Dünya çapında milyonlarca hayranı bulunan efsanevi Heavy Metal topluluğu Savatage’in efsanevi adamı Jon Oliva, şu anki grubu Jon Oliva’s Pain ile Ankara’da verdiği muhteşem konser öncesi Always Rock Bar’da hayranlarıyla birlikteydi. Ülkemizde ilk kez konser veren Jon Oliva’nın bu ilk konserindeki imza günü için seçtiği mekan Always Rock Bar oldu.
Selamlar, Bu ayki editör yazısını kısa tutuyorum. Zira yazacak fazla bişey yok. Kral öldü, geriye pop müziğin külleri kaldı. Dünyanın en büyük pop sanatçısı Michael Jackson geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı. Dergimizin bu sayısını naçizane kendisine adıyoruz, huzur içinde yatsın.
eden ve bizi uyaran dikkatli okuyucularımıza teşekkür ediyor, bu hata nedeniyle de kendi adıma sizlerden özür diliyorum. Dizayn programımızda yapmayı unuttuğum bir ayardan kaynaklandı bu sorun. Ayrıca geçtiğimiz sayıda yer alan Hayko Cepkin sayfalarımızda kullandığımız fotolar Maral Engür’e aitti, yazmayı unutmuşuz, kendisinden özür diliyoruz. Gelecek ay görüşmek üzere...
Geçtiğimiz ay editör yazısında satır kesmelerinin hep yanlış yerlerden yapıldığını fark
John Voxville
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
MERVE VARIŞLI :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ARZU BODUROĞLU, AMİR NECİM, AYÇA GAMZE TÜRKDOĞAN, BAHA ÖZER, BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, EMRE AKPOLAT, GÜVENÇ ŞAHİN, JOHN VOXVILLE, KEMAL ARSLAN, MELİS SARILAR :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
THE KING IS GONE... JOHN VOXVILLE
Seksenler ve doksanlar gençliğinin en büyük ilahı Michael Jackson artık yok. Bi sabah uyanıp Facebook’ta insanların “Michael Jackson RIP” yazdıklarını göreceğimi hiç düşünmemiştim. Daha doğrusu, hazır değildim böyle bir ölüme. Gördüğüm kadarıyla bizim jenerasyondan hiç kimse hazır değildi. Uzun saçları ve her konserinin başlangıcındaki dik duruşuyla Jacko hiç ölmeyecekmiş gibiydi. Ne 1990’da, ne 10 sene önce, ne de bugün... Batman veya Superman gibi her filmin sonunda galip gelen, bi sonraki filmde yine karşımızda olacağından şüphe duymadığımız bi süper kahraman haline gelmişti yıllar içinde. Birinin çıkıp “Batman ölmüş abi” demesi kadar tuhaf geliyor Jacko’nun ölümü. Şu an bunları yazarken bile birinin çıkıp “ölmedi lan durun” diyeceğini falan düşünüyorum bi yandan. Hiç kimsenin onu son yıllarındaki tuhaf haliyle anacağını zannetmiyorum. Görünen ve görünmeyen pek çok etken adamın hayatını altüst etmişti son yıllarda. Sanırım onu en çok sarsan mevzu da şu saçma çocuk tacizi davalarıydı. Ortadaki açık ve devasa komployu görmeyip buna inanan insanlara gerçekten şaşıyorum. Zeitgeist izleyip “abi herşeyimizi başkaları kontrol ediyo” geyikleri çeviren adamlar “Maykıl Ceksın sübyancı sapıktı” diyolar. Adam öldü, hala söylüyolar bunu. Siyah Beyaz’ın ilk sayısında editör yazısının yanında büyükçe bi Michael Jackson fotoğrafına yer vermiştim. Derginin yayın hayatının başlangıcında Jackson’dan bişeyler olsun istemiştim. Hatta
bir de makale yazmak istemiştim o sayıda ancak Jackson’la ilgili bişeyler yazmak her zaman zordu, halen de zor geliyor. Hatta şimdi ölümünün ardından daha da zor geliyor. 1989 yılında ilk defa TRT’de izlemiştim Michael Jackson’ı. Seksenleri seksenler yapan albüm “Thriller” 1982’de, ‘Dirty Diana’ çığlıklarıyla hafızamıza kazınan “Bad” 1987’de yayınlanmıştı ve yer ‘Beat It’, gök “Smooth Criminal”dı. Bugünden bakınca çok görkemli zamanlardı. Tam 20 yıl geçmiş. Bizden sonraki yeni jenerasyon belki hatırlamaz, TRT o zamanlar tek kanaldı. Ne yayınlarlarsa o kanundu. Jackson çıktığında televizyonun dibinde oturup izlediğimi hatırlarım. 1991’de “Dangerous” çıktığında yer gök inlemişti. Yaş itibarıyla çıkışına yetişebildiğim ilk Jacko albümü olmasından kelli bende yeri her daim ayrı olmuştur ki genelin aksine Dangerous’un Jacko’nun kariyerindeki en iyi albüm olduğunu da düşünürüm. 1992’de özel kanalların yayına başlamasıyla ‘Black Or White’ın efsanevi klibini daha çok izleme imkanımız olmuştu. Bugün bile dünyanın en iyi kliplerinden biri olduğunu düşündüğüm gerçek bir yaratıcılık abidesiydi. Çocuk aklımızla hayranlık içerisinde izlediğimizi, o önü açık beyaz gömleğin ve ele sarılan beyaz bandajın nasıl bir anda moda olduğunu çok net hatırlıyorum. O zamanlar herkes her şeye daha saygılıydı. Jacko’yu da eleştirmek resmen tabuydu, aradaş gruplarından afaroz edilme sebebiydi
zira Jacko’nun bizim gözümüzdeki yerine yaklaşabilecek başka bir sanatçı yoktu yeryüzünde. Bugün aradan geçen 20 seneden sonra da halen yok. Dangerous’tan çıkan ‘Give In To Me’, ‘Remember The Time’, ‘Jam’, ‘Heal The World’, ‘Why You Wanna Trip On Me’ gibi şahane parçalara bünyeyi teslim ettiğimiz 1991 yılında her şey çok güzeldi ancak zaman geçtikçe, Jacko’nun beyazlamaya başlaması, 1993’te başlayan çocuk tacizi davaları, bir yıl sonra Elvis Presley’in kızı Lisa Marie Presley ile evlenmesi (adam Elvis’in kızıyla evlendi, dünyada bundan daha cool bi magazin haberi olabilir mi bilemiyorum) gibi mevzular gündemden düşmedi. Düşmedi ve bir çok pop ikonunun başına gelen “müziğin medya tarafından ikinci plana atılması” vakasını çok ciddi şekilde yaşadı Jacko. İlerleyen yıllarda bu tabloid atraksiyonlar iyice tavan yapacak, bu nedenle hayranlarının bir kısmı ondan uzaklaşırken bir kısmı da daha çok destekleyecekti Jacko’yu. Ölümünün üzerinden henüz bikaç gün geçti, şu an herkes timsah ama bakmayın, ölümünden önceki bikaç yılda sürekli yerden yere vuruldu bir çok kesim tarafından. Tarihler 1995’i gösterdiğinde raflara dizilen “HIStory”e, o zamana dek “Thriller”, “Bad”, “Dangerous” gibi üç başyapıt albümü hatmetmiş jenerasyonun gösterdiği ilgi inanılmazdı ki bu jenerasyona dahil bir fani olmak, o gün de bugün de bir gurur kaynağıdır benim için. Çift kaset halinde yayınlanan (“bir doksanlar jenerasyonu olarak Michael Jackson’ı kasetten dinlemiş olmak” notunu da buraya düşüyorum naçizane) albümde ilk kaset derleme best-of, ikinci kaset ise yeni parçalardan oluşuyordu. HIStory’deki yeni şarkılar arasında şüphesiz en iyisi “They Don’t Care About Us” idi. İnanılmayacak kadar kısa bir zamanda marş haline gelen bu parça, geri kalanını pek beğenemediğim o ikinci kaseti o haliyle bağrıma basmamı sağlayan yegane parça olacak kadar güçlüydü. Yazıyı daha fazla uzatamıyorum zira onunla ilgili söyleyecek çok şey var ama yazarak anlatmaya güç yetmez. 2001 yılında çıkan son Jacko albümü “Invincible” benim de asla ısınamadığım bir albüm, ancak müzik marketlerde elde kalan ürünlerin satıldığı ucuzluk reyonlarına düşmeyi hak ediyor muydu orası tartışılır. Evet, kral artık yok. O gidince pop müzikten geriye de pek bişey kalmadı sanki... Dünya tarihinin en büyük pop yıldızı artık aramızda yok, son kez aya yürüdü. Alkışlarla, Michael Jackson...
Bir kaç zaman önce çıkan yalan haber beni sarsmıştı. Bu defa da öyle olmasını isterdim. Michael Jackson, efsane adam... Ölecekti en nihayetinde. Ama alışması söylemesi kadar kolay olamıyor. Benim ve bizim neslimizin çoğunun çocukluğu onu dinleyerek ve moonwalk denemeleri yaparak geçmiştir. Aslında bir nesli katmak da yanlış olur. Michael Jackson o siyahi adam hepimizin kalbini fethetmiştir. Doğru bir hayat mı yaşadı bilinemez ama herhangi biri onun yaptıklarını yapmış olsa birçok insan suratına tükürmek isterdi. Ancak o Michael Jacksondı ve hiçbirimiz ona kötü şeyler konduramıyorduk. Başka bir deyişle o ne kadar değişirse değişsin bizim için hep o eski adam olarak kaldı. Ve artık ebediyen de öyle kalacak. 23 Eylül 1993... Amcama bu muhteşem deneyimi yaşattığı için ne kadar teşekkür etsem az sanırım. Yedi yaşındaydım ve Michael Jackson hayranıydım. İstanbul’a geleceğini öğrendiğimde aileme neredeyse yalvarmıştım. İzin vermek istememişlerdi ama amcam benimle birlikte konsere gelerek bütün engelleri ortadan kaldırmıştı. İlk gittiğim konserdi ve iyi ki de gitmişim. Şu an kendimi onu izlediğim için şanslı hissediyorum. Eve geldiğimde hala mutluluktan havalara uçuyordum. Uyumamak için zor tutuyordum kendimi ama durmaksızın konseri anlatıyordum. Belki en mükemmel performansı değildi ama yedi yaşında bir çocuk için unutulamayacak kadar güzel bir anıydı. Ve bu zamana kadar izlediğim her konserden daha güzeldi.
BEGÜM ÜRÜGEN
Geriye baktığımda trajik bir yaşam hikayesi barındırıyor ama beni daha çok etkileyen geçmişimdeki şeylerin teker teker buğulanması. İlk taksimdeki madalyalı amcamızı kaybettik ardından taksimin simgesi haline gelen Ebru köpeği... Ve daha nicesi... Şimdi de Michael Jackson ve sonrada bir başka geçmiş anı silinecek. Hayatı anlamaya, daha doğrusu hayata alışmaya, başlıyorum sanırım. Fazla uzatmak istemediğim bir yazı çünkü gerçekten söylenecek fazla birşey yok. Huzur içinde yatsın...
- ENGL FIREBALL head - MARSHALL 1960 A LEAD kabinet - HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi - MARSHALL JMP-1 Tube Midi Guitar Preamp - MARSHALL MG100 HDFX head (2 Adet) - MARSHALL MG412A kabinet (2 Adet) - PEAVEY TNT 115 Bas amfisi - WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 WATT mikrofon kabinleri - JACKSON DK2 Elektro gitar - YAMAHA AES420 Elektro gitar - IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar - CORT GB-JB Bas gitar - DOD Metal X Fx70 Distortion Pedal - IBANEZ TK999 TUBE KING Distortion Pedal - BOSS FDR-1 FENDER ‘65 Deluxe ReverbAmp - JIM DUNLOP ZAKK WYLDE ZW 45 Wah Pedal - BBE SONIC STOMP Sonic Maximizer - MXR ZW44 ZAKK WYLDE Overdrive - ZVEX BOX OF ROCK Vexter Series
Graphic Equalizer - ALESIS 3630 Compressor - ALESIS Midiverb 4 Digital Processor - POWEPLAY PRO-XL 4 Channel Headphones (2 adet) - M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri - PEARL EXPORT SELECT SERIES Bateri - 14 inç Pearl Export snare - 14 inç Pearl Masters Retro Spec Mapple Shell snare - 10 inç alto - 12 inç alto - 13 inç alto - 14 inç floor tom - 16 inç floor tom - 20 inç kick - 22 inç kick - Pearl DR-501 rack system - TAMA IRON COBRA HP900 PTW Iron Cobra Power Glide Twin Pedal - TAMA IRON COBRA HP200 TWB Twin Pedal - MAXTONE kick pedal Zil Seçenekleri:
- RODE NT2-A Condenser Mikrofon - SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet) - AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass instruments) - STUDIO PROJECTS C4 (Small-Diphragm Matched Pair Microphones) (2 adet) - SAMSON AUDIO Drum Microphone Kit (8 parça) - SENNHEISER e825s - SHURE PG58 (2 adet) - BEYER DYNAMIC (2 adet) - BLUETUBE mikrofon ve enstrüman preamp - MOTU 2408 ses sartı - BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser - BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 Band
- MASTERWORK Custom 16-17-18 inç Crash - MASTERWORK Resonant 16-17-18 inç Crash - ZILDJIAN Scimitar 14 inç Hi-Hat - İSTANBUL Samatya 14 inç Hi-Hat - SABIAN B8 Pro 15 inç rock Hi-Hat - SABIAN HHX 20 inç Dry Ride - SABIAN 20 inç medium Ride - MASTERWORK Resonant 16 inç China - İSTANBUL Custom 18 inç China - İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 inç China - İSTANBUL Radiant 10 inç Rock mini China - İSTANBUL Radiant 10 inç Splash ve Klima...
Prova ücreti: Haftaiçi 15 TL. Haftasonu 18 TL. Pazartesi - Salı - Çarşamba - Perşembe günleri haftada 2 saat fix prova 25 TL. Kanal kayıt: 40 TL/saat Çok mikrofonlu hücum/kanal kayıt: 20 TL + prova saati ücreti.
Adres: Konur2 sokak 38/1 Kızılay Tel: (0312) 41 999 40 Gsm: 0505 682 69 30 (Ali Öztürk)
Onlar kahramanlıkların yaşandığı, savaşların olduğu, sık ormanların, masmavi göllerin içerisinde kendi dünyalarını kuran, balıkçıların bile şair olabildiği, destanları ve edebiyat eserleriyle ün saldığı Finlandiya’dan geliyor. Bu özellikler bir ülke için tarihsel bir zenginlik kaynağıdır. Bir ülke eğer edebiyat alanında destansı veya başka konusal bir tarzda birçok kaynak çıkarabilmiş ise o ülkede yaşayan insanların doğal olarak bu zenginlikten bir pay çıkarabilme, onu geliştirme, onu kullanma gibi amaçları da çok kolay oluyor. Bu kaynaklardan yararlanarak bir film yapabiliyor veya liriksel açıdan bunu şiirlerde kullanabiliyor onu şarkı haline bile getirebiliyorsunuz. Finlandiya’nın yazın alanındaki tarihine bakıldığı vakit kendilerinin ünlü destanı Kalevala’dan tutun onu takip eden yüzlerce edebiyat eseri yazıldığını görecek ve bunun müzik alanındaki etkilerini dahi gözlemleyebileceksiniz. Yüzüklerin Efendisi en büyük örnek olacaktır bu konuda. Müzik grupları şarkı yazım sürecinde komünal olarak kendi yazdıkları sözlerden çok bu edebiyat eserlerinden de çok yararlanır. Bu sadece heavy metal gibi her geçen gün daha da büyüyen bir müzik akımından çok müziğin her türünü ilgilendiren bir düşünceye tekabül etmektedir. Bugünün müzik toplulukları Shakespeare, Lewis Carroll, Emily Dickinson, Robert Frost, J.R.R. Tolkien, Sylvia Plath gibi Amerikan, İngiliz ve İskandinav yazarların ve şairlerin dünyasından çok etkilendiği kadar E.A.Poe, H.P.Lovecraft gibi gotik Marquis De Sade gibi uçuk
sıra dışı yazarların eserlerinden de bir dünya yaratabilmekteler. Amorphis ise tıpkı böyle yapmış. Zamanında Elias Lönnrot’un Fin öykü ve şiirlerinden derlemiş olduğu Kalevala’dan oldukça etkilenip ve bir anlamda kendi ülkesinin tanıtımını da bu sayede yapmışlar. Onlar destanların, şiirlerin, beyaz zambakların ülkesinden olduğu kadar kendi yarattıkları çok özel bir duygudan geliyorlar, cennetten belki, kendi kalplerinin cennetinden… Amorphis’ten önce bir “speed thrash metal” grubu olan Violent Solution’da bulunan gitarist Esa Holopainen ve davulcu Jan Rechberger’in Abhorrance adlı bir death metal grubunda gitaristlik yapan Tomi Koivusaari –ayrıca Violent Solution’da da bulunmuştur- ile birleşerek Amorphis’in temellerini atması 1989–1990 yılları zamanına rastlar. Fince’de “belli bir şekli olmayan” anlamına gelen Amorphis’in beklentisi önceki gruplarının bir sentezini kurarak bu yeni toplulukla başarılara imza atmaktı. Basist Olli-Pekka Laine’i de aralarına katarak 1991 yılında ilk demo kaydı olan “Disment of Soul”u dinleyicilere sunarlar. Çok sade ve etkileyici kapak tasarımıyla bu demoda bulunan “Privilege of Evil” çok beğenilmiş olup bugün bu kaydı o zamanki haliyle bulmak neredeyse imkânsızdır.
Ancak internetten bir data kaydına rastlayabilirsiniz. Bir kış zamanı piyasaya çıkan Amorphis’in ilk çalışması “The Karelian Isthmus” adını taşıyor. 1992 yılı bu albüm Finlandiya tarihinde yer alan önemli kahramanlık hikâyelerini, dini, savaşları ve bazı mitolojik anlatımları temel alır. Grubun ilk albümündeki müziğine dikkat ettiğiniz vakit 1990 dönemi diğer benzer gruplardan farklı olduğunu hissedersiniz ve doom/ death metal olarak adlandırılan ve bununla birlikte “atmospheric death metal” olarakta geçen bir tanımla karşılaşmanız olası bir durumdur. Müziğe böyle bir tanımın getirilmesinin farklı sebepleri olabilir. Bunun en belirgin örneği ise müzik şirketleridir. Müziğin çağrıştığı öğelere göre elbette bir tanım seçilmesi müzik şirketlerinin grubu farklılaştırma ve bundan bir pay elde etme çabasından başka bir şey değildir. Eğer gruba soracak olursanız “biz tanımlara karşıyız, sadece kendi müziğimizi sevdiğimiz müziği yapıyoruz, isim koymak şirketlerin ve müzik eleştirmenlerinin işi” de diyebilecektir. “The Karelian Isthmus” çıktığı döneme göre oldukça sıra dışı olup, daha önce Dark Throne, Dismember ve Entombed gibi gruplarla çalışan Tomas Skogsberg bu çalışmada yapımcılık görevinde yer almıştı. Bestelerde yer yer hissedilen klavyenin o zamanlar doom/death metal müziğinde kullanılması pek revaçta değildi, bu sebeple aynı tarz diğer albümlere nazaran biraz daha ayrıcalıklı duruyordu.
Klasik Doom Metal besteleri gibi olmayan fakat o tarz gruplarda kullanılan rifleri daha karmaşıklaştırarak çalmayı deniyorlardı. Bestelerde bir karışıklık yaratılmış, sanki savaş bir anlamda resmediliyordu. Kapak tasarımında buna benzer bir tasvir de yer almaktaydı. Hemen açılışta yer alan “Karelia” belki de tüm zamanların kendi tarzında en iyi açılışına sahne oluyor ve gireceğiniz atmosfere çok iyi hazırlıyordu. “The Gathering”, “Warrior’s Trial” ve “The Lost Name of God” gibi bestelerle de albüm haklı bir başarıya ulaştı. Bu çalışmada epik konuları bir bütün olarak incelemeyi seçen Amorphis gelecek albümde de liriksel açıdan farklı bir konuyu işleyecek ve müzikal olarak daha da ileri gidecekti.
GÖLLER ÜLKESİNİN ÜZGÜN OZANLARI Esa Holopainen ve Tomi Koivusaari’nin gitarda yarattığı o ambiyans ile etkilendikleri psychedelic rock grubu Hawkwind ile birlikte The Doors, Led Zeppelin, Deep Purple, Ritchie Blackmore, David Gilmour, Roger Waters ve dolayısıyla Pink Floyd’un üzerlerindeki o yoğun baskısı grubu farklı bir kimliğe taşıdı. Eğer nitelikli bir müzisyenden veya gruptan etkileniyorsanız bu sizin beste yapma sürecinizde sizi değişik sulara götürecek farklı bir dünyaya taşıyacaktır. Doğal olarak kendilerine de bu oldu ve ikinci albümde o güne kadar ki olan müzikal birikimlerinin ilk meyvesini “Tales from the Thousand Lakes”(1994) ile aldılar. Yurt dışında ilk çıktığında kimse böyle bir çalışma beklememişti. Türkiye’de duyulduğunda ise büyük bir hayretle karşılandı. Metallica, Testa-
ment, Overkill gibi gruplarca bir yandan thrash metal gündemdeyken bir yandan da My Dying Bride’ın “Turn Loose The Swans”, Paradise Lost’un “Icon” ve Anathema’nın “Serenades” gibi çalışmaları piyasayı canlı tutma görevini üstlenmişti. Underground doom metal dünyasında ise Funeral ve Celestial Season çıkardıkları demolarla gelecek vaat ediyorlardı. Tam bu sıralarda çıkan “Tales from the Thousand Lakes” piyasaya canlılık getirmekle kalmadı, o güne kadar o türde yapılmamış farklı bir yapıyı da beraberinde getirdi. 70’lerin progresif rock müziğinde kullanılan klavye, moog synthesizer tonlarını gruba yeni alınan Kasper Mårtenson ile müziklerine işleyen Amorphis, doom ve death metal kalıplarını daha geliştirmiş, Tomi Koivusaari’nin brütal ve arkadaşları Ville Tuomi’nin ise temiz vokalleri sayesinde bestelere daha da çeşitlilik kazandırmışlardı. Kasper Mårtenson geldiği gibi sadece albümde derinliği sağlayan klavyenin başına geçmemiş en önemli şarkıların altına imzasını da atmıştır. O zamanlar daha 20’li yaşların başlangıcında olan Koivusaari ve Holopainen’in albümün kitapçığında daha çok genç görülüyor olmaları, bunun aksine müziğe bakıldığında yaşlarından beklenmeyecek olgunlukta bir albümle çıkagelmiş olmaları da ayrıca dikkat çekicidir. Kendilerine “Fin Destanı Kalevala’nın ozanları” da diyebileceğimiz topluluk çok köklü bir destanın Kalevala’nın tanıtıcılığını da üstlenmekte. İlk defa bu “Elegy”de kullanılan lirikler Kalevala’dan alınmış olup özenle seçilmiş şiirlerden oluşmaktadır. Mitoloji’de doğa tasvirleri oldukça sık yapılır.
Kalevala’da bütün dünya mitolojilerindeki hikâyeler gibi olayların geçtiği yeri ve olayları mükemmel tasvirlerle bize sunar. Bu bağlamda destanda uzun uzun açıklanmış olan bazı önemli figürlerde beraberinde gelmektedir. Buna daha sonra değineceğiz fakat şimdi Amorphis’in albümde neden doğa tasvirlerini ön plana çıkarıcı lirikler kullandığına bir bakalım. Finlandiya bilindiği gibi “bingöller ülkesi” olarak adlandırılan halk dilinde bir söyleniş tarzına sahiptir. Çok eski yıllardan beri süregelen bu adlandırma Amorphis’in mükemmel bütünleştirmesi sayesinde Kalevala’daki hikâyeleri de içerisinde barındıran bir sentez düşünceyle açıklanabilecektir. Bugün Laponya olarak adlandırılan Lapland, kuş, deniz, gökyüzü, dağlar ve o kuzeyin sert atmosferi “Tales From The Thousand Lakes”de yoğunlukla işlenir. Bunlar Kalevala’ya da bir giriştir aslında, her ne kadar burada çok farklı iki hikâye anlatılmış olsa da biz bunları şarkıları dinlerken pek hissedemeyiz, bunun sebebi ise topluluğun kullandığı liriklerde karakterleri direkt olarak söylememesidir. Hikâyelerde, karakterler arasında geçen çekişmeler, kaçışlar, yaşanan ölümler ve Kalevala’da anlatılan o ünlü düğün, bunların hepsi kaçış edebiyatının içerikleridir aslında. Şarkılarda geçen sözlerin öyle derin anlamları vardır ki ancak elimize Kalevala’yı alıp okuyup, çok iyi irdeleyip şarkılarla ancak öyle bağdaştırabiliriz. Yoksa aşağıda şarkı isimleri verilmiş her bir beste için sayfalar dolusu hikâye anlatmamız gerekebilir. İç içe geçmiş, bazen çok farklı detaylara girebilen önemli hikâyelerdir bunlar. Kalevala’nın ne olduğunu, hangi karakterler içerdiğini, bu karakterlerin aralarındaki savaşlarını,
hüzünlerini, aşklarını burada anlatmamız çok kısa bile olsa imkânsızdır. Anlatmaya kalkışsak bile bir tarafı eksik kalacak ve tamamlanmayacaktır. Çok ayrı bir yazı konusudur. Yine Tomas Skogsberg öncülüğünde, Kasper Mårtenson’un soğuk piyano melodileriyle başlayan (“Thousand Lakes”) bu eşsiz konsept albüm şarkının hemen ardındaki “Into Hiding” ve “The Castaway” adlı çalışmalarla devam eder. Fin halk ezgilerinden oldukça yararlanan topluluk bizdeki oryantal melodilerle de büyük bir benzerlik taşır. Örneğin “Into Hiding”de hemen brütal vokallerin girmesiyle beraber arka planda gitarların yarattığı o yoğun zengin melodi anlayışı, Ville Tuomi’nin o kelimeleri uzatış tarzı aynı bizdeki halk ezgilerinin yorumlanış şekliyle hemen hemen aynıdır. Belki de bu yüzden ilk çıktığında bu kadar sahiplenildi böylesine kabul gördü. “Black Winter Day” gibi efsane bir şarkının oluşmasında ise Kasper Mårtenson’un payı çok büyüktü, çünkü kendisi bu şarkıyı Amorphis’e armağan etmişti. Bu bestede kullanılan moog synthesizer düzeneği gerçekten de şimdi bile çok fazla örneği olmayan bir yapıdadır. “Drowned Maid”in güçlü gitarlarının yarattığı o sonsuz ezgiler, “In The Beginning” ve “Forgotten Sunrise” gibi hüzünlü eserler “Tales from the Thousand Lakes”i klasikler arasına sokmakta geciktirmedi. “To Father’s Cabin”deki Kalevala’dan alınan o küçücük dua ve şarkıda kullanılan The Doors’un şarkılarındaki klavyele tonlarını anımsatan tonal melodiler çok ilgi çekiciydi. Grup böylelikle nereden geldiğini belli ediyordu. Konserlerde giyindikleri 70’ler tarzı
giysiler, The Doors grubunun “Light My Fire” adlı şarkısını kendilerine özgü yorumlamaları kendilerini diğer gruplardan ayrıştıran en önemli özellikti. Bu müzikaliteden bahsederken bir noktayı da atlamamak gerekiyor, o da hemen ardından çıkan “Black Winter Day”(1995) EP’sindeki “Folk Of The North” ve özellikle “Moon And Sun Part II:North’s Son” adlı şarkıdaki o caz yapısı. “Black Winter Day”in melodileriyle sentezlenen bu çalışmada grup bir adım daha ileri gitmiştir. Böylesine gerçekçi bir başarıdan sonra topluluk konserlerin ardından yeni bir kayıt için stüdyoya girer fakat kadroda da önemli değişiklikler olacaktır.
THE KANTELETAR VE AĞIT The Kanteletar, Kalevala destanından ayrı olarak düşünülmemesi gereken, onun içerisinde yer alan 700 şiir ve baladlardan oluşur. Kantele ismi ise Finlilerin geleneksel müzik çalgısından geliyor. Kalevala’da yer alan ana karakterin yarattığı bu çalgı Amorphis’in en başarılı şarkılarından olan “My Kantele”ye de ilham kaynağı olmuştur. Amorphis “The Kanteletar” ismindeki şiir ve baladları kendilerine esin kaynağı seçer ve üçüncü çalışması “Elegy”i 1996 yılında çıkarır. Daha önce belirttiğimiz gibi kadroda önemli değişiklikler olmuştur. O güne kadar geçici bir müzisyen gibi olan ve görevini başarıyla sergileyen klavyeci Kasper Mårtenson yerine Kim Rantala’yı alan topluluk davulda da kurucu elemanlardan Jan Rechberger yerine Pekka Kasari’yi getirir. “Tales from the Thousand Lakes”de misafir vokalist olarak yer alan Ville Tuomi’nin yerine ise yeni bir vokalist olan Pasi
Koskinen alınır. Pasi Koskinen söz yazma becerisine sahip çok farklı bir ses rengi olan iyi bir vokalisttir. Kendisi Death ve Doom Metal ile ilgilenmekte olup Amorphis için tertemiz vokaller sergileyecektir. Katatonia, Paradise Lost, Anathema ve Moonspell’in metal dünyasında cirit attığı o yıllarda çıkan “Elegy” diğer çalışmalara aldırmadan aralarından zekice sıyrıldı. Çıkışı kopya kaset furyasının çok tutulduğu zamanlara denk gelen Amorphis’in “Elegy”si o zamanlar Moonspell’in “Irreligious”, Paradise Lost’un “Draconian Times”, Anathema’nın “Eternity” ve Katatonia’nın “Brave Murder Day” çalışmaları ile birlikte en çok sevilen albümlerden birisi oldu. Melodik yapısıyla “melodic death metal” karamsar ve melankolik yapısı ile de “doom metal” dinleyicisinin de takibinde yer aldılar. Her iki tarzı da sorunsuz bir şekilde müziklerine yedirebilen topluluk birçok şarkısı ile klasik grup mertebesine erişti. Bu çalışma topluluk için ayrı bir önem arzediyor ve müziklerinde var olan ritim değişiklikleri, zengin bir melodi altyapısı yüzünden progresif metal gibi elit bir türe dâhil olma düşüncesini de beraberinde getiriyordu. Bu konuyu daha fazla irdelediğimizde albümde yer alan bestelerde kullanılan klavyenin özellikle “Tales from the Thousand Lakes”deki gibi 70’lerin o progresif rock klavyesini anımsatışı, o ciddiyetle kullanılması bu yargının oluşmasındaki en büyük etken olarak gözüküyordu. 1990 ortalarında Finlandiya’dan böylesine ayrıksı bir grubun ortaya çıkışı birçok topluluğun kurulmasına da rol açmıştı. Sadece Finlandiya’da yeşeren ve bir black metal geçmişi olan Promethean grubu (müzisyenlerinin bir kısmı Black Crucifixion’dan gelmedir) bile oluşturduğu “Gazing The Invisible” ve “Somber Regards” adlı çalışmalarıyla aynı Amorphis’in fin halk ezgilerini kullanması gibi bir yapıyı müziklerine adapte edip “psychedelic folk” tarzıyla çok önemli iki albüm de kazandırmıştır müzik dünyasına. “Elegy”nin heavy metal dünyasında böyle takip edilir olması, tutulması ve gruba birçok fan kazandırması en başta orjinal olmasıyla ilgiliydi, diğer sebeplerinse bu çerçevenin etrafında düşünülmesi doğru olurdu. Bu sebeple Esa Holopainen’in giriş şarkısı “Better Unborn”da kullandığı elektrik sitar nasıl bir albüm dinleyeceğimizi az çok belli ediyordu. Elektrik sitar ile verilen oryantal yapının ardından müziği öylesine açıyorlardı ki bunun bir tarafı etnik müziklere doğru kayıyor diğer tarafı ise bütün doğallığıyla şarkı kendi gizemine doğru yolculuk yapıyordu. Pasi Koskinen’in nakaratlarda verdiği o duygu yoğunluğunu anlatmak imkânsızdır. Kalevala/The Kanteletar’dan kaderi çok kötü yazılmış, sevdiğine ulaşamamış bu uğurda türlü zorluklardan geçmiş fakat en sonunda yenilmiş bir karakteri anlatan bu şarkı biraz da isyan niteliğinde durmakta, karakterin yaşadıklarına karşı bir duruşta sergilemektedir. Hemen arkasından gelen “Against Widows”un ise farklı bir büyüsü vardı ki bunu da ritim gitarlarındaki dinamizm ve solo bölümlerindeki o hırçın yapıyla açıklayabiliriz. Tomi Koivusaari’nin nefis brütal vokalleri sayesinde ve yine nakaratlardaki temiz vokalleriyle Pasi Koskinen şarkının başarılı gi-
dişatındaki en büyük etkenlerdi. “The Orphan” keza aynı şekilde Pasi Koskinen’in vokalleriyle hüzünlü bir ağıt şekline dönüşürken “On Rich and Poor” ise tekrar melodileriyle ve oryantal yapısıyla albümün en melodik besteleri arasında yer alıyordu. Genellikle bir albümde bir veya iki şarkı lokomotif görevi görür ve dinleyicileri peşinden sürükler, “Elegy”de “My Kantele” bu özelliği taşıyan bir şarkıdır ve Kalevala destanında Kantele daha önce de belirttiğimiz gibi bir müzik aletidir ve ana karakter Väinämöinen’in ellerinde bir turna balığının kemiklerinden meydana gelmiştir. Sonraları bu müzik aletini kaybedip ardından ağıtlar yakan (burada bir sevgiliye seslenir gibi “Kantelem” demiştir) Väinämöinen aynı müzik aletini başka bir ağaçtan yapmaya kalkışır. Bu hikâyeyi daha derinlemesine okuyup ardından da “My Kantele”yi dinlediğinizde üzerinizde ağır melankolik bir duygu hissedebilirsiniz. Şarkının genel yapısı ise oldukça hüzünlüdür, Tomi Koivusaari’nin brütal vokallerinin ardından nakaratlarda vokalleri Pasi Koskinen’in devralışı ise birçok dinleyiciyi durgun hallere sokar hatta “uzak ufuklara bakıp dalıp gitmek” gibi bir duygu hissettirir. Bu şarkı o dönemde beste içerisinde taşıdığı zekice fikirler yüzünden çok ayrı tutulmuş ve Amorphis’in bundan sonra gireceği müzikal yönde de bir fikir tutanağı olmuştur. Diğer şarkılar olan “Song of the Troubled One” ve “Weeper on the Shore” gibi besteler, içerisinde melodik yönü kuvvetli, gerilerden gelen klavye melodilerinin arasında 1970’lerin progresif rock’ına selam gönderen bir yapıyı da beraberinde taşıyordu ki bu bir bütünlük yansımasıydı adeta. Aynı adı taşıyan “Elegy” adlı şarkı ise bir anlamda buna bir nokta koyuyordu. Enstrümantal “Relief” dışında “My Kantele”nin akustik versiyonu ise bu çalışmada bir inci gibiydi ve neredeyse orijinal versiyonundan daha çok beğenildi. Kapağında bir Fin figürünü kullanan Amorphis bundan sonra konserlere daha da ağırlık verdi ama bir süre sonra karanlık heavy metal dünyasında sanki bir zincirin parçasıymış gibi gözüken radikal değişimlere kendilerinin de ortak olacağından haberleri yoktu.
DEĞİŞİM RÜZGÂRINA KAPILMAK En başta bazı Doom Metal, Gothic Metal ve dolayısıyla Black Metal gruplarında gözlemlenen bu değişim süreci 1990’ların ortalarında yeşermiş ve bir süre devam ederek farklı yönlere doğru yol almıştır. Bunun en büyük sebeplerinden birisi ise grup müzisyenlerinin kendi özel hayatlarında dinledikleri farklı tarzdan toplulukların kendi fikirlerine etki etmesi, müzik dünyasında olgunlaşma süreci ve plak şirketlerinin de aynı düşüncede yer aldığının bir göstergesi olan “para” diye özetlenebilir. Ama para konusunun çok dar bir çerçevede düşünülmesi gerekir, çünkü bu tarz özgür müzisyenlerin kendi dinledikleri doğrultusunda farklı ve özgür bir anlayışla üretim sergilemeleri saf bir değişimi de beraberinde getiriyor. Kimi topluluk bu farklılaşma sürecinde olgunlaşarak daha da nitelikli duruma geçebiliyor, kimi topluluksa daha yer altında kalıp ken-
di kazandıklarını müziğe yatırıp değişimi de böyle yaşayabiliyor. Bu uğurda minör şirketlerden ayrılıp majör şirketlerle anlaşmaları da bir anlamda kaçınılmaz oluyor. Doom Metal’de gözlemlenen ilk farklılaşma süreci de yine 1990’larda baş gösteriyor. Yer altında filizlenen Candlemass etkileri taşıyan sade doom metal topluluklarına karşılık “Funeral Doom Metal” olarak lanse edilen farklı farklı topluluklar (Funeral ve Skepticism örnek olabilir.) ise değişimden fazla etkilenmeyen, hep aynı tarz kaliteli eserler üreten bir düşünce de sergiliyorlardı. Bunlar arasında daha majör bir topluluk olan My Dying Bride’ın “Turn Loose The Swans” çalışması klasik doom metal kalıplarında dururken hemen ardından gelen “The Angel and the Dark River”da farklılaşma süreci hemen kendisini belli ediyordu. “34.788%...Complete” gibi tarihinin en radikal değişimi sergileyen çalışması ise My Dying Bride sevenlerini hayretlere düşürmüştü. Aynı düşünce Paradise Lost için de geçerliydi. “Lost Paradise” ve “Gothic” adlı başyapıtlarla doom metal ve gothic metal’in sınırlarını çizen topluluk “Draconian Times” çalışması ile Metallica etkilerini gün ışına çıkarıyordu ki ardından oluşturdukları “One Second” ile çok değişik nehirlere daldılar ve tarihinin en köklü değişimini de 1999 yılı albümü “Host” ile yaşattılar. “Host”da bırakın doom metal sularında yüzmesini bestelerde bile gitar tınılarını duyamıyordunuz.
Tamamiyle “synth pop” ve Depeche Mode ekseninde gezen besteleriyle topluluk büyük bir cesaret örneği göstermiş, o zamanki şirketleri olan Music For Nations’dan ayrılıp daha majör bir şirket olan EMI’ya bir geçiş yapmışlardır. Türk dinleyicilerin duygularına hitap etmesini çok iyi bilen Anathema’da bu değişimden nasibini almıştı. Grubun ilk dönem yapıtlarına bakıldığında eski tarz doom metal örnekleri sergileyen bu topluluk “Eternity” ile daha düz vokallere geçiş yapmış ve müziklerinde yoğun bir Pink Floyd etkisi hissedilmiştir. “Alternative 4” ile bu sürmüş ve “Judgement” ile yine bu düşünce tasdiklenmiştir. Aynı şekilde Moonspell’de “Irreligious”la gothic/black metal sularından sıyrılıp Type O’Negative ve Depeche Mode gibi gruplardan etkilenip tarihinin en farklı ürünü “Sin/Pecado” ile dinleyicilerinin karşısına çıkmıştır. Fernando Ribeiro’nun o dönem röportajları incelendiğinde bu değişimin kaçınılmaz olduğunu belirtmiş ve bunun bir büyüme süreci olduğunu da söylemiştir. İsveç’in en kaliteli topluluklarından birisi olan Katatonia ise “Brave Murder Day” gibi karanlık ve sert bir çalışma yarattıktan sonra stoner rock olarak adlandırılan ve içine The Cure gibi sıra dışı bir grubun melankolik ve daha karanlık tarafını ekledikleri “Discouraged Ones” ile yine farklı dünyalardan seslenmiştir. Bu albümün düz yapısı bir sonraki “Tonight’s Decision” ile bozulmuş, bunun tek sebebi ise Dan Swanö olarak gösterilmiştir. Dan Swanö gruba öyle bir aşı yapmıştır ki daha sonraki yaratılacak eserlerde grup ondan etkilenerek inanılmaz kalitede nitelikli çalışmalar ortaya çıkarmıştır. 1990 dönemindeki büyük doom metal gruplarından bayan vokalli iki önemli topluluk var-
dı. Bunların ilki Theatre Of Tragedy’dir. “Velvet Darkness They Fear” gibi bir doom metal klasiği yarattıktan sonra daha düz ve yalın olan “Aégis” albümünü yaratmaları insanlarda şaşkınlığa sebep olmuştu. Yunan mitolojisinden etkilenen şarkılarıyla grup düz bir melodi yapısını benimsemiş Liv Kristine’nin yanında Raymond’un o pek hissiyat taşımayan vokalleri de çok eleştirilmişti. Bu tarzda ikinci bir grupta The Gathering’di. “Nighttime Birds” ile hüzünlü yüreklere bir acı daha yükleyen bu topluluk 1998 yılı çalışması “How the measure a planet?” ile tarzından oldukça uzaklaşmış ve hayranlarını şaşırtmıştır. Bu kadar değişim örneği içerisinde bu farklılaşmanın türdeki majör toplulukları esir alışı aynı bir zincirin parçalarını anımsatıyor. Bu kadar tesadüf yoksa birkaç yıl içerisinde nasıl bir araya gelebilirdi? Değişimden nasibini almış bu gruplar ya vokallerini radikal bir yönde değiştirmişti veya müziklerinde oldukça köklü bir yapıyı yerinden oynatmıştı. Bunun 1990’lı yıllara denk gelmesi ise birçok topluluk arasında yarışa da sebep olmuştur. Kimi topluluk nitelikli eserler ortaya çıkarmış kimisi de yoğun eleştirilere sebep olmuştu. Bu düşüncenin can damarı ise fanlarını kaybetme korkusuydu. Yukarıda adı geçen her topluluk bunu yaşamış kimisi de yeni dinleyiciler kazanmıştı. Amorphis ise belki bu eleştirilerin en ağır olanına sahipti. “Elegy” sonrası 3 sene ara veren topluluğu ülkemiz dinleyicileri bir anda kenara bırakmıştı. Bir sonraki durakta grup neden bu kadar eleştiriye uğradı, bu eleştiriler haklı mıydı?
KALEVALA’YA ELVEDA, “TUONELA”YA MERHABA Adını Fin Mitolojisinde “ölülerin krallığı” anlamına gelen “Tuonela”dan alan Amorphis’in 1999 albümü grubun 3 sene sonunda oluşturduğu farklı bir çalışma olarak müzik tarihine geçti. “Kalevala’dan ekmek yiyorlar”, “Acaba diğer grupların dâhil olduğu değişim sürecinde bu grupta mı yer alacak” düşüncelerine aniden son vermişlerdi. Pasi Koskinen “Tuonela”nın şarkı sözlerini tek başına yazmış ve grup bu sayede Kalevala destanına elveda diyordu. Bu sebeple yersiz eleştirilerin sonunda noktayı ister istemez koymuşlardı. Bir değişim sürecinde Amorphis’in bu albümde önceki çalışmalarına göre kendi müziklerini ters yöne çevirdiğini dinleyince hissediyordunuz. “Tales from the Thousand Lakes” ve “Elegy” ile bir bütünlük sağlanmıştı fakat “Tuonela” ile hem liriksel açıdan hem de besteler açısından grubun önceki eserlerini tekrar etmeme düşüncesi ortaya çıktı. Önceki iki albümün muhteviyatında var olan ağır melankolik pa-
sajlar devam ediyordu fakat bu çalışma tamamiyle Katatonia’nın Stoner Rock/Metal albümü “Discouraged Ones” gibi etkiler barındırıyor ve içerisinde birçok yeniliği de taşıyordu. Bu yeniliklerden en önemlisi ise o güne kadar Dream Theater (bkn. “Another Day”) haricinde pek denenmeyen “heavy metal içerisinde saksafon kullanımı”nın Amorphis tarafından cesurca sergilenmesiydi. Topluluğun bestelerine baksanız sırıtmayan fakat bununla beraber oldukça başarılı olan, yoğunlukla en çok eleştirilen noktalardan birisine de tekabül eden bir yapıyı kullanmışlardı. İlk iki çalışmaya göre sound daha yumuşatılmış ve Pasi Koskinen’in tümü temiz vokallerinden (sadece “Greed” adlı şarkıda brütal vokal denemişti) oluşan bir albüm vardı karşımızda. Tomi Koivusaari brütal vokal yapmaktan sıkılmış olduğundan böyle bir karar vermişlerdir kendi aralarında. “Tuonela”ya getirilen en yoğun eleştirilerden birisi de müziğin sertliğinin olmaması problemiydi ki aslında bu tarz yaklaşımların çokta önemli olmadığını düşünmekteyim. Eğer bir müzik dinleyicisiyseniz bestelerin sertliğinden çok içindeki melodilere, onun nasıl işlendiğine değer verir, önemsersiniz. Ülkemiz heavy metal dinleyicilerinin “müziğin sertliğine” önem verdiği açıktır fakat onun genelinde yer alan bir başarılı bir müzikal çerçeveyi görmezden gelip albüm hakkında olumsuz yorumlarda da bulunabilirler. Oysa Paradise Lost’un “Host”u ne güzeldir fakat elektronik müzik diye bütün müzikaliteyi ayaklar altına alan bir düşünce tarzı da maalesef ki zamanında çokça okuduğumuz karşılaştığımız fikirlerdendi. Aynı durum elektronik müzik ile içli dışlı olmasa bile Amorphis “Tuonela” için de geçerli. Daha çok etkilerini Celestial Season’ın ve Kyuss’un stoner rock dönemlerinden alan, bunun içerisinde yoğun melodik yapının inşa edildiği, progresif
yapının azaltıldığı düşüncesinin aksine daha da yoğun kullanıldığı, folk yapının biraz geriye çekildiği, yenilikçi ve başarılı bir çalışmadır “Tuonela”. İlk beste “The Way”e dikkat edildiğinde Esa Holopainen’in gitar melodilerinde daha önceki Amorphis albümlerinde duyduğunuz hissin aynısını yaşatır size. Bu şarkıda klavyede daha önce grupta çalmamış Santeri Kallio ismi dikkati çeker. Kendisinin seçtiği o düşsel klavye tonu şarkıya derinlik yaratmakla kalmaz adeta şarkının geneline hâkim bir görüntü sunar. “Morning Star” adlı şarkıda en çok eleştiri alan bestelerden birisidir, oysa dikkat edildiğinde bu çalışmada da o derin klavye tonları şarkıyı farklı hale getirir. Şarkının hemen başlangıcındaki modern gitar melodileri ardına gizlenmiş o kadar çok detay vardır ki bunu da belirtmek gerekir. “Nightfall”daki kısa saksafon girişi ve akıl almaz melodik süslerle oluşturulan bu şarkı vokal melodileri olsun gitar soloları olsun sizi başka bir dünyaya götürmeye muktedirdir. Pasi Koskinen’in yırtıcı vokalleri arasına saklanmış o dâhiyane hüzünlü gitar pasajları, saksafon melodileri ile bilmem nasıl açıklanır. Albümle aynı adı taşıyan “Tuonela” aynı “Elegy”deki “The Orphan” ve “My Kantele” şarkıları gibi bir etki yaratır. Şarkının sonunda yer alan Anathema benzeri piyano dokunuşları arasında Sakari Kukko’nun öttürdüğü saksafon melodileriyle birleşerek bir klasiğe de imza atıyordu topluluk. “Greed”in hemen başlangıcındaki sitar melodileri ve ardından Pasi Koskinen’in brütal denemeleri “Tuonela”nın en sert şarkısıyla karşı karşıya bırakıyordu dinleyiciyi. Hemen arkasından gelen “Divinity” ise oldukça beğenilmişti ve “Tuonela”nın en duygusal ve progresif çalışmaları arasında yer aldı. “Shining”in güçlü gitar denemeleriyle birlikte “Rusty Moon”daki flüt melodileri “Tuonela”yı iyi bir albüm saymamız için yeter-
li sebepler. “Rusty Moon”a kabaca bakıldığında sadece folk tınıları içermiyor Koskinen’in vokal melodilerinde bile o geleneksel çağrışımları duyabileceğiniz bir yapıyı içerisinde tutuyordu. Bu da Amorphis’in ne kadar ciddi çalıştığının da bir göstergesi oluyor. Kapanışı da “Summer’s End” ile yapan Amorphis bundan sonra ya aynı yapıyı devam ettirecekti ya da “Tuonela” ile başlayan değişimin daha da derinliğine yolculuk yapacaktı. Peki, bunun ortası olabilir miydi?
DEĞERİ VERİLMEMİŞ BİR ALBÜM: “AM UNIVERSUM” İki sene ara verdikten sonra piyasaya sürülen Amorphis’in 2001 yılı “Am Universum” albümü tüm beklentileri olumlu ve olumsuz olarak ikiye bölmüştü. Pasi Koskinen yine tüm şarkıların sözlerini yazmış, o zamana kadar grubun basçısı olarak yer alan Olli-Pekka Laine yerine Niclas Etelävuori gelmiş ve “Tuonela”da misafir müzisyen olarak klavyelerde yer alan Santeri Kallio ise gruba alınmıştı. Pasi Koskinen ise o sıralarda “funeral doom metal” grubu olan Shape Of Despair ve bir black metal grubu olan Ajattara ile yepyeni başlangıçlar yapmıştı. Ajattara grubunda ise “Tales from the Thousand Lakes”den sonra Amorphis’ten ayrılan davulcu Jan Rechberger ve ayrıca Tomi Koivusaari’de yer almaktaydı. “Am Universum”un beklentileri boşa çıkarmasının sebebi ise grubun kendisini tekrar etmesi, aynı beste yapıları kullanılsa bile – “Tuonela” kıstas alınmıştır.- ken-
dilerini geliştirememesi şeklinde yorumlandı. Ama madalyonun öteki yüzü ise bunun tam tersini söylüyordu ve “Am Universum” ile Amorphis “Tuonela”da başlattığı o farklı sentez yapısının biraz daha geliştirilmiş yönünü sergilemekte sakınca görmemişti. Bu ikilem durumunun aksine gün geçtikçe değer kazanan, şarkıları gün geçtikçe anlam ifade eden bir yapıyı da beraberinde getiriyordu. İlk çıktığında pek beğenilmemiş fakat içerisindeki dört veya beş tane beste hakkında “işte bunlar klasik amorphis şarkıları” diye düşündüğümüz de olmuştu. O zamanlarda çıkan hemen hemen aynı tarz popüler metal gruplarının eserlerine bakıldığında çokta başarılı olmadığını anlıyoruz. Anathema “A Fine Day To Exit” ile belirsiz bir yola girerken, Paradise Lost ise “Believe In Nothing”le eski günlerine dönmeyi amaçlıyordu. Sadece Katatonia “Last Fair Deal Gone Down” ile büyük bir işe imza atmıştı. İşte bu zamanda çıkan “Am Universum”, “Tuonela”dan aldığı mirası biraz daha geliştirerek, o zamanki müziklerinde var olan stoner rock etkisini azaltıp içerisine daha fazla progresif elementler getirerek oluşturmuştur bu albümü. “Tuonela”da ortaya çıkan saksafon kullanma sevdası bu albümdeki bestelere daha da nitelikli yerleştirilmiş, Santeri Kallio ise klavyede hammond org tonları bile yakala-
mıştı. Bu açılardan “Am Universum” “Tuonela”dan oldukça farklıydı ve şarkılar oldukça sertti. Bir “Elegy” kadar değildi ama yine de dinledikçe güzelleşen bir albümdü “Am Universum”. “Alone” bestesi ile yakalanan başarı kendi ülkesi Finlandiya’da büyük bir övgüyle karşılandı ve sevildi. Dinamik şarkı “Goddess (Of The Sad Man)” ve “The Night Is Over”daki groovy gitar riflerinin oluşturduğu sert yapı bundan sonra Amorphis’in sıkça kullanacağı bir tarz olacaktı. Böylesine sert bir soundun arkasına gizlenmiş o hammond org tonları grubun farklılığına da işaret ediyordu. “Shatters Within” tarzındaki şarkıları ise Amorphis çok iyi beceriyordu. Sakin giren gitarların ardından birden patlak veren değeri verilmemiş bir hüzün seli… Pasi Koskinen’in “Shatters Within”in nakaratlarında ve giderek sertleşen vokal yapısında büyük başarı gösterdiği bir gerçek. Özellikle “Under the dying sun it comes, weaving fear but i have none” sözlerini söylerken o kullandığı etkileyici vokal melodileri yoğun hüzne işaret etmekte… “Crimson Wave” ise ilginçtir Jon Lord’un Deep Purple’da kullandığı hammond org tonlarını içerisinde taşıyan ve aniden giren saksafon melodilerinin olduğu ilginç Amorphis bestelerinden birisi. Bu yapıyı bazı müzik yazarları çok komik bir şekilde eleştirmişti. Yok, efendim “Kenny G gibi olmuş” gibilerinden çok yazı okumuştuk önceleri. Evet, belki caz’da kullanılan bu sololar salt caz müzik içerisinde pek eğreti durmaz ama şunu da belirtmek gerekir ki bu topluluk yepyeni bir şeyler deniyor ve üstüne üstlük o soloların derinliğinde katman katman yerleştirilmiş çok ciddi bir progresif yapı mevcut bunu unutuyorlar. Siz bir heavy metal grubu kurun ve bestelerinizin içerisine hem hammond org tonları yerleştirin hem de psychedelic yapının içerisine caz’da kullanılan o saksafon sololarını kullanın, kolay bir iş değil bunlar, elbette bir yaratıcılık gerektiriyor ama maalesef bu tarz komik eleştirilerde gelebiliyor çoğu zaman. Gelelim “Veil Of Sin”e…
Bu şarkı “Crimson Wave” kadar eleştirilmemiştir. Ancak bir şarkı bu kadar mı güzel olabilir dedirtircesine haykırırsınız dinlerken. Gitarsız rock grubu Morphine’ın kullandığı bariton saksafon tonlarının bir benzerini de Amorphis bu şarkıda kullanmış. Bir “The Orphan”dan bir “Tuonela” şarkısından hüzün yaratma bakımından hiçbir farkı olmayan oldukça değişik bir beste. Dalıp gitmemek içten değil gerçekten. “Am Universum”u ayakta tutan bu isimlerini saydığım bestelerdi. Birde sonlara doğru yer alan “Captured State”in başlangıcında kullanılan o büyüleyici yapının da unutulmaması gerektiği düşüncesindeyim. Amorphis bu çalışmayla gelecekte oluşturacak ve yeniden yapılandıracakları sert progresif metal serilerinin bir anlamda başlangıcını yapıyordu. 24 Mart 2002 tarihinde de Amorphis Türkiye’de bir konser vermiştir. Genellikle “Elegy” ve “Tales from the Thousand Lakes”den şarkılar yorumlayan grup Türkiye’den de birçok enstrüman satın alıp ülkelerine götürmüştür.
İKİ ARADA BİR DEREDE: “FAR FROM THE SUN” Daha önce “Elegy’de kullandıkları yoğun oryantal yapı, “Tuonela’daki o saksafon geçişleri, bu yapının biraz geliştirilerek korunduğu “Am Universum” gibi değeri verilmemiş çalışmalarla grubun müziği ne kadar çeşitliydi bunu dinledik ve hissettik. Ülkemizde ise “Elegy”den sonra Amorphis’in dinlenme oranında
azalma görülmüştür. Bunun aksine değişime rağmen ilginçtir ki Anathema, Katatonia, Moonspell gibi topluluklar ise genel olarak dinleyici sayılarını arttırmışlardır. Oryantal melodileri kullanan Amorphis’in ülkemizde dinleyici sayısını azaltması açıklanamaz bir durum. Diğer topluluklardan Anathema yoğun melankolik müzikleriyle çok sayıda fanı kendisine çekerken aynı melankolikte bir Amorphis’in soğuk bulunması, müziklerinin dinleyici tarafından tekdüze olarak nitelendirilmesi ve değişim uğrunda kaybetmesi birçok dinleyicinin de kendi müziklerinden bihaber olmasına yol açtı. Heavy metal’de daha önce açıkladığımız gibi bir dönem “müzikal değişimler” çılgınlığı yaşanmıştı ve bunun en büyük zararlarından birisini Amorphis çekti. Tekrar eski hayranlarını kazanması zor gözüküyordu, çünkü artık çok farklı yönden besleniyordu grubun müziği. Death metal fanları topluluğu bir kenara iterken Progresif Metal dinleyicisi de tam olarak kabullenememişti. Peki, ne olacaktı? 2003 yılında “Far from the Sun” ile yepyeni bir başlangıç yapmaya hazırlanan Amorphis yine kadro değişikliği yaşamış, grubun kurucularından birisi olan Jan Rechberger Pekka Kasari’nin yerine gruba dönüş yapmıştı. Sözlerinin yine Pasi Koskinen’e ait olduğu “Far from the Sun” Amorphis diskografisi içerisinde pek parlak durmaz. Sanki öylesine çıkarılmış, aceleye gelmiş, üstünde biraz daha emek sarfedilseymiş daha iyi olurmuş gibi düşünceleri düşündürten
bir yapıya sahiptir. İlk çıktığında pek kimse oralı bile olmamış hatta büyük bir kitle ise böyle bir grubun hala üretim yaptığından bile haberdar olmamıştı. Hiç heyecan yaratmayan “Far from the Sun” önceki iki çalışmasıyla uzaktan yakından pek alakası olmayan bir sounda sahipti. Sadece “Am Universum”daki “Crimson Wave” isimli beste bu yeni albüm için ipucu niteliği taşıyordu, onun dışında pek benzerlik bulamazdınız. Kapağında ise Norveç mitolojisinden bir çekiç figürünü kullanan grup şirketleri Relapse’den ayrılıp daha majör bir şirket olan EMI ile anlaşmıştır. O zamanki müzik medyası bu birlikteliği yanlış algılamış bunu grubun negatif müzikalitesi ile paralel düşünüp öyle yargılamıştır. O dönemde bu albüm hakkında yazılan kritiklere baktığınız vakit negatif düşünceleri apaçık görebilirdiniz. Aynı durum 1999 yılında Paradise Lost’un EMI ile anlaşması sonucu da başına gelmiş ve o yıl çıkardıkları “Host”, Non Serviam (müziği bilen ünlü bir müzik yazarı tarafından kritik edilmişti) ve birkaç dergi hariç yerden yere vurulmuştu. Hatta bazı müzik organları tarafından “kötü bir Depeche Mode taklidi” yakıştırması da kullanılmıştı. Ama tabii görünen köy kılavuz istemezdi, yurt dışında iyi eleştiriler alan “Host” albümü kalite bakımından ne kadar üst düzeydeyse o yanlış algılanan ve talihsiz kritiklere kurban giden “Far from the Sun”da o kadar iyiydi. Sadece dinleyicisi onları bırakmış ve unutmuştu, yıllar sonra bu albümü dinlemiş olan dinleyicilerin suratlarında hafiften bir tebessüm bile görebilirdiniz. “Far from the Sun”ın soundu öncekilere nazaran daha çiğ ve daha kirliydi. Bestelerdeki melodik yapı aynen devam ediyordu fakat klavyeci Santeri Kallio’nun seçtiği o zengin tonların ardı arkası kesilmiyordu. Bir yandan Deep Purple’ın o eski Jon Lord’un org melodilerine göz kırpıyor bir yandan ise 1990’ların sonunda genellikle Progresif Metal gruplarının kullandığı o klasik tonlara geçiş yaparak bizi şaşırtıyordu. Pasi Koskinen ise her zamankinden daha yırtıcı ve kirli vokalleriyle başarılı bir grafik çizmişti. “Day of Your Beliefs” daha önceki albüm açılışlarında kullanılan şarkılardan pek farklı bir özelliği yoktu, yine etkileyici yine defalarca dinlenesi bir özelliğe sahipti. “Planetary Misfortune” ise klasik Amorphis sound’undan farklı bir şarkıydı. “Evil Inside” ve “Morning Soil”un melodik ve kirli soundu, “Ethereal Solitude” ve “God of Deception”ın durağan ve melankolik atmosferi ile birleşmişti. “Killing Goodness”deki yoğun klavye bombardımanı ve aksak davul ritimleri sayesinde Amorphis iyi bir Progresif Metal grubu olduğunu da cümle âleme göstermiş oldu. “Higher Ground”un hemen başlangıcında yer alan yoğun folk melodileriyle de “bizi eleştirenlere çok iyi cevap veriyoruz.” tarzında bir göndermede de bulunmuşlardır. “Far from the Sun”ın ardından topluluk çok radikal değişimlere girecekti. Onların istediği eski günlerini tekrar yakalamak, iyi bir silkinmek kendine gelmekti. Bunu da çok iyi başaracaklardı…
MELANKOLİK BİR ÜÇLEME 1. “ECLIPSE” “Far from the Sun”ın ardından sessizliğe gömülen Amorphis’te yaprak dökümleri baş gösterir. Grubun vokalisti Pasi Koskinen Amorphis müziğinin yumuşadığını belirterek topluluktan ayrılır. Kendisi daha sert ve daha karanlık bir müzik yapmak istemektedir. Zaten Ajattara’da Black Metal, Shape Of Despair’de ise eski tarz doom metal örnekleri sergiler. Bu grupların dışında kendisini To Separate the Flesh from the Bones’da da görürüz ki bu grupla da death/grind’ın çok vahşi örneklerini bile dinletirir bize. 2004 yılında gerçekleşen bu ayrılık grubu çok tetiklemişe benziyor. Tomi Koivusaari’nin 2004 yılında Pasi Koskinen ile Ajattara’nın “Tyhjyys” albümünde çalmasından sonra Amorphis için yepyeni günler başlamış ve çok geçmeden bir vokalist arayışına girmişlerdir. Çok fazla düşünmeden adı ilk Nevergreen olan ve daha sonradan Sinisthra ismini alan bir metal grubunda vokalistlik yapan Tomi Joutsen gruba alınır. Corpse Moles-
ter Cult isminde bir death metal grubunda gitarist olarakta yer alan Tomi Joutsen’in vokal etkilenimlerini Peter Steele (Type O’Negative), Mikael Akerfeldt (Opeth) ve Mike Patton’dan (Faith No More) almıştır. Aynı zamanda söz yazma kabiliyetine de sahip olan Tomi Joutsen’in Amorphis’e gelişi topluluğu yeniden eski günlerine geri dönmesi için bir umut olmuştur. Hem kirli hem de temiz tonlarda(bariton) bir sese sahip olan Joutsen iki farklı vokal tarzını da başarıyla sergiler. Tomi Koivusaari’nin brütal vokal yapmak istememesi Tomi Joutsen’inde bunlarda üstün bir başarı göstermesi kendilerinin en büyük kazancı olmuştur. Değişim sadece vokallerde değil grubun müzikalitesine de yansır. Nuclear Blast’dan çıkan “Eclipse” ismindeki bu albümle hem “Elegy” günlerine dönüş yapacaklar hem de liriksel olarak Kalevala destanına yine geri döneceklerdir. 2006 yılında “Eclipse” ile konsept açıdan çok farklı bir üçleme yaratan Amorphis bunun ilk ayağında Kalevala karakterlerinden birisi olan Kullervo’nun hüzünlü öyküsünü bize anlatır. Burada sadece tek karakter üzerinden oluşturulmuş şarkılardan bahsediyorum. İkinci çalışmada farklı, üçlemenin son albümünde ise karakterlerden esinlenmeyle devam edilecektir. Kullervo hakkında küçük bir bilgi sanırım burada yararlı olacaktır. Sevgiden yoksun büyüyen Kullervo bu süreçte hayatında türlü yanlışlıklar yapan bir karakterdir. Çevresinde ise ona örnek olacak bir kişiyi bulamadığı için de çok zorluk çeker ve yanlış yollara girer, doğru yolu bulamaz. Bir efendi tarafından satın alınır, bu efendi onu yanında çalıştırır, babası ve annesi de kendisi gibi mutsuz bir karakterdir. Sıradan bir günde bir kızla tanışıp geceyi onunla birlikte geçirmesinin ardından onun kendi öz kız kardeşi olduğunu öğrenir. Büyüdükçe yaşadığı olaylardan dolayı ruhu nefretle dolar ve kendisine bir kılıç yaratır, bu kılıç ise bir lanetin de başlangıcı olacaktır. “Eclipse” albümündeki şarkıların sözleri bu hikâye çerçevesinde geçer. Albümdeki sözlerin çoğunu Tomi Joutsen yazmış olup bir esinlenme şeklinde de olsa kendisinin hikâyeye olan bağlılığını çok rahat hissederiz. Klavyeci Santeri Kallio’nun ise bestelerde ön plana geçtiğini görmekteyiz. Holopainen ile birlikte “Eclipse”in neredeyse tamamının besteleri ona aittir. Kapak tasarımı aşamasında ise Travis Smith’le çalışmışlardır. Son dönemde bu ismi pek çok projede görmekle birlikte kendisini daha çok Katatonia’nın albümlerine yaptığı tasarımlarla tanırız. “Eclipse” çıkar çıkmaz büyük bir heyecanla karşılanmış sadece yurt dışında değil ülkemizde de çok beğenilmiştir. Eski Amorphis hayranları grubu bu yeni havasıyla tekrar dinlemeye başlamıştır. Nasıl beğenilmesin ki, ilk çalışma “Two Moons” tam da eski günleri hatırlatır derecede iyi bir şarkıydı. “House Of Sleep” ise artık herkesin dilinde sakız olmuş gibi söylenen Sentenced etkileri ayyuka çıkan bir besteydi. Uykuyu âşıklar için yapılmış bir eve benzeten Kullervo kız arkadaşının düşüncelerini okuyarak şunları söylemiştir. “Az sonra o uyku evinin ev sahibesi olacaksın. Ev sahibesinin büyük kemerini ve kulübenin büyük anahtarını alacaksın. Bunlar, bana vardığında, annemden miras kalacak sana.”* “House Of Sleep”in ardından “Leaves Scar” başlar, burada Tomi Joutsen’in hem brütal hem de temiz vokallerine şahit oluruz. “Born from Fire” ile birlikte albümün en melodik şarkılarından da birisidir. “Under a Soil and Black Stone” ise bir Koivusaari ve Santeri Kallio bestesi olduğundan mutlaka içerisinde progresif tınılar taşımaktadır. Şarkı giderek hızlanmakta ve o eski “Elegy” günlerini de hatırlatmaktadır. “Perkele (The God of Fire)” ise başlangıcındaki folk melodisiyle ve güçlü soundu ile albüm içerisindeki en sert şarkı konumunda yer alıyor. Perkele’nin anlamı ise ateş tanrısı, dolayısıyla Şeytan’ın isimlerinden birisidir. Kullervo, “Ateş açgözlüdür, onu cimrice besleyeceğim. Bugün yemediğini yarın yiyebilir. Açlığı gece boyunca külün altında, közde yaşayacak. Ateş ve duman, onlar, ormanın uçarı ruhudur, ama sis olarak eski yerine geri döner. Ama ben onun uyanmasına izin vermeyeceğim. Gündüz küçük bir yeri yakacağım, akşama kalmadan sönmeye bırakacağım ve bütün gece yanmış yerin yakınında bekleyeceğim.”* der ve “Bir
günde hepsini yakma, fazla açgözlü olma. Gündüz fazla yakma, gece de fazla uyuma”* diye kendi kendine telkinlerde bulunur ve bu sırada da ateş çatırdar, rüzgâr eser ve sis yükselir. Kullervo uyumuştur ve onu Perkele uyandırır. Şarkılarda karakterlerin ismi yer almaz fakat sözlere dikkat ederseniz Joutsen’in yazdığı lirikler bu hikâyeyi yaşatır size. “The Smoke” ve “Same Flesh” şarkıları ise albümün ikinci yarısındaki müthiş bestelerden ikisi ve sanki orta hızdaki bu şarkılar güzel yolculuklara tesadüf olanağı tanıyor. Ardından “Brother Moon” ile fin halk ezgilerini oryantal yapıda kendi müziğine adapte eden topluluk “Elegy”deki “On Rich and Poor” şarkısını anımsatır ve melodilerin tekrar tekrar verilişi de bu hissi size yaşatır. “Empty Opening” ise Kullervo’nun savaşma isteğini anlatmaktadır ve kendisinin “savaşmak” ve “çekip gitmek” düşüncelerinin ikilemine düştüğüne şahit oluruz. “Eclipse” ile Amorphis beklediği ilgiyi dinleyicilerinden görür ve oldukça başarılı konserler verir. Tomi Joutsen’in çok iyi bir seçim olduğu anlaşılmıştır. İlk başlarda dinleyiciler kararsızlığa düşselerde Pasi Koskinen’li Amorphis’ten daha da fazla ilgi gördüğü bir gerçektir. Ve topluluk bundan sonra bir sonraki durakta sessiz sularda yer alacak bize başka bir hikâyeyi anlatacaklardı.
2. “SILENT WATERS” Çıktığında dinleyen herkes aynı duyguyu taşıyordu. “Eclipse”in bir üst noktası, onun biraz daha melodik, daha progresif, daha duygusal ve daha yaratıcı hali. 2008 yılında kendi tarzında müzik dünyasına bomba gibi düşen “Silent Waters”, Amorphis’i dünyaya bir daha kanıtlayan ve daha da açılmasını sağlayan bir çalışma olarak tarihe geçti. Kadroda herhangi bir değişiklik yoktu fakat şarkıların soundundaki ustalık dikkat çekiyordu. Davul tonları ve akustik gitarların sesi çok pürüzsüz geliyor, vokal kayıtları da bir o kadar net duyuluyordu. Eğer orijinal bir cd’den dinliyorsanız bu kazançlara sahiptiniz ve Amorphis bütün her şeyi genel olarak sizin hizmetinize sunmuştu. Bestelerin çeşitliliği Tomi Joutsen’in vokallerindeki nüanslarla birleşmiş, şarkılarda var olan zengin melodik yapı ise progresif ve folk öğeleriyle kaynaştırılmıştı. Durum böyle olunca başarı kaçınılmazdı ve öyle oldu, Finlandiya başta olmak üzere mp3 çılgınlığına rağmen çok sattı. Kapak tasarımı yine Travis Smith’e aitti ve üzerinde Kalevala’da adı geçen “Tuonela nehrinin Kuğusu”ndan esinlenilmiş bir figür kullanılmıştı. “Beyaz kuğular narindir. Onlar pek uçamazlar. Kanatları yok sanırsınız. Sanki kanatlarını gizlerler veya gizler gibi yaparlar. Onlar herkese ilham-
lar verir, bir şaire, bir aşığa, bir sevgiliye sözler yazdırır... Çok uzaklara gidemezler, gitmek isteseler de gidemezler... Beyaz kuğudur içinden üzgün olanları sessiz sularda...” Neden bir kuğu? “Eclipse”de Kullervo’nun hikâyesini anlatan Amorphis, “Silent Waters”da da Kalevala’nın ana karakterlerinden birisi olan Lemminkäinen’in yaşamındaki en önemli noktalara değinir. Kalevala’da ismi geçen Pohjola adındaki yerde kraliçe olan Louhi’nin bakire kızı kaybolmuştur. Yine Kalevala’da ismi çok anılan demirci ile sözlenmiştir. Destanın diğer bir ana karakteri olan Väinämöinen yolda bu bakire kızla karşılaşır ve onunla evlenmek istediğini söyler. Bazı şartlarda kabul edeceğini söyleyen bakire kız, Lemminkäinen tarafından da merak edilmektedir ve kraliçeye kızını sorar, ama kraliçe kendisinden Tuonela nehrindeki kuğuyu öldürmesini ister. Çünkü kuğu bu dünya ile öteki dünya arasında bir köprü görevi görmektedir. Lemminkäinen ise bu istenileni gerçekleştirmek için yola koyulur ama karşısına çıkan bir avcı tarafından vurulur ve cesedi Tuonela nehrine saçılır.
Annesi ise cesedinin parçalarını toplar ve kendisini hayata döndürür. Hikâyenin yüzeysel olarak konusu bu şekildedir ve bu hikâye Kalevala’nın sadece küçük bir kısmına tekabül eder. Hikâyenin ana öğesi de bir kuğudur ve “Silent Waters”ın kapağında yer alan kuğu da bu bağlamda ölümü beklemektedir. “Silent Waters”ın açılış şarkısı “Weaving The Incantation” hikâyede yer alan büyüleri anlatıyor. Büyüler Kalevala destanında oldukça fazla kullanılır ve genellikle bir olayı engellemek için veya bir yerden başka bir yere göç etmek amacıyla yapılır. Tomi Joutsen’in olağanüstü brütal vokalleriyle bezeli bu açılış şarkısı yapısı itibariyle de Opeth’in son dönem çalışmalarını anımsatıyor. “A Servant” ile yine dinamik yapılı bir Amorphis şarkısı dinledikten sonra albümün isim şarkısı olan “Silent Waters”da Sentenced etkilerini hissederiz. Garip bir durumdur ki son yıllarda çıkan Amorphis albümlerine bakın çıkış şarkısı hep Sentenced etkili oluyor. “Eclipse”deki “House of Sleep”in hemen hemen aynı ritimlerde düzenlenmiş hali gibidir bu. Bir diğer şarkı olan “Towards
And Against”in ise burada diğer çalışmalara nazaran daha ayrıksı durduğu bir gerçek. Bu da Amorphis’in bu albümde çeşitlilik arz eden besteleri oluşturmasından kaynaklanmakta. Bir Santeri Kallio bestesi olan “I Of Crimson Blood”un ise o harika tuşlu melodileri yanında çok ağır bir hüznü içerisinde taşıması, şarkının hemen başlangıcında yer alan bu melodileri ilk defa böyle melodik oluşturması ve öyle yerleştirmesi takdire şayan. “Her Alone”un ise daha önceki Amorphis yapıtlarında yer alan “Shatters Within” ya da “Divinity” gibi şarkılardan pek farkı yok, direkt olarak kalbe hitap eden kusursuz çalışmalar bunlar.
Joutsen’in sade vokalleriyle de etkisi bir kat daha artan folk etkili “Enigma”, Kalevala, Fin kültürü ve liriklerde çok etkilenilen şamanizm’in beraber harmanlandığı “Shaman” adlı şarkı “Silent Waters”ın farklı yüzleri olarak gözükmekte. Hikâyedeki kuğunun ölüm bekleyişini anlatan “The White Swan” ise şarkının sonlarına doğru daha da etkili hale bürünüyor. Joutsen’in brütal vokal dersi verdiği bu eser Santeri Kallio’nun duygusal notaları eşliğinde sonuca varıyor. Albümün son çalışması ise “Black River” adını taşıyor, bu çalışmayı da “Silent Waters”daki en değişik beste olarak düşünebiliriz. Bunu yaratan da yine Kallio’nun o tuşlu melodileri ve büyüleyici klavyesi. Ritimler açısından ise Viyana bölgesinin vals danslarında kullanılan o değişik ritimleri de anımsatmıyor değil. Joutsen’in vokal melodileri de bu şarkı için farklı yazılmış gibi gözüküyor. Albümün bazı baskılarında “Sign” isimli bir şarkı da mevcut, bunu da bize verilmiş en güzel hediye olarak görmekteyim. Grup “Silent Waters”la hem eski günlerine, dolu dolu konserlerine geri dönmüş hem de Amerika dâhil bir sürü festivallerde boy göstermiştir. Burada önemli olan bir nokta var ki, o da daha önce “Tuonela” ve “Am Universum” gibi ortada kalmış yapıtlarla progresif metal dinleyicisi tarafından ellerinin tersiyle itilen bu topluluk, “Silent Waters” ile birden kucaklanmış, hatta en iyi progresif metal festivallerinden birisi olan ProgPower USA’e bile katılmıştır. Riverside, Andromeda gibi toplulukların arasında “headliner” olarak sahne alan Amorphis, klasik melodik death metal kalıplarından sıyrılarak kendilerini çok iyi geliştirmiş ve bu sayede bir progresif metal grubu olarak anılmaya da başlamıştır.
3- “SKYFORGER” Finlandiya topraklarının bu kadar yalnız olduğunu bilirdim de bu beyaz zambaklar ülkesinin böylesine ağlatacağını, puslu pencerelerden uzaklara baktıracağını tahmin edemezdim. Öylesine, delirircesine uzaklara kaçıp gitmek istemek gibi, bırakılmış, saf dışı edilmiş öksüz duyguların insanı titretircesine ya-
payalnız bırakması bu gökyüzünün bu dünyanın insanlığa bahşettiği en kötü anlardan birisi olmalı. Belki de yeşillerin, mavilerin ve buzulların olduğu apayrı bir dünyada yaşamaktır önemli olan, onlar gibi, onlar gibi farklı düşünerek kilometrelerce uzaktaki bir canın yüreğine daha ulaşabiliyorsa bir kalp orada bir ağaç mutlaka gökyüzüne doğru yeşerecek ve hayatını mutlu bir şekilde geçirecektir. Skyforger bir şiirdir, içerisinde bir sürü kalp yaşar, üçlemenin son ayağı da denilebilir tabii bir sonra gelecek çalışmalarında devam etmezlerse. Ama şimdiye kadar verdikleri röportajlardan anladığım kadarıyla üçleme olduğu kesin ve bundan sonra eğer karar değiştirmezlerse Kalevala’yı son hissedişimiz de olabilir. 2 Haziran gibi güzel bir günde çıkan 2009 yılı Amorphis albümü “Skyforger” müzikalitesi ve yenilikçi tavrıyla grubun hem sevenleri tarafından hem de onları tanımak isteyen dinleyiciler tarafından sıkı bir şekilde sahiplenilmiştir. Bu sahiplenmenin sebebi çok açık, çünkü kendileri çok samimiler, şarkıların tınılarını duyduğunuz vakit içiniz ısınıyor, gülümsüyor, hüzünleniyor ve insana ait duygusal açıdan her şeyi yaşatabiliyor size. Grubun bu hale gelmesinin en büyük sebeplerinden birisi de içtenlik ve sevenlerini bırakmak istememesinden kaynaklanmakta. Çok farklı yollara girecekken aynı yoldan gidipte farklı açılar sergilemeleri takdire şayan. Kadro bu yeni çalışmada da korunmakta olup müzikal açıdan “Eclipse”e göre daha çeşitli “Silent Waters”a göre ise biraz daha yenilik arz eden bestelerle doludur. “Skyforger”, “Silent Waters”ın izinden gider gibi gözükse de ayrıldığı noktalar da fazla. En açık örneği ise bestelerde hissedilen caz dokusunun var olması ve Koivusaari’nin ilk defa kullandığı kesik kesik thrash riflerinin kullanılmasıdır. Bu öğeler bir açıdan kendilerini yenilemek gibi görülebilir, çünkü daha önceki çalışmalarda kullanmadıkları yapıyı kullanmış olmaları böyle düşündürmeye sevkediyor dinleyiciyi. Yine önceki albümlerinde olduğu gibi folk öğeleri devam etmekte Santeri Kallio’nun o artık kendine özgü tavrı da daha iyi belli olmaktadır. Bu albümde kullanılan sözler Finli şair Pekka Kainulainen’e aittir. Kapak tasarımını yine Travis Smith’e yapmıştır fakat ilginçtir bu kapaktaki
figürler A Static Lullaby’nin “Faso Latido”nun albüm kapağında kullandığı öğelere çok benzemektedir. Bu bir üçlemenin son ayağı demiştik ve bu yolda kendilerinin bize anlatacağı hikâyelerde oldukça çeşitli. Kendileri Kalevala’nın ana karakterlerinden bir demet sunuyorlar bize. Demirci karakter Ilmarinen’in hikâyelerini ve onun yaptığı ürettiği değirmen Sampo’dan bahsederler, onun gökyüzü kubbesi ustası (“Skyforger”ın kapağına ve ismine dikkat edin.) olduğunu anlatırlar. Yine Ilmarinen’in sözlendiği gelinden, onların Kalevala’ya çıkışlarından söz ederler. Pohjola’dan, kuğunun tüylerinden, nefretten, cennetten, nehirden bahsederler, kara nehirden.
Kalevala’nın demirci karakteri Ilmarinen’in yarattığı “Sampo” isimli değirmen Amorphis’in bu albümünün giriş şarkısı olmuştur. Bu sihirli değirmen karakterler arasındaki çatışmada parçalanır ve daha sonra yeniden yapılan bir “Sampo” bütün insanlığa umut getirir. Yukarıda bahsedilen değişimin en radikal olarak hissedildiği Amorphis şarkısıdır. Oryantal yapı üzerine sentezlenmiş caz dokusu, kesik kesik thrash rifleri şarkıya progresif bütünlükle işlenmiş. “Silver Bride” ise Ilmarinen’in karısının vahşi hayvanlarca öldürülüşü üzerine onun altından bir heykelini yapması üzerinedir. Grubun myspace sayfalarına ilk bu şarkı konulmuştur. Albümde ise myspace’e konulan versiyonundan farklı bir girişi vardır. “From The Heaven Of My Heart” ise son yılların en etkileyici Amorphis şarkısı konumundadır. Bırakın son yılları Amorphis tarihinin en başarılı şarkıları sıralaması yapılsa ilk beşte rahatlıkla yer alabilecek derecede tehlikelidir. Tomi Joutsen’in farklı tonlardan söylediği bu şarkı bir ağıt değildir de nedir? “Sky Is Mine” ise sanki “Eclipse”den fırlamışcasına hali çok şaşırtıcı, sanki o dönemden kalma bir eser gibi duruyor. Klavye solosu mükemmel olan şarkının sonlarına doğru “The sky is mine, this sword is mine, this fate is mine, this miracle, mine” sözleri çok iyi oturmuş. “Ma-
jestic Beast” Tomi Joutsen’in bu albümden en çok sevdiği şarkı olup vokaller açısından Mikael Akerfeldt’i hatırlatan, melodi bakımından ise üst üste yerleştirilmiş klavye ve gitar düzenekleriyle sert, akıcı, dinamik progresif bir şarkı konumundadır. Santeri Kallio’nun klavye tonları ise Opeth’ten Per Wiberg’in kullandığı tonlara benzemiş. “My Sun” ise burada “From The Heaven Of My Heart”dan sonra kalp yaralayan ikinci şarkı. Klavye/piyano bölümleri ve Joutsen’in o kalp kırıklığına uğramış insandan çıkarcasına vokalleri hüznü iki katına çıkarmaktan başka bir işe yaramamış. Kendisi bu şarkıyı söylememiş adeta karşısındaki insana yalvarmış. “Highest Star” ise ilk defa grubun kelt müzik melodilerini kullandığı bir şarkı olmuş. Mid-tempo giden bir şarkı ama aniden hızlanan bir yapıyı da beraberinde getiriyor. Korolarla beraber Joutsen’in yine şiirsel yapıdaki yumuşak vokalleri iç titretmekle eşdeğer. Holopainen’in gitar solosu ve Likka Kahri’nin üflediği flüt melodileri ise nefis. Aynı adlı “Skyforger” ise kusursuz bir beste. Yine melodik yine akustik tatlı bir Amorphis şarkısı. Kallio o akustik tınlar arasında çok ince işçilikle takdirimizi alıyor. Yavaş ritimlerle beraber Tomi’nin vokallere katılmasıyla şarkı sertleşiyor. Albüme adını veren bir şarkı olarak sıradan gözüken ama Joutsen’in yine farklı tonlardan söylediği bir şarkı da olarak enfes bir çalışma diyebilirim. Son iki dakikasına girerken de şarkı farklı bir kimliğe bürünmekte. “Course Of Fate” ise albümün gizli canavarlarından. İlk başta orta hızda, fazla derinliği yokmuş gibi gözüken şarkı birkaç dinlemede kendini ele veriyor ve nakaratların güzelliğini keşfediyorsunuz. “From Earth I Rose”a gelindiğinde ise folk yapısı üzerine inşa edilmiş dehşet bir beste diyebilirim. Amorphis altınları en sona saklıyor. Joutsen’in o hırçın brütal denemelerinin bir parçasını burada dinliyoruz ve şarkı folk melodilerine Joutsen’de temiz vokallerine dönüyor. Burada icra edilen vokaller, nakaratlardaki sözlerle beraber çok etkileyici olmakla beraber şarkının sonu ise bir harika duruyor, bu harikalığı yaratan ise tabii ki Santeri Kallio. “From Earth I Rose” bir önceki albümün kapanış çalışması “Black River” derecesinde farklılığa sahip. Bu şarkı neden iyi? Çünkü Amorphis’in şimdiye kadar denediği her şey bu tek şarkıda toplanmış gibi. İlk dinlemede hiçbir şey hissetmeyebilirsiniz sonraki dinlemelerinizde bu açığa çıkar. Albümün farklı basımlarında ise “Godlike Machine” yer almaktadır. Amorphis’in kurulduğundan bu yana insanlara yaşattığı duygular o kadar fazla ki. “My Kantele”, “Black Winter Day”, “Alone”, “Tuonela”, “Divinity” gibi eserler her birimizin yaşantısında özel anları hatırlatır gibi duruyor. Onlar daha da büyümeye kararlı gibi gözüküyor. Finlandiya topraklarının bu kadar yalnız olduğunu bilirdim de bu beyaz zambaklar ülkesinin böylesine ağlatacağını, puslu pencerelerden uzaklara baktıracağını tahmin edemezdim. Kalplerini cennet sayan tüm Amorphis fanlarına ithaf edilmiştir. * Kullervo’s Story kitabından alıntıdır.
Bu yıl ilk defa düzenlenen Moto Rock Motor festivalinde gitar sesleri motor sesleri ile birbirine karışacak, Bursa’da Demirtaş barajı çim kayağı tesislerinde düzenlenecek olan Moto Rock Motor Festivalinde Yüksek Sadakat - Art Niyet – Özge Fışkın – Zaga ve Deja Vu başta olmak üzere Bursa’nın yerel grupları Suspect 224 ve Witness ve bir çok grup ve müzisyenin sahne alacak. Moto Rock festivali katılımcılarına eşsiz bir doğa manzarası eşliğinde keyifli bir hafta sonu tatilinide vaad ediyor, motorsikletleri ile festivale gelenlerin ücretsiz yararlanabileceği bir çadır kamp alanıda bulunan festivalde müziğin haricinde bir çok doğa aktivitesi, çeşitli yarışmalar ve motorsiklet gösterileri izlenilebilecek. Festivalin tek Motor grubu olan Art Niyet’in cumartesi gecesi için çok özel ve unutulmayacak bir sahne şovu hazırladığını ise söylememize bile gerek yok, sahne üzerinde egsoz dumanlarını müziği ile birleştirerek seyircisine sunan Art Niyet bu festivale en çok yakışan isim olarak ön plana çıkıyor. YÜKSEK SADAKAT Yüksek Sadakat 1997 yılında Hürriyet gazetesi müzik yazarı ve Blue Jean dergisi Yayın Yönetmeni Kutlu Özmakinacı tarafından ‘Filinta’ adıyla kuruldu. Bu uzun yolculuğun değişik zamanlarında gruba katılan elemanlar, aynı yıl müzikle olan ilişkilerini daha iyi yansıttığını düşündükleri Yüksek Sadakat ismini aldılar. İngilizce kökenli Hi-Fi kısaltmasının tam açılımı olan High Fidelity’nin birebir Türkçe karşılığı olan Yüksek Sadakat, evlerimizde müzik dinlemek için kullandığımız ve canlı olarak icra edilen müziği en az kayıpla bizlere ulaştıran sistemlere deniyor. Grup için ise bu ad, çok çeşitli kaynaklardan çıkarak aynı paydada buluşan beş müzik adamının, müzikleriyle olan kopmaz bağlarını ifade ediyor. 2005’in ilk aylarında DMC ile şirketin ilk rock grubu olarak anlaşan Yüksek Sadakat, tüm söz ve müziklerin Kutlu Özmakinacı’ ya, düzenlemelerin gruba ait olduğu kendi adını taşıyan ilk albümü için Nisan ayında stüdyoya girdi. Kayıtları bir ayda tamamlanan ve tonmaisterliği grup elemanı Uğur Onatkut tarafından yapılan albümün miksaj ve mastering’i Cem Büyükuzun’a ait. Yüksek Sadakat, rock müziğin dünyada hızla tek tipleştiği ve pek çok grubun türler etrafında kümelendiği bir resmin içinde bütün trendlerin ve ön yargıların uzağında, sadece tutkularının ve duygularının peşinde koşmaya çalışıyor. ART NİYET 2007 başında Ankara’da Türk rock müzik piyasasının deneyimli isimleri tarafından kurulan Art Niyet bir all star band olarak da görülebilir, vokalde Berrak Saka, gitarlarda Tarkan Gürol ve Kerem Beşli, bas gitarda Kaan Dirgin ve davulda Onur
Üçer’den oluşan Art Niyet henüz bir albümümü olmamasına rağmen çıkmış olduğu konserlerde gördüğü yoğun ilgi ve internet üzerinde izlenme-dinlenme oranlarında major piyasanın bir çok albümlü ismini daha şimdiden geride bırakmış durumda. 4.konserini verdikten hemen sonra Dream Tv’de Yüxexes programına katılarak 2,5 metrelik bir piton yılanı ve 2 dans^çısı ile sıra dışı bir performans sergileyerek çok geniş bir kitleye hitap eden Art Niyet vermiş olduğu tüm konserlerde seyircinin ve basının yoğun ilgisini hep üzerinde tutmayı başardı. Art Niyet bu hızlı yükselişini Moto Rock festivalinde cumartesi gecesi yapacağı özel şov ile sürdürmeye kararlı görünüyor. 1980’li yılların gitar soundu ile 2000’li yılların soundunu başarılı ile harmanlayarak sunan Art Niyet kendisi bir Rock n Roll grubu olarak lanse ediyor, grup imajları, müziği, sahne performansı kadar şarkı sözleri ilede dikkat çekiyor, Art Niyet’in internette izlenme rekorları kıran 2 videosu bulunuyor, linklerini sayfanın en altında bulabilirsiniz.
Seneler boyunca pek çok organizasyonda sahne alan ve birçok elemen değişikliği yaşayan grup, verdiği konserlerin yanı sıra yayınladığı 4 adet demo ile ismini Ankara sınırları içerisinde duyurmayı başardı. 2004 yılında “Kendin Coş” adlı şarkılarıyla Roxy Müzik Günleri’ne katılan ve yarışmada birinci olan Deja-Vu, adını geniş kitlelere duyurmak amacıyla ilk albümlerinin hazırlıklarına başladı. 2005 yılının Şubat ayında Oğuz Kaplangı prodüktörlüğünde albüm kayıtlarına başlayan grup, “Kendin Coş” adını verdikleri ilk albümlerini aynı yılın Haziran ayında müzikseverlerle buluşturdu Albümdeki 4 şarkıyı kliplendiren Deja-Vu, 2007 yılına kadar sayısız organizasyon ve festivalde performans sergileyerek dinleyici kitlesini arttırdı. 2007 yılında davulcuları Barış Bilgen’in eğitim nedeniyle gruptan ayrılmasıyla yoluna Oktay Fıstık ile devam etme kararı alan Deja-Vu, aynı yılın Kasım ayında internet sitelerinde “Aşk Nereye Kadar” adlı bir e-single yayınladı. Grup bir yandan 2. albümüyle ilgili çalışmalarını sürdürüyor.
ÖZGE FIŞKIN Ankara doğumlu olan Özge Fışkın üniversite yıllarında kurduğu farklı müzik gruplarıyla cover şarkılar seslendirerek müzik yolculuğuna başladı.Bu gruplar içinde en uzun soluklu olanı Fender Blenders adlı grup oldu. 1998 yılından itibaren müzik çalışmalarına İstanbul’da devam etti.İlk solo albümüne kadar Sertab Erener ve Levent Yüksel ile geri vokal olarak yurtiçinde ve yurtdışında çok sayıda konserde performans yaptı ve stüdyo çalışmalarında bulundu. 2000 yılında katıldığı Roxy müzik yarışmasında Mert Tünay ile birlikte jüri özel ödülü aldı.2003 yılında Letonya’nın başkenti Riga’da düzenlenen Eurovision şarkı yarışmasında Sertab Erener’in birincilik kazandığı ekipte dansçı ve geri vokal olarak Türkiye’yi temsil etti. 2007 Mayıs ayında uzun süre üzerinde çalıştığı Kilitler adlı ilk solo albümünü id etiketiyle çıkardı.Albümde yer alan pek çok şarkının sözleri Özge Fışkın’a ait.
Bu isimler dışında festivalde ayrıca sahne alacak olan isimler ise|
DEJA VU 1999 yılının Ekim ayında kurulan DejaVu, yerli ve yabancı bilinen şarkıları cover’layarak başladığı müzik kariyerinde, bir süre sonra kendi bestelerini yapmaya başladı.
CİHAN YILDIZ DERİNLİK SARHOŞLUĞU ZAGA GÖKALP BAYKAL BAND SUSPECT SEAN PARKER BAND WITNESS SERHAT KANER BAND FULL AS EFREET TENEKE TRAMPET PROGRESSİVE OBSESSION KIRMIZI ARK HİCRİ BOZDAĞ DJ. FURKAN KOZANLI NOT: GİRİŞ GÜNLÜK 10 TL’DİR. KONSERLER VE ETKİNLİKLER GÜNLÜK GİRİŞ ÜCRETİ DAHİLİNDEDİR. ÇADIR KAMP ALANLARINI KOMBİNE BİLET SAHİPLERİ VE MOTOSİKLET KULLANICILARI KULLANABİLECEKLERDİR, DEMİRTAŞ MİNİBÜSLERİ KENT MEYDANINDAN FESTİVAL ALANINA KADAR TAŞIMA YAPACAKTIR. AYRICA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİNİN DE RİNG SERVİS DESTEĞİ OLACAKTIR.
ART NİYET - İHANET http://www.vidivodo.com/256673/art-niyet-ihanet ART NİYET - ERKEKLER OYUNCAK http://www.vidivodo.com/257473/art-niyet-erkekler-oyuncak
ARZU BODUROĞLU
‘’2, 3 kere sallayıp silkip fırlatıverdi dibe doğru. Dünyanın tam orta yerindeki karanlık Bethlehem çukurunun içine muazzam bir hızla çarptım. Uzun süre bekledim, dinledim ve düşündüm. Hala beklemekteyim.’’ Mein Weg albümüyle tanıdığım bu bozuk grup için sarfettiğim bu satırlar dinleme sürecinde başıma gelenlerdir. Her dinlediğimde aynı çukura düşerim. Bir grup ne kadar bozuk olabilir diye bir sınır çizmeye kalkarsak eğer eminim Bethlehem’le çizilir bu sınır. Ve diğerleri bu sınırla kendi sınırlarını görebilirler ancak. Jürgen Bartsch gibi bir manyağın böyle bir grubu ortaya çıkarabildiği için hayli şanslıyız. Bir gruba taparken her şeyini dibine kadar incelemek ve hazmetmek haddimizi aşmaz, tam tersine tapınmanın gerekliliğidir. Bilmeden inananamazsınız. İnanmayacaksanız ise daha çok bilmeniz gereklidir. Bu sebeple öncelikle ‘Bethlehem’ kelimesinin anlamını sunmak istedim bu muazzam grubun algoritmasının açılımını yaparken. ‘Bethlehem’ , Noel zamanı geldiğinde Hristiyanların ağaçlarını süslemek için kullandığı, tepeye diktikleri bir yıldızdır. Bu yıldızın temsil ettiği şeyi merak edenler var ise, şöyle diyebilirim ki 2 gezegenin (Jüpiter ve Satürn olduğu iddia edilmekte) konumsal olarak çakışmalarından kaynaklanan abartı bir ışıksal olaydır ve tek bir yıldızmış izlenimi veren bu olay İsa’nın doğduğu yer denilen Bethlehem kasabasının üstünde insanlığa İsa’nın dünyamıza geldiğini haber etmiştir. Fakat Bethlehem dini bir grup olmamıştır hiçbir zaman. Kutsal olma durumunu sembolize ettiklerini düşünüyorum çünkü bu grup kutsaldır. 1991 yılında kurulan grubun şimdiye kadarki çıkardıkları albümlerden Dark Metal ve Mein Weg için tapılası diyebilirim. Dictius Te Necare albümündeki Landfermann gibi bir vokal de gerçi grubun tanınmasını oldukça hızlandırmıştır. Landfermann bu albümden önce hiçbir vokallik deneyimine sahip değilken nasıl bu kadar dehşet ve çıldırtıcı bir perfomansa sahip olduğunu anlamış değilim. Bir röpörtajında Jürgen Bartsch kendisine göre en iyi albümlerinin S.U.I.Z.I.D. olduğunu söylese de yine de seçimimden vazgeçmiyorum. Hele
ki gepriesen sei der untergang(Dark Metal), veiled irreligion(Dark Metal), allegoria(Mein Weg) ve felbel fittich(Mein Weg) gibi sanat eserlerini sunmuşlarken. ‘Dark metal’ kavramını -ya da tarzını da diyebiliriz- ortaya atan bu arıza Alman grubunun en sevdiğim 2 özelliği onları hep tapılası yapacaktır gözümde. Biri, ilk albümünden sonra kendi dillerine dönmüş olmaları sözleri yazarken ve bir diğeri de dertlerinin ‘underground’ olarak kalmak olmasıdır. Bu 2 durum her hangi bir müzisyen için özgün olma ve müziğini kendin için yapma sonucu demektir. Ya da her hangi bir sanat için de böyledir. Bu yüzden kendilerini ilk albümlerinden sonra ana dilleri olan Almanca ile anlatmaya karar vermişlerdir. Mükemmel bir şeydir bu çünkü sanatın amacı kendini ifade etmek değil midir zaten? O zaman neden en iyi aracı seçmeyesin? Bethlehem’i dinleyene kadar Almanca’yı metale yakıştıramayan ben Almanca hayranı olmuşumdur vakti zamanında. Bethlehem ruhani bir sürüklenmedir, sürtünmesi fazladır ve yanabilirsiniz. Acılıdır. Çıldırabilirsiniz. Eğer buna niyetli iseniz kısa bir Bethlehem diyeti hazırladım sıcak yaz günleri için. Hazır havalar bu kadar sıcakken tutuşmamız daha kolay olacaktır. Knochernkorn / Mein Weg @ 2004 Çizik çizik bedenimi yatırmıştım yatağa ve izliyordum. Düşündüğünü düşündüğüm zamanların ortasında birden kusmaya başladı çiziklerinden. Odanın orasına burasına içinde ne varsa fışkırtarak boşalttığını anladığım anda içine girdim. İrkildi ama yadırgamadı, istemedi aslında ama reddetmedi. Tekrar kusmaya başladı, bu sefer birlikte. Lakin fark ettim ki beni kusuyordu, sızıntı olarak. Ayak uçlarına döküldüm çünkü ayağa dikilmişti, ayaklarının altına sızdım. Bulaştım. Islattım. Ve buharlaşmaya başladım. Beni intihar etmişti. Bunu ona yakıştırdım. Allegoria / Mein Weg @ 2004 Çizik çizik beni yatağa yatırmıştı ve izliyordu. Düşündüğümü anladığını düşündüğüm ve artık onsuz bir benliğe sahip olmam gerektiğini idrak ettiğim
anda bunu onsuz yapmamam gerektiğini de anladım. Ama o kadar doluydum ki pisliklerle önce onları boşaltmam gerekliydi çünkü ona hakkettiği yeri az sahip olacaksa da hediye etmek istedim. Ve kusmaya başladım. Beynimdeki iğrenç düşünceleri odanın her yerine bulaştırdım. Ve temizlendiğimi anladığım anda yanıma geldi, farklı şarkılar mırıldanıyorken bile birden içime girdi. Bir süre öylece durduk. Piyano sesini duyduğumuzda artık gitme vakti geldiğini anladığımız andı ve onu kusmaya başladım, ağlarken. Ben onu şiddetle kusarken, o da ayak tabanlarımda birikmeye başladı. Müzik de çıldırmıştı. Düşünemez hale geliyordum buharlaştığını görürken. Artık düşünemiyordum. Aalmutter / Mein Weg @ 2004 Bir önceki şarkının darbesiyle gelen kendini beğenmiş bir ifade seziyorum ‘Bethelem’den ve hiç hoş gelmeyebilir size de. Hep kızmışımdır. Lakin o da sizin gibi tepkiler verir. O da sizi etkilerken kendinden de aynı ölçü de etkilenir. Çok sıradan girişi olan bu şarkı benle 53. sn’de barışmıştır. Çünkü O da ağlamıştır. Çok acayiptir ki sinüs eğrisi gibi olan bu şarkı tam bir insan tahlilidir. Kendine güvenmelerle pik yapan ama dibe de vurulabileceğini ispat etmiş mükemmel bir psikolojik teoridir. Ve hep teori olarak kalacaktır. ‘Morgens’ dediğinde vokalin ifadesinden bir teslimiyet seziyorum. Ne derse desin bir teslimiyet ve mecburiyetten dolayı bir kabullenişten duyulan bu teslimiyetin ağlamasını değil duymak- bu kadar fiziksel olmamalı hislerin ifade yolları, ama böyle- içime döküyorum. Ve şarkının sonu geldiğinde enkaz altında kaldığımı kafama düşen tuğlalardan anlıyorum. Sizde de böyle olacaktır eminim. Kafama düşmüşlerdir çünkü hissetmek muazzam bir beyin aktivitesi sonucudur. Gidip gelmeler sonucu eğer intihar etmeye varırsa durumunuz- ki intihar sadece bildiğimiz intihar değildir, o çok basittir, çok yüzeyseldir, Bethlehem’in verdiği o değildir- şarkı amacına ulaşmıştır. Kendinizden, eğer nefret ediyorsanız, değiştirebileceğinizi ispatlamıştır bu şarkı. Ve değişiklik iyidir zannımca hele ucunda daha mükemmel olmak varken. Gepriesen sei der untergang / Dark Metal @ 1994 Cenaze törenidir bedeninizin. Son bıraktığınız gibi değildir artık. 5 dakika 32 sn’lik bir törenden sonra, O’nu çürümeye bırakırsınız. Tagebuch Einer Totgeburt / Dictius te Necare @ 1996 İçinizden çıkmaya çalışan bu melodiler minik kurtçuklar halinde bedeninizde gezinmeye başlar. O kadar çoklardır ki çoklaşmaya yeltenirler durma-
dan sayılarına güvenip. O kadar derinden ve ağırca geliyorlardır ki yararak geçtiklerinde- kanırta kanırta- bedeninizden kendiniz söküp almak istersiniz. Ellerinizi göğsünüze, karnınıza, kafanıza sokup avuçlarsınız. Ellerinizde sıkıp vıcık vıcık yapaken onları yine üzerinize bulaşırlar siz üzerinizi sildikçe. Haykırarak ağlarsınız. Das 4 Tier As den mütterwitz / Schatten aus der Alexander Welt @ 2001 Diğer albümlere göre daha elektronik bir altyapı bu albumün bu şarkısında daha da hissedilir. Ama Bethlehem bunu da başarmıştır. Sessizlikten kaçış adında iğrenç bir holuvud! filmi olsa kesinlikle senaryosu bu şarkı olurdu. Ve kesin Leonarda Di Cabrio ‘tanrı burayı terk etmiş çoktan’ derdi. Lakin bu bildiğiniz bir Avrupa filmidir ve tanrı değil sadece siz varsınızdır. Ve evet sessizlikten kaçıştır. Ama adı ‘kendinize dönüştür’. Artık bağırma vaktidir yeni sesimizle. Tellerimiz törpülenmiştir. Almanca’yı köküne kadar hissetseniz de bu şarkıyla, her türlü özgüveni verebilecek potansiyel enerijinin değil şırıngayla enjekte edilmesi eşanjörle total olarak kanıma ısı şeklinde transfer olduğundan eminim. Sıcaktır bu şarkı evet, 250 derecede yağ gibi. Çıldırabilirim. Mary Samaels NFB 418 / Schatten aus der Alexander Welt @ 2001 Artık belli bir olgunluğa eriştiğinizde dinlenebilecek bir şarkıdır bu, eğer bu kadar aşamadan geçtiyseniz. Kendine güvenilirliğin eminliği vardır. Evet sessizdir çünkü artık bağırmaya gerek yoktur. Artık uyuya da bilirsiniz. Komik olan da anne rahmine düşüş gibi bir hisse sebebiyet veren bu hissin, taa en başından beri hayatın, geriye döndüğümüzü ispat etmiş olmasıdır bu şarkıyla. Geldiğimiz gibi değil evet ama geldiğimiz yere geri dönüşümüzdür. Tekrar var olma şansımızdır. Ne yazarsanız yazın yetmeyecek gruplar vardır. Yazınsal dökümden çok duygusal içimden oluşuyorsa bir grup kelimelerle çözümlemeler yapmak sadece çözümlemeler yaptığımızı zannetmek olacaktır. Hasan Sabbah şöyle der Müslümanlar için, 3 tip insan vardır; bazı şeylerin kutsal olduğunu düşünen ve öylece düşünen!, bazı şeylerin kutsal olduğunu düşünen ve çözümlemeye çalışan ve bazı şeylerin kutsal olmadığını bilip diğerlerine hükmeden. Ama şöyle bir şey de vardır. Eğer çözümleyemeye zaman harcayacaksanız da değecek olduğunu sezmeniz mutlak gerekliliktir, çünkü çözmeden ve bilmeden ne inanırsınız ne de inanmama hakkını elde edersiniz. Ve Bethlehem buna değerdir. Ömer Hayyam’ın şarabı gibidir Bethlehem, içeriz ve bitmez. Kutsaldır.
UNI-ROCK OPEN AIR FEST KONAKLAMALI GERÇEKLEŞECEK Geçtiğimiz ay duyurduğumuz Unirock Festivali, yapılan ayarlamalarla konaklamalı olarak gerçekleştirilecek. Organizasyon tarafından yapılan açıklama şöyle: FESTİVALİN GERÇEKLEŞECEĞİ MEKAN İLE YAPILAN GÖRÜŞMELER SONUNDA FESTİVALİMİZ İÇİN FESTİVAL ALANINDA BİR BÖLÜM KAMP ALANI OLARAK DÜZENLENECEKTİR . KAMP ALANINDAN FAYDALANMAK İSTEYEN KATILIMCILARIN DAHA ÖNCE ALMIŞ OLDUKLARI YA DA ALACAKLARI “KOMBİNE-SÜPER KOMBİNE-KOMBİNE+SAHNE ÖNÜ” BİLETLERİNE EK OLARAK KONAKLAMA BİLETİ ALMALARI GEREKMEKTEDİR. HER İKİ BİLET İLE ALANA GELEN KATILIMCILAR KAMP ALANINDAN FAYDALANABİLECEKLERDİR . KAMP BİLETLERİ TEK BAŞINA GEÇERLİ DEĞİLDİR SAHİP OLUNAN KOMBİNE BİLET ÇEŞİDİ İLE BİRLİKTE KULLANILMAKTADIR . DETAYLI BİLGİLER; - Konaklama yapmak isteyen katılımcıların, kombine, sahne önü kombine ve süper kombine biletlerine ek olarak Biletix tarafından satışa sunulan “Kamp Bileti”ni temin etmeleri ve festivale giriş yaparken kombine biletleriyle birlikte kamp biletini de göstermeleri gerekmektedir. - Kamp Bileti 1 kişilik olup katılımcıların çadırlarını ve diğer kamp malzemelerini yanlarında getirmeleri gerekmektedir. - Kamp Bileti tek başına geçerli olmayip sadece kombine biletlerle birlikte geçerlidir. - Kamp alanı kapasitesi 1.500 kişiyle sınırlıdır ve festivale bir süre kala kamp bileti satışı durdurulacaktır. Etkinlik günü kapıda kamp bileti satışı yapılmayacaktir.
CK ROOSYA I LD UN ZE Ö
Yazı ve Röportaj
AYÇA GAMZE TÜRKDOĞAN Sahne Fotoğrafları
CEYLAN SAYIN
Bir süredir yazmayı erteliyorum bu satırları. Hani lisede, üniversitede yıllık yazısı yazmamız istenir ya bizden… Çoğu arkadaşa klişe cümleler ardı arkasına sıralanır ve hiç zorlanmazsınız o yazıyı yazarken. Ancak dosta, dostlara yazmak işkence gibidir. Onca senenize, iyi kötü her anınıza ortak olmuştur onlar. Kelimeleri nasıl toparlayıp, cümlelere ne şekilde dökeceğinizi bilemezsiniz. Bir iki bir şey karalayacak olursanız da anılara dalarsınız. Yaşadığınız her buruk ya da mutlu olayda bulursunuz kendinizi bir anda. İşte benim içinde bulunduğum durum, tam da böyle bir şey. “Dialectique” dönüyor CD çalarda. Ancak ben, beşinci şarkıya kadar ekranla bakıştım. Aslında baktığım ekran değil, neredeyse son 5 senem. 15 yaşımdan beri, ben ne yaşıyorsam, bu şarkılarla yaşıyorum. Ergenliğimin ilk bir – iki yılını, herkese karşı bir hayli saldırgan geçirmiştim. Sonrasında ise melankoli en yakın arkadaşım oldu. Doom ve gotik metal ile tanışmam da o zamanlara denk gelir zaten. Paradise Lost’tan My Dying Bride’a, Moonspell’den Tiamat’a, Candlemass’ten Anathema’ya, Lacuna Coil’den Black Tape For A Blue Girl’e uzanan bir arkadaş çevrem vardı. Evet, arka-
daşlarımdı onlar. Çünkü onların melodileriydi, lirikleriydi sığındığım, coşkumu paylaştığım... Catafalque da “Unique” albüm kapağıyla etkilemişti beni o zamanlar. Grup hakkında hiçbir bilgim yoktu. Evde birkaç dinlemeyle onlara da ısınıvermiştim. Ancak en yakınım bellemem, 2006’da, Yeni Melek’te, onların ön grup olduğundan habersiz olduğum Anathema konserinde olmuştu. Öyle bir canlı performans sergilemişlerdi ki o günden sonra hiçbir konserlerini kaçırmadım. O günden sonra aşık olduğumda “The Wells of My Heart” ile, “Nightfall Serenade” ile döktüm gözyaşlarımı; haykıramadığım duygularım yerine... Yağmurlu havalarda yürürken, müziğe de kendimi kaptırarak “Dreamweaver” ile adımlarımı hızlandırdım, kendimi dünyanın en güçlü insanıymış gibi hissederek… “Unique” ten iki sene sonra “Dialectique” geldi. Bir önceki albümün davulculuğunu üstlenen, grubun kurucu elemanlarından, ilk albümde liriklerin hemen hemen hepsinin altında imzası olan Gökhan Diren gitmiş, yerine Myst ve Soul Sacrifice’tan tanıdığımız Onur Akça gelmişti. Şarkı sözlerinin yazımında büyük pay Metehan Mert Çakır ve Özge Özkan’a düşmüştü artık. Tüm bu
değişikliklerin sonucunda, sound’u da değişmiş ve gelişmiş bir Catafalque vardı karşımızda. “Unique” her ne kadar Mart ’05 çıkışlı olsa da o albümdeki şarkıların çoğunun temeli, daha da eskiye dayanıyordu. Temmuz ’07 çıkışlı “Dialectique” in, “Unique” ayarında bir albüm olması beklenemezdi de… Bu değişim ve gelişim onlara yeni yeni dinleyiciler kazandırdı. Bense Catafalque ile değişiyor, olgunlaşıyor, büyüyordum. Hayat üstlenmem gereken sorumlulukları bir bir çıkarıyorken karşıma, ben yorulduğumda, “The Ordeal” ile güç buluyordum. Aşkımı haykırıyordum bu kez, “Bringer Of The Night” ile… Gözyaşı yine vardı elbet. Onları da “Fading Beauty” ye saklıyordum. Peki bu süreçte Catafalque emeklerinin karşılığını sadece yeni dinleyiciler kazanarak mı alıyordu? Elbette bir müzisyeni en çok mutlu edecek şey budur; ancak yaptığınız müziğe hakim müzik yazarlarınca takdir edilmek, doğru yolda olduğunuzun bir işaretidir. Catafalque son albümden bugüne kadarki süreçte “Yu-
xexes” dergisinin “Gürültü” ekinde, “2007’nin En İyileri” listesinde “En İyi Grup” olarak yer alırken, “Dialectique” de “En İyi Albüm” e layık görüldü. Özge Özkan, Blue Jean dergisiyle birlikte verilen Headbang dergisi yazarlarınca “Türk Metali’nin Dişi Savaşçıları” listesinde takdim edilen 10 kadın arasında, 2. sıradaydı. Metehan Mert Çakır, Headbang okurlarınca 2008 yılı için “Yılın Adamı” seçildi. Pek çok festival ve konserde Opeth, Haggard, Anathema, Tiamat, Moonspell gibi gruplarla aynı sahneyi paylaştı. Son olarak, “Dialectique” ten sonra ilk kez, herhangi bir grubun ön grubu ya da festival kapsamında olmaksızın, Jolly Joker Balans’ta sahne aldılar. Bir nevi geç gelen albüm lansmanıydı bu konser ve hem çok profesyonel hem de çok biz bize bir konserdi. Catafalque dinleyicileri şu anda, onları, Kreator, Paradise Lost ve Rotting Christ’tan önce sahne alacakları Uni-Rock Open Air Festival’da izlemek üzere geri sayımda. Ben de bu performans öncesinde onlara birkaç soru yönelttim. İlk röportajımın verdiği heyecanla…
CK ROOSYA I LD UN ZE Ö
Ayça : Öncelikle, çoğunuzun favori grupları arasındaki Paradise Lost ile aynı sahneyi paylaşacak olmanın heyecanının, festivale birkaç hafta kala ne raddede olduğunu sormak istiyorum. Sanırım son birkaç senedir sizi en çok heyecanlandıran performansınız budur? Metehan : Paradise Lost ile aynı sahneyi paylaşacak olmak gerçekten heyecan verici. Neticede Catafalque’ın sound olarak en yakın olduğu gruplardan biri. “Bizi en çok heyecanlandıran performansımız budur.” diyebiliriz; çünkü uzun zaman sonra sahne alacak olmamız ve daha sonra üçüncü albüme girecek olmamız bizim için çok önemli. Alper : Açıkçası kendi adıma konuşmak gerekirse hayallerim gerçeğe dönüşüyor diyebiliriz. Heavy Metal müziği dinlemeye başlayalı yaklaşık 20 sene oldu. Yüzlerce hatta binlerce grup dinlemişimdir ama çok azı müzikleri ve duruşları ile beni ve müzikal anlayışımı etkilemiştir. Bunların başında da Paradise Lost gelir. Serhan : Yaptığımız müzik türünün öncüsü sayılabilecek ve bu tür müziğin de gelişmesine çok büyük katkısı olan
ladı. Sonrasında Paradise Lost müziğinde değişim, değişimle birlikte kökleri harmanlama sonucu gelişim süregeldi. Ancak son albüm “In Requiem” de 90 lı yıllardaki müziklerine daha yakın bir sound hakim. Siz de “Dialectique” ile benzer şeyleri yaşadınız dinleyicileriniz konusunda. Bu değişim, gelişim devam edecek mi? Devam etse de bir gün yeniden “Unique” gibi bir albüme imza atmanız mümkün mü? Onur : Catafalque’ın değişen ve gelişen bir müziği var. Her grup elemanı aynı tarzlarda grup ve müzik dinliyor olsa bile ayrıldığı noktalar da oluyor. Doğal olarak bu da zamanla müziğimize yansıyor. Genelde asıl altyapı Arın ve Alper’den çıktığı için bizim üzerine çeşitlemelerimiz doğrultusunda oluşuyor Catafalque besteleri.
Paradise Lost ile beraber çalmak tabii ki muhteşem. Catafalque olarak sevdiğimiz gruplar ve türler birbirinden farklılık gösteriyor; fakat üzerinde söz birliği yaptığımız birkaç gruptan biri de Paradise Lost. Umuyorum ki çok güzel bir konser olacak. Catafalque dinleyicisinin de bizimle aynı hissi paylaştığını tahmin ediyorum. Beraber keyfini çıkaracağız artık. Onur : Daha önce birçok yabancı grupla çalma şansımız oldu; ama müzik türümüzün benzerliği ve hepimizin Paradise Lost’u çok sevmesi bu durumu ayrıca heyecanlı kılıyor tabii. Fakat kişisel olarak Sweden Rock Fest’de In Flames ile aynı festivalde çalmak, yan yana karavanlarda kalmak anlatılamaz bir zevkti. Keza yine Soul Sacrifice olarak Arch Enemy ile beraber sahne alacak olmak da büyük bir keyif. A : Paradise Lost ile başladım madem, onlar üzerinden örnekle devam edeyim. Paradise Lost, ‘97 çıkışlı “One Second” albümüyle sound’larında bir hayli değişikliğe gitmişti. Bu albüm onların pek çok dinleyiciyi kaybetmesine sebep olurken, yenilerini de kazanmalarını sağ-
teler ortaya çıkartırkenki ruh halimiz ve çevremizden aldığımız etkileşimle ilgili bir durum. Yani planlı olarak müzik tarzımız için bir standart belirleyip onun üzerinde çalışmıyoruz. Ama her grup değişime ve yeniliğe açık olmak zorundadır diye düşünüyorum. Paradise Lost’unki çok cesurca bir hareketti zamanına göre. One Second ve Host zamanının ötesinde albümlerdir. Serhan : Şunu da eklemek istiyorum; Dialectique albümündeki sound değişikliği bizim stratejik olarak amaçlayarak yaptığımız bir şey değildi. Biz değiştikçe müziğimiz de değişiyor. İçimizden gelen neyse sadece onu yapmayı hedefliyoruz.
Metehan : Tabii dönemsel olarak, hani herkesin içindeki soundu ortaya koymasıyla Catafalque soundu ortaya çıkıyor. Yani tabii ki Unique gibi, Dialectique gibi albümlerle karşılaşmanız mümkün. Bunu zaman gösterir.
A : “Dialectique” in çıkışından bu yana 2 sene geçti ve maalesef albüm bir video klip ile taçlandırılamadı. Bu beklentideki dinleyicilerinize neler söylemek istersiniz bu konuda? Onur : Bütçe =)
Alper : Yeni albüm için şimdiden ad koymak çok erken diye düşünüyorum ben de. Bu tamamen bizim yeni bes-
Metehan : Bu konuyla alakalı biz de çok sıkıntı yaşadık. Hem maddi kaynaklardan dolayı hem de istediğimiz gibi
video klip çekme fırsatı yakalayamadığımız için... Şanssızlıklar da arka arkaya geldi ve bu noktaya ulaştı. Alper : Aslında bu biraz bizim de suçumuz. İlk video klibimiz olacağı için oldukça mükemmeliyetçi bir yaklaşımdayız bu konuyla ilgili. Görsel ve teknik açıdan doyurucu olacak ve hem bizi hem de dinleyicilerimizi tatmin edecek bir çalışma yapmak istiyoruz . A : “Dialectique” in bir kritiğinde, albümdeki tüm şarkıların radyoda çalınabilecek türde olduğundan dem vurmuştu kritiğin sahibi Mert Yıldız. Ancak maalesef ülkemizde bu tür müziğe bünyesinde yer verecek program sayısı bir elin beş parmağını geçmiyor. Metehan Mert Çakır, Rock FM’in Yayın Yönetmeni olarak, elindeki bu olanağı kullanmayı tercih eder mi? Yaptığınız işin, hak ettiği değeri zamanla, sizin müzisyen kimliğinizle verdiğiniz emeklerle almasından mı yanasınız yoksa?
ramını yaparken Sn. Özgür Özkan playlistine Catafalque koyup gelmiş, yine aynı gün de Sn. Metehan Mert Çakır da Soul Sacrifice koymuştu. A : Catafalque üretken bir grup. “Yaptık, bitti. İnzivaya çekilelim.” anlayışında bir grup değil. Geçtiğimiz iki senede yeni albüm hazırlıkları ne aşamaya taşındı? Metehan : Önümüzdeki günler gösterecek. Herkes çok yoğundu geçtiğimiz iki sene boyunca. Özel işler, Özge’nin eğitimi için Estonya’ya gitmesi, Serhan’ın askerliği, be-
Metehan : Maalesef Gamzecim Catafalque’a Rock Fm’de çok fazla yer vermiyorum. Ancak özel istekler gelirse yer veriyorum; çünkü konumum itibariyle çevrenin herhangi bir şekilde tepkisini almak istemiyorum. Neticede işim ve grubum tamamen farklı yerde; ama tabii özel isteklere ve grupla ilgili sorulara yanıt veriyorum. Çalmıyorum anlamına gelmiyor bu. Catafalque zaten bu tarz desteklerle değil, tamamen kendi çabalarıyla geldi bu noktaya. Yaptığı kaliteli işlerle geldi. Onur : Mete zaman zaman underground gruplara yer veriyor. Ben de zamanında Çöl Azizleri’nde beraber çalışırken gelen mailler “Hem Catafalque hem de Soul Sacrifice neden çalınmıyor?” yönündeydi. Mete tercih etmiyor Catafalque çalmayı, malum bir ton zevzek adam var “kendi grubunu kayırıyor” diyecek olan. Bunların çoğu zaman zaman tanıdığımız insanlar, dostlarımız bile olabiliyor. Çok komik bir anı var hatta; Çöl Azizleri prog-
nim radyodaki işlerim, Arın’ın üniversitesi… Ancak artık üçüncü albüm çalışmaları için hazırız. Serhan : Bu süre bizim için biraz “nadas” gibi oldu diyebiliriz. Herkes üretti ve üretmeye devam ediyor. Artık bundan sonraki süreç, bir araya gelip eteğimizdeki taşları ortaya dökerek şekillendirmekle geçecek gibi. Yaz sonu itibarı ile Catafalque’ın yeni albümünün ilk meyvelerini önce biz tadacağız. Sonra da en güzel halleriyle servisini yapacağız.
CK ROOSYA I LD UN ZE Ö
Alper : Hem senin de belirttiğin gibi yaptığımız iki albüm ile yetinecek bir grup değiliz. Unique ve Dialectique’i çıkartırkenki şartlar çok farklıydı ve zorluydu bugünlere göre. Birçok zor aşamadan geçip tamamen kendi çabalarımızla Catafalque olarak bir yerlere geldiğimize inanıyorum ve de bu noktadaki yerimizi de kolay kolay bırakmayacağız. Dolayısıyla yeni single ve albümlerimizle yakın zamanda tanışma fırsatı bulacaksınız. Bir önceki sorumda da belirttiğim gibi, üretken bir grupsunuz. Uni-Rock’ta sahne alacak Alman grup One Bullet Left’in, Türkiye’ye son gelişlerinde, Selim’den (Varışlı) edindikleri “Dialectique” i dinlemeleriyle birlikte size hayran olduklarını ve albümlerinde Özge ile düet yapmak istediklerini biliyorum. Bu proje ne aşamada? UniRock’ta da böyle bir düete şahit olabilir miyiz? Serhan : Evet. :) Özge, One Bullet Left’ten bir düet teklifi aldı ve şarkı, grubun yakında çıkacak olan albümünde yer alacak. Ayrıca Uni-Rock Fest için İstanbul’a geldiklerinde de “Love Boat Morgue” adlı şarkıda Özge onlarla aynı sahneyi paylaşacak.
Myspace sayfanızdaki yorumlara göz gezdirdiğimizde, sizin yurtdışından oldukça dinleyiciye sahip olduğunuzu görüyoruz. Hatta Mete’nin Survivor yarışmasına katıldığı zamanlarda, Panama’da, Catafalque tişörtü giyecek kadar hayranınız bir gençle tanıştığını da biliyoruz. Türkçe sözlü müzik yapmayı da reddediyorsunuz, yaptığınız müziğin doğası gereği. Bağlı olduğunuz, kendi prodüksüyon şirketiniz CTF Records’un ve Catafalque’ın kurucularından Gökhan Diren de Amerika’da yaşıyor. Aslında sizi yurtdışındaki sahnelerde görmemize yüreklendirecek çok sebep var. Bu konudaki düşünceleriniz ve çalışmalarınız ne durumda? Metehan : Öncelikle Türkçe sözlü müzik yapmayı reddetmiyoruz. Uygun olduğunda yapmayı tercih ediyoruz. Serhan : Şarkılarımızda Türkçe sözlere yer verme konusundaki baskıyı artık iyice hissetmeye başladık ki zaten başından beri “Biz kesinlikle Türkçe müzik yapmayız.” gibi bir düşüncemiz yoktu. Sadece bunun bir satış aracı olarak kullanılmasına karşıyız ve ikinci önemli neden ise yaptığımız müzik türüne Türkçe sözler entegre etmek ol-
dukça zor bir iş. Sorunun da içeriğinde geçtiği üzere; Catafalque’ın yurtdışında tanınabilmesini sağlayan en önemli şey de İngilizce sözler kullanması. Dünyanın kabul ettiği ortak dil İngilizce. Şu an bu konuda hala konuşuyoruz ki aslında Catafalque’ın yıllardır kendi içinde de cevabını aradığı bir konu bu. Kendi adıma konuşmak gerekirse; Türkçe sözler bizim daha fazla kitleye ulaşmamızı sağlayacak gibi görünüyor. Fakat müziğimizden, içerikten ödün vermek istemiyoruz. Bize de bu sorunun cevabını zaman verecek sanırım. Metehan : Yurtdışı mevzusuna gelirsek; yurtdışından ciddi bir teklif geldiği zaman bunu değerlendireceğiz. Ancak yine herkesin özel işlerinden ötürü bu konuyla çok ilgilenemedik. Fakat üçüncü albümle beraber, bununla ilgili çalışmalarımız olacak.
ver parçaya yer vermeyi düşünüyor musunuz ve konserlerde coverlamak istediğiniz başka şarkılar da var mı? Metehan : Konserlerde coverlamak isteyeceğimiz şarkılar olabilir. Cover yapmaya karşı değiliz. Soundumuza uygun olması bizim için önemli. Albümde cover şarkı olup olmayacağı ise albümün hazırlanış aşamasında belli olacak bir şey. Serhan : “Rock Me Amadeus” coverımızı dinlemiş olan biri rahatlıkla şarkıda Catafalque imzasını hissedebilir. Cover için şarkı seçerken bizim hedeflediğimiz bu aslında. Bir şarkıyı coverlarken şarkının içinde bir oyun alanı da arıyoruz. 80’lerin hit şarkıları da bize bu rahatlığı sağlıyor. Kimbilir belki başka şarkılar da gelebilir. Alper : Bu yaptığımız ilk cover değil aslında. Daha önce de Black’den “Everything Coming Up Roses” ile Depeche Mode’dan ”Enjoy The Silence” ı yapmıştık ki bu Lacuna
Onur : Yurtdışında çalmış biri olarak demeliyim ki “Evet Catafalque yurtdışında çalmalı.”. Ama çoğu zaman bu fikir hepimizin içinde bir istek olarak kalıyor sadece. Ben hayatımın en inanılmaz bir haftasını geçirdim İsveç’de. Elbette Catafalque yurtdışında çalmalı. Hatta turne de yapmalı. Serhan : Yurtdışı artık hiçbir Türk grubu için ütopya değil. Sadece hayatınızı buna kanalize etmenizi gerektiren bir durum. Düşünüldüğü kadar zor değil Türkiye’den çıkıp yurtdışındaki izleyicilere ulaşmak. Sadece bunun için doğru organizasyonu ve doğru kanalları seçmeniz gerekli. Önümüzdeki zamanların da Catafalque açısından bu gelişmeleri getireceğini düşünüyorum. A : ’08 Uni-Rock’tan beri performanslarınızda, 80’lerin hitlerinden “Rock Me Amadeus” coverına yer veriyorsunuz. Yeni albümde co-
Coil’den çok çok önceydi. Konserlerde cover çalmak hem bizim hem de seyirci için eğlenceli oluyor; ama albümlerimizde kendi bestelerimize yer vermeyi yeğ tutuyoruz. A : “Dinleyicilerinize son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?” da diyeyim, adet yerini bulsun. Metehan : Bugüne kadar bizi çok desteklediler sağolsunlar. Bundan sonra da hep beraber olacağız, daha da büyüyeceğiz. Onur : Kötü grup ve müzik dinlemeyin!!! Desteklemeyin!!! Şişirmeyin!!! Serhan : Yıllardır bize destek veren sana ve herkese sonsuz teşekkürler. Bizim bu ülkede bu kadar zor bir işi yapabilmemizdeki en büyük destekçilerimizsiniz. Özellikle konserlerde bizi yalnız bırakmayan ve en az bizim kadar eğlenen herkesi Uni Rock Open Air Fest’e bekliyoruz.
CK ROIAL I UNSPEC
// English // Founded in 2005, ONE BULLET LEFT has always tried to create a style which can be described as metal but at the same time contains elements of a unique band. The combination of heavy, precise riffs und double guitar melodies, whose origin as claimed by many people is Sweden, has become a trademark of the band. The discrepancy to other bands is the quality of the music and the possibility to recognize the band within a few seconds. Due to the rich diversity, especially based on the voice of singer Mario Grasso, the listener gets to hear new variatons in singing as well as in guitar harmonies and drumming which offers a very entertaining time listening to ONE BULLET LEFT. A demo in 2005 and the release of the four-track-EP “Invisible Fleshwounds“ (produced by Jacob Bredahl of Hatesphere in Denmark) in 2006 are the publications of the band so far and left first marks. ONE BULLET LEFT is famous for energetic live activities (e.g. with famous bands as Hatesphere, Volbeat, Caliban, Raunchy, Maroon, Neaera, Rage, Amon Amarth, Dew-Scented etc.) in Germany and foreign countries what has made and still makes the supportership rise more and more. The band’s development becomes very obvious by paying attention to the release of “Armageddon Sunrise“ (produced by Sky Hoff of Machinemade God). The songs sound more mature and filed with a bigger focus on details within the songs. The band kept on writing new material, and in the mean time, ONE BULLET LEFT recorded their first album at Kohlekeller Studios which will be released in near future. // Deutsch // Gegründet im Jahre 2005, haben ONE BULLET LEFT stets versucht, einen Sound zu kreieren, der im Metalbereich anzusiedeln ist, aber doch Elemente einer eigenständigen Band beinhaltet. Die Mischung aus harten, präzisen Metalriffs gepaart mit Melodien und zweistimmigen Metalleads, von denen oft behauptet wird, sie seien schwedischer Herkunft, ist ein Markenzeichen der Band geworden, wobei die Unterschiedlichkeit gegenüber anderen Gruppen aus dem Genre auf Grund der Qualität der Musik und des hohen Wiedererkennungswerts der Band jedem Hörer schnell ins Ohr fallen dürfte. Dabei wirkt die Musik vor allem auch wegen des hohen Facettenreichtums des Sängers Mario Grasso niemals monoton, der Hörer wird ständig mit neuen Variationen von Gesang, Gitarre oder Schlagzeug konfrontiert, die ihm eine sehr kurzweilige
Zeit bereiten sollte. Bisherige Veröffentlichungen wie die erste Demo im Jahre 2005 oder die EP „Invisible Fleshwounds“ (produziert von Jakob Bredahl von Hatesphere in Dänemark) aus dem Jahre 2006 haben bereits erste Spuren hinterlassen. Bekannt sind ONE BULLET LEFT für ihre energischen Liveauftritte (u.a. mit bekannten Bands wie Hatesphere, Volbeat, Caliban, Raunchy, Maroon, Rage, Neaera, Amon Amarth, DewScented etc.) im In- sowie Ausland, die die Anhängerschaft ständig wachsen ließ und lässt. Die Weiterentwicklung der Band ist mit der Veröffentlichung von „Armageddon Sunrise“ (produziert von Sky Hoff von Machinemade God) deutlich bemerkbar, die Songs klingen noch reifer und ausgefeilter, die Liebe zum Detail wird deutlich. Material für ein erstes Album wurde in der Zwischenzeit fertig gestellt und in den Kohlekeller Studios aufgenommen. Das Album wird in naher Zukunft erscheinen.
RIVERSIDE EMRE DEDEKARGINOĞLU
Sizi bilmem ama Polonya’nın son dönemde içine girdiği Progressive Rock/Metal patlamasından ortaya çıkan gruplar arasında en iyi olarak gösterebileceklerimin başında Riverside gelir diye düşünüyorum. Polonya son on yılda Collage, Satellite, Quidam, Riverside, Indukti, After gibi oldukça başarılı progresif grupları çıkarıyor ve progresif müzik seven kitlenin de oldukça dikkatini çekiyor. Riverside’da bu noktada hem Progressive Rock hem Progressive Metal arasında bir denge tutturarak iki kardeş tarzın dinleyicilerini bir potada buluşturmaya başarabil-
di. Grup,Dream Theater, Tool, Pink Floyd ve Porcupine Tree gibi önemli progresif gruplarından aldığı etkileşimleri, Polonya gruplarına has bir melankolizm ile birleştiriyordu. 2003 yılında çıkarttıkları debut albümleri Out Of Myself ile kayda değer bir çıkış yakalayan ve yer yer sert, yer yer ise melankolik müzikleri ile geniş bir kitle edinen grup, Out Of Myself ile başlattığı Reality Dream konseptini 2007 çıkışlı Rapid Eye Movement albümüyle tamamlamıştı. Konseptin ilk iki basamağı Out Of Myself ve Second Life Syndrome oldukça beğeni toplamışken,
konseptin finalini oluşturan albüm Rapid Eye Movement grubun hayran kitlesini bölmüş ve genel olarak ilk iki albümün gölgesinde kalmış bir albüm olmuştu. Öyle ki grubun konsepte bağlı kalmak amacıyla müziğini tekrar ettiğine dair eleştiriler bile gelmişti. Şahsen Rapid Eye Movement’ı bende ilk iki albüme göre biraz zayıf bulmuştum. Fakat bunu tamamen konsepte bağlı kalma durumuna bağlamıştım. Riverside’ın yeni albümünde bu tarz bir sıkıntıyı büyük ihtimal yaşamayacağını düşünüyordum. Grup, Rapid Eye Movement’ten sonra ülkemizi de kapsayan bir turne düzenledi, Reality Dream adında konser albümünü piya-
saya sürdü ve en son geçtiğimiz sene grubun basist/vokalisti Mariusz Duda, Lunatic Soul adında, Indukti, Riverside ve Quidam’dan üyelerin destek verdiği projesini başlattı ve albüm yayınladı. Albüm Riverside’ın müziğinden farklıydı, içinde metal etkisi içermeyen, yer yer atmosferik ve karanlık bir albümdü. İki senelik arayı bu şekilde dolduran Riverside’dan geçen sene sonunda yeni albüm haber geldi. Adının Anno Domini High Definition olduğu açıklanan albüm ise bu ay içinde resmi olarak piyasaya sürülüyor. Albüm çıkışından önce Duda “Erken dönem ‘70lerin enerjisini yansıtmak ve bu enerjiyi modern
linde bir açıklamada bulunmuş. Dolayısıyla, albüm öncesi beklentiler üçlemeden farklı, temposu yüksek bir albüm konusunda yoğunlaşmıştı. Ortaya çıkan ürün ise hem Duda’nın açıklamalarının hem de beklentilerin yönlendiği gibi oldukça hareketli bir albüm oldu. Anno Domini High Definition, şarkı sayısı ve albüm uzunluğu olarak en kısa Riverside albümü olarak göze çarpıyor. Kapağı yine Travis Smith imzalı ama bu sefer soyut yüz ifadeleri ve karanlık renkler yerine, güncel hayata gönderme yapan somut bir kapak hazırlanmış. Albüm genel anlamda Riverside’ın çıkardığı en sert, en teknik ve en temposu yüksek albüm diyebiliriz. Progressive Rock formüllerinden beslenilerek tamamen Progressive Metal olarak tınlayan bir albüm olmuş ve grubun bestelemekte oldukça başarılı olduğu balladlar bu albümde yer al-
soundlarla birleştirmek istedik. Şimdi daha fazla Rush, Led Zeppelin ve Deep Purple soundu olduğunu düşünüyorum. Ama sonuçta albüm tamamen Riverside gibi tınlayacak.” Demiş, yetmişler dönemine yaptığı vurguyla özellikle beklentileri arttırmıştı. Albümün adı ve geneliyle ilgili olarakta kendisi “Uyumlu bir kayıt yaratmak için sıkı bir şekilde uğraşıyoruz ve bu yüzden albümde sadece beş şarkı olacak gibi görünüyor. Şarkılar enerjik, çeşitli ve –umarım- canlı performanslar için çok uygun olacak. Albüm yapay modernite, anlık aceleler içindeki yaşamlar, gelecek hakkındaki stres ve endişeler hakkında bir hikaye içerecek. Şu anki zamanımızın 1920x1800 çözünürlükteki bir resmi gibi...” şek-
mıyorlar, bu nedenle gruptan ballad tarzında şarkılar bekleyen hayranlar biraz hayalkırıklığı yaşayabilirler ama albüme genel olarak bakıldığında bu durum bir eksiklik teşkil etmiyor. Mariusz Duda’nın belirttiği gibi tamamen yetmişler döneminden beslenen, yer yer modern gruplardan da etkiler taşıyan ama bunları yaparken o karakteristik Riverside yapısını da arka plana atmayan bir albüm olmuş. Şahsi bir görüş olarak şunu da eklemek istiyorum, Riverside’ın önceki üç albümüne ilk dinleyişlerimde hiç vurulmamıştım. Albümlerin içine girmem biraz zaman almıştı. Anno Domini High Definition’u ilk dinlediğim andan itibaren içine girebildim diyebilirim. Oldukça direkt ama asla basit olmayan, komplike bir albüm var karşımızda... Hyperactive’in sakin klavye vuruşlarıyla başlayan albüm, kırk beş dakika boyunca dinleyiciyi hiç bı-
rakmadan, yüksek temposuyla devam ediyor. Şarkıların uzunluğu, albümün enstrumental anlamda yoğun olmasına sebebiyet vermiş, dolayısıyla vokaller şarkının gidişatını birincil olarak değiştiren faktörler olmuyorlar. Şarkılar sık ritm ve melodi değişiklikleri içerisinde gelişiyorlar, Piotr Grudziński ise sık sık klasik David Gilmour etkileşimli sololarıyla alıştığımız Riverside tadını veriyor. Michał Łapaj’a da bu noktada değinmek gerekiyor. Klavye Riverside müziğinde önemli bir element olmasına rağmen bu albümde Łapaj’ın kullandığı ton çeşitliliği şarkılarda kimi zaman oldukça öne çıkıyor. ‘70lerin mellotron/ Hammond tonları ve Jordan Rudess etkileşimli tonlarla birlikte tamamen elektronik altyapılarla şarkı-
lara çok farklı tatlar katıyor. Albümün üçüncü şarkısı Egoist Hedonist’te ve ya son şarkı Hybrid Times’ın son kısımında, Łapaj’ın şarkılara kattığı farklı tonların çeşitliliğine net olarak şahit olunabilir. Mariusz Duda’nın vokal performansının yanında bas performansı da göz dolduruyor, bas gitar şarkıları yer yer domine ederek sürekli gidişat veriyor. Left Out’un ilk iki dakikası ya da Driven To Destruction’un başındaki tempolu bas vuruşları Duda’nın şarkılara direk etki ettiği yerler olarak dikkat çekiyor. Piotr Kozieradzki ise, ilk üç albümdeki göz dolduran performansını yine devam ettiriyor, kendisi ayrıca albümde yer yer Death Metal geçmişini de gösteriyor ki örnek olarak Hybrid Times’ın sonlarına doğru ekle-
diği blastbeat kısımlarını gösterebiliriz.
leyen dakikalarda temponun arttığı şarkıda, Łapaj ve Grudziński’nin karşılıklı kapışmaları da ayrı bir derinlik katıyor. Albümün son şarkısı Hybrid Times, kaldığımız yerden tempoyu yükseltiyor, oldukça güzel gitar ve klavye soloları içeren şarkı özellikle sekizinci dakikada gittikçe sert melodiler ve bateri vuruşlarıyla tempoyu arttıran, sonra tamamen elektronik bir altyapıya geçerek albüme güzel bir kapanış yapıyor.
Hyperactive albümün en direkt şarkısı, yavaş yavaş artan temposu ve progresif geçişleriyle albüme agresif bir başlangıç yapıyor. Driven To Destruction, yoğun olarak Dream Theater ve Opeth etkilerinini görülebileceği bir parça, yer yer görülen sakin kısımlar şarkının geneline hoş bir kontrast katıyor. Grubun MySpace sayfasında ilk yayınladığı Hedonist Egoist, elektronik denemeleri ve yüksek temposuyla dikkat çekerken, son kısımında alıştığımız hareketli Riverside enstrumantellerine dönüşüyor. Şarkının üçüncü dakikasında başlayan kısım albümdeki en ilginç yerlerden birisi diyebilirim. Left Out, albümdeki en yavaş ve eski albümlere en çok gönderme yapan parça ve yoğun olarak Riverside hissiyatını hissettiriyor, özellikle ilk dört dakikasındaki yoğun Opeth tatları oldukça hoş olmuş. İler-
Özet olarak Riverside, bu albüm ile Progressive Metal alanındaki yükselişini devam ettirmiş. 2009 yılı içerisinde çıkan Progressive Metal albümleri içerisinde şu an en güçlü olanlardan birisi Anno Domini High Definition oldu. Oldukça yoğun, kompleks ama bir o kadar da çekici bir albüm diyebilirim. Grubun hayranları büyük ihtimal hayalkırıklığına uğramayacaklar.
Hardcore/Metal aleminin en bilindik ve sevilen gruplarından Hatebreed, ağabeyleri Sick of it All ve Agnostic Front’tan sonra 25 Haziran akşamı İstanbul Jolly Joker Balans’ta ortalığı tarumar edip gitti. 2004 yılında RTN II kapsamında sahne alacakken gelişleri son anda iptal olan ve ülkemizdeki hayran kitlesini büyük hayal kırıklığına uğratan grup aradan geçen 5 yıldan sonra Rio’ın uğraşları ve Gargamel’in katkılarıyla bu sefer herhangi bir sıkıntı yaşamadan ülkemize gelip unutulmaz konserler listesindeki yerine imzayı attı. Bana da yıllardır hastası olduğum ve ne hikmetse son 1 yıl içinde 3. kez izleme şerefine nail olduğum grubun konserini yazmak kaldı. Konser günü mekanın önüne geldiğimde mekan içinde Emre’nin (Pedro) DJ’liğini yaptığı sağlam bir setlist çalmasına rağmen, konsere ve Hatebreed’e aç ve sağlam bir hardcore kitle ellerinde içkilerle dışarıda takılıyordu ve bu esnada grubun ekibinden bir şahsiyet dışarıda insanları kameraya alıyordu. Mekana girmemizin yaklaşık 10 dakika ardından grup dakika sektirmeden sahneye çıktı, Balans gibi bu tarz konserler için dar bir mekana rağmen ön tarafta azgın bir kitle hazır bekliyordu, bu konserden 4 gün önce Hellfest’te beraber izlediğim doymuş ve donuk kitlenin aksine aç ve azgın Türk seyircisini gören grubun keyfi bir hayli yerindeydi, zaten ne olduysa grup konserin ilk şarkısı This is Now’ı girmesiyle ortalık savaş alanına döndü, o daracık sahne önünde yıllardır bu grubu bekleyene kitle, o gün için görevlendirilmiş ve bu camianın içinden gelen sahne önü görevlilerinin anlayışlı tavrı sayesinde en ufak bir sorun yaşanmadan dakika başına ortalama 7-8 kişinin sahneden yağmur gibi stagedive’ın yapıldığı kaotik ama bir o kadar da güzel bir ortama imza attı, hatta sahneye çı-
kan arkadaşlardan bazıları gitaristin omzunu solistin başını öpmek gibi grup tarihinde muhtemelen olmamış samimiyet gösterileri sunup grup elemanlarını bir hayli güldürdüler. Tek sorun mekanın darlığı sebebiyle hardcore türünde farz olan circle pit ve wall of death gibi aksiyonların icra edilememesi oldu, bir ara circle pit denendi ama maalesef başarısız oldu. Grup, bizim İspanya’da yaşayan Tayfun (Rumble) arkadaşımızın oradaki konserlerinde gruba yaptığı sürekli baskıların neticesinde, normalde çaldıkları şarkı listesinden daha uzun bir listeyle çaldılar. Son çıkardıkları “For The Lions” isimli babalara saygı tadında yapılan cover albümünden ise Slayer cover’ı ‘Ghosts of War’u tercih ettiler, ve bu turnede konserlerini normalde ‘Destroy Everything’ ile kapatırken istanbul’da bunu bis sonrası ‘I Will be Heard’ ile yaptılar. Grup henüz sayfasında yayınlamadığından ve playlisti net olarak hatırlamadığımdan konser sırasında çalınanlardan This is Now, Perseverance, Never Let it Die, To The Threshold, Last Breath, Smash Your Enemies, Ghosts of War, Tear It Down, Live For This, Destroy Everything ve I Will be Heard hatırladıklarım arasındaydı. Seyirci şarkıların büyük çoğunluğuna katılım gösterdi, ve bir çok yerde hep bir ağızdan söyledik. Konserin başından sonuna kadar bitmeyen adrenalin patlaması konser sonunda birçok kişide (ben dahil) çeşitli morluklar şişlikler ve kas ağrıları olarak geri döndü, ama kimse bu durumdan şikayetçi değildi. Konser sonrası grup elemanları, Temmuz ayının 7’sine kadar her gün konserde olmalarına rağmen, solist Jasta hariç, Dorock Bar’a gelip biralarını içip sahnedeki metal grubunu izlediler. Uzun lafın kısası buradan gruba bir cümlem var; sizlere doyamadık, lütfen arayı uzatmayın, tekrar tekrar gelin, böyle aç ve azgın bir seyirci her yerde bulamazsınız.
Yazı
AMİR NECİM Fotoğraflar
BERK GOCAY
Herkese hüzünlü bir merhaba diyorum. Yazımın başlangıcı aslen hiç de böyle değildi ama büyük kral Michael Jackson’ı kaybetmenin verdiği üzüntüyle birkaç gündür üzerimde olan keyifsizliği sizlere yansıtarak başlıyorum yazıma… 1987 senesi “Bad” albümü raflarda yerini almış “Bad”, “Dirty Diana”, “Smooth Criminal”, “Liberian Girl” klipleri tek ekranlı TV’lerde sürekli dönmekte… Özellikle “Smooth Criminal” ekrana her çıktığında “Annie are you Ok? So Annie are you Ok? Are you Ok Annie?” repliği beyinlere kazınıyor, yolda yürürken bile ağzımıza dolanıyordu. Sene 2009; tamı tamına 22 senedir insan tekerleme gibi bu sözleri her an bilinçaltında hisseder mi? Ben güzel bir örneğiyim. Müzik hayatımın her milimetresinde her saniyesinde ve diğer ölçü birimleriyle ifade edilecek her noktasında izi olan Michael Jackson’a Allah’tan rahmet diliyorum. Haberi sabah radyoda her kanalda çalan Michael Jackson şarkılarının yarattığı kötü his sonrası soğuk bir ana haber bülteninde aldığımda hani bir yakınımız öldüğünde her defa kafamıza “bir gün ben de öleceğim” gerçeği dank eder ya, öyle bir hisle irkildim. Benim için bir aile ferdiydi, belki 10 yıldır ortalarda yoktu ama onun gizli saklı da olsa bir yerlerde yaşıyor Bu kadar hüzün fırtınası sonrası geyik moduna girmek zor ama neyse ki yazımın kalan kısmını çok daha önceden şekillendirmiş ve her zaman olduğu gibi son güne bırakmamıştım. “Ne ruhsuz adammış bir anda modu geyiğe kaydı” demeyin… Yolumuza geçen sayıda verdikleri materyal açısından ayakta alkışlanası bir ülke olan Bolivya ile devam ediyoruz. İlk grubumuz “Metalmorfosis” İsim olarak bu kadar popodan sallamasyon grup ismine çokça rastlanan metal camiası içinde yine de en tepelere konulacak bir grubumuz kendileri. 1985 Lapaz, Bolivya’da kurulup 1989’da mücadelemiz buraya kadarmış diyerek dağılan Metalmorfosis, o dönemin trendi olan New Wave of British Heavy Metal tarzına baş koymuşlar gönül vermişler. Resimlerinden görüldüğü üzere bunu Britanya Krallığı bayrağı temalı t-shirt’lerine de yansıtmışlar. Yalnız dayanılması zor bu kepazeliğe bile şükrettirecek duruşlara ne demeli? Şu her trampet vuruşu arası bir kere parmaklarında baget çevirmezse camiadan dışlanmaya yeminli glam davulcularının pek sevdiği şekilde bagetleri çapraz tutmalar, deri eldivenli kırılası eller, mikrofon ayaklığını Aerosmith’sel gitarvari tutuşlar, Tom Cruise RayBan pilot gözlükle-
olması şu dünyada bir efsaneyle aynı zaman dilimini paylaşmanın verdiği keyifle garip bir şekilde içimi rahatlatıyordu. Tek üzüntüm, Allah sevdiklerini yanına alırken geride kalanların hak etmedikleri şan şöhret içinde yaşadıklarını görmek. Özellikle de son dönemlerinde kendine yakışan bir çıkış yapmaya ömrünün yetmemesi ile üzüntümüz daha da artıyor. Yine de bir sene önce kısa bir gösteri için sahneye çıktığı görüntüler daha dün gibi aklımda, kral ayakta bile zor duruyordu. Keşke diyor insan onu hep o eski haliyle hatırlasaydım. Şimdi Youtube’da 1980’lerde beni benden alan kliplerini izleyerek o son kareyi ve son 10 yılına ait kareleri hafızamdan silmekle meşgulüm. Kendilerine x-jenerasyonu adı verilmesine neden olan; beğenileri ve hayat anlayışları tüm diğer kuşaklardan farklı olacak kadar seçici olan ve benim de dahil olduğum 80 kuşağı çocuk ve gence çok güzel değerler kattığın için teşekkürler kral. Biz de artık 50 yıllık masalın 30 yılına şahit şanslı kesim olarak genç kuşaklar sorduklarında seni anlatacağız ama seni onlara tarif etmek için ne ile kıyaslayacak veya neye benzeteceğiz işte bunu hiç bilmiyoruz. Hayatında bulamadığın huzuru, nur içinde yatmanı dilediğim yerinde bulman dileğiyle…
ri, Alice Cooper makyajları, topesto imajlı Japon elemanlar (metalci Japonların saçları hep mi böyle Prekazi ense saç modeli olur?), gördüm gördüm evet siyah taytlar!!!…. Röaahh! Yeterrr. Grubumuzun myspace’te profili mevcut hatta o yıllarda kaydettikleri işkencesel parçalarını da dinleyebilirsiniz. (www.myspace.com/viajeinfernal) Yalnız komedi bir olay daha var bu arkadaşlarla ilgili. Ya kıllık yaptı ya bir garezleri var, başka bir kaynaktan bulduğum üstteki resimde yer alan vokalist aşağıda yer alan MySpace’deki fotoğrafta bir anda Azrailleştirilmiş uydurmasyon bir photoshop oyunuyla. Böyle bir dangozluk da gördüm diyemem! 1985 tarihli tek ürünleri olan demoları “Viaje infernal y ‘Los rockeros se van al infierno” ile kulaklarımıza olmasa da şu rezil fotoğraflarıyla hafızalarımıza kazınan Metalmorfosis elemanlarına müzik kariyerlerine son verip hayatlarına muslukçu, duvarcı ustası, dozer operatörü, jinekolog doktor ve hemoroid uzmanı olarak devam ettikleri için tüm müzik camiası adına teşekkürü borç bilirim.
Sıra geldi Bolivya Cochabamba’dan Death metalci kardeşlerimiz Mortofobia’ya. 1992 yılında kurulmuş ve (oldukça verimsiz bir grup portresi çizdiklerinin ispatı olarak) 1996 tarihli “En Memoria” demosunu takiben tam 10 yıl sonra 2006’da “Hate-Subterfugio” adlı Aztek halk dansları müziği yapan bir grupla split yapmış, onca yıl sonra 2007’de “Campos de Muerte” diye bir full length albüm çıkartmışlar. Tipe bak çay demle düşüncesinde sanırım hemfikiriz, iyi de bu adamlar 1992’de kurulduklarında anaokulunda mıydılar? Büyük ihtimal kadro değişti… Çünkü fotoğraftakiler çok genç elemanlar. Web sitelerinden de (www.mortofobia. com) oldukça ağlatıcı resimler buldum. İlki konser mi yoksa tapınma ayini mi tam çözemediğim bir konser manzarası… Yahu headbang desen değil, mosh? Yok o da değil… Pogo? O hiç değil. Oğlum nedir bu yere kapaklanmalar? Napıyorsunuz siz? Vallahi bunca konsere gittim veya izledim, böyle bir
figür görmedim. Tavandan asılı florasan lambalarıyla bizleri lise yıllarına ve sınıflarımıza götüren bir konser salonu sanıyorum bizim bir dönem ülkemizde de moda olan düğün salonu konserlerinin Bolivya versiyonu. Şu konserlerde davulcu umduğunu değil bulduğunu çalar durumu vardır ya, en son bana da olmuştu… Nedendir bilinmez davul renklerinde feci bir itibar zedeleyici renk seçimleri oluyor konser mekanlarının. Bu arkadaşın da ishal sarısı davulu gerçekten öndekilerin yere kapaklanma nedeni mi diye sormadan edemiyorum kendime… Şimdi biraz da provalarına göz atalım bu çakalların. Death metalcisiniz diye duygusal davranıp kayıramayacağım hiç kusura bakmayın! Kepazeliğe izin yok… Baba bu ne? Hihat’te bir düğün orkestrası klasiği olan açmalı kapamalı yengeç hareketi mi yapıyorsun? Trampet de sanırım Hot-Bird veya Turksat2’yi çekecek şekilde kuzeye eğimli? Bu ne oğlum! Bunca yıldır çalarım, böyle davul setup’ı ne gördüm, ne duydum... O şapkayı ters taktığın kafana 2 fiske vurarak “sieee!…” diye def edesim geldi var ya!! Davul herif seni! Ya bu manzaraya ne demeli? Karşıdan bakalım bir de. Sağ kros basçının yanında, sol kros tonmaisterin yanında! Hey maşallah, trampetin dünyada eşi benzeri olmayan eğimli açısı buradan daha belirgin. Hi-hat de maşallah komşu daire izin verse duvarı kırıp komşu daire balkonuna koyulacak. Böyle inergonomik bir çalış da görmüş değilim. Adamın gözü başka yerde kıçı başka yerde. “Eli işte gözü oynaşta”nın başka bir versiyonu var, onu diyecem de demiyorum… Neyse…. Ben söyleyim, 2 yıla kalmaz ya diski kayar, ya boyun fıtığı olur bu elemanda… Bu nasıl oturuş, bu nasıl çalış? Bu arada keşke detay görebilseniz; bu stüdyolarında sağ tarafta 1980’ler Banu Alkan/Yaşar Alptekin filmlerinin değişmez yatak odası aksesuarı vernikli yatak odası gardrobundan anlıyoruz ki anne babalar yazlıktayken yatak odası stüdyolaştırılmış. Habersiz eve erken dönüş yapan valide hanımın derin hissiyatlı scream’leri ile ilk demo çıkartılmış olmakla beraber bu olayı müteakip aniden yatak odası kökenli stüdyoyu kapatıp başka bir stüdyoya geçmişler bizim biraderler. Şimdi biraz da Güney Amerika’dan Güneydoğu Asya’ya Hindistan’a falan kayalım. Hindistan diyince temkinli olmak lazım her türlü garipliğe gebe bir memleket. Bangalore merkezli grubumuz Enthrall, Dream Theater’ın Trajedik versiyonu. Şaka bir yana oldukça progressive parçaları var ama “bir vokal grubu vezir de eder rezil de” sözünün ispatı karşımızda. MySpace sayfalarından (www. myspace.com/esd01) kulak verebilirsiniz ama kulağı kurban da verebilirsiniz haberiniz olsun. Grubumuz
14 yıllık geçmişlerine ait tüm kirli çamaşırların deşifre olduğu resimleri utanmadan sıkılmadan sitelerine koymuş. Ne büyük bir özgüven, helal! İşte ilk enstantane bir halk konseri sonrası. Gözlüklü ve bıyıklı eleman daha sonraki fotoğraflarda da kabusumuz olacak bir tip. Aslında davulcu ama grup fotosu çekilirken her ayrı pozda tek bir deri montu paylaşan ve her resimde başka bir elemanın üstünde gördüğümüz (bizzat benim de yapmışlığım vardır :) ) deri mont/bileklik vs misali “yaw elimiz boş durmasın ben de mavi gitarı alayım elime” demiş. Peki en soldaki eleman ne iştir? Air guitar mı yapıyor? Yoksa spastik midir? O eli anlayamadım, hareket mi yoksa o lan! Aman diyim basarım mekanı! Bir de ayakkabısı mı yırtık, yoksa sandalet mi onu çözemedim ama şu ciddi duruşa yakıştı mı ha? Klavyeci ise şebelek gibi sırıtıyor ama biliyor hatasını! Kilise orgu gibi klavyeyi almış maşallah! Direkt yorumum şu: Arabistan’dan ithal, 99 müzik enstrümanının 90’ı kanun, ud olan tek ritmi darbukalı 9/8’lik arabik oryantal orglardan. Öne koymuşsun Peavey amfiyi artistlik olsun diye ama bunlar boş işler birader… Şimdi diğer görüntülerine geçelim bakalım. Cafcaflı bir Hindistan müzik stüdyosundayız. Evet şok!! O başta değindiğim kabus gay vokaller bu bıyıklı kıl kuyruk davulcuya ait!! Vay topesto vay! Beyaz çorap klasiğinden sen de mi vaz geçemedin? Manowar t-shirt’ü de çekmişsin üstüne! Oğlum var ya yazıklar olsun, şu dalyan gibi basçı eleman biraz ayakkabı değişikliği yaparsa tam frontman olur, ver vokali ona ver! Dur dur ayakkabı yetmez, şalvar kumaş pantolon ne yaw! Naptınız oğlum siz! Onu da değiştir. Bangalore vergi dairesinden mi geldin ne bu hal? Her neyse grubumuz “Infernal Horizon” adlı bir albüm çıkarmış ve yeni materyallerle bir yeni albüm daha hazırlamış, firma arıyormuş. Benden söylemesi, bu sinekkafalı davulcu/vokalistin ne vokali, ne davulu gruba gram fayda sağlamaz. Hele şu uzatmaları yok mu? Fazla tize indi mi veya uzattı mı şu tepesindeki mikrofonu beynine indirip hizaya sokmak şart!
Şimdi de yine yakın bölgeden, hatta ırk olarak akraba oldukları Hintli arkadaşlarından dandiriklik adına bir adım öne çıkan Bangladeş menşeili grubumuz Stentorian’da sıra. 2001’de Dhaka’da kurulan grubumuz için yemin ediyorum şu poza bakan “Onlar Kardeştiler” adlı filmin afişi sanır. Özetlemek gerekirse grup fotosu için yer bulamayıp apartman merdivenine sıkışan 5 kafadar, ortada grubun abisi hepsini kucaklamakta. Sağ öndeki Sri Lanka Tamil gerillalarının yakalanmadan kaçan son üyesi imajlı arkadaş pek bir ezik mi, yoksa çişi mi gelmiş tam çözemedim. Sağ arkadaki elemansa ortadaki abinin öz kardeşi, fasulyeden gruba girmiş, halı sahada ya kaleye geçer ya da hakem olur ama bu grupta ne yapar onu bilemedim. Sol arkadaki tombik “saat 18:00 oldu, peder şimdi işten gelir, apartmanda bizi bu halde yakalamasın, hortumla dalar topumuza” endişesiyle bakmakta. Sol öndeki abiyi gereğinden çok benimsemiş bacağa falan sarılmış, hiç hoş olmayan hareketler sergilemiş, abi de memesinden bir çimdik mi alıyor çözemedim ama bu mide bulandırıcı ilişkilere daha fazla dalmayalım, içinden çıkamayız. Grubumuz Heavy Thrash yapıyor ve Bangladeş’teki müzik marketler “aman Stentorian single çıkartsın da inletelim sokakları, satış patlaması yaşansın” dermiş gibi elemanlar paso single’a vermişler kendilerini… Yıllar itibariyle “Odrissho Juddho Single, 2002”, “Bhoy Single, 2003”, “Bishonno Adhar Single, 2005” çıkartıp 2005’te “Protimuhurte” adıyla ilk full length albümlerini çıkartmışlar. Adamların Facebook’ta grupları ve fan sayfaları bile var. Grup fanlarının tek tek resimlerini şuraya koyup her biri için sayfalarca hikaye yazıp gülmekten yarılma garantisini verebilirim. Ama gelin sözlerimize burada son verelim ve bir dahaki sayıda görüşmek üzere müsadenizi isteyelim. www.myspace.com/goremaster
“L’ heautontimoroumenos” MELİS SARILAR Baudelaire’in loş ışığı altında bir grotesk trajedi Oyuncular : John Cale, Nick Cave Perde açılıyor: Şşt! Duymuyor musun şimşekleri işte yaklaşıyorlar. Nerden düşmüşler Macbeth’in trajedisine? “Bir daha ne zaman buluşacağız, Yıldırımda , fırtınada mı? yoksa yağmurda mı ıslanacağız? Şu karmaşıklık sona erdiğinde Savaşta hem kazanılıp hem yenildiğinde” Akıl kaçırtan bir müzik dolaşıyor havada… Görülmüyorlar ve yaklaşıyorlar ışığa doğru. İki yandan. Üç cadı değil gördüğüm… iki cılız adam. Birinin yılan gözleri var birinin çekici bir çirkinliği. Yaklaşıyorlar seyirci sabırsız. Ne olacağı kimin bu grotesk trajediden galip çıkacağı belli değil. İkisi birkaç yıl uzak birbirinden ama tek bir ortak noktada buluşuyorlar seyircinin beyninde. İkisinin de müziklerinin öldürücü olması. Femme fatale ve homme fatal’ler geziniyor ikisinin oyununda. “çatlak ses değil miyim ben o tanrısal senfonide bitmek bilmez bir ironiyle beni saran ve kemiren” Yılan gibi gözleri olan adam ışığa yaklaşıyor sahne onun. Tok sesi seyircinin tüylerini diken diken ediyor. İki cinsi barındıran bir havası var adamın. İki öldürücü cins ölümsüz bir düelloyla buluşmuş içinde. Tıpkı dünyadaki gibi. “ Omuzları düşük bir dünya olarak düşünülebilir” diyor seyirci içinden. Bu tok sesli omuzları düşük dünya seyirciyi mavi bakışlarıyla karşılıyor. Bu saygılı karşılamada bile gizli bir ironi saklı sanki. Tanımsız diye bir tanımı da yok bu yaratığın. Aynı seyircinin dediği gibi omuzları düşük bir dünya. “Tekinsiz aynayım ben, görür cadaloz kendini orada” Diğer tarafta çekici bir çirkinliğe bürünmüş adam.Gotik şatolarda karşılaşılan ne idüğü belirsiz, tekinsiz bir uşak gibi, başını öne eğip selamlıyor. İçi ürperiyor seyircinin kendini bir gotik şatoda buluyor. İçinde gizlenen ölümü her an dışarıya çıkartabilir bu adam, ondan korkuyor. Seyirci bencil, yaşanacak çok günü var, aklı sürekli bunun hesabında. Adamsa sanki içinden geçeni okur gibi gülümsüyor ve kemanını alıyor eline… Sanırım hayat orda başlıyor, ölüm de, kahkaha da ağlama da… Delilik orda başlıyor, titrek hareketlerinde…
John Cale: Balık burcunun üst- insan olma hevesi yansımış bu çekici-çirkin adama. 1942’de muğlak bir adım atmış dünyaya John Cale. Peşinde yeteneklerini sürüklemiş. En çok piyanosu ve kemanıyla barışık olmuş, müziğin peşinden koşmuş gerekirse küsmüş. Bir sarışının gölgesi olmuş ışık vermiş o yetenekten yoksun güzellikten bolca nasibini almış düşmüş melek Nico ‘ ya. Anne karnından 18 saatlik sırrını saklamış. Piyanosu beyninde dönmüş durmuş. kemanıyla Venus in Furs ‘ün dünyanın en iyi şarkısı yapmış. İçinde gizlediği tüm hırsları parmaklarından çıkarmış. Nick Cave: Bu grotesk trajedinin diğer bir oyuncusu Avustralya’da 1957 de dünyaya indi. İncille zehirlenip, kendini cinayetlerin tatlı gizeminde buldu. Gariplikler dünyasında normal olmayanla serinletti ruhunu. Onun dünyası tepetaklak. içinde tüm insani değerleri öldürdü kanıt bırakmadan. Her ileriye ulaşmak isteyen insanın deli dahiliğini, nefes alıp veren küçük insancık olduğunu unutmadan gösterdi çevresine. İnsanları öldürmenin yollarını arayan bu deli, çözümü sesinde ve sözlerinde buldu. O günden beri kahkahalar atmakta, dünya içinde dünyayı yemekte, ölüleri sevmekte onlara şefkat göstermekte. Bu yüzdendir seyircimizin onu “omuzları düşük bir dünya” olarak adlandırılması, hem yaratıcı hem yokedici bir güç olarak görmesi. J.C ve N.C: Son bir dörtlük kalmıştı onlara bu grotesk trajedide, başlangıçta Macbeth’e ait olup da sonradan ihanet edilen. Beyin kıvrımlarında ihanet ettirici bir unutkanlığı serpen “kötülük çiçeği” kahkahalar atıyordu uzaktan. Ağızdan döküldü kelimeler: “Hem bıçağım hem de yara! Hem yanağım hem de tokat! Hem kurbanım hem de cellat! Ezen ve ezilen çarkta” -Seyirci: Kafası allak bullak oldu, bir süre sonra merhamet ölümü gerçekleşti. Kanı tükenene kadar bir şeyler yaratmaya karar verdi akabinde vücudunda bir sanat eseri bırakarak geberdi. Şu satırlar kazılıydı tüm bedeninde : “Kalbimin vampiriyim ben, -Büyük yalnızlardan biri, Sonsuz gülmeye hükümlü Artık gülümseyemeyen!”
Şiir: Charles Baudelaire, L‘heautontimoroumenos Çeviri:Ahmet Necdet
IMAGES AND WORDS II EMRE DEDEKARGINOĞLU
...morning comes too early and nighttime falls too late... Bir ayın daha sonuna geldik. Açıkçası öğrenciliğin sancılı süreçlerinden olan staj nanesiyle bütün haziranı iptal olarak harcadığım için hiçbir şey anlamadım desem yeridir ki zaman bulamamaktan dergiyi bile boş geçtim. Şu an ayın 29’u ve ben bu yazıyı anca yazabiliyorum. :) İş hayatı böyle iptal nedeniyse öğrenci olmak cidden güzelmiş, değerini bilmiyormuşum. :) Herkese müzik dolu bir ay diliyorum, iyi okumalar... :) Pop is dead. It’s close to midnight and something evil’s lurking in the dark... Yirmi altı sene önce çıkan efsane albüm Thriller’ın başında böyle demişti MJ... Yirmi altı yıl geçti, takvim 25 Haziran 2009’u gösteriyordu, bizim saatimizle gece yarısına yakındı ve gecenin o karanlığında kötü bir haber geldi. Michael Jackson ölmüştü. Seksenlerin bize bahşettiği en büyük müzikal değerlerden birisiydi MJ. Öyle bir üne ve başarıya ulaşmıştı ki müzik işine giren herkesin isteyeceği cinstendi. Yabancı müzik kültürü olmayan ülkemizde bile sokaktaki çocuğun, köşedeki bakkalın ya da komşu teyzenin en azından ismen bildiği bir kişiydi. O gerçek anlamda pop müziğin kralıydı. Şu an pişirilip pişirilip önümüze konan zırvaların katlarca üstünde işler yapmıştı. Belli kalıplara bağlı kalmadan yazdığı zengin ve kaliteli şarkılar yıllarca dillere marş oldu, dansları ile kendi standartlarını yarattı ve çocuk yetişkin demeden milyonlarca kişiye ilham verdi, taklit edildi. Metal müzisyeninden cazcısına kadar çok kişiyi etkiledi. Şu an ulaşılması zor bir noktaya ulaşmıştı MJ... Bir marka olmuştu, ikonlaşmıştı. Müzik piyasasının ırzına geçen MTV bile onu kontrol edemiyordu. Onun çıkardığı her albüm piyasaya anında yürürlüğe giren bir kanun gibi düşüyordu, herşeyi yerle bir ediyordu. Tabii bu üstün başarılı kariyere rağmen MJ asla mutlu olamamıştı. Çocuk yaşından beri sahnelerdeydi ve hep birşeylerin özlemini çekmişti. Üstüne o yükseldikçe medya başta olmak üzere onu dibe çekmek isteyenler oldu. Bu onu daha da yıprattı, sağlık sorunlarıyla boğuşurken mental olarakta yoruldu. Sonunu getiren olaylar da bu mutsuzluklarla ile başladı. On dört sene önce çıkardığı ayarsal şarkı They Don’t Care About Us’ta sanki bu durumu haykırıyordu Michael, “skin head, dead head, everybody gone bad” diyerek... Ve yine aynı şarkının devamında sanki ölümünün insanları ne kadar sarsacağını öngörmüşçesine “bang bang, shock dead, everbody’s gone mad...” diye eklemişti. Şu yazıyı yazdığımda ana kadar açıklananlar kendisinin tek başına bile yeterince zararlı sekiz ilacı bir arada aldı-
ğını belirtiyordu. Peki kimin aklına gelirdi ki MJ’nin öleceği? O en büyük popstardı. Gelmiş geçmiş en başarılı pop sanatçıları arasında ilk sıradaydı. Yarattığı görkemin yanında “ölüm” kelimesi yakışmıyordu. Seksenlerde doğmuş,doksanlarda çocuk olmuş bizlerin çoğunun bir döneminin ilahıdır MJ... Onun kliplerini izleyip,dans figürlerini taklit etmeye çalışmak, anlayamadığımız şarkı sözlerini Türkilizce olarak söylemek bir dönem hepimizin uğraştığı şeylerdi. Michael Jackson çocukluğumuza damgasını vurmuştu, bizler için bir Voltron, bir He-Man gibiydi. Zamanla müzik zevklerimiz farklılaşsa da MJ her zaman için şarkılarını dinlediğimiz, saygı duyduğumuz bir isim olmuştu. Hala “Biit eeet!” diye bağırıyor,hala “Annie are you OK?”’u “enivicivokke” diye söyleyerek gülümsüyorduk... Ama artık MJ yok. Son yıllarında müziğinden çok skandallarıyla gündeme gelmesinden dolayı göz önünden uzaklaşmıştı. Temmuz ayında büyük bir turneye çıkacaktı. Belki bu turne tekrar eski günlerine dönüşünü sergileyecek olay olacaktı. Ama ne yazık ki kralın yeniden yükselişini görmek mümkün olmadı. O gitti, ve artık o dönemden sadece Madonna kaldı. Bir dönem tamamen sona erdi. MJ gibi büyük bir isim, MJ’nin yarattığı derecede kaliteli pop klasikleri artık gelmez. MTV’nin Katy Perry, Lady Gaga, Justin Timberlake gibi bugün var yarın yok ünlüleriyle pop müzik olduğundan daha kalitesiz haliyle, tamamen tüketim bazlı yaşamaya(!) devam edecek. Jackson gibi bir popstar çıkması çok zor artık... Yavaş yavaş çok değerli isimleri kaybediyoruz. Kariyerinin sonlarına doğru gelen çok fazla büyük sanatçı/grup var. Onlar yaşlanıyor, bizler ise büyüyoruz. Tüm o efsaneler bir bir sahneden çekildiklerinde herhalde bizler de yaşlanmaya başladığımızı fark edeceğiz... Güle güle kral... Bizimle paylaştığın o değerli sanatın için çok teşekkürler... Gorefest is dead. Diğer bir ölüm –dağılma daha doğrusu :)- haberi de Avrupa’dan geldi. Hollandalı cano Death Metal tayfası geçtiğimiz ay yeniden dağıldığını açıkladı. Çok küfür yediler tabii... Hele RTN 2005’ten sonra iki defa gelecekleri açıklanmasına rağmen çeşitli pürüzler nedeniyle sürekli iptal olan konser muhabbetleri nedeniyle Türk dinleyiciler beklenti içerisindeydiler. Bende dahildim bu kitleye... RTN 2005’e gidememiştim ve Gorefest’i kesinlikle izlemek istiyordum. Artık yine eski sorunları mı baş gösterdi, yoksa açıkladıkları gibi ulaşacakları en son noktaya geldiklerini düşündükleri için mi, bilinmez. Kesin bir şey varsa, Gorefest tekrardan üzdü ve La Muerte ile Rise To Ruin gibi iki iyi albümden sonra beklenmedik bir manevra ile
topu ağlara yolladı. Bir Erase, bir From Ignorance To Oblivion, bir Reality When You Die’ı canlı duyamadan yine yitti gitti koca Hollandalı devler... Artık YouTube’daki canlı kayıtları, klipleri ve albümlerini dinleyerek teselli bulmak düşüyor bizlere... Manowar ve Türkçe Şarkı Mevzusu Evet, Türkçe şarkı. :) Ki şu ana kadar muhtemelen dinlemişsinizdir. Manowar üyeleri, RTN 2005 zamanında yaptığı bir açıklamada bir şarkıyı birçok farklı dilde söyleyeceklerini ve bu dillerden birisinin Türkçe olacağını belirtmişti. Söz konusu eser, dört sene sonra geldi. Grubun The Asgard Saga olarak adlandırdığı yeni bir konseptin giriş kısmını oluşturan Thunder In The Sky adlı EP’de altı şarkı bulunuyordu ve bu şarkılardan Father adlı olanı birçok farklı dilde söylenmişti. Tabii hemen Türkçesini dinledik. Malum, dilimiz sondan eklemeli olduğundan zor bir dil ve özellikle İngiliz/Amerikan uyruklu kişilerin kolay kolay dili dönmüyor. Eric Adams yine de fazlasıyla yabancı olduğu bir dilde şarkı söyleme işini iyi kotarmış diyebiliriz. Bir süre sonra alışıyorsunuz. Ama Türkçe versiyondaki asıl sorun, sözlerin çevirisi... Kim çevirdi ve ya yardımcı oldu, bilemiyorum ama aşırı yanlış bir çeviri olmuş. Ki bazı yerlerde bu çeviri hataları direk anlamsızlığa yönlendiriyor durumu... Keşke çevirilirken biraz daha dikkatli olunsaymış. Bu haliyle şarkı Türk hayranlar için sadece küçük hoş bir jest olmaktan öteye gidemiyor. Orijinal hali kulağa daha hoş geliyor doğrusu... Ayın Naftalini The Quiet Room – Reconceive (2000) Progressive Metal grubu bolluğu içerisinde geçen doksanlı yılların başında kurulmuş olan bu Amerikalı grup, ilk albümü Introspect’i ’98 yılında çıkarmıştı. Dream Theater etkileşimli ve teknik bir albüm olan Introspect’ten iki sene sonra çıkardıkları Reconceive ise, bu albümün anti tezi gibi denilebilir. Vokal, bas ve davul konumlarında yaşanan eleman değişimleri grubu oldukça farklı bir yöne doğru ilerletmiş. Reconcieve, aşırı teknikalite içeren Progressive Metal albümleri gibi değil. Bu albümün ilgi çeken yanı, genel müzikal yapının Dream Theater+Korn formülüyle açıklanabilir olması. Grup, ilk albümlerindeki Dream Theater etkisini biraz daha rafine ederek almış ve içine Korn tarzı çatallı vokaller -yer yer brutale de yaklaşıyorve groove ritmler eklemiş. Sonuç ise, bir şaheser olmasa da gayet tatmin edici diyebilirim. Korn etkisinin baskın çıktığı yerlere örnek olarak Suffercation’un nakaratını, Choke On Me’nin ortasındaki groove melodilerle örülmüş kısımı ya da Room 15’in girişini örnek olabilir. Şarkılarda çok sayıda güzel melodi yakalanmış, yer yer hoş sololar da atılmış. Klavye prodüksiyonda çok baskın olmasa da tüm şarkılar üzerinde etkin bir rol üstlenmiş. Bateri partisyonları ise oldukça dikkat çekici şekilde ilerliyor. Albüm vokaller de dahil olmak üzere ağır ve sert şarkılar
içeriyor ve genel olarak karanlık ve kaotik bir havaya sahip... Öne çıkan şarkılar olarak Suffercation, Choke On Me, Less Than Zero, Controlling Nation ve Reason For Change’i sayabilirim ama albüm elli dakikalık süresi boyunca zaten vasata düşmüyor. Sonuç itibariyle, grup, deneysel bir karışımdan güzel bir albüm çıkartabilmiş. Bu albümden sonra da dağılmışlar. Belki herkese uygun bir albüm değil ama kesinlikle farklı ve kendisine özgün bir tarafı var. Benzer tarzda başka bir albüme rastlamadım. Sadece bu yönüyle bile dinlenmeyi hakediyor. Ayın Dinlencesi Abigail’s Ghost D_letion (2009) Porcupine Tree sevenler için birebir bir grup Abigail’s Ghost... İki sene önce yayınlanan ilk albümleri Selling Insincerity ile piyasaya giren grup, yoğun şekilde In Absentia dönemi Porcupine Tree etkileşimleri içeren müziğiyle dikkatleri çekmişti. Yeni albümleri D_letion’da da Porcupine Tree etkileşimleri devam ediyor fakat grup debut albümlerine göre biraz değişime gitmiş. Albümde akustik ağırlıklı ve sakin kısımlar da oldukça fazla olmasına rağmen temponun yükseldiği yerlerde genel olarak daha sert ve çiğ bir müzikal yapı takip edilmiş. Yine ilk albümdeki deneysellik, D_letion’da azaltılmış. Grubun temel aldığı Porcupine Tree yanında Tool ve Pain Of Salvation tatları almakta mümkün ki özellikle bazı sololar The Perfect Element dönemi POS’u oldukça andırıyor. Albümün PT albümleri gibi melankolik yanı biraz daha ön planda duruyor, ki Sneak Peek ve Grave Concerns gibi balladlar yanında Cinders Tin, Visceral, Gemini Man gibi atmosferik yanı güçlü şarkılarda bu durum net bir şekilde görülüyor. Annie Enemy, D_letion ve Plastik Soul ise albümde diğer dikkat çeken parçalar olarak öne çıkıyorlar. Sonuç itibariyle, Porcupine Tree, yeni albümü The Incident’ı yayınlayana kadar Abigail’s Ghost’un D_letion’u sizi oldukça idare edebilir. PT sevenlerin es geçmemesi gereken iyi bir dinlemelik...
Köşenin başındaki sokak lambasının altında dizlerim titreyerek bekliyordum. Soğuktan mı, heyecandan mı, korkudan mı ayırt edemiyordum. Duygu karmaşası içerisindeydim. Bana doğru bakıyordu ama ben yine de emin olamıyordum. Yıllardır görmemiştim onu. Şimdi ise karşımda gülümsüyordu. Bir adım attı. Yaklaşıyordu. Geriye doğru koşmak, geldiğim yere dönmek istiyordum. Yatağımda açmak istiyordum gözlerimi hepsi bir rüyaydı demek istiyordum. Ama uyanamadım. Uyumuyordum. Gerçekti. Hiçbir şey yaşanmamış gibi karşımda durup gülümseyebiliyordu. O yaklaşmaya devam ettikçe ruhum benden iyice uzaklaşıyordu. Düşüncelerim yok oluyordu. Duygularım karmakarışık oluyordu. Koskoca bir okyanusun ortasında boğuluyor gibiydim. Herkes bana bakıyordu ama boğulabileceğime ihtimal dahi vermediklerinden ilgilenmiyorlardı. Belki bir şaka yaptığımı düşünüyorlardı. Ama gelmeliydiler kendilerine. Birazdan şişmiş bedenim mosmor olarak çıkacaktı su yüzüne. O zaman anlayacaklardı şüphesiz. Geç olacaktı ama… Çok geç… Geç kalmıştı. Çok geç kalmıştı. Neden şimdiydi ki. Hayatımı tam düzene sokmuşken ben… Nedendi? Uzak durmalıydım ondan evet. Beni daha fazla yıpratmasına izin vermemeliydim. Birkaç fısıltı çıktı dudaklarımın arasından ama kalabalığın içinde yok olup gitti. Birazdan da ben yok olacaktım. Kalabalığın içinde kimse fark etmeden yok olacaktım. Sakinleşmeliydim. Nefes alış hızımı rahatlatmalıydım. O yaklaşıyordu. Yolun hiç bitmemesini diliyordum. Yanıma gelip bir şeyler söylemesini istemiyordum. Ama isteklerime karşılık gelmiyordu. O yaklaştıkça ben çaresizleşiyordum. Gelmişti sonunda. Anlamıyor muydu halimi? Bu gülümseme de neyin nesiydi? Dalga mı geçiyordu? Küçük bir kız çocuğunun en büyük korkusuyla karşılaşması gibi tirtir titrediğimi göremiyor muydu? Nasılsın? Dedi. Cevap vermedim. Gülümsemesinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bende iyiyim dedi. Sormamıştım ki. Konuştu, konuştu, konuştu… O konuştukça sesler kayboldu. Hala gülüyordu. Bitseydi artık. Gitmek istiyordum. Bitmiyordu. Ne biçim bir rüyaydı bu. Ona baktım. Gülüyordu. Kendime baktım. Evet, terslik olmalıydı. Çok iyi gözüküyordum. Bende gülüyordum. Nasıl oluyordu. Nasıl gülüyordum. Nasıl mutluydum. Neden kendimi görüyordum. Sokağın başındaydım. Oysa ben hala sokağın sonundaki köşede titriyordum. Ben buradaysam o kimdi. O bensem bu kimdi. Karıştım zihnimde. O mu gerçek ben mi? Düş ve gerçek… hangisi, hangisi… Derin bir nefes aldım. Köşenin başındaki sokak lambasının altında gülümseyerek bekliyordum. Onu gördüm. Beni görünce durmuştu. Titriyordu. Soğuktan mı, heyecandan mı, korkudan mı ayırt edemiyordum. Duygu karmaşası içerisindeydi. Bana doğru bakıyordu ben gülümsemeye devam ediyordum. Yıllardır görmemiştim onu. Şimdi ise karşımda titriyordu. Yıllarca korkmuştum onu tekrar görmekten. Oysa artık hiçbir şey hissetmiyor sadece gülüyordum. Yürümeye başladım. Yaklaşıyordum. Ben yaklaştıkça ruhu bedenini terk ediyordu sanki. Gülümsememe devam ediyordum. Onun bu hali beni sevindiriyordu. Yaklaştım. Ben yaklaştıkça o çaresiz kaldı. Sonunda gelmiştim. Tek bir kelime etmeden geçip gittim. Arkamdan bana baktığını hissedip daha da keyiflendim. BEGÜM ÜRÜGEN
Artık biliyordum. Düş ve gerçek, aşk ve nefret... Hayat oyundan ibaret… beg.
GÜVENÇ ŞAHİN EMRE AKPOLAT
www.vector-games.com
Soğuk bir morg odasında, odadan daha da soğuk metal sedye üzerinde hiç birşey hatırlamadan ve kim olduğunuzu bilmeden kendinize geldiğinizi hayal edin. Başınızda eski bilimkurgu filmlerinden fırlamış gibi görünen iki doktorun ellerinde bistürilerle sizi kesmeye hazırlandıklarını bir düşünün. Aslında bir taş parçası kadar cansız olması gereken soğuk vücudunuzun bir anda sedyeden doğrulmasını ve bu dünyaya tüm nefretini kusmaya başlamasını gözünüzde canlandırmaya çalışın. Kim olduğunu bilmeden ve ne tür bir belanın içerisnde olduğunu hayal bile edemeden sadece kendini öldürmeye çalışan insanlardan kaçarak ve kimi zamanda düşmanlarının ölü bedenleri üzerinde yükselerek geçmişinin ve sorumluların izini süren, şehrin karşılaştığı büyük kaosun içinde kendi yolunu çizerek hedefine tıpkı yayından fırlamış bir ok gibi ilerleyen bir adamın hikayesi bu. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu ay sizin için incelediğimiz oyunnun adı Prototype. Uzun süredir çıkmasını beklediğimiz ve tanıtım videolarına imrenerek ve birazda merak içerisinde baktığımız bir oyun Prototype. Oyun korkunç enfeksiyonun “Büyük Elmayı*” (New York) tıpkı bir kurt gibi çürüttüğü ve parçalara ayırdığı, iyi tarafın kötüden ayrıştırılamadığı bir kaos ortamında başlıyor. Enfeksiyonun başlamasından sadece 18 gün sonra virus şehrin neredeyse tamamına bulaşmış durumda. Askeri kuvvetler şehrin içerisinde yaratıklara ve karakterimiz Alex’e karşı büyük bir savaş yürütmekte. Biz ise (Alex) şehrin korkunç karmaşası içerisinde hem yaratıklara hem de insanlara karşı bir savaş vermekteyiz. Başlangıçtaki kısa çatışma bölümünden sonra bir çatıya çıkan karakterimiz orada her şeyin bir son bulacağının ve her şeyin anlam kazanacağı son anın geldiğinin farkında. Karşısında duran ve kim olduğunu bilemediğimiz bir karaktere 18 gün önce herşeyin nasıl başladığını anlatmaya başlayan Alex bizi de kendi macerasının içine çekiyor. Spoiler olmaması ve heycanınızı korumak için daha fazla hikaye detayına girmeden oyunu biraz inceleyelim. Oyun kontrol ve tür olarak geçen ayki sayımızda incelediğimiz X-Men Origins: Wolverine oyununa benziyor. Bir action oyunu olan Prototype’ın ana karakteri Alex’de ise Spawn karakterinin izlerini görmek mümkün. Ancak karakterde kesinlikle taklit ya da uyarlamaya kaçılmamış. Oynanış tipi ve konu çok sıradan olmasına rağmen yapımcıların
kullandıkları değişik bir çok teknik sayesinde oyun sıradan olmaktan çok uzak. Oyun içerisinde konuyu takip etmeseniz bile şehirde çatıdan çatıya atlayarak gezerek bile oldukça uzun bir süre sıkılmadan zaman geçirebilirsiniz. Ancak tabiki her oyunda olduğu gibi konuyu takip etmek sizi çok daha fazla eğlendirecektir. Oyun içerisinde bizi rahatsız eden tek şey oyunun ortalarına kadar süren çok sık karşımıza çıkan introlar oldu. Bu introların çok büyük emek verilerek hazırlanmış olmasına rağmen oyuncuyu sürekli oyundan koparıp farklı olayları anlatması biraz sıkıcı olabiliyor. Oyunun teknik yönlerine değinecek olursak, grafiklerde pek çok ilginç özelliğin olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle karakterimizin dönüşüm ve diğer insanları yutma animasyonları oldukça hoş. Ancak ortam grafikleri bu animasyonların yanında biraz sönük kalıyor. Sokaklarda insanlar dolaşıyor olsa da, her yerde binalar olsa da canlı bir şehir hissi yaratamıyor. Örneğin ortamlar GTA IV’teki kadar kendinizi kaptırabileceğiniz kadar çeşitli ve inandırıcı değil. Ancak şehirde uçarcasına zıplayarak, tırmanarak gezinmenin keyfini ortadan kaldıracak kadar da vasat değil. Ortamlarla ilgili bir başka sıkıntı da hasarla ilgili. Bir taksiyi alıp bir mağazanın vitrinine fırlattığınızda camların kırılması hoş olurdu. Hatta daha ileri gidip binaların yıkılması da ilginç bir ekleme olabilirdi. Ancak hasar verebildiğiniz şeyler oldukça sınırlı. Bunun oyunun yapım sürecinde pek çok problem yaratacağı aşikar olsa da bir kamyonla bir binayı parçalamak eğlenceli olabilirdi. Sonuç olarak Prototype diğer oyunlardan farklı olan yanlarıyla dikkat çekse de zayıf yönleri yüzünden klasik olma şansını yitiriyor. Ancak yine de sizlere eğlenceli zaman geçirtebilecek bir oyun. Action tarzı oyunları sevenlerin alıp oynamasını tavsiye ederiz. Tabi eğer zamandan başka kaybedecek bir şeyiniz yoksa ... *: Büyük Elma – Big Apple; New York şehrine verilen bir takma ad dır.