Anarsist1

Page 1

Ermeni Tasarısı Senatodan Geçti! Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı tasarıyı telin etti. Bu işte bir tuhaflık yok mu? sayfa 7

Aylık Siyasî Müstakil Gazete

Bulunduğumuz Yerden Dünyayı Değiştirmeye Devam Edeceğiz

Sayı: 1 • Şubat 2012 • Fiyatı: 2 Lira

Ne Vesayet Ne Vekâlet “Aslında AKP yapması gerekeni yapmaktadır, seçim yoluyla milletten vekâlet alsa da her iktidar doğal olarak iktidar olmanın gereklerini yerine getirecektir. Bu açıdan seçilmiş ya da atanmış iktidarlar arasında bir fark yoktur. Keza siyasî iktidarın sağcı ya da solcu, İslamcı ya da laik hatta Marksist olması da hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece askerî vesayete değil vesayetin her türüne, vekâlete de karşı çıkmak özgürlükleri savunmanın ön koşuludur.” sayfa 4

Uludere:

Kasten ve Taammüden “Egemenlik hakkının zaman zaman vatandaşa hatırlatılması adına, iktidarın hükmetme gücünü sınamasıdır bu katliam. İşte “iktidar budur” diyordu Proudhon: casus gibi izlenmek, yasalara bağımlı kılınmak, kaydedilmek, denetlenmek, yasak koyulmak, zorbalığa maruz kalmak, bombalanmak ve kurşuna dizilmektir iktidar. Onun siyaseti budur, adaleti budur, ahlâkı budur.” sayfa 5

Zulüm Hiç Bu Kadar Şık Olmamıştı Yeryüzüne Özgürlük Derneği ve çeşitli bileşenlerden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir grup, İstanbul Beylikdüzü’nde düzenlenen Deri ve Kürk Fuarı’nı protesto etti. sayfa 15

HES’lere Bir Kurban Daha: Goşkar Çayı sayfa 16

gazete.indd 1

Sayfa 4

Gazi Bertal

Doluya Tutulmak

Sayfa 5

Remzi Gürkan

Mikimaus Hikâyeler

Sayfa 6

Can Burak

Karamsar Olmuş

Sayfa 7

Can Burak

Feminizm ve Kadının Kimlik Mücadelesi

Sayfa 8

Ubik Project Sahada

Sayfa 9

Kapitalizmin Kilisesi Plazalar

Sayfa 10

Müzik Kutusu

Zelha

Temel Kebapçıoğlu Sayfa 12

Hülya

Mutf

k

Sayfa 13

Hülya

1/30/12 11:00 PM


2

Bulunduğumuz Yerden Dünyayı Değiştirmeye Devam Edeceğiz Adettendir; her derginin, her gazetenin ilk sayısında genellikle çıkarken başlıklı bir meram yazısı yer alır. Bizim başımız kel değil ya, biz de bir meram yazısı karalayalım dedik. Mutlak olan tek şey değişim ise, ki öyledir, her varlık sürekli kendini ve çevresini değiştirir, değiştirmek durumundadır. Tüm cansız varlıklar ve insan dışındaki tüm canlılar bu sonsuz devinim içinde kendi içsel kodlanmışlıklarına göre davranırlar. Başka bir deyişle, insan dışında “iradeden” bir “değiştirme iradesinden” söz edilemez. Söz konusu insan olunca, en alışılmış kalıplar içinde yaşayan, en sünepe insan teki bile evrenin kaotik neşesine iradesiyle katılır. İnsan ele avuca sığmaz bir varlıktır, hangi durumda ne tepki vereceği hesaplanamaz. Sonsuz yaratıcılık ve sonsuz yıkıcılık potansiyeline sahiptir insan, tanrı ve şeytandır O. İnsanın bu cevvalliği, kendini koşullarının yani genetik kapasitesinin çok ötesine taşıyan sembolik bir evrene sahip olmasından kaynaklanır. Bu sembolik evrenin iskeletini ise kavramlarımız ve onlar arasındaki ilişki yani dil oluşturur. Lafı nereye getireceğiz? Anarşist’e! Bu gazeteyi bir grup anarşist çıkarıyor, iyi de niye gazete çıkartıyor bu anarşistler, başka işleri yok mu? Efkârı umumiyi şekillendirdiği varsayılan şu masalsı matbuat dünyamızda anarşist yayın olsa ne olacak olmasa ne olacak, hayatlarımızda ne değişecek? “Gazete, dergi, yazı, dil, sembolik evren, irade” aradaki bağlantıları kurmak bizim zeki okurlarımız için zor olmasa gerek. Uzun lafın kısası bu ülkede az çok örgütlü bir fikir akımı olarak 1985’ten itibaren anarşistler var. Yani dünyayı değiştirme sürecinde kendi çapında bir anarşist iradenin de etkisinden söz edebiliriz. Ateşin cürümü o kadar küçük ki içinde yaşadığımız tahakküm toplumunun kuşatılmışlığı içinde lafını bile etmeye değmez denilebilir. Züğürt tesellisi midir, şimdiden pek bilinmez, ama bu zaman diliminde ve bu coğrafyadaki anarşistler, biz, Kaos teorisindeki ünlü kelebek etkisi metaforuna inanmaya pek teşneyiz. Gücümüzün çok ötesinde etkili olmayı umut eder, hayatı da

ister istemez bu pencereden okuruz. Tahakkümün kuşatmasına karşı bir savunma mekanizması denebilir, ki bu da fena değildir. Her şeye karşın özgür yaşam umudunu canlı tutuyorsa savunma mekanizmalarını kullanmakta da bir sakınca yok.

sözümüzü söylemeyi becerdik ve tekrar edelim, züğürt tesellisi midir, zaman gösterecek, cürümümüzün çok ötesinde yerler yaktık.

Komünistinden feministine her tür radikal politikanın bu toplum içinde bir zamanlar TİP’in aldığı oy kadar yani yüzde üçlük bir yer kapladığı gerçeğini paranteze alalım ve devam edelim, altmışlı yıllarda radikal politik söylemler, özellikle de Marksizm bu marjinal siyasal gücüne rağmen entelektüel iktidarı ele geçirmiştir. Yüzde üçlük TİP, Ecevit fenomeninin önünü açmış ve yetmişli yıllarda toplumsal değişim rüzgârlarına yol açmıştır. 80 darbesiyle sıkı bir tokat yiyen radikal politika, Kürt Ulusalcılığı, İslamcılık ve kısmen de liberal açılımlar yapabildiği alanlarda siyasal etki gücüne sahip olabildi. Düzen değişikliği söyleminden “kimlik politikalarına”, sade suya tirit “demokratizme” savruluş radikal politika açısından bir anlamda irtifa kaybıdır. Ne ki, reel-sosyalizmin dünya ölçeğinde tasfiye olduğu, Ortodoks Marksizmin özgürlük düşmanı yüzünün ayyuka çıktığı bu zaman diliminde “iktidar” söyleminde ısrar eden bir radikal politika için başkaca da bir seçenek yoktu. 1978’de Kürşat Bumin ve Etyen Mahçupyan’ın da aralarında olduğu küçük bir entelektüel grup, Toplumcu Düşün dergisinde özgürlükçü bir radikal politika arayışı içine girmişti. İlk “sivil toplum” metinleri, “vicdanlı demokrasi” yönünde atılan ilk adımlar, solun özgürlükler açısından içeriden eleştirilmesi, buradan başlayan ve hemen akabinde Birikim yazarlarının da katıldığı, ardından Ali Bulaç vb. İslamcı yazarların da katılımıyla çığ gibi büyüyen bu demokratlar korosu 80’li yıllarda entelektüel iktidarı ortodoks solculardan devraldı. Kara dergisinin, yani matbuat içindeki ilk anarşist sesin ortaya çıkışı işte bu koşullarda oldu. O tarihten itibaren de radikal politika alanında duyulmadık sözler işitilmeye başlandı. Sayımız her zaman çok azdı. Ne ki, sözümüz öyle güçlüydü ki, bir avuç insan radikal politika adlı kurtlar sofrasında

Vicdani Ret ve anti-militarizm radikal politika alanına anarşistlerle girdi. Bir eylem biçimi olarak itaatsizlik öylesine yaygınlaştı ki, artık toplumsal eylemi düşünen her grup, her birey bunu gündemine almak zorunda. Tabi “itaatsizlik” kavramı ısrarla ve her durumda “sivil itaatsizlik” olarak kullanılıp, her tür itaatsizliği sivil itaatsizlik potasında eriterek iğdiş etmeyi de ihmal etmiyor solcu ve demokrat arkadaşlarımız. Gülüp geçiyoruz. Biliyoruz ki insanlar “itaatsizlikte” ısrar ederlerse kurulu düzene sadakati vazeden “sivil” zırhlar da parçalanacak. Daha önce radikal politika alanında en pespayesinden bir küfür sözcüğü olarak kullanılan pasifizm sözcüğü de yavaş yavaş olması gerektiği gibi “şiddet karşıtlığını” vurgulayan saygın bir politik argümana dönüşüyor. Doğrudan anarşistlerin, anarşist matbuatın etkisi. Anarşizm her şeyden önce popüler dilde şiddet ve terörle ısrarla özdeşleştirilmeye çalışılan kendi adını temize çıkardı. Artık medyadaki en sıradan kalem erbabı bile alay konusu olmayı ve cehaletle suçlanmayı göze almadan anarşi ve terör tekerlemesini eskisi kadar kolay kullanamaz. Takke düşüyor ve esas teröristin devlet olduğu kabak gibi ortaya çıkıyor. Eşcinsel hareket, toplumsal meşruiyetinin ilk adımlarını anarşistlerle attı. Eşcinselliğin bütünüyle gizlenen bir suç, günah, sapıklık en iyimser tanımıyla hastalık olarak görüldüğü koşullarda gene bir avuç anarşist, eşcinsel kurtuluş hareketinin başlangıç adımlarını atmış, anarşist yayınlar başından beri eşcinsellere koşulsuz destek sunmuş, eşcinselliği heteroseksüellikle eşdeğer bir cinsel yönelim olarak selamlamışlardı.

gazete.indd 2

Anarşist hareketin en büyük başarılarından biri de, doğrudan demokrasi, özyönetim, yatay örgütlenme, tahakküm karşıtlığı, hiyerarşi karşıtlığı gibi ilkeleri başta ekolojist, eşcinsel, anti-militarist, feminist hareketler olmak üzere bütün toplumsal zeminlerde hayata geçebilecek somut öneriler haline getirebilmesindedir. Radikal politik dildeki anarşist etki ayan beyan ortadadır, bunun uzun vadeli sonuçlarını hep beraber göreceğiz. Anarşizm, Kürt ulusal hareketini de etkilemeye başladı, gelişmeleri nefesimizi tutarak izliyoruz. Yirmi beş yılda bir avuç insanın çabasının yarattığı bu etki kendi çapında bir kelebek etkisi değilse nedir? Üstelik bu etki, ölümün kol gezdiği, şehitlik kültünün bütün tarafları esir aldığı radikal politika coğrafyasında, hiçbir anarşist ölmeden, hiçbir anarşisti yıllar boyu zindanlara gömmeden, “Yaşasın Hayat!” diyerek sağlanmıştır. Daha iyisi yapılamaz mıydı? Kuşkusuz yapılabilirdi ve hâlâ yapılabilir. Bulunduğumuz yerden dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz. Devrimci neşeyle, keyifle.

Ekoloji, günün modası. İlk ekoloji eyleminin, İztuzu’nda Caretta Caretta kaplumbağalarının yumurtlama

aylık siyasî müstakil gazete

sayı: 1 şubat 2012 yerel süreli yayın sahibi: yazı işleri sorumlusu:

alanında bir otel yapımının engellenmesi için “Doğada Soykırıma Hayır!” sloganıyla, ağırlıklı olarak anarşistlerin yer aldığı küçük bir grup tarafından başlatıldığını, İzmirli Yeşillerin de bu eyleme destek vererek kendilerini ilk kez deklare ettiklerini hatırlayalım. Anarşistler daha en başından çevreciliğin tehlikesine dikkat çekmiş, çıkardıkları Kara Sanat seçkisinde, “Çevrecilik mi Ekolojik Devrim mi” yazısıyla bugün de geçerliliğini koruyan sağlam bir perspektif sunmuşlardı. Gökova, Yatağan, Aliağa vb. bütün termik santrallere karşı mücadelelere aktif olarak katılan anarşistler nükleer karşıtı mücadelenin içinde de yer aldılar ve siyanürlü altına karşı Bergama köylü direnişinde aktif rol oynadılar. Şimdi de HES karşıtı Karadeniz İsyandadır vb. platformların içindeler.

itaatsiz yayınına başladı.

dağıtım: elden

haber yorum sitesi

Taksim Cd. Yoğurtçu Faik sk. No: 20/1 Taksim - İstanbul

Karageyik, PTT (Politik Trend Takip) merkezi, Anti-sanat, Anti-militarizm gibi başlıklara yer veren site, seneler önce anarşist dergilerde yayımlanmış kimi önemli metinleri de yeniden sayfalarına taşımakta. ayın linki: itaatsiz.org

e-mail: anarsistgazete@yahoo.com

1/30/12 11:00 PM


3

Ne Vesayet Ne Vekâlet olarak okunabilir. Ne ki bu vekâletçi sistemle gelen özgürlük değil yeni bir vesayet düzenidir. Bir başka deyişle “firavuna karşı çıkanların kendileri firavunlaşmaktadır”.

En radikalinden en muhafazakârına İslamcı cenah kendi siyaset dilini “vesayete karşı olmak” aforizması üzerinden kurmayı alışkanlık haline getirdi. Her yerde, her durumda, her tekil olayın analizinde aynı terane: “Vesayete karşıyız.” Meramlarını biraz daha genişçe dile getirdiklerinde, ağırlıklı olarak askerlerden ve onlarla kol kola girmiş yargıç, öğretim üyesi, gazeteci taifesinden oluşan bir zümrenin kendini memleketin gerçek sahibi addedip devlet eliyle yemlediği sermaye sahipleriyle birlikte ağırlıklı olarak askerî bir vesayet rejimi kurduğundan dem vuruyorlar. Onlara göre, demokratikleşmenin de, özgürlüklerin önünün açılmasının da hatta ekonomik kalkınmanın da yolu vesayet rejiminden kurtulmaktan geçiyor. İlk bakışta bu analiz doğru gibi gözüküyor. Öyle ya, vesayet altındaki bir halkın iradesinden söz edilebilir mi? Burada el çabukluğuyla vesayet, askerî vesayetle eşitleniyor. Oysa vesayet rejimlerinin bilinen birçok biçimi var. Suudi Arabistan’da, Arap Emirlikleri’nde vs. kraliyet ailesinin vesayeti, İran’da mollaların, Çin’de Komünist Parti’li bürokratların vesayeti vardır. İşin garibi, Kemalist iktidar kurulurken, yani vesayet rejimi oluşturulurken Mustafa Kemal’in

temel argümanı da vesayet karşıtlığıydı. Ona göre Osmanoğulları milletin iradesini gasp ederek hanedanlıklarını kurmuş idi. Şimdi, Türk Milleti adına Kemalist kadro millet iktidarını geri alıyordu. Türk milleti adına! Modern devletin dayandığı en sinsi vesayet rejimlerinin yolunu açan da işte bu ‘… adına’ formülüdür. ‘Türk milleti adına’, ‘Allahın nizamı adına’ veya ‘İşçi sınıfı adına’ kendi iktidarlarını kuran küçük zümreler, bu iktidarlarını muhayyel büyük çoğunluklar, hayalî cemaatler adına tescil ettirirken yalnızca bir vesayet rejimi değil, aynı zamanda bir vekâlet rejimi de kuruyorlardı. Modern devlet bu vekâletçi yapısını bir de evrensel oy hakkı yanılsamasına dayandırdığında, yani hiçbir anlamlı değişikliğin mümkün olmadığı, finans kapitalin egemenliğindeki düzmece seçimlerle kendini kanıtladığında kısır döngü tamamlandı.

merkezileşiyor, eskinin horlanan ve iktidar bloğunun kıyısında tutulan taşra eşrafı yalnızca parlamentoyu ve dolayısıyla hükümeti değil, adım adım üniversiteleri, basını, polis teşkilatını ve yargıyı kontrol altına alıyor. O ana kadar dokunulmaz addedilen askerî bürokrasinin üzerine yürüyor, onun yerine şimdilik kendi askerî gücünü ikâme edemese de askerin iktidar üzerindeki eski ağırlığını sınırlandırıyor. Mevcut derin devletin yerine kendi derin devletini kuruyor. Bu süreç bir yönüyle askerî vesayet rejiminden kurtuluş süreci

Söylediklerimin yalnızca AKP karşıtlığı olarak algılanmasından rahatsızlık duyarım. Keza söylediklerimin laiklik saikiyle İslamcılara karşı duyulan korkuyla bir ilgisi de yoktur. Aslında AKP yapması gerekeni yapmaktadır, seçim yoluyla milletten vekâlet alsa da her iktidar doğal olarak iktidar olmanın gereklerini yerine getirecektir. Bu açıdan seçilmiş ya da atanmış iktidarlar arasında bir fark yoktur. Keza siyasî iktidarın sağcı ya da solcu, İslamcı ya da laik hatta Marksist olması da hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece askerî vesayete değil vesayetin her türüne, vekâlete karşı çıkmak özgürlükleri savunmanın ön koşuludur. Tayfun Gönül

Türkiye’de üçüncü dönemini yani ustalık dönemini yaşayan bir siyasî iktidar var. Seçimle iktidar olan bu zümre, gücünü vekâlet sisteminden alıyor. Ne ki, bu vekâletçi azınlık vesayetçi rejimi tasfiye etmekle yetinmiyor, yerine devlet içinde yeni kadrolaşmadan kaynaklanan yeni bir vesayet düzeni kuruyor. Daha önce periferide yer alan Anadolu sermayesi

Yer Gök KCK Artık devletin tüm kurumlarına söz geçirebilen ve her alanda muktedir olan hükümet, pek çok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da rota değiştirdi. Hükümet, yıllardır sıraladığı vaatleri ve çözüm önerilerini bir kenara bırakıp sorunu yeniden “terörle mücadele” boyutuna çekti. Yeni güvenlik konsepti dediği önlemler çerçevesinde başlattığı topyekûn saldırılarla PKK eksenli Kürt hareketini minimize etme gayreti içinde. Bu amaçla başlatılan KCK operasyon dalgaları olabildiğince geniş çevrelere yayıldı. Anarşist dergi Qijika Reş yayın kolektifinden İsmail Yıldız da aynı kapsamda gözaltına alınıp tutuklandı. Hükümetin ne yapmak istediği gerek açıklamalarından gerekse attığı adımlardan az çok belli. O, “kendi Kürdü”nü organize etme emelinde. Ancak, burada daha çok dikkat çeken şey, PKK veya KCK yönetiminin aylardır büründüğü sessizlik ve belirsizliktir. Bu örgütün otuz yıldır benzer durumlar karşısında alışılmış, neredeyse refleks denebilecek davranışları herkesçe bilinir. Umulan ve beklenen, söz konusu operasyon dalgalarına karşı örgütün de çeşitli misillemelerde bulunmasıydı. Hele hele liderlerine altı aydır uygulanan avukat görüşmesi ve ziyaret yasağı da göz önüne alınırsa bu sessizliği anlamlandırmak hayli zor. KCK yöneticilerinin mutedil açıklamaları da söz konusu sessizliğe eklenince durum daha da manidar olmakta. Buna karşın, dağlarda gerillalara, kentlerde de KCK örgütlenmesine yönelik sürdürülen operasyonların, örgütün direniş, manevra veya misilleme kabiliyetini sınırlandırdığı, hatta yok ettiği de ileri sürülmekte.

gazete.indd 3

Ancak, bu iddia pek de inandırıcı görünmüyor. Çünkü PKK, KCK ya da bu eksene yakın duran çevrenin bütün gücü, daha çok “kepçe operasyonları”yla tutuklanan bin kişiden ibaret olamaz. Böyle olsa bu hareket yıllar önce kolaylıkla dağıtılabilir, bitirilebilirdi. Öte yandan, BDP’nin sürdürdüğü itaatsizlik eylemleri de kadük kaldı. Her şehirde az çok BDP’ye yakınlığıyla tanınan bilinen kişilerin “kendimi ihbar ediyorum” adıyla yarım yamalak sürdürdüğü kampanya etkisini ve çarpıcılığını çoktan yitirdi. Oysa, yalnız medyatik kişiler değil, örneğin Diyarbakır newroz kutlamalarında bir araya gelen kalabalık misali bizzat halkın hükümet konaklarının kapılarına yığılması halinde bambaşka bir “kendimi ihbar ediyorum” manzarasıyla karşı karşıya kalabilirdik. Bu denli kitlesel deşifrasyonla hangi hapishane, hangi mahkeme kapasitesi baş edebilirdi? Dağdaki bir avuç insan dışında, yurtdışı ve yurtiçi tüm taraftar kitlesini aynı anda akın akın adliye kapılarına doğru seferber eden KCK, hem operasyonların sudan gerekçelerini bertaraf edebilir hem de devleti sıkıntıya sokacak ciddi bir hukuk ve meşruiyet tartışması başlatmış olurdu. Ama birkaç milletvekiliyle birkaç parti yöneticisinin “biz de KCK”lıyız diye adli makamlara başvurmasıyla olacak iş değil bu. Ancak yer gök KCK’dan geçilmez olabilirse, havaalanları, oto terminalleri, garlar, iskeleler insan yığılmasından kilitlenebilirse bu mecra başarılı olabilirdi. Görünen o ki, operasyonlar hız kesmeyecek. KCK ise, hükümet nezdindeki çözüm arayışlarına bir süre daha devam edecek.

1/30/12 11:00 PM


4

Hepimizin malûmu olduğu üzere dokuz yıldır iktidarda olan Ak Parti ile Kemalist vesayet sistemi arasında yoğun bir mücadele sürüyor. Devletin hemen her kurumunda, her kademesinde süren bu kavga, liberal muhafazakârların doksan yıllık Kemalist statükoyu yıkıp devleti kendi meşrebince restore etme çalışması olarak da okunabilir. Kemalizm, iktidardaki bir parti tarafından ilk kez bu ölçüde bir yıkım/onarım müdahalesiyle karşı karşıya kaldı. Sözel düzlemde kalsa bile, seksen yıllık bir tahakküm sisteminin omurgasına yönelen eleştiri ve karşı çıkışların önünün açılması, bu statükonun bizzat siyasî erk tarafından itibarsızlaştırılıp gözden düşürülmesi az şey değildir. Asla küçümsenemez. Kaldı ki yapılanlar bundan fazlasıdır. Yüzüncü yılına ramak kalan Kemalist statüko bu dokuz yıllık süre içinde çok önemli mevzilerini kaybederken ordunun parlamento, hükümet ve yargı bürokrasisi üzerindeki belirleyici rolü de büyük darbe aldı. Artık cumhurbaşkanını tayin etmek şöyle dursun ordunun kendi terfilerini bile tek başına yapamadığı anlaşılıyor. Daha düne kadar bir onbaşının dahi askerî hiyerarşinin icazeti olmadan sivil makamlar tarafından soruşturulamadığı hatırlardadır. Bugün onlarca generalin, evlerine baskın yapılmak suretiyle polis merkezlerine çekilip sorgulanmaları ve tutuklanmaları AKP’nin ciddi bir alan üstünlüğü elde ettiğini gösterir. Yargı, medya ve sermaye alanlarında da aynı üstünlükten söz edilebilir. Keza, ağırlıklı olarak ordu himayesinde oluşturulduğu anlaşılan Ergenekon örgütlenmesinin –bütün boyutlarıyla olmasa da– ifşa edilip soruşturma ve yargı sürecine taşınması, bu mücadelenin iktidar kurumları arasında basit bir “sürtüşme” değil, mevzii bir çatışma olduğuna işaret ediyor. Kurumlar arasında veya kurumlar içinde uyumsuzluk ve çatışma olduğu bir gerçek. Ancak, devrim ve darbe tezlerini neredeyse bu kavga üzerine bina edenlerin görmediği, görmek istemediği bir başka gerçek daha var: Personel geçicidir, devlet erki ise süreklidir, devamlılığa dayanır. Aslolan devletin âli çıkarlarıdır, gerisi “teferruattır” dememiş boşuna adam. Özellikle hayatî risk söz konusu olduğunda nice kanlı bıçaklıların yekvücut oldukları yüzlerce kez görülmüştür. Bunun güncel örneklerinden biri bizzat AKP’nin icraatıyla sabittir. Ergenekon soruşturmasında MİT, polis ve medya ayağındaki bazı odakları titizlikle koruduğu hatırlanmalı.

tepkileri çok tanıdık, üzerinde durmaya bile gerek yok. Peki, Ak Parti’nin Kemalist devlet aygıtında restorasyon amacıyla başlattığı yıkım çalışmasına karşı çıkan sosyalist sol ne diyor? Bazı meslek odaları, kimi ünlü Kemalist şahsiyetlerle birlikte DİSK, KESK ve sosyalistler de “ne darbe ne şeriat” sloganıyla ibretlik tutumlarını ortaya koydular. İyi de, askerî darbelere karşı olduğunu beyan eden bu çevrelerin “ne darbe ne şeriat” sloganıyla dillendirdikleri demokrasi talebi ne anlama gelir? a) Laik, demokratik sosyal hukuk düzeninin devamı anlamına gelir, ki bu düzen de serbest piyasa denilen kapitalist tahakküm sisteminin devamına bağlıdır. b) Güçler ayırımının anayasal sınırlarını aşmadığı hür parlamenter rejim ve onun dayandığı günümüz sosyoekonomisinin devamı; yani a) şıkkı. c) Batı çağdaşlığını yakalamış, laik Kemalist düzen denilen statükonun devamı; bkz. a) şıkkı. d) Ne darbe ne şeriat demek, Demirel/ Cindoruk hukukunun ilelebet payidar kalması demektir; bkz. yine a) şıkkı. e) Özellikle sosyalistlerin “ne darbe ne şeriat” demesi, hükmetme gücünü ve yetkisini emekçi sınıflardan aldığı sanılan proleter demokrasisine kapı aralanıncaya dek a) şıkkına devam anlamına gelir. Kanımca demokrasilerin en beteri de budur. Bunun ne menem bir diktatörlük olduğunu Sovyet deneyiminin ilk on yılı açıklayamıyorsa, Küba, Vietnam veya Kuzey Kore’deki traji-komik kalıntılar yeterince açıklayacaktır. Dolayısıyla, “ne darbe ne şeriat” yanlılarının demokrasi talebi mevcut statükonun korunması dışında bir anlam taşımaz; hele hele özgürlük anlamına asla gelmez. O halde, ne demek istediğimin yeterince anlaşılması için demokrasi kavramına ve meselenin arka planına biraz bakmak gerekir. Avrupa’da faşizm tehlikesinin belirmeye başladığı yirmili yıllarda Sovyetler Birliği Komünist Partisi faşizme karşı mücadele stratejisini, “ne faşizm ne sosyal demokrasi” şiarıyla ortaya koyuyordu. Özellikle

Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya’daki işçi hareketine duyulan güven ve umut, işçi sınıfının tek başına iktidarı alacağı varsayımına dayanıyordu. O yüzden de geniş kitlelerin talebi olan sosyal demokrasi küçük burjuva bir hedef olarak nitelenip faşizmle aynı potaya konuluyordu. SBKP’nin “ne faşizm ne sosyal demokrasi” parolasıyla formüle ettiği politika 3. Enternasyonal’e üye ülkelerin komünist partileri tarafından da aynen kabul edilip uygulandı. Ancak, Hitler’in iktidara geçişiyle birlikte bu politikada yüz seksen derecelik bir dönüş yapıldı. Bu kez sınıf iktidarı yerine halk cephesi iktidarı hedeflendi. Yeni stratejiye uyarlanan parola “ya faşizm ya sosyal demokrasi” olarak değiştirildi. Avrupa’nın bir ucundan ötekine ve başka birçok ülkede işçi hareketinin veya genel olarak toplumsal muhalefetin yaşadığı trajedi Sovyetler’in ve Enternasyonal’in bu politikasıyla doğrudan ilişkilidir. Otuzlu yıllarda şekillenen bu politika komünist partiler aracılığıyla ideolojik bir çizgiye dönüştürülerek neredeyse dünyanın her yerine taşındı. Türkiye’de de yıllardır duyduğumuz “demokrasi mücadelesi” veya “demokrasi güçleri” türünden kategoriler otuzlu yıllardaki sosyalist politikanın pekiştirdiği armağanlardır. Evrensel sosyalist terminolojinin kategori haline getirdiği bu kavramlar sonraki yıllarda da çok geniş kullanım alanı buldu. Günümüzde sosyal demokratlardan milliyetçilere, liberallerden komünistlere, muhafazakârlardan radikal sağcılara, hatta Cindoruk ve Demirel’e varıncaya dek her kesimin kullandığı ortak bir siyaset dili ve kabulü haline geldi. Bugün her siyasî yelpazenin diktatörlüklere karşı alternatifi istisnasız demokrasi oluyor. Her ne kadar demokrasi terimiyle zaman zaman farklı devlet biçimleri kast edilse de yaygın kullanımdaki demokrasi çağrışımı daima temsilî parlamenter demokrasiyi, –kimi istisna ve farklılıklarıyla– neredeyse tüm dünyada mevcut olan sistemi tanımlamakta. Nitekim “demokrasi güçleri”yle varılmak istenen yer de çağdaş demokratik rejimler olarak tarif edilen küresel kapitalist statükodur. Faşizme, şeriata, darbeye veya çeşitli

diktatörlük biçimlerine alternatif olarak önerilen bu demokrasiye sosyalistler kısaca burjuva demokrasisi derken burjuvalar da buna hür demokratik sistem demekteler. Benim de bu yazının başlığına aldığım ve karşı çıkıp reddettiğim demokrasi kuşkusuz hiyerarşik ve tüm temsilî biçimleriyle küresel demokratik sistemdir. Çünkü toplumsal düzen ister burjuva ister proletarya demokrasisine bağlı olsun, eğer o sistem bir takım vekiller aracılığıyla hiyerarşi, vesayet ve vekâlete dayanıyorsa tahakkümden başka bir şey ifade etmez benim için. İşte bu yüzden merkezsiz, aracısız, vekilsiz, vekâletsiz ve elbette vesayetsiz demokrasiden yanayım. Bunun öteki adı, bireyler ve topluluklar arasında hiçbir koşulda hiyerarşi, asimetri ve temsil içermeyen, yüz yüze ilişkilere dayanan devletsiz demokrasidir. Bu aynı zamanda, kurumlar ve kanunlarla sınırlanmış serbestlik yerine koşulsuz özgürlüğü temel almaktır. Çünkü devlet ve demokrasi yasama gücüne dayanır. Yurttaşa dayatılan yasa, baskı ve şiddet, kısaca siyasî zorbalık olmadan asla uygulanamaz. Polis ve ordu gücü bu zorbalığın yegâne teminatı ve uygulayıcısı olduğu için rejimin diktatörlük veya demokrasiye dayalı olması bu gerçeği değiştirmez, sadece istendiğinde gizleyebilir. Birinde bu baskı mekanizması faal kılınıp tehditkâr ve caydırıcı olurken ötekinde gözden ırak tutulup gerektiğinde hissettirilir. Birinde kaba, küstah ve pervasız, ötekinde beyaz eldivenli, kibar, ama soğuk ve tehditkârdır. Birinde kendi yasalarını da hiçe sayıp kanlı bir dikta altında idam, katliam, işkence, ölüm ve her türlü tecavüzle yurttaşlarını inim inim inletirken, ötekinde açık ve ciddî boyutta bir tehditle karşılaşmadıkça yasal sınırları aşmamaya çaba gösterir. Baskı mekanizmasını bu sınırlar içinde işletir. Demokrasi ile diktatörlük arasındaki bu farkı elbette küçümsemiyorum. Ancak, diktatörlüğe karşı koşulsuz özgürlük yerine demokrasinin talep edilmesi büyük bir handikaptır. Demokrasinin de bir iktidar –dolayısıyla tahakküm– olduğu genellikle göz ardı edilir, ya da kötünün iyisi olarak tercih edilir. Gazi Bertal

İktidar çevrelerinde bunlar olurken muhalefet de bilinen ve kendisinden beklenen Kemalist reflekslerin ötesine geçemiyor. Orduyu darbe görevine çağıran Kemalist ulusalcı cenahın

gazete.indd 4

1/30/12 11:00 PM


5

Uludere

Kasten ve Taammüden

Hep söylenir; ulusal sınırlar toplumları, kavimleri, aşiret ve kabileleri yapay şekilde böler. Lozan’da Türkiye sınırları çizilip tescil edilirken bölünen yalnızca toprak ya da soyut bir coğrafya değildi. Ortasından sınır çizgisinin geçtiği aşiretler, kabileler, aileler ve nice hayatlar da bölünmüş oldu. Fakat bu yapay bölünmüşlüğe rağmen sınır boylarındaki insan ilişkileri –kan bağı nedeniyle– hep diri kaldı. Aralarından sınır çizgisi geçse de her iki yakanın köyleri düğün, bayram, alış veriş gibi hayatî ilişkilerini sürdürdüler. Bu ilişkiler, kuş konmaz kervan geçmez dağlarda daima gözden ırak olduğu için çoğu zaman bilinmez duyulmazdı. Ne var ki yirmi beş yıldır süren savaş etkisini ve sonuçlarını en çok da sınır boylarında gösterdi. Yapılan karakollar, gözetleme noktaları, sınırlara yığılan asker, teknik donanım ve sıkı takibatla birlikte köyden köye doğal geliş gidişler de bir anda “iki ülke arasında sınır ihlâli” veya “yasadışı geçiş” gibi kavramlarla ifade edilir oldu. Şimdi, Kilis’ten Şemdinli’ye, Başkale’den Doğu Beyazıt’a tüm sınır boyu köylerinin onlarca yıldır kaçakçılık ya da sınır ticareti yaptığını

hangi basın kurumu bilmez? Sınıra yakın yerleşimlerdeki insanların nesillerden beridir yarı gizli sınır ticareti yaptıklarını elbette devletin tüm güvenlik mercileri de bilir. Hatta, sınır karakollarındaki personelin kaçakçılara verdiği siparişlere dair sayısız anı ve anekdot bile var. Uludere katliamında perde aralandıkça gerçek de daha net ortaya çıkıyor. Bu son olayda da köylülerin kimlikleri, güzergâh ve seyir bilgileri dakikası dakikasına hem yanı başlarındaki karakol tarafından hem de hava aracı görüntü komuta merkezi tarafından biliniyormuş meğer. Yani, Gülyazı taburu, kimliklerini, neyle iştigal ettiklerini bildiği, yan yana komşu olduğu köylüleri önce top, obüs ve makineli tüfek ateşiyle gecenin karanlığına püskürtüyor. Ardından da hava bombardımanı için işaret fişekleriyle bu gerçeği aydınlatıyor. Buna benzer örnekleri yıllardır duyuyoruz, görüyoruz, biliyoruz.

sağ ele geçirmek için dünyanın sabrını gösteriyoruz” deniliyordu. Bu kendinden emin övgülerin daha yirmi dört saati dolmadan Nusaybin’de su tesisatçıları öldürüldü. Aynen doksanlı yıllardaki binlercesi gibi; ansızın, pusuda, karanlıkta.. ateş kusan makineli tüfeklerin çaresiz ve düşman hedefleri olarak vuruldular. Şimdi de Uludere köylüleri aynı akıbeti yaşadı! Kendi yoluna dizilen bir kervan, savaş uçaklarının bombardımanıyla imha edildi. Gecenin ayazında yükleri, katırları, genç, yaşlı ve çocuk bedenleriyle paramparça edildiler. Vatandaşı oldukları devletin ordusu, uçakları, hükümeti ve iktidarı tarafından kasten ve taammüden cezalandırılıp katledildiler. Gecenin karanlığında kendi yolunda giden bir kervan, bunu yapmaya hiçbir hakkı olmayan yaratıklar tarafından hunharca yok ediliyor. Niçin? Egemenlik hakkının vatandaşa zaman zaman hatırlatılması adına! Devlet ve milletin birliği adına! İktidarın hükmetme gücünü ve gerçeğini sınamasından başka bir şey değil bu katliam. İşte “iktidar budur” diyordu Proudhon; “casus gibi izlenmek, yasalara bağımlı kılınmak, kaydedilmek, denetlenmek, yasak koyulmak, zorbalığa maruz kalmak, cezalandırılmak ve kurşuna dizilmektir iktidar. Onun siyaseti budur, adaleti budur, ahlâkı budur.”

Facianın ardından, “neden”ler “niçin”ler basın organlarında bolca tartışıldı; bildik formüllerle devletin derin ilişkilerine çevrildi gözler. Kimi hükümete kurulmak istenen tuzaklardan söz etti. Kimi, ordumit çekişmesini dile getirdi. Kimi, Amerika’yı işaret etti kimi, İsrail’i. Oysa katliamdan hemen sonra yazılı bir açıklamayla saldırıyı üstlenen genel kurmay başkanlığı, “alınan istihbarat üzerine, f-16 uçaklarıyla saldırı yapılmıştır” diyor açık açık. İşi insansız hava araçlarına, mümkünse uzay araçlarına hatta uzaylılara havale etmekte pek mahir olanlar, genel kurmayın açıklamasını yok sayıyor. Hükümetin tutumuna bakıyorsunuz “kaza oldu” diyor, “pardon” bile demiyor. Her şey ayan beyan ortada değil mi? Hükümetin mit ve orduyu yıllardır göstermediği bir özenle sahiplenip korumaya alması, olay yerini incelemedeki isteksizliği her şeyi anlatmıyor mu? Bu olay acımasız bir devlet terörü, tenkil, tedip ve tedhiştir. Sorumlusu cumhurbaşkanından başbakana, içişleri bakanından genel kurmay başkanına dek tüm devlet adamlarıdır; devleti sevk ve idare eden hükümet ve tüm muktedir güçlerdir. Bunlar bir de utanmadan “çok üzüldük” diye yalan söylemezler mi? Hadi ordan! Düzenbazlar katiller sizi. Gazi Bertal

Katliamın düğümü hükümet sözcülerinin öve öve göklere çıkardığı “yeni güvenlik konsepti”nde saklı. Kimseye teslim ol çağrısı yapılmadan “sorgusuz sualsiz, ateş açılmıyor”du hani? Hani “teröristleri

Doluya Tutulmak Şu güzide vatanın dağına taşına köşesine bucağına yazılmış, bu topraklarda yaşayan neredeyse her kişiye defalarca yüksek sesle söyletilmiş bir sözdür “ne mutlu türküm diyene”. Bir ulus inşa ediliyordu ve bu kurgu içinde insanlara “Türk” oldukları ezber ettiriliyordu. Türk olmak neydi peki? İnsan olmanın en üst biçimi. Milliyetçiliğin alternatifi türcülük olabilir mi? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır bu. Ne mutlu insanım diyene. Bu insan olmanın en üst biçimi tahakküm aygıtının niteliğine göre tarih boyunca değişmiştir. Selçuklu, Osmanlı zamanlarında da devlet

gazete.indd 5

katında muteber biri olmanın yolu herhalde Ümmet-i Muhammed olmaktan geçerdi. Şimdilerde ise kökü “burjuva devrimine, aydınlanma dönemine” uzanan, bizim ise Tevfik Fikret’in Haluk’un amentüsü şiirinde, “vatanım dünya, dinim insanlık” demesinden beri aşina olduğumuz “ne mutlu insanım diyene” şiarı ön tuttu. Nasıl “Türk” olmak,”Müslüman” olmak eksen alınıyorduysa, burada da “insan” olmak eksen alınıyor. İnsan merkezde ve bir de “çevre” var. Çevre, insana yararı, hizmeti çerçevesinde bir anlam kazanıyor. Peki, insan nedir? “İnsan nasıl insan oldu?” türünden kitaplarda,

evrim teorisinde, uygarlık tarihinde hikâyesi uzun uzadıya anlatılıyor. Bu insan en kısa ve geniş anlamıyla “uygar” insandır; bunun “mut”u da buradadır. Bir taraftan aslında gelişen milliyetçilikleri perdelerken hâkim milliyetçi akışı sözüm ona göğüslemeye çalıştığı izlenimi yaratmak isteyen bu türcü yaklaşımın zulüm kültürünün bir parçası olmak konusunda ümmetçilikten de milliyetçilikten de aşağı kalır yanı yoktur. Bütün dünyanın lailaheillallah demesi ya da Türk olmasıyla ne mutlu ki insan olması, insanım demesi, insanlaşması arasında bir fark yoktur. Bu ifadeler yalnızca farklı iktidar tasavvurlarının ifadeleridir.

İnsan dediğin bir candır ve bu anlamıyla ne bir köpekten ne bir ağaçtan farkı vardır. Ne milliyetçiliğin “millet”e, ne İslamcılığın Müslüman’a, ne de türcülüğün insana bir şey verdiği görülmüş iştir. Bunlar yalnız “özne” olarak ileri sürdüğünü yerinden ederler. Öyle olmasa bugün içinde olduğumuz bu kepazeliği, maskaralığı, rezaleti nasıl açıklayabiliriz? Değil mi ki Ferhat, Toki ihalesi kovalıyor, site yapıp satıyor. Şirin evlere temizliğe gidiyor, çocuk bakıyor. Karacaoğlan karın tokluğuna türkü barlarda sarhoş masaları şenlendiriyor. Remzi Gürkan

1/30/12 11:00 PM


6

Mikimaus Hikâyeler Yunan mitolojisi der ki; eğer bir fani bir tanrının güçlerine tanık olursa o dakka kül olurmuş. Semele böyle göçmüş bu dünyadan. Hamile kaldığı Zeus’tan, Zeus’un esas karısı Hera’nın kışkırtmasıyla kıllanmış. Eğer tanrıysan demiş Zeus’a, gücünü göster de görelim. Yapma etme gücümü değil, başka şey göstereyim demiş Zeus. Laf dinlememiş Semele, Zeus göstermiş, Semele o dakka alev topu oluvermiş. Zeus, Semele’nin karnındaki cenini kurtarıp bacağına dikmiş. Birkaç ay sonra doğan yavrucak duyduğumuz Dionysos’tur. Gel zaman git zaman, Olimpos’un on iki tanrısından biri olan Dionysos ilgi alanı olarak şarap tanrılığına yönelir. Öyle kendiliğinden ilgilenmez bu işlerle. O vakitler ‘bu topraklarda’, Tuna’nın beri yanından Makedonya’nın öte yanına, Ergene boylarından Karadeniz kıyısına düşen yerlerde Traklar yaşardı. Yaşadıkları yerlere göre envai çeşidi hâsıl

olmuş bu Trakların. Bu güne kadar adlarını sanlarını duymadıysanız bunun en önemli nedeni Traklar’dan günümüze hiçbir yazılı metnin ulaşmamasındandır. Sanmayın ki çok yazı yazdılar da bunlar kayboldu; hazzetmemişler yazıdan pek. Şarapçı milletmiş bunlar, yemişler içmişler, arada savaşmışlar; bunu da daha çok başkaları adına yapmışlar. Sonra savaştan da vazgeçmişler. Dionysos’u o aralar keşfetmişler, şarap tanrısı yapmışlar onu. Bizimkiler Ladepsoylardanmış, Ergene nehrinin suladığı topraklarda yaşarlarmış Trakların bu biçimi. Bakmayın bugünkü Ergene’ye, o vakitler Trakya’nın Nil’i. Şimdilerde kurtarılmayı bekler oldu; ilerleyelim gelişelim derken boku çıktı. Bu gayretkeşliğimin sebebi ne diye soruyorum bir süredir kendime, ne oldu da kendime bir soy sop bulayım derdine düştüm. Sonra bakıyorum geç bile kalmışım aranmakta;

farkettim ki Türk değilim ben. Bir alay göstergesi var bunun. En başta, dünyaya bedel olmak kim ben kimim. Türk olayım aman ne mutlu olayım derdim de yok. Dalgalanan dev gibi bayraklara bakınca midem de dalgalanıyor utanç içinde. Müslüman bile değilim -ki kim ne derse desin, Türk olmanın olmazsa olmazlarından biridir bu. Vatan millet Sakarya geyiği tüylerimi tiken tiken yapmıyor. Öğünmüyorum, çalışmak zoruma gidiyor. Türklerden başka dostlarım da var. Daha çok var, say say bitmez. Madem ki Türk değilim, kaçacak yer de yok, bir aidiyet olarak Trak olmayı seçeyim. Sonra başka Traklar var mı onun peşine düşeyim. Bunun için o kadar çok gerekçem var ki; Rumuna, Ermenisine, Yahudisine, Kürdüne eziyet çektiren bir geçmişe, bununla öğünen bir millete ait olarak yaşamak istemiyorum. Bugün bu zulmü görmezden gelen ve burnunun ucunu bile görmeyi reddeden

Türklerin arasında da olmayasım var. Bilerek kendi vatandaşını bombalayan, suikast yapan, kaybedip toplu mezarlara gömen devletten bir beklentim zaten yok. Adalet duygusunu yitiren çoğunluğa ne demeli. Madem verdin vekâletini seçtin vekilini, sor bakalım sıkıysa. Şirazesi kaymış Kemalist bir soru olmasın ama. Türklükten istifa edeceğim ben. Bunun bir yolu var mı acaba? Bu da bir yırtma, kaçış olarak algılanabilir. Zararı yok, olsun. Varsa bilen desin. Hiçbir şey yazmadılarsa Traklar belki iyi insanmıştılar. Baksana, devlet kurmaya da yeltenmemişler. Belki huzur Trakya’dadır. Belki bundan söylene gelmiştir; nerde trak orda bırak. Can Burak

Bayrağımız Ne Zaman Değişecek Düşünüyorum da şu son otuz yıl içinde Türkiye’nin Yunanistan dışındaki tüm komşularının bayrakları bir bir değişti. Suriye’yi saymıyorum, onun da eli kulağında çünkü. Mesela, sosyalizmden krallığa geçen Bulgaristan bayrağını değiştirdi. Romanya, Ukrayna, Rusya, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan da aynı şekilde sosyalist düzenlerinden ve eski bayraklarından vazgeçtiler. İran Şahlığı, radikal Şii-İslamî bir siyasî mimariyle rönesans ve restorasyon sürecini başlatırken kılıçlı aslanlı bayrağını da değiştirmişti. Onun da yeni ve farklı bayrak açılımları yapma vakti geldi bence. Irak ise malûm; Saddam sonrası şimdilik iki bayrakla sürdürüyor siyasî hayatını, ama üçüncü bir bayrağa da hayır demeyecek gibi görünüyor. Maatteessüf, yüz yıldır bayrağını değiştirmeyen tek ülke Türkiye kaldı saydığım bu coğrafyada. Ve bu hiç de hoş bir durum değil. Çoğu zaman övünerek söz ettiğimiz kültürel gelişimimiz, sanatsal inceliklerimiz niçin bu tür estetik dışı görüntüyle gölgelensin ki? Coğrafi çekiciliği dillere destan “yalnız ve güzel ülkemiz”in günbatımlarında, bulutlu semalarında yüz yıldır niçin hep aynı kumaşı, aynı rengi dalgalandırıp duruyoruz ki? Estetik duygu diye bir şey varsa öncelikle renk ve şekillerle ilgilenmek durumundadır. Allah aşkına, silme kırmızı bir bayrak ruhsal sıkıntı yaratma ve insan psikolojisini tahrik

gazete.indd 6

etmekten başka bir duygu verir mi? Kentlerin, sokakların, dağın-taşın lale tarlası misali kırmızıya büründüğü zamanlarda insanların da her an patlayacakmış gibi gergin olmaları boşuna değil. İnanmayan gidip psikologlara danışabilir. Ben şahsen bu bayraktan çok sıkıldım ve artık değişmesini istiyorum. Mesela Tunus’taki gibi. Ve hatta kan dökülmemesi koşuluyla Libya’daki gibi de olabilir. Belli mi olur, belki o arada tamamen bayraksız bir hayata da adım atabiliriz. Bayraktan açmışken sözü; birkaç gün önce eski Libya Sosyalist Halk Cemâhiriyesi’nin İstanbul Konsolosluğu önünden geçiyordum. Dikkatlerden ve ilgiden uzak, kaderine terkedilmişlik duygusu veren sıradan bir binadaydı konsolosluk. Ne kapısında alışıldık polis bariyerleri ne de güvenlik kabini vardı. Koruma ve önlemler binanın içine kadar çekildiğine göre belli ki beklenecek bir saldırı da yoktu. Tuhaf bir düşmansızlık içindeydi Libya konsolosluğu. İstanbul’un orta yerinde bir anda düşmansız kalmış Libya temsilciliğini düşünün. Ne savunma ne saldırı telaşı. Kaygısız, ilgisiz, bîtap düşmüş bir devlet dairesi görünümündeydi elçilik. Aynı ilgisizlik balkonun bir ucunda kısacık gönderine dolanmış yeni Libya bayrağında da göze çarpıyordu. İslâm sosyalizminin yeşilinden henüz sıyrılmış Libya bayrağı, dalgalanmak

bir yana ipinin ucunda düğüm olmaktan doğru dürüst sarkamıyordu bile. Oysa daha birkaç ay önce kanlı bir kavganın iktidar parsalarında kurban olmak isteyen kalabalığın ellerinde öfkeyle dalgalanıyordu bu bayrak. Aylarca süren bu kanlı boğuşmada paramparça edilmiş insan bedenlerini bir teselli gibi örten yeni Libya bayrağı, namlu uçlarında yükselerek ve her bayrak gibi kanla beslenerek şehitlik sembolü olmuştu. Ne ilginç ki geçici yeni Libya bu bayrakla tarihe kalıcı temiz bir sayfa açacağını sanıyor. Hem de kan izinin çıkmayacağını bile bile. Hele kanı kanla temizlemeye kalkan bayraklardaki lekelerin hiçbir zaman silinemeyeceği bilinir. Libya bayrağına sıçrayan kan ise henüz çok taze. Arap baharı diye, hayatlarının baharında olan binlerce insanın kanı bulandı o bayrağa. Her sınıftan, her çevreden, her yaştan binlerce kadın ve erkeğin oluk oluk akan kanıyla kırk yıllık diktatörlükten kurtulup sözüm ona özgür ve demokratik bir Libya yaratıldı! Şu kanlı boğuşmanın adı özgür ve demokratik yeni Libya mı oldu şimdi? Dünyayı kendi selâmetlerine göre tasarlayıp restore edenlere ve onların stratejistlerine, siyaset bilimcilerine bakılırsa evet öyleymiş. Ama benim, Libya’nın bildiğimiz eski Libya olduğundan kuşkum yok. Evet Libya bildiğimiz eski Libya. Hani ortak tarihi yalanlarımızın

olduğu uzak komşumuz, dostumuz, din kardeşimiz. Hani bizi arkadan hançerleyen eski kanlımız, gizli ebedi düşmanımız. Hani çöl bedevisi diye aşağıladığımız, her fırsatta çağdaş batı medeniyetimizle dövdüğümüz Libya. Hani müteahhitlerimizi dolandıran, bizi parmağında oynatan, suyumuzu petrolüyle değiştirmeye bir türlü ikna edemediğimiz, ama başımıza ne felaket gelirse elini cömertçe uzatan Libya. Ve şimdilik ipleri elinde tutan güçlerin suyuna giden bîçare Libya. Kanımca, Arap baharı metaforuyla dünya gündeminden çıkmayan Ortadoğu ve kuzey Afrika’daki toplumsal devrim sarsıntısı, iktidar yapılarında beklenen ölçüde hasara yol açamadı. Tunus ve Libya’da çağdaş monarkların yerini yeni elitlerin alması da bunu gösterir. Keza, Mısır’da militarist bürokrasinin yıllar yılı süregelen istikrarlı tahakkümüne başkaldıran kitlelerin demokrasi talebiyle aynı döngüden kurtulamaması gibi. Çevremizde düzenler yıkılıyor, bayraklar değişiyor ama politik devrimin bir amentüsü olarak yüz yıldır insanın kanı canı pahasına süren bu handikap bir türlü aşılamıyor. Galiba bizde de başkalarında da ancak milyonların koşulsuz özgürlük talebiyle aşılabilir bu engel. Ve o zaman bayrağa da sınıra da düşmana da gerek kalmaz. Gazi Bertal

1/30/12 11:00 PM


7

Soykırım Tasarısı Geçti Sıra Misillemede Geçtiğimiz günlerde Fransa parlamentosu 1915 Ermeni soykırımını da içeren bir karar tasarısını onayladı. Tasarı Senatodan da geçti. Türkiye’de devlet ve hükümet çevreleri bu karara sert tepki göstererek Fransa’ya karşı sekiz maddelik bir yaptırım listesi oluşturdu. Devletin gösterdiği tepkiyle karşılaştırıldığında, “sıradan vatandaş”ın tepkisi ise hem beklenildiği kadar uzun sürmedi hem de benzerlerine göre daha yumuşaktı. Soykırım tasarıları parlamentolarda her görüşüldüğünde Türkiye’de azaldıkça azalmış Ermeni toplumu da ecel terleri döker. Neye karşılık olduğu belirsiz bir mütekabiliyet (karşılıklılık) esaretindeki Ermeni cemaati ve tek Ermeni köyü olan Antakya’daki Vakıflı köylüleri topluca çıkıp tasarı karşıtı açıklamalar yaparlar. Türkiye’de ne kadar rahat ve huzur içinde yaşadıklarını, dış güçlerin bu rahatı bozmak, bu huzuru kaçırmak emelinde olduğunu vurgular ve neredeyse geriye “ermeni mezalimi”ni telin etmedikleri kalır. Zorlama ve mecburi beyanatlar olduğu her halinden belli olan bu açıklamalar elbette kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılanmış havası içinde kayıtlara geçer. Ama herkes hakikatin ne olduğunu az çok bildiğinden, gerek cemaatin gerek Vakıflı köyünün telin ve açıklamalarına rağmen Ermenilerin “içimizdeki düşman” olduğu hep bir kenara yazılır, hatta açıktan açığa empoze edilir. Bu son olayda da bir ritüel gibi

19 Ocak Taksim - Pangaltı

gazete.indd 7

aynı ezber tekrarlandı. Cemaat, Fransız parlamentosunun girişimini bir tür münasebetsizlik olarak değerlendirip kınadı. Vakıflı köyü sakinleri, Fransa’nın içişlerimize burnunu sokmasından duydukları rahatsızlığı dile getirip Türkiye’nin masumiyetine işaret ettiler. Aynı şekilde Antakya şehir korosu da benzer açıklamalarda bulunup tasarı kanunlaşırsa Fransa’ya gidip bu kanunu ihlâl etme eylemi yapacaklarını duyurdu. Ne kadar tanıdık değil mi? Oysa bir kent korosundan şarkı türkü icra etmesini beklersiniz değil mi? Ermeni soykırımı ile alay etmeye kalkan bir koro ırkçılıktan başka ne icra eder acaba? Daha da acısı bütün bunların bizzat ermeni kökenli insanlar aracılığıyla yaptırılmasıdır. Tahakküm budur işte! Ulusal baskı, toplumsal baskı, siyasal baskı, mahalle baskısı budur. Şimdi devletin bu tasarıya karşı lobi çalışmaları devam ederken hükümet ve ona yakın bazı kuruluşlarla kimi AKP’li belediyelerin de misilleme girişiminde bulunacakları duyuruluyor. Örneğin, Ankara Belediye Başkanı, Fransa Elçiliği karşısındaki bir noktaya Cezayir soykırımına dair bir anıt yaptıracağını açıkladı. “Tencere dibin kara seninki benden kara” anlamına da gelecek bu anıtın yanı sıra, cadde ve sokaklara verilen Fransız isimlerinin de artık Allah bilir Cezayir, Libya, Filistin, daha da olmadı Ruanda, Senegal veya Guyana’da Fransız mezalimine uğramış ünlü şahsiyetlerle yer değiştireceği anlaşılıyor.

Ne güzel!.. Biz de bu anıt ve sokak isimlerine baktıkça, Ankara Belediyesi sayesinde tarihimizdeki Ermeni soykırımını derhal unutup Fransız mezalimini anarız artık! Şaka gibi ama bizzat başbakan, “tarihimizde soykırım ve katliam yoktur, tarihimizle gurur duyuyoruz” açıklamasını yaptı. Arşivleri açıp konuyu tarihçilere bırakmak gerektiğini de belirten başbakan, bu sözlerinin yanı sıra “böyle bir kararı asla kabul etmeyiz” demek suretiyle hem söylediklerini tekzip etti, hem de arşiv ne derse desin konunun tarihçilerle bir ilgisinin olmadığını, meselenin bir devlet siyaseti olduğunu ortaya koydu. Bu uzlaşmaz tutum devletin bu trajediyle yüzleşmeye niyetinin olmadığını açıkça gösteriyor. Sadece devletin de değil, vatandaşın, medyanın, sivil ve askerî toplumun, kısaca –bir avuç dürüst insan dışında– kamuoyunun da gerçekle yüzleşmeye niyetli olmadığı açık. Sadece Ermeni sorununda değil kangrenleşmiş benzer sorunlarda da dedelerimizin yanlışını görmek ve gerçeği kabullenmek için kamuoyu ve devletin kabullerini bir kenara bırakmak şarttır. Hiç değilse Osmanlı bakiyesi denilen geçmişle gerçek anlamda bir yüzleşme için dönüp İttihat Terakki darbesiyle başlayan ırkçı faşist yönelimi bütün günahlarıyla görünür kılarak hakkaniyet ve vicdan muhasebesinden geçirmek gerekir. İttihat Terakki darbesine kadar inmeyen bir neşter en fazla Antakya şehir korosunun saçmalıklarını düzeltir. Hepsi o kadar.

Hâlâ Dalga Geçiyorlar “Örgüt suçlamasından herkesi beraat ettirdik ama bu, örgüt olmadığı anlamına gelmez. Bu cinayet, birkaç simitçinin işi gibi basite indirgenemez. Bence de basit bir cinayet değil ama basit olmadığını gösteren delillere ulaşamadık. Bu cinayet Yasin Hayal’in kafasından çıkmış bir fikir değil. Azmettiren birilerinin olması gerekir. Bu nedenle karardan şahsen ben de tatmin olmadım.” İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Rüstem Yılmazer “Örgüt de var, delil de var, hem de fazlasıyla… Örgüt yapısının olmadığı gerekçesiyle beraat kararı vermek suretiyle yasaya aykırı davranıldığı anlaşılmaktadır.” Duruşma savcısı Hikmet Usta

Karamsar Olmuş 1825 gün sonra yine Agos’ a yürüyoruz. Adalet duygusuna sahip çıkmaya çalışan ve buraya gelme şansına sahip yüzlerce insan. Sessizce yürüyoruz. Ayyuka çıkmış kepazelik karşısında söyleyecek sözümüz kalmamış sanki, öylece yürüyoruz. Sağdan soldan sloganlar geliyor ama isteksiz, bezgin daha çok. Birbirimizden kopmak da istemiyoruz, yan yana bekliyoruz işte. Belki biraz daha beklersek bir şeyler değişecek, en azından dalga geçmekten vazgeçecek muktedirler. Tamam diyecekler; kantarın topuzunu kaçırmışız, Hrant’ı bu üç embesil öldürmedi, arkalarında üç beş kişi daha vardı; Hrant’ın öldürülmesinde onu koruyamayan devletin de suçu vardı. Devlet öldürdü demesinler ama en azından çocuklarıyla karısıyla, eşiyle dostuyla bu denli dalga geçmeye yüzleri tutmasın. Nasıl bir ruhsuzluktur bu? Bu kararı verenlerin çoluğu çocuğu bir seveni, sevdiği birileri var mıdır. Onların yüzlerine nasıl bakabilirler, dokunabilirler. Kim bunlar. Kendi kararları mıdır bu, yoksa onlar da çetenin parçası mıdırlar. Öyle olmalı. Devletin bir cinayet şebekesi olduğunu bir gün hepimiz anlayacağız. Onu bu denli densiz yapan kim. Sadece kendi hırslarının peşinde koşup, kudretlerini kaybetmemeye çalışırken mi bu kadar vicdanlarını kaybediyorlar. Onlara, onlarla aynı arenada yuvarlananlara, bu iktidar mekanizmasının sahiplerine vekâlet verenlerin hiç mi suçu yok. 1825 gün önce bir Ermeni’yi, 20 gün önce onlarca Kürt’ü, ara ara bir Türk’ü velhasıl işlerine gelmeyen hemen herkesi öldüren bu maskesi düşmüş mekanizmanın kararları karşısında bekleşiyoruz. Belki içimizden biri bağıracak; kral çıplak diye. Belki ip o an kopacak. Hrant Dink adını, o öldürüldükten sonra işittiğini bildiğim arkadaşlarla beklemek, ne olursa olsun yalnız olmadığını bilmek, insana iyi geliyor. Çok üzgünüm. Can Burak

1/30/12 11:00 PM


8

Feminizm ve

Kadının Kimlik Mücadelesi

Hassasiyetler bakımından, tâbiri caizse mayınlanmış bir alanda söz söylemek pek kolay değil. Hele de herhangi bir toplumsal konuyu iktidar-muhalefet ya da ezenezilen düalitesi içinde ele almamanın liberallikle eş anlamlı görüldüğü bir politik iklimde nefes alınıyorsa… Cinsiyetçililiği ya da her gün yenileriyle tanıştığımız cinsel yönelimlerin dâhil edildiği kimliklere uygulanan baskıyı görünür kılıp reddetmek, hiyerarşi karşıtlığını temel ilke olarak belirlemiş anarşistlerin doğal bir duyarlılık ve pratik alanıdır. Tıpkı insanın hayvan ya da doğa üzerindeki baskısına, bireyin ve toplumun militaristleştirilmesine, tek tipleştirilmesine, normalleştirmesine karşı çıkmak gibi. Bütün bunlar pek çok konuda oldukça farklı tespitler ve analizler yapabilen anarşist camianın –en azından ilkesel düzeyde– hemfikir olduğu temel ifadeler. Ancak enerjisini etnik, dinî, cinsel vb. bir kimliğin varlığı, tanınması ve ondan esirgenen hakların elde edilmesine hasretmiş oluşumlarla nasıl bir ilişki kurulabileceği konusu düşünülmeye muhtaç. Ben bu konuda, ezilen kimlik olma durumundan kurtulmak ya da ezilenin yanında olmak adına mevcut durumu nasıl da üretip pekiştiriyor olabileceğimiz meselesine dikkat çekmek istiyorum.

konusu olmaya aday geleneksel yapıların savunurları ve tartışma dışı tutulan kutsal metinlerin lafzı dışında, sözel alanda neredeyse ortak bir eşitlik kabulü var. Teorik alanda hal böyleyken pratik alanda kadına yönelik tecavüz, işkence ve cinayetlerdeki tuhaf artışı nasıl açıklayacağız? Eğer bunu siyasî, iktisadî ve kültürel azgelişmişlikle açıklamaya kalkanlarımız olacaksa, gelişmiş dediğimiz toplumlarda nelerin yaşandığına bakmak gerekir derim.

Bir süredir her bir gününe üç kadın cinayeti düşen bu memlekette, özellikle meseleye bu gözle bakmanın bir yararı olabilir. Bu dehşet verici tablonun sebepleri ya da neyin sonucu olduğu üzerine pek çok şey söylemek mümkün: Kültürel kodlardaki savaşkan, gemlenemez, fetihçi ve gazabı cinsinden menkûl erkek modelinin günün ihtiyaçlarına göre modifiye edilerek sahiplenilmesi; cepheleşme ve saf tutma kültürünün bütün toplumsal yaşama sinip içselleşmesi; cinsler arası sosyal ve ekonomik asimetri vs. Bir furyaya dönüşen bu cinayetleri anlamlandırmaya çalışırken, tanımlarken, duyururken, protesto ederken bir yandan da kanıksanmasına ve pekişip daha da yayılmasına yol açıyoruz sanki. Âdeta debelendikçe saplandığımız bir bataklık bu.

Gelişmişliği tartışma götürmez Amerika’da ya da değerleri hızla evrenselleşen Avrupa’da, ülkeden ülkeye değişiklik göstermekle birlikte kadına yönelik şiddetin hem miktarında, hem çeşitliliğinde azalma değil artış görülmekte. Buna kadın hakları konusunda olumlu örnekler arasında gösterilen İsveç de dâhil. Örneğin Danimarka’da boşanmaların % 25’inin sebebi şiddet olarak tespit ediliyor. Avrupa’da devletlerin şiddet görmüş kadına destek vermek için ihtiyaç duyduğu kurum miktarı on kadına bir kurum düşecek şekilde. Toplumlardaki zihniyet değişiminin pratikte sindirilmesi uzun zaman alır diyenlerimize elbette katılırım. Ancak ortada gerçekten bir zihniyet değişimi varsa!

Toplumsal kabuller bakımından, ifade edilen ile pratiğe dökülen arasındaki uçurum giderek açılıyor. Bir zamanlar teoride ve pratikte ikinci sınıf olarak kabul edilen kadın cinsini bugün erkek cinsinden daha aşağı gördüğünü kamuoyu önünde ifşa edebilecek bir “babayiğit” artık bu memlekette bile pek çıkmıyor. Modernizm karşısında müzelerin

gazete.indd 8

İnsanın ilk çağlardan bu yana kendisini ve çevresini anlamaya çalışırken bir kolaylaştırıcı olarak başvurduğu tanımlama ve sınıflandırmalar, günümüzde de hiyerarşik düzenin alfabesini oluşturmakta. O halde toplumsal mücadelelerini bu tanımlar ve sınıflandırmalar üzerine kuran, bizzat bunların içerdiği genellemeci, bireyin benzersizliğini inkâr eden zihniyete itiraz etmekten ziyade,

bunların terkipleriyle meşgul olan yapıların da bu zihniyetin dışında olamayacağını söylemek yanlış olmasa gerek. Hemen dillendirilecek itirazı duyar gibiyim: “Bu kategoriler mevcut eşitsizlikler giderilene kadar var olacaklardır. Bunlar bizim seçtiğimiz değil, bize dayatılan, ötekileştirilmemiz sonucu oluşan ve zulmün enstrümanı olan ayrımcılıklardır. Mevcut baskı ayrımlardan ziyade ayrımcılıklar üzerine tesis ediliyorsa öncelikle bunların giderilmesi gerekir. Bunun yolu da bunlardan mustarip olanların örgütlenerek haklarını almalarından geçer. Kaldı ki bu tür mücadelelere birer lobi faaliyeti muamelesi yapıyor olmak haksızlık. Örneğin, feminist hareket bugün kadın hakları mücadelesinin çok ötesine geçerek özgürlüğü ve eşitliği çağıran hemen her mücadeleyi kucaklamış, zenginleşmiş ve zenginleştirmiştir.” Eh, kendi mantığı içinde gayet yerinde bir itiraz. O zaman lafı dolandırmadan sorayım: Anarşizmi tarafgir bir ideoloji değil de her tür otoriteyi ve hiyerarşiyi reddeden bir metodoloji olarak benimseyen biri, cinsiyetçilik karşıtı olmasının yanı sıra feminist de olmalı mıdır? Bu sorunun cevabını bir solukta “feminist de olmalı” diye verecek arkadaşlara, öncelikle feminizmi dar bir kadın hakları savunusu olarak görmediğimi söylemeliyim. Bugün gelinen noktada alabildiğine çeşitlenen feminist teori içerisine –yapılan analize bağlı olarak– kapitalizm, iktidar, şiddet, militarizm, hiyerarşi, insan merkezli doğa karşıtlığı vb. pek çok şey de girmiş durumda. Bu nedenle de artık tek başına feminist demek pek bir şey ifade etmiyor. Başına liberal, sosyalist, İslamcı, anarşist, ekolojist, anti-militarist, vb. çeşitli ekler getirilmek durumunda kalınıyor. Bu sıfatlar yapılan analize, kullanılacak araçlara ve amaca işaret ediyor olsa da temelde feminist bir mücadeleden bahsediyoruz demektir.

Bir feminist, kadın cinsinin ırkına, milliyetine, yaşına, kültürüne, sınıfına, medenî durumuna vb. bağlı olarak çeşitli biçimlerde ezildiği tespitinden yola çıkar. Tek başına bu tespit bile, özne olarak kadının, kendisinden esirgenen şeyleri yüceltme ve kendisine bırakılmış ya da üzerine kalmış şeyleri aşağılama eğilimini içinde barındırır. Bir zamanlar toplumsal alanda haklar ve sorumluluklar bakımından erkekle eşitlenmeyi önüne koymuş bu hissiyatın bugün epey ötesine geçilmiş olsa da, esas kıyas öznesi erkek olmaktan çıkmamıştır. Nitekim devlet, iktidar ve otorite karşıtı olan anarka-feministlerin devleti ve iktidarı bu denli erkekle özdeşleştirmiş olmaları da bu eğilimin sonucu olsa gerek. Bu bakışı, iktidar erkektir muhalefet ise kadın diye özetlemek de mümkündür. Birer değer olarak kötü erkekle, iyi kadınla özdeşleştiriliyor; haliyle kadındaki kötü de erkeğin müsebbibi olduğu bir yozlaşmayla açıklanıyor. Kısacası bir feministin izini sürdüğü kadının eziliş serüveni böyle bir seçici algıyla ve komşunun tavuğunu kaz görme alışkanlığıyla malûldür. Ortaya çıkan ezme-ezilme tanımları da bu türden kabullere dayanan bir değerler dizgesine bağlıdır. Velhasıl, kendi ideolojik analizlerine göre değişiklik gösterse de, bir feminist kimi kez için için, kimi kez açıktan açığa “düşmanını” erkekleştirmekten kurtulamamakta. Biyolojik olarak insan türünün – doğanın sürprizleri hariç– kadın ve erkek diye iki cinsi var. Ancak cinsel kimlik dediğimizde, bütün diğer toplumsal kimlikler gibi, temsilî ve çoğul birer mamûl çıkar karşımıza. Çoğul olmalarına rağmen cümle içinde kadın-erkek biçiminde tekil anılmaları ise bizzat bir genellemeye kurban gittiklerinin

Anarka-feminist dediğimizde dünyayı anarşist bir yaklaşımla ele alan ve mücadele eksenine feminizmi koymuş birini anlıyorum ben. Gelin görün ki, bu kombinasyonda temel bir sıkıntı hissediyorum.

1/30/12 11:00 PM


9

itirafı gibidir. Her birimiz kendimizi yoklayalım. Ne geliyor kadın deyince ya da erkek deyince aklımıza: Cinsel organlar ya da hormonlar, yani biyolojik özelliklerin yanında olumsuzlama ya da olumlama içeren pek çok kanaat ve yargı. Peki, biyolojik olanların dışında kalanların bir cinse ait olduğunu iddia etmek mümkün mü? Elbette değil. Öyleyse zarafet ya da azamet gibi adab-ı muaşeretten sayılanlar bir yana, neden erkek deyince aklımıza öncelikle şiddet, iktidar, savaş, rekabet ve ölüm geliyor? Ve kadın deyince de –karşıtlarınca içten pazarlığa denk gelebilen bir– uzlaşmacılık, iktidarsızlık, barış ve yaşam. Bu algıyı doğuran ve pekiştiren şey, olagelenin önümüze serdiği resim ve bu resmi okuma şeklimizdir. Kadınların genel olarak savaş alanlarında çarpışmamış, siyasi iktidara sahip olmamış ya da erkeğe fiziksel şiddet uygulamamış olmaları acaba bunu tercih etmediklerinden veya doğalarının barışçıl olmasından mı kaynaklanır? Yoksa bunu yapmaya muktedir olamamış olmalarından mı? Buna verilen cevaplar muhtelif olsa da, kişi eğer kadına hormonal güzellemeler düzen bir feminist gelenekten değilse, durumun fiziksel farklılıklar ve tarihsel pozisyonlar sonucu olduğunu teslim edecektir. Ama yine de, “erkek şiddeti” derken erkeğin tarihsel konumundan, toplumsal rolünden, iktidarlı hallerinden kaynaklı şiddetinden bahsediyor olmasına rağmen, şiddeti bütün bir erkek cinsine atfetmekten, hani neredeyse ona tapulamaktan kendini alamayacaktır. Tıpkı kadına, doğurganlığı nedeniyle –yavrunun yaşamı ya da “istikbali” söz konusu olduğunda, hayvan ve insan dişilerinin tutumu bunun tam tersini gösterdiği halde– çatışmadan ve şiddetten ya da rekabetten uzak bir rol biçmekten kendini alamaması gibi. Aksi halde iktidar sahibi

kadının erkeği model aldığı için yozlaştığına, hatta erkekleştiğine dair onca ima nereden çıkar. Üstelik çok katmanlı iktidar tanımları yapıp, aynı zihniyetin parçası olan kadının da iktidarın parçası olduğunu, hiyerarşi içindeki yerini tespit ettiği halde! Şiddeti bir tahakküm aracı olarak görüp mahkûm eden pek çok oluşumda erkek cinsini sürekli olarak şiddetle birlikte anmanın, iktidar ve şiddet gibi melanetleri “erkek cinsine özgü” doğal afetler olarak görme talihsizliğinin zihinlerimizde yol açtığı tahribat, bedenlerimizdeki morlukların teminatı gibi. Bu tahribatla ve bunun mevcut durumu pekiştirdiği, teyit ve teçhiz ettiği gerçeğiyle nasıl baş edeceğimizi bilemiyorum doğrusu. Hoş, çiçeklerle bezenmiş bir parkın ortasına, üzerinde “Biliyoruz ki Siz Çiçekleri Koparmazsınız” yazılı bir tabela konulsa çiçekler koparılmayacak mı, diyeceksiniz şimdi. Haklısınız, değişen bir şey olmaz, her iki tutum da biz ve öteki ayrımından mustariptir çünkü… Hareketlerimize yön veren şey çoğu kez düşüncemizden ve bilincimizden ziyade kanaatlerimiz ve bilinçaltımızdır. Fiziksel ya da psikolojik şiddetin bin bir türlüsünü kadın ve erkek birlikte üretip uyguladığımız gerçeğiyle yüzleşelim diyorum. Bunu âdet yerine gelsin diye yapmayalım ama. Bu rol bölüşümünden kadın kimliğimizi nasıl beslediğimizi, ezilen olma durumunu nasıl kimlikleştirdiğimizi, bu kimliği nasıl da sımsıkı sahiplendiğimizi, kısacası, olan bitene dahlimizi fark edelim. Yoksa kimin kimden ne kadar faydalandığına; arızî bir fiziksel şiddetin sistemli bir psikolojik işkenceden daha beter olup olmadığına; neyin neden, neyin sonuç olduğuna akıl erdirmek gibi sayısız durumla boşuna boğuşacağız. Yok, biz zaten her halükârda –erkek karşısında– ezileniz diyorsanız, bu noktadan

itibaren benim söyleyecek bir sözüm yok. Ben ezilen olmayı kimlik edinmiş hiç kimsenin tarafında olmayacağım. Çünkü bu tür bir mücadele ve elde edilen haklar, toplumsal hiyerarşiyi azaltmıyor, aksine inceltiyor, çeşitlendiriyor. Ama bunun yanında kadına ya da erkeğe, biyolojik cinsiyeti ya da cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılık ve baskı uygulayanın karşısında duracağım; yani cinsiyetçilik ve heteroseksizme karşı olacağım. Kısacası reddiyelerime sahip çıkacağım. Her bir farkındalık ve tavırdan bir taraf çıkarmayı beceren zihniyet elbette ayrışmayı, ötekileştirmeyi, düzeltiyorum derken eğmeyi sürdürecek. Anormalin normalle mesaisinden yeni kimlikler –içine tıkıştırılacağımız yeni çerçeveler– türeyecek, yetmeyecek, yetinilmeyecek... Evet, feminizm kadın denilen biyolojik ve toplumsal kimliğin ezildiği tespitinden yola çıktı. Onun ezilme hikâyesinin peşine düştü. Gele gele, bütün yolları ona çıkarmasa dahi onda özetleyen bir indirgemeciliğe doğru yelken açtı. Hoş, buna başka bir açıdan bakarak, feminizm bütün bir hayatı kucakladı da denilebilir ama ben şahsen hafifçe ürperirim bu özetleme ve kucaklama gayretinden. Haksızlık etmek istemem. Doğal olarak kadının hikâyesine odaklanmış bir feminist eleştiri, başka türlü farkına varamayacağımız pek çok kanıksanmış ezme/ezilme biçimini hepimiz için görünür kıldı. Ancak bütün bir hayatı bu ezen/ezilen diye de özetlenebilen bir erkek/kadın düalitesiyle anlamaya çalışmak, – isabetli ve başarılı olsa dahi– bizi başka bir tuzağın içine çeker.

Toplumsal işbölümünün tanımlı kadın-erkek rollerine göre yapılmasına gayet yerinde itirazlarda bulunan feminist bakışın, toplumsal işbölümünün ve uzmanlaşmanın bizzat kendisinde, ya da icracısını yücelten-düşüren iş ayrımı yapmakta bir beis görmemesi de umutsuzluk yaratır bende. Bu anlayış cins olarak kadını bu işlerden bir gün kurtarsa da kaçınılmaz olarak her zaman “sıradan-basit” işleri yapan yeni “mağdurlar” –ve dolayısıyla hiyerarşi– üretmeye mahkûmdur çünkü. Mustarip olduğumuz hiyerarşik düzeni alt-üst ya da rafine etmek yerine, yıkabilecek gerçek bir zihniyet değişimi, iktidar-muhalefet algısının, yani düalist bakışın dışına çıkabilmekle mümkün. Bu zihniyetin ürettiği bütün değerleri, yenilerini üretmeyecek şekilde didiklemeli. Bize atfedilen gurur verici bir takım değerlere ve her bir yanımızdan etiket misali sarkan kimliklere sımsıkı yapışacağımıza, bunlara yenilerini ekleyeceğimize, bunları özetler ya da dışlar nitelikte yeni kimliklerin peşine düşeceğimize tahrip etmenin yoluna bakmalıyız. Böyle bir yıkıcılığın hepimize faydası var. Zelha

Gücün parçası olma, iktidar ve onaylanma ihtiyacı doğuran ezilmişlik psikolojisini anlamak başka bir şey, ezilmişlikten hakkaniyetli ve özgür bir dünyanın doğmasını ummak başka.

Ubik Project Sahada! Son kırk yılın düşünce/imge dünyasında ciddi bir çığır açmış liberter yazar Philip K. Dick’in Ubik romanından yola çıkan Ubik Project başlıklı sergi 12 Şubat’a kadar Hayaka Artı’da gezilebilir. Geçtiğimiz yılın bağımsızpolitik sergisi Yıkım 2011’i de hazırlamış olan Periferi Kolektif’in imza attığı sergi, Ubik ve PKD’nin düşünsel evrenine bakış imkânı sunuyor. Ubik; ölüm, yaşam, gerçek, gerçeklik, entropi, varoluş, algı ve metafizik kavramları üzerine felsefi bir bilimkurgu. Ubik Project ise Ubik’in dünyasını ve bu kavramları derinlemesine ele alıp onları imge formlarına dönüştürmeye çalışan bir projedir. Kısaca, bir romanın nasıl bir sergiye dönüştüğünü görmek için gezilesi bir sergi. Bu sergi, birçok özelliğinin yanı sıra tamamen katılımcı sanatçıların inisiyatifleri ile gelişen “bağımsız” bir sanat projesi olarak da öne çıkıyor.

gazete.indd 9

Küratörsüz, sponsorsuz, medya desteksiz sanatçıların kendi dayanışmasıyla ortaya çıkmış samimi bir çalışma. Sanatçılar Ali Mete Sancaktaroğlu, Alper T. İnce, Alt komşu, Andrea Buran, Anti-Pop, Cins, Defter Kazıyıcılar Kooperatifi, Dilara Hançer, Eda Gecikmez, Gamze Özer, Hannah M. G Shapiro, Merve Şendil, Nezaket Tekin&Çağdaş Ülgen, OnstOn, Rafet Arslan, Koordinasyon: Periferi Kolektif Tarih: 4 Ocak-12 Şubat 2012 Sergi Mekânı: Hayaka Artı Çukurcuma cad. N:19A Tophane İstanbul Çarşamba/Cumartesi/12:00-18:00 http://ubikproject.blogspot.com

1/30/12 11:00 PM


10

Kapitalizmin Kilisesi Plazalar Yaklaşık 19 sene oluyor çalışma hayatına başlayalı. Mezun olduktan sonra ilk altı ay Türkiye’nin en büyük yerli bilgi işlem şirketlerinden birinde çalıştım. Ardından da en büyük devlet plaza ortamı olan kuvvet komutanlıklarının birinde Ankara’da yazılım geliştirdim bir sene. İlk emirkomuta zinciri plazayla aslında orada tanıştığımı çok sonra fark edecektim. Kiliseler, gücün tanrı adına toplandığı ve kullanıldığı mekânlardır.

İnsanların ölümle doğum arasındaki sıkışmışlıkları, yok olmaya karşı dirençleri ilk anlarından beri etkilemiştir yaşamlarını. İnançların organize güç birikimine dönüştüğü iki yer vardır. Birincisi kiliseler ve bunların Vatikan’da birleşen headquarter’ları (Genel Merkez’leri). İkincisi ise düzenli ordular ve bunların komuta merkezlerini oluşturan Kuvvet Komutanlıkları - plazaları. Hepsinin ortak noktası görkemidir. İnsana kendinden büyük bir yapının içinde güven ve sürdürülebilirlik sağlar. Görkemin yarattığı gelirden de nasiplenen plaza – organize güç merkezleri – çalışanları bu güçten pay alma yarışındadırlar. Asla tek başına elde edilemeyecek bir gücün kurumsal anlamda elde edilmesi söz konusudur. Alışkanlık yaratan bu gücün içinde gelişen insanlar artık yavaş yavaş bu kurumsal gücün dışında bir hiç olduklarını düşünmeye başlarlar. Ölümdür bunun ertesi adeta o güvenliğe alışan çalışanlarda. Vatikan’daki dünyaya hükmeden bir gücün tadına varan bir din adamının artık bu güçten vazgeçmesi mümkün değildir. Aynı şekilde kuvvet komutanlığında gücü tadan bir subayın tek başına var olması mümkün değildir. Şirketler de bu modeli uygularlar. New York ya da dünyanın bir yerlerinde Kuvvet Komutanlıkları ya da Vatikanları mevcuttur. Tüm söylemler bu merkezlerde oluşturulur; tanrıya nasıl inanılacağı, kürtajın günah olup olmadığı, mali akışın yönü, hangi ürünlerin pazarlanacağı, dost ve düşman tanımı bu merkezlerde yapılır. Güç parayla şekillenir. Para bir değişim aracıdır. Hizmetçidir. Para aracılığıyla güç paylaşılır. Hepsinde paranın üstünde bir kutsal amacı olmalıdır ki asıl amacın güç

gazete.indd 10

paylaşımı olduğu hem vicdanen hem de yapılacak tüm hareketlerin bu ulvi güce dayandığı varsayımıyla aksiyonlar hayata geçirilebilsin. Kutsal amaç, kiliselerde tanrının buyruklarıdır. Asla varlığı kesinleşemeyen ama herkesin kabul etmesi zorunlu ve sorgulaması mümkün olamayan bir kutsiyettir bu. Kuvvet Komutanlıklarında vatana dönüşür. Vatanın korunması ve saldırmak için bekleyen bir düşmanın varlığıdır. Arketipsel bir korkunun şekillenmesidir bu kutsiyet. Topluluğa nereden geleceği bilinmeyen bir düşmana karşı tutunma zorunluluğu, aksi halde gene ölüme ulaşılacağı fikri, ölümle doğum arasına sıkışmış bireye son derece çekici gelir. Ordular hep birbirlerine ve görünmeyen bir düşmana karşı organize olurlar Kuvvet Komutanlıklarında. Toplumdan toplanan maddi ve manevi gücün kullanılması büyük bir yapı içinde sağlanır.

Tanrı’nın emirleri ve vatan kutsallaşır. Paranın tanrı olduğu kapitalist yapıda ise varlığı sürdürmenin yolu paranın çoğalmasından geçer. Çoğalan ve biriken paranın yarattığı gücün de nasıl kullanılacağı şekillenir headquarter’larında şirketlerin. Para bittiğinde insanların aç susuz kalacağı ve güçten düşeceği korkusunun, Tanrı – Vatan – Para üçgenini mükemmel bir şekilde tamamlar Plazalar. Inorganik bir yapı kurumsallaştıkça organik kendi kendine nefes alan, kararlar veren bir görünmez “bütün canlı”ya dönüşür. Korku bu canlının yaşaması için elzemdir. Organizma bilinç kazanmaya başlar. Her organizmada olduğu gibi bir kere bilinç kazanınca da tek amacı hunharca varlığını sürdürmek haline dönüşür. Tüm bu kurumlar toplumun en akıllı, entellektüel kesimlerini de içine alır aslında. Organizmanın bilinci yapışkandır ve sürekli tekrarlarla yerleştirilir. Tekrar çok önemlidir. Değerler sürekli tekrar edilir. Organizma artık canlı bir kişilik kazanmıştır. Globalleşme organizmanın sınırlarını kaldırmıştır. Kiliseler ilk globalleşen, sınırları yok eden kurumlar olmuştur . Kuvvet Komutanlıkları

bunu takip etmiştir. Her ne kadar ulvi amac vatanın korunmasıysa da zaman içinde düşmanlar ülkeleri birleştiren bir globallikte ele alınmış, aşağı yukarı tüm ülkelerin Kuvvet Komutanlıkları birbirini takip eden söylem ve metodları belirlemiştir. Bu akımın son takipçisi teknolojiyi de kullanan şirketler olmuştur. Plazalarda şekillenen şirketler bugün aynı şekilde globalleşip Kilise ve Ordu yapılanmalarını bünyelerine katmışlardır. Trajedi işte bu noktada bireyde başlamaktadır. İlk başta organizmayı yöneten birey bir müddet sonra o bulaşık ve aslında bir türlü elde tutulamayan bir organizmanın esiri olarak günlük iş hayatına devam etmeye başlar. Kendine ve yaptığı işe yabancılaşarak. Gittikçe organizmanın tanımlamaya başladığı bir Tanrı, bir vatan düşmanı ve kar kavramı tüm gücüyle oturur günlük yaşama. Hepsi soyuttur. Can ve bilinç kazanan organizma somutlaştırır. Korkuyla besler. 1994’ten beridir headqurter’i New York’ta olan böyle bir plazada çalışan biriyim. Arkadaşlarınızı kendiniz seçersiniz ama plazalarda çalıştığınız insanları kendiniz seçemezsiniz. Arkadaş olarak yanınıza sokmayacağınız insanlarla kompleks bir güç oyunu oynamak zorundadır birey. Yaş ilerledikçe ve kazanımlar arttıkça kaybedilecek şeylerin de değeri artar. Bu döngü itaati ve korkuyu besler. İtaat daha fazla gücü getirir. Güç te kaybetme korkusunu. Kiliselerde sendikal örgütlenmeler yoktur. Kuvvet Komutanlıklarında da öyle. Aynı modeli kullanan şirketelerin de özlemi sendikal her türlü hareketin yok edilmesidir. Ne sendikaya girenler ne de toplu hareketleri örgütleyen kişiler hoş görülmez. Bugün beyaz yakalılar diye isimlendirilen bu sınıf ( sınıf terimi ayrıca tartışılır) sendika ve benzeri örgütsel hareketlere yabancıdır. Ancak çok beğendiği, hayranlık duydugu bu sistemin ne kadar acımasız olarak tepki verecegini gödüğü bir anda birden farkındalık seviyesine geçer ama artık cok geçtir.

Organizmanın bilinci, varlığını sadece kendisinin karar verdigi doğrular üstüne kurar. Bu doğrular, kar’ın maksimizasyonu, paranın birikmesi, ve buradan oluşan gücün gene aynı amaç için kullanılmasıdır. Kriz döneminde işten cıkartma kararı alan şirketlerin hisse değerleri yükselir. Toplum bu kararını ödüllendirir. İşten çıkarma iki amaca hizmet eder, öncelikle paranın arttırılması yönünde ekonomik bir kazanımdır. İşten çıkarılanlar da aslında ittaat, ve organizmaya hayranlık duyarak hizmet etmeyi sorgulamaya başlayanlardan secilir. Kiliseden bir düşünürün, acaba İsa bunca Vatikan zenginliğini hoş görür müydü ya da Ordu’dan bir subayın acaba silahlar mı barış getirir yoksa siyasal çözümler mi diye sorması işten atılmak için yeterli bir sebep olduğu gibi Plazalarda da organizmaya bağlılık ve hayranlık yönünde yapılan sorgulamalar aynı yönde tepki alır. Kapitalizm parasını her şart ve yöntemle korur. Korumayı, çalışanlar yapar. Çalışanlar sahip olduklarını, kapitali koruyarak kaybetmeyeceklerini bilirler. Nasıl kendi çalıştığı işe yabancılaşan işçinin değiştirilmesi ve yerine konması artık son derece kolaysa, gelişen teknoloji ve bilgi birikimiyle artık plazalarda çalışan herhangi bir beyaz yakalının da değiştirilmesi o derece kolaydır. Değiştirilmemesi için tek yapması gereken sonsuz itaattir. Yönetici seviyesine geldikçe itaat ve benimseme artar. Korku da. İşin ilginç yanı, ülkenin en iyi okullarında yetişmiş, gençliğinde eşitliği savunmuş, haksızlıklara direnmiş, hatta kendisi yokluklar içinde büyümüş ailelerden gelebilen bu parlak kişiler, organizmanın içinde yönetici rütbesini aldıktan sonra aynı haksızlıkları, eşitsizlikleri uygularlar. Trajedinin son perdesi bu kısımdır. Yıllarca okuduklarını ve birikimlerinden oluşturduğu degerleri eritir beyaz yakalı. Gitgide içi boşalmaya başlar. Ortalamayı savunan, analiz yeteneğini kaybeden bir robota dönüşür. İlk başlarda iş ile özel hayatını ayırabilirken gitgide niteliksizleşir, toplumsal ve politik olaylara bakışı yeknesaklaşır. Nasıl

1/30/12 11:00 PM


11 organizmanın, egemen düşüncenin, üstünde ezerek uyguladığı değerleri hayata geçiriyorsa, toplumsal olaylar ve siyasal düşünce olarak ta analiz yetenegini kaybedip en ortalama fikirleri savunurken bulur kendini. Sorgulama artık yok edilmiştir. Sadece 8 saatlik bir çalışmayla kalmayan bir yok oluştur bu. Korkulara bina edilmiş sadece yaptığı işi kaybetmeme korkusuyla bugüne kadar geliştirdiği tüm birkimi plazanın camları içinde eritir. Mutsuzlaşır. Işığını kaybeder. 15-20 sene önce heyecanla işe başladığı kişi değildir artık o. Kiliseleşmiş, faşizanlaşmış bir değerler sisteminin sorgusuz sualsiz uygulayıcısı haline gelmiştir. Şirketlerin trajedisi ise bu isteyerek ve bilerek değiştirilen kişiler, gittikçe karmaşıklaşan ve krizlerle büyüyen kapitalist sistemde doğru analiz yapma yeteneklerini kaybedip hatalar yapmaya baslar. Bugün batma noktasına gelen şirketlerdeki en büyük ikilem kendisinin erittiği bu yeteneklerin, artık yaratıcılıktan uzak kararlar alarak diğer organizmalar tarafından yenilmesidir. Bunu

farkına varan şirketler de - gene kapitalin sürekliliği adına - bu yapıdan kendileri de rahatsız olmaya başlamıştır. Kendine hayran, yapış yapış itaat eden, son derece önemli işler yapar edasıyla gücü taşıyan ego esiri yöneticilerin şirkete zarar vermeye başlamış olduğunu görmeye başlamıştır. Innovasyon adıyla gündeme getirilen ve “farklı” düşünmeye sevk eden girişimler de bu farkındalıktan kaynaklanır. Şirketler kendi yapıları sonucu oluşan bu sonuç yapıyı, yaratıcı fikirlere sahip, özgür düşünceli insanlarla yenilemek zorundadır. Plazalarda çalışan beyaz yakalıların silkinme ve sorgulama zamanı gelmiştir. Başlarda sahip oldukları değerleri yok eden bir sistemi değiştirmek gene kendi ellerindedir. Bir zamanlar sahip oldukları cesur düşünceleri, analiz edebilen, okuyan, düşünen, örgütlenmekten korkmayan, kaybedeceklerini kazanacaklarından aşağı gören, moda deyimiyle kendi hayatlarında bir innovasyon yapma zamanları gelmiştir. Aksi takdirde, plazaların camlarında dışarıya çıkamayan ve cama çarpıp

çarpıp duran yiyecek bulamayan sinekler misali, cam kenarlarından son kanat çırpınışlarıyla birlikte süpürüleceklerdir. Aydınlanma ve mutluluk, korkuyu yenmek ve sorgulamayla başlar. Beyaz yakalılar da artık çok geç kalmadan bu sorgulamaya başlamalı ve yaşamak istedikleri hayat hakkında bir karara varmalıdır.

Yokoluş acımasızdır. Ruhların kuruması kazanılan hic bir maddi güçle geri kazanılamayacaktır. Korkulan ölüm, korkunun kendisiyle gelecektir. Plazalardaki öğreti değişimin kaçınılmaz olduğudur, sözcükler değiştirir yaşamı, günlük emir tekrarları değil. İyi mesailer. Temel Kebapçıoğlu

bakmamız ve neyi neden yaptığımızla ilgili düşünmemiz gerekir diyorum. İş, hayatını sürdürmek, para için yapılan bir şey olmaktan bir noktada çıkıyor, insanî duygusal ihtiyaçlarımız bizim aleyhimize çalışan konulara dönüşüyorsa bunu değiştirmek gerekir. Makaleden aldığım maddelere bakın

birlikte eşit düzeyde çalışmasına imkan tanımak, projelerin daha hızlı yapılmasını sağlar. İnsanlar, erken gelip, geç giderler ve enerjilerini daha çok sorunların çözümüne adarlar.

Müzik Kutusu Tesadüfen internette bir makale elime geçti. Makalede çalışanların performansını arttırma, daha iyi yönetim konularında tavsiyeler vardı. Daha çok beyaz yakalı çalışanların

yöneticilerine tavsiyeler içeren “Çalışanları paradan daha çok motive eden 9 şey” başlıklı bir makale. Bu yazıyı yazmama neden olan şey makalenin başlığı daha çok. İnsan kaynakları yönetimi ile ilgili özelleşmiş bilgiler var, bunlar yeni şeyler değil; motivasyon nasıl arttırılır, nasıl daha etkin ve etken olunur, ekip nasıl daha verimli olur vs vs. Kurumsal bütün şirketlerde uygulanmaya çalışılan kavramlar. İnsan kaynakları, insan psikolojisi ile

gazete.indd 11

ilgili bilgi üretip bunları performansı arttırmak için kullanıyor. Düzenli çalışma ile ilgili kendime her zaman sorular sordum. Bugünlerde hayatımı değiştirme isteğim ayyuka çıktığı için herhalde daha da çok soruyorum. Ben neden çalışıyorum? Bana ve arkadaşlarıma, neden çalışıyoruz diye sorulduğu zaman hemen hemen herkes hayatını sürdürmek için çalıştığını söylüyor. Paramız yok bizim, rantiye olmak için malımız da yok. O zaman yapmayı bildiğimiz bir şeyi başkaları için yapıyoruz, yani biz para kazanmak için zamanımızı satıyoruz. Konuşurken her şey net, 2x2 = 4 Oysa yaşarken her şey bu kadar net değil, anlaşılan o ki kafalar karışıveriyor. İnsan kaynakları bilgi birikimine baktığımızda başka mesajlar var. Maaş yani para bir çalışan için en önemli şey değilmiş. Çalışanlar maaşa gelene kadar başka şeyleri önemsiyorlarmış. Nasıl olabilir? Hani para kazanmak için çalışıyorduk? Sadece para için çalışmıyormuşuz, duygusal ihtiyaçlarımız varmış. Yoksa bu kadar çalışan nasıl motive edilir vs diye bilgiler birikir mi? Demek ki burada biz çalışanların anlamamız ve değiştirmemiz gereken şeyler var. Ben çok uzun senelerdir düzenli çalışan birisi olarak, bu süzme bilgilere tersinden

1. Övgü konusunda cömert olun: Herkes ödüllendirilmek ister. Genel Müdür’den giden bir bir övgü sizin düşündüğünüzden fazlasını yapar. Ekibinizde gördüğünüz her gelişmeyi övün. Çalışanınızı diğerlerinin önünde övün.

Övgü duymak beğenilmek istiyoruz! Genel Müdür bizden önemli o övünce daha da seviniyoruz.

2. Yöneticilerden kurtulun: Proje lideri olmadan ekibe kendi kendine çalışma yetkisi vererek harikalar yaratabilirsiniz. İnsanların ekip olarak

Baskı verimliliği düşürür! Oto sansür gibi bir durum, serbest kal daha çok çalış. Niye erken gelip geç gidiyorsun?

3. Sizin fikirlerinizi onların fikri haline

getirin: İnsanlar ne yapacağının söylenmesinden nefret eder. Onlara ne yapacaklarını söylemek yerine, bu fikri onlar bulmuş gibi hissetmelerini sağlayacak şekilde soru sorun. “bu şekilde yapmanı istiyorum” “ Böyle yaparsak daha iyi olmaz mı”ya dönüşür.

Akıllısın hissi ver! Akıllı olduğunu sen niye kendi kendine düşünemiyorsun da müdüründen duymaya ihtiyacın var? 4.Hiç bir zaman eleştirme,

1/30/12 11:00 PM


12

düzeltme : Hiç kimse ama hiç kimse yanlış yaptığını duymak istemez. Motivasyonu azaltacak bir şey arıyorsanız aradığınız budur. İnsanların gelişmesi, kendi hatalarından öğrenmesi ve hatalarını düzeltmesi için dolaylı bir yaklaşım deneyin. Kimse gerçekleri (belli tonlarda hele) duymak istemez. Söyleme! Yalan dünya yalan imiş. Kendinle yüzleşemezsen sana karşı böyle kullanılır.

5. Herkesi lider yapın: Performansı

yüksek elemanlarınızın kuvvetli yönlerini vurgulayın, onları diğerlerine örnek gösterin. Çıtayı yüksek tutmuş olacaksınız ve onları belli bir düzeye erişmek için motive etmiş olacaksınız.

Önemlisin! Yoksa hepimiz aslında biz söyleyelim başkası yapsın mı istiyoruz?

6. Her hafta bir çalışanınızı yemeğe

götürün: Sürpriz yapın. Çalışanlardan birinin yanına gidin ve onu öğle yemeğine davet edin. Bu onlara çalışmalarının farkında olduğunuzu hatırlatmak ve takdir etmek için kolay bir yoldur.

Sevilmek önemsenmek istiyorsun!

7. Küçük ödüller verin: Şirket

toplantısında küçük bir hediye, şirket içi yarışma ve oyunlar düzenleme, bunların sonuçlarını duvarda bir

panoda çalışanlar ile paylaşma olabilir. Akşam yemeği, kupa, spa hizmetleri ve plaklar gibi şeyler deneyin.

Şımartılmak istiyorsun!

8. Şirket partileri düzenleyin: Grup

olarak bir şeyler yapmak çok yol katettirir. Şirket piknikleri, doğum günü kutlamaları, “happy hour” partileri düzenleyin. Bunları sadece tatil döneminde değil yıl boyunca düzenleyin, çalışanlarınız hep beraber olduğunuzu unutmasın.

İnsanlar kendini bir gruba ait hissetmek istiyor, herkes güzel şeyler duymak, övülmek istiyor, sözüm dinleniyor ben önemli birisiyim diye hissetmek hesabına yatan paradan daha önemli hale gelebiliyor. Ne kadar ince bilgiler edinilmiş, yok efendim birlikte yemek yiyen insanlar birbirine yakın hissedermiş. Bütün

vermezsen çalışmam diyemiyorum.

satışçılar müşterilerini yemeğe götürür bu nedenle. Yemek yersin, belki bir kadeh şarap, müşteri dini bütün bir müşteriyse bu bir kadeh şarap şerbete de dönüşebilir. Herkese, her ortama uyar satışçı ve pilavlar yenirken konular kıvama gelmiş olur. Kıvama gelince alışveriş de yaparsın, fazla çalışma da yaparsın. Çünkü sen bu satışçıya yakın hissediyorsun artık, fazladan bilgi bile verebilirsin, o da bilgileri alırken kazanacağı primi düşünüyor. Övülmek için ben 2 saat daha fazla iş yerinde kalıyorsam, burada sorun görüyorum. Demek ki benim 2 saati işverenime bedava sunmama neden olan duygusal bir zayıflığım var. Bu zayıflığım nedeniyle o işyerinde gerçekte bulunma nedenimi unutuyorum ve sabah birisi gözlerimin içine bakıp bu rapor çok güzel olmuş desin diye 2 saat, sevdiğim başka şeyi yapmaktan vaz geçiyorum veya bu 2 saatin parasını

Para yoksa müzik de yok. Ahh, bilmiyorum aranızda tuzu kuru olanlar var mı? Benim de, tanıdığım bir sürü insanın tuzu kuru değil. İşimiz konusunda müzik kutusu gibi davranamıyoruz. Hatta aksine fazla sorumlu, verici ve dürüstüz. Yani her şey duygusal. (baş parmak ile işaret parmağının birbirine sürtülmesi sonucu yapılan para hareketi) Neden bu dükkan aslında senin değilken seninmiş gibi davranasın ki? Ve neden işverenin vereceği dolmakalem sana bir doygunluk hissi versin? Kalemin mi yok? Ya da seni beğenenler mi az? Ben diyorum ki devrim olunca çalışmayacağız ya hani (!) o zamana kadar da müzik kutusu olalım. Para atılınca çalışalım, para yoksa çalışma da yok. Duygusallıklar da çıkması gereken yerde ortaya çıksın, sevişirken filan… Ofiste değil. Hülya

İnsanlar eğer ki hayatlarını sürdürmek için başkalarının işini günde 9 saat yapıyorlarsa müzik kutusu gibi olmalılar. Parayı atınca çalışır, süre bitince durur. Okşanınca çalışır bağlantısı yanlıştır. Bu bağlantıya izin vermemek gerekir.

Hep birlikte eğlenmek istiyoruz, birlikte eğlenen, birlikte (daha çok) çalışır da… 9. Ödülü ve Acıyı paylaşın: İşler iyi

olunca kutlayın. Bu herkese yaptıkları işler için teşekkür etmenin en iyi zamanıdır. Başarısızlıklar varsa bunları da paylaşın. Dürüst ve şeffaf olun.

Çalışan, kendini işin sahibi gibi hissedince performansı artar. Bu dükkan senin! Dükkan senin değil ama seninmiş gibi hissedince verimi artıyor değil mi? Bedava çalışasın var; bizim çünkü orası. “Bizim şirket” kadar mesafesiz başka bir deyim duymadım. Nasıl oluyor yarım

milyon insanın çalıştığı, yerinin doldurulmasının en fazla bir gün alacağı küresel bir şirketi “bizim” sanabiliyorsun? Biz kim?

İllüstrasyonlar: Packard Jennings - Business Reply Pamphlet 2006

gazete.indd 12

1/30/12 11:00 PM


13 “çocuktum, ufacıktım top oynadım, acıktım” Ziya Gökalp

Küçücüktüm, ufacıktım, okula gittim, kitaplar okudum Okudum da neler neler öğrendim. Bütün tarih kitaplarım Osmanlı İmparatorluğu’nda hoşgörünün olduğunu, Osmanlı’nın kimsenin diline, dinine milliyetine karışmamış olduğunu anlattı bana. Hafiften göğsüm kabararak öğrendim tekerlemeleri. Anlatılanlara sevinmemek elde mi, bu kadar olumlu bir geçmişe kim sevinmez! Avrupalılar pisliklerinden parfümü keşfetmişler, bu topraklarda müthiş hamamlar varmış, Osmanlı’da kimseye karışılmıyormuş ve mükemmel bir adalet sistemi varmış, mış mış. Sonra öğrendim ki, meğer işler tam da böyle değilmiş. Diğerleri, Zimmiler Müslümanlarla eşit sayılmıyorlarmış. Zaten zimmi kelimesinin anlamı kendi içinde; İslam devleti tebaasında olan ve haraç veren Hıristiyanlar, Yahudiler demek. Zimmiler ile ilgili bir kaç uygulama: Müslüman kadınlarla evlenemiyorlar Şahitlikleri kabul edilmiyor Zimmiyi öldüren Müslüman’a genellikle ölüm cezası verilmiyor Hukuksal kısıtlamaların yanı sıra, çeşitli aşağılamalara maruz kalıyorlardı. Ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman’la karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. Çeşitli dönemlerde çıkarılan fermanlarla, gayrimüslimlerin neler giyemeyecekleri de bildiriliyordu. 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipek elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca yine çeşitli fermanlarda hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin maviydi. Zimmiler, evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar ve evleri Müslümanların evlerinden daha alçak olmak zorundaydı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. Sultan İbrahim zamanında alınmış bir kararla hamamlarda gayrimüslimlere nalın verilmesi yasaklanmıştı ve Müslüman olmayanlara verilecek peştamallara çıngırak takılması gerekiyordu. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

gazete.indd 13

Detaylar bana çok etkileyici geldiği için detayları paylaşmak istedim. Evlerin yüksekliği, yolda yürürken renklerle ayırt edilebilme gibi örnekler bizlere ezberletilenlerden çok farklı. Aynı kaldırımdan yürüyemediğin bir komşu ile ilişkin ne kadar gerçek ve yakın olabilir? Ya ayakkabı rengi ve şapka rengi ile ayırt edilebilmek? Hamamda yürüdüğünde bir uyarı şeklinde çıngırak sesleri çıkması? Ne için ayırt edilebilmeleri gerekiyordu bu insanların? Hayal etmeye çalışıyorum nasıl bir “komşuluk” yaşanıyordu acaba o zamanlar diye. Evin yok. Hop, komşuyu gönderdin; sonsuzluğa veya başka bir memlekete, şimdi 3 katlı evin var. Hayatın değişti. Demek ki tarih boyunca insanlar bu durumu yeniden yeniden üretmişler. ‘Onun arabası var güzel mi güzel’ şarkısı arabası olmayanları her zaman etkileyen bir şarkı olmuş. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür gibi deyimler de var. Sinsi sansar gibi komşunun tavuğunu kapmak komşudan vazgeçmek demek. Ben komşumdan vazgeçmek istemezdim. Komşum ile yaşam kurmak isterdim, birlikte yemek, içmek, eğlenmek, belki ondan farklı bir şeyler öğrenmek. Keşke diyorum yan dairede bir Ermeni komşum olsaydı, zilimi çalıp bana bir tabak Herrisa ikram etseydi. Sorduğumda da bana Herrisa tarifini verseydi. Hülya

Herrisa Malzemeler 300 gr dövme aşurelik buğday 100 gram nohut 750 gr kemikli koyun eti 5 Yarım su bardağı su. 2 yemek kaşığı tereyağı. 3 tatlı kaşığı tuz, 2 çay kaşığı karabiber 1 tatlı kaşığı kırmızı biber Hazırlanışı Dövme buğday ve nohutu yıkadıktan sonra süzün. 2,5 su bardağı su ile bir gün önceden ıslatın. Tencerenin dibine eti yerleştirdikten sonra üzerine nohutu koyun. Islatma suyuna su ekleyerek ölçüyü 4 su bardağına tamamlayıp tencereye koyun, suya 2 yemek kaşığı yağ, tuz ve karabiber ve kırmızıbiberi ekleyin, buğday iyice ezilinceye kadar yaklaşık 75 dakika pişirdikten sonra, etin kemiklerini ayırın. Tahta kaşıkla kıvamlı hale gelene kadar çırpın. Afiyet olsun.

1/30/12 11:00 PM


14

Yazan:

gazete.indd 14

rak

Can Bu

luş

mal Bu

: Ke • Çizen

1/30/12 11:00 PM


15

Zulüm Hiç Bu Kadar Şık Olmamıştı 6. Uluslararası Kürk ve Deri Fuarı’nın katılımcılarını ve fuarı düzenleyen TÜYAP yönetimini protesto ediyoruz. Hayvanlardan gasp edilen kürk ve derileri sergileyen firmalar, kapitalizm sayesinde dünyanın dört bir yanında her dakika hayvanları katlediyor ve bu mezalimden para kazanıyor. Dünyada her yıl elli milyonun üzerinde hayvan, yalnızca kürkleri için katledilmektedir. Bu hayvanların % 85’i, hayatlarının tamamını, daracık kafeslerde üst üste istiflenerek, açsusuz yaşamaya mahkûm edildikleri, cehennemi aratmayan çiftliklerde yetiştiriliyor. Korkunç koşullarda yaşamaya zorlanan bu hayvanların çoğu, güvenlik ve sağlığa dair hiçbir tedbir alınmadığı için hastalanıyor ve sakatlanıyorlar. Özellikle vahşi hayvanlar, tutsaklığın ve hiç aşina olmadıkları insan gerçeğinin verdiği yoğun stresle kendilerini kafeslere çarpmaya ve vücutlarını kemirmeye başlıyorlar. Satanın kârı, giyenin kibri ve zevki için doğumundan ya da yakalanıp tutsak edildikten itibaren tarifsiz acılar çeken bu hayvanlar, katledilirken de korkunç acılara maruz bırakılıyor. Örneğin, Çin’de kediler, köpekler ve rakunlar, canlıyken yüzülüp kürkleri alınır, sonra bir kenara fırlatılıp acı içinde ölüme terk edilirler. Kanada’da foklar, başlarına

sopalarla vurulduktan sonra henüz canlıyken yüzülürler. İnsan, işkence tekniklerindeki tüm yaratıcılığını bire bir hayvanlara da uygulamaktadır: Vajinaya elektrik vermek, kimyasal maddelerle zehirlemek, kaynar suya atmak, boyun kırmak, boğazlamak, telle boğmak, tuzak ve kapanla yakalamak gibi sayısız yöntemle sürdürmektedir bu vahşeti. Acı çekme duyarlılığı insanla bir olan hayvanlara akıl almaz acılar çektirilirken gasp edilecek deri ve kürklerinin zarar görmemesine de azami dikkat edilir. Kürk üreticilerinin kürkleri işlemek ve bozulmalarını önlemek için “formaldehit” diye bilinen toksik etkili kimyasal spreyleri kullandıklarını biliyoruz. Bu kimyasallarla satışa hazır hale getirilen hakiki kürklerin, yapay kürk imalatına nazaran on beş kat daha fazla çevre kirliliğine yol açtığı biliniyor. Ayrıca kürk çiftlikleri, tutsak ettiği milyonlarca hayvanın artığını yeraltı sularına ve nehirlere sızdırmaktan ve tonlarca amonyağın atmosfere karışmasından ötürü doğaya, canlılara ve yerel halka karşı da sorumludurlar. Deri endüstrisinde de durum farklı değildir, bu sanayi kolunda kullanılan kimyasallar doğayı katletmektedir. Trakya’daki Ergene Nehri’nin şu anda tüm canlılara ölüm saçıyor olması deri endüstrisinin marifetlerinden sadece biridir. Doğaya verdiği ciddi zararlardan

Yeryüzüne Özgürlük Derneği tarafından “Basına ve Kamuoyuna” başlığıyla yapılan yukarıdaki açıklamayı yer darlığı nedeniyle kısmen kısaltarak yayımlıyoruz.

dolayı suni kürk ve deri endüstrisinin de karşısında olduğumuzu beyan ediyoruz. Bu ahlâksız sektörün varlığını, devamını ve bu sektörde çalışmayı kabul etmeyi her ne kadar doğru bulmasak da hayvanların bedenini gasp eden zihniyetin, işçilerini önemsememesi de rastlantı değildir. Çünkü günümüzde hayvana reva görülen muameleler, dün de köle edilen insanlara soğukkanlılıkla uygulanıyordu. Bugün kürk ve deri endüstrisinin tüm pis işleri, bizzat kapitalist düzence yoksullaştırılmış işçilere yaptırılıyor ve onların ezilenlere karşı daha da vicdansızlaştırılması sağlanıyor. Zorunlu çalışma sistemi kıskacında, denetimsiz atölyelerde çalıştırılan işçiler, yoğun olarak kimyasal maddelerin olumsuz etkilerine maruz kalıp alerjik hastalıklar ve kanser gibi risklerle karşı karşıyalar. Bolu Gerede’deki deri işçilerinin, sadece insanî taleplerinin karşılanması için yaptıkları grevde, işyerinde alamadıkları günlük zehir miktarı polisin biber gazı ile temin edildi! Üstüne üstlük bir de sermaye ve devlet destekli şiddete maruz bırakıldılar. DESA’da sendikalı oldukları için işten atılan işçilerin direniş sürecinde ve öncesinde yaşamış olduklarını da unutmuş değiliz. Bu sektör, hayvanları ve doğayı katlettiği gibi, yoksullaştırılan insanları da bu acı, zulüm ve kanla bulanmış sanayi çarkının dişlilerinde öğüterek kendisini var etmeye devam ediyor.

Bize dayatılan insan merkezci düşünce yapısı ve kapitalizmi meşrulaştıran ahlâk anlayışı, hayvanı da insanı da doğayı da pervasızca yok ediyor. Çünkü türcülük, ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi ayrımcılıklar birbirine temelden bağlı, birbirini besleyen tahakküm biçimleridir. Bu nedenle topyekûn özgürlük için her türlü ayrımcılık, hiyerarşi ve tahakküm ilişkisinin bir an evvel son bulmasını istiyoruz. Aksi takdirde insan, bu ahlâksız tüketim kültürüyle birçok felaketin daha müsebbibi olmaya devam edecektir. Yeryüzüne Özgürlük Derneği olarak tüm varlıklar üzerindeki egemenlik biçimlerine karşı özgürleşmeyi savunuyoruz, canlılara yönelik her türlü zulmü ve ayrımcılığı reddediyoruz. Hayvanı yok etmeye gösterilen rızanın insanı yok etmeye zemin oluşturduğunun bilinmesini istiyoruz. Giyinmek, ısınmak veya beslenmek için hayvana eziyet etmek zorunda olmadığımızı, bu zulmün hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini ve dünyadaki hayvan endüstrisinin tüm sektörlerine son verilmesi gerektiğini beyan ediyoruz. Bu bağlamda kürk ve deri endüstrisine izin veren tüm devletleri ve bu izinle hayvanları katleden, insanları sömüren ve doğayı tahrip eden tüm şirketleri katil ilan ediyoruz. Yaşama ve temel haklara saygı duyan tüm bireyleri, deri ve kürk kullanımına son vermeye, canlıları sömüren, doğayı katleden kapitalist şirketlere karşı mücadele etmeye çağırıyoruz!

Hayvana İnsana Yeryüzüne Özgürlük! Yeryüzüne Özgürlük Derneği ve çeşitli bileşenlerden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir grup, İstanbul Beylikdüzü’nde düzenlenen Deri ve Kürk Fuarı’nı protesto etti. 17 Ocak günü yapılan eylemde, Direnişin Ritimleri, Ergene Nehri İnisiyatifi, çeşitli hayvan hakları savunucuları ile hayvan özgürlüğünden yana anarşistler de yer aldı. Zulüm hiç bu kadar şık olmamıştı ifadelerinin yazılı olduğu pankartı açan grup, ritim tutarak TÜYAP fuar girişine doğru yürüdü. Aralarında maskeli kişilerin de yer aldığı grup, sloganlar eşliğinde yürürken maskeli eylemcileri görüntülemek isteyen çeşitli basın kuruluşu

gazete.indd 15

mensuplarıyla grup arasında münakaşa yaşandı. Sık sık slogan atan protestocular müzik ve sokak performansının ardından fuar giriş kapısına, bu kanlı sektörü temsilen kırmızı boya ve meşale fırlattılar. Eylemcilerin fırlattığı boyalar, fuarın girişinde duran özel güvenlik görevlilerine ve polislere de isabet etti. Bu sırada polis ile aktivistler arasında kısa süreli arbede yaşandı. Eylemciler, “insana hayvana yeryüzüne özgürlük”, “Ergene’nin katili deri sanayi”, “isyan yıkım anarşi”, “kürk deri et hepsi cinayet” sloganlarının yanı sıra eylem boyunca pek çok sloganla protesto ve isyan duygularını dile getirdiler.

1/30/12 11:00 PM


Hes’lere Bir Dere Daha:

Goşkar Çayı

Goşkar Çayı boşa aktıkça hayat yeşerir. Dereler boşa aksın, dereler özgür aksın.

Dünya kuruldu kurulalı su yatağında akar. Ama beyaz adam zihniyeti suyun kendi yatağındaki akışına tahammül edemez; “sular boşa akıyor” der. Boşa akan bu sulardan biri de Murat Nehri’nin iki büyük kollundan biri olan Goşkar çayıdır. Goşkar çayı, Bingöl dağlarının güney yamaçlarındaki sayısız su kaynağından beslenerek Varto ovasına iner. Onlarca köyün bağ, bahçe, tarım arazisini sulamakla kalmaz, koyun ve sığır sürüleriyle dolu vadilere, mera ve yaylalara vazgeçilmez biyolojik bir çeşitlilik de bahşeder. Dört mevsim çağıl çağıl akan bu su, kimsenin tarihçesini bilmediği zamanlardan beri Varto ve çevre köylerinin hayat kaynağı, can damarıdır. Şimdilerde ise bu suyun başını tutmak isteyen hes haramileri peydahlandı. Elektrik, kalkınma, hizmet gibi teraneleri yayarak, bin yıllardır süregelen doğal yaşamı para uğruna heba etmek istiyorlar. Oysa, Goşkar vadisine kurulacak bir elektrik santrali saymakla bitmez yıkımlara yol açacak. Bu canavar, çevrenin ekosistemini alt üst etmekle kalmaz; tarım, hayvancılık ve hâlâ bir ölçüde süren geleneksel köy yaşamına da büyük darbe vurur. Çünkü doğal ortamın yok edilmesi en büyük doğa tahribidir. İnsan da öteki canlılar gibi belli biyosfer koşullarına,

gazete.indd 16

bulunduğu ortamın florasına ve biyolojik çeşitliliğine uyum sağlar. Bu biyosfer koşulları yok edildiğinde veya değiştirildiğinde o da kelebekler, kuşlar ve öteki canlılar gibi ya yok olacak ya da alan değiştirecektir. İşte göç denilen muhaceret yollarına düşmek de bu şekilde başlar. Bir akarsuyun kaynağını kuruttuğunuz zaman o suyla yaşayan bütün canlılar nasıl yok oluyorsa, ortamını değiştirdiğiniz zaman insanın da benzer şekilde tüm kültürel ve tarihsel belleği yok olur; sosyal ve ruhsal davranışları bozulur. Gerek HES projelerinde gerekse nükleer santral ve öteki doğa yıkım projelerinde genellikle es geçilen ya da daha az değinilen nokta budur. İnsanın, doğrudan etkilenecek doğal ve sosyal atmosferinden ziyade coğrafi dokudaki değişim ve etkileşim üzerinde durulur. Projelere karşı oluşan muhalefet çevreleri, endemik bitki ve hayvan türleri hakkında ayrıntılı argümanlara ulaşıp proje sahiplerini veya karar mercilerini bu haklı argümanlarla durdurmaya çalışırlar. Elbette tartışma götürmez argümanlara sahip oldukları için çoğu zaman da başarılı olurlar. Ancak, insanı çevreleyen doğal ve sosyal ilişkileri, tarihsel kültürel belleği ve doğayla uyumunun alacağı darbe daima genel ekolojik tahribata yapılan vurgunun gölgesinde kalmakta. Sözgelimi Goşkar vadisinde yapımı

düşünülen santral projesi, güçlü bir kamuoyu desteğiyle endemik canlı türlerinin yüzü suyu hürmetine iptal edilebilir. Peki ya, bu vadide endemik tür yoksa? Hemen her yerde rastlanabilecek sıradan bir doğa ve memleketin daha birçok yerinde de varlıklarına rastlanan bitki ve canlı türlerine sahipse? O zaman projenin iptali için gösterilecek çaba hangi zeminde sürdürülüp kamuoyu vicdanında kabul görecek? Çünkü, çoğunlukla ekolojik dengenin bozumuna yoğunlaşan söylemler doğal ve geleneksel hayat sürdüren insanı endemik tür olarak görmez. Peki, Goşkar Çayı boyunca sıralanan köyler, yüzyıllardır orada süren hayat, sosyal, tarihsel ve kültürel dokusuyla örneğin dünyanın bir başka yerinde var mı, veya aynı koşullarla varolabilir mi? O halde insanıyla, hayvanıyla kısaca tüm doğal koşullarıyla bu hayatın kendisi niçin endemik olmasın ki. İşte bahsettiğim bu doğal ve sosyal doku Goşkar Çayı’nın “boşa akması”yla mümkün olabilmektedir. İşte bunun için dereler boşa akmalı! Özgür akmalı!

Goşkar Çayı üzerinde yapım çalışması başlayan HES’e karşı ilk protesto eylemi geçtiğimiz Aralık’ta gerçekleşti. Çevre köylerden toplanan halk “canavarınızı çekin doğamızdan” “neneme dedeme dereme dokunma” “su hayattır hayatıma dokunma” yazan dövizler taşıyarak iş makinelerini şantiye alanından çıkardı. Söz konusu HES yapımı tamamlanırsa Varto ilçe merkezinin yanı sıra öncelikle on beş köydeki yaşamı doğrudan etkileyecek. Goşkar Çayı’ndan ve vadisinden içme ve sulama suyu alan yerleşimler şunlar: Yarlısu, Seki ve mezrası, Sağlıcak, Yayıklı, Diktepeler, yukarı ve aşağı İçmeler, Doğanca, Armutkaşı, Taşçı, Leylek, Sazlıca, yukarı ve aşağı Alagöz, Varto.

1/30/12 11:00 PM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.