Tayfun Gönül Yoğun Bakımda Gazetemizin katılımcılarından Tayfun Gönül, geçirdiği kalp krizi sonucu hastaneye kaldırıldı. 20 gündür hayatî riski hâlâ atlatamadı.
iya
S Aylık
ete
il Gaz
stak sî Mü
Bu gözyaşı vadisinde hiç bir kötülük beni korkutamaz. (Zagor Tenay)
Sayı: 2 • Mart 2012 • Fiyatı: 2 Lira
Ne 2 yıllık Ne 12 Yıllık
Zorunlu Eğitime Hayır Bir sistem, bir tahakküm biçimi olduğu için zorunlu eğitimi reddediyoruz. Çünkü eğitim, bir fikrin, bir müfredatın zorla insana dayatılmasıdır. Başka bir deyişle, siyasal ve toplumsal mekanizmaların bireye sistematik şiddet uygulamasıdır. Eğitimin temel işlevi, otorite ilkesini bireyin düşünce ufkunda ve yaşamının her alanında vazgeçilmez kılmasıdır. Bundandır ki milyonlarca insan ordusuz, polissiz, yargıçsız, otoritesiz ve nihayet okulsuz bir yaşamı kâbusla eşdeğer görmekte. sayfa 4
Anadilde Eğitim Neden Olmaz Meşru bir hak olarak anadilde eğitim talep edilirken gözden kaçırılan bir nokta var: Kent ve devlet öncesi özgünlükler taşıyan anadil, toplumdan ve yaşamdan koparılıp bilimsel disiplinler tarafından yeniden üretilecektir. Anadil, doğal hayata, doğa topluluklarına aittir. Eğitim ve yazılı kültür dili ise, kente, devlete ve uygarlığa aittir. Sorun, Kürtçe’nin eğitim için yeterli olup olmadığı değil; asıl sorun hâlâ önemli oranda doğa toplulukları olan Kürtlerin yaşam tarzının ortadan kaldırılmak istenmesidir. sayfa 5
Kaltak Yürüyüşü Toronto’daki bir toplantıda polis şeflerinden biri “kadınlar tacize uğramak istemiyorlarsa kaltak gibi giyinmesinler” demişti. Bu sözün ardından, Toronto, Boston, New York, Londra, Berlin, Paris, Madrid, Delhi, Sidney ve daha birçok yerde, kadınlar “kaltak gibi” giyinip yürüyüşler yaptılar. Dünyanın dört bir yanında yapılan kaltak yürüyüşleri İstanbul’da ise henüz yapılmadı! sayfa 8
Kim Kirletiyor Bu Ergene Nehrini Çevre Bakanlığı’nın raporlarına göre, kaynağında içilebilen tertemiz Ergene suyu, Çerkezköy civarında 4. derecede kirlilik seviyesine ulaşıyor. 4. derece! Yani öldürücü nitelikte kirli, hiçbir şekilde kullanılamaz, temas edilemez! sayfa 16
gazete_02.indd 1
Sayfa 3
Zorunlu Eğitim
Mehmet İşten
Selamünaleyküm Kör Kadı
Sayfa 6
Remzi Gürkan
Nasıl Bir Yaşlı Nesil İstiyorum
Sayfa 7
Ey Türk Yaşlısı
Sayfa 7
Hülya Can Burak
Çirkin Kadın Feminist Olur Bayrakları Bayrak Yapan
Sayfa 9
Hülya Sayfa 10
Remzi Gürkan Taksim Kimin Yurdudur Loyy
Sayfa 11
Taksimli Anarşistler Sayfa 11 İktidarın İlk Gününe Açılan Kapı Pazar Geceleri Temel Kebapçıoğlu
Mutf
k
Sayfa 13
Hülya
08.03.2012 01:26
2
Anarşistler Yoğun Bakımda Ankara’daki anarşist arkadaşlarımızdan Serdar Aygün 2 Mart Cuma gecesi trafik kazası geçirdi. Kazadan ağır yaralı olarak kurtulan arkadaşımız Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Serdar’ın bilinç kaybı, felç ve benzeri riskleri şimdilik yok. Ancak, omurgasında ve kaburgalarındaki kırıklarla ilgili ve geçirdiği iç kanama sonucu yoğun bakıma yatırıldı. Aldığımız son haberlere göre, akciğerlerinde biriken kan boşaltıldı; omurga ve kaburga kırıklarıyla ilgili başarılı bir ameliyat geçirdi. anarşist’in katılımcıları olarak Serdar’a çokça geçmiş olsun diyor, acil şifa dileklerimizi iletiyoruz.
Tayfun Gönül 15 Şubat’ta geçirdiği kalp krizi sonucu hastaneye kaldırıldı. Uzun yıllardır kalp hastası olan Tayfun, böbrek ve solunum yetmezliğinden de mustaripti. Tayfun, hayatî riski henüz atlatamadı, solunum cihazına bağlı ve sürekli uyutuluyor. Arkadaşları, yakınları, yoldaşları, bütün sevenleri onunla. Tayfun’a, acil şifalar diliyoruz. Bir an evvel yoğun bakımdan çıkmasını, tez zamanda da sağlığına kavuşup yazılarının başına dönmesini dört gözle bekliyoruz. O, yoğun bakımda uyuyorken bizler de her bir araya gelişimizde; hastane koridorlarında dolanırken, yahut küçük bir umut kırıntısıyla kantinde oturup bekleşirken arkasından boş boş konuştuk. Kimi zaman dolu gözlerle hayıflanıp sigarasına “taktık”, kimi zaman öfkelenip vurdumduymazlığını çekiştirdik. Aşağıdaki paragraflar seslerin, sözlerin, duyguların birbirine karıştığı bu buluşmalardaki atmosferi yansıtır mı bilinmez, ama zor anlardaki duygudaşlığı, kardeşliği, yârenliği umarız yansıtıyordur.
Tayfun’un Arkasından Konuştuk G
azeteyi çıkaracağız, toplanıyoruz. Tayfun’un sigara içmesinden gına gelmiş hepimize, kendisi de perişan öksürmekten. Nasılsın, dedim. Ölüyorum, dedi. Lazımsın dedim, ölme, şu sigarayı bırak artık. Kendi bırakma hikâyemi bilmem kaçıncı kez anlattım. Bıyık altından gülümsedi, bir an gülümsedi sanki, geberir gibi öksürme nöbeti arasında. Ölümle barışmak üzerine kısa bir nutuk attı. Tamam dedim, sürünmemek için içme, hem de az ye. Ahmet
Ö
zgürlük de bir yere kadar. Şu Tayfun’a bir tane patlatasım var, çok kızıyorum o sigaraları birbiri ardına yakınca. Bencillik deyin ne derseniz deyin, ben Tayfun iyileşsin istiyorum; biraz toparlasın yapabildiğim kadar taciz edeceğim kendisini. Ben ondan vazgeçmek, bu işin peşini de bırakmak istemem. En azından vır vır ederim, bari huzuru kaçsın, rahat içemesin o sigaraları. Özgürlük falan anlamam. Hülya
T
illüstrasyon: İç Mihrak
ayfun bende hep kocaman, şişirilmiş bir oğlan çocuğu duygusu bırakır-şımarık, sorumsuz, kurnaz. (Sigarayı bıraksın da bypass ameliyatını yapsınlar diye Gazi bir süre onun yanında kalmaya gittiğinde, Gazi’yi atlatıp nasıl sigara içtiğini bana “işte özgürlük böyle bir şeydir” diye anlatmıştı! İnsan onun saçmalığı, mantıksızlığı karşısında gülsün mü ağlasın mı bilemez.-toplantılarda konuşmadığı zamanlar! Oralarda çok akıllı oluyor, bir cümle söylüyor, her şey hop yerli yerine oturuyor. Müthiş bir şey bu. Yine hinoğlu hin bir fikir kafasının içinde dolanıp duruyor da kısılmış gözlerinin bu fikri birazdan dışarı salacakmış gibi üzerimizde dolaştığı anları geri istiyorum! Defne
B
akın ben de kendi çapımda “Tayfun uzmanı” sayılabilirim. Onun sigarayla ilişkisi tiryakilikten öte tam bağımlılık. Tamam, çok iştahlı, “güzel yer”, ama yediği içtiği her şey adeta sigaranın zorunlu kıldığı tamamlayıcılar. Mesela, sigara içmeyecekse yemek yemesinin de, çay içmesinin de bir anlamı yok. Canının istediği biricik şey sigara, öteki yiyecek-içecekler, peş peşe yaktığı sigaralarının yanına çerezdir. Bakın hortumlarını çeksinler onun, doğrulup gözlerini açsın, ne yapıp edip hastabakıcılardan birini kafalar şu hastane koşullarında bile içer o sigarasını. Tayfun değişmez, hadi umut kırıcı olmayayım; bu dünyada değişecek son kişidir o. Gazi
O
eşek herif bu vartayı bir atlatsın gününü göstereceğim ona. Sigara yetmezmiş gibi şişelerce soda içiyordu. Son zamanlarda iyice azıttı bu işi. “Tayfun” diyorum, “bir günde bu kadar soda içiyorsun böbreklerine zarar vermez mi?” sağ gözünü kısıp “cık” diyor, “peki bir yararı var mı?” yine sağ göz kısık yine “cık” diyor. Fırsatını buldukça on beş-yirmi şişeye yakın soda içiyordu, hangi böbrek dayanır bunca maden suyuna? Ah bir kurtulsa ne yapacağımı bilirim. Gazi bak artık öyle müsamaha yok; “yok sigaraçay sohbet açarmış, yok yazı yazdırırmış” yok öyle bir şey, olmaz yani. Ben elinden sigara paketini alıyorum, hoop sana yenisini aldırıyor, olur mu böyle? Şurdan bir çıksın, artık sigaraydı, sodaydı, modaydı hiçbir şey yok, bitki çaylarından başka bir yudum bi şey içirtmem. Ah Tayfun ah! Yirmi yıldır söylüyoruz, azıcık söz dinlesen ne olurdu sanki. Zelha
Tayfun’un cevabı herhalde şöyle olurdu: Ciğerimi ye, tütünüme dokunma!
aylık siyasî müstakil gazete
sayı: 2 mart 2012 yerel süreli yayın sahibi ve yazı işleri sorumlusu: ahmet kurt
gazete_02.indd 2
baskı: sena ofset dağıtım: elden taksim cd. yoğurtçu faik sk. no: 20/1 taksim - istanbul e-mail: info@anarsistgazete.org
anarşist’in satıldığı kitabevleri istanbul: mephisto, pandora, robinson, kadıköy mephisto. eskişehir: insancıl, aşiyan sahaf, ada, şans 1 kitap/sahaf. izmir: kitapsan alsancak, kitapsan konak. ankara: dost, imge, bilim sanat.
08.03.2012 01:26
3
Zorunlu Eğitim Kimsenin gerçek manada düşünmeye ihtiyaç duymadığı anlaşılıyor. Kamplar, önderler, öcüler, kahramanlar var. Ellerinde de mihenk taşları güdük ideolojiler, siyasal argümanlar, dayanaklar. Bir konuya bakacakları zaman bu ideoloji gözlüklerini takıyorlar, her şey billurlaşıyor. Ergenekon’sa konu, tak gözlüğü ya gericilerin memleketi ele geçirme operasyonunu görürsün ya da şeffaflaşmayı ve bağırsakların temizlenmesini; PKK ise ya vatan bölünüyordur ve hainler vardır ya da ezilen halkın soylu direnişi… Karara bağlanmıştır aslında konular. Sana tekstini verirler, gider evde ezber edersin. Göremeyenlere üzülürsün, farklı düşünenlere düşmanlık beslersin olur biter. Şimdi 4+4+4 var elimizde. Kamplar ne görüyordur; ya dincilerin takiyye ile eğitimi istedikleri hale getirdiklerini ve demokrat unsurların karşı çıkması gereken bir durumu ya da inançlı insanların da inançları doğrultusunda öğretim görecekleri bir eğitim sistemini. Büyük çoğunluk da zaten kendisi düşünmez ve düşüncelerine itibar ettiği kamp hangisiyse onun buyurduğunca davranır. Yığınlar ve ahali neyse de mesela özgürlükçü oldukları, daha güzel bir dünya düşüne sahip oldukları varsayılan sosyalistlere; Allah’tan başka ilah tanımadıklarını ve vicdan sahibi olma konusunda bayrağı en önde taşıdıklarını umabileceğimiz İslamcılara ne oluyor? Hele de önyargıları özgürlük olan anarşistlere? Eğitimin ne olduğu konusunda hakiki bir görüş geliştirmemişsin, şiddetin, iktidarın, tahakkümün hayatımızdaki yerini düşünmemişsin, 4+4+4 hakkında parmağı en önce sen kaldırıyorsun! Otursana oturduğun yerde. Bütün “siyasal bilinci” AKP karşıtlığı üzerinden oluşan zevat, “onlar yapıyorsa vardır işin içinde bir iş ve karşı çıkmam gereken bir taraf” maddesi uyarınca hemen başladılar aynı teraneye. Sosyal paylaşım sitelerinde ve medyada; sosyalist, İslamcı arkadaşların hatta anarşist olduğunu düşünen ama içinde kuvvetli bir batıcılık, ilericilik ve din karşıtlığı (hepsi sol alışkanlıklardır, sol sapmadır yani J)) taşıyan anarşist arkadaşların 4+4+4 aleyhine paylaşımlarına rastlıyorum. Birileri diyor ki yıllar önceki ezber üzerinden, “zorunlu eğitimi 4 yıla indiriyorlar, kız çocuklarını eve kapatacaklar”;
gazete_02.indd 3
ötekiler de diyor ki “zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarıyoruz.” Kavga gürültü. Zorunlu eğitimde uzlaşmış herkes. Yani “ne”de uzlaşmışlar, çocukları devletin ideolojisine göre birer yurttaş yapmada. Siyasal arenada rakiplerine bir gol daha atabilmek uğruna vicdanı, insanı, kendi ilkelerini görmezden gelen, hatta sırf o golü atmak uğruna kendi ilkelerine küfreden, bir şeyin siyaseten yanında veya karşısında yer alan bir dünya insan. Bundan yıllar önce CHP, sol ve ilericiler hep birlikte zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasını istiyorlardı, sanıyorlardı ki bir insanın başını örtmesi, İslamcı olması cahilliktendir, bunları bir eğitsek şeriatın yükselişini önleriz. Sanıyorlardı ki bu İslamcılar çocuklarını, özellikle de kız çocuklarını eğitimin zorunlu kısmını –o zaman 5 yıl– hallettikten sonra okula göndermeyip kuran kurslarına gönderiyorlar, bu nedenle bir anda sayıları milyonlara ulaştı. Refah-AKP ekseni de o zamanlar şöyle düşünüyordu: “Kardeşim sana ne, benim çocuğumun nasıl bir eğitim almasından yana olduğumdan. İlla Kemalist çerçevede mi eğiteceğiz çocuklarımızı, ben dini eğitim istiyorum belki, yok mudur böyle bir hakkım.” Her iki kamp da büyük bir gerçeği fark etmiş olmanın huzuru ve cakası ile (ee dönem de 28 Şubat dönemi) fısır fısır muhabbet çeviriyordu, herkes tekstini koltuğunun altına sıkıştırıyor ve ezberini tamam eylemek üzere eve gidiyordu. Liberal aydınlar da genel manada “özgürlükçü” oldukları ve “statükoya karşı” oldukları için bu zorunlu eğitim meselesinde insanların çocuklarına istedikleri eğitimi aldırma haklarından söz açıyorlardı, hatta sınırları az daha zorlayıp sembol haline gelmiş “türban”dan yana tavır alanlara tesadüf ediliyordu. Sonra köprünün altı çamur deryası oldu. Batı Çalışma Grubu’nun modern fetvaları yürürlüğe girdi. Zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarıldı, imam hatip liselerine pek çok dezavantaj getirilip o okulların tercih edilmesi engellendi. Türbanlı hanım milletvekili meclisten, yetmedi vatandaşlıktan da atıldı. Ve fakat İslamcı düşüncenin ve artık yalnızca AKP olarak şekillenen diğer cenahın zayıflaması sağlanamadı, tam tersine bilindiği gibi ezici bir çoğunlukla yıllardır tek başına iktidar durumunda bu eksen. Onların da
pek çok konuda bakış açısı değişti, beyazlaştılar, liberalleştiler; artık sanıyorum ne “kanlı mı olacak kansız mı” yakışır onların da ağzına ne de ““minareler süngü/ kubbeler miğfer/ camiler kışlamız/ müminler asker,” dizeleri. İktidar ellerine geçince ve asıl çoğunluğun kendileri olduğuna sonunda inanabilince Kemalizm’le de barıştılar büyük ölçüde, cumhuriyetle de kapitalizm ve Batı’yla da. Eğitim konusundaki düzenlemelerde tabanlarının önemli iki beklentisine az çok yanıt verdiler: İmam hatip liselerinin ve genel manada tüm meslek liselerinin katsayı mağduriyetini giderdiler ve başörtülü kızların üniversiteye girmelerini sağladılar geçici düzenlemelerle. Elhâk, bunlar da yapılması gereken şeylerdi. CHP ve sol başlangıçta hararetle karşı çıktıkları ve adeta “cumhuriyet elden gidiyor” diye bağrıştıkları yerden çok uzaktılar zaten artık, çünkü seçim sonuçları halk partisine halkın gerçek durumunu birkaç kez göstermişti. Artık başörtüsüne karşı olmadıklarını falan da söylüyorlardı siyaseten. Yıllar önce “zorunlu eğitim”in uzamışını memleketin bekasını sağlayacak tek kurtuluş gibi görenler tam bunları unutmuştu ki AKP 4+4+4 diye bir şey çıkardı. Karşı cephede hemen eski hastalık nüksetti: Vay efendim zorunlu eğitimi 4 yıla indiriyorlar, kız çocuklarını eve kapatacaklar, on yaşından itibaren başörtüsü takma serbestisi getiriyorlar falan diye yaygarayı bastılar. Sanki aradaki süreç hiç yaşanmamış gibi gene “zorunlu eğitim”in şeriatçı yükselişin önündeki en büyük kalkan olduğu fikri akıllarına geldi. Neyse izahlar yapıldı, tasarıda değişiklikler yapıldı ve görünen o ki 8 yıllık zorunlu eğitim sabit kalmak üzere uzlaşacaklar; gerçi AKP 12 yıl zorunlu eğitim diyor şimdi de. Bizimkiler gene kıllanabilir bu durumdan. Bakalım göreceğiz. Ama siyasal arenanın dışından, zorunlu eğitimin kendisi nedir diye bakan yok. Az baksana kardeşim; bu zorunlu eğitimi 25 yıla çıkarsan bir şey olur
mu, ya da 2 yıla indirsen aynı tahribatı yapmaz mı çocukta? Anarşistler biraz tembeliz, kendimiz meseleyi kavradığımız zaman artık o konuda bir şey yapma, yazma, söyleme gereği hissetmiyoruz. Karşı olduğumuz şeylere karşı olmak evrensel ve basit bir realiteymiş gibi düşünüyoruz. Mesela özgürlükten ne anladığımızı, askerliğe, hiyerarşiye, militarizme, devlete vb. neden karşı olduğumuzu birkaç sayfayla anlatmak zül geliyor. Bunlardan biri de zorunlu eğitim. Anarşistler zorunlu eğitime karşıdır. Tersini düşünen var mıdır bilmem, ama anarşistlerin asgari müştereklerini şöyle bir düşününce mümkün değildir gibi geliyor bana. Yeni bir şey değil elbette söylediklerim, zorunlu eğitime ve okula karşı olmak anarşistler için ilk varılan duraklardan biri. Bu, devlete karşı olmanın zorunlu bir sonucu. Tüm devletler kendi ideolojilerine uygun “birey”ler, “yurttaş”lar yetiştirmek ister, esas itibariyle eğitim kişiyi eğip bükme sürecini ifade eder. Devletlerin eğitimi, genel planda kapitalizmin ve endüstriyel toplumun, özel planda da ulus-devletin devamını sağlar. Hepimiz bir biçimde bu sürecin içinde bulunduğumuza veya içinden geçtiğimize göre eğitim sürecinde açıkça yaşanan insan onuruna aykırı, kişiliğe yönelik saldırılara ve farklılıkları yok etmeye dönük uygulamalara şahit olmuşuzdur. Her anında otoritenin hissettirildiği ve bunun için de en büyük desteğin, çocuğunu canı kadar sevdiğini düşünen aileden alındığı garip bir süreçtir eğitim. “Eti senin kemiği benim” gibi muhayyileyi zorlayan bir sözün son derece doğal bir “iyi veli” sözü olabildiği bir süreç. Öğrencinin yaratıcılığına –gerçek yaratıcılık diyorum– kesinlikle müsamaha gösterilemez. Çocuklar hiçbir şekilde özgürlük yönünde teşvik edilmez, daima kurallar ve kurallara uyma yönünde bir teşvik vardır. Kompozisyon, şiir, resim yarışmaları açılır; öğretmenler hiç okumaz bunları, öyle bir beş dakika bakıp
08.03.2012 01:26
4 birini seçerler. Her şey formalitedir. Bu devlet okulları açısından değil sadece, tüm okullar için gereklidir, geçerlidir. Her öğretmenin ilk sorguladığı, çocuğun ortaya koyduğu şey yasa ve yönetmeliklere uygun mudur meselesidir. Öğretmen zaten hilkat garibesi bir varlıktır. Resim öğretmenleri resimden, edebiyat öğretmenleri edebiyattan uzaktır. Edebiyat öğretmenlerinin kitap okuma oranı ile başka bir meslek grubunun oranı kıyaslansın oranlar aynı çıkar en iyimser bakışla. Kaç edebiyat öğretmeni, günümüz şairlerini geçtim, Asaf Halet Çelebi şiiri hakkında, Turgut Uyar hakkında hatta Nazım Hikmet şiir hakkında ÖSS kitaplarından kulağına çalınan birkaç cümle dışında birkaç paragraf konuşabilir, yazabilir? Kaç müzik öğretmeni, Anadolu Rock’ın gelişimini, müziğin anlamını çocuklara anlatabiliyordur? Kaç matematik öğretmeni problem çözme dışında mesela matematik tarihiyle ilgili konuşma yapabilir? Öğretmenin bildiği tek şey vardır, maaş. Ona gelecek zam, ek ders ücretleri, emeklilik ikramiyesi. Tamam, nihayetinde herkes geçinmek ve karnını doyurmak zorundadır da işini bu derece bayağı yapıp nasıl haklı bir ekonomik talep edinebilirsin ki? Sendikalarla ilgisi tamamen bu maaş, zam, özlük hakları vs. yönündedir; sendikalar da bunu kavradıklarından oraya yoğunlaşırlar. Durum fecaattir yani okullarda. Öğrenciler buğday taneleri gibi öğütülürler bu değirmende, kâh notla, kâh cezayla, kâh ödülle. En acımasız psikolojik testlere tabi tutulurlar her gün. İstenenleri eksiksiz yapan çocuğun övülmesi ötekiler üzerinde her gün uygulanan bir psikolojik işkencedir. Kişiliği beş para etmez
adamlar, kadınlar çocuklara sürekli emirler verirler, şahsi işlerini yaptırırlar, kızım şuradan bana bir çay al, oğlum git bana sigara al, şunu getir, bunu götür. Hiçbir öğretmen böyle davranan bir arkadaşına “kardeşim ayıptır, çocuklara böyle davranmaya, onlardan sürekli bir şeyler istemeye ne hakkın var, okul mu burası senin krallığın mı” demez, diyemez; çünkü herkes aşırı sosyaldir. Okul krallığında her öğretmenin küçük prenslikleri vardır, her şeyi o yaratmış gibi mutlu mesut yaşarlar okulda. Duyuyoruz, fiziksel şiddete hala başvuranlar varmış, ama en az onun kadar ağır bir psikolojik şiddet cenderesinden geçer çocuklar her sabah: “Saçın niye toplu değil, eteğini yukarı çek, ayakkabının rengi ne böyle, kaç defa dedik size hayvanlar, hani forman, arman, velini çağır!” Listenin tamamını duysanız şaşırırsınız. Eğer okula giden çocuğunuz varsa bunları her gün yaşadığını, yaşaya yaşaya kabullendiğini sakın unutmayın e mi? Hayatlarının sıvası her yerinden dökülen, evlerindeki çocuklarıyla iletişimsiz, idealsiz bir dünya maaş salağı adam, kadın okulda bütün tatminsizliklerini sizin çocuklarınız üzerinde gideriyorlar. Anne babalar okullara çocuklarını şahane, özgür, yaratıcı insanlar olmaları için değil, istenenleri öğrenmeleri ve sonucunda ömür boyu zavallı bir hayat sürmelerine yarayacak bir meslek edinmeleri için gönderir. İlk yıllarda çocuklarına bakarlar, onun olağanüstü, sıra dışı yetenekleri ve zekâsı olan bir çocuk olma ihtimali hâlâ varsa kafalarında bunu merak ederler. Zaten böyle bir şey varsa da esas yapacakları şey bunu nasıl paraya ve başarıya tahvil edeceklerini düşünmektir. Doğal
olarak çok büyük bir çoğunluk böyle bir şey olmadığı, çocuklarının son derece sıradan bir çocuk olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. Oradan sonrası artık bilinen tablodur. Bir baltaya sap olsun isterler, bu derece düşer hedef. Ama kolay değildir bu da. Çok zorlu bir süreç bekler onları, çocuk azarlanacaktır, kaşlar çatılacaktır, başka çocuklarla karşılaştırılacaktır, kendi hayatlarının nasıl zorlu olduğu, onun sahip olduğu imkânlara sahip olmadıkları, kendileri için bir şey beklemedikleri türünden acındırmalardan, hayat derslerinden başlayıp “dayak cennetten çıkmadır”a uzanan bir dizi eylem hayata geçirilir. Okul, çocuğun hayata hazırlandığı yerdir, bakın bu doğru. Rezil hayatımızın her türlü sembolik uygulaması, her türlü minimal gösterisi var orda. Güç, güçsüzlük, beğenilme, beğenilmeme, fark edilmeme, haksızlığa uğrama, iktidarla ilişki nasıl kurulmalı, başarıya giden yol nedir, insanları nasıl kandırırsın, nasıl tavlarsın, gemisini yürütmek nedir, mış gibi yapmak nedir, aşk nedir, karşılık bulamamak nedir, gereksiz bilgi nedir, köprüyü geçene kadar ayı kimdir, kimden korkmak lazım, kime tepeden davranmak lazım, sosyallik nedir, dışlanmak nedir, bundan nasıl kurtulunur? Bu ve benzeri envai çeşit şeyi öğrenir çocuk okulda. Ama bunlar müfredat dışı konulardır. Yine de öğrenir, hakkını yememek lazım, okul her sosyal ortamda öğrenilen hayat bilgisini öğretir size. Bu tornadan geçen öğrenci şunları öğrenemez: özgürlük nedir, sistem nedir, insanların canlıların sadece bir türü olduğu, insan istedi diye tüm gezegenin bir biçimde düzenlenemeyeceği, devletin ne
olduğu, kardeşliğin ne olduğu, doğayla bütünleşmiş bir yaşamın ne olduğu! Fakat zorunlu eğitime karşı çıkışımızın temel sebebi; okulun, var olan düzenin doğruluğunu ve meşruluğunu, derslerde hiçbir şey anlatılmasa bile, yavaş yavaş ve geri dönüşümsüz bir biçimde beyinlere nakşetmesidir. Ayrıca derslerde anlatılanların hepsi yalan dolandır. Tarih dersi ilerlemeci bir zihniyetle, “ilkelden bugüne”, “geriden ileriye” sıralamasında verilir. Hesaba göre en eskiden yaşayanlar “en geri”dirler. Devletler, savaşlar, kahramanlıklar, düşmanlar. Yani bir çocuğu böyle bir tarih eğitiminden geçirirseniz dünyayı anlamaması, yanlış anlaması ya da bütün bu olan bitenin ve sonuçlarının iyi mi kötü mü olduğunu kavramaması için her şeyi yapmış sayılırsınız. Batı’nın şekillendirdiği ve tüm dünyaya kabul ettirdiği aydınlanmacı, rasyonalist, bilimselci, medeniyetçi zihniyet, beden eğitiminden, müziğe, psikolojiden fen bilimlerine hatta din kültürü ve ahlâk bilgisine kadar tüm derslere sindirilmiştir. Anarşistler bundan dolayı bu eğitime karşıdır. Ama böyle değil de içeriği anarşistlere çok uygun hazırlanmış olsaydı bile bu kez hayatın bilgi alanlarına bölünmesi, yabancılaştırıcı etkisi ve bilginin tahakkümün kaynağı yapılmasından dolayı yine zorunlu eğitime karşı çıkacaklardı. Okula karşı çıkmak, özgürlüğün önünde en büyük engeller olarak gördüğümüz, yabancılaşmanın kaynağı devlete, endüstriyel topluma, şehirler halinde yaşamaya, “toplum” halinde örgütlenmiş yaşama; beyaz, ilerici, akılcı ve uygar dünyaya karşı oluşumuzun bir parçasıdır. İşte bundan dolayı eğitime hayır, okula hayır diyoruz. Mehmet İşten
Ne 2 Yıllık Ne 12 Yıllık
Zorunlu Eğitime Hayır Tarih boyunca okul süreci, en nihayetinde bilginin hayattan koparılması sürecidir. Oysa insan bilgiyi hayat içinde öğrenir, okulda değil. Yüzyıllar öncesi yaşamların kimi yerlerinde karşımıza çıkan okul, günümüz modernitesinde toplumun okullaştırılmasıyla yer değiştirdi. Artık daha da sistematize olan eğitimöğretim planlaması başlı başına bir şiddet mekanizmasına dönüştü. Günümüzde siyasal ve toplumsal iktidarlar, insana ve hayata dair her türlü bilgiyi sistematik bir şiddet mekanizmasıyla bireye dayatırlar. Adına zorunlu eğitim denilen bu tahakkümün çeşitli amaçlarından biri de sistemle uyumlu, itaatkâr yurttaşlar yaratmaktır şüphesiz. Bugünlerde 4+4+4 kademelerle karşımıza çıkan 12 yıllık zorunlu eğitim tartışması ise işin esasına dair bir tartışma değil. Çünkü eğitimin kendisine değil, süre ve biçimine dairdir. Bir tür “laiklik mi elden
gazete_02.indd 4
gidiyor, din mi” kör dövüşünün devamı. Bu kör dövüşünde şahsen beni ilgilendiren şey, tevhid-i tedrisatın da bir şekilde tartışılır hale gelmesi ihtimali ve umududur. Günümüz zorunlu eğitim sisteminin üzerine bina edildiği zemin odur çünkü. Çok açık ki, Osmanlı’dan miras alınan tedrisat ile bugünkü arasında dağlar kadar fark oluştu. Osmanlı tedrisatı bugünkü anlamda bir “eğitim sistemi” olarak nitelenemezdi. Dönemleri itibariyle farklı karakterler taşıyan bu miras, Osmanlı’nın batılılaşma çabalarıyla ancak bir okul disiplinine doğru yol alabilmişti. Hafızayı tazelemekte yarar var! Tanzimat’a kadar, Enderun dışında hemen hemen hiçbir medresenin faaliyeti Saray’ın etki alanında olmadığı gibi devlet, eğitim işleriyle ilgili veya yükümlü de değildi. Birbirine zıt düşüncelere sahip medreseler aynı sistem içinde yer alabiliyordu. Farklı eğitim-öğretim
tarzlarının bir arada var olduğu bu sistem Osmanlı batılılaşma dönemine dek sürdü. Batı tarzına geçişle, devlet bu işe de el atacak, modern tipte rüştiyeler, idadiler, sultaniler kuracaktı. Buna rağmen envai çeşitte medrese ve heterodoks tarikat, cumhuriyete kadar varlığını sürdürdü. Ne ki yeni rejimin yaratmak istediği ulusal birlik hedefi, öncelikle kendi başına işleyen eğitim kurumlarının tek bir merkeze bağlanmasını, eğitimin tek elden, tek dilden ve tek yöntemle verilmesini dayatıyordu. Eğitimin birleştirilmesi (tevhid-i tedrisat) kanunu 1924’te çıktığı zaman tekke ve zaviyeler hariç beş yüz civarında medrese vardı. Kanun şu gerekçeye dayandırılmıştı: “Bir millet bireyleri
ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir.”
Kanunun kabulüyle birlikte azınlık okulları da Maarif Nazırlığı (Milli
Eğitim Bakanlığı)’na bağlandı. Dinî ve siyasî amaçlı eğitim yasaklandı; müfredata tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi ve Türkçe dersleri eklendi, okul binalarındaki haçlar söküldü, kitaplardan aziz resimleri çıkarıldı. Böylece tekke, zaviye, lonca, cemaat, tarikat, medrese ve okul çeşitliliğine son verilerek toplumdaki çok kanallı bilgi kaynakları tekleştirildi. Olan, heterodoks tarikatların yaşam çevrelerinde şekillenen gnostik bilgiye oldu. Bugün ise 8 ya da 12 yıllık eğitim sürelerini tartışmak beyhude bir çaba; mesele bir sistematik olarak eğitimin reddedilmesidir. Bu tahakküm 2 yılla sınırlandırılsa da baskıcı karakterinden bir şey yitirmez. Öyleyse üzerine kafa yoracağımız şey özgür cemaatlerimizin gnostik renkliliğine, kardeşçe biraradalığına varacak yol yordamdır. Gazi Bertal
08.03.2012 01:26
5
Anadilde Eğitim Neden Olmaz Anadilde eğitim meselesi politik gündemi geren belli başlı meselelerden biridir. Fakat bütün gerilimine rağmen meselenin tarafları işin özünde fikir farklılığına sahip değiller. Her iki taraf da anadilde eğitimin siyasî bir hak olduğunu savunmaktadır. Mesela devlet tarafı, bu hakkı Türkiye dışındaki bütün halklar, topluluklar için meşru ve gerekli görür. Batı Trakya ve Bulgaristan’daki Türk azınlık için, Kuzey Kıbrıs için, Irak Kürdistan’ındaki Türkmenler için ve son olarak da Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenler için ısrarla savunmaktadır bu hakkı. Türkiye’de ise Türkçe dışında başka dilleri konuşan kendi vatandaşları için anadilde eğitim hakkını tartışmasız bir hak olarak görmez. Bunun tek sebebi özünde böyle bir hakka karşı olmasından kaynaklanmıyor. Devletin ya da genel olarak iktidar kurumlarının ve bu algıya sahip vatandaşların asıl çekincesi, devletin cumhuriyet ilkeleri ve dil üzerindeki tekelinin sarsılacağıdır. Bu konuda ayak diremenin en sağlam yolu ise inkârdan geçer. Kürtçe eğitim talebine karşı devlet, kendimi bildim bileli “böyle bir dil yok ki” deyip çıkmaktadır işin içinden. Bir asır boyunca bu inkâr yöntemiyle direnmiştir. Her ne kadar argümanları artık kendi ayağına dolansa da gittiği yere kadar bu direnişi sürdürmek için hâlâ debeleniyor. Demek istediğim, devlet de genel olarak anadilde eğitime karşı değil. Ancak, söz konusu dil Kürtçe, Zazaca, Lazca vb. ise, adeta otomatik bir komut gibi “hassasiyet”ini hatırlayıp bu hakkı reddediyor. Tabii bu konudaki tartışmaların nihayet gelip temel insani haklar çerçevesine dayanması, anadil talebinin genel geçer bir meşruiyetten kaynaklanması devleti zor durumda bırakan başlıca etkendir. Öyle ya da böyle, bu sorun son demlerini yaşıyor denebilir. Anadil Meselesinin İki Temel Yönü Kürtçe’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi için Kürt hareketi uzun yıllardır mücadele etmekte. Benim açımdan ise bu sorunun irdelenmeye değer iki temel yönü var. Birincisi, Kürtçe’nin eğitim-öğretim dili olarak revize edilmesi, biçimlendirilmesi ve yeniden oluşturulması handikabıdır. İkincisi ise sistematik eğitimin anadilde yapılamayacağı gerçeğidir. Toplum veya topluluklar, birçok alanda olduğu gibi dil alanında da iktidar kurumlarından eşitlik talep ediyorsa, elbette bu meşru hakkı teslim etmekten başka söylenecek söz olmaz. Fakat bir anarşist için mesele meşru bir hakkın teslim edilmesiyle sınırlı değil. Burada asıl üzerinde durulması gereken ve en az anadil kadar önemli bir nokta
gazete_02.indd 5
da eğitim meselesidir. Bin yıllardır sistematik eğitime karşı direnmiş bir toplum, niçin bugünün uygarlık cenderesi içine alınıp eğitilmek isteniyor? Çağdaş uygarlıkçıların dillerinden düşürmedikleri “eğitim şart” düsturu ne oldu da eğrisine doğrusuna bakılmadan bütün bir Kürt toplumunun talebi haline getirildi. Politik dünyadaki her değişimi gözleyen, her türlü düşünsel kültürel tartışmaya katılan Kürt entelektüeller eğitim meselesine niçin dönüp bakmazlar? Kürt hareketinde veya politik Kürt çevrelerinde eğitimin sistem ve iktidarla ilişkisini ele alan herhangi bir incelemeye rastladığımı hatırlamıyorum. Belki vardır da ben rastlayamadım. Tabii kast ettiğim şey eğitimin sömürge-sömürgeci ilişkisinde yol açtığı deformasyon veya semptomlar değil, iktidarın kimliğinden bağımsız olarak eğitimin birey üzerindeki tahribatıdır sözünü ettiğim. Meselenin önemi şuradan kaynaklanıyor: Eğitim iktidar ürettiği kadar iktidar da eğitim aracılığıyla sınırsız bir tahakküm yaratır ve bu tahakkümü yaygınlaştırır. Bireyi tahakküm altına alan, eğen, büken, tartan, ölçen, biçen, şekillendiren, kendine tabi kılan iktidar, bunu eğitimin bin bir çeşit metoduyla gerçekleştirir. Birer kıyma makinesi olan eğitim kurumlarının yarattığı cehalet ortadayken Aydınlanma ve Batı hayranlığının Kürt hareketi tarafından da sorgulanmasının vakti ne zaman gelecek acaba? Belli ki, anadilde eğitim istenirken eğitimin sistematik şiddet içerdiği
her defasında gözden kaçırılmaktadır. Bundan yüz elli yıl önce zorunlu eğitime karşı gönüllü öğrenim projesi geliştiren Lev Tolstoy, “eğitim, bir fikrin zorla insana dayatılmasıdır” demişti. Eğer insanlar, kendilerine dayatılan bu otorite ilkesine rıza göstermeselerdi eğitim sistemleri yeryüzünde bu denli tıkır tıkır işleyemezdi. İşte eğitim denilen sistematiğin temel işlevlerinden biri de otorite ilkesini bireyin düşünce ufkunda ve yaşamında vazgeçilmez kılması; buna muktedir olması ve bunu başarmış olmasıdır. Ancak bu gönüllü kabulleniş sonucudur ki, milyonlarca insan ordusuz, polissiz, yargıçsız, otoritesiz ve nihayet okulsuz bir yaşamı kâbusla eşdeğer görmekte. Burada vurgulamak istediğim nokta elbette müfredat değil, bizzat eğitimin kendisidir. Bir olgu, bir tahakküm biçimi olarak zorunlu eğitimin reddedilmesidir. Bilgi ve tecrübe aktarımı veya kısaca öğrenmek ise tamamen başka tarzda bir etkinliktir. İktidar ve otoritenin tekeli dışında, formasyon ve kurumsal işlevi olmaksızın bireyin rızası ve iradi seçimiyle serbestçe gerçekleşebilecek bir deneyim sürecidir o. Sonuç olarak Kürt toplumu, Kürtçe’nin eğitim dili haline gelmesini istediği ve bu talebi gündemde tutabildiği müddetçe er ya da geç bu hedefe ulaşır. Şüphesiz Kürtçe de her dil gibi gelişmeye, modernleşmeye ve elbette eğitim dili olmaya müsaittir. Hatta bu yola koyulmuş ve epey de menzil almış durumda. Ne var ki, bu amacın hedef ve araçları, yol ve
yöntemleri özgürlük etiğiyle değil, otoritenin buyurganlığıyla belirleniyor. Açık ki, bu buyurganlık amacın kendisini de gözden geçirilmeye muhtaç kılmakta. Sorun Kürtçe’nin eğitim için yeterli olup olmadığı değil; asıl sorun hâlâ önemli oranda doğa toplulukları olan Kürtlerin yaşam tarzının ortadan kaldırılmasıdır. Bu akıbeti yaşamış toplumların dillerine bakıldığında görüleceği gibi, Kürtçe’nin de eğitim dili haline gelmesiyle birlikte etimolojik ve morfolojik yapısı büyük bir deformasyonla karşı karşıya kalacaktır. Demokratik kriterler açısından meşru bir hak talep edilirken gözden kaçırılan nokta; kent ve devlet öncesi özgünlükler taşıyan bu dilin toplumdan ve yaşamdan koparılıp bilimsel disiplinler tarafından yeniden üretilmesidir. Asıl sorun bu! Meselenin ikinci temel yönüne gelince; günümüz eğitim dillerinin hiçbiri artık anadil niteliklerini taşımıyor. Mesela, konuşma veya eğitim-öğretim dili olarak Türkçe kimin anadilidir? Toroslar’da, Ege’de, Orta Anadolu’da resmî Türkçe’den farklı ağızlarla anadillerini konuşan Türk etnisiteye rastlamak mümkün belki, ama Türkiye Türkçesi denilen dil Türklerin anadili olmaktan çoktan çıktı. Çünkü eğitim dili haline gelen hiçbir dil anadil niteliklerini koruyamaz. Bunun nedeni, anadil dediğimiz konuşma dilinin, tarih, kent ve yazı öncesinden veya bunların dışında kalmasından kaynaklanır. Henüz doğayla bütünlüklü, temel morfolojik özelliklerini canlı şekilde koruyan diller, sistematik eğitim,
08.03.2012 01:26
6 yazılı kültür ve kent yaşamına geçişle birlikte eski niteliklerini kaybeder, değişim ve bozuma uğrarlar. Bu bakımdan anadil, doğaya, doğal hayata, doğa toplumlarına ait iken; eğitim ve yazılı kültür dili, modern uygarlık öncesi kimi izler taşımasına rağmen kente, devlete ve uygarlığa aittir. Eğitim dili, yalnızca sözcük hazinesi açısından değil, konuşma kalıpları, etimolojik ve morfolojik (köken ve yapı) özellikleri açısından da doğal özgünlüğünü yitirmiştir. Bu açılardan bakınca Kürtçe’nin henüz epey avantajı var. Çoğu zaman yan yana iki köyün, iki aşiretin ortak dilinde bile farklı ağızlar mevcut. Birkaç temel lehçeden başka pek çok şive ve ağızla konuşulan günümüz Kürtçesi, hâlâ pastoral yaşam tarzının rengârenk çeşitliliğini sunmakta. Ancak, 1970’li yıllarda politik Kürt gruplarının –alfabe, gramer ve yazı dili arayışıyla– başlayan yazılı kültür çalışmaları, bugün konuşma dilinden uzaklaştığı gibi yazı dilinde de belli bir standartlaşma ve merkezîleşmenin yolunu açtı. Açık ki bu çaba Kürtçe’yi hızla homojenleştirip ulusal dil denilen devlet dili haline getirecek. Bu meselenin bir başka boyutu ise, anadilin eğitim ve devlet diline uygun yapıya dönüştürülmesi için yapılacak zoraki bozumdur. Bir dile siyasî nedenlerle yapılan müdahalelerin nerelere varabileceğini akılda tutmak için Kürt camiasının da gayet iyi bildiği Türk Dil Kurumu çalışmalarını, güneş dil teorisini, Orhan Hançerlioğlu’nun Öz-Türkçe girişimlerini anmak yeterlidir. Bu girişimlerde illa da kötü niyet aramak gerekmez. Modern eğitim sistemi, dilin merkezîleşmesini, standartlaşmasını kaçınılmaz kılar. Ulusal çapta bir ve tek eğitim sistemi (tevhidi tedrisat) istiyorsanız, Türk oymaklarının Asya bozkırlarından beri kullana geldiği onlarca şive, ağız ve lehçeyle bu ulusal birliği ve eğitimi sağlayamazsınız. Nitekim Kürt uluslaşması da öteki lehçe, şive ve ağızları yutan, yutamadıklarını da aşağılayan merkezî bir dil standardına varmazsa hedeflediği çağdaş eğitim sistemini mevcut Kürtçe’yle kuramaz. Bu bakımdan anadilde eğitim talebinin Zazaca için yarattığı tehlike daha can alıcı boyutta. Güney ile kuzey Zazaca şiveleri (Dımıli ile Dersim, Sivas, Erzincan havalisi) arasındaki farklılaşma aşağı yukarı Sorani ile Kurmanci arasındaki fark kadardır. Her iki şive de yaklaşık aynı yaygınlıktadır. Zazaca’nın öteki ara ağızlarını bir yana bıraksak bile bu iki temel şiveden hangisi eğitim dili için esas alınacak? Belli ki dil uzmanları Zazaca’nın bu iki temel şivesini Farsça ve Kürtçe yardımıyla tekleştirecek. Böylece yazı-çizi, eğitim ve bilim erbabının dahi anlamakta güçlük çekeceği yapay bir dil üretecekler. Batı dillerinden alınan günlük yaşamdaki kalıplar daha şimdiden Kürtçe’yi de Zazaca’yı da etkilemeye başladı. Bu nedenle, televizyon ve radyo yayınları, yazılı basın-yayın çalışmaları maalesef dilin özgün mantığına ve doğal yapısına öldürücü darbeler indiriyor. Örneğin, okur yazar olmayan ama iyi Kürtçe konuşan herhangi bir köylü ya da şehirliye Kürtçe yazılmış bir haberi okuyun, tanıdık bazı sözcük ve edatlardan başka hiçbir şey anlamadığını göreceksiniz. Aynı şey Zazaca için de geçerli. Taklidi marifet sanan dil uzmanlarının kotarıp güncelleştirdiği Kürtçe ve Zazaca ne okunabiliyor ne anlaşılabiliyor. Ne yazık ki Kürt basınının bu yapay dili ile doğal Kürtçe konuşan halk dili arasında açılan uçurum gün geçtikçe derinleşiyor. Bir kanser hücresi gibi politik Kürt çevrelerine bulaşan çağdaş yaşama ayak uydurma çabası geleneksel Kürtçe’yi yok oluşa sürüklüyor. Hâlbuki sözlü edebiyata –masal, destan, veciz, türkü ve ağıtlara– yansıyan oldukça zengin tasvir, imge ve tanımlamalar var. Dilin bu doğal zenginliği, toplumun son çeyrek yüzyıldaki politikleşmesiyle birlikte yoksullaşmaya, mekanikleşmeye yüz tuttu. Kürtçe, yaklaşık otuz yıldır tümüyle yabancısı olduğu politik bir jargonun esaretinde can çekişiyor. Tam da mustarip olunan asimilasyoncu zihniyetle, ölçüsüz zorlama ve abartılarla yeni bir dil yaratılıyor. Batı hayranı ilerici dilbilimciler, linguistik uzmanları, gırla türeyen araştırmacı yazarlar birbirinden şişkin yazım klavuzları, sözlük ve gramer türetme yarışındalar. Binlerce yıldır doğal yaşamdan gelen zenginliğini, çeşitliliğini koruyan geleneksel Kürtçe maalesef bu uğursuz çabanın elinde bir kadavraya dönüşüyor. Sonuç olarak, benim talebim Kürtçe’nin eğitim dili olması değil, anadili olarak korunmasıdır. Şimdi “koruma” sözcüğünü kullandım diye bu işin üniversite kürsülerinde kotarılabileceği sanılmasın. Aksine, dilleri bozan veya onların baskı altına alınmasına aracı olan bizzat üniversitelerdir. Bu nedenle, doğa topluluklarının dilleri bilim çevrelerinin deney ve araştırma nesnesi yapılmamalı. O kürsülerden çıkacak sonuçları gayet iyi biliyorum. Bugün teknolojik sistemin dili ve zihniyetiyle konuşan teknokratın bana, “senin dağlarından, yaylalarından doğup çağlayan dereler boşa akıyor” demesiyle, dilbilimcinin “senin dilin geri, çağdaş yaşamı algılamakta ve ifade etmekte yetersiz” demesi arasında bir fark görmüyorum. İkisi de gelişme ve kalkınmaya işaret eder. İkisi de doğal yaşamımı ortadan kaldırmayı hedefler. İkisini de reddediyorum. Dereler boşa aksın. Dil kendi doğal seyrine bırakılsın. Gazi Bertal
gazete_02.indd 6
Selamünaleyküm Kör Kadı
G
eçtiğimiz Kasım ayının sonlarına doğru, “İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla, İzmir Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından çok sayıda adrese eş zamanlı olarak düzenlenen operasyonda, aralarında üst düzey belediye bürokratları ve belediye şirketi yöneticilerinin de bulunduğu 42 kişi gözaltına alındı.” Mesele nedir, bilmiyorum. Ama medyaya baktığımızda görünen o ki, belediyelerde iddia olunan “kirli” işlerin olmaması için Diyarbakır’dan İzmir’e o belediyelerin mutlak surette AKP’li olması gerekmekte. Aksi takdirde o belediyelerde her türlü dümen, dalavere, üçkâğıt dönebiliyor. İzmir’de belediyeye dönük bu operasyonu Vandallık olarak niteleyenler oldu. Tabii bu Vandallık nitelemesi operasyonu destekleyenlerin tepkisini çekti. Gözaltına alınanlar ya da onların çevirdiği işler, değeri yüksek sanat ve kültür eserleri midir ki bu operasyona Vandallık diyorsunuz demeye getirenler oldu. Nedir peki Vandallık? Emek sonucu meydana gelmiş varlıkları, sanat ve kültür değerlerini yakmak, yıkmak, tahrip etmek midir? Eğer öyleyse, Hıristiyanlık sonrası Roma’nın, çoktanrılı dinlere ait sanat ve kültür değerlerine olan saldırısına, İbrahim ya da Muhammed peygamberlerin putları kırmasına ne diyeceğiz, ne diyoruz? Yakıp yıkma işinde barbarlar uygar toplumların yanına bile yaklaşamaz, sadece iki dünya savaşını hatırlamak yeter de artar. Bakıyorsun biri çıkıyor, “kadına şiddet ilkelliktir” diyor. Bir başkası çıkıp “ölüye saygısızlık barbarlıktır” diyor. Her gün gazetelerde buna benzer yığınla haber; falanca “bu vahşettir” dedi, yok hayır “hem vahşet hem ilkelliktir” dedi. Falan filan... Siyasî arenada birbirlerinin gırtlağına yapışanların hep bir ağızdan yaptıkları bu uygarlık savunusu, bu konudaki hemfikirlilikleri insanı şaşırtıyor. Hani “dinime küfreden Müslüman olsa” diye bir deyim var ya; geçenlerde bir devlet büyüğümüzün dili sürçtü: Kürtçe bir medeniyet dili midir? diye(!) Bir “etrak-ı bî idrak”ın “ekrad-ı vahş”a dönük sarf ettiği bu söze karşılık, Musa Anter sağ olsaydı Selçuk’u kimin sünnet ettiğini sorardı herhalde. Bu devlet büyüğümüze, peki Türkçe bir medeniyet dili midir? diye soralım. a- Eğer Türkçe bir medeniyet dili olsaydı kendi sistematiği içinde “bağlaç” üretirdi. Açıktır ki “bağlaç”sız dilleri konuşan topluluklar yerleşik olmayan, hapishanesiz, mahkemesiz, zengin bir fikri hayattan yoksun(!) topluluklardır. Yerli yerinde olan düşünmez, medeni olan düşünmek zorundadır. b- Türkçe bir medeniyet dili olsaydı, soyut sözcükleri olurdu. Türk Dil Kurumu’nun uydurduklarını bir tarafa bırakırsak sözlükte kaç tane Türkçe soyut sözcük bulacaksınız? Bulduğunuz sözcükler bir sayfayı doldurabilir mi? Halbuki bütün medeniyetler soyutlamalar üzerine kuruludur. Anadili Türkçe olan çocukların matematik ve felsefe öğrenirken zorlanmaları bundandır. Türkçe insana soyutlama duygusu kazandırmaz. Türk Dil Kurumu’nun bu konudaki boşluğu doldurmak üzere ha bire fason sözcük ve kavramlar uydurup uydurup sözlüğe yamaması sadece acıklı bir çaba olarak kalmıştır. c- Uygarlık her şeyden önce yerleşmek demektir. Yerleşmek ise işbölümü ve uzmanlaşma demektir. Kaç tane şehir kurdun? Kaç mesleğe adını verdin? Hangi mesleğin terminolojisinde Türkçe üç beş sözcükten fazlası var? Bir şehir cadde demektir, meydan demektir, bina demektir. Aç bak bakalım, mimarlık terimleri sözlüğünü, orada medeniyetin, sanatsal ve kültürel eserlerin asıl sahiplerini göreceksin. Birader, etrak-ı bî idrak’ın büyük çoğunluğu daha iki yüzyıl öncesine kadar kırlarda yaşıyordu, göçebeydiler. Senin medeni dediklerinle çatışmalar içinde de olsa sınıfsız, eşit, adil ve özgür bir yaşamları vardı. Medenileşme büyük ölçüde peyder pey baş edilemez dayatmalarla ve birçok koşulun değişmesi sonucu son iki yüzyıl içinde gerçekleşti. Marx’ın “ilkel komünal toplum”dan kapitalist topluma binlerce yıla yaydığı “gelişme” burada neredeyse iki yüzyılda gerçekleşti. Fakat üzerimize giydirilen bu deli gömleği orasından burasından sökülüyor, alışmamış götte don durmuyor. Karacaoğlan’a türkü barda saz çaldırmakla olmuyor bu işler. Ne yani, şimdi bu bir ağızdan medeni değilsin, barbarsın, ilkelsin nidaları? Hikâyenin sonunu biraz değiştirerek söylersem “ben sana medeni olamazsın demiyorum …” Zaten ne olduğun meydanda. Her ne kadar sonunda lafı Marksizme bağlasa da yıllar önce ne güzel söylemiş Hikmet Kıvılcımlı; selamünaleyküm kör kadı diyerek. “İnsan olarak barbar
medeniden çok üstündür: Çünkü yalan, korku ve eşitsizlik bilmez. Medeni; birbirinden ödü kopan, eşitlik bilmeyen, yalansız konuşmayan insandır. Bu bakımdan tarihte bir ulusa barbar derken insan olarak onu medenilerden çok üstün karakterli buluyoruz. Ve, göreceğiz, gerçekten de medeniler her zaman barbarlardan çok daha gaddar, zalim, müstebit, alçak, yırtıcı, yıkıcı insanlardır.” Remzi Gürkan
08.03.2012 01:26
7
Nasıl Bir Yaşlı Nesil İstiyorum Başbakana nazire olacak ama, nasıl bir yaşlı nesil “yetişse” iyi olur konusundaki düşüncelerimi paylaşmak istedim ben. Zaten bu genç denilen kişiler zamanla ihtiyar haline gelirler ve ihtiyarlardan beklentilerimizi belirlemek de son derece önemlidir. Genç, cildi ve aklı parlak demektir. İhtiyar, yüzündeki parlaklıkları tercihen eğlene eğlene buruşukluğa dönüştürmüş kişidir. İhtiyarın saçı beyazlar. Bazı ihtiyarlar saçını boyar, bazıları saçını “naturel” kullanır. Artık yaş itibariyle ihtiyar grubuna daha yaklaşmış bir kişi olarak, ihtiyarlık ile ilgili kafa yormalarım arttı. Gençler kendi hayat fantezilerini kendileri yapsınlar. Ben gençlere hatalarımı anlatacak ve ders verecek kadar iyi kalpli değilim. İhtiyar, biraz kötü kalpli olsa ve kendi işine baksa daha iyi olur. Habire gençlere yol göstermek sıkıcı bir iştir; hem genç için hem ihtiyar için. Ben, ihtiyarın kendisini işe vurmamışını ve gençlik zamanında uzun yıllar zorunlu çalıştıysa da bunu çoktan unutmuşunu severim. İhtiyar kişi gençliğin neye
benzeyeceğini tariflemeyi bir tarafa bırakıp zaten az kalmış olan zamanını iyi değerlendirmelidir. Gençliğini yanlış bilgilendirmeler yüzünden çürütmüşse eğer, buna takılıp kalmamalı, zamanını kendini eğlendirmeye, oyun oynamaya ayırmalıdır. Oyun kavramına pek çok şey girer; king oynamak, sevişmek, yemek yapmak, şeftali ağacı yetiştirmek, gökyüzüne ve yıldızlara aval aval bakmak, yürüyüş yapan karınca sürüleri üzerine gözlemler yapmak, kitap okumak veya yazmak. Ya da hiç bir şey yapmamak. İhtiyar kişi sabahları istediği saatte uyanmalı, geceleri istediği saatte yatmalıdır. İsteyen ihtiyar gece boyunca gözünü kırpmaz. Tavana bakar. İhtiyar kişi canı isterse keyif veya uyuşukluk veren maddeler kullanabilmelidir. Tiner bunlara dahildir. İhtiyar kişi sağlıklı, sağlıksız, uyuşuk veya hareketli, tembel, çalışkan, dindar, dinsiz veya agnostik olma konularında serbest olmalıdır. Ömrünün sonlarına doğru gark olduğu acil durum dindarlıkları,
insanoğlunun ölümlülüğü ve ölümün yarattığı korku göz önüne alınarak hoş görülebilir. Benim arkadaşım olan ihtiyarlar yanımda burnunu karıştırmazsa iyi olabilir, burun karıştıranlar kendi otonomlarını kurabilirler. Benim parçası olacağım ihtiyar otonomunda tencerelerin altı ovulacak, tahtalar parlatılacaktır. Ya da şöyle diyelim, ben ovma ve parlatma işlerime karışılmasını pek tercih etmem. Bütün bu işlerde görüş mesafesi için gözlük gerekebilir. İhtiyar yakını iyi görmez. Aslında ihtiyar uzağı da pek görmez, görüş mesafesi belki de artık o kadar gerekmez. İhtiyar göreceğini görmüştür. İhtiyarların ellerinden geldiğince eski anıları anlatmaktan kaçınıp yeni anı yaratmaya yönelmeleri tercih edilir. Akıl veren ihtiyarlar, pırıl yüzlü genç insanlara sıkıcı gelebilir. İhtiyarların gençlerden çok ihtiyarlara akıl vermesi, birbirine karışması, öğretmenlik yapması önerilebilir. Bu, hayatta tecrübe paylaşımından vazgeçemeyen ihtiyarların gençlerin canını sıkmasını en aza indirgeyecektir.İhitiyarları, iyi kalpli pamuk nine ve pamuk dedeler olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Beyaz saçlar iyi kalpliliği yanında
getirmez. Bir insanın kalbi neyse odur. Çok da değişmez. İyi ise iyi kalır kötü ise kötü kalır, griler ise hep vardır. İhtiyarları azımsamayalım. Onların yapılacaklar listesi, tutkuları, aceleleri ve de tecrübeleri vardır. İhtiyarları sevelim koruyalım. Otobüste de yer verelim.
Hülya
Ey Türk Yaşlısı! Birinci vazifen, “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir” düsturuyla gençlerin kafasını ütülemektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur sanmaları iyidir. Böyle sanmaları senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedbahtların olmasa da böyledir bu. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, zaten bu millet ayvayı yemiş demektir. Yerinden zar zor kımıldarken senden bir şey bekleyen utansın. Dolayısıyla, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Olmaz çünkü, yat sen. Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Ama seni pek ırgalamaz, bu yaştan sonra sana ne? İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Olsunlar, etme bulma dünyası. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Gençliğinde
gazete_02.indd 7
güllük gülistanlıktı da şimdi şu yaşlılığında mı boka battı her şey, otur oturduğun yerde. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. İktidara sahip olanlar eskiden pirüpaktılar da sen yaşlanınca mı hain oldular diye düşünme. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit etseler de görme geç, yaşlandın zaten. Maymun uyanmış olabilir, siyasîlerin her daim menfaat peşinde olduklarını bilsen de gençlere deme öyle. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Sikinden aşşa kasımpaşa. Ey Türk istikbalinin hayli geçkin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarma lagada lugadası yapmaktır! Muhtaç olduğun kudret,serum şişesindeki tuzlu suda mevcuttur! Üzümü yerken şapır şupur, sapına gelince meeee! Ahmet Kurt
08.03.2012 01:26
8
Kaltak Yörü Yörü Haspam Yörü Yörü
York Üniversitesi’nde yapılmaması gerekenler Evden çıkma Kaltak gibi giyinme Geceleri bara gitme (= tecavüz ile randevu) Kütüphanede çalışma (= saldırıya davet) Köye doğru yürüme (= toplu tecavüze davet) Otobüs bekleme (= taciz ve soygun sebebi) Otoparka gitme (izbeliklerde akıl çelme) 24 Ocak 2011’de Toronto’da York üniversitesinde güvenlik toplantısı yapıldı, bu toplantıya konuşmacı olarak katılan bir polis “kadınlar cinsel tacize uğramak istemiyorlarsa kaltak gibi giyinmesinler” tavsiyesinde bulundu. Bu kadın düşmanlığı ve cinsiyetçi saldırı haklı olarak kadın aktivistlerin tepkisine neden oldu. Polisten yazılı özür dilemesi istendi. Kadınlar “kaltak” gibi giyinerek sokağa döküldüler, 3 Nisan 2011’de Toronto’da “Slut Walk” Kaltak Yürüyüşü diye adlandırdıkları bir yürüyüş yaptılar ve Toronto polis merkezine yürüdüler. Kadınlar, tecavüzcüden, tacizciden çok mağduru suçlayan ve sorumlu tutan bir kültüre karşılar. Kaltak yürüyüşünde herkes canının istediği gibi giyindi ve kadın düşmanlığına, “Ne giydiğim değil, ne dediğim önemli” sözleriyle kendilerini “kaltak” diye adlandırarak karşı çıktılar. Kaltak Yürüyüşlerinden bazı sloganlar ve dövizler şöyleydi. Ben kaltağım Hiç kimse tecavüzü hak etmez Bize nasıl giyineceğimizi söyleme, erkeklere tecavüz etmemesini söyle Bir elbise evet demek değildir Hayır diyorsam, bu hayır demektir Vücudum benimdir Evet evettir hayır hayırdır Tecavüze davet diye bir şey yoktur
gazete_02.indd 8
Kurbanları suçlamaktan vazgeçin Tecavüz kültürüne son Ne giydiğim önemli değil vücudum hâlâ benim Kaltak yürüyüşleri Toronto’dan sonra Londra, Boston, New York, Delhi, Madrid, Berlin, Costa Rica, Paris, Sidney, Sao Paulo gibi dünyanın çeşitli yerlerinde yapıldı. İstanbul’da ise henüz yapılmadı.
Spor salonunu terk etme (=Queer suçlaması) Merak etmeyin Güvenliğe güvenebilirsiniz (= aktivistleri taciz eder) Polise güvenebilirsiniz (= kurbanları suçlar ) Küçük tatlı kafanızı yormayın Bu kadar çok düşünmeyin (= yoksa size kaltak deriz) Akıllı olun size orospu deriz Ve kesinlikle örgütlenmeyin
Yaşadığımız ülkenin bir şehrinde önde gelen 26 kişi (ki kimileri kamu görevlisi), 13 yaşındaki kızlara tecavüz ediyor ve yargıçlar da bu tecavüzün çocuğun rızasıyla olduğuna karar verebiliyor. Yeni bir haber daha okudum. İki erkek bir kadına tecavüz etmişler. Kadın ruh sağlığının bozulduğuna dair rapor almış. Rapor nedeniyle tecavüzcülerin cezası arttırılmış, itiraz üzerine ceza tekrar eski haddine indirilmiş. Çünkü hangi tecavüzcünün tecavüzü nedeniyle kadının ruhunun bozulduğu tespit edilemezmiş. Erkeklerin tecavüzünü bir takım hukuksal fin fonlarla tamamlamak modası herhalde. Tekrar edilirken, yeniden üretilirken bir çekinme, bir utanma bir arlanma da yok. Bütün kaltaklar, toplanıp yürümemiz lazım. Bizim söyleyecek çok sözümüz var, giyecek file çoraplarımız ve dantelli eteklerimiz var. Mayıs ayında süslenip püslenip, takıp takıştırıp, açıp gösterip İstanbul’da yürüyelim mi? Hülya
08.03.2012 01:26
9
Çirkin Kadınlar
Feminist Olur Üniversiteye giden genç bir kızdım. Bir arkadaşım dedi ki “biz kadınlar toplantı yapıyoruz sen de gelsene”. Takıldım gittim. Zaten hayatımda ne olduysa böyle takılıp gitmelerimle oldu. Böylece ilk defa feminist bir toplantıya katılmış oldum. Bir sürü kadın, kimi öğrenci, kiminin kocası 1980 sonrası hapislerde, kimi anne, kimi değil. Herkes kendini tanıtıyordu, sıra bana gelince ince bir sesle “ben geldim, ama ben feminist değilim” dediğimi hatırlıyorum. İlk önce bunu söylediğime göre bir çekinmişim demek ki feminist olmaktan. Çekinilmeyecek gibi değil ki. Korkmuşumdur; “feministler çirkindir”, “lezbiyenler feminist olur”, “frijitler feminist olur” ve şu anda aklıma gelmeyen pek çok biçimde yargılanmaktan, bana laf söylenmesinden. Birkaç toplantı, kitaplar, konuşmalar derken bir de baktım ben de feminizmin taşlı yollarındaydım artık. Çok heyecan vericiydi benim için, en çok da “yaşananların aynılığı”nın bana çarpıcı geldiğini hatırlıyorum. Feminizm benim için kişisel, kendi tarihimle, yaşantımla bire bir ilgili, içselleştirdiğim bir şey. Kendim ile ilgili pek çok şeyi birlikte politika yaptığım feminist kadınlarla, küçük grup toplantılarında öğrendim, farkında oldum. İlk defa kadınlarla sokaklara çıktım, renkli, eğlenceli ve güzeldi. Söylediğimiz şeylerin bugün de arkasındayım. İstanbul’da kadın kurultayında solcu bir adamın kürsüye çıkıp kadınları eğitmeye kalkmasını hâlâ unutamıyorum. Kadın kurultayı lafının kendisi üzerine bile yazı yazılır ya neyse. Askerî bir kurul toplanmış gibi geliyor kulağa değil mi? Pek tumturaklı. Gülümsüyorum şimdi hatırlarken, ama o zaman adam bir sıçrayışta mikrofonu kapıp da kadınlara akıllar vermeye başlayınca biz terörize olmuştuk. Kendimize zar zor konuşacak alan yaratmışız, orada da pabuç pahalı. Bazı şeyler değişmiyor çok. Geçenlerde kızım mahalleden bir kız arkadaşı ile oynuyordu. Benden gelip gazoz parası istediler. Verdim. Sonra akşam olduğunda kızım bana şöyle bir olay anlattı. Gazozu almışlar tam içerlerken diğer kızın erkek kardeşi gelmiş. Küçük kız gazozunun çoğunu erkek kardeşine vermiş, ama ne diyerek? “Ne de olsa erkek, ben gazozumu ona vereyim.” Bence bu gazozlar hayatımızda birleşip birleşip nehir olup akıyor, küçükken gazoz içememiş kadınları
gazete_02.indd 9
taşıyan nehirler. En üzüntü vereni de küçük kızın gazozunu kendi isteğiyle vermesi. Kardeşi ondan önemli sanıyor. Ben ne istiyorum biliyor musunuz; her şeyden önce küçük bir kızın kendisini gazoza layık görmesini. Bunun için de bütün çocuklar gazoz içsin diye politika yapılamaz, yetersiz kalır. Küçücük bir kızken kendini gazoza layık görmeyen bir çocuğa tanık olmak, bu tür durumları onaylamak ve yeniden üretmek istemiyorum. Bunları yeniden üretmek bir tek a-politik insanlara özgü değil. Anarşist arkadaşlarımız da sevgililerine el kaldırabiliyor. O el kalktığında ben doğru reflekslere sahip olmak ve doğru tepkiler verebilmek istiyorum. Ben feminist farkındalık olmadan bu durumlarda doğru yerde durulabileceğine ve doğru tavır alınabileceğine inanmıyorum. Yaşadığımız dünyada anarşist bile olsalar, erkekler erkek gibi davranıyor ve bu durumlar yaşanıyorsa kadınların başka bir farkındalığı olmalıdır. Feminizm tek bir şey değildir. Hayalet gibi, tek ve aynılaşmış bir feminizm yoktur. Elbette dünyayı nasıl algılıyorsam ve politik görüşlerim ile iç içe geçmiş bir feminizmi savunuyorum. Doğayı Korumak da böyle değil mi? İnsan kuşlara yazık diyerek bir politika üretmez ki, endüstriyel üretime karşı durmadan kuş korunur mu? Durduğu bir yer var herkesin, kadınlara ilişkin politikayı da buradan yapıyor. Hem anarşist hem feminist isen de buna göre lafını söylüyorsun. Ben kadın hakları dendiğinde kadınların milletvekili olamamasına veya sayılarının az olmasına pek aldırmıyorum, bana ne milletvekili olmaktan, ben mecliste yapılan politikaya inanmıyorum ki. Zaten mecliste politika yapmak resimdeki 9 yanlışı bulmak gibi bir durum. İçimden sinsi sinsi buna da sinir olabilirim belki. Ama ben sokağa çıkacaksam, bu, kadınlar meclise girsinler diye olmaz. Bin tane başka dertlendiğim durum var benim, dertlendiklerim için sözümü söyleyeceğim. Herkesin feminizmi kendine göre. Hülya
Londra Anarka-feminist kolektifi’nden Ne sikimdir bu Anarka-feminizm? Bu siktiğimin sorusu iyi bir soru ve nasıl cevaplayacağımdan tam olarak emin değilim. Ben sadece benim için ne anlama geldiğini söyleyebilirim. Anarkafeminizm bir kendin pişir kendin ye’dir (tak-yap, kendi kendine yap gibi). Anti-kapitalisttir, ırkçılık karşıtıdır, seksizm karşıtıdır, sekspozitiftir, homofobik karşıtıdır, trans-pozitiftir, pro-kadındır, proçocuktur, güçlüdür, polis karşıtıdır, hapisane karşıtıdır, devrimcidir, dönüştürücüdür, bir sürü kektir, bir sürü eğlencedir, doğrudan eylemdir, yüzleştiricidir, kişiseldir, politiktir, kolektiftir, e-magazin’cidir, özgürdür, sokaktan gelir.
08.03.2012 01:26
10
Bayrakları Bayrak Yapan Üstündeki Kandır Mehmet Akif’in “bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı” dizelerini son dönemlerde yapılan “kazı”lar nedeniyle bir kez daha idrak ediyoruz. Her kazıdan “ceset”ler fışkırıyor.
N
e kadar doğru söylemiş Mithat Cemal Kuntay; “bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” diye. Elbette bütün bayraklar kanlıdır ve bütün yasalar da insan derisiyle kaplıdır. Bu kadarını biliyorduk, ancak bu kazılarda ortaya çıkan gerçeği tek başına ne insan derisiyle kaplı yasalar ne de kanlı bayraklarla açıklayabiliriz. Diyarbakır’daki kazılarda tereddüde düşüldü; cesetler Kürtlere mi yoksa Ermenilere mi ait diye. Şimdi bir an için gözlerimizi kapayalım ve bu kazıların sadece son yüzyılı esas alarak bütün “vatan” sathında yapıldığını hayal edelim: Ermeni soykırımından “Pontus Çeteleri”nin temizlenmesine; Adapazarı, Bolu, Düzce, Hendek, Konya, Çumra, Yozgat, Koçgiri ve Şeyh Sait “ayaklanma”larından İstiklal Mahkemeleri’ne; Rize’nin “şapka”sından Menemen ve Trakya Olayları’na; Dersim’den 6-7 Eylül’e; ve biraz yakın bir tarihe gelirsek Maraş, Sivas, Çorum’dan 12 Eylül’e; tekrar Sivas Katliamı’ndan Kürt katliamlarına devlet dersinde öldürülmüş yüz binlerce, milyonlarca insan… Kuşkusuz bu çok eksik bir liste, ilk aklıma gelenleri sıraladım. Geçenlerde Yeni Harman dergisinin Şubat sayısını okuyordum; orada bu konuyla ilgili Sibel Özbudun’un yazısı gözüme ilişti. Yazının başlığı şuydu:
“1915, 1938, 1955, 1978, 1980, 1993… ‘Bir Daha Asla!’ Diyebilmek İçin” Dikkat ederseniz 1915, 1938 arası yok. Ne kadar tanıdık bir yaklaşım değil mi? Bana kabul ettiğin katliamları söyle senin kim olduğunu söyleyeyim. Kiminde 1915 yoktur, kiminde sadece 1918-1938 arası vardır. Böyleleri Sivas Katliamı’na “hayır efendim, insanlar orada yanarak ölmemişlerdir, ne münasebet efendim, duman zehirlenmesinden ölmüşlerdir” falan derler. Karşı cenah olduğu sanılan kimileri de Sivas’ta 37 aydınımızın yakılarak öldürüldüğünü söyler, onlar için de insanların öldürülmesi değil, aydınların öldürülmesi mühimdir. Bu işte çizgiler, ayak izleri o denli birbirine karışıyor ki, bir katliamın mağdurları bir önceki katliamın failleri olabiliyor. Şeyh Sait ya da Barla haykırışları bugün kulağımızı çınlatan Said-i Nursi 1915’te sadece “kız çocukları”nı “kurtarmak”la mı meşgullerdi? 1938’in mağduru Seyit Rıza, yerel ölçekte de olsa 1915’in muktediriydi. Daha yakın dönem için söylersek; karşılıklı ithamlarla “Maocu bozkurtlar”la “sosyal faşistler”in nerede zalim nerede mazlum olabildiklerini kestirmek o kadar da kolay değil. Artık çok iyi biliyoruz ki devlet tek başına sadece bir tabeladır. O, bir potansiyel içinden canlanıyor. Toprağın altına utanmadan bakabilmek için esas faille, tahakküm kültürüyle hesaplaşmamız gerekir. Evet, bütün bayraklar kanlıdır, bütün devletler katliamların üstüne kuruludur. Ama hangi bayrağı yırtsan, hangi devleti yıksan, o, bu tahakküm kültürü var olduğu sürece kendini yeniden üretiyor. Remzi Gürkan
Hayatın H Harfi Hükümet Harp Huzur Harp zamanıymış. Hekimin biri, bir hükmedicinin artık onmaz sanılan hastalığını iyileştirmiş. Bunun üzerine hükmedici, hekime “dile benden ne dilersen” demiş. “Çil çil altınlar mı, çilli çilli kızlar mı?” Hekim durmuş düşünmüş “bir parça huzur isterim” demiş. “Ulan” demiş hükmedici, “sen ne yaptın? Hayatımı kurtardın, karşılığında hayatımı istiyorsun.”
gazete_02.indd 10
Bölge yine ısınıyor -ne demeksediyorlar, savaş tamtamları çalıyor yine. Vatan aşkına, bayrak aşkına, millet için, parlak söylevlerle gençler birbirlerini boğazlamaya sürülüyor, sürülecek. Eskiden patriot hayatiler vardı yurtsever, şimdi patriot füzeler var, onlar da yurtsever. Aşkla sevgiyle işleniyor, işlenecek cinayetler. Aşk metamorfoza uğruyor pezevenklerin elinde, ticaretini yapıyorlar. Bu cinayete dur diyen vicdanlar hastalıklı beyinlerin
‘itibarsızlaştırma’ operasyonlarında hedef tahtasına konacak, konuyor. Ne istiyoruz? Bir parça huzur!.. Bunun bedelini ödedi kazılarda toprağın altından fışkıran kollar, bacaklar, kafatasları; bize toprağın üstünün gene toprak olduğunu göstererek. Hain ilan edildiler, ne çok hain var bu memlekette. Herkes hain, yerine ve duruma göre, bir tek pezevenkler değil. Onlar “çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın.
Vatana millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin” tartışmaları yapıyorlar. Ne vatanmış be. Her taraftan cesetler fışkırıyor. Biz bir parça huzur istiyoruz. Bizim huzur arayışımız onların, böyle hastalıklı beyinlerin hayatına kastediyor! Çünkü huzur hürriyet demektir. Hayatın ilk harfidir hürriyet; herhangi bir ömrü belli bir hayat yapan. Remzi Gürkan
08.03.2012 01:26
11
İktidarın İlk Gününe Açılan Kapı
Pazar Geceleri Iki günlük özgürlük bitmek üzereyken hırsla kalkıp bilgisayar ekranının önüne geçtim yazmak için. Annebaba’dan ayrılıp haftasonu yatılı okula giden çocuğun hüznüne, hafta içi bıkkınlık veren kişilerin görülecek olması sıkışıklığına, sevinçle başlanıp, ne yediğini anlamadan hızlıca bitirilen yemeğin boşluğuna dönüşen haftasonunun yarattığı kendini tekrar eden esaretine dur demenin zamanı gelmişti. Iktidarın ilk gününe açılan Pazar Geceleri, özgürlük arayan insana sistemin dayattığı ilk baskıdır. Sıkışıklığı hisseden insan kıvranmalara tatilin son günü olan bu geceye yaklaşırken başlar. Ertesi günü kendisinin de kuracağı iktidarın sıkıntısı Pazar gecesinden sarar beynin kıvrımlarını. Anahtar sözcük bu gecelerin içinde saklı. Hafta içi tekrar yanıtlarına kavuşan insan geninin Pazar geceleri duyduğu sıkışıklığı bitirebildiği gün özgürleşmenin ilk adımları oluşacak. Gerçek isyan ise insanın Pazar gecelerinde sıkışıklık yaşamadan, sürtünmesiz bir mutluluk duyduğu zamanlarda başarıya ulaşacak. Dün geceden beridir “çözüm ne o zaman?” sorusu, gecenin ortası ayaklanan bedenin uyku dolu mahmurluğunda, sabah içilen ilk espresso’nun ayıltıcılığında gezindi durdu. Beynin tuhaf bir çalışma şekli var. Aklınıza gelen bir soruyu beynin içine yerleştiriyorsunuz –aynen tohumu toprağın içinde tutmanız gibi. Siz gidip başka şeylerle uğraşıyorsunuz, yavaştan yeşermeye
başlıyor yerleştirdiğiniz sorunun yanıtı. Ne zaman ki dikkatinizi çekme yeterliliğinde görüyor kendini fışkırıveriyor, kimi zaman yavaş ve her anı gözlenen yanıtlar oluşurken bazen de böylesine birden bire oluyor gece vakti. Pazartesi’de sembolleşen iktidara açılan bu kapıdan geçerken yapmanız gereken tek şey farkındalık olmalıdır. Sahip olduklarınızı saptamak ilk adımınız olmalı. Dürüst ve yalın bir sayım yapmalısınız içinizde, bunca senelik tanışıklığınızla, kandinizle yüzyüze gelmeli, ortaya döküvermelisiniz sahip olduğunuz değerleri. Anne-baba olabilir bu, güzelliğiniz ya da neşeniz, hızlı dost edinmeniz ya da disiplinli olmanız, zekanız, eşiniz, yetenekleriniz, aşkınız, çocuklarınız, sevdiğiniz, sahip oldugunuz ve sizi siz yapan herşeyi alt alta yazın bir yerlerine beyninizin. Derin bir nefes alın, unutmayın tüm ömrün sıkışıklığını yaşanmışlığa çeviren nefestir -iki hamlelik. Önce alın sonra verin, dunyanın saati bu tik-tak’ta gizlidir. Vücudunuzun biyoljik ilerlemesi de bu alış-verişlerin uzunluğu kısalığıyla belirlenir. Bir kaç tik-tak’ı sahip olduklarınızın önemine ve onlara karşı bunca sene yaptığınız nankörlüğe ayırın. Sahip olunan değerlerin sanki ne yaparsanız yapın hep sizinmiş ve de hep sizin olacakmış nankörlüğünü gözardı etmeden beyninizin bir yerlerine yazın önemini bu değerlerin. Son olarak da Pazar gecelerinden birini bulun. Yarını düşünün. Sıkışıklık başlamadan bir şey daha yapın; tek
o Pazar’ı degil, hatırlayabildiğiniz çocukluğunuzdan bugüne sığmış tüm Pazar gecelerini bulun getirin. Bekleyin biriksin. Birikirken zamanın geçişini ve yarına sarkacak uykusuzluğunuzu ima ederek yatmaya çağıran bedeninizin iflah olmaz mantığını bir yere bırakın. Yavaştan biriken sıkışıklığı kazıyın. Sıkışıklığın kaynağını düşünmeden sıkışıklığı hissedin. En son ve zor kısmına doğru cesaret ve ses tonunuza sahip çıkarak ilerleyin. Pazar sonrasının sizi sıkıştıran tarafını yakalayın. Ertesi gün üstünüzde iktidar kuracakların şimdiden hissettiğiniz baskısını düşünün. Hemen bırakmayın o sıkışıklığı, içinize çekin nefesinizle. Verin nefesinizi, ama serbest bırakmayın o sıkıntıyı tekrar içinize çekin. Geçmişinizde, Pazar gecelerinin nasıl olup da sahip olduklarınızın bunca üstüne çıktığını düşünün. Her an her şeyi kaybedecek olmanın bilincini neden Pazar gecelerine yüklemeye çalıştığınızı düşünün. Korkuları neden bu gecede biriktirdiğinizi, sıyrılmanızın ne kadar zor olduğunu, yapmak istemediklerinizin üstünüzde bıraktığı yıkımı neden bu geceye yüklediğinizi her nefes alıp verişinizde duyumsayın. Sahip olduğunuz tüm varlıklara yapabileceğiniz en büyük nankörlüğün Pazar gecelerindeki yılların sıkışıklığı olduğunu hissedin. İktidarı hissedin. Sizin üstünüze yıllardır her Pazar’ın ertesi günü başlayacağı ağırlığın yükünü bir gece öncesinden yükleyen iktidarı düşünün.
Okuldaki, evdeki, askerlikteki, çalıştığınız yerdeki iktidarları düşünün. Sizin o enfes geçebilecekken bir yüke dönüşen Pazarlarınızı mahveden iktidar korkunuzu düşünün. Ve tüm Pazar gecesi sıkışıklığını, sahip olduğunuz değerleri, içine çektiğiniz nefesi takiben dışarı bırakın. Kendiliğinden vücudunuzu kasmadan bırakın çıksın. Göreceksiniz ki, aslında Pazar geceleri sendromunuz, sahip olduğunuz değerleri farketmeme küstahlığınızla, yapamadıklarınıza bulduğunuz bahanelerin arasında bir yerde saklanmakta. İktidarla özgürlüğünüz arasında bir yerde. Zayıflığınızı içinize gömüp üstüne de “Pazar gecesi sıkışıklığı işte” diyemeyeceksiniz artık. Üstünüzdeki her türlü iktidarı reddederken, aynı zamanda talip olduğunuz iktidarı da verdiğiniz nefesle içinizden atın. Vazgeçebildiğiniz oranda özgürleşeceksiniz. Özgürleştiğiniz oranda Pazar gecelerinin yükü hafifleyip iktidarın ilk günü olan Pazartesiler’in gücü tükenecektir. Başarana kadar yukarıdaki adımları her Pazar deneyiniz. Taa ki Pazar gecelerinizin diğer gecelerden bir farkı kalmayana kadar. Taa ki çeşitli iktidar güçlerinin üzerinizde yarattığı hasarı yok edene kadar. Taa ki siz de artık iktidar istemediğiniz an’a kadar. Gerçek özgürlüğünüzü kazanana kadar. Temel Kebapcioglu
Taksim Kimin Yurdudur Loyy Taksim Platformu’nun düzenlediği “Taksim Hepimizin” eylem serilerinin üçüncüsü 3 Mart Pazar günü yapıldı. Platformun, “Taksim’de El Ele” çağrısına, semt ve mahalle sakinleriyle birlikte DİSK ve Birleşik Metalİş sendikalarından kimi yönetici ve üyeler de katıldı. Taksim Platformu, Taksim’in tünelsiz ve inşaatsız projelerle düzenlenmesini talep ediyor. “Taksim’de El Ele” eylemine katılıp “Taksimin ruhu da bizim bedeni de!” diyen “Taksimli Anarşistler” ise, tabiri caizse Taksim’in yeterince düzenli olduğu, herhangi bir düzenlemeye ihtiyaç olmadığı, ne sebeple olursa olsun yeni “düzenleme”nin bir kâbus olacağı kanaatindeler. Anarşistler bildirilerinde şu görüşe yer verdi: “Muktedirler,
özellikle bu inkâr ve unutkanlık cumhuriyetinde, hafızalarımızla, toplumsal belleğimizle oynamanın sayısız faydalarını iyi biliyor. Kendilerinden önceki muktedirlerin etnik temizliğine kurban gitmiş insanların izlerini silmek üzere, köy, kasaba, kent ve sokakların değiştirilen adlarını bugün bir lütufmuşçasına iade etmeyi vaat ediyor, ama seleflerinin bu icraatına ince bir ayar çekerek isimleri iade etme havucunu uzatırken mekânların dokularını değiştiriyor, o dokuya göre oluşmuş hayatlarımızı siliyor, yeniden biçimlendiriyor. Yakın geçmişini bile hatırlamaktan aciz bunaklara dönmemizden, en büyük suç çetesi olan devletin çıkarı var elbet. Taksim’deyse silinmesi gereken çok iz var; her birimizin ayrı ayrı ve milyonlarcamızın ortak belleği var orada.” Taksimli bir anarşist bildiri dağıtırken.
gazete_02.indd 11
08.03.2012 01:26
12
Mikimaus Hikâyeye Devam
İçişleri bakanı, “Türk milleti yeryüzünde barışın, sevginin ve insanî değerlerin sigortası ve insanlığa ders vermiş bir millettir” diye ünledi. Ders verdikleri doğru aslında. Sigorta kısmı tedirginlik uyandırıcı ama. Sigorta zırt pırt atıyor, o vakit de olan türkdışılara oluyor. Sadece onlara değil ama öncelikle onlara yöneliyor sevgi dolu şefkatli kollar. Bir iki idare eder, sigorta bu canım, her gerilime de dayanmaz ya diyeceksiniz, ama nafile. Sevginin sigortası nasıl olunur insan tahayyül edemiyor. Bir takım insanlar tahayyül edemiyor belki; müstehcen durumlar. Konuşan, devlet erkânı, atat tutar ama bu kadar mı hayâsız olunur. Bu kadar mı bilmez kendini. İnsanları bu kadar mı dangalak yerine koyar. Ya insanların, halkınızın büyücek bir kısmı dangalaksa? “İnsanlık adına utanılacak hiçbir tarihimiz, geçmişimiz yoktur” diye çığıran aynı kişinin ar damarı çatlamış; bunu anlayabiliriz. Bulunduğu mevkiden durum böyle gözüküyor olabilir. Herhangi bir görüntüye de gerek yoktur belki, adama konuş demişler konuşuyordur. Kitlenin aşağı kalır yanı yok. “Hepimiz Türküz Hepimiz!” yazılı dövizler taşıyordu acayip mimikli adamlar ellerinde. Bu ne biçim cümle? Olmamış. Slogan atamayan Türkler güruhu bu. Nefret ve hınçla bağırsaklardan gelen öfkelerini kusmaya gelmişler oraya. Bağırsaklarından gelen düşünce kırıntılarıyla konuşan adamı dinlemeye. Türküm, Türksün,
gazete_02.indd 12
türkü. Hem kuzum, size kimse Türk değilsiniz demedi ki, Türk olamazsınız da demedi. Vicdan sahibi bir miktar Türk, hepimiz Ermeniyiz dedi. Sen Türksen Türk kal, korkma bu şafaklarda yüzen yüzüyor. Üstelik Türkiye’de yaşayıp hepimiz Türküz deme utancını da her daim üzerinde taşı. Bu güç gösterisi her yerde böyledir. Misal, sokaktan geçen bir kıza mahallenin delikanlısı tek başınaysa laf atmakta zorlanır, en fazla kız geçip gittikten sonra kızın kıçına bakmaya cesaret eder. Hani laf atsa, kız cö dese, adamın pipisi düşer. Lakin bu delikanlıcıklardan birkaç tanesi yan yana gelmişlerse en sikici onlardır. Tacizde üstlerine yoktur. Kesip biçtikleri azınlıklar karşısında çoğunluk Türklerin de bundan farklı bir yaklaşımları yoktur. Azınlık bile denemeyecek sayıda bıraktıkları insanlara söyledikleri sözler barış dolu gerçekten; ağzında zeytin dalıyla dolaşan şaşkın güvercin. “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz” dövizi tutmuş elinde arsız gülücüklü kadının biri. Laf hem Ermenilere, hem onları anlamaya çalışıp geçmişiyle yüzleşmeye çalışan Türklere. Bunca soyu sopu belli olan insan belli ki ağzıyla kuş tutmuş, kadın bundan böbürlenip Ermenilere piç deme basiretsizliğini sahiplenmiş. Nasıl bir nefrettir bu ve nasıl bir cinsiyetçiliktir. Türk olmaktan vazgeçmek için pek gerekçe aramaya lüzum yok demiştim. Traklara bel bağlama gayretkeşliğimin peşinden gitmekten vazgeçmemekte fayda var.
Atacıklarımı daha iyi çalışayım diye Tekirdağ’a yollandım. Çünkü eski taş devrinde Traklar burasını mesken tutmuşlar kendilerine. İklim, toprak çok şugarmış buralarda o vakit, üstelik av ayvanı da pek bolmuş. Müzedeki bilgilerde böyle yazıyordu, yoksa nereden bilelim. Ama beyazların Traklar üzerine yazdıkları tam bir karmaşa. “Bu çağda Anadolu’da kurumlaşmış devletlerin (Hitit) varlığına karşılık, Trakya’da Proto-Trak olarak tanımlanan ve toplumsal örgütlenme bakımından çok daha geri düzeyde toplulukların var olduğu görülmektedir.” buyurmuş vikipedi. Toplumsal örgütlenmenin ilerisi gerisi nedir diye sorsan bir kelime daha edemeyecek. Söylediklerinden o kadar emin ki, sanki o zamandan kopup gelmiş. Tarihçi Herodotos’a ne demeli? “Trakların yeryüzünde Hintlilerden sonra en kalabalık kavimler olduğunu ancak hiçbir zaman birlik kuramadıklarını” yazıktırmış. Birlik değil, devlet kurmamışlar ya, devletin olmazsa olmaz olduğunu düşünen kafa için bu büyük bir kayıp. Gerçi birkaç kabilesi bir araya gelip bir nevi krallık demeye şahit lazım olası işler yapsalar da bundan hemen vazgeçmişler. Devletsiler tarafından bunun bir acz olarak görülmesi kendi aymazlıkları derim. Yani denildiği gibi topluluk olarak yaşamasını pek güzel becermiş bizim Traklar, ama yeteneksizlikten değil, kendileri istemedikleri için toplum oluşturmaktan kaçınmışlardır. Her ne kadar savaşla içli dışlı olsalar da
bunu kurumsal bir ölüm makinesi haline getirmemişler, kalıcı bir ordu oluşturmamayı becerebilmişlerdir. Belki kalabalık olmalarının verdiği güvenle devlet kurmak da beyhude bir çaba olarak gelmiştir kendilerine. Hiç yazıp çizmediklerine göre, yazdılarsa dahi bunlar zamanımıza ulaşmadığına göre gerçeği beyazların çizdiği haliyle kabullenmek anlamlı değildir. Yapmadıkları şeylerden dolayı Trakları aşağılamak yerine, yapmadıklarına sahip çıkmak da aynı derecede doğrudur. Bardağın dolu tarafından bakmaya devam ederken subjektif olmanın iyiliğinden de vazgeçmeyelim. Ahmet Kurt
Buldum çıkardım. Trakya: Eskiden Trakların yaşadıkları yerin bir kısmı. Şimdiki Trakya. Traktör: Trakların savaşta kullandıkları araba. Trakunya: Tuna ve Ergene’de yaşayan Trak balığı. Atraksiyon: Trakların boş vakitlerindeki boş vakit.
08.03.2012 01:26
13
Gece Kelebeği Perperika Söe Bir roman okudum. Adı, Gece Kelebeği -Perperika Söe. Kitabı bitirdiğimden beri kafamda düşünceler durmak bilmiyor. Savaş ve kaybetmek üzerine düşünüyorum, oradan geçiyorum kadın ve erkek üzerine, toprak üzerine ve galiba en çok da açlık, yokluk ve çaresizlik üzerine düşünüyorum. Düşünceler kovalıyor birbirini zihnimde. Bir roman bu kadar çok şeyi ardı ardına aklına getirip seni sarsıyorsa onu yazan kalem çok kuvvetli demek ki. (Haydar Karataş, Gece Kelebeği -Perperıka Söe, İletişim Yayınları. Yazar uzun yıllar hapis yatmış, şimdi de yurt dışında mülteci olarak yaşıyormuş. Şaşırdık mı?) Bu hikâye anlattığı şeyin şiddetini yüzüne vurmadan anlatıyor. Öyle bir anlatıyor ki, doğal akış içinde acı kendiliğinden yüzüne çarpıyor. Çarpan şey acının ağlak bir dille anlatılması değil, okurken anlıyorsun acının ve çaresizliğin çapını, büyüklüğünü. Roman, Dersim 1938-39’u bir anne ve kızının hayatta kalma hikâyesi üzerinden anlatır. 1939 kışı gelmiş. Katliamda ölenler ölmüş, kalanlar kalmış. Erkeklerin ölmeyenleri ya sürgüne gönderilmiş ya askere alınmış. Kalanlar daha çok kadınlar ve çocuklar. Ve hayatta kalmak ölmekten daha beter. Askerlerin girmediği köy kalmamış, evler içindeki eşyalarla yakılmış, ekinler tarlalarda ya da harman yerinde talan edilmiş, yakılmış. Hayvanlar, sahiplerinden zorla alınıp askerin et ihtiyacı için kışlalara taşınmış. Açlık ve soğuk kapıda, tabiat dışında sığınacak yer yok, tabiat da kar altında! Dersim’de doğa çok acımasız, kış çok sert. Kışın yiyecek bulmak imkânsız. Bütün bahar ve yaz aylarında çalışıp kışa hazırlanmak gerekiyor. Ekip biçmek, hasat edip biriktirmek ve kışı bunlarla geçirmek lazım. Kış gelince kapanıp biriktirdiklerini yiyorsun. O yüzden ekinler ve hayvanlar çok değerli. Onlar hayatta kalmanın sigortası, vazgeçilemeyen, korunması gereken yaşam kaynakları. Hele hayvanlar, topraktan da değerli. Sen nerde uyuyorsan keçin de orada uyuyacak. Ormanda saklayıp müsadere edilmekten kurtarabildiysen tabii! Dağdan bayırdan toplanılan otlar bir bardak süt ile tatlandırılıyor da çoluk çocuğun kursağından bir lokma geçiyor. Bir romanın, bir hikâyenin yarım bardak sütün değerini bu kadar iyi anlatabileceğini düşünemezdim. 1939 yazında bir avuç arpa ekebilen insanlar umut büyütüyor, karnını doyurarak uyuyabilme umudu;
gazete_02.indd 13
gelecek kışa dayanabilmek, hayatta kalmak umudu. Un, süt, arpa hiçbir şey bulunamadığında da yabani otları toplayıp yiyerek canlı kalmaya çalışıyor insanlar. Meşe palamudu, glüng otu gibi. Palamut el değirmeninde öğütülüp zehir gibi acı unundan ekmek yapılırmış. Bazı otlar közlerin üzerinde pişirilip yenirmiş. Glüng otu haşlanırmış. “Ama halamın kızı ölmüştü. Glüng otu sadece hayat kurtarmıyordu, bazen sarı zehir olup böyle burunlardan akıyor, bir kemik yığını üzerinde kocaman kafalar bırakıyordu. Yürüyen kemiklerin üzerinde patlak bir çift göz, vücut zayıf düştükçe daha bir büyüyor, anlatılan masallardaki gibi sessizce sönüp gidiyordu.” (syf. 199) Kitabın yazarı Haydar Karataş, kendisiyle yapılan bir röportajda: “Devletler bunu yapmaktadırlar, boyun eğdirmek istediklerini aç bırakır, hapsederler. İnsanların birbirini kırmasını isterler.” demiş. Zor oyunu bozar diye bir laf vardır. İnsan aç kalınca birbirine de kıyıyor. Çok hırsızlıklar da olmuş o yıllarda. Kışı geçirmek üzere biriktirilen zahireyi veya şans eseri elde kalmış birkaç hayvanı da ansızın çalıp götürürmüş hırsızlar. Hükümet onları, onlar da komşularını aç bırakmış. Geceleri karnı guruldayarak aç uyumamış birisi, iki aç kişinin birbirinden mal çalmasını anlayamaz belki de. İş gelip kimin hayatta kalacağına, ölüm-kalım anına dayanınca bütün romantiklik ve ahlâki değerler sıyırılıp duvara asılıyor olabilir. Çaresiz durumlara düşmek ve bu durumlardan birbirine el vererek çıkmak zordur elbette, ama imkânsız da değildir. Örneğin Ermeni Tehciri’nde bazı Dersimli Zaza aşiretler Ermeni komşularını Osmanlı hükümetine vermemişler ve bu sayede 15-20 bin Ermeni kurtulmuş Dersim’de. Savaşlar ve katliamlar olmasın! Savaşların en zor sonuçlarından biri olan insaniyet sınavından kimsenin geçmek zorunda kalmamasını dileyerek Dersim bölgesinden bir yemek tarifi vereyim: Dersim aşiretlerinin, barış ve bolluk günlerinde sıkça düzenledikleri ziyafet ve davetlerin etten sonraki temel yemekleri olan Zerfeti! Belli bir kıymet atfedilen misafirlere sunulduğu gibi, inanç ritüellerinde, kimi özel günlerde ve kutlamalarda da yapılan gözde bir yemektir Zerfeti. Öyle sair zamanlarda pek yapılmaz. Hülya
Zerfeti (Zerfet) Malzemeler (ortalama on kişilik) 3-4 kilo esmer buğday (usare) unu, göz kararı tuz, ılık su, 1 kilo tereyağı 1 üsküre yoğurt, birkaç diş sarımsak Şöminenin bir benzeri olan köy ocağında usulüne uygun yapılan Zerfet’in tadı unutulmaz. Şömine/ocakta bol odundan gür bir ateş yakın. Ateşiniz yana dursun siz hamur yoğurmaya geçin. Eskiden kütük ağaçtan oyma (Zazaca darên denilen) hamur tekneleri olurdu. Sonra bunların yerini bakır leğenler, onların da yerini plastikler aldı. Üç-dört kilo kadar unu uygun bir leğene koyup bir-iki litre ılık su ve göz kararı tuz ekleyerek ekmek hamuru kıvamına gelinceye kadar iyice yoğurun. Hamur, akışkan değil kıvamlı olsun. Sonra bu hamuru yer sofrasının üzerine yayarak 6-7 cm. kalınlığı olan yuvarlak bir tepsi şekline getirin. Ocaktaki közleri bir yana doğru toplayıp taş zeminin üzerinde kül ya da toz zerreciği kalmayacak şekilde temizleyin, taşı soğutmadan nemli bir bezle silin. Hamurun şeklini bozmadan maharetle taşın üzerine yerleştirin. İç kısmını iyice temizlediğiniz ekmek pişirme sacını hamurun üzerine çevirin ve üzerini köz haline gelmiş olan ateşle kapatın. Sacın kenarlarında açıklık kalmaması için ateş külüyle kapatın. Beş-on dakika sonra közü biraz azaltın ve üzerini ateş külüyle kapatıp 4-5 saat pişmesi için kendi haline bırakın. Bu arada başka işlerinize bakabilirsiniz. Mesela, koyun ve ineklerin akşam sağım vaktidir, sütü sağıp mayalayın, yemekten önceki rutin işleri tamamlayın. Vakit erince sacın altındaki sıcacık (gömbe, babko, bıcıke, klor da denilen) malzemenizi alıp tekrar yer sofrasının üzerine yatırın. Üstteki resimde görüldüğü gibi bıçakla üstten kesip açın ve içini lokma büyüklüğünde ufalayarak bir tepsiye alın. Çırpıp ılık ayran haline getirdiğiniz yoğurda sarımsak eklemeyi unutmayın. Tepsi halini almış olan kabuğun içini birkaç kaşık ayranla iyice sıvayın. Ufaladığınız iç malzemeyi piramid şeklini alacak biçimde tekrar kabuğun içine doldurun, yarısından itibaren, sert kabuktan ayırdığınız yuvarlak ek parçayı yoğurt ve yağ taksimini kolaylaştırsın diye yerleştirip piramidi tamamlayın. Tepesinden aşağıya tahta bir kaşık saplayıp gider açın. Önce ayranı ardından da kızgın tereyağını kaşığın kılavuzluğuyla boca edip afiyetle yiyin. Zerfet elle yenir; baş, orta ve işaret parmağıyla lokma lokma kapılıp yenir. Zerfet’in öncesinde, yanında, sonrasında başka bir şey yenmez, zaten buna imkân da yok. Aman dikkat! Sabırsızlık edip herkesten önce elini uzatan olursa kaşık yerinden fırlayıp alnının ortasına yapışır. Büyüklerin dediğine göre; “medeniyet”ten önceki zamanlarda zerfet yendikten sonra eller yıkanmaz parmaklar saçlara sürülürmüş.
08.03.2012 01:26
14 başı syf. 16’da
-Karamusul eylemine katılan bir arkadaşımız, hiç kimseye bayrak ve pankart açtırılmadığını söyledi? Arif- Onlar sadece, koyu renk elbiselerle Ergene Platformu flaması altında bir katılım istediler. Fakat biz, Ergene Platformu’nun bizi yeterince temsil etmediğini söyleyerek, kendi flamamızı ve pankartımızı açtık. Elimizden lolipoplarımızı almak için müdahalede bulundular, ama “anarşist” tavrımızı koyduk, deldik geçtik. Çünkü arkada Lüleburgaz Belediyesi -ki kirletenlerden birisidir- kocaman Atatürk resminin altına kendi belediye pankartını asmış, TEMA’cılar kendi önlüklerini giymişler. İşçi Partililer kürsüye kendi sanatçılarını çıkardılar. Bütün bildirilerde son derece ulusalcı bir dil kullanmışlar. Kendi görüşlerinden olmayan insanların önünü kesmek istediler. -Meselenin kendisinden biraz bahsedelim. Ergene Havzası çok ciddi bir üretim yeri. Radikal’de çıkan habere göre Türkiye’deki ayçiçeğinin %63’ü, pirincin %44’ü Ergene Havzası’nda yetiştiriliyor. Ergene, kaynağından sonra 250 km. boyunca zehirlenerek havzaya akıyor! Şu anki durum nedir? Gözlemleriniz, yaptığınız çalışmalar neyi gösteriyor; geçen sene Sağlık Mahallesi’nde yapılan bir kanser araştırması vardı, onun sonucu ne oldu? Arif- Ergene İnisiyatifi’nden çok daha önce Çorlu’da Yerel Yönetim Halk Girişimi adında bir platform vardı. Bu girişimin Trakya Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı’ndan kanser taraması ile ilgili talebi vardı. Uzun çabalar sonucunda bu işi fiilen biz yürüttük. Orada çıkan bulguları çok doğru değerlendirdikleri kanısında değilim. Çünkü anketin başında ben de vardım. Bize sağlık memurları verdiler. Fakat o memurların sağlıklı çalışmadığını gördük. Örneğin, Ulaş sağlık ocağındaki memurun çıkıp değişik bölgelerden örnekleme yapması gerekirken, sağlık ocağından çıkmadan anketleri doldurduklarını tespit ettik. Bu anlamda anketin olumlu sonuçlar verdiğini düşünmüyorum. Biz ısrarla şunu söylüyoruz: Sadece kanser araştırmasıyla, anketle değil, bebek kakasında, anne sütünde, yoğurtta da aynı araştırmaların yapılmasını istiyoruz. Yoksa Türkiye ortalamasının beş mislidir gibi sonuçlar çok objektif değil. -Kamuoyuna, Ergene’nin kaynağından temiz doğduğu, fakat yoğun olarak Çorlu ve Çerkezköy’deki sanayi
yüzünden kirlendiği söyleniyor bu doğru mu? Arif- Çevre Bakanlığı’nın bu kirlilikle ilgili yapmış olduğu kapsamlı çalışma var. Kirlilik haritaları var. Bunlar doğru. Fakat çözüm konusunda bizlere sunulanlar çok saçma. Doğduğu noktada su tertemiz içilebilir durumda. Ancak Çerkezköy’e geldiğinde çok hızla 4. derece kirliliğe çıkıyor. 4. derece, yani öldücü nitelikte! Yani hiçbir biçimde kullanılamaz. Bakanlık, “Şafak Harekâtı” başlattık diyor. En geç 2015 yılında Ergene’de balıkların yüzeceğini söylüyor. Bunlar doğru şeyler değil. Yine kendi açıklamalarında; 3. dereceye dönüştürülebilmesi için üç yıl gereklidir. –ki 3. derecede de su zehirlidir, statüsü kirli sudur, temas edilemez. Tabii, bu kirlenmenin hemen durdurulması ve temizleme harekâtının derhal başlaması şartıyla 3 yıl! O rapordaki diğer iddiaları ise; bu süreç böyle işlerse 7 yıl içinde sadece belli parametrelerde, renk, koku vb. gibi 2. dereceye inebiliriz diyorlar. Ama biyokimyasal oksijen ihtiyacı var, 10 yılın altında 2. dereceye inmesi mümkün değildir. Yani bu demektir ki, bugün kirlenmeyi durdurup temizlemeye başlasalar ancak 10 yıl sonra Ergene’de canlı belirtileri görülür. Zaten bunu sağladıkları takdirde hiçbir temizlik yapılmasa da doğa ortalama 12 yıl içinde kendini yenileyebilecek.
düşündüğü birçok doğru var. Bunu göz ardı etmiyoruz.
-Bakanlık tüm bu verileri reddetmeyip belgelerle ortaya koyuyorsa iş çözüme geliyor; platformun, sizin ve bakanlığın önerileri nelerdir? Arif- Evet bunlar kendi çalışmalarında var, bunlar doğru veriler. Ama çözüm önerilerini üçe ayırmanın bir anlamı yok. Platformun bu konuda ciddi düşünceleri yok. Platformda, birlikte davranmak için çaba gösterdiğimiz bir-iki arkadaş var. Politik beklentileri olan bir takım insanlar Platformu domine ediyorlar. Mesela, geçtiğimiz dönem yürütmedeki TEMA gönüllüsü arkadaş, Kırklareli’nden milletvekili adayı oldu. Uzunköprü’dekiler de belediye başkanı adaylığı için hazırlık yapıyor. Yürüttükleri etkinliklerin genellikle bu tür politik arka planı var. Platform bir etkinlik yapacaksa bunların yan yana gelmesinde bir sakınca yoktur. Zaten platformun yapısı da böyledir. Bakanlık ya da devlet mekanizması, yani Şafak Harekâtı’nı yürütenler ne düşünüyor? Açıkçası onların da
-O halde bunu çiftçiye anlatmak gerekiyor. Nehrin yanında tarıma karşı değiliz, ama bu kimyasala karşıyız. Bu kimyasalla uzun dönemde kendinizi öldüreceksiniz. Arif- Aynen öyle, Öncelikle köylünün, çiftçinin bilinçlendirilmesi gerekiyor.
-Basında da çıktı, bakanlık belediyeleri suçluyor değil mi? Arif- Evet. Tabii belediyeler de bakanlığı ve sanayiyi suçluyorlar. Bilimsel veriler Ergene Nehri’nin %65’ini sanayinin, %30’unu evsel atıklar, kanalizasyon vb. ile belediyelerin, %5’ini de tarım ilaçları ve gübrelerin kirlettiğini gösteriyor. Onların neler düşündüğünü internetten görebilirsiniz. Halkın bilinçlendirilmesi, Sanayinin kirletmemesi gibi muğlâk ifadelerle geçiştirmişler. Ancak ne takvim var ne zaman. En son 200 milyon liraya çıkardıkları bir bütçeden söz ediyorlar. Fakat işin ilginç yanı, bu bütçede Ergene’nin temizlenmesi için Çorlu’ya bir katı atık imha tesisi kurulması da var. Hatta sadece Çorlu’ya değil, Lüleburgaz’a da kurulması gibi birkaç proje dahil bu bütçeye. Aşağıdan başlayacak olursak. Avrupa’da nehirlerin 3 km. yakınına ilaç ve gübreye dayalı tarım yaklaştırılmıyor. 3 km. dışında da çok sıkı denetim var. Tarımsal kirliliğin en azından köylünün bilinçlendirilmesi ve teşvik edilmesiyle çözülebileceği ihtimali var. Çiftçi Sendikaları Genel Başkanı Abdullah Aysu da bizim İstanbul’daki arkadaşlarımızdandır. Elinde sağlıklı veriler var. Örneğin kimyasal böcek ilacı yerine fesleğenden, ısırgan otundan vb. üretilen doğal ilacı sağlayabiliyorlar. Doğa kendi kendini besleyebiliyor.
-Çiftçiden başlamışken, bölgedeki çiftçiden mücadelenize gelen tepki nasıl? Arif- Açıkçası çok umutlu değiliz. Ama çaba gösterdiğinizde olumlu tepkiler alabiliyorsunuz. Birkaç köyde toplantı yapmak istedik. Önce karşı çıktılar. Siz kimsiniz, ne hesabınız var, ne satacaksınız diye sorguladılar. Ondan sonra konuşmanın ilerleyen zamanlarında, örneğin doğal böcek ilacı konusunda bize de öğretin gibi talepler geldi. Bu konuda doküman istediler. Ancak Trakya insanı aktivizme gelmiyor. Onlara dokunulması lazım. Ergene Nehri kimi zehirliyorsa, kimin ailesinden, kimin komşusundan birilerini yaralıyorsa onlardan destek alabiliyoruz. -Evsel atıklarda da atık yağ pazarı oluştu. Bunlardan Biyodizel üretimi yapılıyor. Belediyeler bu pazarı gördüğü için hem bu işi yapmak meşakkatinden kurtuluyor, hem de buradan rant sağlıyor. Aslında belediye asli görevini yapmadan sadece işine yarayanı kopartıyor atıklardan? Arif- Köylülerin bilinçlendirilmesinden bahsettik ya, aynı şekilde kentlilerin de bilinçlendirilmesi gerekiyor. Atıkların kaynağında ayrıştırılması çok önemli. Biz kullanıcılar olarak atıklarımızı
gazete_02.indd 14
ayrı ayrı toplamamız gerekiyor. Atık tesisleri özellikle Ergene Havzası’nda olan yerel yönetimler için çok acildir. Birinci ihtiyaçtır. Yerel yönetimler bu işe girmek istemiyor. Topu taca atıyorlar. Proje hazırlanmasını bile merkezi yönetimden talep ediyorlar. Ee o zaman sen niye seçildin? Sanayiye gelince, sanayide iş çok zor. 2010 verilerine göre sadece Tekirdağ’da kayıtlı 2500, Havza genelinde ise toplam 3500 fabrika olduğu söyleniyor. Ve bunların %80’inde hiç arıtma yok. Olanların çoğu biyolojik arıtma -ki bir sürü ağır metal ve kimyasalın kullanıldığı tekstil ve deri fabrikası var. Arıtması olanlar da işletme maliyetinden dolayı cumartesi, pazar arıtmayı kapatıyorlar. Bölgede 3 temel arıtma var. Sağlık Mahallesi Deri Sanayi, Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi, Avrupa Serbest Bölgesi. Bunları yakınen biliyoruz. Deri sanayicileri, çoğu fabrika kapalı olmasından dolayı fabrikalarında daha düne kadar hiç çalıştırmıyorlardı. Biz içeri girip korsan çekimler yapmaya başlayınca, yani tepkiler baş gösterince azıcık ciddiye almaya başladılar. -Peki arıtması olan bir OSB’nin çalıştırmaması için bir gerekçe var mı, kapasiteye mi bakılıyor? Arif- Hayır, tek fabrika da çalışsa, çalıştırılması zorunludur. -Sağlık Mahallesi’ndeki arıtma yıllar sonra devreye girdi. Sanırım 2-3 yıl oldu, asıl olarak 2000’li yıllardaki krize kadar 24 saat çılgınca üretimin yapıldığı zamanlara kadar hiçbir şey yoktu. Ağır metaller olduğu gibi direkt toprağa karışıyordu? Tabi bu fabrikaların çevresinde aynı zamanda yerleşim bölgeleri mevcut. Ben en son uğradığımda aynı sokakta karşılıklı, bir fabrika, bir gecekondu, çocuklar ve kol boyunca sıçanlar gördüm. Ürkütücü. İnsanlar bir de bahçelerinde domates, soğan, biber yetiştirmeye çalışıyorlar. Orada koyunlar otluyor, az ötede yoğurt fabrikası, bu yoğurtlar Çorlu’da tüm marketlerde satılıyor? Aynı şekilde Ergene Havzası’nda üretilen pirinç ve ayçiçeğinden elde edilen yağ, ta Kars’a kadar her yere gidiyor. Ve herkes bunu tüketiyor. Arif- Evet. Ama buradaki insanlar artık markette ürünlerin ambalajını inceliyorlar, eğer burada üretilmişse tüketmiyorlar. Ama şununla da karşılaştık: Sağlık Mahallesi’nde çalışmalar yapılırken herkes bize, “aman ha işimizden oluruz, deri fabrikaları kapanmasın” diyordu. Bir taraftan da kanser olduğunu, sağlığını kaybettiğini bile bile. Bu ne yaman çelişkidir! -Merak ettiğim diğer bir konu da sizin bakışınızdır. Bu inisiyatifte yer alan insanların bakışı nedir? Yani bir sanayi arıtma tesisi tam kapasite çalıştığı zaman tatmin olacak mısınız? Belediye katı atık tesisi yaptı, çiftçi ilaç kullanmadı tatmin olacak mısınız? Arif- Ergene İnisiyatifi’nin bileşenlerine, destek verenlere baktığımızda insanların çok farklı beklentileri olduğunu görüyoruz. Burada ancak benim
08.03.2012 01:26
15 mücadele sürecim nereye kadar gidecek onu söyleyebilirim. Ergene temizlendikten sonra ne yapacaksınız diye sorarsanız zaten bugünden yarına bir olay değil. Bugün başlansa on yıldan önce sonuçlanmayacak. Ama biz sadece Ergene ile uğraşmıyoruz. Ergene İnisiyatifi, Trakya havzası tadilat planlarına da dava açtı. Bu planlarda Trakya’nın, İstanbul’un arka bahçesi hatta Avrupa’nın çöplüğü olarak görülmesine neden olabilecek açık kapılar bıraktılar. Trakya’nın tarımsal özelliğini tamamen ortadan kaldırılmaya yönelik hesaplar yapıldığını tespit ederek bunlara da karşı tavır geliştirdik. Yani sadece Ergene Nehri’nin suyuyla değil, havasıyla, toprağıyla hatta kültürüyle de ilgileniyoruz. Mesela, diyorlar ki sanayi bölgeleri burada yapılaşmış, biz bu dağınık fabrikaları bir araya toplayalım. Örneğin Çorlu, Çerkezköy arası fabrikaları düşünürsek ilk ve son fabrikayı bir daire içine alıyorlar. Fakat bölgede her yere fabrikalar yayıldığından, mevcut fabrikaları bu yapılaşma ile 3-4 misli artırmayı planlıyor ve Trakya’nın tamamını kapatıyorlar. Bizim bu planlara temel itiraz noktamız da şu; öncelikle doğru olan, fabrikaların buradan taşınmasıdır. Bütünüyle tarıma elverişli Trakya toprağında sanayinin işi yok. Trakya sahiden kurtarılmalıdır. Bunu ürkerek söylüyorum, çünkü benim yandaşlarımın da, aktivistlerin de çoğu sanayide çalışıyor. Garip bir ikilem. -Sanayi ciddi bir şekilde doğaya zarar veriyor. Yüzde yüz bir arıtma zaten mümkün değil. Her geçen gün Çorlu’daki suyun tükendiğini, yeraltı sularının artan bir ivmeyle yok olduğunu görüyoruz. Devlet de kıraç bölgeleri buraya kaydırmaya çalışıyor, İstanbul’u boşaltmak istiyor. Doğru olan sanayinin taşınması dediniz, peki siz sanayinin nereye taşınmasını istiyorsunuz, gittiği yere zarar vermeyecek mi? Arif- Hayır, böyle bir hakkımız yok. Buradan gitsin de ne olursa olsun demiyoruz elbette. Ancak böylesine küçük tesisler, böylesine arsız kapitalistlerle bu işlerin yürümeyeceğini biliyoruz. Parça pinçik her yerde. Bir karış arsa kapatan herkes bir tekstil fabrikası, yanına da boyahane kuruyor. Bunların disipline edilmesi gerekiyor. Ergene Havzası eylem ve kurtarma planında üç arıtma tesisi var. Bu doğru bir projedir. Sanayi atıklarının devlet tarafından belli bir ücretle arıtılıp uzaklaştırılması gerekir. Ama bir mekanizmanın bunu sıkı şekilde denetlemesi lazım, sağa sola saçılmış dağınık sanayi üniteleri yerine organize sanayi bölgeleri daha anlamlı. Çünkü derli toplu bölgelerdir. Her ne kadar iyi işlemese de, arıtma sistemleri çoğu zaman kapalı tutulsa da, denetlenirlerse yanlış yapılar değildir. Mevcut gerçekliği şu gün için değiştirme şansımız ne yazık ki yok. -Zaten Çorlu-Çerkezköy sanayide hatırı sayılır önde gelen yerlerdir. Bu
gazete_02.indd 15
bölgedeki insanlar asıl olarak neye karşı mücadele ediyor, sanayi konusunda derdimiz nedir? Salim- Mesela ben sanayinin büyük çapta kapatılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun gereksiz üretim olduğunu savunuyorum. Bu kadar mal üretmeye gerek yok insan olmak için. Arif- Doğrudur ama bu bugünden yarına gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Salim- Ama teknolojinin de sanayinin de bu kadar ilerlemesine gerek yok. Arif- Mesela şu an başbakan talimat vermiş, “nükleer konusunda hemen” diye. Salim- Gerek yok, insanlığın bu kadar enerjiye ihtiyacı yok. Talep var ama suni talep, bunu sınırlarsın gerek kalmaz. Enerji ürettikçe tüketmen gerekiyor, tükettikçe yenisini üretmen gerekiyor. Tam bir kısır döngü. Bana kalırsa sınırlamak lazım. Arif- O tartışılabilir ama hakikaten ihtiyaç yok. Salim- Sanırım biraz yaşam tarzımızdan feragat etmemiz gerekiyor. Arif- Şunu da konuşmak lazım, yeni enerjiye ihtiyaç yok ama, bu ülke çoğunluklu olarak fosil yakıt kullanılıyor. Bunların da kapanması için alternatif enerjileri ortaya çıkarmak gerekiyor. Salim- Burada temel paradigmayı değiştirmemiz gerekiyor. Arif- Mesela bizim hâlâ kendi içimizde net olmadığımız bir konu; alternatif enerji kaynakları nelerdir? Örneğin Abdullah Aysu, Rüzgâr enerjisi alternatif ve yenilenebilir bir enerji değildir, cepheden karşı çıkmak gerekir diyor. Bugünlerde çok tartışıyoruz ama bunu aşmış değiliz. Biz aynı zamanda İstanbul’daki, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun üyesiyiz. Orda da rüzgâr ve güneş enerjisine cepheden bir karşı duruş var. -Cola fabrikasının burada tesisi var. Edindiğim bilgiye göre, sadece cola fabrikasının günde kullandığı su miktarı Çorlu’daki tüm konutların kullandığı suyun üç katıdır. Arif- Doğrudur. -Yanlış anlamayın ama, işte tam bu noktada suyun ticarileştirilmesine karşıyız derken yürüttüğünüz mücadelede sanki bunların tam adı konulmuyor gibi? Sanayi top yekun kalkmasın, ama ıslah edilsin, arıtma kullanılsın diyorsunuz. Sanayi organize bölgede toplansın, bunlar aynı şekilde çalışsın kaynakları tüketsin, ama bir yandan da su ticarileşmesin istiyorsunuz? Arif- Ergene İnisiyatifi’nin durduğu noktadan konuşuyoruz. Kendi sosyalist kimliğime baktığımda başka şeyler söyleyebilirim. Ancak, bizim ne varoluş nedenimiz ne de gücümüz, sanayinin buradan top yekun kalkması ya da ihtiyaçların
biraz önce söylediğimiz gibi asgariye indirilmesi ile bir takım sanayi sektörlerinin kapatılması gibi bir önermemiz olamaz. Ergene İnisiyatifi’nin böyle bir önermesi olamaz. Bu, bugün gündemimize alabileceğimiz bir tartışma konusu değil. Ancak, cola fabrikası açtığı kuyularla suyu yasal olarak kullandı. Tekstil fabrikalarının bazıları da kullandıkları suyu tekrar toprağa şırıngalıyorlar. Böyle tespitler var. Bunlara asla izin verilmemesini baştan söylüyoruz. Bunları gerekirse kapatacak bir otoriteye ihtiyaç var. Biz de yeterince güçlü olmadığımızdan bunlara müdahil olamıyoruz. Bizim kendi aramızda tanımladığımız eylemselliğimiz bu fabrikanın işçilerini fabrikaya sokmamak, üretimi durdurmaya kadar gidecek bir eylemlilik anlayışımız var. Takdir edersiniz ki bu güçle oluyor, ciddi anlamda destekle oluyor. Evet Merkezi idarenin yaptığı arıtmalar en azından şu anda Ergene’nin daha fazla kirletilmesinin önüne geçti, ancak sanayinin kesinlikle büyütülmemesi ve denetlenebilir bir program dahilinde uygun yerlere taşınması gerekir. -Güçsüzlüğümüzün sebebi nedir? Kapitalizmin akıl dışılığına insanların aklı neden ermiyor? Siz işin içindesiniz çiftçilerle, işçilerle konuşuyorsunuz, bunu hâlâ neden sürdürüyorlar? Kanser oranları arttı, bölge zehirleniyor görmüyorlar mı? On beş yıl önce buraya geldiğimde Ergene’de ilkokul öğrencileri ağızlarında maskeyle derse giriyordu. Arif- Evet, şimdi maskeleri attılar. Kanıksadılar. Gelinen noktanın aslında insanları ayağa kaldırması gerekiyor. Ergene’nin kirlenmesi bir de 12 Eylül süreciyle paralel, aynı dönemlere tekabül ediyor. Orada ciddi bir vurdumduymazlık, bireycilik var. Ben insanların bu işin içinde olmamalarını buna bağlıyorum. -Aslında Ergene Platformu’ndaki uyuşmazlığınızın da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Sizinle tamamen ortak payda da buluşamıyorlar. Evet, Ergene lafını ediyorlar ama öte yandan ekolojiye, hükümet politikalarına ve yerel yönetimlere bakışları sizden farklı? Arif- Sanayiye bakışımız, tarımsal anlayışlarımız farklı. Evet, bizim temel düsturumuz kirletenle asla yan yana olmamak. Bu konuda hiçbir ekonomik ilişkiye girmeyiz. Asla sponsorumuz olmayacaktır. Ancak, biz bize yetemediğimiz vakit böyle bir ihtiyaç duyarsak, doğayla barışık, ekolojik anlamda olumlu üretim yapan bir firma olabilir. -Bu işi nasıl çoğaltırız, nasıl sahiplendiririz, Trakya insanı bu pratikte yok. Sanırım toprağın zengin olmasından kaynaklı, az olsun benim olsun öyle mi?
Arif- Ciddi bir tespit. Bizim aktivistlerimizin çok büyük kısmı Trakyalı değil. Yani bölgede yaşayan sıkıntıları çeken ve hiçbir rant elde etmeyen kişiler. Çok çabalamamıza rağmen Trakyalıya ve göçmenlere ulaşamıyoruz. Israrla gitmemize rağmen kaçıyorlar. Evet, imza veririz, bazen toplantıya geliriz diyorlar, hatta toplantıda keskin konuşuyorsunuz deyip gelmeyenler var. Bu sıkıntıyı yaşıyoruz. Bölge insanı duyarlı davranmıyor. İçten içe mutlaka kendi aralarında konuşuyorlardır, lanetliyorlardır olup biteni ama pratiğe yansımıyor. Mesela katı atık tesisiyle ilgili yerel basında çıkan haberler vardır: Ergene İnisiyatifi belediye meclisini bastı şeklinde. Hayır, basmadık. Meclis üyelerinin çözümsüz olduğu bir konuda bilirkişi raporuyla ilgili tavrımızı açıklamaya çalıştık. Fakat orda arbede yaşandı, bizi meclise sokmak istemediler hâkim güçler. -Hatta zabıtalar müdahale etti sizlere değil mi? Arif- Tabi itiş kakış oldu. -Bence genel olarak muhalefetin sorunda bu, hayata müdahil olamamak! Bir yandan Ergene için eylem yapıyoruz, ama bir yandan da dönüp onu kirleten fabrikada çalışıyoruz. Bu işin daha farklı, daha aykırı eylemlerle yapılması daha etkili, daha çok ses getirmez mi? Mesela şimdi çıksak Ergene’nin kaynağından bu tarafa doğru kitlesel halde yürüsek ve ilk atığın atıldığı fabrikanın önünde bir çadır kent kursak, yüz-iki yüz kişi çadır açsak olmaz mı? Bu tarz eylemleri düşünmüyor musunuz? Arif- Harika olur. Çok tartıştık bunları. Ancak şöyle bir örnek var. Atığını dereye atan bir fabrikaya müdahale etmek istedik. Fabrikanın dereye akan kanalına gübre dökülecekti. Herkes traktörlerine gübreleri doldurdu. Yola çıkınca köylünün biri soruyor; “jandarma gelirse ne yapacağız?” Sosyalist bir arkadaş da “ne yapacağız tabi ki kavga edeceğiz” diyor, bunun üzerine herkes traktörlerini geriye çevirdi ve bu eylem gerçekleşmedi. Bir şey yapmanız için kararlılık ve arkanızda bir güç gerekiyor. -Peki bu kadar çoğalmak gerekli mi? Gerçekten yan yana durmak istediğiniz kişilerle beraber bir mücadele vermek mi daha keyifli olur yoksa her kesimden insan gelsin çoğunluk mu olsun? Arif- Ergene’yi kurtarmaya çalışıyoruz. İnisiyatif’in inisiyatifi sosyalistlerin elinde bunu çok net söyleyebilirim, bu konuda asla ödün vermeyiz. Ancak bir şekilde katkı veren gönüllüleri, aktivistleri de dışlamak istemeyiz. -Yani bu işin motoru biziz, ama bize eklemlenmek isteyenleri de reddetmiyoruz mu? Arif- Dili biraz daha dikkatli kullanıyoruz, ama bu kesinlikle böyledir. Bu mücadeleyi ancak sosyalistler verebilir. Yoksa TEMA veya başka bir oluşumun içinde bu mücadeleyi sürdürürdük.
08.03.2012 01:26
Kim Kirletiyor Bu Ergene’yi? Ergene Nehri, Kırklareli’ndeki Yıldız Dağları’ndan tertemiz doğar. Pek çok küçük dereyle birleşip önce güneydoğu yönünde akarak Çerkezköy’e varır. Buralardaki sanayi ifrazatıyla bulanık bir pelteye dönüşen ırmak Çorlu deresini de alarak zifiri bir katran olup doğu-batı yönünde geniş bir eksen çizerek Meriç’e karışır. Trakya ve Ergene Havzası’na hayat veren Ergene suyu, katettiği 280 km. boyunca Trakya’yı zehirlemeye devam ediyor. Nehrin bugünkü içler acısı durumu üzerine, Çorlu’dan Murat arkadaşımız Ergene İnisiyatifi’nden Arif ve Salim ile konuştu.
Murat- Çorlu Ergene İnisiyatifi olarak sizin de içinde yer aldığınız Ergene Platformu nasıl kuruldu, amacı nedir? Katılımcıları arasında, Atatürkçü Düşünce Derneği’nden, Şehit Aileleri Derneği’ne, spor kulüplerinden şoförler odasına dek 87 çeşit kuruluş var çünkü. Arif- Fabrikalar otuz yıldır Ergene’yi kirletmeye devam ediyor. Ergene Platformu içinde onu kirleten Çorlu, Çerkezköy, Lüleburgaz Belediyesi gibi belediyeler de var. Bunun dışında, konuyla ilgisiz kurumlar da var. Mesela, Şehit Aileleri Derneği gibi. Şehitlerle ilgili bir amaç için örgütlenilmiş, ama Ergene meselesi çıkınca onunla da ilişkilenilmiş. Veya TEMA Vakfı. Bir yandan HES’lerle dereleri tüketmeye çalışırken, öte yandan da TEMA gönüllüleri Ergene’ye sahip çıkıyor. Biz de bu işin böyle olmayacağını düşünerek asli işi Ergene olan bir inisiyatif oluşturduk. Temel amacımız Ergene’nin kirliliğine karşı mücadele etmektir. Yaklaşık iki yıl önce Uzunköprü’de,
Ergene Hayata Dönsün – 1 adıyla bir miting düzenlendi. Uzunköprü Belediyesi ile çeşitli sivil kuruluşlar bunu organize ettiler. İçinde biz de vardık. Ama biz bu konuda, “kirletenlerle yan yana bu iş yapılmaz. Çünkü dünyadaki genel sistemin anlayışı, hükümetler, sanayiciler ve çevrecilerle bir sacayağı oluşturup sömürüyü öyle devam ettirmek üzerine kurulu. Biz buna cepheden karşı duran bir yapı kurmak zorundayız” diye düşündük. Bu farklılığımız nedeniyle Ergene Platformu bizi bypass etti. Sonra onlar Karamusul köyünde, Ergene Hayata Dönsün – 2 mitingini düzenlediler, ama miting tam bir rezaletti. Ergene dışında her şey vardı. İşçi Partisi’yle öteki ulusalcı eklentilerinin vatan millet sakarya nutuklarıyla çevre sorunu dile getiriliyordu! Lüleburgaz’da yapılan bir ön toplantıda biz ısrarla, bu işin mağdurlarını örgütlemek gerektiğini belirtip Çorlu Ergene İnisiyatifi olarak bu platformun içinde yer alacağımızı söyledik. Bunun üzerine Sağlık Mahallesi’nde örgütlenme çalışmalarına başlayarak inisiyatifimizi oluşturduk. İçimizde AKP’li, CHP’li ve muhtemelen faşist düşünceli insanlar da var. Kirliliğin etkilerini bire bir yaşamış, ailesinden birileri kanser olmuş, bu sıkıntıları hâlâ yaşayan insanlar var. Böyle bir inisiyatifle Karamusul eylemine katıldık. Karamusul’da en renkli, en güçlü ses bizlerdik. -Yani, Çorlu Ergene İnisiyatifi? Arif- Evet. Platformcu arkadaşların
bizi dışlamalarına rağmen ısrarla görüşmeye devam ettik. Ergene’yi kurtarmak için herkesin elbirliği ile çalışması gerektiğini söyleyerek yan yana geldik. Bundan sonra da gelmeye devam edeceğiz. Biz, kurumsal bir kimlik kazanmamalıyız diyoruz; kazanırsak niteliğimizden çok şey kaybederiz, mücadele yeteneğimiz zayıflar. Birçok insanın yan yana durduğu, hiçbir hiyerarşik yapısı olmayan bir inisiyatifiz. Tabi pratikte belirli insanlar öne çıkıyor; daha çok biz üç arkadaş muhatap oluyoruz. Yani Ergene Platformu’nun içinde olmamıza rağmen bambaşka bir mücadele anlayışı ile mücadeleyi ve varlığımızı sürdürüyoruz. Tabi Ergene’den çıktı konu. Bölgedeki termik santraller, nükleer santral projeleri, Çorlu’daki katı atık arıtma tesisi gibi, yereldeki bu sorunlar bizi olaylara müdahil ediyor.
çıkıyor. Örneğin çok kısa bir zaman önce Aşağı Sevindikli köyündeki termik santrale karşı bir tavır koyduk. Oradaki köylüler olaya sahip çıktığı için bizden de bir şeyler yapmamızı istiyorlar. Orada toplantı yaptık, ÇED raporunu engelledik. Muratlı’da ÇED analizi ve halkı bilgilendirme toplantısı yapmak istediler destek için oraya gittik. İstanbul’da da birkaç etkinliğimiz oldu. İstanbul’daki arkadaşlarımızın katkılarıyla, Sadabad Kültür Merkezi’nde geniş bir sanatçı katılımıyla konser düzenlendi. -Çorlu Ergene İnisiyatifi olarak mı? Arif- Hayır, bizim başka yerlerde de aktivistlerimiz var. Bu yüzden Ergene İnisiyatifi diyoruz. Tabi İstanbul’da düzenlenen geniş çaplı etkinlik ve eylemlerin amacı Ergene’yi Türkiye’ye duyurmaktı.
-Peki toplanalım diyince kaç kişi toplanabiliyorsunuz, etkinlikler, aktiviteler hangi periyotta oluyor? Arif- Bir buçuk yıllık mazimiz var, ama yaşam bizi öylesine soktu ki işin içine, biz kaçmaya çalışır hale geldik. Her ne kadar bir çağrı yapıldığında 80-90 kişi toplanabilsek de, işin angaryasını, yükünü çeken ancak üç-dört kişi. Bir fiili yürütme komitemiz var. Her hafta toplanıyor. Sürekli bir şeyler
devamı syf. 14-15
gazete_02.indd 16
08.03.2012 01:26