Fanzin 5. sayıyla yola devam ediyor. Kafasına göre çıkan fanzinin kafası bu aralar hayli iyi. Türkiye, Ankaramız görmediği, yaşamadığı şeyleri yaşadı. Dayanışmayı, dostluğu, zorluğu, korkuyu, aşkı, şaşkınlığı fazla dozlarda deneyimledi. Fanzinin yeni sayısının çıkması gerektiği bu yoğun duyguların da bir yansımasıydı. Hayat hızlı akarken, deneyimler artarken, duygular derinleşirken fanzin bunların temsili olacaktı. Zaten yola çıkarken de bu hedeflenmemiş miydi? Hayat akarken bir imza, belki de suya yazılıyor; ama faaliyetin kendisi zaten bir hikaye... Ankaragücü düştü, düşürüldü. Bunu hiç unutmadık daha da unutmayız, o olduysa herşey olur. Bu sene aşkın, eşitliğin, bayrağın, heyecanın, coşkunun da rengi olan 'kırmızı' grupta olacak Ankaragücü... Bu sene Ankaragücü yükselirken umarız hali hazırda memlekette yükselmeye başlayan tüm bu değerler de yükselecek, her şey daha güzel olacak... Bu sayıda farklı yazılar, farklı konular var... Fakat belki diğerlerinden farklı olarak 'umut' daha fazla var; yaşananlar, öğrenilenler hiç unutulmayacak... Memleket yazın başlamasıyla yeni bir dönemde, V for Vendetta ve Mustafa Kemal, bozkırda dalış gözlükleri, Kızılay metro durağından on gün çıkmayan sinmiş gaz kokuları... Aşklar, dostluklar, şaşkınlık, çok bilmişlik, kendine güven, gündüzün gecenin birbirine girişi... Ankaramızda saat akşam 8-9 sonrası tenha olan sokaklar bir farklı Haziran yaşadı. Hayat dedik, anlamaya çalıştık... Sokaklar değişti, sokaklar yoruldu, sokaklar şaşırdı... Tabi İmalat-ı Harbiye/Sokak fanzin de aynılarını yaşadı, değişti, yoruldu, şaşırdı. Yaratıcılık kapasitesinin arttığı eşit ve özgür söylemin yeşerdiği bu dönemde fanzin de öğrendi, değişti... Bir kenti solumak, bir kente dokunmak elbette sadece futbol kulübüyle olmaz, ama onsuz da oldukça tatsız ve sıradan olur. Hem kenti hem kulübü, hem memleketi hem dünyayı düşünenlerin söyleyecek sözü vardı, bir bakıldı kısa dönemde yazılar derlendi yeni sayı fanzin elimizde... Kollektif iş yapmanın tadını alan, kollektif enerjinin sınırlarını görenler artık bundan zor vazgeçer... Bakalım daha neler göreceğiz... Çocuklar gibi tedbirsiz, gezginler gibi tetikteyiz... jenga
İçindekiler Düşer düşer kalkarız(sabırtaşı) ................................................................................... 2 Rize Yolları(jenga) ..................................................................................................... 6 Sevmedik Gardaş(klavyesi çalınan sanal kahraman) .................................................. 8 Bağımsız Ankaragüçlüler(muratbrown) ................................................................... 10 Polis ve taraftarlık(ilyakutlu) .................................................................................... 12 Twitter’da Ankaragücü ............................................................................................. 13 İsyan, Devrim, Özgürlük ve tabi ki AŞK(nan) ......................................................... 16 Kızılay, Portakallı Dayı, Ethem(Rasko) ................................................................... 18 Ne varr la, ne varr?(Eskubar).................................................................................... 20 İsyan günlerinde aşk(armonika) ............................................................................... 23 Direnmek(angutyus) ................................................................................................. 24 Pankartlar&Yazılamalar ........................................................................................... 26 Direnilmeden kazanılmaz zafer, biliriz biz!(Fanzine)............................................... 28 Şuursuz muhalefet hareketi(Paracomandante Marcos) ............................................. 31 Bizim olanı almak için SOKAKlardayız(Sabotiç) .................................................... 34 300 Ankara Bebesi(Yasin Durak) ............................................................................. 36 Bir provokatörden mektup ........................................................................................ 40 Direnişte anne olmak(zeytin) .................................................................................... 43 Franz Kafka’da “Adalet” Kavramı ve Gezi(Mustafa B.) ......................................... 44 Başkent Takımları (5): Ajax: Kimin takımı?(deliValdez) ........................................ 46 Sinemada Futbol: The Damned United(sabırtaşı) ..................................................... 49 Amerika’dan Futbol: Endüstriyel Sporun Beşiğinde Futbol(deliValdez) ................. 50 1
Düşer düşer kalkarız...
Kayıp Dönem: Yılmaz Özlem-Taner Öcal Dönemi MKE Ankaragücü PTT 1. Lig'e bir önceki sezondan kalan sorunlar ve moralsizlik içerisinde başlarken yönetimsel problemler de devam ediyordu. 32 yıl sonra ilk defa küme düşen Ankaragücü takımında altyapıdan çıkan futbolcu ekibinden de kopmalar yaşanmıştı. Bir önceki sezonun öne çıkan isimlerinden Aybars ve İshak takımdan ayrılmıştı. Bu iki ismin haricinde zaten profesyonel olan isimler de takımdan ayrılmıştı. Sezona Erciyes mağlubiyetiyle başlayan takım ligde on birinci haftaya gelindiğinde sadece dört puan toplayabilmişti. Daha sezonun ortasına gelinmeden Ankaragücü'nün düşüşü kesinleşmiş gibiydi. Ankaragücü on birinci haftada Tavşanlı'ya kendi evinde 1-0 kaybedince Yılmaz ve Taner Hocayla yollar ayrıldı. Türkiye Kupası'nda Iğdır Üniversitesi ve Çorum Belediye'yi eleyen Ankaragücü Beşiktaş ile eşleşmişti. Ligin üçte biri geride kalırken tam altı maçta Ankaragücü'nün hakkı hakemlerin hatalı yönetimi yüzünden yenilmişti. Diriliş: Mustafa Kaplan Dönemi Tavşanlı maçı sonrası Ankaragücü yönetimi hiç vakit kaybetmeden takımın başına Ankara Futbolunun en tecrübeli antrenörlerinden birisi olan Mustafa Kaplan'ı getirdi. Geriye kalan haftalarda Mustafa Hocanın işi çok zordu. İşin kötüsü takımın kümede kalmak gibi bir hedefi de yoktu. Ancak geldiği ilk hafta taraftarından yoksun oynadığı Göztepe deplasmanından puan çıkarmayı başaran hoca bir sonraki hafta da Samsunspor'dan puan almayı başarıyordu. Takımın oynadığı futbolun en iyi biçimde sınanacağı maç İnönü Stadı’ndaki Beşiktaş maçı olacaktı. 86. dakikaya kadar 2-2'lik eşitlikle süren mücadelede 2
Batuhan Karadeniz Beşiktaş'ı bir üst tura taşırken Ankaragücü taraftarları kupadan elenen takımlarını alkışlıyorlardı. Sonraki iki hafta Bolu'dan bir puan alıp Rize'yi 21'le geçen Ankaragücü bu dört haftalık periyottan altı puan çıkararak kümede kalma iddiasına tekrardan ortak oluyordu. Deplasmanda hakem hatasına kurban olarak kaybedilen Denizli maçı sonrası taraftarların sahaya girdiği Konya maçından da puan alamayan Ankaragücü bir de beş maçlık seyircisiz oynama cezasıyla karşı karşıya kaldı.
Devre Arası: Mehmet Yiğiner Kulüp Başkanı Ocak ayındaki kongre öncesi takımın ligdeki konumu çok iç açıcı değildi ancak sezon başında konmuş bir hedefi de yoktu. Kulüp üyeliği yıllar sonra taraftara da açılmıştı. Çok büyük bir sayıda olmasalar da bir kısım Ankaragücü taraftarları kulübe üye olmaya başladı. O sırada Mehmet Yiğiner adı konuşulmaya başlanmıştı. 13 Ocak'ta yapılan kongrede adaylığını koyan Yiğiner başkan seçildi. Transfer yasağı yine kaldırılamadı. Ankaragücü'nün yasaklı olduğu dördüncü transfer dönemi de geride kaldı. Üstüne bir de takımın en önemli oyuncularından birisi olan Ümit Kurt Sivas'ın yolunu tutarken, genç forvet oyuncusu Sinan Kurumuş da Beşiktaş yedek kulübesini ısıtmak için İstanbul'un yolunu tutmuştu. İkinci devrenin başında Erciyes'e yenilen Ankaragücü, Adanaspor'u deplasmanda 1-0 yenerek sürpriz bir sonuca imza attı. Sonraki hafta Karşıyaka maçından alınan beraberlik taraftarın umutlarını korumasına yardımcı oldu. Manisa'da alınan 4-0'lık 3
hezimet sonrası Urfa'ya 1-0 kaybeden takım ikinci kez dört haftalık bir yenilmezlik periyoduna girecekti.
Olaylı Kartal maçında takım bir puan alırken Timur ve maçın hakemi yine en çok konuşulan isimler oluyordu. Hafta içi kararını açıklayan Tahkim Kurulu saha olayları yüzünden Ankaragücü'ne iki maç seyircisiz oynama cezası vermişti. Buca'dan alınan bir puan, 1461 Trabzon galibiyeti ve Antep Belediye'de son dakika golüyle bırakılan iki puan Ankaragücü'nü düşme potasının üzerine biraz daha yaklaştırıyordu. Üst üste alınan Demirspor ve Tavşanlı mağlubiyetleri sonrası bir kez daha düştü gözüyle bakılan takım üç hafta üst üste sırasıyla Göztepe, Samsun ve Bolu'yu yenerek umutlanıyordu. Tavşanlı maçındaki saha olayları yüzünden üç maçlık seyircisiz oynama cezası alan Ankaragücü'nün cezası bir sonraki sezona sarkacak duruma gelmişti. Tam on maç üst üste seyircisiz oynama cezası alınmıştı, ayrıca sezonun ilk iç saha maçı olan Adanaspor maçı da bir önceki sezondan kalan ceza yüzünden seyircisiz oynanmıştı.
4
Rize'de Son Bulan Umutlar Son üç haftalık periyoda girilirken Konya ve Rize deplasmanlarına deplasman seyircisi alınmayacağı açıklanmıştı. Konya emniyeti, valiliği, kulüp yönetimi kendilerince haklıydılar. Ancak Rize'de dönen dolapların hiçbir açıklaması yoktu. Rize yönetimi çok açık bir şekilde Ankaragücü'nün itici gücü taraftarından korkuyordu. Federasyon bir kez daha bu yasak karşısında sessizdi. Ankaragücü taraftarı her şeye rağmen bu yasağın delinebileceğini ispatlarcasına Rize'ye yüz kişilik bir çıkarma yapmıştı. Ankaragücü Rize'de 3-0 kaybederken -matematiksel olarak devam etse de- taraftarın kümede kalma umutları sona ermişti.
MKE Ankaragücü tarihinde ilk defa TFF 2. Lig'e düşerken altyapısından yetiştirdiği oyuncularla futbol endüstrisine başkaldırmaya çalıştı. Sezon boyunca takımın oynadığı futbol, taraftarın anlamsız yasaklar karşısında gösterdiği duruş ve takımını hiçbir yerde yalnız bırakmaması bu sezondan geriye kalan olumlu birkaç anı olarak tarihteki yerlerini aldı. "Bölünsek de, çözülsek de başkaldırdık zamana..." sabırtaşı
5
O YASAKLARINIZ VIZZ GELİR BİZE VIZZZ!: 'ÖLMEYEK Mİ ABİ!' Deplasman yasağı koymak, belki de en kolayı ama her zaman işlemiyor. 'Güvenlik' gerekçesiyle verilen kararlar aslında işin tamamen kolayına kaçmak. Sebepsiz yere insanları takımlarını izlemekten alıkoyan ve uygulanması sürekli engellenesi bir mevzu...Son dönem oldukça fazla sayıda bu tipte karar alınıyor, Ankaragücü mevzu bahis olunca bu kararların sayısı şaşırtıcı boyuta çıkıyor...Geçen sezon ilk elden akla gelen dört deplasman yasağı yanında zaten 7-8 iç saha maçı da taraftara kapalı olunca Ankaragüçlülere takımlarını izlemek adeta toptan yasaklanmıştı... Rize maçı öncesinde de işte böylesi bir karar verildi...800 küsür kilometre uzaklıkta deplasmana yasak da konulunca Rizespor'un Süper Lig'e çıkışının garantileneceği maç 'herkes' açısından kolay ve rahat olacaktı. Ama bu saçma kararı sorgulayanlar, ne yaparız diye soranlar elbette tribünlerde birbirlerini buldular. Pegasus'un olgun vefakar tayfası bir gün önceden zaten Trabzon'da konaklamaya başlamıştı bile...Özel arabalarıyla gidenler, Gecekondu, Genç Güçlüler'den yollara düşenler yanında elbette Sokak da oradaydı. Minibüsle gelen Şamyel Osman ve İlker'in muhabbetleriyle şenlenen Trabzon buluşması, deniz kenarı sohbeti, Zeyber abi-Yasemin Abla'yla Karadeniz'e bakmak, içilen çaylar, içkiler derken memleket Ankara'dan 750 km. Ötede Trabzon konaklamasında oldukça keyifli bir sürecin başındaydık. Özel araba yolculuğu bol muhabbet içerdi, 800+800 : 1600 km kolay değil bir gün içinde... Deniz kenarı kale arkası zaten günlerdir sosyal medyada, kulaktan kulağa süreçlerinde belirlenmişti...Sıkı telefon trafiği sonucu, 06 plakanın kente bırakılmadığı o sabah birkaç özel araçtan fire verilse de bir bakıldı ki, maç başlamadan parça parça oturan yaklaşık 80-90 Ankaragüçlü deniz tarafı kale arkasında Rize tribününde birbirine selam veriyordu. Girişte gördüğümüz Volkan Abi sayesinde Pegasus'luların maratona yakın tel dibinde birikme sağlandı...Rize ortalamasına göre oldukça 'esmer' olan kitle zamanla dikkat çekti tabi :) Daha maçın başında Şamyel Osman'ın yanına gelen amir, 'Anladık, siz Ankara'dan gelmişiniz, sakin oturun, gözümüz üzerinizde' benzeri bir ifade sonrası bir yaşlı memuru solumuza iliştirdi. Devre arası kimi gerginlikler, mevzunun etraftakilerce anlaşılması uzun sürmedi. Bir ara yanımızda oturan iki Rizesporlu emekçi kardeşimizle oldukça güzel de sohbetimiz olmuştu derken 53. dakikada üst taraflardan sinirli bir Rizeli yaşlı bir amcanın 'ahan da bunlar Ankaragüçlü, atun bunları ula' vs. benzeri çıkışı sonucu ortalık karışınca çeşitli 'istenmeyen' görüntüler oluştu...Refleksif olarak 'Ankara-Güçlüler' ve 'her zaman her yerde en büyük Başkent' tezahuratları inanılmaz bir coşkuyla atılıp heyecan doruğa çıkacaktı...Yaklaşık 45-50 saniye sonra tüm kale arkasından koltuk, çakmak, ayran, su akla ne geliyorsa üstümüze yağmaya başladı...Buna karşın tellere yaslanan birbirlerine dayanan ve sloganlardan/tezahuratlardan vazgeçmeyen tutum hepimiz için unutulmayacak anlardan birisi olacaktı. Sonrasında polisin bizi saha içerisinden dışarı çıkarması, stad 6
dışındaki Rizelilerin tepkilerine karşın gayet aktif mücadele falan derken, bir genç arkadaşımızın 'ölmeyek mi abi' ifadesi unutulmazlar arasına girecekti, arkadaş gayet de ciddiydi...Orada 30-40 Ankaragüçlü geri vitessiz aslanlar gibi çıktı...
Polis bizleri merkez değil, İyidere ilçesindeki karakola götürürken hepimizde hoş bir tebessüm vardı, önde oturan Muteber'in gündemi ayrıydı...Karakol önündeki sohbet muhabbetler, memleketten 800 km. uzaktaki beklenen dayanışma ruhu ve güven...Bir Rize deplasmanı geçti ki hayatımızdan, neler yaparız arma ve dostluklarımız için, ne riskler alırız, nasıl kaynatırız, nasıl direniriz, nasıl engel tanımayız sorularına cevap oldu...Aynı zamanda 'kafasına göre yasssaağğğ kardeşim' karar ve çıkışlarının filli eleştirisini içerdiğinden oldukça 'ilerici' bir tutum olarak da dikkat çekti...Birşeyler güzel oturuyor bu tribünde çok daha da güzel olacak...Şamyel'in dönüş yoluna çıkmadan inançla kafasını sallayarak söylediği gibi ne olursa olsun, 'yasak desinler, her türlü gideriz kardeşim'...Dostluk, dayanışma ile karşı konulmayacak bir şey yok, bu işin bir de Ankaragüçlülüğü olduğunda ötesini tarif de zor...Nice karşı koyuşlara, nice deplasmanlara, nice kriz anında gururlu tezahuratlara... Her zaman her yerde, en büyük Başkent!!... kepek
7
Sevmedik Gardaş! Dünya tarihini delik deşik edip en meşru ve en haklı savaşı arayacak olsanız karşınıza çıkacak tek savaş Kurtuluş Savaşıdır. Bir millet düşünün ki, iki çorabı olan bir çorabını askere veriyor. İki ekmeği olan bir buçuğunu peygamber ocağına yolluyor. Bir birliktelik duygusu, bir inanmışlık ki sormayın. Tüm dünya gıpta ile bakıyor Türklere. Kalpaklar başta, yürekler istiklâl aşkıyla çarparken 7 düvele diz çöktürüyor bir millet. Bu savaşa merkez olan Ankara’nın çocukları olarak aklımızdan hiç çıkmaz o şanlı günler. Mustafa Kemal’in Ulus sokaklarında dolaşması, Çankaya sırtlarına çıkarken hayaller kurması dün gibi aklımızdadır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Ankara’ya akın eden köylü babalarımızın-dedelerimizin hikayeleri de mıh gibi çakılmıştır hafızamıza. Dikmen’in köy olduğunu, Kızılay’ın adını Kızılay binasından aldığını, Güvenpark’ın gerçekten park olduğunu, Sıhhıye’den çay aktığını, Sanatoryum Hastanesi’nin verem hastalarına daha iyi hizmet verebilmek için gerçekten şehir dışına ormanlık alana kurulduğunu iyi biliriz. Hacettepe’nin hastane değil mahalle olduğunu ve Mor-Beyaz Hacettepespor’un mabedi olduğunu da hiç unutmayız. Kısacası biz bu şehrin çocukları, kendi deyimimizle bebeleriyiz. Ali, Ahmet, Rıza, Kazım, Rıfat... Hepimiz bu şehrin sokaklarını nakış gibi işlemişiz ciğerlerimize. Bu şehri bu kadar severken gidip başka takımı da tutamazdık ya... Ankaragüçlü olduk. Gençlerbirliği taraftarı da olamazdık, özümüz halktan aslımız köylü. Eskinin köylüsü Ankara’da işçi takımını tutar elbette. Kupayı yağlı elleriyle kaldıran işçilerin takımını. Biz hep muhalif olduk, sevmedik gardaş. Adam kayıranı, para aklayanı, kupayı parayla kazananı sevmedik. Türk futboluna ambargo koyan İstanbul kulüplerini de sevmedik. Ankara’ya geldiler taşladık, İstanbul’a gittik yuhaladık. Basınlarını da sevmedik. Ankara’da sövdük, İstanbul’da daha da çok sövdük. Onlar da bizi sevmedi. Sevemezdiler zaten. Yaratmaya çalıştıkları pürüzsüz sistemde bir çıbanbaşı gibiydik. Gençlerbirliği’ni sevdiler, çünkü onlar küfür etmez ve İstanbul takımlarına taş atmazlardı. Biz attık. Açın bakın arşivlerde, nerede bir olay yaşanmışsa suçlusu Ankaragücü taraftarıdır. Polis taraftar joplar, suçu Ankaragücü taraftarınındır. İstanbul taraftarı adam öldürür medya aklar, Ankaragüçlüler küfür eder medyada manşetlere çıkar. E dedik ya gardaş, sevmedik biz sizin basını. Başkan sevmedik, her gelene istifa dedik. Topçu sevmedik, her gelene “Milyonluk eşek” ya da “ Oynasana Ulan!” dedik. Napak gardaş, sevemiydik bizi anlamayanı? Biz kimsenin görmek istemediği, bazısı gecekonduda yaşayıp bazısı lüks villalarda bile otururken ekmeğimizi bölüşen bir topluluktuk. Bize barbar-gaddar-cani hepsini dediler, Bursaspor-Ankaragücü kardeşliğini bile Beşiktaş düşmanlığına yordular fakat şehidin emanetini hep görmezden geldiler.
8
Başkaldırıştır Ankaragücü taraftarı olmak. Taraf tutan hakeme sövmek, İstanbul basınına baş eğmemek, İstanbul takımlarına kafa tutmak bizim işimiz-tarafımız. Ankara kalesi gibi yıkılmadan ayakta durabilmektir biz olmak. İki mağlubiyet alınca stadı terk etmek değil. Türk futbolu nasıl ki cebren ve hile ile ele geçirilmiş ise, o cebre ve hileye kafa tutmaktır Ankaragüçlü olmak. Gerektiğinde Malta’ya gidip orada Ankaragücü flamaları ve bayraklarıyla Milli Takımı desteklemek, gerektiğindeyse Milli Takıma bile “İstanbul Takımı” olduğu için muhalefet olmaktır Ankaragüçlü olmak.
Sevmedik gardaş. Düzeni de düzenbazı da sevmedik. Sevmedik diye onlar da bizi sevmedi. Varsın sevmesinler. Kale etrafında, Dikmen dolaylarında, Ulus sokaklarında, dolmuşların şoför mahalinde, taksilerin taksimetresinde Ankaragücü yazar bize. Sevmedik gardaş, muhalefet olmamayı sevemedik. Ankaragücü’nden başkasını sevemedik. Yağlı elleriyle kupa kaldıran işçileri sevdik, lakin milyonluk eşekleri bir türlü sevemedik. klavyesi çalınan sanal kahraman
9
“Bağımsız Ankaragüçlüler” Tam hatırlamıyorum fi tarihiydi yanılmıyorsam… Deplasmandan önce sabahladığımız bir gecede duyduğum bir cümle “benim bütün arkadaşlarım Ankaragüçlü amk” sonra kaldığımız yerden devam etmiştik içmeye. Deplasmandan önce sabahladığımız bir gece dedim ya az önce, 500 sene oldu sanki deplasmana gitmeyeli… Paramızın olmadığı biraz saldırgan ama çoğunlukla zararsız ve öğrenci olduğumuz günlerde Ankaragücü maçlarına gitmek müthiş bir hissiyattı. Maçtan önce koalisyonla içilen biralar-rakılar, maça giderken yediğimiz sert ama fevkalade lezzetli Ankara simitleri, statta tanımadığımız ama sırf Ankaragüçlü diye sohbet ettiğimiz güzel insanlar, maçın başlamasına bir saat kala girdiğimiz İtalyan mimarisi stadımız. Vien’de bir opera binasında ki yer intizamını kıskandıracak koltuk seçimleri–herkesin ayakta durduğu koltuk önceden belliymiş gibi olurdu, muazzam bir uyum vardı statta. Tribünde dolaşan bebe belik… Bilmiyorum, güzel anılar biriktirdik. Ne, diren mi dedi birileri? Bağımsız Ankaragüçlü Taraftarlar Derneği Necatibey Caddesi, sağ kapalıdan kopan bir grup idealist Ankaragüçlünün kurduğu dernek. Güzel bir mottosu var değil mi? Bağımsız Ankaragücü falan… Buna mukabil çok da güzel ortamımız vardı. Giderek de çoğalıyorduk. Cemal Aydın hegomanyasına başkaldıran Ankaragüçlülerin sayısı artıyordu. Sonra oluşumun ismi, içindeki insanlar değişti, büyüdük. Ankaragücünün en dinamik tribünü olduk. O senelerde Türkiye’nin herhangi bir yerinde Ankaragüçlüler mevzu yapsa biliyorduk ki biz içindeydik ya da arkadaşlarımız ağabeylerimiz. Ankaragücü tribunlerinde bir şeyler değişiyormuş gibi hissediyorduk yapılan organizasyonlar, pankartlarımız, mevzularımız, deplasmanlarımız, sayımız, deplasman otobüsüne elinde kitap, çantasında diş fırçası ile gelen dostlar vardı, kız arkadaşlarıyla maçlara geliyordu Ankaragüçlüler, şaka gibi amına koyim. Ktap demişken; George Orwell’ın ekim devrimini sert dille eleştirdiği ve zihinlere çivi gibi çakılan kitabı Hayvan Çiftliği. Orwell’ın bir çiftlikte yaşayan hayvanların kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp yönetimi ele geçirmesini işleyen kitabında, devrimin ilk günlerinde aynı bizim ortamımız gibi çiftlikte de her şey muazzam gitmekte ta ki domuzların insanlardan daha acımasız bir diktatörlük kurup arkadaşlarını sömürmeye başladıkları güne kadar.Yanlış anlaşılmasın bizi kimse sömüremez ama ister istemez bazı şeylere alet oldu Ankaragüçlüler. Bunu da, söylemi bağımsızlık olan insanların yapıyor olması en vurucu noktaydı tabi ki. Fakat yine tarihini hatırlamadığım bir TSYD kupa maçı öncesi dernekte buluşup demleniyorduk; ki sıkıntılı bir sezon öncesi yapılan haybeden transferler, yönetimsel 10
hamleler en azından bizleri germişti. Bu işe bir dur deyip, yaklaşık 12 senedir devam eden Cemal Aydın iktidarını yıkma düşüncesi zihinlerimizde büyük yer kaplıyordu ve bunun için elimizden ne geliyorsa yapmak istiyorduk. O gün yapmak istediğimiz tek şey, liderlik koltuğunda oturan abiyi çiğneyip sadece kafamızı değil Ankaragücü’nü de kurtarmak için bir kıvılcım yakmaktı. Küçük bezlere harf harf Y Ö N E T İ M İ S T İ F A yazarak stada gittik, polis kontrolünden “inceden” geçerek saatli tribününde konuşlandık. Sayımız onbinler değil 15-20‘ydi, yönetim istifa diye haykırırken herkes saklamış olduğu bezleri çıkartarak güney Kore’de yapılan koreoları kıskandıracak bir düzene girdi. Sesimizi “şeref” tribününe duyurmuş olmalıyız ki bir otobüs dolusu çevik bizleri tribünden almaya çalıştı, “direndik”. Tribünden çıkarıldığımızda yönetime, abiye, diğer gruplara koyduğumuz postanın sonucu bünyelere enjekte olan dayanılmaz hafiflik her şeye değerdi. “dernekten çıkmadan Ayı Ahmet abinin "abiyle" olan dialoğu efsane replikler kıvamındadır o gün orada bulunmuş bir Ankaragüçlüden dinlemenizi tavsiye ederim ya da kendisinden.”
Biz kıvılcımı yaktık gücümüz ona yetti ama arkamızdan gelen pek olmadı. Hatta eleştirildik, aymazlıkla falan suçlandık. Bugün ise Ankaragücü’nün içinde bulunduğu malum durum bir Ankaragüçlünün anlatamayacağı kadar trajik, yaşamak istemeyeceği kadar dramatik, romantik. 50 sene önce Hacettepe, şimdi Ankaragücü. Direnmeyi iyi biliriz. Karagöz Kemal, Kabadayı Mehmet, Sarı Veli… Kısaca Hacettepe Mahallesi. Dün İhsan Doğramacı’ya Karşı bugün Melih’e Ahmet’e. Yok olsak da bizi anlatacak birileri hep var olacak. Yeryüzündeki Bütün Ankaragüçlüler adına: YÖNETİM İSTİFA! muratbrown 11
Polis ve taraftarlık Yıllardır kar, yağmur, çamur dinlemeden takımları uğruna maçlara giden, deplasmanlarda hayatları geçen taraftarların her maç, özellikle her deplasman öncesi korkulu rüyaları vardır. Amaçları normalde insanların hayatını korumak olan bu kişiler, taraftarların hayatını bazen tehlikeye bile atabiliyor. Kilometrelerce yol gidip, daha şehre girmeden deplasman otobüslerini çeviren, taraftarlara olur olmadık çile çektiren bu kişilerin adına polis, taraftar dilinde “kamiller” diyoruz. Günler öncesinden deplasman hazırlıkları yapılır, otobüsler ayarlanır ve yola çıkılacak gün gelir çatar. Deplasmana gidilecek şehirdeki polisler çoktan Ankara’daki taraftarlara ulaşmıştır bile. “Nasıl geliyorsunuz? Kaç kişi geleceksiniz? Kaç otobüs var?” gibi sorularla polisler taraftarları sıkıştırmaya başlarlar daha şehirden çıkmadan. Saatler gelir, deplasman için yola çıkılır. Otobüste besteler söylenir, yol gayet keyifli geçerken şehir girişinde ilk polis ekibi görünür. Bazı şehirlerde polisler özel yerlerde yaparlar otobüs aramalarını, bazı şehirlerde ise otobüsler maç saatinden önce içeri sokulamayacağı söylenip bir yere çekilir ve maç saatini beklemeri istenir taraftarlardan. Otobüsler aranır ve taraftarlar bazen polis eşliğinde bazen tek tek şehre girer. Stada girilirken bir çile de kapıda yaşanacaktır daha. Pankartlar aranır, taraftaların üzeri ayakkabılarına kadar çıkartılarak aranır. Polislerin bu tutumu özellikle İstanbul’da Ankaragücü taraftalarına karşı oldukça serttir. Maç biter, deplasman tribünüyle rakip takım arasında bir sürtüşme olduysa polislerin taraftarları bırakması imkansızdır. Ev sahibi takım taraftarları evine gider, yemeklerini yerler, bazıları tekrar maç özetini bile izlemeye başlar, fakat deplasman tribünündeki taraftarlar hala yerlerinde oturmaktadır. Polislerin cevabı ise genellikle aynıdır “emniyetiniz açısından bırakamıyoruz” veya “bize bırakılmanız yönünde emir gelmedi”. Polis her yerde polistir. Aralarındaki az olan iyileri saymazsak, çoğu zaman taraftarlara olur olmadık çile çektirirler. Polisler taraftarlara çile çektirmek için vardır, onlara karşı da biz varız! ilyakutlu 12
@4yearsagojuly Bugün maç dolayısıyla kursa Ankaragücü tshirtyle geldim ve hayvani Ankaragüçlü yönümü tüm kurstakilerle paylastım..artık kahve sırası yok. @Efe_Efeoglu Silahsız olan özel güvenlik sertifikamı silahlıya çevirmek için kursa başvurdum atış testleri için Ankaragücü poligon tesislerini önerdiler. @kugurbaga Canı sıkılınca Saddam'ı bombalayan Abd gibi, Ankaragücü taraftarı da canı sıkılınca kulübü kurşunluyor. @BirAcayipAdam08 Allah'ı bilmesek sana tapardık Ankaragücü @sokaktayzabiler bugünün özeti şudur : kendi taraftarımdan korkuyorum. @serhankarahan "Ankaragüçlülere ilaç göndermeye karar vermiştik fakat hepsinde ayık kafayla yazıyordu" serhan bukoski @natomermer ankara notlarim (son) : ankaragucluler kan alir :s @muratbrown her sbah kalktiginda erken kalkar gucluler bestesiyle elini yuzunu yikayip tras olan adamlarla her turlu mevzuya girerim @sokaktayzabiler neyleyim cebimdeki 7 doları sen şampiyon olmayınca. SA bende bıraktım işi gücü askerliği çarşıdan gitmiyorum kışlaya saldır ANKARAGÜCÜ... herşey senin için ya la @sokaktayzabiler +fanzin guzelmis,kaca satiyonuz ? -2.5 +NAKIT MI ?
13
@aybarvolkan Wanted ! Osman abilerin otobüsteki koltuk arkalarindaki 2adet televizyonu yanlislikla alan kisi veya kisiler lutfen osman abiye ulaşın ... @muratbrown 35 tane gol atmazsanız adam değilsiniz.Tam 35. @siempre Ankaragücü sen bizim ALLAHIMIZSIN @sabirtasiyazar Deplasman arabamız yenidoğan, siteler, doğantepe hattından çıktı yola. Her şey senin uğruna Ankaragücü. @4yearsagojuly BU TAKIM DÜŞMESİN SENEYE HACCA GİDERİM !! @LacivertBlog Mevcut Ankaragücü dışındaki hiçbir oluşuma gönlümüz razı değil. Futbolu değil Ankaragücü'nü seviyoruz. @aslasadece bali bali bali, tiner tiner tiner; müptezelin kralı Ankaragüçlüler (bara bara bara bere bere bere melodisiyle) @muratbrown RÜYAMDA MALTEPE PAZARINDAN 90 LIK DÖNER BIÇAĞI ALIYORUM SONRA USTAYA GİDİP ÜSTÜNE ANKARAGÜCÜ PELİN VE <3 YAZDIRIYORUM.. @Fanzineee Evlendim 2 de cocuk yapim meselaaa biri Ankaraguclu digeri degil hani olur ya, mesela iste. EVLAT AYRIMI YAPARIM!! @salihkayazoglu Ankaragüçlüler dik dursun, kimsenin acı dolu tesellisine ihtiyaçları yok. Gün gelir yine ortalığın amına koyarlar rahat olsunlar. @Macapapazi1 Cevik kizilayda mudahale ediyor yakici yikici hapci esrarci izinsiz adam doven ankaraguclulerimize saldiriyor direnin ankaragucluler @muratbrown Pelin arkadaslariyla tanistiriyo murat ankaraguclu diyo direkt Minti gorse aglar amk Minti nerdesin olm ANKARAGUCUNUN MODERN YUZUYUM AMK @onurr1910 Çapulcuyuz Güçlüyüz Ankaragüçlüyüz :) @kalashnikolou Oğlum bu Kennedy kaç sezon oynadı Ankaragücü'nde de koca caddeye adını vermişler? 14
@natomermer bugun itibari ile ankaragucu atkimi cikartiyorum, biraz ozumuze donelim amk^^ FINDIK BASKANA SELAM YOLA DEVAM #direnankara #okulacik diyosunuzda nereye takipleşiyor şu anda çoğu alkolden önündeki çizgiyi takip edemiyor Ankaragüclülerİçiyor @comradegs Hangi orospu çocuğu dün başbakana Ankaragücü atkısı verdi lan? @SimdiNeYapar Ankaradaki direnişçiler Ankaragüçlülere teşekkür borçlu @karakocfatihh ilk gün Kuğuluda Konyaspor formalı abinin formasını hangi Ankaragüçlü sigarasıyla deldi? @serkanAG Artık ankaragücü armasinin olmadigi otobuse dolmusa binmiyorum lukse bak @yetti_lan Ankaragücü Kuğulu'ya damgasını vurdu da, isyanı ve devrimi hatırladı Kuğular. Kuğuları bi polis bi de inisiyatif zehirliyordu.
@sokaktayzabiler ankaragücü sezonu açtı,biri de demiyo ki gidelim de şu tesisleri kurşunlayalım,gücendim amk @angutyus millet şampiyonluğa, transfere sevinir. ben Ankaragücü küme düştü buraya geliyor diye seviniyorum amk. @onurr1910 Bu sene rakiplerimizin tribün kapasiteleri = Ankaragücü tribün liderleri @Basrixx Ben Ankara'da,Ankaragücü'nden başka bir tek Oruç tutarım. Herkese hayırlı Ramazanlar. @angutyus Çapulcu lafına fazla takılmayın.. biz Ankaragücü’nün amına koydunuz dedikçe. Cemal Aydın’da bize çapulcu diyordu.
15
İsyan, Devrim, Özgürlük ve tabi ki AŞK 1 Haziran saat 05,00'de gelen bir telefonla ne oluyoruz dedim. Arayan Marcos'tu. "Başkan paran var mı? Taksiyle geliyorum, cebimde de para yok, taksi parasını ayarla, bir de üzerime giyecek birşeyler getir. 5 dakika sonra kapıdayım " Hemen bir tişört ve elime biraz para alıp kapıya çıktım, taksi yanaştı baktım Marcos Başkanın üstü çıplak, kafa sağa sola gidip geliyor, taksiyi yollayıp Marcosu giydirip içeri aldım. "Sigara ver"!! "Bugün öyle şeyler oldu ki, bir daha da böyle birşey olur mu bilmem ama inanılmazdı"!!? "Kuğulu'da, Kennedy'de, Meclis'in yanında, Atatürk Bulvarı’nda... off anlatılır gibi değil.." Tipe bakıyorum, surat kıpkırmızı olmuş, saçında kaşında beyaz tozlar, pantolon kir pas içinde. Ne içtiyse bu manyak yine? İçimden la oğlum Tunalı'da Kennedy'de ne olabilir ki? "Marcos belli ne olduğu sen içeri git yat, yarın kendine gelince konuşuruz." Pis pis sırıtıp koridorda sallana sallana yatmaya gitti.
Benim için hikaye böyle başladı, sonradan duydum, öğrendim, gördüm ki hakikaten anlatılır gibi değilmiş. Her gün bir öncekinden daha farklı, daha inanılmaz, daha anlaşılmaz koskoca bir Haziran yaşadık. Şu an neydi o yaşadığımız diyorum; Devrim? İsyan? Ayaklanma? Özgürlük? Aşk!! İlla kategorize etmeye ya da bir isim vermeye gerek var mı bilmiyorum, Haziran 16
günleri deyip geçmek en iyisi, kim ne diyorsa, ne yaşadıysa, ne hissettiyse öyle tanımlasın daha iyi. Çünkü herkes birşeyler yaşadı, halkı, polisi, devleti, evde zor zaptedilen %50'si (ki yüzdeler memlekette şaibeler içerir) herkesin bir hikayesi oldu. Politik bir durum muydu yaşanan? Dibine kadar politikti, ama alışılmış siyasetin dışında bir durum ortaya çıktı. İsyan, devrim diye bağıran ülkücüler, devrimcilerle birlikte barikatlar kurdu. Hiç anlaşamayan gruplar yan yana direniş marşları söyledi, birlikte sloganlar attı. İşin özü yoksayılmaya karşı halk biz varız dedi, yeter artık biz varız!
Sokakta benim Haziran ayı boyunca en çok duyduğum, hissettiğim, gördüğüm ise Mutluluktu! Her ne yaşarsa yaşasın insanlar mutluydu. Özgürlüğün, dayanışmanın, paylaşmanın mutluluğunu yaşadık hep beraber. Haziran ayında halk olduk, sokaklar bizim oldu, alanlar bizim oldu. Mantıklı düşünmeyi, kuralları bir tarafa bıraktık, duyguların bütün benliğimizi sarmasına izin verdik. Güldüğümüzde ağız dolusu yürekten güldük, öfkemizi hiç bastırmadık, bağırdık, çağırdık. Ağladık, hiç utanmadan sıkılmadan salya sümük ağladık. İş, güç, günlük hayat dertleri hiç de umurumuzda olmadı. Aşk gibiydi, gözümüz gönlümüz başka bir şeyi görmedi. Haklıyız Kazanacağız marşını söylerken kurt işareti yapan ülkücüler, Allah Allah diye barikata koşan devrimciler, Halkın elinden zorla Türk bayrağını almaya çalışan polisler... Bildiğin bütün kavramlar altüst olmuş, aşk gibi dedim ya mantıksız... Bunu ilk gençlik aşkı olarak görelim; sorgusuz, sualsiz, çıkarsız, sırılsıklam aşık olduk. Gelip geçici birşey değil ama yürekte yara bırakmış, sönmemiş. Şimdi biraz durulmuş gibi görünebilir ama yüreğe o köz düştüyse bir sonrakinde o yüreklerin yangını fena olacaktır. nan 17
Kızılay, Portakallı Dayı, Ethem… İşin gerçeği sarhoşların, alkoliklerin isyanı gibiydi ilk gün. Dedim, ben dahil bu kitleden bir yol olmaz. Sıhhıye dolmuşuna binmişim gidiyorum ertesi gün Kızılay’a doğru. Dolmuşta değişik bir muhabbet döndü önde tekli koltukta oturanla şoför arasında; “Tekli koltuktaki: Ya bugün neden trafik böyle kalabalık? Şoför: Çankırı günleri var AKM’de ondandır herhalde. Tekli koltuktaki: Bizim Rize günleri en kalabalık günlerdir. Yok, başka bir şey var.” Rizelinin Çankırı’yı ezmesine mi yanayım, Gökçek’in garip günler peşinden koşmasına mı sinirleneyim doğrusu ben de anlam verememiştim trafik yoğunluğuna. Neyse Sıhhıye’de dolmuştan indim arkadaşlarla buluşmak için Sakarya’ya girdim, oradan Ziya Gökalp’e ve malum buluşma mekanıydı hedefim. Sakarya’dan Ziya Gökalp’e girmemle “la n’oluyor” demem bir oldu. 70-80 kadar siyah-yeşil bayraklı, anarşist kılıklı ve düşünceli arkadaşlar agresif hareketlerde bulunuyordu. Trafik akışı yoktu, aralarından geçerek malum mekana geldim ve çocuklara sordum “lan n’oluyor?” cevap ise “abi mevzu bildiğin gibi değil” oldu. Biraz baktım caddeye Toma aracı sürekli ileri-geri gidip duruyordu cadde boyunca. Bir iki baktım sonra ben de caddeye olanları yakından anlamak, izlemek için girdim. Harbiden olanlar bildiğim, tahmin ettiğim gibi değildi. İsyan halleri söz konusuydu, bildiğin daha doğrusu icraatta pek bilmediğimiz ama hep temenni edile gelen isyan halleri.
Ziya Gökalp’te trafik yoktu çatışmalar nedeniyle. Kızılay’ın diğer bölgelerinde de sıkıntı olduğu aşikardı. Devletin gayet resmi kuvvetleri sözde korumakla görevli oldukları ülkenin insanlarına karşı müthiş bir direnç(!) gösteriyordu lakin. Devlet insanları için vardı lakin, öküz nerede dağa kaçtı misali. İşte o sıralar sanırım ben ve arkadaşlarımın tribünlerden gelen alışkanlıktan olsa gerek ettiğimiz küfürlere çevremizden uyarı geldi “yoldaşlar küfür yok, küfür bize 18
yakışmaz”. İlerleyen günlerde de feminist ablalardan cinsiyetçi, seksist küfürler ettiğimiz yönünde birçok uyarı geldi. Kendilerine sözden öte öyle bir amacımız olmadığını ifade etmeye çalıştık ama nafile. İşte bizi uyaran o insanların başta Ethem Sarısülük en cesurlarımız, en korkusuzlarımız olduğunu sonradan öğrendik. Nerden bilebilirdik Ethem’le aynı alanda olduğumuzu, belki de yan yana olduğumuzu. Yaşadığımız birçok renkli anlar da oldu. Çatışmaların en yoğun olduğu günlerden birinde -2 Haziran Pazar günü olsa gerek- iki elinde ikişer portakalla sarhoş bir dayı çıka geldi. Plastik mermilerin, biber gazı fişeklerinin insanların kafasının üzerinden vızır vır geçtiği, kiminin ciddi yaralandığı anlardı. Portakallı dayı, kendini mermi ve fişeklerden korumak için tam siperdeki öncü kuvvetlere seslendi “ herkes taş atmayı kessin, bırakın taş atmayı. Şimdi hepsinin anasını s….m” diyerek önlere gitti ve görevini yerine getirdi.
Yine bir akşam Meşrutiyet’te bir arkadaş boş bira şişesini kağıt toplayıcı çocuğa vermek istediğinde çocuktan gelen tepki oldukça yerindeydi “bana ne veriyorsun, polislere atsana”. Sonra günler günlere karıştı. Yok lan o olay Çarşamba oldu, Çarşamba değil Salıydı gibi muhabbetler döndü. İsyankar çoğunlukla olan yaş farkından dolayı birçok duvar yazısı mevzusuna da sonra ayıktım Birgül abla mevzusu, GTA, winter is coming, sis atma o.ç. vs. gibi. Gösteriler boyunca bir çok duygunun en uç hallerini yaşadık; Ethem’in cenaze töreninde ailesinin evinin önünden geçerken “Anne ağlama evlatların burada” derken gözlerimiz doldu, yine Ethem’in cenaze törenine resmi kuvvetlerin tahammülsüzlüğüne duyduğumuz öfke, hiç tanımadığımız insanlarla en zor anlarda dayanışmayı, portakallı dayının kattığı neşeyi vs vs. En güzeli de daha çok araba geçsin diye düzenlenen geniş caddelerde dar kaldırımlara sıkıştırılan bizlerin yürüyebilmesiydi. Parklar, sokaklar, caddeler kısaca her şey insanındır, insan için olmalıdır. Netice olarak bir daha öğrendik ki; özgürlük de ekmek su gibi olmazsa olmazlarımızdandır. Rasko 19
Ne Varr La Ne Varr! 31 Mayıs 2013 sabah saatleri… Mailimi kontrol ediyorum, bir ara twitter aleminden makas alayım dedim. Çok geçmeden yağmur gibi tweet yağmaya başladı, İstanbul’un merkezi parklarından bir tanesinde yaşananlara dair. Mevzu derinleştikçe ve haberler gelmeye başladıkça kendi içsel eylemliliklerimi yoklamaya başlamıştım. Hayatın karşıma çıkardığı tezler ve ürettiğim antitezler gözümün önünden geçiyordu. Şiddet ve çatışma kültürünün ailevi olarak bir kültüre dönüşmüş olması, tribünden gelen üst düzey idmanlılık hali, beni öğle vaktini az geçe sokağa indirdi. Gerekli telefon irtibatları sonrası el yapımı pankart telaşında bulduk kendimizi… Bu sırada “neden Kuğulu?” diye düşünürken karşılıklı yudumlanıyordu biralar, gecenin sabaha neler doğuracağını dahi bilemeden. Pankart bitti, kurutma biralarımızı içerken ufak tefek organizasyon da şekillenmeye başlamıştı.
Kuğulu’da bizi üst-orta sınıf, ekseriyetle ulusalcı ama tepkili büyük bir kitle bekliyordu. Girdik ve pankartımızı astık ve kitle içerisinde varlığımız hissedilmeye ve “ne yapacaklar acaba?” bakışları üzerimize odaklanmaya başlamıştı. Uykusu gelen huysuz ulusalcı kitle, ilerleyen saatle birlikte meydanı boşaltmaya ve yerini nispeten manipüle edilebilir bir kalabalığa bırakmaya başlamıştı. İlk ateşi yaktık ve neler olabileceğini tartışıyoruz, aşağıdan sürekli sarhoş abartısı haberler (bi kızı Toma ezmiş vb.) ve bizi Kızılay’a çekip pasifize etme ile sonuçlanacak saçma sapan talepler ve bizim bekleme konusundaki haklı direncimiz. Zira tribün ortamındaki çatışmalarımızdan biliyoruz ki düşmanı her zaman karşına almalısın, arkada kalırsan kaçmaktan ya da büyük zayiat vermekten başka bir ihtimalin yoktur. Barikatın mantığı da aslında sadece budur, “buradayım!” dersin, “buyur gel!”. Elbette 20
geleceklerdi, ama aslolan Tunus caddesinden Kuğulu’nun yukarısına kadar bir “direniş koridoru” oluşturabilmek ve bu hattı dirençle savunabilmekti. Tahmin edilen şekliyle karşılayabilmek için gerekli zamanı geçirdikten ve “5 dakika bi halay çekme”ye çalıştıktan sonra, Tunus-Bestekar düzleminde arzulanan kıvam yakalanmıştı. Bu durum daha önceki tribün çatışmalarının girizgahını andırıyordu. Diğer kalabalığı tanımlaya-madığımızdan ne yapabileceklerini kestiremiyorduk ama biz ne yapabileceğimizi biliyorduk, bunun en büyük tatbikatını 11 Mart 2007’de Ankara’daki Beşiktaş maçı sonrasında yapmıştık. Ben tam bu satırları yazarken İlk barikat çoktan kurulmuş ve akabinde yakılmıştı. Eğer Kuğulu başındaki çöp konteynırını da caddeyi kapatma yönünde kullanabilseydik –ki bunun yapılmasına engel olan huysuz Kemalist teyzeler ve duble rakı eylemcileriydi- mevzubahis koridor bir “eylem otobanı” haline dönüşebilirdi. Buna rağmen artık yaklaşık 2 km’lik bir koridorumuz vardı ve zarboların olanca denemelerine rağmen sabaha kadar bu koridor ayakta tutuldu. Burada küçük bir parantez de gazdan etkilenenlere limon tedariki yapanlara ayırmak gerekir. Bilmiyorum belki eylemcilerin büyük bir çoğunluğu bu insanlara “yardımsever” gözüyle bakabilirler ama ben bu arkadaşları tam tersi “götüm çatışmaya girmeyi yemiyo ama yarın sevgilime ya da yıllar sonra çocuklarıma abartacağım bir hikayem olsun istiyorum; bu nedenle de olayların kenarında kolpadan limonculuk oynayayım, baktım çok kötü durumlar eve gider atarlı tweet gönderirim” şeklinde yorumluyorum özellikle de ilk gündeki o şık gömlekli, güzel ayakkabılı erkekleri.
21
Her neyse ilk gece, farklı noktalarda çekilip toplanarak ve ilerleyerek irili ufaklı onlarca barikat kurulmuş, ilk gün için oldukça güzel bir çatışma deneyimi sağlanmıştı. İlk gün müsabakasını toplu halde yürüyüşe geçerek Kızılay’da tamamladık. Ertesi gün yani Ethem yoldaşın düştüğü ama sadece hafızalarımıza düştüğü gün… Belki ilk günü ve eylemin “elitist-üst orta sınıf chp kadın kolları üyesi huysuz teyze” kıvamı olarak kalacağını düşünen sokağın ve kavganın gerçek sahipleri, kavgadaki yerlerini almışlardı. Bunun doğal bir sonucu olarak ilk gün yaşanan direniş 1 Haziran gününün maketi gibi kalmıştı. Kızılay’ın her sokağında barikat vardı, barikat savunma değil ilerleme amaçlı kuruluyor ve nihai amacın eylemlere yıllardan beri kapalı olan Kızılay’ı öncelikli olarak almak olduğu insanların gözlerinden bile anlaşılıyordu. Saatler süren mücadelenin sonucunda zarbolar Kızılay’ı terk edip Meclis’e kadar çekilmek zorunda kalıyorlardı. Tam bu anlarda Meşrutiyet Caddesi başından sonuna kadar insan evladı doluydu. Buradaki mücadele Kızılay’ı alan kitle ile birleşme gibi gözükse de aslında bir ayağı alınan köprünün öbür ayağına marşlarımızı söyleyerek inmekti. Bunu yapmak işten değildi ancak kendisine bu toprakların gençlik birliği adını takan bir güruh “taş yok, taş yok” diye bağırmaya ve direnci kırmaya çalışmaya başladılar. Taş mı yok? Neden yok? Gaz bombası var, gerçek kurşunla Ethem vurulalı sadece 3-4 saat olmuş ama! Şiddet, bir denge kurma çabasıdır ve doğada her zaman yeri olmuş bir olgudur. Hatta şimdilerde devlet aygıtının sıkı sıkıya sarılmaya çalıştığı gibi “meşru müdafaa” amaçlı şiddet, yapılması gerekendir. Sana kurşun sıkana “taş yok” dersen, meşru müdafaa hakkını, zulme karşı direnme hakkını es geçersen alnının çatına biber gazını indiriverirler. “Şiddet tekeli” kavramını kendisini sol ve halk hareketi zanneden bir güruhun zarbolar lehine (bu arada zarbo şu kasklı katillerin argosudur okurken bu ne la diye küfretmeyin) olumlaması, bunların tarihsel misyonları gereği olsa gerek! Tüm bu olumsuzluk, kitle içi manipülasyon, acemilik, örgütsüzlük ve ne yapacağını bilememezlik haline rağmen, bir bütün olarak 31 Mayıs ve 1 Haziran 2013 tarihleri, kişisel çatışma tarihimin altın sayfası olarak yerini aldı. Sadece kişisel çatışma tarihimin altın sayfası olmakla da kalmadı. Bu, kitlelerin bağırdığı gibi mücadelesine devam edilmesi gereken bir başlangıçtı belki ama benim için bunun da özelinde “biz iktidarı değil, dans edebileceğimiz sokakları istiyoruz” diyen arkadaşa selamla, içsel ezgilerimi mırıldanabileceğim bir dönemin başlangıcı olmuştu. Ezgi, benim için hiç şüphesiz ki Ankara Sokaklarında yankılanacaktı! Dantel Örtülmüş Barikatlar Aşkına! Eskubar
22
İsyan günlerinde aşk Ankara’da direnişin ilk günü… Henüz kimse gazın tadına varmamış, tomalarla ıslanmamış, polis kurşunu yememiş, talcid kimse için mide ilacı olmaktan öteye geçmemiş. Kuğulu’da bir bayram havası esiyor. Kemalistler, çevreciler, anarşistler, örgütlüler, teyzeler, amcalar, “bi gidip bakalım”cılar, kimler yok ki alanda. O çılgın kalabalıkta arkadaşlarımı ararken, Ankara’da kurulan ilk – ve belki de en görkemlibarikatın, o kocaman ateşin etrafında bir grup dikkatimi çekiyor. Atılan tüm sloganların içinde en ateşli, en dik başlı, en özgün sloganları onlar atıyor. Daha önce duymadığım sloganları ezberleyip onlara eşlik etmeye başlıyorum, derken “İsyan, Devrim, Ankaragücü!” diye bağırıyorlar. Galatasaraylı ben, ona da eşlik ederken buluyorum kendimi. İçlerinden biri dikkatimi çekiyor, sivriliyor onca kalabalığın içinde. İşin eğlenceye dönüşmesinden rahatsız olup, onun yanına gidiyorum. Kitleyi Kızılay’a indirecek o savaşçı ruhu Ankaragüçlüler’de gördüğüm için “Kızılay’a inelim artık” diyorum ona. Zira öyle de oluyor, çok geçmeden bütün kitle Bestekar’a yürüyoruz. Az önce yanına gittiğim “Ankaragüçlü direnişçi” ile karşılaşıyoruz, kulağıma eğilip “Bu devrim senin adınla anılacak” diyor. Devrim o noktada bambaşka duygular uyandırıyor bende, bu güzel jeste gülümseyip yürüyüşe devam ediyorum. İlk müdahaleden (daha doğrusu saldırıdan) sonra gazdan açamadığım gözlerim her nedense sürekli onu aramaya başlıyor. Bütün meydanı dolaşıyorum, onu bir kez daha görebilmek için. Ve tekrar karşılaşıyoruz (bu sefer kasten ve hile ile), yanına gidip elini sıkıyorum, adını öğreniyorum. Devrim de direniş de yeni bir anlam kazanmaya başlıyor. Onca gaz yediğim, çatıştığım alandan içimde müthiş bir heyecanla ayrılıyorum. Sonraki günler, çatışmanın en şiddetli olduğu anlarda bile hiç ayrılmıyoruz. “Dünyayı güzellik kurtarıyor ve bir insanı sevmekle başlıyor her şey.” Onunla birlikte Ankaragücü aşkı da yerleşiyor içime. İki kişilik bu devrim gerçekleşiyor ve biz, 31 Mayıs’ta başlayan direnişin belki de en şanslı insanları oluyoruz birbirimizi kazanarak. Ve bundan böyle hayata karşı el ele, bir ömür birlikte direneceğimize söz veriyoruz. Viva la Eskubar, viva la devrim aşıkları! armonika 23
direnmek 15 yaşında takmıştım falçatayı belime... tunalı hilmi’deki cambo inegöl köftecisinde komiydim. gece yarısından sonra ayağımda yırtık ayakkabıları sürte sürte küçükesat'tan seyranbağları oradan bokludere yokuşundan türközü'ne inerken o karanlık, o ıslak, o namert, o şerefsiz bir o kadar da sessiz ve sinsi yollarda yatırıp götümü sikmesinler diye… üç beş ayyaş bir köşeye çekmesin diye... söylemesi bana zor dinlemesi sana kolay. 15 yaşında bir çocuk yaşıtları anasına, babasına köfteli makarnadaki köfteleri yedikten sonra makarnayı bitirmemek için trip atarken aynı şehirde bir başka çocuk götünü kaybetmemek için cebinde falçata ile gezer... anlatması bana kolay… kabullenmesi sana zor… ankara’nın o karanlık sokaklarında tek başıma ekmek kovalarken mecburiyetten takardım falçatayı belime. yoksa hiçbir zaman hayatı arabesk yaşayan piskopat cam kırığı adam kılıklı kahpeler gibi güç almadım ben çaresizliğimden ya da götüm her sıkıştığında belimde ki falçatayı çekip kaybedecek hiçbir şeyi olmayan adamlar kılığına girmedim. dedim ya anlatması da zor anlaması da. direnmekti benim tek derdim… direnmek için de götümü sağlama almaktı tek amacım… götümden hiçbir zaman korkmadım da. çocuk aklı ne yaparsın? direnmeyi biz daha cocuk yaşta öğrendik. o türközü’nün çamurlu yollarında, gecekondu semtlerinde… ankargücümüz gibi derme çatma gecekondularımızı yıkmaya geldiklerinde direndik. bizden arsa paramızı alıp tapularımızı vermeyen yağlı boyunlu para babası solucanlara direndik. bizi hor gören, hiç bir zaman anlamayan en acısı anlamaya çalışmayanlara direndik. sadece direndik… hiçbir zaman çirkefleşmedik. hiçbir zaman kahpeleşmedik ve bel altı vurmadık. direnmek bize güzeldi. sefil, boktan ama bir o kadar da renkli çocukluk ve ergenlik günlerimiz biz bilmesek de, farkına farmasak da, kabullensek de direnmek ile geçti. hep itiraz ettik. sınıfın en çalışkan kızının saçını çektik, mahalle maçında söz sahibi olan o şişko, kendisini beğenmiş, ukala, puşt bakkalın şımarık çocuğu sırf topu var diye en sevdiğimiz arkadaşımızı maça almıyor diye topunu kestik. arkadaşımıza sahıp çıktık o topa yine vurmadık… ciğerimizin yanan bir köşesini arkadaşımızın gülümsemesi ve o piçin elinde kesik patlak topu ile bir köşede ağlaması soğuttu… bizim derdimiz çirkeflik olmadı hiçbir zaman.. bizim derdimiz direnmekti. bizim derdimiz sömürene, güçlüye, elinde her imkanı olup da zulüm edeneydi. biz farkında bile değildik.. belki bu yüzden ankaragüçlü olduk. biz doğmadan şampiyon
24
olmuş, biz doğmadan tarihler yazmış kendi çalıp kendi oynayan üç beş istanbul semtinin şımarık çocukalrının topunu kesmekti derdimiz.. farkında degildik.
belki bizim gibi garibandı ankaragücü belki bizim gibi kimsesizdi. belki.. belkii. belki. belki de.. gezi parkı’nda ki üç, beş ağaç gibi çaresizdi ankaragücümüz. bize ihtiyacı vardı. dallarını kırdılar, kollarını kırdılar. ama kökleri bizde. bir sır vereyim.. ankara best otel’de komilik yaparken sabotiç gelmişti ankaragücü ile birlikte. sabotiç’e bütün takım sabotaj diye hitap ediyordu. seksenlerin sonu doksanların başı. daha çocuktum yüreğim ağzıma gelmişti. ankaragücü bizim otelde kamp yapıyordu. ankara gibi bir şehirde ankaramın takımı. sabotaj abi şakalar komiklikler. tamam ben ankaragüçlüyüm demiştim. sonra fenerbahçe geldi otele iki hafta sonra şumaher, müjdatlı kadrosu ile kan kusturmuşlardı bize kaprisleri ile. anlatacak çok şey var da... o zaman anlatmadıysak bu zaman susalım. otelin önü ana baba günü. bir sürü lavuk gelmiş şumaheri ve müjdatı görecek. o an dedim ki ben şimdi tam ankaragüçlüyüm… güçlünün yanında güce tapanlar olur. güce tapmak bize yakşmaz… belki bu yüzden direniyoruz ankaragücümüze belki bu yüzden isyanımız üç beş kimsesiz ağaca… direnmek onurdur… angutyus
25
DİRENMEDEN KAZANILMAZ ZAFER BİLİRİZ BİZ Her şey biz Kızılay’da faşist devlet düzenini , ihlal edilen insan haklarını, kendisine oy veren kesim haricinde geri kalan halkı yok sayan hükümeti, adaletsiz sınav sistemini yani kısacası ülkede 11 senedir düzgün gitmeyen ‘’bağzı şeyler’’i protesto edip polisin orantısız güç kullanımına maruz kalırken (gaz, tazyikli su, plastik mermi hatta meşru müdafaa sayılan gerçek mermi kullanımı); Teyyip’in ‘’onlar o kadar kişiyse ben bir milyon toplarım’’ tavrıyla meydanlara zorla insanları toplayıp yaptığı bir iki mitingin sonucunda Ankara’ya dönüşüyle, Esenboğa’da ondan habersiz(!) tertiplenen ufak çaplı bir gösteride Ankaragücü atkısını takmasıyla daha da belirginleşti aslında. Direnişle ilgili yazı yazayım diyorum ama geliyor gene Ankaragücü’ne bağlanıyor.
31 Mayıs günü öğlen saatleri Twitter, Gezi Parkı’nın Topçu Kışlası’na dönüştürülmemesi için, 3-5 ağaç için toplanan insanların sabah saatlerinde, uykularının ortasında belki yoğun gaza ve polis şiddetine maruz kalmasıyla yıkılıyordu. O 3-5 ağaç bir çıkış noktası olmuştu herkese. Şu zamana kadar susturuldukları her şey için konuşmaya başlamışlardı artık. Mükemmel bir örgütlenme, yardımlaşma, bir olma yaşandı İstanbul’da ve tabi daha sonra tüm Türkiye’de. Ankara’da ne yapabiliriz onlar için yanlarına gidelim -malum bir taraftarı yol km.ler korkutmaz- derdindeyken, biz de Ankara’da kalkalım ayağa dedik. İstanbul’da direniş ise Ankara’da isyan olur dedik, oldu da. Kuğulu’da toplandık bir anda. Birkaç saat içerisinde herkes yeri öğrenmiş bir de üzerine o sınırlı saatte pankartlar yapılmış doldurulmuştu park. Daha önce de 1 Mayıs, 6 Mayıs gibi eylemlerde bulunmuştum ama orada o gün daha farklı bir ortam vardı. Ortada görüş yoktu sadece mevcut düzene isyan vardı. Bu ülkede çok yaşanan şeyler değil bunlar.
28
Hele ki bizim çarşı’yla yan yana olmamız. Hepimiz için değişik bir deneyimdi. Bir tarafımızda Adana Demir taraftarı bir yanda Beşiktaşlılar beraber besteye girmek aynı sloganları atmak. Bize bunları yaptırdı mevcut yönetim sağolsun. İşin bu yanından bakmak yan yana gelmez denenleri bir arada görmek durumun ciddiyetini yeterince açıklıyor aslında.
20 yaşındayım ve 20 sene sonra da kesinlikle anlatılacak olaylar geldi başımıza, o meydandakilerin hepsi çocuklarına anlatacak bunları. Faşizan fikirlerin hayatları karartmasına karşı, diktaya karşı hepimiz ayağa kalktık. Kimse beklemiyordu, iyi de oldu. Bilgisayar nesli bunlar, apolitik hepsi denen bir kuşağın kendi dilinden kendi espri anlayışıyla, orantısız zekasıyla neler yaşatabileceğini gördü anneler, babalar, büyükler ve tabi ki hükümet. Her zaman söyledik bu bir sivil direniş olarak başladı, öyle sürdü ve bitti deseler de hala öyle sürüyor. (bizim bi abimiz Rusya’da devrim 12 sene sürdü dedi haklı bu bir süreç sonuçta ) Ankara’da en önlerdeydik hep. Polis şiddetine birebir maruz kalanlar genelde taraftar grupları ve sol görüşlü örgütlerdir. En iyi, en çabuk da taraftar grupları örgütlenir adamlar işi biliyor- haliyle. Meydanda olduğumuz bir gün herkesin telefonlarına mesajlar, aramalar düşmeye başladı bir öğrendik ki sayın başbakan(!) bizim uğruna göze almadık şey bırakmadığımız atkımızı bir kaçış yolculuğu sonucu bir iki mitingden sonra Ankara’ya dönüşünde Esenboğa’da boynuna asmış. Karşılamaya giden grupta yolunda Ankaragüçlüler de var tabi. Bir an bütün Kızılay’ı hatta Ankara’yı ateşe verebilecek psikoloji içerisine girdi herkes haklı olarak. Karşısında olduğumuz savaş açtığımız nefret söylemleri midemizi bulandıran adamın boynunda atkımızı görmek ağır geldi hepimize. Yapabileceğimiz bir şey olmadığını fark ettik, direnişe devam ettik tabi. Ne gelir elden? Hiçbir şey.
29
Gözlüklünün ilk vukuatı değil bu. Sıkıştığı ya da reklam yapmak istediği her an Ankaragücü’nü kullanır kendisi. Sorsanız Ankaraspor’unu bizim için feda etmiş, kötü giden gidişatımızı durdurmak için kendini heba etmiştir. Bir de bunlara inanan(!) abiler var tabi. Tribünden rant sağlayan hani. Yolunda abiler. Peşlerine takılanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanan; takımdan, armadan çok ceplerinin derdinde olan abiler.
O gün bir kez daha fark ettik ki biz bu direnişi senelerdir veriyoruz zaten. Kendi içimizdekilerle karşı karşıya getirilmişiz, onlara bir karşı çıkış, kendisini bir şehrin sahibi sanan belediye başkanına karşı çıkış, sisteme düzene karşı çıkış.. Boşuna demiyoruz “Ankaragücü işçinin, varoşların takımı” diye. Bizi ezmeye, görmezden gelmeye çalışan bir kesime karşı yıllardır direniyoruz. Kenarda köşede arkada kalmış sokakların takımıyız biz hani şu sevilmeyen, korkulan, itilmeye çalışılan, lüks semtlerin süper lüks binalarındaki kapıcı çocuklarıyız hepimiz. O, besili, güzel oyuncakları olan zengin çocuklara karşı direniyoruz işte. En azından satmadık, satılmadık hiçbir zaman. Farkındayız hepimiz, bize düşen her şeye direnmek zaten. Mecbur bırakılmışız biz ta en başında. Şikayetimiz yok bizim. Direnmeden kazanılmaz zafer biliriz biz. Gözlüklüye selam direnişe devam! Gezi Parkı ile başlayıp, bütün ülkeye yayılan olaylarda hükümetten korkmayan, halkın yanında olan bütün gerçek sanatçılar, direnişe katılan tüm taraftar grupları, işini hakkıyla yapan bütün medya kuruluşları, zor zamanlarda bize kapılarını açan bütün işletmeler, oteller, kafeler, tiyatro salonları; balkonlarından, pencerelerinden bize limon, süt, yiyecek veren bütün yaşlı teyzeler, amcalar ve ismini sayamadığım, tanımadığım yan yana direndiğim bütün direnişçiler ve bir de ETHEM, ABDULLAH ve MEHMET hepinize selam olsun. Fanzine
30
ŞUURSUZ MUHALEFET HAREKETİ Entel değilim. Şuursuz kelimesini tırnak içine almayacak kadar şuursuzum. Özellikle de şu son bir aydır kafa iyice gitti. Başkanla sürekli konuşuyor tartışıyoruz nasıl muhalefet edek, nerden girek diye vesair, farkına vardık ki nerden tutturursak orası bizim isyan yurdumuzdur. Taktik ve strateji arasındaki farkı buharlaştırma noktasına getirecek kadar. O derece!
Sokak taraftar grubundan bebeler 31 Mayısta Tunalı’da toplanmıştık, gece 02:00 gibi kalabalıklar tarafından kesilmiş olan caddeye ilk ateşi de biz yaktık. Alevlerin boyu bi ara 2 metreyi bulmuştu, ateşi gören yüzlerce sonra binlerce kişi orada büyük bir çember oluşturup marşlar söylemeye başladı, tezahüratlara eşlik etti, sloganlar attı. Meğer anarşi bombası koymuşuz, şarapnel parçasını yiyen anarşist oldu çıktı. O ana kadar isyan etmeyi aklından bile geçirmemiş olan insanlar, Ankaragücü tribünlerinin kendinden menkul şuursuz isyankar tutumu gibi deli bozuk hareketler edinmeye başladı. O gece ve takip eden iki gün iyi kötek yedik. Ama şuursuzuz, dayaktan anlamıyoruz, polis güzellikle anlatsa onu da anlamayız, bi daha dayak yeriz. 2 Haziran’da Kızılay dönüşü gece yarısı yorgun argın Tunalı’ya bi uğrayalım dedik, o ateş hala aynı yerde yanıyordu. Takip eden günlerde de Ankara’nın bütün caddelerinde, sokaklarında, mahallelerinde direnişe destek olduk, o ateşi hiç söndürmedik. Şuursuzluktan anlaşılacak olan şey, kelimenin içinde saklı bütün şu “olumsuz” imalardır. Sadece çapulcu ve ayyaş değil, artık ordan al götür nereye gidiyorsa (1 Mayıs’ta sloganlarımızdan ürken anarşist platformcuların suratlarını unutamıyorum, he he :D )… Spinoza başkan çıkıyor diyor ki, ulan zihin diye diye kafa bırakmadınız amk, sokacam beyninize, esas ilginç olan bedendir. Hah ağzına sağlık! Ben de onu söylüyorum işte. Bundan böyle, akıl beden üzerinde denetleyici bir konumda dahi değildir, aynı konumdadırlar, bedende ne varsa zihinde de o var. İşin özü, memlekette anarşi ve kaos ortamı var. Bilginin ve bilme tarzının devletçi-polisiye
31
kurgularındansa, bedensel karşılaşmaların, etkilenmelerin ve etki etmelerin, duyguların ve yeni sentezlerin, yeni kolektif bedenlerin zihinlerimizde ne gibi sonuçları olacağıyla ilgili bir şeyler onun söylediği… olaylar, olaylar! Ahlak polisleri (Kant, Platon felan mesela) iyi olan şeyin peşinden gitmemizi çok tavsiye etti, gitmedik, öyle her yere giremezsiniz yasak var dediler, girdik; çünkü Spinoza başkan demişti ki bize, sen zaten iyi olan şeyin peşinden gitmezsin, peşinden gittiğin şeye iyi dersin amk, bakmayın siz bu şerefsizlere. Doğru söylemişti… Yoksa ne isyanı ne devrimi… Nasıl çıkacaktı Tunalı’ya, Kızılay’a, Kennedy’ye yüz binlerce insan, polisin atarına nasıl atarlanacaktı ötekileştirilenler, sormazlar mı adama.
Ama bu polislerin cevabı hep belli, ya kategorilerden birinin içine isyanı kodlamak isterler, ya da bir çözüm bulamayınca hadi bakalım paradigma değişti derler. Artık o laftan ne anlıyorlarsa! Sorun iki üç ağaç, değişen şey paradigma değil sen hala anlamadın mı arkadaş. Bu ne idealizmdir, ne üçkâğıtçılıktır la, senin paradigman değişti diye mi biz SOKAKlara çıktık. Değişen şey zihinler değil ama duygular, ortaya çıkan şey bedenlerin yeni ortaklıkları, yeni kaygılar, yaşama dair yeni tutkular. Zihin de ancak o ölçüde değişecektir. Biz şuursuzlar (Nietzsche başkan olsa biz ahlaksızlar derdi, kafası bozuktu, sağlam adamdı) aslında tarih boyunca isyanların en önünde olduk. Misal sakallı amca 1848’de kitap yazıyor, bizi anlatıyor. İşte biz orada hiçbir sol ideolojisi dahi olmayan ama Avrupa burjuvalarının bi tarafına sokan, gücünü hayata dair zihinsel bir bakış açısından değil, ama üretim ilişkilerinden doğan bedensel kaygılardan alan, yaşamlarımızın önüne dikilen makineleri paramparça eden halkız. O ruh bütün isyanların ölçütüdür işte. İmalat-ı Harbiye’nin de. Bugünün de. Ankaragücü tribünlerine varoşlardan yürüyüşe geçen şuursuz yoksulların, ezilmişlerin, ötelenenlerin, ötekilerin ruhu. Akıl sonradan gelir, ve sonradan geldiğinde daha iyidir. Biz her gün isyan ediyoruz, ve biliyoruz ki siz de… Bedenlere sahip olduğumuz, bulunduğumuz her yerde yaşamı sürekli ürettiğimiz ve yeniden ürettiğimiz için nihayetinde hepimiz devrimciyiz. Bunun farkında olsak da olmasak da.
32
Spinoza başkanın sınırı yok, neyin kafasını yaşıyo bilmiyorum, ama şunu da eklemiş: aklı bedenler üzerinde hakim kılan bütün fikirler, nedenlerin sonuçlarla karıştırılmasından doğar. Adam doğru söylüyor beyler! Haziran’da isyanı haykıran yüz binlerce insan sokaklara döküldü, ama hiçbiri bir gün öncesinde dahi isyan etmeyi planlamamıştı. Şimdi, şu büyük halk hareketinin öncesinde mutlaka bilinçli bir plan, bir akıl olmalıdır diyenler, isyanın önünü komplo teorileriyle kapatmaya yeltenenler, kökü okyanusları aşan politik bir şuur bulup dayatmak isteyenler kim; şu partidir, bu örgüttür, kesin faiz lobisidir diye zevzeklik yapanlar kim. Uzatmıycam, aklı kim istiyor? Şuursuzluğa karşı şuuru kim istiyor. Devletin faşist, bastırıcı politikaları değilse kim amk…. Kırmızı çizgi, isyan ile devlet arasına çekilmiştir. Ama polis milleti olayları böyle ifade etmeyecektir. Devlet ile isyan arasındaki ayrımı, akademi duvarlarının arkasında bambaşka bir şeye, çeşitli felsefi ayrımlara tercüme ederler, ve aslına bakarsanız orada ikisi arasında fazla da bi fark kalmaz. Çünkü sorun teoride değil pratiktedir, isyan apartman dairelerinde, televizyonlarda değil sokaklardadır. Bu ikisi arasındaki ayrımı okullarda, kitaplarda değil ama Kızılay’da binlerce yaralının arasında anlarsınız. Kafanıza gaz bombaları yağarken Kennedy caddesinde, Dikmen’de yanıp tutuşan barikatların arkasında, Kuğulu Park’ta öldürülen doğanın ortasında, Batıkent’te Ethem’in cenazesinde. Kendi farkınızı da sokağa çıktığınızda. Biz sıradan insanlara hakaret ettiler, işte bu yüzden alayına SOKAK! Ya basta Viva la autonomia Yeter la Bastır Ankaragücü Paracomandante Marcos 33
Bizim olanı almak için SOKAKlara geldik…
Öncelikle marjinal kelimesini günümüzde bu kadar yaygınlaşmasını sağlayan kişilere teşekkür etmeliyiz. Ve herkesin sorduğu gibi nedir bu marjinal önce bunu açalım; toplumda görüş ve yaşayış biçimiyle uçlarda bulunan, çizgi dışı, aykırı (kimse). Şimdi gerçekten marjinal miyiz bu yönden ele alalım Her fırsatta dile getirdiğimiz bir olgu vardır. Ankaragücü fanatiği iseniz toplumda hep bir yadırganma ihtimaliniz vardır. Ankara’da bile Ankaragüçlü olmak zordur diye boşuna söylemiyoruz. Ankara’nın en önemli değerlerinden olmasına karşın Ankara’da üvey evlattır Ankaragücü. Yani kelime anlamıyla bu şehrin en marjinal olgusudur. Düşünün, siyasi gruplara marjinal yakıştırması yapılan bir ortama meydanlara ilk girdiğimizde o marjinal olguyu birebir yaşamıştık. Nasıl mı? 1 Mayıs kortejlerinde sağcısıyla solcusuyla kol kola girip kortejdeki yerimizi aldık, FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA sloganları atarken o uç bakışlar hep üzerimizdeydi. Evet, biz Ankaragüçlüler olarak marjinal bir grubuz ve bundan mutluyuz. Hayatın her döneminde çok farklı siyasi düşüncelerdeki insanların yan yana gelemediği bir ortamda. Biz birleştiricilikten yanaydık ve her zaman farklı düşünceler, farklı etnik kimliklerden ve farklı sınıflardan bütün insanlar yıllardır omuz omuza yürüyoruz. Ve yine meydanlara bu heyecanla indik. Örnek teşkil edecek bir yapıya sahip olmamıza rağmen aksi bakışlar üzerimizde dolanmaya devam etse de, yaptığımız her şeyden memnunuz. 34
Neden mi? Bakın kaç yıl oldu o ilk günkü gibi omuz omuza yürümeye devam ediyoruz, tek fark o zamanlar boyum kısaydı, pas parlak yüzümle biraz sırıtıyordum koca koca adamların içinde… Bu koca adamlar ile hep aynı sigarayı, aynı suyu, birayı paylaştık, hep savunduğumuz o eşitliği zaten biz maddi durumları gözetmeksizin yıllar önce sağlamış durumdaydık. Sokak bize o kadar güzel şeyler öğretti ki, bugün yine kendimize bir görev bilerek alanlara insanlara bunu anlatmaya göstermeye indik. Kısmen bunu başardık, artık insanların bizleri görünce memnuniyetlerini fotoğraf makinelerini çıkartarak göstermesi, “geldiler yine” bakışlarının ardından sloganlarımıza her fırsatta eşlik etmesi, Ankaragücü’nün gerçek yüzünü görmelerini sağladı. Gözden kaçırılmamalıdır ki, özellikle pankart ve sloganlarımızın içeriğinde hiçbir şekilde cinsellik yoktur, pankart yazılarımızın sonu ve çözüm de SOKAK deriz. Çünkü bizler her şeye rağmen yılmadan usanmadan SOKAK’ tayız… "O sıkılan su, o karanfili büyütür, çoğaltır, yurdun dört yanında çiçek açar, Abdullah olur, Ethem olur."
‘’ Bugünlerden geriye bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar için direnenler’’ İnsanların yaralandığı birçok zarar gördüğü bu Haziran sürecinde biz de onlarla beraber direndik, vurulduk, yaralandık. Öldük, dirildik ve daha da Güçlü Sokaklara döndük. Bizim olanı, bizden alınmış olanı, sokakları almaya geldik. Sabotiç 35
300 Ankara Bebesi: "Gardaş Direnmeyek mi La"
Bir Süryani, bir Kürt ve bir Türk bağ-bahçe arasında yürüyorlarmış. Suyun kenarındaki bağlardan birinde bir yemiş ağacı görüp, açlıktan zil çalan midelerini şenlendirmek için ağaca dadanışlar. Bahçenin sahibi olan efendinin kullarından biri de ağaçtaki üç kafadarı görünce hemen sopayı kaptığı gibi ağacın yanına varıvermiş. Haliyle ağaçtan yeni inmekte olan üç arkadaş birdenbire sopalıyı karşılarında bulup neye uğradıklarını şaşırmışlar. Sopalı adam önce Türk ile Kürt’ü arkalayıp Süryani’ye dönmüş ve “haydi bunlar benim din kardeşim de, ağaçtaki meyvelerden yiyorlar, sana ne oluyor be adam, ağacımıza dadanıyorsun” demiş ve sopayla Süryani’yi ölümüne dövmüş. İşini bitirince sakinleşmemiş, bu sefer birden Kürt’ü gözüne kestirerek Türk’ü arkasına almış ve “haydi bu benim soydaşım da ağaçtaki meyvelerden yiyor, sana ne oluyor be adam, ağacımıza dadanıyorsun” diyerek Kürt’ü de dövmeye başlamış. Onunla işini bitirdiğinde ise en sonunda yalnız kalan Türk’e dönmüş ve demiş ki; “ne dadanıyorsun lan ağacımıza”. Elbette ki Türk de ölümüne dayağı yemiş ve kan revan içinde yere serilmiş. Üçü de yerde uğunduğu vakit, Kürt kanlar içinde Türk’e dönerek demiş ki; “birader en başından Süryani’yi dövmesine izin vermeyecektik”. Malum Gezi Parkı direnişinin başlangıcına doğru şöyle bir dönelim; Türkiye’deki insanlar ekran başına geçtiğinde penguenleri görürken dünya televizyonlarında başıbozuk polisin “edepsizce” gaza buladığı kırmızı elbiseli kadın izleniyor. Tahammülsüz başbakan, kendi ütopik kurgusuna zeval getirebilecek her türden itiraza karşı takınmış olduğu tavrı sürdürüyor; “üç beş çapulcu”. Polisler “fırsat bu fırsat” deyip göstericilere hunharca saldırıyor. Ahali sokağa dökülüyor, gözünü hırs bürümüş iktidara ve onun mümessillerine karşı çoluk-çocuk direnmeye başlıyor. Polis “bana mısın” demiyor. Müdahalelerin şiddetini arttırdıkça arttırıyor. Derken Çarşı grubunun ve bazı kolektiflerin üyeleri polise karşı kalkan olarak halkı
36
korumaya çalışıyor. Barikatlar kuruyorlar, taşlarla-sapanlarla polisi püskürtüyorlar, bir dozeri ele geçirip TOMA’ları kovalıyorlar… 31 Mayıs akşamı Gezi Parkı’ndaki müdahaleleri ve başbakanın konuya (ve her konuya) ilişkin tahammülsüzlüğünü protesto etmek üzere Ankara ahalisi Kuğulu Park’ta toplandı. O gün Ankara, son derece heterojen kalabalığın omuz omuza attığı sloganlarla birlikte oldukça şenlikli ve heyecanlı bir şekilde direnişe katılmıştı. Fakat saatler süren haykırışların ardından gruplar parktan çekilmeye başladığında “polisin vakti” geldi çattı. Akay kavşağında başlayan sert müdahaleler, gece boyu tüm şehirde devam etti. Saçlarından çekiştirilen kadınlar, fütursuzca sağa sola saçılan biber gazı kapsülleri, coplanan delikanlılar ve o gece polisin şehirde yarattığı terör havasını soluyan “herkes”, iktidarın tahammülsüzlüğünü bilfiil kolluk şiddetine maruz kalmak yoluyla tecrübe etmiş, iktidar tarafından inatla göz ardı edilen, yok sayılan insanların “kabul görme tutkusu” böyle alevlenmişti… Çocukluğumuzda yanına yaklaşanlara anlamsızca tüküren arkadaşlarımız olurdu. Tükürüp gülerlerdi hani. Büyüdük, psikoloji-pedagoji filan okuduk da dikkat çekmeye çalıştıkları için böyle yaptıklarını sonradan öğrendik. İşte 1 Haziran sabahı Kızılay’da dolaşan polis ekipleri aynı o çocuklar gibiydi. Kendilerince stratejik olduğunu düşündükleri noktalara konumlanan polisler, yan yana dolaşan üç beş kişiye bile sorgusuz sualsiz biber gazı savurmaya, “tipini beğenmediklerini” coplamaya, en iyi ihtimalle de taciz ve tehditlerle korkutarak müdahale başlamıştı. Derken olayları duyan Ankara ahalisi birdenbire hararetlenerek “dinamit patlamadan evvel fitili kesmek” için inisiyatifi ele almaya karar verdi: “Amir, çoluğun çocuğun üstüne gaz atmasana!” Başta “anarşist” diye andığımız kara elbiseli çocuklar, yanı sıra İncesu-SeyranDikmen-Mamak “bebeleri”, üzerine Ankaragücü formasını giyinmiş gecekondu çocukları, Tunalı Hilmi Caddesi’nin bazı müdavimleri ve devlet terörüne karşı koyabilecek olan her bir Ankara genci ansızın sokağa döküldü. Halka zulmeden polislerin karşısına dikildiler, daha doğrusu kollukla kolluğun “anladığı dilden” konuşmaya başladılar. Ne biber gazı, ne portakal gazı, ne ses bombaları, ne de plastik mermiler onları durdurabildi. Güvenpark’a girişleri engellemek için Kızılay’ın dört bir yanını saran polis ekipleri, yüz binlerce kişilik kalabalığı geri püskürtmeyi başarsa dahi en ön saflarda mücadele eden, toplamda sayıları üç yüzü geçmeyen bu gençlerle başa çıkamıyordu. Başlangıçta Kızılay meydanına çıkmak şöyle dursun, protestocuların bir araya gelmelerini bile engelleyen polis ekipleri, bu Ankaralı “bebelerin” korkusuyla birdenbire geri çekilmeye başladılar. Meydana giren yollar açıldı ve polis ekipleri TBMM başta olmak üzere muhtelif devlet binalarını korumaya çekildi. Halk Güvenpark’ı ve Kızılay Meydanı’nı zapt ettiğinde “bebeler” hala polisi uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Yıllar evvel Jansen Planı gereğince sırf “barikat kurulmasın” diye olabildiğince geniş tasarlanan Atatürk Bulvarı hatlarına bile 37
onlarca barikat kurmayı başarmışlardı. Polis birbiri ardına gaz bombaları sallarken, “Ankara bebeleri” sıcak gaz kapsüllerini çıplak elleriyle tutarak bulvardaki küçük havuzlara atıyor, meydandaki ahalinin biraz olsun nefes almasını sağlıyordu. Aralarında yaralananları meydana koşuyor, tenceresiyle-tavasıyla bekleyen “teyzeleri” tarafından tedavi ediliyordu. “Bebeler”, yıllarca bilgisayar oyunlarında, fantastik düşlerinde verdikleri savaşları, bir günde deneyimler alemine aktarmışlardı. Arada sırada ön saflara, “onların” yanına gidenler, kısa süre sonra öksürükler içerisinde geri dönüyor, o gençlerin saatlerdir orada nasıl can havliyle mücadele etmeye devam edebildiklerine şaşıyordu. Hatta 300 Spartalı hikayesinin popüler Hollywood versiyonuna atıf yapan liseliler, “300 Ankara Bebesi” demişlerdi onlara. Kocaman bir orduyu dize getirmekle mükellef bir avuç cengâver misali, demokratik haklarını aradıkları için dövülen-sövülen insanlara kalkan oldular. Erdoğan’ın Afrika seyahatinde olduğu günlerde, iktidarın sözde “selim aklının” prodüktörleri bir araya gelerek, nicedir toplumsal muhalefet karşısında uyguladıkları söylemsel bir taktiğe başvurmaya karar verdiler: Şeytanileştirme… Öncelikle “polisin orantısız güç kullanımının” cüzi bir eleştirisi yapılacak, sonra protestocuların bir kısmı “sivil” ve “masum” kabul edilerek, “kamu malına zarar verenler, polise mukavemet edenler, şiddeti bir direniş tarzı olarak kullananlar” suçlanacak, bunların “provokatör” oldukları ve “kutsal düzene” zarar verdikleri kadar “masum protestocular” ile “eylemlerin meşruiyetine” de zarar verdikleri deklare edilecekti. Önceleri cılız bir tesire sahip olan bu “söylem”, kolluk kuvvetlerinin birkaç gün süren göstermelik tevazusuyla süslendiğinde hakimiyetini arttırmaya başladı. Protestocular arasına karışan sivil polisler de ahaliyle polis arasına barikat kurmaya yeltenen “bebeleri” tartaklama lüksünü böylelikle elde ettiler. Ahalinin yüreğine “provokatörlerin oyununa gelmemek” korkusu salındıkça protestocular arasındaki çatlaklar artıyordu. İktidar da bunun her aşamasını yakından takip ederek kendi lehine kullanmaya başlamıştı. Daha sonra iktidar mümessillerinin itinayla şeytanileştirdiği “bebeler” artık alanlarda pek fazla yer bulamaz oldular. Hemen akabinde “bebeler dükkanlarımızı talan eder” korkusuyla protestocuları destekleyen, gaz maskesi, su, yiyecek dağıtan küçük burjuvalar da ansızın kepenklerini kapatarak protestoculara verdikleri desteği sona erdirdi. Kolluk bu sefer de sendikal örgütlenmeleri ve sol siyasi partileri hedef gösterdi. Polis ekipleri protestocuları dağıtmak için sürekli olarak flama taşıyanları işaret ederek “aranızda kötü niyetli gruplar var, bize saldıracaklar, dağılın” anonsları yapmaya başladılar. Nihayet televizyon kanalları polisin “orantısız güç kullanımının” sözde eleştirisinden “marjinal grupların zavallı polislere neler ettiğinin” hikayelerini yazma aşamasına geçtiğinde, protestolarda ortaya çıkan şiddetin sorumlusu olarak halen bu “marjinal gruplara” olanak tanıyan “eylemciler” işaret edilir oldu. Ankara’da Kızılay Meydanı 38
çoktan polisin eline geçmiş, her bir toplanma, basın açıklaması, ahali reaksiyonu ve hatta Güvenpark’taki kitap okuma eylemleri dahi yine tahammülsüz ve sert müdahalelerle bertaraf edilmişti. Kızılay’daki hakimiyetini pekiştiren kolluk kuvvetleri, bu sefer Kennedy Caddesi’nde toplanan insanlara “trafiği kapatıyorsunuz, esnafı rahatsız ediyorsunuz” gibi gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya, sonra da canları her sıkıldığında Kuğulupark’a giderek afiş, poster, yazılama ve çadırların kaldırılması için tehditler savurmaya başlamıştı. “Orantısız güç” retoriği sona erdiğinde, başıbozukluklarının meşruiyetini yeniden tahsis eden polisler intikam operasyonlarını ahali üzerinde gerçekleştirirken, ortaya çıkan şiddetin sorumlusu olarak da bizzat protestocular gösterilecekti. Özetle, Ankara’da öncelikle polis şiddetine tepkisel olarak cevap veren “bebelerin”, sonrasında kim olduğunu bilmediğimiz “marjinal grupların”, sonra sol kolektifler ve siyasi partilerin, daha sonra protestocuların ve en son bizzat protesto fiiliyatının kendisinin, iktidar tarafından sırayla kriminalize edildiğini gördük. “Bebeler” aradan çekildiğinde, bir süre için “dinlenmiş olan” polis ekipleri, yeniden tüm enerjileriyle halka hunharca saldırmaya devam ettiler [1]. İstanbul’da Gezi Parkı’na yapılan insanlık dışı müdahalenin ertesi günü, Ankara’da polis kurşunuyla hayata gözlerini yuman Ethem Sarısülük’ün cenazesi için Kızılay Meydanı’nda toplanan insanlar olarak yine polisin tahammülsüz saldırılarına maruz kaldık. Çok sayıda insan gözaltına alındı, polisin hedef alarak on metre uzaklıktan sıktığı gaz kapsülü kafasına isabet eden yirmi yaşındaki bir öğrenci daha hayati tehlikeyle hastaneye kaldırıldı. Protestocular olarak ses bombaları ve tazyikli suya bir ölçüde dayanabilsek de, biber gazı ve copların yarattığı panikle dağıldık. Gözaltı tedirginliği içerisinde saklandığımız kuyulardan birinde, araştırma görevlisi bir arkadaşımla karşılaştım. Gömleği yırtılmış ve dudağı patlamıştı. Beni gördüğünde kafasını kaldırıp “hata ettik” dedi: “O ilk günlerdeki 300 bebe vardı ya, onları kriminalize etmelerine en başından izin vermeyecektik”. [1]Nitekim Ankara üzerinde uygulanan tüm bu taktikler bilfiil İstanbul’da da tekrar edilmiştir: Başbakan sözde “alçakgönüllülüğünü” göstererek Gezi Parkı inisiyatifinden insanlarla görüştüğü günlerde, Taksim Meydanı’na çıkan barikatlar çoktan yıkılmış, AKM’ye asılan -başbakanın “paçavra” dediği- pankart ve levhalar kaldırılmış, çatışmalar ve müdahalelerin sorumluları olarak da yine kim olduğunu bilmediğimiz marjinaller hedef gösterilmiştir. Sonrasında Gezi Parkı son derece sert müdahalelerle boşaltılmış hatta Ankara’dakilere ek olarak bir de eli sopalı paramiliter gruplar “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarıyla sokağa salınmıştır. Yasin Durak Bu yazı 25 Haziran 2013 tarihinde Birikim Dergisi’nde yayınlanmıştır.
39
Bir Provokatörden Mektup
Sözüm sana polise çiçek veren. Sana bir anımı anlatacağım, iyi oku! Güneşli bir gün. Nice memleketlerde çimlerde bir ağacın gölgesinde oturmuş keyif yapıyor insanlar. Bizimkiler o gölge için isyanda, direniyor. Memleketin Ankara'sında Sakarya Caddesi'nden Yüksel'e yürüyoruz. Yüksel'in tam ortasında bir yağmur başlıyor. Bu yağmur gaz çıkartıyor. Gaz ciğerimize doluyor. Cadde üzerinde bir büfenin arkasına sığınıyoruz. Yağmuru dinliyoruz. Bu seferki hiç romantik değil! Bunu romantik bulmayan diğer üç beş çapulcu kaçışıyor. Keyfini çıkarmak isteyen iyimser polis yakalamaya çalışıyor anı. Sevimli polis anlam veremiyor kaçanlara. Kibarca soruyor neden kaçtıklarını. Olumsuz cevap aldığında kızıyor haliyle. Coplarıyla biraz dürtüyor o karamsarları. Karamsarlar ağlıyor, kaçırdıkları o güzelliğin ardından. Korkuyorum, çok korkuyorum beni de dürterler diye. Titriyorum, çok titriyorum. Büfeci dayanamıyor ve alıyor beni içeri, ardımdan arkadaşımı, ardımızdan diğerini. Titriyorum, tıpkı şu an bu mektubu yazarkenki gibi. Polis anlam veremiyor yine, "Su çok güzel gelsenize" demeye içeri giriyor. İlk önce bana soruyor copu havada. Gözlerinde nefret, gözlerimde korku... Hayatımın
40
en uzun bakışmasını yaşıyorum. Gözlerinde nefret, gözlerimde korku. Böceğe dönüşüyorum o an, elinde terlikle beni ezmek isteyen o sevecene bakarken. Uzuyor o an, aklımdan gitmiyor. Bırakmıyor peşimi. Uykularım bile ev sahibi. Vazgeçiyor bana vurmaktan, hayattan ikinci bir şans koparır gibi. Yanımda arkadaşım. Polis başlıyor onu nazikçe dürtmeye. Kanıyor kafası, sırtı, kalbim. "Vurma" diyor, "Lütfen vurma". Ben kararlı, yağmurdan nefret eden, siniyorum köşeye. Titriyorum, çok titriyorum. Bitmiyor o dürtmeler. Diğer arkadaşımın aklı bende, dürtülende, yağmurda, hayatta, özgürlükte. Başlıyor üç sevimli polis iki arkadaşımı nazikçe uyardıktan sonra dövmeye. Büfeden dışarı çıkıyorlar. Yağmur yağıyor. Yağmur gaz çıkartıyor. Arkadaşlarımın sesleri var şimdi yanımda. "Yeter" diyorlar, "Yeter vurma!". Tanımadığım bir kadın sesi eşlik ediyor onlara, "Ben size ne yaptım?"! Elimdeki suyu içemiyorum, nefes alamıyorum, arkadaşlarım dışarıda, sesleri bana eşlik ediyor. Ellerim terliyor tıpkı şu an bu mektubu yazarkenki gibi. Sevmiyorum yağmuru, dinsin artık. Bir köşeye büzülüyorum, sesler ve ben. Ruhum beni terkediyor, ruhum seslerle birlikte yağmura karışıyor. Yalnızım şimdi ve arkadaşlarım orada ölecekler eminim. Nasıl bir karamsarlıktır, yağmura lanet ediyorum. Sesler beni yalnız bırakıyor. Yalnızım. Ruhsuzum. Cansız bedenin son çırpınışları kadar titriyorum. Ağlayamıyorum. Ruhsuzum. İki cansız beden giriyor içeri, ruhsuz, yağmura lanet eden. Bunlar benim arkadaşlarım. Korkmuş fakat kararlı gözleri eşlik ediyor bana. Ruhlarımız asılı; bu evrenin bir paralelinde bir ağacın gölgesinde. Üç beden, arkadaşlarımınkini takip ediyor. Altı ceset, dört büfeci, bir büfe, çok polis. Polisler çok yakınımızda. Duvarın arkasında "Öldür, öldür" diye bağırıyorlar. Yere düşen kovan sesleri hala aklımda. Ölen benim, ölen altımız, ölen hepimiz; tüm direnenler. Arada bir kopukluk var hatırlamıyorum. Tiz bir uğultu kulaklarımda, gözlerim meyve sularında. Onlar iyimser. Onlar sahici. Ben provakatör. Altı kişi istiflenmiş bekliyoruz dört metrekarelik alanda. Bir paket Muratti, beş kutu karışık meyve suyu, bir Snickers, bir paket Parliament, çokça nefret satın alıyorlar. Ben çaresiz, köşede büzülmüş, bolca gaz solumuş... Dünyanın sesini kapatıp, polislerinkini açmışlar gibi, onları duyuyorum yalnızca. Biz çaresiz, ölümümüz bu dört metrekare içinde olacak. Ağlıyorum, çok ağlıyorum. Altı kişinin içinde
41
en şanslımız en son gelen. Önemli bir babaya sahip. Hepimizin babası önemli ama onunki en önemli. "Birazdan beni almaya gelecek" diyor. "Hepimiz kurtulacağız buradan". Bir buçuk yıl mıydı, yoksa bir buçuk saat mi hatırlamıyorum. Baba geliyor. Oğlunu ve onun kız arkadaşını alıp gidiyor. Dört kişi kalıyoruz. Polisler sevinçli. Dört oyuncak, sekiz ayak üzerinde onlara doğru yürüyor. Dört kafa, sekiz bacak, sekiz kol, kırk parmak, sekiz lob (hani popoda olanlardan). Ben kadınım diye bana vurmayı etik bulmuyorlar. Bana vurmuyorlar çünkü sağlam loblara dokunmak istiyorlar. Bana vurmuyorlar çünkü bedenim kırılgan ama ruhum sapasağlam(!) Bana vurmuyorlar çünkü etik değil. Keşke coplasalar diyorum, bedenimdeki darp izlerimi görebilirler ama ruhumdakileri asla. İltifatlarla şımartıyorlar beni. Ağlıyorum, çok ağlıyorum. Mutluluktan olsa gerek, hep oyuncak bir bebek olmak isterdim. Beni başka bir polise teslim ediyorlar. Ben gencim, o benden de genç. "Sen kızsın ya sana vuramam" diyor. Yine dayaktan yırtıyorum ama çok da şanslı hissetmiyorum. "Benden neden nefret ediyorsun?" gibi çok özel bir soru soruyor. "Ben bir şey yapmadım" diyorum. "Neden taş attın?" diyor. "Ben bir şey yapmadım" diyorum. Evimin yerini ve koşup koşamayacağımı soruyor. Ya insafa gelmişliğinden ya da umut verip sinirlerimi laçka etmek istediğinden. "Bilmiyorum" diyorum. Ne var ki diğer polisler görüş alanımıza giriyor ve kaçış planı bununla birlikte yok oluyor. "Eğil ve acı çekiyormuş gibi yap" diyor. Acı çekiyorum, bunu göremiyor. Sıra halinde dizilmiş polisler arasından geçiyoruz. Anneme olan ihtiyacımı anlamış olsa gerek taklidimi yapıyor içlerinden biri. Belli ki bunu beni güldürmek için yapıyor. Alınmıyorum(!) Çeşitli cesaretlendirici sözler eşliğinde arabaya biniyorum. Sonrası gözaltı... Orada başkalarının hikayelerini dinleyince yaşadıklarıma şükrediyorum. Ne yalnızım ne de kötü durumdayım... Yani sözüm o ki; polis aslında bizlerin iyiliğini istiyor, taş atansa kışkırtmayı(!) Pis taş atan, kaka taş atan. Yağmur yağıyor, şu an, metafor olmayan. Ve yağmuru seven ben artık onun sesinden korkuyorum... Bir daha düşün polise çiçek veren ki bahsi geçen şahıs taş kaldırmadı yerden.
Bir provokatör
42
Direnişte anne olmak İki kızım var biri 12 yaşında biri 20 yaşında. Ankaragücü taraftarı olarak büyüttük ikisini de. Daha yürümezken omzumuzda taşıdık maçlara, büyüdüler akılları erdi, önce tuttukları takıma karşı yapılan haksızlıklara direndiler. Arkalarında olduk haklı oldukları için daha sonra birilerinin deyimiyle 3-5 ağaç bizim için ise bir hak direnişi olan eylemlere duyarsız kalmamaya karar verdiler. Ben de anne olarak arkalarında olduğumu söyledim. Beraber meydanlara indik. Bu yaşıma kadar hep polisi devlet düzenini kanunu yasayı önde tutan ben, meydalarda gençlere yapılanları gördüm, oysa ilk gün o kadar masum istekleri vardı ki hepsinin. Devletin onları dinlemeye hiç niyeti olmadığını da gördüm. Daha düne kadar apolitik dediğimiz ellerinde cep telefonu düşmeyen çocuklar bu sefer farklı bir dünyanın kapılarını açıyorlardı bizlere, iyi de yaptılar. Çünkü bizim yaşımızdaki insanlar darbeleri görmüş, vesayetler altında yetişmişti. Hep korkuttular bizi askeri darbe-sivil darbe diyerek. Büyük bir korku imparatorluğu kurdular üzerimizde. Bu çocuklar bize özgürlük kapısını açtılar ve biz o kapıdan girdiğimizde korku eşiğini aşmış olduk. Polisle sadece maçlarda karşı karşıya geldiğimizde korku duyarak bağırdık, çağırdık, küfrettik ama hep korktuk alınmaktan fişlenmekten dayak yemekten. Bugünden sonra o korkumuz da kalmadı, ben bunu bu eylemlerde gördüm .Çocuğum barikata giderken dönüp bize polis alırsa ne olur dediğinde alınacaksan siciline işleyeceklerse tek bu olsun diye uğurladık gururla. Çünkü bu çocuklar özgürlükleri için direniyorlardı, engel olmak devletin onların üzerine kursuğu faşist düzene anne baba olarak dahil olmaktı. Bu eylemler birbirimizi daha iyi anlamamıza sebep oldu. Haklarını aramalarını yaptıkları işlerin fikirlerinin arkalarında olmayı biz öğrettik onlara. Şimdi öğrettiklerimizi uygularken görüyoruz hepsini. Bir değil bin çocuğum vardı benim o meydanda. Hepsi için ayrı ayrı endişelendim korktum, üzüldüm, mutlu oldum, gururlandım. Kendileri için söylenenlere inat, bu nesil bir şahane. Gururla büyüyorlar şimdi. Susmadık, susmayacağız diyorlar. Ezilenle beraber olmayı çıkarları için değil düşünceleri için savaşmayı öğreniyorlar, bedel ödemeyi göze alıyorlar. Hepimizden daha cesurlar. Orantısız olarak kullandığınız zekanıza, espri anlayışınıza, mücadelenize sağlık çocuklar. İyi ki varsınız. Zeytin
43
Franz Kafka’da “Adalet” Kavramı ve Gezi “Ben adaletin ne anlama geldiğini, kime hizmet ettiğini anlamış değilim ” Franz Kafka Joseph K, “bir sabah ansızın evinden alınıp tutuklanır”, neyle suçlandığını bilemez, niçin tutuklandığını bildireni olmaz. İçinde bulunduğu durumu düşünür fakat hiçbir neden bulamaz bildiği kadarıyla işlediği bir suç yoktur. Fakat sorgulama esnasında öyle bir noktaya gelir ki, anlamsız bir savunmaya durumuyla baş başa kalır. Başlangıçta tutuklanma nedenini merak etse de zamanla bu durumun anlamsızlığını ister istemez kabul etmeye başlar. Gerçekte, K.'nın tutuklandığını öğrenmesi, zaten toplum içinde tutuklu olmuş olmasının farkına varmasından başka bir şey de değildir. Kısaca, cezalandırılan cezanın nedenini bilmez. Ve cezanın saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki, suçlanan kişi huzura kavuşabilmek için cezasına bir doğrulama bulmak ister: Ceza suçu arar?
Yazınsal yönünün dışında aynı zamanda bir hukuk adamıdır Franz Kafka ve ona göre iktidar adaletsizdir. Çünkü insanın en başta ruhunu esir alırken, özgürlüğünden yoksun kılar. Kafka’da bireyin özgürlüğü, geçen zaman içersinde asla iyiye gitmez. O insanın boyun eğen konumunun, gücün el ve biçim değiştirmelerin karşısında, hiç değişmediğini düşünür. Gerek hukukta gerekse hukukun varmak istediği amaç olarak adalette içten içe sinsi bir çöküşün yaşandığı konusunda okuyucusunu uyarmak ister belki de… Kafka’da hukuk olgusu görünmeyen bir otoritenin elindedir. Her alandan soyutlamıştır kendini. Birey adalete dair bir bilgiye sahip değildir. Böyle bir bilgi vermeyen otorite, bireye bilgiye ulaşma şansı da vermez. Adalet sorunu Kafka’da sadece toplumsal değil, küresel bir sorundur. Dünyanın her noktası aynı adaletsizlikle karşı karşıyadır. Siyasi bir iddia olarak insan hakları adil dünya düzeni 44 44
için yeterli değildir. Bu durum karşısında insanlar, haklarını ve özgürlüklerini benimsemedikçe, sahip çıkmadıkça halklar diktatörlerin elinde oyuncak olacaktır. Böylesi bir adalet “her geçen gün insanlık için var olan bir mekanizmadan çok, insanlığın kanını emen, insanın içinde yaşadığı dünyayı soyutlayıp bir hapishaneye çevirip, insanlığı oraya buraya hapseden, insansız ve insani vasfı olmayan canavarımsı bir makineye dönüşmektedir”. Peki, bugün neler yaşanıyor? İçinde bulunduğumuz zaman dilimi için ne açıklar Kafka söylemi?
Hiç şüphe yok ki yaşadığımız bugünkü süreci özetlemiş sanki Kafka. Bir sabah ansızın evinden alınan insanlar, sonra yargının verdiği karar ile hüküm giyenler. Çok uzak değil öyle yakın zamanda oldu ki bunlar ve hala yaşanmakta. Herkesin gözünde katledilen insanlar var hem de görüntülerle sabit. Fakat bir ceza yaptırımı yok aynı yargı derin bir sessizliğe gömülüyor. İnsanlar özgürlükleri için mücadele verirken büyük bir kibir ve canavarımsı bir makine tarafından cezalandırılıyor. Haklarını ararken dev bir yalan makinesi tarafından susturulmaya çalışılıyorlar, işkence görüyorlar sözlü fiziksel her anlamda. Öylesine bir haksızlık var ki haksızlık bir yeden sonra haklılığın karakter özelliklerini taşımaya başlıyor. Ama bu süreçte güzel olan şeylerde var; özgürlük için alanlara indiğimizde, yaşamım boyunca görmediğim bir direniş ve yardımlaşma vardı. Ziya Gökalp’te, Meşrutiyette, Dikmende Tuzluçayır’daydık, İstanbul, İzmir, Adana, Dersim yurdun dört bir yanındaydık, her yerdeydik ve “her Taksim her yer direniş dedik” farklı fraksiyonlar omuz omuza, yan yanaydı bu anı görmek kelimelerle anlatılabilecek gibi değil… Ama bunlarda medya, iktidar tarafından kendilerince yorumlandı. Yalan yanlış yerlere çekildi. Bu noktada Brecht’in sözleri geliyor akıla: “Gerçeği bilmeyen sadece aptaldır. Fakat gerçeği bilen ve ona yalan diyen, suçludur, canidir.” Mustafa B. 45
Başkent Takımları(5): Ajax: Kimin Takımı? Bu sayıdaki başkent takımı olarak Hollanda'nın başkenti Amsterdam'ın ünlü takımı Ajax'ı tanıtmak istedim. Ajax 1900 yılında tam adı "Amsterdamsche Football Club Ajax" ya da kısaca AFC Ajax olarak kuruldu. Ajax adını ambleminde de yer alan Yunan mitolojisindeki Ajax adlı karakterden alıyor. Ajax savaşta Troyalılara karşı Yunanlılar tarafında yer alıyor. Aşil ya da Achilleus ve Odysseus ile birlikte Homer'in İlyada destanının en önemli savaşçı kahramanlarından. İlyada'da Hektor ile pek çok kez gerek savaş meydanında gerekse düelloda karşı karşıya geliyor. Düellolar eşitlikle sonuçlanıyor. Savaşın sonunda Aşil, Paris tarifından 'aşil tendonuna' atılan bir ok ile öldürülünce, Aşil'in mucizevi zırhında Odysseus ile birlikte hak iddia ediyor. İkili arasındaki düello da eşitlikle sonuçlanınca, hakem heyeti konumundaki konsülün verdiği kararla zırh Odysseus'a verilliyor. Buna içerlenen ve sinirlenen Ajax, İlyada'ya göre kılıcının üstüne düşerek, Sofokles'in Ajax oyununa göre ise intihar ederek ölüyor. Ajax'ın başarılarına pek çoğumuz aşikarız ama yine de derli toplu bir daha tekrarlayalım. 1955'te Hollanda'da futbolun profesyonelleşmesine kadar da birçok ulusal şampiyonlukları mevcuttur. 1955'ten bugüne kadar ise Hollanda Birinci Ligi'nde (Eredvisie) 24 defa ile en çok şampiyon olma başarısını göstermiş. Ajax'ı 18 şampiyonluk ile PSV ve 9 şampiyonlukla Feyenoord takip ediyor. Profesyonel futbola geçiş öncesinde şampiyon olan takımlar arasındaki çeşitlilik yerini üç takımın egemenliğine bırakıyor. Bu nedenle Hollanda ligi de Türkiye ligi gibi rekabetin sınırlı olduğu ve Ajax, PSV ve Feyenoord arasında gidip gelen bir lig. Bu üç takım dışında şampiyon olabilen diğer takımlar ise: iki kez ile AZ Alkmaar ve birer kez ile Sparta Rotterdam, FC Twene, DWS ve DOS. Ajax'ın ilk altın yılları 1960'ların ortasındaki Johan Cruyff'lu yıllara denk geliyor. 1967'de 122 golle rekor kırarak şampiyon olduklarında bu gollerin 33'ü Cruyff'tan geliyordu. 1969'da ilk Şampiyon Kulüpler kupası finalinde AC Milan'a kaybediyorlardı. Fakat 1971'de kupayı Panathinaikos'u 2:0 ile 1972'de Inter'i 2:0 ile, 1973'te de Juventus'u 1:0 ile geçerek kazanıyorlardı. Ayrıca 1971 ve 1972'de lig, 197'de kupa ve 1972'de de Kıtalararası Kulüpler şampiyonluğunu kazanıyorlardı. 1973'te Cruyff'un Barcelona'ya gitmesiyle birlikte bu altın dönemin sonu da gelmiş oluyordu. Fakat bu dönemin bir başka yansıması Hollanda'nın milli takım olarak Dünya futbolu sahnesine çıkmasıyla devam etti. İlk olarak 1974'te Batı Almanya'da ve akabinde de 1978'de Arjantin'de düzenlenen FIFA Dünya Kupalarında finale kadar yüksen Hollanda, her iki finalde de ev sahibi takımlara 2:1 ve 3:1'lik skorlarla kaybetmiştir. 2012 finalinde yine İspanya'ya karşı olan 1:0'lık yenilgi ile de birçoklarına göre Dünya Kupası'nı kazanamayan en iyi takım olmaya devam etmektedirler. Ajax'ın ikinci parlak dönemi ise yine Cruyff'la ama bu kez takıma teknik direktör olarak geri dönmesiyle başlıyor. Van Başten'li, Frank Rijkaard'li ve Dennis Bergkamp'li Ajax Hollanda liginde PSV'ye Van Basten'in 37 golüne rağmen geçilse de 1985'te Kupa Galipleri Kupası (bu kupa 1999'da fesh edildi) finalinde o zamanın D. Almanya takımı Lokomotif Leipzig'i 1:0 ile geçip şampiyon olabilmişti. Gelecek sene 46
yine finalde Ajax vardı, ancak bu sefer Belçika takımı Mechelen'e 1:0 yenilerek bir anlamda ikinci Cruyff dönemini kapatıyordu. Fakat Ajax'in bu çıkışı da milli takım düzeyinde etkisini gösterecekti. Hollanda'ya 1988'de Batı Almanya'da yapılan UEFA Avrupa Şampiyonası'nda Gullit'li, Van Basten'li, Rijkaard'lı Hollanda, Dassaev'li, Mykhaylychenko'lu, Protasov'lu grup maçlarında 1:0 yenildiği efsane Sovyetler Birliği milli takımıni 2:0 ile geçerek tarihinin milli takımlar düzeyindeki ilk önemli kupasını kazanacaktı. Buraya konuyla alakası sınırlı bir parantez açıp UEFA'nın 1988'in en iyi ilk onbirine final oynayan Sovyetler Birliği takımından tek bir oyuncuyu dahi koymadığını da belirtelim. Van Basten ve Rijkaard ikilisinin Gullit ile beraber Milan yolunu tutmasının ardından Ajax'ı taşıyan bir başka efsane Dennis Bergkamp olmuştur. 1992'de Louis van Gaal'in yönetiminde o zamanlar iki maç üzerinden oynanan UEFA Kupası final serilerinde Torino'yu 2:2 ve 0:0 ile geçerek kupayı kazanmayı başarmıştır. 1995'te ise takıma geri dönen Rijkaard'lı, Finli golcü Litmanen'li, yıldızı yeni parlamaya başlayan Seedorf'lu ve sonradan girip karşılaşmanın tek golünü atan Patrick Kluivert'lı kadrosuyla yine bir başka efsaneyi AC Milan'ı 1:0 ile geçip Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanmayı başarmıştır. Aynı sene Kıtalararası Kupa'yı bir kez daha kazanmış, 1996'daki Şampiyonlar Ligi finalinde ise Juventus'a karşı kaybetmiştir. Bu tarihten sonra ise bilindik bir Ajax geleneği olarak yıldızlarını satmış ve altyapı destekli yeni bir takım kurmak yoluna gitmiştir. Özellikle Hollanda liginde yeniden çıkışa geçmiş ve son üç yılın şampiyonluklarını kazanmıştır. Ajax'ın altyapısına önem vermesi ve bu konudaki örnek takım olması kuşkusuz pek çoğumuzun bildiği bir durum. Altyapıdan başlayarak uluslararası üne sahip olan futbolculardan bazıları şunlardır: Cruyff, Van der Sar, Bergkamp, Kluivert, Van Başten, Van der Vaart, Babel, Sneijder gibi futbolcuları sayabiliriz. 2000'li yılların başından itibaren ise Güney Afrika'da, İspanya'da, Brezilya'da (iki tane), Çin'de ve Slovakya'da pilot takımlar kurmaya başlamıştır. Taraftarlarına gelince, asıl ilginç mesele de burada başlıyor. Hollanda da II. Dünya Savaşı esnasındaki Yahudi Soykırımına kadar, pek çok Batı Avrupa ülkesi gibi Yahudi nüfusunun fazla olduğu ülkelerden biri. II. Dünya Savaşında Nazi Almanya'sınca işgali esnasında Yahudi nüfusunun neredeyse %90'i (140.000) çeşitli yerlerdeki toplama kamplarında katledilmiştir. Ajax da Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Amsterdam'ın Doğu tarafında kurulmuştur. Şu an kullanmakta olduğu Amsterdam Arena'dan önceki stadı olan De Meer stadının bulunduğu mahalle de Yahudi nüfusun yoğun yaşadığı mahallenin sınırındaydı. Bu sebeple Ajax, Londra'nın Tottenham'ı kadar olmasa da Yahudilerin etkin olduğu bir kulüptü. 1940'lardaki Nazi işgal yıllarında ise Nazilerce Yahudi kökenli futbolcular ve yöneticiler takımdan uzaklaştırılmıştır. Bu ve diger Nazilerle yapılan işbirliğinin getirdiği suçluluk duygusuyla Yahudilerin pek etkin olduğu bir kulüp olmamasına rağmen Yahudi kulübü imajının da buna bağlı olarak savaş sonrası dönemde ortaya çıktığı iddia edilmekte (Küper 2003 aktaran Thomas 2013).
47
Gerçekten de kulübün taraftarlarının kendileri için kullandıkları takma adın da “de Joden” (“de Yoden” okunur, Yahudiler) olması bunun örneği. Ancak, bu takma ismin ortaya çıkışı de ilginç. 1970'li yıllarda, Ajax ve Cruyff efsanesinin Hollanda ve Avrupa futboluna egemen olduğu dönemde, rakip taraftarların, özellikle de Feyenoord taraftarlarının Ajaxlı taraftarları kızdırmak için 'Yahudi' diye tezahürat etmesi ile başlıyor. Belli bir kimliği hakaret olarak algılamak ve hakir görmek olan bu ayrımcı söylemi yakın tarihimizdeki “çok afedersiniz Rum diyorlar!” sözünden de anımsayabilirsiniz. Yine şu an yaşayarak tanıklık ettiğimiz direniş tarihimizden örnekle hakeret maksatlı kullanılan bu hitabı “çapulcular” örneğinde olduğu gibi taraftarlar arasında Yahudi olanlar hiç de çok olmamasına rağmen bu kimliğin sahiplenilmesi söz konusu. Bu sahiplenme öyle bir hal alıyor ki, Ajax maçlarında İsrail bayraklarının açılmasına, rakip taraftarların da Yahudilerin katledildiği gaz odalarındaki gaz sesini taklit eden “hissss!” sesini çıkarması ile farklı bir boyut kazanıyor. 2000'li yıllarda Feyenoord ile Ajax karşılaşması sonrasında çıkan olaylarda bir taraftarın ölmesi, toplum genelinde artan ve statlarda ırkçı tezahüratlar olarak ortaya çıkan ırkçılık üzerine, kulüp yönetimi bu imajın değiştirilmesi gerektiğine karar veriyor. Gerekçe ise bu kimliğin antisemitik sloganları beslemesi. Alternatif olarak “Joden” yerine “Goden” (Tanrılar) ve bundan esinle de 'tanrının çocukları' öneriliyor. Ancak tabii bu indirgemeci talep taraftarlar arasında tepki çekiyor. Zira Yahudilik artık bir taraftar kimliğine dönüşmüş durumdadır. “Ajaxliyim, Yahudiyim!” demek taraftarlık kimliğinin bir parçası ve bu her alana işlemiş durumda. Taraftar gruplarının amblemlerindeki Davut yıldızı birçok taraftarca dövme olarak da vücutlarına işlenmiş durumda. Yaşlı bir taraftarın dediği gibi antisemtik tezahüratta bulunanları engellemek yerine, bu söylem olmasın diye bir takımın taraftar kimliğini değiştirmek daha kolaycı bir çözüm gibi sunuluyor. 2005'te Hollanda Futbol Federasyonu statlarda etnik ve dini simgeler ile ceşitli ırkçı ve cinsiyetçi söylemleri yasaklıyor. Fakat genç bir taraftarın dediği gibi “Bu 30 senedir kimliğimizin bir parçası haline gelmiş. Bunu bir çırpıda değiştiremezsiniz!” deliValdez 48
Sinemada Futbol: The Damned United Brian Clough... Avrupa'nın en büyük kupasını -yoktan var ettiği- Nottingham Forest ile iki kez üst üste kazanma başarısını gösteren bir teknik adam. Derby County'yi sıfırdan alıp beş sezonda İngiltere 1. Ligi'nin zirvesine yerleştirebilen bir futbol dehası. 2004 yılının eylül ayında hayata gözlerini yuman Clough'un ardınan 2006 yılında yayımlanan David Peace'in "The Damned United" isimli kitabın ardından 2009 yılında da aynı isimli film vizyona girmişti. Filmde Brian Clough'un Derby County ve Leeds United maceraları anlatılıyor; fakat kronolojik bir sıra izlenmeden. Hikayenin biri nasıl başarılı bir teknik direktör olunur; biri ise nasıl başarısız bir teknik direktör olunur sorularının cevabını veriyor. Clough idealist, cesur, mağrur ve dik başlı bir teknik direktör olarak kurgulanmış. Tabi ki neredeyse her an yanında yer alan ve iyi bir gözlemci(scout) olan Peter Taylor'la beraber. Film 1974 Dünya Kupası'nda başarısız bir sonuç alarak elenen İngiltere milli takımının başına getirilen Don Revie'nin imzasıyla başlıyor. Leeds United takımında Revie'den boşalan koltuğa getirilen isim Brian Clough'tan başkası değil. Takımın başına gelir gelmez devrim niteliğinde kararlar alan Clough, 44 gün sürecek olan Leeds United macerasına adım atmış oluyor. Bir anda tarih 1968 yılını gösteriyor... 2. Ligin son sıralarında mücadele eden Derby County kupada 1. Ligin zirvesindeki Leeds United'ı ağırlayacak. Bu ağırlamanın kusursuz olmasını isteyen Clough günler önceden kulüpte hazırlıkların başlaması için uğraş veriyor. Ancak maç günü gelip çattığında şu çok bellidir: Brian'ın yaptığı hazırlıklar boşa gitmiştir. Ayrıca hakemler tarafından kollanan Leeds rahat bir galibiyet almıştır. Aynı sezonun sonunda dipten zirveye yükselen Derby County ikinci ligde şampiyonluk ipini göğüsler ve hikaye başlar... Tom Hooper'ın yönettiği filmde Brian Clough'u Galli aktör Michael Sheen canlandırıyor. Film 60'ların ve 70'lerin atmosferini başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarıyor. Ayrıca İngiltere'nin Kuzeyinin kasvetli havası ile Güneyinin nispeten sıcak havası arasındaki farka da filmde zaman zaman vurgu yapılıyor. Film, maç öncesi soyunma odalarında, antrenman sahalarında sigara içerken beyaz perdeye aktarılan futbolcular vasıtasıyla dönemin futbol kültürü hakkında da bize bilgi vermekten geri kalmıyor. sabırtaşı
49
Amerika'dan Futbol: Endüstriyel Sporun Beşiğinde Futbol Gecen sayıdaki Amerika'daki futbolun geçmişi ve bugününe kısaca değindikten sonra, futbolun sadece futbol olmadığının göstergelerinden biri olan taraftarlık ve taraftar grupları üzerine yazmak amacındaydım. Ancak taraftarlık örnekleri üzerinden analizlere girmeden önce sistemin yanı “endüstriyel spor”un nasıl işlediğini kısaca analiz etmekle başlamayı daha sağlıklı buldum. Geçen sayıdaki girişe kısa bir atıf yaparsak Amerika'daki futbolun da geçmişinin eskiye dayandığı ama diğer sporların yanında çok uzun süre geri planda kaldığından bahsetmiştim. Tekrar hatırlatmamız gereken futbol kulüplerinin ligde olmaları imtiyaz anlaşmalarına dayalı birer şirket olduklarıdır. A.B.D.'de “franchising” olarak yapılanmış olan profesyonel spor liglerinin ve kulüplerin ya da bu spor şirketlerinin ülkemizde yaşamakta olduğumuz endüstriyel futbolun çok çok ötesinde bir ticari yapıya büründüğüdür. Şöyle bir örnek vereyim, A.B.D.'deki profesyonel beyzbol, basketbol, hokey ve Amerikan futbol liglerindeki hiçbir takımın forma reklamı yoktur! Sebebi ise bu takımların kendi başlarına birer şirket ve marka olmalarıdır. Böyle bir yapı son yıllara kadar Barcelona'da fakat farklı nedenlerden dolayı vardı. A.B.D.'deki profesyonel futbolun ise yeni kurulması, gelirlerinin diğer liglere göre daha az olması ve belki de hali hazırdaki FIFA 'geleneğinden' dolayı forma reklamı aldıklarını görüyoruz. Ortalama seyirci sayılarına baktığımızda da A.B.D. profesyonal futbol ligi MLS'in maç başına ortalama 18.800 seyirci sayısı ile 17.000 küsürlü hokey ve basketbolun az farkla hemen üzerinde yer aldığını görüyoruz. Buna karşılık Amerikan futbolu 65.000'e (Dünyadaki profesyonel spor ligleri arasında en fazla seyirci ortalamasna sahip lig durumunda), beyzbolun ise 31.000'lere yaklaştığı görülmekte. Ancak sadece bu tabloya bakarak bir sonuca varmak yanıltıcı olabilir. Zira MLS'i diğer önemli liglerle kıyasladığımızda da Dünyada 8. sırada yer aldığını görebiliriz. İlk 5 ligten (Almanya Bundesliğa 45.180; İngiltere Premier League 34.600; İspanya La Liga 30.270; Meksika Liga MX 25.400; İtalya Serie A 23.500) sonra gelen 8 ligin seyirci sayıları 17.000 ile 19.000 arasında. Dolayısıyla seyirci sayısı bakımından MLS'in yerinin küçümsenmemesi gerekir. Tabii buraya Süper Lig'in seyirci ortalamasının 10.181 olduğunu eklersek ve Bundesliğa 2 ile İngliz Championship'in 17-19.000'lik grupta olduğunu da belirtirsek öyle MLS'e üstten bakacak bir durumumuzun olmadığı görülecektir. Peki kim bu MLS'teki seyirciler? Bir araştırmaya göre A.B.D.'de futbolun yayılma olasığının en çok olduğu bölgeler Kuzeydoğu (Washington, Philaledelphia, New York, Boston), Chicago gibi Büyük Göller yöresi, Los Angeles bölgesi, Atlanta, Houston gibi metropoller ile Kuzeybatı (Seatle, Portland) bölgesi. Bu bölgelerin ortak yanı ise Hispanik denilen birinci nesil yani doğum yeri A.B.D. olmayan Latin Amerika ve Karayipler kökenli göçmenlerin yoğun olduğu yerler olması. Öncelikle MLS'in nispeten çok geç kurulması ve dolayısıyla geciken profesyonel 50
futboldan dolayı ilk başlardaki taraftar organizasyonlarının bireysel düzeyde kaldığını söylemek mümkün. MLS ilk kurulduğunda Amerikan futbolu sahalarını kullandığı için Amerikan futbolu seyircisi de bir anlamda doğal seyirci potansiyelinin en başında geldiği düşünelebilir. Ancak genel olarak Amerikan seyircisinin birden fazla sporu takip ettiğinini söyleyebiliriz. Tabii diğer spor liglerini daha çok takip eden seyirci profesyonel futbol ile karşılaşınca ilk başta bocaladı. Bir arkadaşımın anısından aktarırsam A.B.D. futbol milli takımının 2006 Dünya Kupası öncesinde A.B.D.'deki çeşitli kentlerde yaptığı hazırlık maçlarının birinde futbolla milli takım dolayısıyla karşılaşan seyircinin American futbolu ve basketboldan esinle “Defense! Defense! Defense!” (“diifens” diye okunur, savunma) diye tezahürat yapmaları alışılmadık bir durum değildir. Amerikan futbolu seyircisinin bu şekil kısa ve monoton tempolu tezahüratları dışında en çok yaptığı şey “make some noise!” (biraz gürültü yapın!) diye stadın dev ekranından da yönlendirilerek yaptığı uğultu ve gürültüdür. Bununla rakip takımın konsantrasyonunu bozmayı amaçlar, ki seyircinin çokluğunu ve stadyum akustiğini de göz önüne aldığınıza etkili de olur. Bir diğer sık duyabileceğim slogan kalıbı da “Let's go [falanca takım]!” (Haydi bastır! şeklinde adapte edebiliriz) şeklindedir. Pankartların da “futbol Zort TV'de izlenir!” şeklinde olanları olduğu gibi yaratıcı olanlarına da rastlamak mümkün. Tribün şovlarının da daha çok bireysel olduğunu da söyleyebiliriz. Örnek olarak, ilginç kıyafetler giymek vs.
Tüm bunları bunları küçümsemek adına değil fakat diğer sporlardaki tezahürat pratiklerinin nasıl farklı olduğunu belirtmek için yazıyorum. Zira futbol kültüründe tezahürat ve pankartların önemini sanıyorum hepimiz teslim ederiz. Buradaki sporlarda genel olarak verilen mesaj “eğlenmek”, “iyi vakit geçirmek”, “verdiği paranın hakkını almak” vb. bugünün endüstriyel futbolunun övdüğü değerler. Tek bir istisna takım dışında profesyonel sporlardaki takımlar 300.000'den yüksek nüfuslu metropol bölgelerine kurulmakta. Lig sistemi “imtiyaz” şeklinde ve küme düşmenin olmadığı göz önüne alındığında bu metropol bölgeleri dışında oturanların kendi yerel ligde mücadele eden takımı yerine kendisine coğrafi ya da temsili olarak en yakın takımı desteklediğini görmekteyiz. Tabii bu imtiyazı alıp lige katılmak için hem 51
“imtiyaz” yani katılım bedelini ödemek, hem de “şirketin” ilgi çekeceğinin yanı bilet, ürün. vs. satıp ticari olarak karlı olabileceğinin fizibilitesi yapılması gerekiyor. Haliyle katılım ücretleri lig ve spor dallarına göre TV, seyirci, ürün vs. gelirlere bağlı olarak farklılık göstermekte. Mesela Amerikan Futbolu ligine girişi için en son ödenen ücret 700 milyon Dolar, NBA için 300 milyon Dolar, Beyzbol ligi MLB için 130 milyon Dolar, ve hokey ligi NHL için 80 milyon Dolar ve MLS içinse 40 milyon Dolar. Bu ücretler de haliyle sabit değil. “Spor piyasasının” dalgalanmalarına göre değişmekte. Takımların kar edemeyip iflas etmeleri da arada da olsa yaşanmakta. Bu durumlarda takımlar el değiştirmekte ya da lig takımı satın almakta ve daha sonra “uygun” bir alıcıya, çoğunlukla da başka bir şehre taşınarak satmakta.
Her şeyin bir “arz ve talep” şiarı üzerine kurulması pek tabii bazı sporlardaki bilet fiyatlarını uçuk seviyelere çıkarabilmekte. Beyzbol gibi bize göre görece durağan sporlarda ise yeme-içme 'fix menü' promosyonları ile ise bize göre ilginç ama A.B.D.'ye göre olağan pazarlama teknikleri uygulanmakta. Tabii burada bilet satışından gelen gelirlerin yanında TV yayın gelirlerinin en önemli kalemi oluştuduğu da muhakkak. TV yayın gelirlerine baktığımızda ise MLS'in yanı futbol liginin diğer dört spor arasında 27 milyon Dolar ile son sırada yer aldığını görüyoruz. Diğer spor liglerindeki gelirler ise ilk sırada NFL 5 milyar Dolar (evet, milyar!), MLB 1,5 milyar Dolar, NBA 930 milyon Dolar ve NHL de 200 milyon Dolar ile sıralanmakta. Tüm lig gelirlerine baktığımızda aradaki kalite farkına rağmen ise MSL'in (300 milyon Dolar) Şampiyonlar Ligi'nin (1,83 milyon Dolar) çok da altında olmadığını görüyoruz. Bunun önemi şudur. MLS her ne kadar futbolcularının kalitesi açısından mütevazı gibi görünse de, sonuç itibarilye A.B.D.'nin ligi. Ve A.B.D. yıllardır değişmez bir şekilde hala Dünya'nın en büyük tüketim toplumu. Bu tüketim toplumunda ve endüstriyel sporun deyim yerindeyse beşiğinde MLS'in ve futbolun palazlanması da pek tabii ki piyasa ekonomisi ve endüstriyel futbol ekseninde olacaktır. Peki bu palazlanmada taraftarlık ve taraftar kültürü dediğimiz şey nerede duracak? Bu soruya sonraki yazıda yanıt aramaya çalışacağım. deliValdez 52