmalı, yazılar yazmalı, dualarını yollamalı ve bir şeyler yapmalı. Bu çok önemli bir bütünü ifade eder ve tüm
insanlara özgüdür. Fanlarımızla ve Rock’N’Roll kuruluşlarıyla gurur duyduk. İnsanlar dışarıdan baktığında bizim hakkımızda yorumlar yürütebilir. Saçlarımız uzundur ve dövmelerimiz vardır. Ama bu insanlar benim şimdiye kadar gördüğüm en merhametli ve duyarlı insanlardı. Tur boyunca vakfa mali güç sağlamak için giydiğimiz özel tişörtler vardı ve seyircilerden biri tişörtüme 350 dolar verdi. İnsanlar sağdan soldan para yağdırıyordu. Bu insanlar çok klas çalışan insanlar. Ve adamın biri Colorado’da bahar aylarındaki bir şova geldi ve dört bilet için 4.000 dolar verdi.” Jack Russell’in belirttiği http://www.stationfamilyfund. org/ adresinin ana sayfasının en sonunda, bu vakıfa kimlerin destekçi olduğu, hangi kuruluş ve grupların emeğinin olduğunu görebilirsiniz. Grup bu olaydan sonra yeni albüm için stüdyoya bile giremedi. Çünkü böyle acı bir olay yaşamışlarken stüdyoya odaklanabilmeleri çok zor. 2 yıldır konserden konsere koşup yardım toplamaya çalışıyorlardı ve bundan hiç şikayetçi değiller. DENİZİN DERİNLİKLERİNDE GÖRÜNENLER Denizin derinliklerinde şahit olmamız gereken çok şey var. İçine girmediğimiz ve araştırmadığımız sürece bilemeyeceğimiz... Bunun gibi nice bilinemeyen gizemler ve anlamlar mevcut. “Müzik sadece müziktir, sadece eğlencedir” diyenlere bu yazı sonrasında çok rahat bir şekilde “Müzik sadece müzik değildir” diyebilmekteyiz. Müzik, tek bir anlama yükleneyemeyecek kadar çok engin ve derin bir dünyadır. Tek bir tarafa da çekemezsiniz. En diplerde dahî efsanelere şahit olabilirsiniz. Tıpkı Great White’da olduğu gibi…