Sokak Fanzin: İstanbul

Page 1

Temmuz - Ağustos 2017 / 3.Sayı

İSTANBUL EDEBİYAT | KÜLTÜR | SANAT


İçindekiler

2

Selin Tektaş - İstanbul‘da Silahlara Veda

3

İpek Yançman Ayboran - Haydarpaşa’da

5

Ayşe Arslan - Fırat’ın İstanbul’u

7

Songül Çınar - Biri İstanbul Demiş

10

Caner Almaz - Ev Yorgunluğu

14

Ozan Kapağan - Konstantinopolis, Zaman

18

Ceren Gülerman - Bir İstanbul Geçti Benden

19

Mesrure Başaran - Şairlerin Gözünden İstanbul

20

Dilek Mavi Şahin - Suretine Aşık Olunan İstanbul

22

Buse Kaçar - İstanbul’u Dinliyoruz *

25

*Alıntıdır - Soğukçeşme Sokak

27

/sokakfanzinii

/sokakfanzini

/sokakfanzini


İstanbul ‘da Silahlara Veda

Bir gafletin içinde bu zamanda insanlar. Nedendir bilinmez, körüklenmiş bir tutam kıvılcımın içinde fink atarlar batıdan. Bu satırlarımı bu insanlara vereceğim, deniz olup ateşlere son, ateş olup denizleri aşacağım. Bir savaş var meydanda. İnsani zevklere yenik düşmüş bir takım ruh sürüsünden hallice. Doğu, batı, Türk, Hristiyan, zenci, kızıl, Müslüman, zayıf, şişman, İngiliz, Yunan. Savaş, eli silah tutanlardan oluşmasa gerek; kan gölü yok etrafta. Ayrılıklar, bakışlar, “Git buradan” der gibi azarlayan kaşlar. Sahi nedendir kimliklere kabil olmamak? Benim parmaklarım senin parmaklarınla eş değer değil midir? Farklı dilin kelimelerini ezberlemiş bu dil, aynı biyolojiden değil midir? Bak, ten rengimiz farklı, fakat aynı güneşin ışığı vurmaz mı farklı renkteki gözümüze? Sebepsizdir, fakat neden kabul etmez gökyüzü, güneş ve kurumak üzere okyanus. Elini aç der toprak ana, bak beş parmak. Bizi ayıran malumat, beş parmağımız olduğunu her ülkede farklı dille ifade ettiğimiz sözcükler midir? “beş parmak, five fingers, пет пръста, fünf finger, cinco dedos?”

3


Ayrılığa sebep olan yukarıdaki bir cümledir. Fakat bu cümle bir cephedir. Arkasına sığınmış eli silahlı ordular, mezhepler, dinler, gruplaşmalardır. Şimdi seslenirim size, sen vur beni, benim kanım yeter mi bastığımız yerdeki tarihi silmeye? Ya da as beni meydanda, benim nefessizliğim, sana daha mı çok nefes sunar? Sunmaz, bakmaz öyle. Yeni insanlar doğdu bak tam şimdi, başka yerlerden. Türkiye’den, Irak’tan, Almanya’dan, Avusturya’dan. Ben bunları sana İstanbul’un ortasında yazdım şimdi. Beyoğlu’nda İstiklal’de Galata’da, belki bir trende, belki Galata’yı izleyen çay bahçesinde. Bak İstanbul’a ayırt ediyor mu bizleri, yeşil göz de mavi göz de, siyahi de beyaz da kadın da erkek de sen de ben de, aynı yere bakıyoruz elimiz silah tutmadan. Çünkü biliyoruz, hepimiz var olduk bu dünyada. Soyut ve somut kavramlar değiştirmedi kimliğimizi. Vardık, var olduk, sevdik, denizlerine baktık, sahillerinde ağlayanlar, kumsallarında şarapçılar oldu. Çünkü Almandan, Türkten, Araptan, Amerikandan çok insan olduk İstanbul’un orta göbeğinde. Sizler hangi silahı kullandınız bilmiyorum, bilemiyorum. Lakin bakmayın satırlarımda barışı vurguladığıma, her satır boynunuza indi aslında. Hanginizin eli silah tutuyor, hanginiz cephede hazır bekliyorsunuz bilemiyorum. Bir hicran vardır burada şimdi. Vaveyla kadınlar, şapkasını çıkarmış adamlar. “Sizler hangi silahı kullandınız bilmiyorum, bilemiyorum” Lakin, İstanbul’da, Ben bu savaşta mağlubum, Maria.

Selin Tektaş

4


Haydarpaşa ‘da

“Çok kez âşık oldum.” cümlesi palavra! Deneyimledim, aşk bir kez oluyor. Haydarpaşa’da. Denizin karşısında oturduğumuz bankta. Bankın sol tarafında, yanımda oturan adama. İnce uzun parmaklarına, martıları dile getiren sesine, bana usulca sokuluşuna, kafasındaki şapkasına, ayakkabısının çözülen bağcıklarına, serçe parmağının uzayan tırnağına, ona, tam da ona... Geçen yıl, Kasım ayında, Haydarpaşa’da, âşık oldum bir adama. Bir türlü kopamadığım, kopmak ister gibi görünüp, her gün daha da çok bağlandığım şehre, imzamı atmıştım artık. Kopmam imkansızdı. İmkansızlık; aşktı. Bundan on bir ay, üç gün, iki saat önce, yanımda oturan adamın, ömrü boyunca beni seveceğine inanmıştım. Ne acı... Dün oradaydım yine. Sol tarafım boştu. Hava, olması gerekenden daha soğuktu sanki. Uçuşuna ara verip, karşıma konan martı, beni tanıyor gibiydi. Biliyorum, aşkımıza tanıklık etmişti. İçimden anlatmak geldi ona, şahit olduklarının, gözümle görsem şahitlik etmek iste-

5


meyeceğim anlara nasıl yol açtığına... İstanbul’un unutulmuş semtlerinden birinde bir ev. Soğuk, beyaz duvarlar. Tek kişilik bir yatak. Bir kapağı düşmek üzere olan ceviz rengi bir dolap. Bir masa, üzerinde bilgisayar. Yatakta bir adam. Yatağın yanında, halısız mermerin üstünde iç çamaşırıyla oturan ama soğuğu umursayamayacak kadar mutsuz bir kadın. Kadının susmuş çığlıkları, adamın mermer zeminden daha soğuk olan bakışları. İstanbul’da sisli bir gece. Sisin bile örtemediği acı gerçekler... Ağladım. Martıya hikâyemi anlatırken, o gecekinden daha çok ağladım. İhanet, yazıldığı gibi kolay okunmuyor, okunduğu gibi kolay anlaşılamıyormuş. Başıma gelince anladım. Donup kaldım. Karşımda duran adama, bağıramadım, vuramadım. Kapıyı çarpıp çıkamadım. Oturduğum yerden kalkıp yatağa uzandım. Sarılmaya kalkıştım, karşılık bulamadım. Başkası var demesine rağmen, sarılma ihtiyacı hissetmeme, aptal âşıklıktan başka bir açıklama bulamadım. Ben o gece, ağlayan İstanbul’dan daha çok ağladım. Haydarpaşa’dan kopamadım. Onu hiç unutamadım.

İpek Yançman Ayboran

6


Firat’in İstanbul’u

Adım Fırat. Erzurumlu Fırat.Şimdilerde, İstanbul’un iki yakasına bile sığmayan Fırat.Biraz daha dışarılarda vakit geçirirse, annesinin meraktan öleceği nehir gözlü Fırat.Ona sorsalardı hiç gelmek istemezdi Erzurum’dan. Televizyonlardan görmüştü İstanbul’u. İlk Kanal D’de görmüştü Ortaköy’ü, magazin programlarından alışıktı Nişantaşı’na. İzlediğinden değil amma, kardeşi Şevval’i büyük bir hayranlıkla baktığını görürdü, sesinin çıkarmadan otururdu bir köşeye.Elinde kitabıyla çaktırmadan o da izlerdi, kardeşi her ona dönüp baktığında kitabın sayfalarına odaklanır gibi yapardı.Öyle ya erkek adamın nerede görülmüş magazin programı izlediği? Fırat izlerdi ama kardeşi Şevval’in arkasında, ara sıra baktığı kitabıyla ilk Nişantaşı’nı sonrasında Bebek’e geçerdi muhabirlerle.Sonunda tamamen göçtüler ya orası ayrı tabi.Babası ölünce, annesi bir başına Erzurum’da kalmasın diye amcasının yanına Kadıköye’e taşındılar. Annesi, Fırat, Şevval. Amcası bekardı, artık değil. Söylemeye dili, kabullenmeye kalbi razı gelmese de ailesi bunu uygun görmüştü. Annesi artık erkeksiz değildi, çocuklar da babasız.Aile büyükleri mükemmel bir çözüm bulmuştu, Allah onlardan razı olsun. Gücüne gidiyordu Fırat’ın , her akşam amcası ve annesinin aynı

7


odaya çekilmesine,sabahları aynı yatakta uyanmasına. Hatta bir keresinde mutfakta anasını öperken görmüştü de zor atmıştı kendini Eminönü’ne. Vapura bindiğinde, dişlerini sıkmaktan acıdığını fark etmişti. Bir tek İstanbul’da gezmek iyi geliyordu. Bu şehir farklıydı, insanı hapseden ama demir parmakları hiç hissettirmeyen bir özelliği vardı.Kadıköy’de oturup birasını yudumlarken dünyanın en özgür insanıydı, Eminönü’nde sağ tarafta denizi, sol tarafta yanından geçip giden arabaları düşününce boğulacak gibi olurdu. Biraz yürüyüp Galata’ ya çıkınca ise kuş olurdu,eve dönünce kanadı kırılırdı.İstanbul ‘da olmak bu demekti bir yandan üzülecekti bir yandan kanatlarının kırıklığına bakmadan havalanacaktı. İlk Eminönü- Kadıköy vapurunda anlamıştı bunu.Eve geldiğinde yere çakılabilecekti elbet kanatlarını tamir etmek Moda sahiline gitmek gerekliydi ya da Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin çaprazında durarak, insanları incelemek gerekliydi. İnsanlar hem canını sıkmak için birebirdi hem de onları gözlemleyip, kendine acımasını bir son verebilirdi. Kendisinden geçmişti artık ama bir de Şevval’i burada bir yerde üniversite kazansaydı ne iyi olurdu.O zaman alırdı kardeşini çıkardı başka eve, annesi de amcası da rahat ederlerdi. Gerçi bunun için çalışmak gerekliydi, köşede biriken para İstanbul gibi bir yerde iki aylık kiraya karşılık geliyordu.En iyisi Topkapı civarlarına gitmek gerekliydi. O daha bir evden nasıl çıkacağını bilemezken, atalarına sığınmak en iyisi olurdu. Görkemli binaların arasında dolaşmak, ezan sesini duymak her şeye iyi geliyordu. Koskoca İstanbul’un kendisine iyi geldiği Erzurumlu arkadaşlarına anlatsa gülebilirlerdi belki ama doğru söze ne denilebilirdi. Bu binalar, Gülhane Parkı’ndan çıkınca karşılaştığı toplu taşıma aracı, Yerebatan Sanrıcı , tarihi mezarlıklar, her şeyden iyi geliyordu.Eve dönesi pek yoktu, şehrin sokakları amcasından bin kat daha iyiydi. Elimde sokaklarda gezerken yoldaşlık yapsın diye aldığım kitabımla bekliyorum. Evin yoluna koyuluyorum, annem nehir gözlü oğlunu merak etmesin amcam –

8


baba- endişelenmesin diye.Daha fazla düşünmemek için sayfalarını karıştırıyorum can yoldaşımın. Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirine rastlıyorum ; Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Ayşe Arslan

9


Biri “İstanbul” Demiş

Gecenin içinden gelen sesleri, ay ışığı kızıllığıyla buluştuğu, sevimli ya da sevimsiz nefes alışları barındıran, bir koca şehirden bahsetmişti. Hiç bu kadar ürktüğümü, anımsamıyordum. Düşlerimi süsleyen bir şehir olmaktan çok uzaktaydı. Karmaşasının, gece ya da gündüz fark etmemesi de dertler yumağından başka bir şey değildi. Yine de denemekten başka çare kalmamıştı. Tarih kitaplarında, güzel bir şehir diye anılması, hatta bir çok medeniyete ev sahipliği yapması, cazip hale getirse de artık öyle olmadığını kendi gözlerimle görme şansını, geri çevirmemem gerektiğini kulağıma fısıldıyordu. Ne demişti biri “İstanbul”. Sabahın ilk ışıklarıyla, yatağımdan fırlamış, hazırladığım sırt çantamla düşmüştüm yollara. Biletçi amcanın “Aman çocuğum ne yapacaksın gidip de oralara. Git şöyle güzel bir tatil yap memleketinde. Yurdunu gör. Oraya ilk ayak bastığında dımdızlak kalıverirsin ortada. Sonra kimse beni uyarmadı deme. Bak ben seni uyarıyorum. Büyük şehir ora. Başı da büyük hani. Her akşam eve gittiğimde televizyonda ne haberler var. Beş haber izliyorsam üç tanesi İstanbul’da oluyor. Çivisi çıkmış oraların” dedi.

10


Bu cici amcayı gülümseyerek dinledim. Fakat koymuştum bir kez kafama, gidip görmeliydim bu şehri. Otobüse bineli henüz bir saati geçmemişti. İçimde garip hisler birbiriyle çatışıyor, hepsi de mağlup oluyordu. Kalacağım oteli çoktan ayarlamış, bir gezi planı bile yapmıştım. En meşhur ilçelerini gezecek, bol bol resim çekerek anılar albümüne koyacaktım. Hem okulu bitirmeme bir yıl kalmıştı. Memlekete dönecek, orada kendime bir ofis açacaktım. Bu an gelene kadar da biraz hayatın tadını çıkarmalıydım. Ürkerek de olsa, şehri bir defalığına görmeliydim. Esenler Otogarı’na yaklaştığımızı muavinin gür sesiyle öğrenmiş, olmuştum. İndiğimde güzel bir hava vardı ve anlatıldığı gibi değildi. Belki de anlatan eksik anlatmıştı. Az ileride köşe başında, duran ilk taksiye binip, kalacağım otelin adresini vermiştim. Hemen kontağı çeviren taksici aynı zamanda çenesini de açmıştı. Yol boyunca bütün hayatını anlatmış, etrafı seyretme fırsatını kaçırmamı sağlamıştı. Bir hengamenin içine düşmüş, sıkıntıdan da patlamak üzereydim. Sıkıcı bir o kadarda boğucu bir trafiğin içinde bir türlü ilerleyemiyorduk. İlk düşüncelerim, değişime uğruyor gibiydi... Zorla da olsa bir saat elli beş dakika sonra varabilmiştik otele. Taksim’de bulunan oteli, yine anlatan kişi önermişti. Daha önce orada kalmış, otelin sınırsız hizmetinden memnun olmuştu. Odaya hemen yerleşmiştim. Duş alıp azıcık kestirmeyi, daha sonra ilk orayı keşfe çıkmak istiyordum. Akşam saat sekizde gözlerimi açmış ve bu kadar çok uyuduğumu hatırlamıyordum. “Ne kadar da ağır bir hava insanı hasta eder” diye seslice düşündüm. Bir çırpıda hazırlanıp, sokağa çıktım. Birkaç adımda İstiklal Caddesi’yle buluştum. Çok renkli bir atmosferi vardı. Bir köşede sokak çalgıcıları “pınar başından bulanır” diye bir türkü söylüyordu. Çok hoştu, bu harika melodiyi dinlemeye koyulmuştum. Bu kadar hareketli bir şehirde, böyle dingin bir müzik insanı farklı diyarlara götürüyor-

11


du. Başka bir türküye geçtiklerindeyse ben çoktan ilerlemeye başlamıştım. Bir kızın çığlığıyla herkesin korkup, kaçıştığına tanık oluyordum.” Aman Allah’ım neler oluyor” demeye kalmadan sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Herkesin kaçıp gittiği yöne doğru koşuyordum. İçimdeki kahraman ortaya çıkmıştı sanki. Kıza doğru yaklaştığımda, yanında bir erkek bana yönelerek ‘Ne bakıyorsun kardeşim. Hiç tartışan bir çift görmedin mi?” dedi. Bir adım geri atarak sadece ‘Pardon’ diyebilmiştim. İlk kez insanların tekmeli, tokatlı tartışmasına şahit oluyordum. İçimden “Sevgilerini böyle gösteriyorlar herhalde.” demekten çok “Manyaksınız.” demek geçiyordu. Yoluma devam etmekten başka bir şey yapabileceğim yoktu. Biraz ilerledikten sonra sokağın bir ucunda boylu boyunca yatan bir genci görmüştüm. İnsanlar yanından öylece gelip, geçiyordu. Önceki hadiseden ders çıkarmadığım, az sonra anlayacaktım ama iş işten geçmiş olacaktı. Hemen koşarak yanına yaklaşmış, nefes alıp almadığını kontrol etmek için eğilmiş, bir yandan da hızır acilin numarasını çevirmek için telefonumu cebimden çıkarmaya çalışıyordum. Yüzüstü yatan genç birden dönerek “Kimsin sen lan.” diye bağırarak, hazır elinde tutuğu bıçağı karnıma saplamıştı. Az önce yardım etmek için yanına yanaştığım gencin, böyle bir hamle yapmasını beklemiyordum. Oracıkta, ılıkça bir şeyin elbisemi ıslattığı anda yığılmış, gözlerimi açtığımda, hastanede bir haftadır yaptığımı anlamıştım. Sonradan öğrendiğime göre genç bonzai denen bir sentetik madde içtiği için öylece yatıyormuş. Yeni ayılmaya başladığı içinde beni tehdit olarak algılayıp saldırmıştı. Daha İstanbul’a geleli bir gün bile olmamışken, başıma kötü olayların gelmesini hala anlayamıyordum. Annemin gözleri gülerken, “Ah çocuğum sana mı kaldı? Ah benim güzel yavrum.” diyerek yanağından süzülen damlaları yatağıma düşüyordu. Yalnızca “İyiyim güzel gözlüm. tasalanma” demiştim. Sonra anladım ki İstanbul bana göre değildi. Bütün tatili mi hastane odasında

12


geçirmiştim. Üstelik, gazete sayfalarına bile manşet olmuştum.” Bonzai içen gencin saldırısına uğrayan doktor adayı “diye. Güzel bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim alarak, bir meslek sahibi olacağım için binlerce kez şükür etmiştim. Hastane odasından ayrılırken de aklıma birden biletçi amca gelmişti. Söyledikleri küpe misali kulağıma takılmıştı artık. Otobüse binerken son kez şöyle bir baktım şehre ve hatırımda kalansa sadece biri “İstanbul” demişti.

Songül Çinar

13


Ev Yorgunluğu

Yaşamak, nefes alıp vermekle sınırlı bir şey değil aslında. Yani en basit şekliyle düşünmek gerekirse tabii ki nefes alıp vermek en temel şart; yaşamda olduğunun belirtisi bu. İnsan olduğumuz için, her şeyi en karmaşık haliyle görmeyi ve hissetmeyi ve hatta anlatmayı tercih ettiğimiz için yaşıyor olmak edimini sadece nefes alıp vermekle açıklamak, bize yetmiyor. Evet, yetmiyor. Görmek, duymak, hissetmek, konuşmak, dokunmak, fark etmek, fark ettirmek, fark edilmek, statü sahibi olmak, değer görmek, güzel ve kaliteli şeyler yemek, yine güzel ve kaliteli yerlerde yaşamak ve yine güzel ve kaliteli insanlara sahip olmak… İnsan doyumsuz bir yaratık olduğu için, onun sınırsız isteklerini “yaşamak” edimi içerisinde değerlendirmeye kalktığımızda başımız derde girebilir. Herhangi bir tartışmanın ortasında karşındakinin yaşamını sorgulayıcı bir şeyler söylemek ya da bu manaya gelecek herhangi bir şeyleri ima etmek bile yetiyor o sohbeti silkelemeye. İnsanların en sevdiği şeylerden birisi nedir biliyor musunuz? Kendisinden ve yaşamından, yaşamı iyi ya da kötü şartlar altında olsun, en kör köşesine kadar bahsetmek. Sınırsız ihtiyaçlarımızın yanına bir de sınırsız egolarımızla yaşamak için elimizden geleni yapıyoruz. Evimiz daha büyük

14


olsun, maaşımız daha fazla olsun, maaşımız daha fazla olurken daha da az çalışalım, güzel kadınlar yakışıklı erkekler yanımızda olsun, insanlardan kendimizi yalıtabileceğimiz steril stüdyo dairelerimiz olsun, olsun, olsun ve kimse bizi yargılamasın; aksine bizimle övünsün, bizi övsün istiyoruz. Dokunulmaz yaşamlarımız içerisinde kendimizi ulaşılamaz konumlara yerleştirmek, insanın kendisine mutluluktan başka bir şeyi yakıştıramadığı gerçeğinin bir göstergesi değil midir? Yaşıyoruz madem mutlu olalım. Yaşıyoruz madem zengin olalım. Yaşıyoruz, nefes alıyoruz ya, herkesten farklı ve özel olalım. Bu satırları siliyorum. Yatağımdan kalkmaya üşendim. Üşendiğim yerde düşünmek daha yorucu oluyor. Kalkmalıyım, elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmeliyim. Bir şeyler yiyip günlük ritüellerime dönmeliyim. Terliklerimi sürüyerek önce mutfağa gidiyorum, su ısıtıcısının düğmesine basıyorum. Su ısınana kadar, banyoda işlerimi hallediyorum. Saçlarım uzamış, sakallarım karışmış. Aylak olmanın rahatlığı. Hiçbir iş yapmamanın rahatlığı. Mutfağa dönüp kahvemi hazırlıyorum. Sıcak suyun kahveyle buluşması, kahveden gelen o ses ve koku mutlu ediyor beni. Anlık. Ufak şeyleri görüp farkına varmanın getirdiği ufacık mutluluklar. Kimsenin değer vermediği şeyler. Anlatsan kimsenin pek umursamayacağı şeyler. Küçük şeyleri seviyorum. Kahvemle salona geçip televizyonu açıyorum. Telefondan gündemi takip ederken ekrandan kanalları rastgele geçiyorum. Savaşlar, tutuklamalar, yargılamalar, operasyonlar, hırsızlar, katiller, dolandırıcılar yerli yerinde. Değişen hiçbir şey yok dünyada. Zayıf olan hâlâ zayıf. Güçlüler belki de değişmeyen tek şey. Daha güçlüler. Televizyonu kapatıp sigara yakıyorum. Kahveyle iyi gidiyor. Bir de kahvenin son yudumunu sigaranın son

15


nefesine denk getirebilirsem… Ufacık şeyler. Odaya geçiyorum. Kitaplarım dağınık. Masam düzensiz. Bilgisayarda dosyalar yarım. Yapmam gereken hiçbir şeyi tam olarak yapmıyor olmanın hem huzursuzluğu hem de bir yerlere yetişmek zorunda olmamanın tatlı rahatlığı var. Kendimi kontrol altında tutmak zorunda değilim. Biraz para, biraz kitap. Okumalıyım. Yazmalı. İnsanlardan olabildiğine uzak. Dışarıyı düşünüyorum. İnsanların koşturduğu, sürekli bir yerlere yetişme telaşında olduğu dünyayı. Birbirini görmeyen, fark etmeyen, itişip kakışan, birbirine bağıran ve asla alttan almayan insanları. Onların arasında olmamak huzur veriyor. Odamda, kitapların arasında. Sessiz. Telaşsız. Köşe Market artık köşede değil. Gençler Kıraathanesi’nde herkes yaşlı. Sokakta çocuklar cani. Zaman akıp geçiyor. Yeni evler yapılıyor. Canlılar doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor. İnsanlar yaşadığını zannediyor. Yaşamak buysa, yüzbinlerce yıldır üzerine mana arayışında bulunulan yaşamak buysa, Sokrates’in, Descartes’in, Derrida’nın, Faucoult’nun, Sartre’ın anlam aradığı yaşamak buysa, basit düzlemde sadece nefes alıp vermek ve tüketmekse, yaşamak manasız değil mi? Bu satırları siliyorum. Beğenmedim. Sığ temelli düşüncelerimle insanlardan intikam almak… Tam politikacılara yakışan bir şey. O güç, iktidar olmanın verdiği güç eline geçse, diğerinden daha cani olacak insanlar tanıyorum. Benim gibi. Gücün sarhoş etmeyeceği insan yok. İntikam almak istiyorum. Her şeyden ve herkesten. Bu satırları siliyorum. İnsan acizliğini göstermek istemez. Bir sigara. Sokakta çocuklar, yavru bir kedinin gözünü oymuşlar. İnsanlar cani. Bu satırı da siliyorum ama o kedinin dünyası artık karanlık. O çocuklar hâlâ cani.

16


Gün dönüyor. Akşam oluyor. Zamanı silemiyorum. Akıp geçiyor. Mutsuz olmak için insanlar dışında sebebim yok. İnsanların sayısı kadar mutsuzluğum var. Yine de görmediğin şeyden daha az nefret ediyorsun, aynı korkmak gibi. İnsanlardan ne kadar korkuyorsam, o kadar nefret ediyorum. Onları görmediğim için de bir terazinin kefelerinde dengedeymiş gibi duruyor duygularım. Bir sigara. Su. Televizyonu yeniden açtım. Birbirini dinlemeyen insanlar, geç, ölüm haberleri, geç, tenis maçı, geç, milyon dolarlık arabalar, geç, insan elleriyle oyulmuş kadınlar, geç, ekonomi haberleri, geç, doğanın nasıl ağzına sıçtık temalı belgesel, geç, yöneticilerimiz ne kadar mükemmel değil mi, kapat. Bir sigara. Sokakta kör bir kedi ciğerlerini yırtıyor. İnsanlar onu umursamıyor. Ruhlarını iş yerlerinde bırakmışlar. Ellerine zoraki tutuşturulmuş gibi duran alışveriş poşetleri. Ayaklarını itiyorlar. Ayakkabılarından, elbiselerinden, dünyadan bir önce çıkmak istiyorlar. İtiraf edemiyorlar. Kör bir kedi onlar için de ağlıyor. Yaşamak, nefes alıp vermekle sınırlı bir şey aslında. İnsanlar bunun farkında ve ben bir ceviz ağacı değilim. Nefes al, itaat et, nefes ver. Nefes al, sorun çıkarma, nefes ver. Nefes al, isyan etme, nefes ver. Nefes al, ver. Bir ömrün en kısa özeti. Dostlar Kıraathanesi’nde herkes birbirine yabancı. Aynı acılar içerisinde yan yana oturup birbirinin yarasına bakmaktan yoksun. Herkes kendi yarasının derdinde. İrin gözlerini kapatmış. Dünyaya gözlerinden kör insanlar. Kedi. Sigara. Siliyorum. Yorgunum. Tüm gün evdeydim. Dün gibi. Yarın gibi. Uyuyorum. Düne uyanmak için.

Caner Almaz

17


Konstantinopolis, Zaman ‘’Biliyorsun sen de elde değil bazı şeyler Konstantinopolis’te 21. Yüzyıl başlarındayız Bir meydanda oturmuşuz diz dize karşılıklı seninle Ellerimiz düşlerle dolu, güvercinler besliyoruz Ama bu bize özel bir şey değil sevgilim’’ Konstantinopolis fi tarihiden beri yaşlanıyor O zamanlardan beri aşklar ve güvercinler var bu meydanlarda Ama güvercinler eskisi kadar sevilmiyor; Aşklar Bizans’tan kalma biraz şarap biraz entrika -Büyük buhranlar, savaşlar görmüş bu şehir kalıntılar bunu gösteriyor Savaşlar ve açlıklar düşmanıdır insanın Süvariler var her yerde, kılıçlar keskin Atlar ise hep ürkmüştür bir diğerini ölü görünceArtık otomobiller yapılıyor sevgilim Artık nalbantlar eskisi kadar iş yapmıyor Atlar ve nalbantlar dışlanmış hissediyor kendini Bak! Galata’dan da büyük bir bina inşa etmişler. Bak gökyüzü artık görünmüyor Konstantinopolis ilk defa bu denli yorgun görünüyor Eskiden âşıklar varmış bu meydanlarda ve güvercinler Ağaçlar varmış eskiden isimler kazınır, umutlar bağlanırmış Ama biliyorsun ki artık elde değil bazı şeyler… ‘’Konstantinopolis’te 21. Yüzyıl başlarındayızGüvercinler, aşklar, ağaçlar yorgun Deniz kendi pisliğinde boğuluyor Atlar ve nalbantlar sipariş üzerine çalışıyor artık Bir çiviyi dahi kaldıramaz bu şehir Şehir fi tarihinden beri can çekişiyor’’

Ozan Kapağan

18


Bir İstanbul Geçti Benden Nerede doğarsak oraya mı aitizdir? Ben İstanbul’da doğdum. Hiç fark etmeden ruhuma nakış gibi işlendi bu şehir Sonra o gürültülü kalabalığında büyüttüm kendimi Saçlarıma İstanbul sindi ben hiç fark etmeden. Belki herkes doğduğu yere ait değildir Yalnızca öyle hissedenlere emanettir şehirler. Galata hiç kavuşamayacak aşıkların hüznünü verdi Bu şehir, nüksetmiş yalnızlıklarını barındırdı içinde. Eteklerinde taşıdı çiğ tanelerini Kağıt helvalarına sardı gizlice Ve bir gün batımı vaat etti bana Ondandı bu bakışlarımdaki bulutlar Ondandı elimin hep titreyişi. Sokaktan kalmış izi geçmeyen yaralarımın annesi gibiydi İstanbul Çürümüş yerlerime çiçekler dikerdi Kendinden büyüktü hüznü ve kederi Yine de sarıp sarmalayacaktı olsa elleri Ama bilirdim, İstanbul sarılsa bana, Dikeni batar kalır. Tırnak uçlarıma kadar doluyum İstanbul Bir şarabın sarhoş edemeyeceği kadar da ayık Gölge düşmüş yerlerinde buldum hayatımı Bir cam kenarı mahalle muhabbetlerinde geçmiş çocukluğum ve gençliğim var sende Denizini ne zaman izlesem yaşadıklarım ağrıyor her yerinden Ve aklıma geliyor, Bir İstanbul geçti benden.

Ceren Gülerman

19


Şairlerin Gözünden İstanbul

İstanbul yüzyıllar boyu bütün şairlerce beğenilen, yüceltilen bir şehir olmuştur. Bu kaideyi bozan, masal şehrindeki çürümüşlüğü gören ilk şair, Tevfik Fikret’tir. İlk kez onun ‘Sis’ şiirinde İstanbul bir çeşit ahlaksızlık,çirkinlik yuvası olarak tasvir edilmiştir. Hayata karşı olumsuz bir bakış açısında olan, melankolik Servet-i Fünun şairinin bu nefretinin nedenleri arasında II. Abdülhamit döneminde imparatorluğun içinde bulunduğu çöküş hali kadar, şairin ruhsal çöküntüsünü de sayabiliriz. Tevfik Fikret inancını yitirmiştir. Tanrı’ya, imparatorluğa, insanlara… Ve İstanbul’a. Tek umudu oğlu Haluk ve onun neslidir artık. Onların gelip ülkeyi bu bataklıktan kurtarmasını bekler. Haluk bunu başaramasa da, Fikret o güzel günleri göremese de, ülkeyi bu zulmetten kurtaracak bir nesil gelir sonunda. Her çürümüş ağaç gibi, Osmanlı da yıkılır bir süre sonra. Yerine taze bir fidan dikilir. Ve cumhuriyet ağacı yapraklanmaya başlar. Fakat ülkeyi içten içe kemiren kurtlar, yine boş durmazlar. Ve yıllar öncesinden duyulur Tevfik Fikret’in sesi. Bu sese cevap tıpkı onun gibi yurtsever bir şairden, Vedat Türkali’den gelir. Fakat Türkali’nin sesi, Fikret’in aksine, umut doludur. O, gelecek güzel günlere inancını yitirmemiştir daha. İstanbul her şeye rağmen güzeldir. Onu güzelleştiren,

20


insandır. Direnen insan... Tophane’nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan kirli çocuklar... ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ diye bir söz vardır ya hani. Ben o söze bir açıdan inanıyorum. Yani hayatın diyalektiğine. Hiçbir zulüm, hiçbir karanlık sürekli değildir. Ve güneş, İstanbul’un üzerine de doğar bir gün. Aydınlatır Kız Kulesi’ni, Süleymaniye’yi, kirli yüzlü çocukları, dilencileri…O günler mutlaka gelecektir. İstanbul bütün kirlerinden arınacak, o zaman bütün güzelliğiyle gülümseyecektir umutsuzluk içinde kıvranan şairlere… Bekle o günler gelsin İstanbul bekle Sen bize layıksın.

Mesrure Başaran

21


Suretine Aşik Olunan İstanbul

Sinemanın en farklı ve yaratıcı yönetmenlerinden biri olan Metin Erksan’ın, 1965 yapımı; siyah beyaz çekilmiş filmi Sevmek Zamanı, tam olarak İstanbul sureti altında resmedilen bir aşkı anlatır. Sevmek Zamanı filminde, İstanbul’un o el değmemiş sokaklarını görürüz. Sevmek Zamanın’da İstanbul, doğu ve batının şiirselliğinde harmanlanan bir aşktır.

Sevmek Zamanı filmi, farklı senaryosu ve anlatım biçimiyle, dönemindeki diğer filmlerden ayrılırken; doğu felsefesinde yaygın olarak surete aşık olma olgusunu, seyirciye müthiş bir sinema lezzeti ile sunmuştur. Filmdeki karakterlerin nefes aldığı yerler, bize seyretmesi doyumsuz olan İstanbul fotoğraflarını sunar. Filmde yaratılan fotoğraf, adeta İstanbul’un portresidir. O portrenin içine girdiğimizde, bizi öncelikle İstanbul’un yağmuru karşılar. Havanın kasvetli oluşu; filmdeki boyacı Halil (Müşfik Kenter) karakterine bir göndermedir. Halil, yalnız ve şüpheci bir karakterdir. Tıpkı Büyükada’da, kış mevsimi yağan yağmur gibidir. Bu yer ona aittir ve Halil’in en güvenli adasıdır. Kendi içinde yarattığı adadan ayrılmak istemez; bu sebeple o adadaki gerçekliğine sarılır. Meral (Sema Özcan) ise; İstanbul’un

22


bir diğer tarafıdır. Halil’in gitmekten çekindiği, yüzleşmekten korktuklarını barındıran taraftır. Diğer yandan; filmin dingin yapısına tezat oluşturup; yer yer hareketlenen müzikler, seyircinin merakını ve ilgisini güçlendirir. Halil, boyamak için girdiği evde, asılı duran bir kadın fotoğrafına (Sema Özcan) aşık olan karakterdir. Surete aşık olma temasını, daha çok doğu usullerinde görürüz. O yüzden bu yönüyle Halil, Doğu’yu temsil eden bir karakterdir. Meral (Sema Özcan) hem yaşayış tarzı hem de bulunduğu ve ait olduğu çevre ile batıyı temsil etmektedir. Bu sebeple filmi izlerken, İstanbul’un değişik portrelerini göreceğimiz bir masalın içine dahil oluruz. Açılış sahnesi bir yağmurla başlar. Melankolik bir hava… Halil’i bir koltukta oturmuş vaziyette, Meral’in tablosunu izlerken görürüz. Halil, aylarca o eve gidip, sessizce o fotoğrafı izlemiştir. O fotoğraf, aşık olduğu kadındır. Sonrasında eve girmek için hazırlanan Meral’i görürüz. Pencereden bakarken, koltukta oturan ve onun fotoğrafını büyülenmiş bir şekilde izleyen Halil’i görür. Meral, kendi fotoğrafına bakan bu adamı merak eder. Halil’in bu büyük aşkına şahit olup etkilenir. Fotoğrafına karşı böyle büyük bir tutku ve bağlılık hisseden adama karşı içinde büyük bir merak ve sempati oluşan Meral, Halil’in çalıştığı yere gider ve orada hiç beklemediği sözlerle karşılaşır. Halil, ustasının ve Meral’in tüm ısrarlarına rağmen fotoğrafta bulduğu aşkın, daha gerçek olduğuna inanır. Çünkü fotoğraf Halil’in dünyasına aittir. Hep orda duracak; ona dostça ve güvenle bakacaktır. Ona göre Meral’in aslı; güvensiz ve kendinden olmayan bir ada gibidir. Halil’in bu tavrını daha çok tasavvufi surete aşık olma temalarında görürüz. Surete asıl anlamını veren, o surete aşık olan kişidir. Halil’in fotoğrafta bulduğu sonsuz dostluktuk ve kaybetme korkusu hissetmeyeceği, güvene duyduğu aşktır. Bulduğu, kendisinden olan bir parçadır. Son sahnede; kayık içindeki Halil ile Meral,

23


karşımızda kendi aşklarını yaratan bir tablo gibi durular. Bu, aşklarına şahit olduğumuz bir fotoğrafın son sahnesidir. İstanbul da öyle değil midir? Anlamı, ona bakan kişinin gözünde tamamlanan bir fotoğraf. Onun suretinde gördüklerimiz; kendi içsel dünyamızdan yansıyanlardır. Hepimiz, kendi güvenli dünyalarımızı aramak için varız.

Dilek Mavi Şahin

24


İstanbul’u Dinliyoruz *

Ne büyük ikilemsin sen İstanbul! Hem arkamıza bile bakmadan kaçmak istiyoruz senden hem de uğruna şiirler yazıp, şarkılar besteliyoruz. Kısacası biz ne seninle ne de sensiz yapamıyoruz. Ver elini sevgili okur, tak kulaklığını, at kendini vapura... Şöyle huzurlu dakikalar az bulunuyor şimdilerde. Tadını çıkaralım. Haydi biraz İstanbul turu yapalım. Fazıl Say, Serenad Bağcan - İstanbul’u Dinliyorum Birsen Tezer - İstanbul Manuş Baba - İstanbul Can Kazaz - Yine mi Sen İstanbul Pinhâni - İstanbul’da MFÖ - Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da Levent Yüksel - İstanbul

25


Flört - İstanbul Gaye Su Akyol - Uzat Saçını İstanbul Yaşlı Amca - İstanbul Beyefendisi Ezgi’nin Günlüğü - İstanbul Gibi Edip Akbayram - Bekle Bizi İstanbul

(Müzik listesini QR kodu okutarak dinleyebilirsiniz.)

Buse Kaçar

26


Soğukçeşme Sokak

Arnavut kaldırımlarıyla süslü tarih evleriyle İstanbul’un geçmişine tanıklık etmiş Soğukçeşme Sokak. III. Selim döneminden günümüze kalmış önemli tarihi değerdir. İstanbul’un bilinmeyen güzellikleri arasında yer alan sokak. İsmini o dönemde bulunan Türk çeşmesinden alır. İstanbul’un Sultanahmet semtinde yer alan Soğukçeşme Sokak. Ayasofya ve Topkapı Sarayı, sur-ı Sultani’ye yaslanmış olan 12 evle, 1 Roma sarnıcının yer aldığı bir sokaktır. Günümüzde araç trafiğine kapalı olan bu sokağı İstanbul’da yaşayıp görmemek olmaz.

* Alintidir.

Kaynakça: http://www.istanbul.com/tadini-cikar/istanbulun-bilinmeyen-yerleri.html

27


“ Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul bekle bizi Büyük ve sakin Süleymaniyen’le bekle Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla Mavi denizlerine yaslanmış Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle Ve bir kuruşa Yenihayat satan Tophanenin karanlık sokaklarında Koyunkoyuna yatan Kirli çocuklarınla bekle bizi Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi Bekle dinamiti tarihin Bekle yumruklarımız Haramilerin saltanıtını yıksın Bekle o günler gelsin İstanbul bekle Sen bize layıksın ”

Vedat Türkali


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.