Performanstan çizgiye bayraktan çığlığa: Kırmızı Koridor Yaptığı ikonalar ve izleyiciyi içinden geçirdiği kırmızı koridor adlı sergi çalışması hakkında Ali Cabbar ile konuştuk. Sayfa 4
azete
il G üstak iyasî M
S Aylık
Sayı: 3 • Kasım 2012 • Fiyatı: 2 Lira
Masum insanları öldürmenin utancını gizleyecek büyüklükte bir bayrak yoktur Howard Zinn
Düşmanımız Yok!
Kimsenin Askeri Olmayacağız Türkiye-Suriye restleşmesinin reel ve aktüel seyrini uluslararası hukuka göre puanlamak, dolayısıyla devletlerarası bu tür sürtüşmelerde haklı haksız ayrımı yapmak mümkün belki, ama bu, pozitif hukukun yanıltıcı mantığından hareket etmek olur. İşler uluslararası hukuka göre başlasa da bir süre sonra zıvanadan çıkacaktır. Suriye’ye müdahaleyle başlayacak bölgesel bir savaşta ihtimal ki birçok ülke gibi Türkiye de (çeşitli güçler tarafından) istila edilebilir. Böyle bir durumda kimse bize, “işgale karşı yurt savunması” mavalını okumasın. Sayfa 3
Tayfun Gönül’ü Sonsuzluğa Uğurladık 30 Temmuz’da hayatını kaybeden Tayfun Gönül, Zincirlikuyu’daki törenin ardından Kilyos Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yakınları, dostları ve sevenleri, cenazeyi almak üzere, 1 Ağustos günü Zincirlikuyu mezarlığında bir araya geldi. Kara bayrağa sarılı tabut, morgdan alınıp yaklaşık 200 kişilik grubun ardı sıra mezarlık kapısına doğru taşınırken müzik grubu da Kazım Koyuncu’nun “sevdiğin böyle ağlar” parçasını seslendiriyordu. Herhangi bir dinî tören yapılmadığı gibi, benzer cenaze törenlerindeki alışılagelmiş pankart, slogan, alkış, saygı duruşu, nutuk gibi şeyler de yoktu. Dostlarını, sevenlerini, yakınlarını saran ince bir hüznün ve müziğin eşlik ettiği gözyaşlarıyla uğurlandı. Sayfa 2
Otoriterliğin Bir Avrasya Efsanesi Olarak Putinizm Putin ve Rusya üzerine özgürlükçü perspektiften yazı yazmaya kalkışan birinin sayfalar dolusu tutabilecek hiçbir analizi, mevcut durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyan Putin’in şu özlü sözünden daha çarpıcı olamazdı. “İnsanların gerçeği bilmeye ihtiyacı yok, göstermediğiniz şey yoktur.” Ahmet Arslaner Sayfa 7
İsyan Edilir Devrim Yapılır Beni Hasta Eden Kavramlar Tayfun’un Son Yazısı
Yeldir Eser Savurur Çevre dostu ve temiz enerji kaynağı diye propaganda edilen Rüzgâr Enerji Santralleri (RES), yerleşim alanlarının dibine kadar sokularak köy ve kırlık alanları git gide kuşatıyor. Geçimini hayvancılıktan sağlayan köylerin meraları her geçen gün bu sebeple daralıyor, yok ediliyor. Son yıllarda, özellikle Marmara ve Ege bölgesinde Tarım, hayvancılık ve doğal yaşama ciddi bir tehdit de RES’lerden gelmeye başladı. Sayfa 16
gazete_03.indd 1
Tayfun’un Ardından Tahakküm ve Otorite
Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında: 2023 Tabiatı Suçlamak
Sayfa 5
Mehmet İşten Sayfa 6
Gazi Bertal Sayfa 6 Sayfa 8-9 Sayfa 10
Temel Kebapçıoğlu Sayfa 11
Temel Kebapçıoğlu Sayfa 12
Mehmet İşten
Mutf
k
Beyaz Yakalının Seyir Defteri
Sayfa 13 Sayfa 14
Hülya
01.11.2012 23:18
2
Bir Ömürden Satırbaşları Tayfun Gönül 1958 yılında İzmit’te doğdu. Çocukluk yılları İzmit ve İstanbul’da geçti. Ankara Fen Lisesi ve ardından da Hacettepe Tıp Fakültesi’ni bitirdi. O dönemin her öğrencisi gibi, o da politik atmosferin etkisiyle daha lise yıllarında mücadeleye katıldı; ve 1980’e kadar Aydınlık grubu saflarında yer aldı. ‘80 sonrasında ise Yeni Olgu dergisiyle süren özgürlükçü arayışları onu anarşist düşünceyle buluşturdu; 1986 yılında yayımlanan ilk anarşist dergi Kara’da yazmaya başladı. Şöyle diyordu bir röportajında; “… sosyalizme eleştirel bakmaya başladım. Ve dünyayı değiştirmenin bilimsel bir yolunun olamayacağı kanaatine vardım. Fakat devrimci olmama yol açan sebepler aynen ortada duruyordu. Bireysel inisiyatiflere dayanan ahlâki yeni bir devrimciliği hem yaşamımda hem de düşünsel olarak tasarlamaya giriştim. Ve tarihi olarak bu olanağı anarşist gelenek içinde buldum. Kafanızda ne canlanır bilmiyorum ama kendimi anarşist olarak tanımlıyorum.” *** Tayfun, her türlü disipline alerji dozunda nefret duyduğu için, tıp ve mesleki disiplinden de memuriyet hiyerarşisinden de uzak durdu. Kısa süre yaptığı işyeri hekimliği onun bu düşüncesini daha da pekiştirmekten başka işe yaramadı. Tayfun gibi, pek çok özgürlükçü muhalif insanın serbest bir iş kolu haline getirdiği el yapımı deri hediyelikler dönemi o günlerde altın çağını yaşıyordu. “Kendi işinin efendisi” dışında kimseyi çalıştırmayan; asgari çalışma, azami istirahat ve seyahat anlayışına dayanan bir yaşam tarzıydı bu. Tam da Tayfun için biçilmiş kaftan! Uzun süre bu tür işlerle hayatını kazandı. *** Tayfun, 1989 sonbaharında vicdani ret açıklaması yaparak zorunlu askerliğe karşı kampanya başlattı. Onun, düşünceden harekete geçiş arayışları böylece somut bir karşılık bulurken anarşist çevreler için de “yap-örnekle” düsturu yeniden anlam kazanmaya başladı. Bu arada projeden projeye koşan Tayfun, haftalık Sokak gazetesi kapanınca soluğu İzmir’de aldı. İzmir Savaş Karşıtları Derneği’nin kuruluşu, etkinlikleri ve haftalık yayını Bakaya sürecinde öteki arkadaşlarıyla birlikte önemli roller üstlendi. O yıllarda
memleketin anarşistleri bunu da gördü yaşadı. Ama ne ilginç ki, böylesi durumlarda köylünün binlerce keçisi değil de içlerinden Tayfun’un üç keçisi hastalanır, kurda kuşa yem olur!
–ve sonraki yıllarda da– Tayfun’un gönlünde yatan aslan, örgütlü politik bir hareket oluşturmaktı. Sözel düzeyde kalmış, örgütlenmemiş bir anarşist hareketi çok da anlamlı bulmuyordu. Bu noktadan hareketle, tüm çabasını örgütlenmeye dönük işlere hasrediyordu. En basit bir yayın çalışmasını dahi “örgütlü bir hareketin sesi olmayacaksa anlamsız” buluyordu. Bu yüzden, 1993 sonlarına doğru, tüm anarşist çevreleri tek yayın organında birleştirme çabası olarak başlayan Apolitika projesi Tayfun’u çok heyecanlandırdı. Gümbür gümbür gelen bir hareketin sesini duyuyordu o, teferruata aldıracak hali yoktu! Ne ki, Apolitika böyle bir kimlik taşımadığı gibi, tozlu gecekondu yollarına düşüp politik/toplumsal örgütlenme çabasına girişecek anarşist sayısı da yok denecek kadar azdı. Onca efor sarfedilen Bergama köylüleriyle dayanışma çabası bunun bir örneğiydi. Tayfun’un ısrarlı örgütlenme çabası, olumlu olumsuz tüm sonuçlarıyla 1999’da Efendisizler projesiyle hayata geçip noktalandı. Haftalık bir yayın olarak Efendisizler gazetesi ilk sekiz sayısıyla hatırı sayılır bir etki ve heyecan yarattı. Ancak, sonrasında anlayış farklılıkları ve grup içi gündemler projeyi akamete uğrattı. Yeniden Antalya’ya dönen Tayfun’un hayatında bu dönemle birlikte hastalık, ayrılık, yalnızlık gibi yeni sayfalar açıldı. Birkaç kez geçirdiği kalp krizi gündelik yaşamını ciddi ölçüde sınırlamaya başlamıştı. Antalya’nın boğucu havasından Bedreddînî bir ruhla İzmir Karaburun’a çekildi! Elbette
sözün gelişi böyle, geri çekilmek bir yana, Tayfun daha da ileri atılarak bir “kır projesi” ne girişti. Bozköy’ün kapanmış ilkokulunu lojmanıyla birlikte kiralayıp dersliğin birini mantar çiftliğine birini de keçi ağılına çevirdi. Her projesi gibi bu proje de kimimizde heyecana, kimimizde galeyana kimimizde de feverana yol açtı. İzmir ve İstanbul’dan yardıma gidenler olduysa da arzulanan cemaat oluşamadı. Sonunda, mantarlar kaderine, keçiler de köy sürüsüne terk edildi. Şu sebeple ki; Tayfun, geçimini sağladığı hediyelik işlerinden bir süre önce uzaklaşmıştı. Böylece hem maişet sıkıntısı ve üstüne bir de sağlık sorunları başlamıştı. Kalp, akciğer, böbrek yetmezliği, kilo artışı gibi problemler gündelik yaşamını tamamen etkiliyordu. Bu şartlarda Tayfun hiç istemediği halde özel polikliniklerde doktorluk yapmak zorunda kaldı.Kurucaşile, Hakkari, Gölcük ve İstanbul’un muhtelif semtleri; nerede iş çıksa oraya göçüp duruyordu. Karaburun’dan işte bu mecburiyetle ayrıldı. Karaburun ortamının güzel sonuçlarından biri de Tayfun’un kaleme aldığı “ölümle barışmak” başlıklı muhteşem makalesidir. Bozköy “bozgunu”nun ardından, Tayfun’un anarşist arkadaşları, Karaburun köylerinde keçi çobanlarını soruşturuyor, Tayfun’dan geri kalan keçileri arıyordu köy sürülerinde. Bu
*** Ve iki yıl önce Tayfun yeniden bir dergi/gazete projesine soyundu; farklı anarşist fikir ve yorumları içerecek aktüel bir yayın hedeflenmişti. Ortada henüz bir şey yokken bu müstakbel yayının adını Efkâr koyduk. Elimizde bir nal vardı artık; geriye, öteki üç nalı, çivileri ve kör-topal bir atı tedarik etmek kalmıştı. Hemen bir mekân kiralayıp ona da Anarşist Fikir Kulübü (AFK) dedik. Mekânımız hızla dekore edildi, gelmeler gitmeler, toplantılar, eğlenceler, partiler, şölenler… her şey iyi bir moral kaynağıydı. Fakat Tayfun da dahil, kimsenin eli gazete çıkarmaya varmıyordu. Her birimizden yedi sekiz sayfalık yazılar gelince, gazete çıkaramayacağımız anlaşıldı. Teorik dergi ise hiçbirimize cazip gelmiyordu. Sonunda bu projenin ıskat-ı cenini (düşük yapmış hali) anarşist gazetesi oldu. Gazetenin ilk sayısını kutladık; ikinci sayı hazırlıkları başlarken Tayfun hastaneye kaldırıldı. İki ay kadar süren yoğun bakım ve ardından gördüğü fizik tedaviyle kısmen ayağa kalktı. Destekle de olsa 15 Mayıs vicdani retçiler etkinliğine bile katıldı. Zihin açıklığı ve konuşmasıyla eski Tayfun aramızdaydı, ancak akciğer, kalp ve böbrekleri tükenmişti artık. Doktor ve hastane arayışlarımızı ise kabul etmiyor, anlamsız buluyordu. Son haftasında iki arkadaşı onu kısa bir Ege turuna çıkardı; bir vedalaşmaydı bu. Ve beklediği huzurlu ölüme, evinde, 30 Temmuz akşamı dostlarının kollarında kavuştu.
aylık siyasî müstakil gazete
sayı 3, Kasım 2012 yerel süreli yayın sahibi ve yazı işleri sorumlusu: ahmet kurt yoğurtçu faik sk. no: 20/1 taksim - istanbul
gazete_03.indd 2
baskı: sena ofset dağıtım: elden iletişim adresi feridiye cd. no: 21/1 taksim tel: 212 - 297 38 75 e-mail: info@anarsistgazete.org
bulunduğu kitabevleri ankara: dost kitabevi, konur sk. imge kitabevi, konur sk. bilim sanat kitabevi, konur sk. eskişehir: insancıl kitabevi, aşiyan sahaf, ada kitabevi, şans 1 kitap/sahaf istanbul: mephisto, pandora, robinson kitabevi, kadıköy mephisto izmir: kitapsan, kıbrıs şehitleri, kitapsan konak
01.11.2012 23:18
3
Düşmanımız Yok Hükümet ve ordu Suriye konusunda hemfikir görünüyor; bugüne kadar ortaya koydukları performansa bakılırsa Suriye ile savaşacaklar. Bugün her ne kadar ABD ve kimi Batı devletleri, baştaki tavırlarını değiştirseler de zamanında Türkiye’ye verdikleri gazla savaş istikametinde yeterince yol aldırtmış oldular. Bu yöndeki kışkırtmalar şimdi nispeten frenlenmiş gibi görünse de, bu işlerle ilgili kurumların hassasiyet noktalarını bulup test etmeleri mütemadiyen devam etmekte. Peki, Türkiye Batı’ya rağmen Suriye’ye savaş açar mı? Bu sorunun cevabı Suriye’deki Kürt muhalefetinin şekillenişine ve Türkiye için ne ölçüde tehlike oluşturacağına bağlı. Elbette, Suriye muhalefetinin arkasındaki en önemli desteğin Türkiye olduğu artık inkâr edilmeyen bir gerçek. Devletin, bizzat kendi eliyle Suriye muhalefetini şekillendirmesi, maddi ve her türlü lojistik ikmali sağlaması, oluşum toplantılarına ev sahipliğinin yanı sıra yön vermesi, bir arada duramayacak
grupları bir araya getirmesi gibi azimli çalışmaları bir yıldan fazladır sürüyor. Ancak, bu çabaların bir kısmı da Suriye Kürtlerini PKK ve mümkünse KDP ekseninden uzaklaştırmak yönünde. Kısacası, Türkiye’nin Suriye’ye savaş açıp açmama denklemi Kürtlerin pozisyonuna bağlı olarak değişir. Gözden uzak tutulmaması gereken diğer önemli etken ise İsrail-İran kutuplaşmasının varacağı boyuttur. Bu, tüm bölge ülkelerini doğrudan etkileyen ve ilgilendiren çok daha kapsamlı bir olgudur. Geniş dalgalar halinde yayılabilecek bir deprem potansiyeline sahip olduğu kesin. Ancak, Suriye gerilimi bu depremi tetikler mi, ya da ne ölçüde tetikler? Bunu önümüzdeki zaman gösterir. Vurgulanması gereken bir başka nokta ise; Türkiye-Suriye restleşmesinin reel ve aktüel seyrini uluslararası hukuka göre puanlamak, dolayısıyla devletlerarası bu tür sürtüşmelerde haklı haksız ayrımı yapmak mümkün belki, ama bu, pozitif hukukun yanıltıcı mantığından hareket etmek olur. İşler
uluslararası hukuka göre başlasa da bir süre sonra zıvanadan çıkacaktır. Suriye’ye müdahaleyle başlayacak bölgesel bir savaşta ihtimal ki birçok ülke gibi Türkiye de (çeşitli güçler
tarafından) istila edilebilir. Böyle bir durumda kimse bize, “işgale karşı yurt savunması” mavalını okumasın boşuna. Kimsenin askeri olmayacağımız şimdiden bilinsin.
Amaç ve Araç Açısından Ölüm Orucu Öncelikle, ölüm orucu gibi eylemlere –kelimenin gerçek anlamıyla– kırk yılda bir, ancak ölüm-kalım gibi hiçbir çarenin kalmadığı ender hallerde belki başvurulabilir. Çünkü, kişi kendi bedenine, biyolojik varlığına karşı başlattığı ölüm eylemini, izleyiciler nezdinde bir empatiye dönüştürebildiği oranda belki başarı şansı elde edebilir. Bu empatinin kurulabilmesi ise elbette eylemcinin talepleriyle doğrudan ilgilidir. Burada izleyici dediğim kişi, öteki adıyla kamuoyudur. Kamuoyu, ancak eylemin meşruiyetini, haklılığını kabullendiği ölçüde söz konusu empatiyi kurup harekete geçebilir, taraflar üzerinde baskı unsuru olabilir. Açık ki iktidarların her türlü kuşatıcılığı, her alandaki egemenliği bu tür eylemlerle ortaya konulan taleplerin kamuoyu tarafından kabullenilmesi veya eylemcilerle empati kurulması karşısında daima çok üstün imkânlara ve engellemelere sahiptir. Eylemcinin bu blokajı aşıp sesini duyurabilmesi pek de kolay değil. Onun içindir ki ölüm orucu gibi son derece riskli eylemler bile otuz-kırk günü aşmadan –taraftar kitlesi dışında– kimsenin dikkatini çekmemekte –neredeyse her amaç için bu tür eylemlere başvurulmasının aracı etkisiz kıldığı da bir gerçektir. Yukarıda “ender hallerde” diye bir şerh koydum. Doğaldır ki, çaresiz kalan her kişi veya her topluluk için “ender hal” içinde bulunduğu haldir. Kuşkusuz bunu kast etmiyorum. Örneğin, akla hayale sığmayan işkence ve zulüm örnekleriyle ünlenmiş Diyarbakır cezaevinde, Kemal Pir ve üç
gazete_03.indd 3
arkadaşının hayatıyla sonuçlanan 1982 ölüm orucunun bile bugün pek çok kişi tarafından tartışılıyor olmasına bakılırsa bu gibi eylemler için ne tür koşulları kast ettiğim daha iyi anlaşılabilir. Şu da bir gerçek ki, koşullar ne olursa olsun, amaç-araç uyumu açısından bakıldığında da ölüm orucu yanlış bir araçtır. Belli ki ölüm, elde edilmesi hedeflenen bazı amaçlar için araçsallaştırılıyor. Özgürlük için, güzel günler görmek için, kısaca hayatta kalmak için ölüm bir eylem aracı olarak seçiliyor. Burdan bakıldığında da araç amaca uygun değil. Kitle ve örgütsel irade illüzyonundan kurtulup bireyin eylemi bağlamında baktığımız zaman ölünerek hayatta kalınamayacağı açık. Eylemin başarı şansı tümüyle kamuoyu vicdanına bağlı olduğu için taşıdığı risk de son derece hayati ve büyüktür. 12 Eylül yıllarından bu yana iki yüzden fazla insanın açlık grevlerinde ölmesi ve bir o kadarının da sakatlanması kamuoyu vicdanının sanıldığı kadar bu konuya duyarlı olmadığını gösterir. Bu genel yaklaşımdan sonra gelelim gündemdeki ölüm orucuna. Bildiğim kadarıyla üç talep ileri sürülmektedir: Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması; Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi ve mahkemelerde Kürtçe savunma hakkının tanınması. Üç makul talep! Evet talepler gerçekten de makul ve meşru. Ancak bir sorun var: PKK denilen silahlı-silahsız devasa örgüt otuz beş yıldır hangi talepler için savaşıyordu? Kürtlerin var olma hakkının tanınması için değil mi. Evet,
Kürtçenin eğitim dili olarak kabul görmesi kilidi açacak olan şifredir. Yani, bu talep kabul edildiği zaman Kürt sorunu denilen olgu neredeyse temel boyutuyla çözülecektir. Demek ki ölüm orucu eylemcileri örgütlerinin otuz beş yıllık mücadele amacını talep olarak önlerine koymuşlar. Talep (amaç) haklı, araç yanlış. Otuz beş yıldır neredeyse her silahın kullanıldığı, uğruna onbinlerce insanın öldüğü bir ihtilafı, bin tutuklunun ölüm orucu eylemiyle çözmeye kalkışmak elbette inandırıcı olamaz. Çünkü gerçek talep bu değil. PKK, ancak halk ayaklanmasıyla çözülebileceğine inandığı bir hedefi ölüm orucu talebi haline getirecek kadar bilgisiz ve deneyimsiz değil. Dolayısıyla, her hak ihlaline karşı vicdanî yükümlülüklerini yerine getiren bir avuç siyasî hayırsever ile varlık çabası içindeki bir avuç reelpolitik anarşist dışında herkes bilir ki bu eylemin aslında tek bir talebi var: Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü! Yani binler Bir için ölecek, Bir ve Tek olan özgürleşip binleri kurtaracak! Şaşılacak şey değil mi? Oysa, İnsan Hakları Avrupa Konseyi koruması altında olan Öcalan, salt uluslararası ünü nedeniyle tek başına bin eylemci hükmünde bir etkinliğe sahiptir. Tecridin kaldırılması için bir haftalık açlık grevine başlaması yeter de artar bile. Öcalan’ın bu tür eylemler karşısındaki tutumu hakkında az çok bilgim var, onun greve girmemesini anlıyorum. Fakat, tutuklu ailelerine yapılan grev çağrısına artık kendileri de medyatik olan Öcalan kardeşlerden
hiçbirinin iştirak etmemiş olması niçin yeterince dikkat çekmedi onu anlamıyorum! Sonuç olarak, mahkemelerde Kürtçe savunma hakkı şu ya da bu şekilde devletin-hükümetin gündeminde. Öcalan’ın tecridi ise Oslo Düğümü’ne bağlı bir sorun. Halbuki öteden beri, karşılıklı kozlar ve güç pozisyonu elde etmek için sürdürülen mücadele, devlet açısından da PKK açısından da sahiciliğini yitirmişti. Oslo görüşmeleriyle açığa çıkan bu gerçek, özgürlüğü hedeflemiş bir militana bu işin masaya taşındığını anlatamıyorsa eğer, benim ki nafile bir çaba olur. Taraflar sorunu masada çözmeyi prensip olarak kabullendiklerine göre dağda da ovada da hapiste de insanların ölümü seçmesi doğru olmadığı gibi ahlâkî de değil. Gazi Bertal
01.11.2012 23:18
4 Performanstan çizgiye, bayraktan çığlığa
Kırmızı Koridor
Masum insanları öldürmenin utancını gizleyecek büyüklükte bir bayrak yoktur (Howard Zinn)
Afganistan’da ölen 12 askerin tabutları bayrağa sarılı olarak Türkiye’ye getirildi. Tesadüfen aynı gün yine Afganistan’da, yol kenarına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu ölen 6 İngiliz askeri de aynı şekilde, bayrakla “paketlenmiş” olarak annelerine teslim edildi. Birbirine tıpatıp benzeyen bu iki haberin fotoğrafları düşündürücüydü. O bayrağı gören anne hesap soramıyor haliyle. “Kutsal vatan” için “şehit” olmuş, “bayrağa sarılmış” cesedi artık kendi çocuğu gibi göremiyor. Bu kadar sembol karşısında eziliyor. Bu arada esas suçlu; başka ülkeleri işgal eden devlet, aradan sıyrılmış oluyor.
Y
aptığı ikonalar ve izleyiciyi içinden geçirdiği Kırmızı Koridor adlı sergi projesi hakkında sanatçı Ali Cabbar’a, birkaç soru sorduk. Bu proje nasıl başladı? İnsanların bir takım semboller için nasıl ölüme gönderildiği, ya da kendi ayakları ile neden gittikleri üzerine epeydir düşünüyordum. Sembollerin, amblemlerin, bayrakların, “kutsal” nesnelerin insanlar üzerindeki etkisi şaşılacak derecede güçlü. Ve devletler, yönetenler bu zaafı alabildiğine kullanıyorlar. Dört yıl önce, bir grup lise öğrencisi parmaklarını toplu iğneyle delerek akıttıkları kanla bir Türk bayrağı yaptılar ve o zamanın genelkurmay başkanına hediye ettiler. Genelkurmay başkanı çok duygulandı. Sanırım halkımızın bir kesimi de aynı şekilde etkilendi. Bu ruh haline, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” felsefesinin yan etkisi diyebiliriz. Sergilediğiniz figürlerin üzerindeki örtüler bayrak mı? Evet. Ya da figürlerin üzerindeki bayrak bir “örtü” olarak kullanılıyor
gazete_03.indd 4
da diyebiliriz. Bu fikir üzerinde çalışmaya başladığımda büyük bir bayrak alıp, fotoğraf makinesinin karşısında poz vermiştim. Bugünün sanat diliyle söylersek bir “performans” yapmıştım, ama kendi kendime… Bayrak ile insan arasındaki ilişkiyi yansıtmak, anlamak amacıyla… İnsanlar örtüyü genellikle gerçek haliyle görmek istemedikleri şeylerin üzerine seriyorlar. Sözlüklerde bayrak, dikdörtgen biçiminde bir bez parçası olarak tarif ediliyor. Uluslar, diğerlerinden farklı ve üstün olduklarını ispatlamak için onu dalgalandırıyor. Futbol takımı taraftarları, siyasi gruplar kendi amblemlerini ve renklerini taşıyan bayraklarla slogan atarken daha çok coşuyorlar. Bir havlu ya da kapı kolu bir nesne olarak anlam taşımazken, bu kutsal bez parçası insanları ölüme bile gönderebiliyor. İki yıl önce
Figürlerin yüzlerini görmüyoruz ama duygularını hissediyoruz. Ölüme karşı bir çığlık diyebilir miyiz? Taburenin üzerine çıkmış figürler gerçekten çığlık atıyorlar. “Kutsal” semboller için ölüme hayır diyorlar. Direniyorlar, utanıyorlar, teslim oluyorlar. Amerikalı tarihçi Howard Zinn’in güzel bir lafı var; “Masum insanları öldürmenin utancını gizleyecek büyüklükte bir bayrak yoktur” diyor. Bu alıntıyı ve Howard Zinn’i bu sergiden sonra keşfettim. “Savaş, soykırım ve kölelik gibi tarihsel olarak en korkunç şeyler karşı çıkmanın değil boyun eğmenin sonucu olarak gerçekleşti,” cümlesi
de ona ait. En az Türk milliyetçiliği kadar tehlikeli olan Amerikan milliyetçiliğini eleştiriyor. Bu sözlerle, benim sergimdeki figürlerin ifade etmek istedikleri tam tamına uyuşuyor. Bu figürlere neden ikonalar adını verdiniz? Koridor fikri bununla bağlantılı olarak mı gelişti? Ortaya çıkan figürler yan yana dizildiklerinde onların dini ikonaları çağrıştırdıklarını gördüm. Sanki her birinin önünde diz çöküp dua etsen boşa gitmezmiş gibi dikiliyorlardı. Onları karartılmış bir salonun ortasında oluşturulan koridorda sergileme fikri küratörüm Başak Şenova’ya ait. Üzerlerine vuran spot ışığının oluşturduğu hâle ile ölüme karşı direnen “azizler” gibi oldular. Sergi mekânı ise bir türbe etkisi yarattı. Geçen ay okuduğum bir haberde Türkiye’de insanların %90’ının dine ve Tanrı’ya inandıklarını öğrendim. Kâğıt üzerinde her din ölüme karşı, ama pratikte her ne hikmetse insanlar en çok din nedeniyle savaşıyor. Belki bu sergiyi gezenler bunun ayırdına varırlar. Bundan önceki sergilerimde de politik yanı ağır basan işler sergilemiştim. Ama bu proje, aslında tek bir iş gibi algılanmalı, doğrudan anti-militarist diyebilirim.
01.11.2012 23:18
5
İsyan Edilir Devrim Yapılır İsyan etmek ile devrim yapmak ne kadar da kardeştir! Ama bu kardeşlikte bir üveylik de var mı acaba? Anarşistler isyan sözcüğü ile çok hemhâldirler. Sloganlarında falan çoğunlukla devrim yerine isyan sözcüğünü kullanırlar. Marksistler ise neredeyse istisnası olmayan bir biçimde isyan sözcüğünü sözlüklerinden çıkarmışlardır. İsyan gibi, doğrudan kalkışmayı, başkaldırmayı ifade eden bir sözcüğe Marksistlerin uzak duruyor olması, nasıl, epeyce tuhaf ve rastlantıyla açıklanamayacak bir şeyse anarşistlerin de genel kabul olarak muhalif kültürün nihai hedefi durumundaki devrim varken ona bütün bütün sırtlarını dönmeseler bile isyanı daha çok kullanmaları da epeyce tuhaf ve rastlantıyla açıklanmayacak bir şey. Her hareketin, fikrin kendine ait bir dili vardır; o dil, fikrin en yalın bakışından oluşur. Eğer, oturmuş bir bakışınız, inancınız varsa o sizi her şeyde yönlendirir, çok fazla düşünmeden de karşılaştığınız durumlar ve meselelerle ilgili nasıl bir tutum takınmanız gerektiğini adeta insiyaki olarak saptarsınız. Demem o ki anarşistlerin “isyan etme”yi ve Marksistlerin “devrim yapma”yı tercih edişleri, her ne kadar üzerinde uzun boylu düşünmemiş olsalar da ve bilinçli bir tercih değilse de, onların bakışının bir sonucudur. Öncelikle dille ilgili bir çıkarımda bulunacağım ama bu bilimsel olmayacak, hissi bir çıkarım. Tersi örnekler de bulunabilir, ben doğruluğuna tereddütsüz inandığım bir şey ileri sürüyorum ama doğruluğu ancak hissi olarak kavranabilir: “etmek” kendinden yola çıkmak anlamı veren bir yardımcı eylemdir, “yapmak” ise bir şey üzerindedir. Yani “eden” kendinden yola çıkar ve başka şeyler üzerindeki etkilerini hesaplamamıştır, “yapan” ise su götürmez bir biçimde “başka bir şey üzerinde” yapar. Heykel yapmak, iş yapmak, raf yapmak, kanal yapmak… Şöyle bir örnek belki daha açıklayıcı olacaktır. Doğrusu “kahvaltı etmek” olduğu halde son yıllarda “kahvaltı yapmak” çok yaygınlaştı. Kahvaltı edilir yani, yapılmaz! Kahvaltı yapmak olsa olsa hazırlamak manası taşıyabilir. İsyan’la devrim’e dönersek yani isyan’ın “etmek” yardımcı fiilini almasında ve devrim’in “etmek” fiilini almamasında bir mana olduğunu düşünüyorum, umarım bu yazdıklarımdan sonra da bunu düşünen tek kişi ben olmam, öyle olursa saçmalamış kabul edilebilirim. Bu iki sözcüğün derininde yatan “hikmet”i bulduğumuzu varsayarsak anarşistlerin ve Marksistlerin insiyaki olarak gerçekleşen tercihleri açıklanabilir. Devrim bir plan program, bir örgüt işidir. İsyan öyle mi ya? Ne kadar başıboş, ne kadar yönsüz bir öfke!.. Özellikle siyasal arenanın hareketli olduğu “70’li yıllar” boyunca devrim
gazete_03.indd 5
sözcüğü belli bir “aydınlanma”nın işaretidir, ama aynı dönemde yine ortalığı kasıp kavuran arabesk furyası içinde isyan sözcüğü çıkar karşımıza. Üniversite gençlerinin “devrim”i ile varoş delikanlılarının ve “fazla babalarıyla dondurma yiyen” çocukların “isyan”ı yan yana ama birbirlerine değmeden yaşayagitmektedirler. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur şarkılarının pek çoğunda geçen “isyan” sözcüğünü ve buradaki isyancıları kardeşleri olarak görmez devrimciler. Bir kere isyan çok şahsi ve naiftir orada. Karşıdakini belirleyici bir niyet okunmaz bu sözcükten. Sadece “kendi”dir isyan eden. Kendinden başka kimseyi davet etmez bu “isyan”. Oysa devrimci jakoben gelenek için iradecilik vazgeçilmezdir. Devrim amaçsız olamaz, iradesiz olamaz. İsyan neredeyse yenilmeye yargılı bir içeriğe sahiptir, “isyancı” sahipsizdir; ama devrim yıkmışlığı gösterdiği gibi yeniden yapmayı da içerir, sahibi vardır; devrimler onu yapanlarındır. İsyan eden, isyanının başına açacağı bütün işleri, bedelleri göze almıştır ama “isyanı”nın yıkmak dışında bir amacı olmadığından elde edeceği şey üzerine bir hesabı yoktur. İsyan’da yalnızca yıkma dürtüsü vardır, devrim’de ise yıktıktan sonraki süreci tasarlama amacı da açıkça görülmektedir. Bu gibi sebeplerden dolayı devrimciler “isyan”a sıcak bakmamışlardır; ondaki başıboşluk, serserilik Marksizmin belirlenimci özüne de aykırıdır. İsyan örgütsüzlük çağrışımı yapar, devrim tam bir proje, bir organizasyondur. Yani isyan “edilir” devrim “yapılır”. 80’li yıllarda siyasal arena anarşistlerle tanışır. Sol gibidirler ama gerek attıkları sloganlar gerekse alanlardaki varoluşları soldan farklıdır. Anarşistler arabeskçilerin, lümpen duyarlılığın elinde kalmış gibi görünen isyan sözcüğüne sahip çıkarlar, onunla önemli bir yakınlık oluştururlar. Ve gerçekten de böylelikle birkaç on yıl içinde isyan, arabeskle özdeşleşen marazi anlamından uzaklaşır. Devrim Talepkârdır Ya İsyan? Devrimcilik açıkça bir iktidar talebidir, bu nedenle yapılır, devrim talepkârdır, eşitlikçi ve özgürlükçü vaatlere, kendisinin kuracağı düzende öngördüğü tedbirlerin baskı ve tahakküm olarak adlandırılamayacağı ön kabulüne dayanır. Bunu bir tür tahakküm takiyesi olarak görmek mümkün. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzen kuracağız ama benim verdiğim emirlere uyacaksın! Hiçbir devrim eşitlikçi ve özgürlükçü olmayacaktır. Halkın, ahalinin kendi öz gücü ile yapmadığı hiçbir kalkışma bunu bize veremez doğası gereği. Ancak insanların toplu isyanları, toplu kalkışmaları, yönsüz başkaldırıları ve sonra tarih hiç yokmuşçasına oturup o noktadan sonra nasıl bir hayat istediklerini konuşmaları ile
mümkün olacaktır. Ursula K. Le Guin’in dediği, “devrim yapamazsınız devrim olursunuz” aslında bize bunu anlatmaktadır. En azından ben şöyle anlıyorum bu sözü: benim dediğim şey şahsi bir kalkışmadır, ben kendim için ayaklandım, kimseyi kurtarmak gibi bir amacım yok. İsyan! Marksist literatürün önemli bir bölümünü taktik ve strateji işgal eder. Devrimci bir tür askerdir, militerdir, emir komuta zinciri içinde çalışır ve düşünür. Örgüt bir tür ordudur, çekirdek bir devlettir. Silahlı güçlerin gerçekleştirdiği hiçbir devrim o silahlı güçlerin tahakkümünden ve taassubundan azade bir organizasyon geliştirememiştir, devrimi silahla yaparsanız sonrasında da silah elinizde olmak zorundadır, devrimi yapan silahlı güçlerin gölgesi kurucu ideolojinin genlerine sinen ve aradan yüzlerce yıl geçse de devlet ve toplumu bu paradigmanın boyunduruğuna mahkûm eden bir heyula olmuştur. TC’de olduğu gibi, İran’da ya da başka bir ülkede, dahası bütün dünyada olduğu gibi. Dünya tarihine baktığımızda devletlerin tarihinin bu militer güçlere ve şiddete dayandığını görüyoruz. Başka türlüsü de mümkün değildir. Her devlet bir devrimin ürünüdür, o devrimi de devrimci silahlı örgütler yapmıştır. Bazen ülkenin bağımsızlığını(!) tesis etmişlerdir, bazen iç iktidarı alaşağı etmişlerdir. Büyük kütlelerin özgür iradeleri ile oluşan bir devlet(!) dünya üzerinde yoktur. Bu yaklaşımın oldukça kaotik olduğunun farkındayım. Yani kütleler devlet kurmazlar gibi bir şey demiş oluyorum. Aklımız bu devasa kütlelerin başka türlü, yani devlet olmadan, hayatlarını nasıl sürdürebilecekleri çıkmazına saplanıyor. Belki de fazla kalabalık olduklarını düşünürler. Belki temsili zorunlu kılan bütün sayıların “fazla” olduğunu ve aslolanın kendini temsil etmek olduğunu düşünürler. Oraları bilmiyorum, ama hiyerarşiyi zorunlu kılan bütün sayılar fazladır, buna inanıyorum. Devrim için örgütü zorunlu kılan şey de aslında aynı hayatı – kalabalıklar, şehirler, yasalar, cezaevleri– sürdürme fikrinin temel bir karşı konulmazlık olarak kafalara sinmiş olmasıdır. Dolaysısıyla, örgüt olmalıdır, hiyerarşi olmalıdır ki devrimden sonra toplumu yönetecek yeni bir yapı oluşabilsin. Örgüt devrim öncesinden çok devrim sonrası için vardır desek abartmış mı oluruz? Devrim istemiyorum, başkalarını belirlemek için çıkmadım yola. Onlar için doğru’nun, daha iyi yaşama’nın ne anlama geldiğini bilmiyorum. İnsanların özgürce yaşama isteğini kışkırtıyorum, her bir insan kafasında özgürce yaşanabileceğine dair bir inanç ve ihtimal bulup ona bağlanmadıkça özgürlük asla olmayacak. Her bir insan isyan etmedikçe düzen, sistem, dünya değişmeyecek. Aslında tüm dünyada siyasal bir bilinç enjeksiyonuna gerek olmaksızın
hoşnutsuzların sayısı her geçen gün artıyor, görülebiliyor bu. İnsanlar doğaya karşı davranışımızdan, vergilerden, askerlikten, hükümetlerin baskıcı politikalarından, hayat boyu çalışmaktan, karınlarını zor doyurmaktan, şehirlerde yaşamaktan, devletle ilişkilerden hoşnutsuzlar. Bu hoşnutsuzluk, başka bir dünyanın temel gücüdür. Sessiz çoğunluk kolay değişmiyor ama değişiyor çok yavaş bir biçimde. Sessiz çoğunluğun bir şey yapmasına bile gerek yok. Bu iş böyle olmaz diye inansın ve buna inandığı anlaşılsın, emin olunsun. Hiçbir şey bunun karşısında duramaz. Devletler bu büyük çoğunluk onların gereksizliğine inandığı gün; şehirler bu büyük çoğunluk, içinde yaşamanın yanlış olduğuna inandıkları gün tek bir silah atılmadan yıkılacaklardır. Egemenler ancak insanların çok çok büyük bir ekseriyetinin başka türlü bir yaşamı arzu eden bir kafaları olduğuna emin olduklarında bu işin bittiğine inanacaklardır. Şu ya da bu örgütün yaptığı, yapacağı devrimler temelde zararsızdır. O örgüt uzun süre mücadele eder sonra devlet olur. Devlet olduğunda iş bitmiştir artık. Uluslararası dengeler, konjonktür, ekonominin küresel gerekleri falan geldiğinde her devlet sisteme dâhil olur, olacaktır; her devlet ikna edilir, edilmiştir. Eğer bir yerde devrim yapmayı arzu etmeyen bir örgüt varsa(!) ona katılınabilinir, ama o artık örgüt değil cemaattir. O belli bir hayat tarzının örnekli propagandasını yapıyordur. Bugün bütün devletler esas olarak şirketler tarafından yönetilmektedir ve bütün yönetim kurulu başkanları, ceolar, şu ya da bu ilkeye, ekonomik programa sahip bir devletin, sosyalist ya da kapitalist bir devletin temelde bir farkı olmadığını tehlike arz etmeyeceğini, silah alıp dağa çıkan, şurayı burayı bombalayan örgütlerin zararsız olduğunu bilirler. Devrim mücadelesi sırasında taraf tutmaları tamamen hesap kitaba dayanır, muhtemel devletin çıkarlarına daha uygun olması için taraf belirlerler ve sürecin ilerleyişinde diyelim ki devrimci örgütün başarıya ulaşma ihtimali daha yüksek hale geldiyse strateji değiştirmemeleri, taraf değiştirmemeleri, küsmeleri ya da düşmanlık beslemeleri düşünülemez bile. Soğuk savaş döneminden sonra dünyanın bir pazar olduğu gerçeği tescillendiği için artık milliyetçi reflekslerle veya kaba ideolojik reçetelerle davranmalarını beklemek, yine soğuk savaş öncesine ait olan, devrimin iyi bir şey olduğu inancına sahip akılların işi olabilir. Demem o ki isyan etmekle devrim yapmak ayrı şeylerdir. Kitle gösterilerinde, mitinglerde kulağınıza çalınacak olan sloganlara bir de bu gözle bakın. “Küresel kapitalizme karşı topyekûn isyan” diyen de olacaktır, “üreten biziz yöneten de biz olacağız” diyen de “faşizme ölüm tek yol devrim” diyen de. Mehmet İşten
01.11.2012 23:18
6
Beni Hasta Eden Kavramlar Yurtseverlik Ulus/millet kavramından türeyen ulusalcılık/milliyetçilik ile, vatan/yurt kavramından türeyen vatanseverlik/yurtseverlik arasında esasen bir fark yoktur. Ancak, siyasi yelpazedeki Sağ ve Sol kutuplar bu aynı kavramlarla farklı bir kimlik oluşturmaya çalışırlar. Örneğin; Sağ yelpazedekiler milliyetçi ve vatansever, Sol’dakiler ulusalcı ve yurtseverdirler. Kavramın bu eşanlamlı içeriği karşı kutuplar arasındaki farkı bir anda sıfırladığı için, Solcular kendilerini yurtsever –kimi zaman açıkça milliyetçi–, ötekileri de ırkçı milliyetçi diye nitelerler. Sol derken, bu dünya görüşüne sahip farklı ekolleri tek bir kimlikle ifade etmeme itiraz edilebilir belki. Ancak, Sol’un hemen her çeşidi yurtseverliği tartışmasız kabul ettiğinden, Sol terimini sosyal demokratlardan komünistlere kadar herkesi içerecek genellikte kullanmak bu konuda yanlış olmaz. Örneğin, Marksist fikirlerin en radikal ucunda yer alanlar da dahil, Sol’un hiçbir çeşidi, hatta özgürlükçü ve liberaller de yurtseverliği elden bırakmaz. Yani, enternasyonalist Sol da daha ilk adımda yurtseverdir. Yine de yazı boyunca, her türlü fikri içinde barındıran genelleşmiş Sol’dan ziyade Marksist Sol’un yurtseverliğini kast ediyorum. Marksistler, yurtseverliği olumlu anlamda temel bir insanlık değeri olarak görürler. İnsanın coğrafi anlamda yurt/ülke kıldığı toprağı sevmesini ve tehlike karşısında savunup korumasını da onurlu bir eylem olarak addederler. Keza, uzun bir tarihsel evrede yan yana yaşamış insanları, farklı kökenlerine rağmen ülkenin yurttaşı ve aynı yapının unsuru olarak birbirine benzeştiren ve giderek tekleştiren ulusalcılığı benimserler. Burada söz konusu olan, insanların “farklı ama eşit” görülmeleri değil; ulusal formlarla, ideolojik-politik bir mimariyle birbirlerine benzeştirilmeye çalışılmaları, sonunda tek ve aynı unsur kılınmalarıdır. Fakat, handikap şudur: ulus-devlet fikrinden azade bir yurtseverlik söz konusu olamaz. Çünkü yurt kıldığınız toprak üzerindeki insanları da ulus kılmışsınız, üstelik bunu devlet eliyle yapmışsınız. Artık hem yurdun hem ulusun devlet diye bir sahibi var. Savaş ve sürmekte olan şu bin bir türlü hengame de, toprağın yurt edinilmek üzere işgali, ilhakı ya da korunup savunulmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan, yurt dediğimiz toprağın sınırı, ucu-bucağı ne tür kavgalar sonucunda ve hangi mantıkla çizilmiş? Elbette tahakküm sisteminin mantığıyla! Muzaffer ve muktedirlerin değer yargıları ve kavramlarıyla oluşturulmuş ve oluşturulmaya devam eden sınırları onaylıyor muyuz? Konuyu yaşadığımız ülke sınırlarıyla somutlarsak: Sözgelimi, Muğlalı birinin yurt sınırları nereden başlar, nerede biter? Bu kişi için yurt sınırı, hayatında bir kez bile gitmediği, görmediği ve hiç tanımadığı Hakkari’nin Şemdinli ilçesi bilmem ne köyünün sırtlarından, Kars’ın Posof ilçesinin falanca köyünün bilmem ne kayalıklarından, Kırklareli’nin Kofçaz ilçesinin filanca köyünün dere mevkiinden niçin başlasın ki? Ancak ulus ve ülke gibi ideolojik-politik bir kurgu sonucu, Muğlalı biri, aynı zamanda Hakkarili, Posoflu, Kofçazlı da olabilir. Böylece, toplumun maddi-manevi değerleri, siyasi ve coğrafi birliği, din, dil ve kültürel ortaklığı yurt ve millet kavramlarıyla perçinlenmiş olur. Fakat, insanın, içine doğduğu topluluğu, üzerinde büyüdüğü toprağı, kozasında yetiştiği kültürel atmosferi sevmesi, özlemesi, bu yerel aidiyeti şahsi tabiatıyla birleştirmesi yadırganacak bir şey değil. Ama, bu yerelliğin vatan ve ulusal bütünlük veya yurttaşlık düşüncesiyle kodlanması birey ve topluluğun özgünlüğünü yok edecektir. Bireyin, ulus veya toplum tarafından yutulmasını sağlayan ya da kolaylaştıran yurtseverliktir. Onun temel dayanağı ise yurt ve yurttaşlık olgusudur. Bu yüzden, özgürlükçü insanların bile savunmakta beis görmedikleri yurtseverlik, antiemperyalizm sosuyla süslendikçe militarist saldırgan mecralara dökülüyor. Eğer herhangi bir toprak parçası ülke olarak, o toprağın üzerinde yaşayan insanlar da ulus olarak tanımlanmışlarsa, orada insanın yerel anlamda toprağa aidiyetinden söz edilemez. Her fert ulusun ayrılmaz parçası ve o ülkenin insanı olmuştur. Bu durumda etken olan ülke ve ulus, edilgen olan insanlardır. Kendini bu aidiyet içinde tanımlayan insanın adı, vatansever, milliyetçi, yurtsever ve ulusalcıdır. Bu kavramlar arasında kurulmak istenen anlam farlılıkları başta ifade ettiğim siyasi kutuplaşma nedeniyledir. Kavramların içeriğinde anlam farklılığı yok. Örneğin yurtseverlik de, gerektiğinde öteki yurtlar ve milletler karşısında ayrıştırıcı olabilmektedir. Mesela, değme yurtseverlerin İsrail ve Amerikan düşmanlığını salt emperyalizmle izah etmek mümkün mü? Bu düşmanlar bizim ülkemize ve milletimize de göz dikmiş ve nihayet bizi de parçalayacaklar! Açık ki, bu paranoya yurtsever milliyetçiliğin her dozunda mevcut; çünkü yurtseverlik güce taliptir, özgürlüğe değil. Gazi Bertal
gazete_03.indd 6
Tayfun’un son yazısı Vicdani reddimi açıklayalı yirmi iki yıl oldu. Bugün 19 Mayıs ve içimde tarif edilmez bir sıkıntı var. Hastane odasında televizyonda Mustafa Sarıgül’ün bütün Şişli’yi nasıl bayraklarla ve Atatürk posterleriyle donattığını gördüm. Çoğunluğu genç, on binlerce insanın ellerinde bayraklarla Mecidiyeköy’e doğru yürüyüşünü izleyince bu yirmi iki yılda bir arpa boyu bile yol gidememiş olduğumuzu düşündüm. BBC’ye öykünen bir haber kanalı, Hatay - Amanos’taki çatışmayı veriyordu: “... devriye görevini yapmakta olan jandarma aracına roketatarlarla ateş açıldı, biri binbaşı üç subay şehit oldu. Çıkan çatışmada 4 PKK’lı öldürüldü.” Bu, Türkiye ana akım medyasında görülebilecek en nötr ifadeydi doğrusu. Ana akım medyada ölen askerlere –hele hele içlerinde subay varsa– şehit denmesi her gazetecinin gözü kapalı uyması gereken kuraldır. PKK’liler en nötr anlamıyla “öldürülmüş” olabilirlerdi. Ya da “ölü olarak ele geçirilmiş” veya “etkisiz hale getirilmiş”. Pek izleyemiyorum ama, Roj TV de haberi muhtemelen “4 HPG’li gerilla şehit oldu, yüksek rütbeli üç Türk subayı öldürüldü.” vb. şeklinde vermiştir. Çünkü nasıl asker cenazelerinin değişmez sloganı “şehitler ölmez vatan bölünmez” ise, Kürt illerindeki gerilla cenazelerinin baş sloganı da “şehid namirin” (şehitler ölmez) dir. Televizyonlarda uzun uzun gösterilen, şehit ailelerine yapılan taziye ziyaretlerine yörenin mülki ve askeri erkânını, ölü ailelerini “şehadetin en yüce mertebe olduğu ve çocuklarının boşuna ölmediği” düsturuyla yatıştırırken izliyoruz. Kürt siyasal eliti de aynı söylemle gerilla ölümlerini yüceltmekte. İslâm’dan her kesimin ödünç alageldiği “şehit” terimi savaşın taraflarınca ölümün yüceltilmesi için kullanılmakta. Oysa ortada sadece ölü insanlar vardır; onlar artık ne Kürttür ne Türk ne sağcı ne solcu –sadece birer ölüdürler. İçim sıkıldı. Zar zor yürüyebilsem de sokağa çıkamazdım, sokaklar işgal altındaydı. Televizyonu kapattım –nerdeyse bütün kanallar bir savaş aygıtının propaganda bülteni gibi yayın yapıyorlardı. Daha sonra, bir salonda vicdani retçilerin organize ettiği bir panelde konuşurken bir yandan ne kadar az olduğumuzu, ne kadar örgütsüz olduğumuzu düşündüm. Salonda bulunanların çoğunun kafası karışıktı. Bazıları T.C.’nin, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına karşı Kürt halkının özgürlük mücadelesi adına silah kullanmasının militarizm olmadığını düşünüyordu. Oysa mesele sadece silah meselesi de değildi –şiddet sarmalında ısrar etmenin çözümsüzlük anlamına gelmesi bir yana, biz antimilitaristlerin esas itiraz noktası olan hiyerarşik devlet tarzı örgütlenmenin reddedilip edilmemesiydi. Çünkü iyi biliriz ki devletsi yapıların ve devletlerin bizzat “uğruna mücadele ettikleri”ni öne sürdükleri halkı zapt-u rapta alma, hizaya sokma ve bastırma şeklinde kaçınılmaz özellikleri vardır. Biz antimilitaristler, hangi “kutsal” dava adına olursa olsun insanların, “düşman”ı öldürmek ve yok etmek amaçlı, emir komuta zincirine dayanan, liderlik kültüne yaslanan örgütlenmeler oluşturmasına karşıyız. Sayımız çok az, doğru; savaş histerisini, bayrak fetişizmini, hangi kılık altında olursa olsun milliyetçiliği, “alçaklığın son sığınağı” olan vatanseverliği engellemeye gücümüz yetmez belki; ama suç ortağı olmayarak; vicdanımızın, inançlarımızın işaret ettiği yerden dik durarak; çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacak anlamlı öyküler oluşturarak bir etkimiz olabilir. Hem, Ibsen’nin sözünü aklımdan hiç çıkarmıyorum: “çoğunluk her zaman haksızdır”. Tayfun Gönül, 19 Mayıs 2012
01.11.2012 23:18
7
Otoriterliğin Bir Avrasya Efsanesi Olarak
Putinizm
“İnsanların gerçeği bilmeye ihtiyacı yok, göstermediğiniz şey yoktur” (Vladimir Putin)
P
utin ve Rusya üzerine özgürlükçü perspektiften yazı yazmaya kalkışan birinin sayfalar dolusu tutabilecek hiçbir analizi, mevcut durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyan Putin’in şu özlü sözünden daha çarpıcı olamazdı. “İnsanların gerçeği bilmeye ihtiyacı yok, göstermediğiniz şey yoktur.” Rusya’da işlerin yolunda gidip gitmediğini merak eden biri öncelikle kendisine şu soruyu sormalıdır; gerçeği bilmek istiyor muyum? Gerçek işinize yarasın ya da yaramasın varolduğu şekliyle sizi ilgilendiriyor mu ilgilendirmiyor mu? Bir başka deyişle, gerçeğin tamamına mı yoksa gerçeğin sadece işinize yarayan kısmına mı ihtiyacınız var? Putin’e göre; “Gerçek insanların gördüğü görebildiği şeydir, yani neyi görürlerse o onların gerçeğidir, görmedikleri göremedikleri bilemedikleri şey gerçek değildir, sadece söylentidir. Bu şu anlama gelir; Gerçek (eğer gücünüz varsa), sizin gösterdiğiniz ya da insanların görmesine izin verdiğiniz şeydir” yani güçtür. Biraz daha ileri giderek akıl yürütmek gerekirse bu şu anlama gelir; “ben iktidar olarak bir gece ansızın evinize gelmiş ve sizi ortadan kaybetmişsem bunu kanıtlayamadığınız sürece sizin yokluğunuz bir anlam ifade etmez. Yani, her ne kadar fiziki olarak yokedilmiş olsanız da resmi olarak siz varsınız. Sizin resmi varlığınız ise sizin yok edilmeniz ile ilgili tüm delillerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır”. Örneğin; gazeteci ve insan hakları savunucusu Anna Politkovskaya’yı tam da doğum gününüz olan 7 Temmuz 2006’da öldürmüş olmanız, insan hakları savunucularına verdiğiniz sembolik mesaj açısından önemlidir. Üstelik bunu kimin yaptığını herkesin tahmin ediyor olması daha da iyidir. Yine Politkovskaya’nın en yakın arkadaşı ve insan hakları aktivisti Natalia Estemirova’yı bunun ve başka cinayetlerin peşine düştüğü için üç yıl sonra güpegündüz Grozny’de kaçırıp kurşuna dizmiş olmanız da çok önemlidir. Ama, resmi raporlarınızda iktidarınızı suçlayacak herhangi bir kayıt olmadığı sürece bunun iktidarınıza bir zararı da yoktur. Aksi yönde ortaya atılabilecek ufak tefek iddiaları öne sürenler ise açık medyanın yer verdiği gibi “zaten çeşitli vatan hainlerinin iftiralarıdır”. Sizin gerçeğiniz; ABD karşısında masaya yumruk vurmak, denizaltı, savaş uçağı kullanmak, ava gitmek, balık tutmak, karate yapmak, yüzmek, dalmak, yarı çıplak ata binmektir. Halkın bu “gerçekleri” bilmeye ihtiyacı vardır. Çünkü vatan söz
gazete_03.indd 7
konusu olduğunda gerisi teferruattır. Rusya büyük ülkedir. O büyük ülkeye büyük lider yaraşır. Kimdir o büyük lider, kararlı, dinamik, otoriter, karizmatik, maço ve yurtsever olan kişidir; yani Vladimir Vladimiroviç Putin’dir. O kadar yüce bir figürdür ki o, başkanlık seçimlerinde adaylığını bir kez daha koyuyorsa eğer bunun bir fedakarlık, bir teveccüh olduğu çok iyi bilinmelidir. Çünkü o yüce kişi Rusya’yı seviyordur. Zaten önemli olan da budur. Rusya’nın onu sevip sevmemesi de teferruattır. Önemli olan onun “Rusya’yı seviyor olmasıdır”. Halk yüce liderini sevmezse kolayı var, o halkı lağvedersin yerine yeni bir halk atarsın olur biter, ama yeni bir Putin nereden bulunur? Çünkü Putin bir kurtarıcıdır. Neler yapmıştır aziz başkan bir bakalım:
Putin’den Önce Yüksek enflasyon ve işsizlik oranı sizi etkiliyor, adım başı butik bankalar bir batıp bir çıkıyor muydu; sokakta herhangi bir mafya grubuna çarpılmak, onlara haraç vermek, onlardan dayak yemek gibi bir rutin gündelik hayatınızda var mıydı? Evet; post SSCB döneminde hükümet darbesi de dahil bunların hepsi vardı. Ama şunlar da vardı; tüm pahalılığa ve işsizliğe rağmen hayat yine de şimdikinden daha ucuzdu ve insanlar daha neşeliydi. Tüketim toplumlarına özenilse de bugünkü gibi bir tüketim çılgınlığı yoktu. Toplumsal sınıf
farklılığı, zengin-yoksul ayrımı bu kadar keskin değildi. Sovyet sisteminin çöküşü ile birlikte devlet otoritesi zaafa uğramıştı. Gündelik hayatta polisin etkin olmamasından yolsuzluktan, hırsızlıktan şikayet eden insanlar polis figürünü korkutucu bir şey olarak görmüyorlardı. Medyada yöneticiler (devlet başkanı dahil), politikacılarla ilgili her türlü eleştiriye, mizaha yer vardı ve bu suç teşkil etmiyordu. Her elinizi kaldırdığınız otomobil, taksi olarak sizi birkaç dolar karşılığında istediğiniz yere atardı, ama şoförün içkili olma ihtimali fazlaydı. Sokaktaki polisler daha bir yurttaş (yoldaş) havasında idiler. İyi bir restoran bulmak zordu ama, gittiğiniz en iyi restoranlarda küçük bir servet bırakmanız gerekmezdi, üstelik iyi de eğlenirdiniz. Irkçılık yüzünden kimse dayak yemezdi, saçları siyah diye kimse cinayete kurban gitmezdi. Putin’den Sonra Putin dönemine, bu kıyaslar üzerinden bakınca neler görmekteyiz peki? Öncelikle öyle yüksek bir enflasyondan söz etmek yersiz olur. Emekli maaşları eski döneme göre daha yüksek. Eskisi gibi adım başı butik bankalara rastlamak mümkün değil. Batan battı kalanlar da büyüdü; yani parası olmayanı bankalar kapısından içeri bile almayacak gibi duruyor. Sokakta mafya kalmadı, gecenin her saatinde -Moskova hariç- sokaklarda rahatça yürümeniz mümkün. Ama bu hiç mi hiç, polis şeflerinin ya da devlet güvenlik ve istihbarat birimlerinin hakkınızda bir takım kumpaslar çevirmeyeceği anlamına gelmez. Polis artık korkulası bir figür haline gelmiş durumda. Eğer muhalif bir aktivist iseniz en iyi ihtimalle tutuklanma, daha kötü ihtimalle kaçırılma, kaybedilme, faili meçhul bir cinayete kurban gitme riskiniz her zaman var; bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün... Medya tamamıyla akredite edilmiş, test edilip onaylanmış durumda. Putin, partiler üstü lider olduğu için ona muhalefet etmek vatan hainliği ile eşanlamlı. Medvedev’in devlet başkanlığı yaptığı son dört yıl boyunca Putin’den hoşnutsuz kesimleri nötralize etmek için özellikle büyük medya tarafından “dünyaya açık, liberal ve yumuşak lider Medvedev” imajı parlatılıp duruldu. Putin’in Kremlin’e tekrar dönmesinin ardından
“iyi çocuk” Medvedev de tekrar başbakanlığa atandı. Eski dönemin güçlü oligarkları ya Putin’e biat etmek zorunda kaldılar ya da bir şekilde ortadan kayboldular, en bilineni, Yahudi asıllı oligark B. Berezovski ise Putin’e biat etmediği için öldürülme korkusu ile yaşadığı Britanya’da köşe kapmaca oynamakta. Siyasal muhalafet tamamen torna tesviyeden geçmiş durumda. Putin muhalifi olup yıldızı parlayan politik simalar ya içeri atılmış ya da karşı medya kampanyası ve yargı taarruzu ile zor durumlara düşürülüp itibarsızlaştırılmış durumdalar. Bu tür muhalif politikacılara destek veren işadamları ise polis ve yargı baskısı ile vergi kaçakçılığı vb. suçlardan içeri alınmış mal varlıklarına el konmuş durumda. Son 10 yıldır Putin’in kendisine layık gördüğü akredite edilmiş evcil siyasal muhalefet bir zamanlar bizde ANAP’ın emanetçi başkanı Yıldırım Akbulut’u ve fıkralarını hatırlatan G. Zuganov’un ezeli ve ebedi lideri olduğu devletçi otoriter Komünist Partisi KPR ile Jirinovski’nin ırkçı partisi liberal demokrat LDPR’den oluşmakta. Tabii, polis devletine karşı çeşitli biçimlerde tepkilerini gösteren anarşist, özgürlükçü ve radikal muhtelif grupların varlığı da unutulmamalı. Batıcı muhalefet ise aralarında anlaşamamaktan ve polis baskısından ötürü dağınık ve örgütsüz. Yine de geçen seneki Duma seçimlerinde ve Şubat 2012’deki başkanlık seçimlerinde bir araya geldikleri kitlesel mitinglerde ciddi bir güç olabileceklerini ortaya koydular. Fakat, Putinsiz Rusya şimdilik bir başka bahara kalmış görünüyor. Epeydir Ankara’da da zuhur eden Putinizm ruhunun kışı gelecektir elbette; ancak, eski Rus imparatorluğunun devasa coğrafyası üzerinde Putinizmin Rus ulusalcılığı bir süre daha devam edecek gibi. Ahmet Arslaner
01.11.2012 23:18
8
Tayfun’un Ardından Kötü haber. Kara haber: Tayfun Gönül ölmüş. Vicdani retçi Tayfun Gönül ölmüş. Devlet dersinden ölmeden çıkan çocuklardandı. Öldürmeyi de reddetti. Dostların başı sağ olsun. Saat geç, kimseyi aramaya cesaret edemiyorum. Ama ölüm paylaşmaya zorlayan bir şey. Kim tek başına bir ölümü kaldırabilir? Sevilenin ölümünü. Ölüm paylaşmaya zorlayan şey, yaşam gibi. Bizden doğum haberini saklayanı affedebiliriz, bizden ölüm haberini saklayanı zor. Bizi kırmamak için saklayanı değil, bizim o ölümden haberdar olmamızı bile bile engelleyeni. Ölüm haberi derhal yola çıkarır: İzdir o ve iz izlemeye zorlar. Hafıza yola çıkar, beden de. Bedenin yolu, ölünün olduğu yere, öleni sevenin, ölenle ilgilinin olduğu yere doğru. Haberde ölen isimdir-ölü görülmeden, ölünün olduğu yere gidilmeden zordur ölüm haberiyle boğuşmak. Bu yüzden “son bir kez görmek isteyen”ler çıkar hep. İsteriz hep bunu. Ölüm haberi, kendi öleceğimiz bilgisi gibidir biraz: Biliriz bunu ve inanmayız. “Ölecekmiş gibi ibadet ve ölmeyecekmiş gibi yaşamak” öğüdü, bu bilgide bir durak yaratmak için muhtemelen: Ölmeyecekmiş gibi yaşayan, ölümden ötesinde bir yaşam öngören her düşünce, her inanış için bir sapma alanı yaratır. Zaten ölmeyecekmiş gibi yaşarız, o yüzden inanç sistemleri ölümü akılda tutmaya verirler ağırlıklarını, ölümü ve sonrasını. (Ali topuz)
Tayfun’un ölümü içimde büyük bir boşluk duygusu yarattı. Günlerce kurtulamadım etkisinden. Ölümünün ilk günündeki derin hüzün ve özlem hâlâ sürüyor yüreğimde. Onu toprağa verdikten sonra, üzerimdeki gömleği iki hafta kadar çıkarmadım. Hedefim, Tayfun’un giydiği gibi, hiç çıkarmadan en az bir ay giymekti. Fakat ne mümkün; aynı gömleği Tayfun gibi gece gündüz kim giyebilir ki, ikinci hafta sonunda pes ettim! Derin hicap duyduğum bir konu da; elli yaşındaki adamın huyu suyu değişecekmiş gibi, son aylarında tutmuş hijyenle ilişkisini eleştirmiştim; hem de ne acı sözlerle: yok sofrada peçete kullanmalıymış, yok dişlerini yaptırmalıymış, yok ellerini yıkamalıymış, daha neler neler. Laf işte benimkisi de. Neyse ki Tayfun aldırmamıştı, bir kulağından girip öbüründen çıkmıştı söylediklerim. İçimizden kim söyledi bilmiyorum ama, yoldaşımız hijyene karşı sürdürdüğü kararlı mücadelede resmen şehit düştü! Fakat, ne yazık ki anarşist camia Tayfun’un özgünlüğünü ya yeterince fark edemedi ya da hafife aldı. Belki de bu yüzden kadri kıymeti de yeterince bilinmedi. Oysa Tayfun bizim aklımızdı, vicdanımızdı, söz ve ifade gücümüzdü. İşte bu yüzden kendimi yalnız ve güçsüz hissediyorum. Yaşadığım boşluk duygusu da bu yüzden belki. (Gazi Bertal)
Şehir turunun ardından kahve - sigara molası. (İstanbul, 2009)
Tayfun’la ilgili bende kalan en uzak anılar/görüntüler Hacettepe Merkez Yurdu’nun önünde annesi olduğunu daha sonra öğrendiğimiz bir kadının “Tayfunum nerede, gördünüz mü?” diye canhıraş Tayfun’u arayıp sorması, bazen de Tayfun’un annesini oralardan uzaklaştırmak için gösterdiği, o zaman bana üzücü gelen çabalara ait. Sanırım Tayfun okula/derslere uğramadığı gibi (onla ilgili efsane buydu: “derslere hiç girmez ama notlara şöyle hızlıca bakarak sınavları geçer”, diğer efsane ise teorik tartışmalarda ona karşı gelmenin imkansızlığı idi), o zaman PDA olarak bilinen grubun içindeki politik çalışmaları nedeniyle yurda da pek uğramıyordu. Yani biraz nerede nasıl yaşadığı pek bilinmeyen, çok zeki, ağzında hep üçüncü sigarası, düşmek üzere olan pantolonunu çeken, saçı başı bakımsız, belki biraz “serkeş” ama çocuk gülüşü ile ortalıklarda dolaşan Tayfun, o zamanki Hacettepe ortamının vazgeçilmez kişilerindendi. O zaman da bana saçma gelen sol içi fraksiyon kavgaları sırasında onun vurmayı bilmeyen çocuk acemiliği ile kavgalara karıştığını, onun hallerinin beni hep hüzünlendirdiğini, herkesin biraz “politik militan” olduğu o yıllarda onun esas olarak “Çocuk/insan” olarak durduğunu hatırlıyorum. Belki de Tayfun aramızda “kozmik önemsizliğinin” en çok farkında olandı ve sanırım bir çocuk gibi masum olarak, iyi bir insan olarak ve bize yaşamla, varoluşumuzla ilgili sorular bırakarak öldü. Şimdi onun ardından belki bu soruların bir kısmını konuşabiliriz diye düşünüyorum onun gülüşünü hatırlayarak. (Şükrü Hatun)
Tayfun’la tanışıklığım 90’ların başlarına rastlar. O sıralar biz de İstanbul’da ateş hırsızı dergisini çıkarıyorduk. Hemen sonrasında da Kaos Yayınları adıyla kitaplar yayımlamaya başlamıştık. Anarşizmin Türkçe yazılı kaynaklarının çok sınırlı olduğu zamanlardı. Reddiyelerle vardığımız anarşizmi öğrenmeye, anlamaya, anladığımız kadarıyla da anlatmaya çalışan ateşli tartışmacılar olan bizlere göre fazlasıyla iş yapmaya önem veren bir adam olarak tanıdım onu. İnce eleyip sık dokumalar ona göre değildi, belki de yola daha fazla önem verdiğinden, onun kervanları yolda düzüldü hep. Ne olacak bu memleketin hali türünden konuşmalara pek fazla rağbet etmeyen, hızla konuyu “ne yapabiliriz”e bağlayıp, “bize bunun için ne lazım”a gelen, girişken bir adamdı ilk bakışta Tayfun. Fikrî derinliğini anlamak içinse epey zaman geçmesi gerekti. Yollarımız her ayrıldığında yine kesişeceğini hissettiğimiz, bildiğimiz bir yoldaşımız, dostumuzdu Tayfun. Her ne kadar ilk vicdanî retçi olarak tanınmış olsa da, tahakküme, doğanın ve insanın sömürülmesine ve kısacası hayatın her alanındaki ast-üst ilişkisine karşı duran biriydi Tayfun. Bu nedenle de, son zamanlarda, sadece zorunlu askerlik karşıtlığı gibi algılanıp hak mücadelesine indirgenen vicdanî ret gömleği ona epeyce dar gelirdi. Tayfun, “hakikât arayışında” bilerek kimseyi incitmeksizin aramızdan geçip gitti. (Zelha Cangi)
Tayfun son Ege turunda. (Temmuz, 2012)
gazete_03.indd 8
01.11.2012 23:19
9 Ne kadar güzeldi Tayfun Gönül’ün kara bayrağa sarılmış tabutunun önündeki o müzik grubunun, sevgili Kazım Koyuncu’dan çaldığı o “Gelevera Deresi” türküsü. Ne kadar uygundu Tayfun Gönül gibi, “dünyanın kapısından eğilmeden geçen” bir anarşistin uğurlanma törenine. Ve o ince hüzün ne kadar yakışmıştı, hayat arkadaşı Nazmiye Zencir, oğlu Toprak ve kızı Irmak’ın da içinde bulunduğu o topluluğa. Sonuna kadar dürüst bir topluluktu. Hiç kimse üzüntülü yüz ifadesi takınma zorunluluğunu duymamıştı, hiç kimse kara gözlüklerle ağlamayan gözlerini gizleme gereği de duymamıştı. İnsanın en güzel hasletlerinden gülmek otosansüre tabi değildi. Ama ağlayanlar da vardı. Gözüme çarpanlar, Zelha Cangi, Defne Sandalcı... İçten bir gözyaşı kadar insanı arıtan bir şey var mıdır? (Gün Zileli) *** Tayfun’la ilk olarak 1980’lerde arkadaşlarla çıkartmakta olduğumuz sonra sıkıyönetim tarafından kapatılan Yeni Olgu dergisinde mi ya da takılmakta olduğumuz Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde mi tanıştığımızı hatırlamıyorum. Hepimiz 20’li yaşların ortasında 12 Eylül’ün fiziki veya moral darbesini yemiş bir kuşaktandık. Çoğumuz ya geçmiş çevrelerinden kopmuş ya da zaten “Bireysel” takılan tiplerdik. … cebimizde çay paramızın bile olmadığı ya da üzerimizdeki son parayı kırıştığımız o günleri halen özlemle hatırlarım. … Hayatı, kendimizi, sosyalizmi tartışıyor, kafamızda yeni cevaplar arıyorduk. Deliler gibi okur, okuduklarımızı paylaşırdık. Tayfun da eski Hacettepeli ve eski bir “Aydınlıkçı” idi. Doktor olduğunu öğrendiğimizde çoğumuz doktorluğu ona hiç yakıştıramamıştık. (Atilla Akar) *** 1975 – 2012 periyodunda, Türkiye’nin en karışık, en muhataralı, en kritik süreçlerinin içinde aktif bir eyleyici olarak öne çıkmasına karşın; Türkiye Toplumsal Formasyonuna damgasını vuran genel sertlikten, yaygın hoşgörüsüzlükten, derin empati noksanlığından, patetik eleştiri ve espri düşmanlığından, çok sert bir ötekileştirme alışkanlığından ve neredeyse bütün beşeri ilişkilerimize hâkim olan nadanlık ve nobranlıktan zerrece etkilenmemiş olan Tayfun Gönül; “geç kalmış bir kalenderi dervişi”, gönül ve muhabbet ehli bir sufi gibi yaşadı ve ayrıldı aramızdan. Onunla, kısa bir süreliğine bile olsa, konuşan birisinin, Tayfun’un sigara, çay ve kahve içmekten kara-kahverengi olan dişlerini, tütünden sararmış parmak uçlarıyla bıyıklarını, yumuşak ses tonunu ve ama özellikle de canı gönülden ve taa yürekten gülümseyebilmeyi beceren çehresini unutmasının zor olacağını düşünüyorum.
(Ziyaver Şencan)
gazete_03.indd 9
Türkiye’de yolu anarşizmle, vicdani redle, antimilitarizmle, ekolojiyle kesişen herkes bir şekilde Tayfun’u tanımış, onunla ortak işler yapmıştır. Bu düşünceleri savunan insanların parmakla gösterilecek kadar az sayıda olduğu yıllarda, Tayfun ve onunla birlikte ilk adımları atan arkadaşlar, imkânlarıyla kıyaslanmayacak denli zor yüklerin altına girmişlerdi. Fakat yeni ve hayli çarpıcı şeyler söyledikleri için, toplumun kenarındaki köşesindeki pek çok insanı etkileyebilmişlerdi. Bu yeni mıknatısın cazibesine kapılanlardan biri de bendim. Ben camiaya dahil olduğumda, bir önceki kuşak yavaş yavaş dağılmış, ilişkiler kopmuş, insanların bir kısmı yeni yaşam tercihlerine yönelirken, bazıları da hasar tespiti yapmaktaydı. Tayfun’la ilk defa, böyle bir ruh halinin hâkim olduğu bir ortamda tanıştım. Onu uzun süre anlamakta zorlandım; düşünüş tarzı, yaşam tarzı bana hayli uzak geliyordu. Bununla birlikte aramızda bir etkileşim de başlamıştı. Bitmez tükenmez tartışmaların, heyecan verici projelerin, küsmelerin, barışmaların damgasını vurduğu yıllar öylece uzayıp gitti. Ve hayat bizi farklı serüvenlere doğru sürükledi. Birbirimizden fiziksel olarak kopmuş olsak da, haberler ve selamlar hep gelip gitti, güzel işler takdir edildi, kötü işler kınandı. Şimdi, onu yitirdikten sonra, dönüp geriye baktığımda, bizi bazen öylesine keskin tartışmalara sürükleyen şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyorum: Ben uzak bir gelecekte hayata geçmesi beklenen ütopyalar peşinde koşuyordum ve bugünü geleceğe feda etmeyi savunuyordum; Tayfun ise tam tersine, mümkün mertebe düşüncelerinin izdüşümlerini bugüne serpiştirmek istiyordu. Onun özgürlüğün tohumlarını serpe serpe ilerleme tavrı bazen hayatı inanılmaz ölçüde zorluyordu ama o, özgürlüğe ulaşmanın bundan başka bir yolu olamayacağını belirterek tutumunu savunuyordu... Aslında tüm bu söylediklerim şu anda bir bakıma havada kalıyor. Öyle bir bencilleşme ve iletişimsizlik hali yaşıyoruz ki, kendi kişisel rutinlerimize öylesine mahkûm düşmüşüz ki, teorik farklılıkların falan artık neredeyse bir önemi kalmıyor. Kendi kişisel hayatıyla dünyanın geri kalanı arasında öz faydacılığı esas almayan ilişkiler kurabilmenin kendisi bile başlı başına bir erdem haline gelmiş durumda. Tayfun Gönül bunu gözü kara bir dozda yaptı. Devrim için, halk için veya başkaca ulvi bir amaç için değil; bizzat kendisi için, başka türlüsünü istemediği için, öyle inandığı, öyle anlamlandırdığı için. Kanımca, bu toplum günün birinde özgürlük davasını yeniden hatırlarsa, Tayfun’un kim olduğunu hayli merak edecektir. (Cemal Atila)
Ölüm ve Ölmek Üzerine Uzun zamandır aklımda ölüm üzerine yazmak. Sadece bizim kültürde değil pek çok kültürde ölüm, üzerine konuşmak istenen bir şey değil. Konu açılınca herkes birbirine kızar, başka konuşacak konu bulamadın mı der; sanki konuşmazsan ölüm yok olacak, başımıza gelmeyecek. Ölümü yok saymak istemiyorum, hakkında konuşmak istemiyorum. Konuşalım, bu kadar çok korkmayalım, ölümün üzerinden atlayıp geçiverelim istiyorum. Kendi ölümümden korkmamak istiyorum. Kolay bir şey değil istediğim. Türk filmleri izleyerek büyüdü kuşağımız. Filiz Akın, Hülya Koçyiğit gibi hayranlık duyulan yıldızlar yatakta, bitkin, halsiz ama kesinlikle güzel, temiz pak, yakası tüylü geceliklerle yatarlar; ve ölüyorum işte deyip tatlı tatlı herkese veda ederler. Gidiyorum hoşçakal, ben gidince onu yap bunu yap ‘hep mutlu ol’ dilekleri. Ölüm ile ilk kez yakından karşılaşmam hiç böyle olmadı. Meğer filmler yalan söylermiş ve meğer benim ölüm algım ‘Türk filmi’ temelli ve gerçek dışıymış. Ölüm kötü kokuyor, çirkinleşiyor ve şanslı değilsen, ölümün uzun sürüyorsa acı çekiyorsun. Acılar seni yoruyor. Tüylü gecelikler içinde hoşçakal demek hoş bir fantezi, ölürken başkalarını düşünmek ise ender rastlanan bir durum. Hoşçakal demesini bilmek lazım. Hoşçakal diyebilen olunca da korku içinde konuyu görmezden gelmek yerine güle güle diyebilmek lazım. Ölümden çok korkunca hoşçakal diyeni işitmek mümkün olmayabiliyor. ‘Aman sus, şimdi böyle konuşma’lar. Hemen hemen bütün filmlerde ölmek çok kolaydır. Bir bıçak sokar katil, pat diye yere düşer ölür bıçaklanan. Bir patlama ile 10 kişi havaya uçar, kolayca ölüverirler. İstisna olarak Hitchcock’un bir filminde bir boğma sahnesi vardır, bir türlü ölemez kurban, sahne uzar uzar, can çekişirken elleri görürsün, titrer, insan ne yapacağını
bilemez, bakamaz. Ölmek aslında o kadar kolay değil. Kimi hastalıkta ölemiyorsun bir türlü. Çürüyorsun ama ölemiyorsun: Kıssadan hisse; öleceksen çabuk ve kolay ölmek lazım. Acıların az olmasına sevinmek lazım. Ölürken yanında eşin dostun da varsa durum çok iyidir. Nasıl biriysen, o olarak ölüyorsun, bütün yaşlılar pamuk nine ve pamuk dede olmadığı gibi bütün ölenler de iyi kalpli değildir. Akıllısı vardır, müstehzi güleni vardır, huysuzu vardır. Ölenin arkasından konuşulmaz denir. Ölenin arkasından konuşsak iyi olur aslında, bir kaç nedenle; iyi veya kötü, kişi konuşuldu mu unutulmamış olur, hem de ne dersek diyelim cevap veremez. Meydan bize kalmıştır artık. Ölümün en fena yanı kaybettiğimiz insanı bir daha göremeyecek olmamız. Özleriz, ama artık onu görmek mümkün değildir. Bütün sorularımız, konuşacaklarımız, birlikte yapmak istediklerimiz kursağımızda, kalakalırız. Keşke onu yapsaydım keşke bunu deseydim, olan olmuş, giden gitmiştir. Her şey nafiledir. Yasın parçası, neden beni bırakıp gittin diye ölene kızmaktır. Bizim Tayfun bizi bıraktı da, öldü, gitti. Her şeyden vazgeçti, dergi yapacaktık daha beraber, 3. sayımızda Aleviler üzerine yazacaktı. Parlak kafası, kendine bakmaz halleri, çokça sigaraları, rakı masaları, hafif müstehzi gülüşü, alaycılığı. En fenası da onu taşımaktan vazgeçmiş vücudu. Yemeklerini özledim demişti en son konuşmamızda, keşke ona istediği yemeği pişirmiş olsaydım. Keşke ölmeseydi, keşke hiç sigara içmeseydi. Dünyaya kazık mı kakacağım demişti, dünyaya kazık kaksaydı daha iyi olurdu bana kalırsa. Şimdi böyle yas yazıları yazmazdık. Çaresizlik içinde özlemez, neye kızacağımızı bilemez halde olmazdık. İyi ki Tayfun’u tanımışım muhasebeleri sonraya kalırdı, acelesi yoktu. Hülya
01.11.2012 23:19
10
Tahakküm ve Otorite Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Her can ölümü tadacaktır.
B
irey doğumla ölüm arasında sıkışarak yaşama başlar. Otorite bu sıkışıklıktan güç alarak bireyin yaşantısına girer. İlk olarak her türlü tehlikeden korunmaya muhtaç olan insan yavrusu, anne babanın oluşturduğu –tehlikelerden korunma kılavuzunu– tadar. Yapmak istediği her şeyde, varmak istediği her hedefte barındırdığı risk sebebiyle yapılmaması gereken şeyleri öğrenir. Aldığı risk ile özgürlüğü doğru orantılı olarak yaşamı hissetmeye başlar. Riskler gerçekleşmeye başladıkça özgürlük alanı daralmaya daha önce çıktığı masalara, sandalyelere artık çıkamamaya, oynadığı oyuncakalarla da oynama alanı daralmaya başlar. Anne babanın birinci görevi çocuğun güvenliğini sağlamak olduğundan yaşamın bu ilk yıllarında karşı karşıya olunan otorite çocuğun yaşamı açısından hoşgörülür. Hatta teşvik edilir, anne-babanın aldığı riskler hoş görülmez, ve çocuğun tüm doğal hareket alanları güvenlik nedeniyle kısıtlanmaya başlar. Çocuk için egemenlik kayıtsız şartsız ebeveyndedir bu süreçte. İlk sıkışıklığı hisseder çocuk. Doğru ve yanlışlar bu süreçte yazılmaya başlanır. Yaptığı her harekette anne-babaya bakmaya ve adeta yaptığının sınırlarını –nereye kadar gidebileceğini anlamaya çalışır. Özgürlüğünün sınırlarını tadar. Fiziksel sınırlarla bitmez insanın özgürlükle mücadelesi. İçinde yaşayacağı toplumun, kültürün empoze edeceği inançlar, doğru ve yanlışlar beklemektedir bir adım sonrasında. Yaşam nedir, nereden gelmiştir bu yaşama, nereye gidecektir, ne şekilde yaşamalıdır, neyi yapsa ebeveyni onu beğenir, neyi yapmasa beğenmez, ihtiyacı olduğu beğenilme arzusu otoriteye olan gereksiniminin ilk meyvelerini yeşertir. Sürekli sevilmek istemeketedir, ama bu sevginin de bir bedeli olacaktır, o bedel de doğduğu topluma, aileye ait
olan değerlerin, kuralların, bilgilerin, kendisine empoze edilmesidir. Yetişkinler olan bizler, özgürlüğümüzün sınırlarıyla çoktan bir anlaşmaya varmış, onları kabullenmiş dönem dönem bu sınırları genişletmek için mücadele etmiş ama ortalamada hakimiyetin kayıtsız şartsız millete/ topluma ait olduğuna hemfikir olmuşuzdur. Ha keza, sevdiklerini kaybetmiş, ölümle yüzleşmiş olan bizler, ölümü her canlının bir gün tadacağı konusunda yeterli tecrübeyi edinmişizdir. Sıra çocuklardadır. Yaşamı sınırlarla tatmaya başlayan ve henüz ölümü bilmeyen çocuklar için öğretilmesi gereken doğrularımız vardır biz otoriter yetişkinlerin. Hepimiz içten içe biliriz ki, çocuğun güvenliği sebebiyle koyduğumuz sınırlar sadece fiziksel olmayacak; düşünsel olarak da yavaş yavaş çocuğumuzu korumaya başlayacak sınırları koymamız gerekecektir. Tahakküm, yetişkinlerin doğru bildiklerini çocuklara empoze etme isteğinden doğar. Korkunun yerleştirilmesinden güç alır. Otorite korkunun kök salmışlığı üstüne kurulur. Özgürlük ise soru ile başlar. Neden, sorusu çocuğun en çok sorduğu soruların başında gelir ilk zamanlarda. Büyüdükçe bu sorunun sıklığı azalır. Tahakkümü benimsedikçe “neden” sorusu anlamını yitirir. İnsanlık tarihinin en elle tutulur doktrinlerinden biri olan Marksizm bile uygulamaya geçildiğinde, korkunç bir otoriteyle sonuçlanır. Doğru bilinenler o kadar kalındır ki, başlangıç noktası “neden bu sistem bu şekilde sürmelidir” olan bir özgürlük anahtarı, doğruların kesinliğinden emin olan yetişkinlerin elinde düşünsel bir hapishanenin kilidine dönüşür. Günümüzde ise tahakküm globalleşmiştir. Doğrular ve değerler tüm dünyaya aynı kesinlikte empoze
edilir hale gelmiştir. Bir yanda kapitalizm dışında bir sistemin mümkün olmadığı her geçen gün benimsenirken, diğer yanda ölüm sonrasını bilmemenin verdiği korku dinlerin oluşturduğu değerlerin insanlığın tek çıkışı olduğu yönunde düşünce sistemiyle egemenliğini arttırmaktadır. Neden soruları azalmakta, yetişkinler olarak doğruluğuna inandığımız fikirlerin kalınlığı artmakta, bizi şu ana kadar ögrendiğimiz bilgi ve değerlerin esiri yapmaktadır. Her türlü tahakküme ve otoriteye karşı olmayı benimseyenler bile yer yer bu karşı çıkışı bir otorite kaynağı yapmaktadır. Oysa, otoriter sistemler gücünü tahakküm altında tuttukları bireylerin kesin doğrularından almaktadır. Kimdir bu kayıtsız şartşız millet/ toplum? Tadılacak olan ölüm neden bu kadar hükmedicidir? Neden bu kadar korkunçtur? Özgürlük çocuğun sorduğu “neden” sorularında gizlidir. Sıra artık yetişkinlerdedir. Elimizde yeterince bilgi mevcuttur, tek yapmamız gereken kendi doğrularımıza olan inancımızı her gün yeniden yeniden sorgulamak ve değişmektir. Korku yenilmelidir, her sabah yataktan endişe ile değil o günü yaşamanın heyecanı ile kalkılmalıdır. Zincirlerimiz, doğru bildiğimiz, bize öğretildikçe benimsediğimiz, her geçen gün kalınlaştırdığımız duvarlarımızdır. İçinde kendimizi güvende hissettiğimiz duvarlarımız her geçen gün kalınlaşırken farkında olmadan biz de özgürlüğümüzü yitirmekteyiz. Evet başka bir sistem mümkündür; evet ölüm de vardır hastalık da. Önemli olan mevcut tüm duvarları yıkabilecek bireysel özgünlüğümüze, gücümüze tekrar kavuşmaktır. Özgürlüğün anahtarı; kaç yaşında olursak olalım aynı heyecanla, aynı
şevkle güne başlayabilmek; çocuğun sorularına kavuşabilmektir. Papağan gibi bildiklerimizi tekrar etmek değil. Sorularımıza kavuşmadığımız sürece yanıtlarında şüphe etmediğimiz doğrularımız bizi tahakküm altında tutmaya devam edecektir. Şu ya da bu haklı sebeple otoriter sistemler kurmaya devam edeceğiz. Önerim şudur; bugünden itibaren kendi ördüğümüz duvarları yıkalım ve çocuğu tüm tehliklere karşı özgür bırakalım. Bildiğimiz, inandığımız her şeyi yorulmadan her gün sorgulayalım, her gün kendimizi yenileyelim değiştirelim. Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil çocuğundur, ölüm bizim sorunumuz değildir, bu dünyaya kendi isteğimizle gelmedik, ölumden de bu sebeple korkmamalı, duvarlarımızın engellediği tüm korkularla yüzleşip tek tek yok etmeliyiz. Tahakküm ve otorite ancak ve ancak kendi kurmaya çalıştığımız otoriteyi yıkarak başlayabilir, aksi takdirde papağan gibi bildiklerini tekrar eden ve kendini otoriter düzenin bir parçası olarak bulan bireylere dönüşürüz. Temel Kebapçıoğlu
Öfkeli Genç Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında: 2023 Nobel Barış Ödülü’nün Avrupa Birliği Projesi’ne verilmesinden iki hafta önceydi. Her kanaldan naklen verilen AKP Kongresinde Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 2023 AKP vizyonunun içinde Avrupa Birliği Projesi yoktu. Barışla ilgili bir bağ iki hafta önce adeta hissedilerek kopartılmıştı. 34 Ülke arasında Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmada Türk gençleri en öfkeli genç kesim olarak belirlenmişti. Oldukça yeni, Eylül ortasında çıkan bir sonuçtu bu.
gazete_03.indd 10
Aynı çalışmanın mutluluk endeksi kısmında ise Türk gençleri sonuncu sırada, adeta öfke birinciliği ile mutluluk sonunculuğu birbiriyle ilişkili bir görüntü veriyordu. Savaş, barış, öfke, mutluluk sözcüklerinin aynı zamanlarda bir araya gelmeye başlamasıyla, bizden yapay sınırlarla ayrılmış akrabamız, komşumuz Şam’a girmemiz için 3 saat yeterli denerek yeşil ışık yakılan saldırgan tavır son derece ilginç geldi bana. Bir de buna tank resimlerini
ana sayfalarında bir oyun gibi gösteren gazeteler eklendi. 80 Sene hiçbir dış güçle savaşmamış bir ülke nasıl oluyor da hâlâ kendi topraklarını, kendi vatandaşlarını bir savaşın karşı tarafı olarak görebiliyordu , nasıl oluyor da her fırsatta öncelikle komşulardan başlayarak bir savaş atmosferi kabul görüyordu. Nasıl bir nefret besliyordu bu resim? Nefretin kaynağı neydi? Kendi kendine bağrışıp duran bir mahalle huysuzu görüntüsü sıkıntı
vereceğine nasıl bu kadar rağbet görüyordu? Cumhuriyet 1923 yılında ilan edildiği zaman topluma bakılması gereken bir bebek muamelesi yaptı. Yeni doğmuştu bebek, çok badirelerden sonra kalabalık evin yerle bir olup dağılmasının ardından zar zor koparılmış bir Küçük Asya üstünde doğmuştu. Ne yemesi ne içmesi gerektiğine cumhuriyet ve onun şekillendirdiği Devlet Baba/Ana karar veriyordu. Öncelikle üstüne titrenen bu çocuğun geçmiş acılardan
01.11.2012 23:19
11 kurtarılması gerekiyordu, hafızası yok edilirse daha mutlu olabilirdi. Bir an once okuma yazma öğrenmeli, geride kaldığı yaşıtlarına yetişmeliydi. Çocuğun kendine güveni gelmesi için ne kadar zorlu şartlarda doğan bir kahraman olduğu öğretildi. Hatta bayrağının, bir akaşamüstü atalarının denize akan kanlarına yansıyan ay yıldızdan doğduğu anlatıldı ona. Orta Asyalardan at sırtında geldiği, her yerde büyük uygarlıklar kurduğu söylendi çocukluğu boyunca. Milli marşlarda zorla ayağa kaldırıldı, varlığı armağan olarak istendi. Çocuk büyümeye, mahalledeki başka arkadaşlarıyla görüşmeye oynamaya başladı. Anne baba endişeliydi. Yılların emeğiyle zar zor sahip olunan çocuk, ya yanlış arkadaşlar seçer oynamaması gereken kişilerle oynarsa ne olurdu? Üstelik mahallede 1. Dünya Savaşı yeni bitmiş, bir türlü barışın gelmediği mahallesinde ikinc büyük savaş başlamak üzereydi. Çocuğun büyümesi engellendi. Zaman geçiyor ama aynı zamanda hep bir dönemi de korkuyla geçiyordu çocuğun: dış düşmanlar gelecekti; kendisi dünyanın en önemli mahallesinde oturuyordu; herkesin gözü kendisindeydi; komşu abi Rusya zaten yıllardır evinin içinden geçip bahçelerindeki su kuyusuna erişmek istiyordu; evin içinde ve dışında da binlerce iç ve dış düşman bulunuyordu. Bir türlü gelmeyen hayali düşmanlarla geçiyordu çocukluğu. Sıkılmaya başlamıştı. Gözetimde olmayı kanıksamıştı ama, gene de büyüdükçe, çoğaldıkça en azından bazı seçimleri yapabilmeliydi; kimlerle oynayacağına, neye inanacağına neye inanmayacağına, kimlerden ne öğreneceğine kendi karar vermek istiyordu. Yeni arkadaşlar buldu, okumayı yazmayı arttırdıkça kendisine anlatılan hikâyelerde bir tuhaflık olduğunu sezmeye başladı. Devlet Babası onun iyiliği için ona hep aynı şeyi öğretiyor; katıksız bir itaati öngörüyor, iyiliği için onu askeri eğitimlerden geçiriyor, her an gelecek saldırılara karşı koruma amaçlı sürekli büyüyen bir militarizmin içinde yetiştiriyordu onu. Büyük ve tek adamdı Devlet Babası. Kurtarıcıydı.
çocuk; büyümek, gençliğini yaşamak, farklı mahalleden farklı düşüncelerle zenginleşmek, özgürleşmek, korku’dan kurtulmak istiyordu. Kurtulamadı. Hep bir korku’su kaldı bir tarafında. Korku eşliğinde de olsa büyük bir gerçeğin farkına varmak üzereydi; öğretilenlerin eksik ve yalan olması olasılığının! Anne-baba tarafından sevilip kollandığı için, kendisini hep annebabaya beğendirmeye çalışıyor, ancak onların sevgi ve beğenisi ölçüsünde kendini sevip beğenebiliyordu. Onların yalan söyleyebileceğini düşünemiyordu. Devlet yalan söylemezdi. Anne-baba yalan söylemezdi. Büyüdükçe, bilgiye ulaştıkça, daha önce sezinlediği korkunç bir gerçeğin farkına vardı. Devlet Baba’nın yalan söyleyebileceğini anladı. Yıllar geçtikçe, 1920, 1930, 1940, 1950, 1960, 1970, 1980’lerde her seferinde farklı yalanlarla beslendiğini görüp anladı. Hangi konuyu incelese, hangi konuyu öğrenmeye çalışsa hiç birinin kendisine anlatıldığı gibi olmadığını gördü. Bundan korkunç bir öfke duydu. Kandırılmıştı. Üstüne titreyen, kendisinin hep iyiliğini istediğini söyleyen 85 senelik geçiş döneminde yorulmuştu. Önünde iki seçenek vardı: Ya Devlet Ana/Baba’ya karşı red-i mirasta bulunacak ya da yalanı doğruymuş gibi yaşayacaktı. O, çoğunlukla bir olup ikincisini seçti. İşte bugün Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmada en öfkeli çıkan, büyüyemiş gençliğin mutsuzluk nedeni de bu seçimdir. Artık savunduğu ve kendisine belletilen doğruların, ezberlendiği gibi olmadığı gerçeğini içten içe bildikçe öfkesi artmaktadır. Yaptığı seçim devletin devamıdır. Devlet aynı şekilde devam ettikçe aynı yalanların söyleneceğini içten içe bilmektedir. Buna öfkelenmekte, öfkelendikçe bağırmakta çağırmakta kendi topraklarını bombalar hale gelmekte, iç kavgasını iç savaş olarak yaşamaktadır. Yalanları savaşla örtmeye, duymamaya, duyurmamaya çalışmaktadır. Sınırlara sığmamayan bu öfke, bugünlerde sınır ötesi savaş çığlıkları olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa Birliği projesi Devlet Baba’nın bugüne kadar öğrettiği yalanlarla yüzleşmenin bir başka düzlemi olacağından, AKP’nin 2023 hedefinden de çıkartılmıştır. AKP de ikinci tercihi, Devlet Babasını -yani yalanlarla yüzleşmemeyi- tercih etmiştir. Onun da artık bıkkınlık veren öfkesi bundandır.
Her büyüme çabası bu sert Baba’nın disiplini ile geri püskürtüldü. Yılmadı
gazete_03.indd 11
Okul Yine Açıldı
Karanlık ışığın yokluğunda vardır, ışıksa her zaman aydınlatır. Yalan karanlıktır. Seçimlerimiz öfkelerimizin kaynağıdır. Hâlâ bir şansımız var; değişebilmek ve bu öfkeden kurtulabilmek için. Seçim senin sevgili genç Türkiye Cumhuriyeti. Nasıl olsa daha onbir sene var büyümeye. Savaş mı barış mı? Yalan mı gerçek mi?
Hep çocuk gözünden bakın derler. Liselilere bile derler bunu, hatta ilkokullulara. Onlar da çocuk sayılmaz. Çocuk gibi yorumla, çocuk gibi anla, çocuk gibi görmeye çalış. Çocuklar olayları olduğu gibi anlatır, bütün gerçekliğiyle. Küçük Prens nasıl bakıyor olaylara? Küçük Prens’in gözünden görmeye çalış. Küçük Prens bir çocuktur. “Raphael gibi çizmek iki yılımı aldı, ama çocuk gibi çizmek bütün hayatımı aldı.” demiş Picasso. Neden çocuk gibi çizemiyor. Çocuk gibi göremiyor, anlayamıyor, yorumlayamıyor. Neden? Çocuk gibi görme yeteneğimizi ne zaman yitiririz? Neden yitiririz? Çocukluğumuzdan en büyük farkımız ne? Bir düşünelim Küçük Prens kaç yaşında? Beş mi, altı mı? Okula başlamamış daha. Okul mu bizim çocuk gibi bakmamızı engelleyen? On altı yıllık acıyla öğrendiğimiz bu mu? Büyümek, çocuk gözüyle bakmamak… Bu çocuk gözünü kaybetmişiz demek. Ve yeniden kazanmaya çalışıyoruz. Ama kazanamıyoruz. On altı yıl neye yaradı? Bir şeyi kaybetmeye ve tekrar arayıp bulmaya mı? O sırada öğrendiğimiz her şeyi unuttuk zaten. Onca öğretmenin beyninden geçtik. Sırf sınavdan iyi not alalım diye onlar gibi düşündük. “Soruyu hazırlayanın mantığıyla düşün”dük! Düşündük Allah düşündük, sonunda bırakamadık belki de; beynimiz yıkandı. Ders kitaplarındaki bilgilerle, öğretmenlerimizin söyledikleriyle. Şimdi ise kendimiz gibi düşünmeye çalışıyoruz. Olacak şey değil. Kim gibi düşündürüleceğimizi de seçemiyoruz; geliştireceğimiz beyni, bize takılacak etiketi seçemiyoruz. Onlar bizi seçiyor. Dört seçenekten oluşan bir sınava giriyoruz. Dört seçeneğin hepsi
aynı! Okullar bizi seçiyor sonra. “Ben Fransız Lisesi istiyorum” diyemiyorsun! Fransız Lisesi seni istiyor. Ancak “tamam” diyebiliyorsun, boyun eğiyorsun. Zaten hayırlısı neyse olur. Sadece çalış, kendini parala, çalışabildiğin kadar çalış. Herkes boyun eğiyor. Herkes aynı şeyi istiyor. En azından öyle gözüküyor. Sanki bu mümkünmüş gibi. “Avukatlıkta çok para var” diyorlar. Herkes avukat oluyor. Bütün iyi eğitimliler avukat oluyor. “Ben iyi bir okulda okudum, avukat ya da doktor olmam şart” İyi eğitimliler de “farklı” değildir. Sadece “üstün”dür. “Ben Ahmet Lise’sinde okudum” denince herkesin ağzı açılır: “Duydun mu Ahmet Lisesi’nde okumuş. Maşallah maşallah. Darısı oğlumun başına, çok akıllı çok”. Akıllı değil! Üç yıldır kendini paraladı, bir daha hayatında işe yaramayacak testler çözüyor! O Ahmet Lisesi’nde, öbürü Mehmet Lisesi’nde ne oldu şimdi? İkisi de “duvardaki tuğlalar” değil mi yine? Biri biraz daha büyük belki. Belki. Sanki sen istedin Ahmet Lisesi’nde olmayı. Öğretmenin mi istedi? Annen mi? Değdi mi sence üç yılına? On altı yıl!.. En az. Dile kolay. Ne için? Bir tuğlaya dönüşmek için. Beyninin yıkanması için. Kendini kaybetmek için. Başkasına dönüşmek için. Herkesle aynı olmak için. Bütün dünya bir olsun diye. Bunu kim yapar? Milli eğitim bakanı mı? Öğretmen mi? O da öğrenci olmadı mı? O da çocuk gözüyle bakmadı mı hiçbir şeye? O hiç Küçük Prens değil miydi? O da tuğlaya dönüştürülmedi mi? O da aynılaştırılmadı mı? Kim soktu bizi bu kısır döngüye? Birileri bir zaman farkına varacak herhalde! Ahmet Lisesi’nden Leyla
Temel Kebapçıoğlu
01.11.2012 23:19
12
Tabiatı Suçlamak Son zamanlarda pek kullanılmıyor ama memlekette irticanın tehdit olduğu yıllarda ne çok işe yaramıştı yoz sözcüğü. “Bu yoz kafalar, bu yoz zihniyet” diye söze başladınız mı akan sular durur, sözünüzün üstüne söz söylemeye cesaret eden çıkmazdı. Örümcek kafalı, geri kafalı, köhne fikirler, dar kafa vb.leriyle aynı manada kullanılıyordu. TDK sözlüğü, yoz kelimesi için 1. maddesinde “doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” tanımını yapmış. “Yoz toprak, yoz bitki” kullanımları da örnek olarak verilmiş. “Ne alakası var” diyesi geliyor insanın! Bu anlamda hemen hemen hiç kullanılmıyor artık. Ayrıca “doğada olduğu gibi kalmak”la “geri, çağdışı olmak” arasında bir dünya yol var. Bu anlam kökünden oraya varılamaz gibi geliyor insana. 2. maddede ise “kaba, adi, bayağı” deniyor. Normalde sözcüğün temel anlamı ile sonradan oluşan mecaz(soyut) anlamı arasında bir paralellik, doğrusal ilişki vardır. Ama yoz’da tuhaf bir durum var. “Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” gibi bir temel anlam veriliyor ve aslında bu, doğrudan olumsuz bir anlam yüküne sahip değil düşünürseniz? Demek ki tarihin bir döneminde anlam içeriği olumsuza evrilmiş. “Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” şeyler “kendi olan, yurdunda olan, bozulmamış, dejenere olmamış” şeyler değil midir? Anlaşılıyor ki, çok daha sonraları, medeniyetle, endüstriyle, kapitalizmle karşılaşınca oluşmuş bu tuhaf durum. Yeni dünyada her şeyin değeri “işe yarama, para etme” düzeyiyle ölçülür olmuş. Dolayısıyla insan eli değmemiş, işlenmemiş, üretim yapılmayan her şeye, her yere olumsuz gözle bakılır olmuş. Günümüzde de bazı politikacılar, hatta sıradan insanlar “dereler boşa akmasın” demiyorlar mı HES’lere meşruiyet kazandırmak için? Toprak işlenmelidir bu hesaba göre, ya ekilmelidir ya da üstüne evler, şehirler kurulmalıdır… Böylece başlangıçta yalnızca bir hal tespiti olan “yoz toprak” işe yaramayan toprak gibi bir anlamda kullanılmaya başlanmış. Yani açıkça suçlanmaktadır “olduğu gibi kalmak”. Hiçbir şey olduğu gibi kalamaz, kalmamalı çünkü. Tüm bir dünya insanın bitmek tükenmek bilmez arzularına hizmet etmeli. Buraya vardıktan sonrası malum zaten. Yoz kafa, yani olduğu gibi kalmış, “ileri” yaşam tarzına ayak uydurmayan; yeni fikirler, yeni tuzaklar, yeni mahvolma yolları üretmeyen kafa!. Sözcüğün macerasına biraz daha eskiye giderek bakalım: Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lugati’t Türk’te “yozamak” eylemini veriyor. “Kısrak dışındaki
gazete_03.indd 12
hayvanların çiftleşmesi ancak yavru vermemelerine yozamak denir” diyor. Qoy yozadı (koyun döl vermedi) ile örnekliyor. Hayvancılıkla yaşayan bir topluluğa içkin bir kavram. Sonuçta hayvan işlenmiş ama kendisi dışında bir şey ‘üretme’miştir, ‘verim’sizdir. Demek ki göçebelik ve hayvancılık döneminde de verimsizlik, üretimsizlik gibi bir anlama kapı aralıyor. Zaten tarihsel olarak da işlerin bozulmaya başladığı bir dönemdir bu. Göçebelerin yerleşik hayata geçmeye başladıkları ve köylüye dönüştükleri bir dönem. Yerleşik hayat, mülkiyet demektir, üretim fikridir, ekonomidir; dolayısıyla “yoz” olmak artık hem hayvan için hem toprak için mutlak bir olumsuzluktur, bir suçtur. “Doğada olduğu gibi kalmak ve işlenmemiş olma”nın kabul edilebilir bir yanı kalmamıştır, böylece “yoz” sözcüğünün temel anlamıyla vedalaşılır. Nitekim TDK sözlüğünün 1. maddesinde verilen anlamı neredeyse bütün bir Türkiye Türkçesi döneminde örnekleyemiyoruz. İsmet Zeki Eyuboğlu, Etimoloji Sözlüğü’nde yoz’u uzun uzun açıkladıktan sonra, “Burada en ilginç yan, Anadolu Türkçesinde yoz kökünün içerdiği anlam değişikliğidir. Bize kalırsa bu durum da ağız ayrılıklarından kaynaklanıyor” demektedir. Yani İsmet Zeki işlenmemiş olan, kısır, evcilleşmemiş gibi anlamlardan nasıl olup da “geri, çağdışı” anlamlarına varıldığını anlayamadığını ifade ediyor. Konargöçer Türkmenlerle, yerleşik Türkler arasında değer değişimlerine bakmadan bunu anlamak mümkün değil zaten. “Yozlaşma” sözcüğüne de bakalım; TDK bu sözcüğü “dejenerasyon” karşılığı olarak “yoz” kökünden ‘uydurmuş’. Dejenerasyon ne demek; özünü kaybetmiş olan. Amma tuhaf, başlangıçta olduğu gibi kalan anlamındaki “yoz” zaman içerisinde özünü kaybeden anlamına varıyor… Yoz “doğada olduğu gibi kalan” demekti, yozlaşma neredeyse birebir zıddını ifade ediyor. Nereden nereye! Nasıl oluyor görüyoruz, bir şey kendinin zıddı haline dönüşüyor. Bu arada “Yozgat”ın adı da aynı “yoz”dan geliyor. Türkmenler buraya ilk geldiklerinde Oğuzların bir kolunun adı olan Bozok adını veriyorlar. Cumhuriyet dönemine kadar adı Bozok. Daha sonra Yozgat adı da yaygınlaşıyor, muhtemelen İç Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarını görünce insan eli değmemiş hissi veren bu yerlere asıl anlamına uygun olarak “Yozgat” dediler. Hayvanları için de ideal bir yaşama alanı görüyorlardı bu bozkırlarda. Bu iki isim birlikte yaşamaya başladı. Ama resmi olarak Bozok’tur. Cumhuriyet dönemin de adı önce Yozgat’a sonra tekrar Bozok’a en son bir kanun teklifi ile
yine Yozgat’a dönüyor. Öyle sanıyorum ki “yoz” sözcüğünün olumsuz anlam yükü içermediği zamanlardan kalan tek miras bu Yozgat’ta saklı. Buna benzeyen bir diğer çarpıtılma yaban, yabanî, yabancı kavramlarında görülebiliyor. Oradan gelip şehirlere kurulduğumuz halde “yaban hayat” diyoruz. Yabani hayat, yabani tavşan gibi sıfatlarda ve yabani adında bir olumsuz yükleme yok mu? Ne demek istiyoruz, yabani, yani uygarlaşmamış, evcilleşmemiş, doğadaki haliyle kalmış ama öte yandan üretilemeyen, para etmeyen, ekonomik değer taşımayan… Bundan büyük kötülük mü var?! Yabani otlar diyoruz mesela, tarlada kendiliğinden biten, kültürleme sonucu oluşmayan otlar için. Yani ot orada kendi kendine bitiyor, biz ona yabancı diyoruz. Dr. Osman Erdem Özgür, Yabani Ot Atlası adlı kitabında ne diyor bakın: “Kültür bitkileri yetiştirildikleri tarlanın “yabancı” bitkisi olup insanoğlu yetiştirmediği sürece veya doğada yozlaşmadıkları sürece hiçbir zaman tarlalarda bitmezler. Otlar ise tarlaların “öz” bitkisi olarak tarlalarda kendiliklerinden yetişirler. Kendine özgü coğrafyadaki tarlalarda az veya çok yaygın olarak bilinen bir ot, hiçbir zaman yabancı değildir. (…) Bilimsel anlamda ise herhangi bir kültür bitkisi tarlasında biten otlar o kültür bitkisine göre “ yabancı” birer bitki olmaktadır. Kültür bitkilerinin yetiştirildikleri tarlalarda biten yabancı otlar, hayvan yemi olarak kullanılamaz, değersiz ve işe yaramaz “zararlı birer bitki” olup ekonomik boyutta görüldüklerinde yok edilirler.” Ne çarpıcı sözler değil mi? Burada anlatılan yabani / öz karşıtlığı ile yoz’un anlattığım hikâyesi aslında bire bir aynıdır. Aslında “öz” olanın “yabani” olarak adlandırılmasındaki garabeti bir bilim adamından beklenmeyecek bir dikkatle saptıyor Osman Erdem Özgür. Vahşi cinayet diyoruz, vahşet diyoruz, vahşiler diyoruz bütün bir tiksintiyle. Oysa vahşi de Arapça bir kök ve “yerleşim olmayan, meskûn olmayan yer, evcilleşmemiş hayvan” anlamına sahip. Vahşet dediğimiz durumla vahşinin asıl anlamı arasında ne ilgi var! Anlaşılıyor ki “vahşi” de uygarlık sonrasının çarpıtılmış semantiğinden nasiplenmiş? Yerleşim olmayan, meskûn olmayan yer anlamından kan dökücü, hunhar mecazına evriliyor. Niye, uygarlığın elinin değmediği yerler kötüdür çünkü. Vahşi hayvan; evcilleşmemiş hayvan manasına gelip orada kalsa iyi. Algımızı nasıl şekillendirdiklerini anlıyoruz. Önce evcilleştirmek onaylatılıyor düşünüşe, evcilleşmeyenler vahşi oluyor. Sonra evcilleşmeyenlerin kendi özlerine uygun bir biçimde avlanmaları,
Yabani otlar diyoruz mesela, tarlada kendiliğinden biten, kültürleme sonucu oluşmayan otlar için. Yani ot orada kendi kendine bitiyor, biz ona yabancı diyoruz. avlarını parçalamaları üzerinden vahşi’ye yırtıcı, kan dökücü anlamı veriliyor, artık vahşi kötüdür. İster ilk anlamında kullan ister mecaz olarak. Mesela Afrika’daki kabilelere, oradaki insanlara “vahşi” deniyor. Adamın var olma biçimi bu, o içine doğduğu ortamla gayet uyumlu bir yaşam sürerken sen dışardan gelip “vahşi” diyorsun, “ilkel” diyorsun. “Vahşiler gibi…” türünden benzetmeler yapıyorsun . Hayatlarında hiç barbar görmemiş, “barbar”lığın nasıl bir insan hali olduğu konusunda kafa yormamış insanlar mesela maç çıkışı arabalara ve çevreye saldıran insanlara barbar deyiveriyor kolayca. İnsanlığın yüzyıllar boyunca derileri farklı olanları daha aşağı görmesi, aşağı da ne, insan olarak görmemesi nasıl bir bilinç yarılmasıdır. Öyle doğmuş olan, tabiatı bu olan insanlar yüzyıllar boyunca hangi hakla, niçin, hangi akli, ahlaki değerlere binaen katledilmiş, köle yapılmıştır. Ve bütün bu süre boyunca insanlık nasıl durmaksızın “ilerlemiştir”. Dünyanın büyük çoğunluğu bunu nasıl olağan karşılamıştır? Bırakın eşitliği falan insan olarak tanımlanmaları bile daha 16. yüzyıldadır, ancak bundan sonra bir zenciyi öldürmek cinayet kapsamına girmiştir. 1000 yıl sürmüş olan böyle bir hali 50 yıllık bir “çağdaş demokrasi” martavalıyla tarihinden sildiğine nasıl inanabiliyor bu insanlık? İnternette sık rastladığımız o yürek parçalayıcı “hangisi güzel” videosunu düşünün. Zenci bir çocuğa zenci olmanın kötü ve çirkin bir şey olduğunu düşündürmekten, yani değiştiremeyeceği bir şeyden dolayı aşağı hissettirmekten daha aşağılık ne olabilir? 1800’ler de ne, daha 2000’lerde çok ünlü bir zenci, Michael Jackson bir beyaz olarak ölmek uğruna ucubeye dönüşmedi mi? Kendiliğinden öyle olan bir otu yabani olmakla, toprağı yoz diye, zenciyi zenci diye, bir yırtıcıyı yırtıcı diye nasıl suçlarsınız? Size ne yaptılar böyle? Bir insanı pantolon giymediği için nasıl geri görürsünüz! “Orospu çocuğu” olmanın “asker çocuğu” olmaktan bir farkı yoktur efendiler. Bunların hepsi tabiatı suçlamaktır. Neyle suçlamak? Olduğu gibi olmakla! Mehmet İşten
01.11.2012 23:19
13
Kuzuların Sessizliği İlk Mutfak yazımı yazdıktan sonra arkadaşlarla aramızda bir tartışma çıktı. Verdiğim yemek tariflerinde et olsun mu olmasın mı tartışması. Ben vejetaryen değilim. Görünen o ki hayatımın geri kalanında da olacağım yok. Yaptığım yemeklerde et kullanırım, burada yazdığım yemek tariflerinde etli yemek tariflerine yer vermemek bana biraz sahtekârlık yapmak gibi geliyor. Nasıl yaşıyorsan öyle yazmak lazım gibi düşünüyorum. Kendi aramızda konuşuyoruz, bitmedi daha bu konu. İlk tur tartışmalar şu minvalde geçti; arkadaşlarım bana örnek verdiler “et yemek tıpkı zorunlu çalışma gibi, çalışıyorsundur ama kimseye tavsiye etmezsin” diye. Ben bu düşünceye katılmıyorum, çünkü benim açımdan durum bu değil. Ben çalışmayı seçmiyorum, çalışmak zorundayım. Yani yaşamak için para kazanmak gerekiyor, ben de bunu çalışarak temin ediyorum. Oysa et yemek, vejetaryen olmamak benim seçimim. Ben et yemeyi seviyorum ve tercih ediyorum. Buna mecbur değilim. Bu da azımsanacak bir fark değil. Hani durumun tek açıklaması benim bir etsever olmam. Endüstriyel et üretimi, hayvanlara yapılan eziyetler, verilen ilaçlar, çeşit çeşit iç kaldıran uygulamaları biliyorum ve bu bilgilere duyarsız birisi değilim. Eti daha pembe olsun diye ayakta tutulan inekler, kas ve kemik gelişimini engelleyip daha fazla kilo almaları için antibiyotikle beslenen tavuklar. Yani detaylara girince sinir bozucu olmayan bir bilgiye rastlamadım henüz. Bu bilgileri edindikten sonra da vejetaryen/vegan olmadım. Şehirde yaşıyorum, ofis ortamında çalışıyorum. Haliyle ben et üretimi yapan birisi değilim. Kasaba gidiyorum, 1 kilo kıyma diyorum, hop kıyma çantada. Eve gidiyorum, gelsin köfteler, gitsin dolmalar. Yani pis işi ben yapmıyorum. Pis iş dediğim nedir? Kuzuyu yere yatırmak, güzel kahverengi gözlerine bakmadan boğazını “kıhhhh” sesini duya duya kesmektir. Kesim sırasında veya
gazete_03.indd 13
bitince ağlamamaktır. Suçluluktan ölmemektir. Ben düşündüm taşındım, kendime sorular sordum. Bir kuzucağız elime doğacak, ben onu besleyeceğim, hafif serpilecek. İşte bu tanıdık kuzuyu, bizim kuzuyu, yere yatırıp kestiğim gün, bu konuda durduğum yeri kesinleştirmiş olurum ve ancak o zaman hak etmiş olarak kuzu haşlama türü yemekler tarif edebilirim. Bu acıklı sınavları geçen bir kişi, vejetaryen olmamayı kesin bir şekilde seçmiştir artık. Bilinçli ve kararlı, gözü kara bir et oburdur. Şimdi kuzuların kahverengi gözlerine kimse bakmazken, makinalar hayvanları otomatikman, tık diye keserken, “etli yemek” tariflerini yapacak mıyız yapmayacak mıyız? Cinayetin sorumlusu başkası, ben yapmadım deyip durumun üstüne yatsam?
Bütün iş gözlerden başlıyor. Ah o gözler, bizi nasıl da duygulandırıyor, suçlu hissettiriyor. Bitkilere karşı neden suçlu hissetmiyoruz? Yeşil gözleri olsaydı bir havucun, böyle rahat rahat rendeleyebilecek miydik? Herhalde salata yapmak daha zor olurdu. Bazı vejetaryenler tanıdım, et yemezler ama balık yerler. Buna çok şaşırırım, çünkü işi can hesabına vurursak eğer, bir tabak hamsideki can sayısı çok daha fazla. Hamsinin canı ineğin canından az mı değerli? Bu hiyerarşiler nerede başlayıp nerede bitiyor? Hamsinin gözleri uzakta desem, o da olmaz. Balık denizden çekildiğinde o hayvanların çırpınışları buğulu kahverengi gözlerden daha da beter eder insanı. Bu kadar lafı şunun için yazdım; benim için mutfak bir oyun alanı.
Mutfaktan yola çıkıp eğlence üretiyorum, nasıl yaşadığımıza, geçmişimize ve geleceğimize bakıyorum. Mutfaktan dallanıp, hayatı daha iyi anlamaya çalışıyorum. Birlikte yemek yapmak, birlikte yemek-içmek, eğlenmek, yakın olduğum insanlarla hayatı paylaşmak çok çekici. Mutfakta yaratıcılık var, renk var, anaçlık var, ayartıcılık var, zevkten zevke savrulmak var ve politika var. Ben bu oyunu oynarken özgür olmak istiyorum, içimden geldiği gibi özgürce yazacağım yemek tariflerini. Arada vejetaryen arkadaşlarımın da çok seveceği şeyler çıkar. Sebze yemekleri çok yaparım çünkü. Ben çırpınan balıkların yükünü kalbimde duymadan hamsili pilav tarifi yazmayı istiyorum. Politik doğruluktan şaşmak da cesaret istiyor bazen, doğruların baskı unsuru olmaması önemli bir konudur. Bu kadar yazdıktan sonra bir etli yemek tarifi gelecek gibi geliyor size belki, ama öyle olmayacak. Şu sıralarda beni pek heyecanlandıran bir tarifi paylaşacağım; nasıl peynir yapılacağını anlatacağım size. Heyecanım şu nedenle; peyniri
ulaşılmaz, yapılamaz bir yere koymuşum kafamda. Hani sadece gidip alabilirsin gibi, yapılamaz, zor diye düşünerek. Yapabilince çok hoşuma gitti. Yapmak çok kolay, yiyenler de beğendi. Güzel bir köy peyniri. Adını ben koydum: Mevhibe Peyniri! Yok yok, bu bizim Mevhibe, İnönü’lerin değil, arkadaşım olur kendisi. Mevhibe, çeyrek asır boyunca yaptığı 9-6 mesaisinden kurtulur kurtulmaz başını alıp gitti bu şehirden. Ormanlık bir arazinin ortasında küçük bir cennet bahçesi kurdu hayat arkadaşıyla birlikte. Mevhibe’yi görmeye gittiğim bir gün, kimyevi maya olmadan nasıl peynir yapıldığını öğrendim ondan, evde hemen uyguladım ve şimdi de sizlere yazıyorum öğrendiklerimi. Hülya
Mevhibe Peyniri Malzemeler 3 litre süt 2 kg. yoğurt Hazırlanışı
Mevhibe Peyniri için en önemli şey, süt gibi süt bulmak. Gerçek süt alacağız 3 litre. İstanbul’da yaşayanlar için Eyüp’te Feshane’nin karşısında tam eski zamanlardaki gibi bir süthane var. Orası uygun olmazsa, Karagümrük’te meşhur Eriş Yoğurt, daha da olmadı Kumkapı’da küçük ama oldukça ünlü kaymakçı-sütçü hacı emmi var. Bu saydığım sütçü dükkânlarına her gün Çatalca’dan günlük süt gelir ve hem peynir hem yoğurt yapmak için oldukça uygun. Hele biraz manda sütü de karıştırırsanız peynir daha da güzel oluyor. Ama manda sütü biraz pahalı. Pastörize sütle yaparsanız peynirden iyi bir sonuç alamazsınız. Mevhibe Peyniri için sütü kaynatacağız. Süt kaynadığında daha önceden çırpmış olduğumuz yoğurdu süte karıştırıp kaynatmaya devam edeceğiz. Süt ve yoğurt karıştığı zaman, süt kesilip top top olacak. Kaynama sırasında oluşan suyun rengi yeşile çalınca ocağı söndüreceğiz. Çok kaynarsa peynirin yağı suya geçer, o zaman peynir lezzetsiz olur. Karışımı, biraz soğuyunca tülbent ile süzeceğiz. Su atılmamalı, bu su değerli bir su ve daha sonra hem peyniri saklamak için hem de maya olarak kullanacağız. Tülbentte kalan top top peynirlerin suyu sıkılacak ve üzerine ağırlık konarak 10-12 saat bekletilecek. Bekleme süresi dolunca, süzülen sudan bir miktar alıp isteğimize göre tuzlayarak peyniri kendi suyunda korumaya alacağız. Kalan su oda sıcaklığında bekletilecek, dolaba konmayacak ve bir sonraki peynir yapımında yoğurt yerine 2 litre peynir suyu kullanılarak yeni peynir yapılacak. Afiyet şeker olsun.
01.11.2012 23:19
14
Beyaz Yakalının Seyir Defteri
Trik trak trik trak
(*)
Trik trak trik trak, olur mu hiç çalışmamak. Neydi bu; okul şarkısı mıydı, şiir miydi, hatırlamadığım nasıl bir kâbusun canı çıkası tekerlemesiydi. Birden, sanki Nazım Hikmet’in şiirinden bir nakarattı gibi geldi bana, kaygılansam mı diye düşündüm. Aradım buldum, şiir öyle değil böyle; trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum! Aynı kapıya çıkar mı, çıkar. Toplumun neredeyse tüm kesimleri tarafından olumlanır bu çalışmak denen durum. Değil mi ki toplumu toplum yapan bu çalışmaktan gözü dönmüş insan topluluğudur, olumlayacaklar elbet. Hayatlarında hiç çalışmayan, çalışmaya ihtiyaçları olmayacak kadar parası turası olan insanlar da çalışmanın kutsallığına dil uzatmazlar. Aslında bu kesimin çalışma aleyhinde laf etmemeleri daha anlaşılır bir durum, zira kendi çalışmama durumu kendileri dışındakilerin çalışmalarıyla mümkündür. ‘Kahrolsun burjuvazi’ babında. Bu ‘toplum’ denen mahlukat, çoğunluğun sesini temsil eden totaliter bir sestir aslında. Toplum, oturup tartışıp konuşmaz, tartışıp ortak kararlar almaz, bir düşünme organı da yoktur. Basınından partisine, bir dizi manüpilasyon aygıtları tarafından yönlendirilmeye çalışılan su muhallebisidir. Siyasi yelpazenin tüm plileri, bu yönlendirilebilir/ yönetilebilir algı üzerine kelam eder ve davranır. Zorunlu çalışmanın dişlileri arasında öğütülen bu çaresi az insanlar üzerinden politika yapmanın akla hayale sığmaz uzantıları vardır. Ne dediklerine bakmaksızın kendini mazlumun yanında bulursun, ‘haklı’ savaşı kutsarsın. Savaşa karşı ‘bu bizim savaşımız değil’ dersin, şehit söylemine sarılırsın, üstelik onları unutmama basiretsizliğini savunursun. Çalışarak yarattıkları değerin önemli bir bölümü başkaları tarafından gasp edilmesine rağmen, çalışmayı, çalışma sürecindeki emeği yücelten diğer mutsuz çoğunluğun söylediklerine ne demeli.Hem ekonomik hem de politik olarak her türden saldırıya maruz kalanlardan bahsediyorum. Nasıl bir düzenek kurulmuş ki bu kölelik/yarı kölelik durumu, ondan çıkar sağlayanların yanı sıra dünyanın gidişatından hoşnut olmayan kişilerce de olumlanır, kutsanır, yüceltilir ve tapınılır. Çalışmayıp da ne yapacağız zevzekliğinden çok sıkıldım; hayal de kuramayacak mıyız. Hem ayda yaşamıyoruz, dolayısıyla çalışıp duruyoruz zaten, mevzubahis olan çalışıp çalışmamadan ziyade çalışmayı savunup savunmamak. Dahası bu zorunda kalınan durumun bir nevi dinselliğe büründürülüp dillendirilmesi; ‘emek en yüce değerdir’. İşin sonu proletarya diktatörlüğünü savunmaya varır mazallah. Bir şeye karşı çıkarken onu yapmadığımızda ne yapacağımızı şimdiden bilmek zorunda değiliz. Önce neyi, neden istemediğimizi bilelim gelecek projeksiyonunu yaşadıkça oluştururuz. Her şeyi baştan bilme, belirsizlikten kaçma çok sık rastlanan bir istek. Deneye yanıla ne istediğini bulmak, değiştirmek, belirsizlik bu kadar mı korkutucu. İş, zorunlu çalışmanın iyi niyetli telaffuzu, önümüze konan bir havuçtur. ‘Daha iyi, daha güzel daha rahat’ yaşamak için ödenmesi gereken bir bedeldir. Reklamlardaki gibi; daha iyi temizleyen deterjanlar, daha çok faiz veren bankalar, şugar hatunlar bıçkın delikanlılar, hepsi bizleri daha iyi bir gelecek için bitesiye çalışmaya ikna etmeye çabalayan kornişonlardır, turşuları kurulsun. Tamam, solcuları biliyoruz; başka bir dünya mümkün demeyi öğrendiler ama sonrası gelmedi, gelmez. Kimseden medet ummayacağımız için onlar adına üzgün de değiliz. Kendi ‘öncü’ rolleri içinde raks ededursunlar; biz kendimize bakalım. Anarşistler. Büyük bir bölümü toplumun dümen suyundan akıp emeğin yanındayız diye politik yelpazede saf tutmaya soyundu. Mücadele ve etki alanını toplum olarak tesbit edip, tarafını, yönetilenin değil de sömürülenin yanında durmak olarak tanımlarsan, solcuların yanı sıra sol yumruk havada koştururken bulursun kendini. Dahası dudaklarından onların sloganları dökülüverir. Sola öykünerek güç toplamaya çalışma gayretkeşliğinin anarşistlere nasıl bir faydası olabilir. Mücadeleni emek eksenli bir minvalde yürüteceksen bunu zaten sol yapıyor. Asılları varken neden onları bırakıp solcu anarşistlerin peşine düşsün insanlar. Ama bizde hiyerarşi yok, emreden yok şu yok bu yok gibi sözlerin de duyulacağını pek sanmıyorum. İş, çalışma, zorunlu çalışma, emek, hak, mücadele gibi kavramlar üzerine kendi kavramlarımızla, kendi zihniyetimizle düşünmeye başlamak iyidir. Ahmet Kurt
Makul Beyaz Yakalılar Beyaz yakalı kime denir? Sözlükte, “üretim sürecinde bedensel gücüyle çalışmayıp düşünsel etkinlikte bulunan, maaş veya ücret karşılığında çalışan memur, teknik personel” olarak tanımlanır. Bence bu tanımı genişletip, beyaz yakalı kavramını biraz daha tariflemek lazım. İyi bir eğitim görmüştür beyaz yakalı ve kendisini özel, yeri doldurulmayacak birisi zanneder. Fabrikada makinaları kullanarak dişli üreten bir işçi kolayca değiştirilebileceğinin daha çok bilincindedir; örgütlenmeye, sendikalaşmaya daha açıktır bu nedenle. Oysa beyaz yakalının kafası karışıktır; o “yerimi kimse alamaz” zanneder. Kendisini özel sanır. Üst düzeydedir o. İşe katkısını, şirketteki önemini abartılı yaşar. Patronu temsil eden yarı patrondur sanki. Kendi hakkını müdürüyle konuşarak alabilir. Sendikayla işi olmaz. İşe adam alır, işten adam atar. Kalben patrondur. Bu tip beyaz yakalı algıları büyük yanılsamalardır. Bir pozisyon boşalınca, işlerin kalitesi biraz düşebilir, yavaşlık olabilir, raporlar kötüleşip satışlar biraz azalabilir ama yeri doldurulamayacak beyaz yakalı yoktur. Her şey ufak tefek aksamalarla sürer, bir önceki beyaz yakalının unutulması haftaları bile bulmaz. Hiç olmamış gibi oluverir. Hesap yapıp saydığı paralar da onun değildir zaten. Bunları karıştırıverir, kafası karışıktır. Bizim şirket diye anlatır. Bizim! Beyaz yakalı kendini önemser, şişer şişer, bu, yaşadığımız düzende arzulanan bir şeydir. Çünkü beyaz yakalı kendini önemli sandıkça, rekabet ettikçe, daha fazla şey elde etmek için yapacaklarının sınırı kalmadıkça “verimlilik” artar. Makbul bir beyaz yakalı olmak için sadece iyi eğitimli olmak yetmez; düşünce üretmek, yaratıcı olmak zaten kapsam dışıdır. Beyaz yakalıları daha yaratıcı olmaya davet eden verimlilik arttırma çalışmaları vardır ve bunlar yalandır. Çünkü aslında bu sistem “ortalama” insana göre tasarlanmıştır ve ortalama insanın yazılmış, önceden tanımlanmış şeyleri hatasız tekrar etmesiyle sürdürülür. Yapılan işlere kuş kondurmak gerekmez. Hatta çoğu zaman kendini paralamak değil, yapar görünmek, idare etmek daha çok alkış alır. Burada alkışlanan yaptığın, yapabildiğin şey değil hevesindir. Önemli olan kalben yapılan şeylere inanmaktır, inancın sezilir ve taltif edilir. Tıpkı inançsızlığının da sezilmesi ve cezalandırılması gibi. Çalışırken kuş
kondurmak kuş konduranın sorunudur, hevesli, ortalama ve inançlı olan yükselir. Beyaz yakalı, olduğu sınıftan daha yükseğe çıkmayı istemelidir, daha lüks arabayı alamıyorsa da içinde en lüks arabayı satın almak, en lüks arabası olanlara imrenmek, onları alabilmek için her şeyi yapabilmek arzusu olmalıdır. Marka şeyler istemeli, şehrin pahalı mahallelerine bayılmalı, hayatta hastalık ölüm gibi insan halleri yokmuşçasına davranmalıdır. Bu hırslar insana her şeyi yaptırır. İşte bu nedenle, iş yerlerinde ispiyoncular, ayak kaydıranlar, başkasının yaptığı işe sahip çıkanlar vardır. Bunları yaparsan sistem sana daha fazla ödül verebilir, kazanılacak şeyler arttıkça hunharlık ve yapılacak şeylerin sınırı, kötülük de artar. Pasta büyükse ispiyoncu daha çoktur gibi. Herkes diğerinden daha iyi olduğunu göstermeye çalışır. İş ile ilgili konular yetmiyorsa, “çalışkan ama lezbiyen” veya “geceleri içiyor” tarzı eve gittiğinde yaptığın şeyler de masaya konabilir. Yönetimde yükseldikçe stres ve kavga ve kazanılacakların miktarı artar. İnsanlıktan daha çok çıkılır. Birisini sevdiğin için değil sadece o sıradaki çıkarların için onunla yemeğe çıkmak gibi, bu ihtiyaç yok olunca bir daha o insanı hatırlamamak gibi. Bunlara “networking” ilişki yönetimi gibi kulağa hoş gelen isimler verilir. Peki birbirimizi sevmek, birlikte eğlenmek, birbirine güvenmek falan onlar nerde kaldı? Aşağılardaki beyaz yakalı daha üst düzeydekilerin daha az ezildiklerini zanneder, bu da komiktir. Çünkü üst düzeydekinin de daha üst düzeyde onu sıkıştıran bir yöneticisi vardır. En üsttekini de mal veya hisse sahibi parçalar, daha çok para kazanın diye. Bu kadar basit olan resmin herkese bulanık görülmesi de inanılmaz bir şeydir. Nasıl olur da insan özgürlüğünden vaz geçer ve bu sarmallara girer? Giriyoruz işte. Ben bu sevgisiz, insanın duygusal ihtiyaçlarını, eğlenceyi, yaratıcılığı, oyun oynamayı yok sayan, yalnızlığa, güvensizliğe ve birbirinin altını oymaya iten sistemlerin sürmeyeceğini düşünüyorum. İnsanın ruhuna iyi gelmeyen yaşama biçimleri sürmeyecek, değiştireceğiz. Kendimize soracağız “gerçekten ne istiyoruz” diye ve cevabımızdan korksak da, zaman kaybetsek de eninde sonunda kanatlarımızı artık serbest bırakacağız. Pırrr. Hülya
(*) Çalışmaktan hazetmeyen trakları bu mevzuya bulaştıranlar utansın.
gazete_03.indd 14
01.11.2012 23:19
15
Angarya Dehşete kapılmış bir tilki, dere tepe demeden var gücüyle koşuyordu. Durdurup sordular; hayrola tilki, nedir bu telaşın, niye koşuyorsun? Panik içinde, nefes nefese kalmış tilki, kaçın dedi, aklınız varsa siz de kaçın; develeri angaryaya koşuyorlar! İyi de bundan sana ne, deveye benzer halin mi var senin? Belli mi olur, dedi tilki; düzenbazın biri çıkıp şu tilki deveye benziyor dese ne olur o zaman halim? (*) Karşılıksız
iş cehennemdir hımm
gazete_03.indd 15
(Ferîdüddin-i Attâr)
zorunlu çalışma.
hemen dönerim
binki’nin fesat elemanı gene memnuniyetsiz efendim o küçük gammazı buraya gönder
01.11.2012 23:19
Doğa Dostu Bilirdik
Rüzgâr Santralleri Doğa Dostu mu? İnsan, doğa ve çevre sorununa etkisi açısından bakılırsa, zararsız bir enerji dönüşüm kaynağını göstermek hemen hemen imkânsız. Fosil ve hidrolik kaynaklı enerji elde etmenin yarattığı çevresel yıkım artık bütün olumsuzluğuyla biliniyor. Bu tür enerji dönüşümünün olumsuzlukları elli altmış yıl önce, sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkmıştı. Şimdi tüm gezegene yayıldı. Enerji olgusu sistemin kendisini de tehdit eder boyuta sıçrayınca, insan ve çevre tahribatı üzerinde daha az etkili yöntem ve kaynak arayışı başladı. Böylece, yenilenebilir enerji denilen güneş ve rüzgâr enerjisi bir alternatif olarak ortaya çıktı. Ancak, giderek artan olumsuz etkileriyle bunun da sorunsuz bir enerji olmadığı bugün daha net anlaşılıyor. Örneğin, yenilenebilir enerji alanında başı çeken, fakat pek çok problemle karşı karşıya kalan Almanya, 25000 rüzgâr türbini ve sayısız güneş panelinden yılda 35gw. enerji üretiyor. Radyoaktif atıklar ve çevre krizinin varmış olduğu boyuttan başka, RES’lere sağlanan yüz milyarlarca avroluk teşvik yüzünden Almanya, Avrupa’nın en pahalı elektriğini kullanıyor. Ne demişler: Büyük başın derdi büyük olur! Türkiye’de de, çevre dostu ve temiz enerji kaynağı diye propaganda edilen RES’ler, yerleşim alanlarının dibine kadar sokularak köy ve kırlık alanları git gide kuşatıyor. Geçimini hayvancılıktan sağlayan köylerin meraları her geçen gün bu sebeple daralıyor, yok ediliyor. Son yıllarda, özellikle Marmara ve Ege bölgesinde tarım, hayvancılık ve doğal yaşama ciddi bir tehdit de RES’lerden gelmeye başladı. Rüzgâr enerji santralleri, kesintisiz rüzgâra ihtiyaç duyduğu için genellikle çıplak ve yüksek tepelere, meralık alanlara kurulmaktalar. Ancak, enerji nakil hatlarındaki maliyetin düşürülmesi için, mümkün olduğunca yerleşim yerlerine yakın, rüzgârlı alanlar tercih edilir. Bu tepeler aynı zamanda hayvancılık ve tarımsal faaliyetlerin de sürdürüldüğü yerlerdir. Çevrelerindeki köylere uzaklıkları kuş uçumu 250-300 metre olan türbinlerin birbirinden uzaklığı, kanat çapına ve rüzgâr rejimine bağlı olarak en az 50 ile 200 metre mesafe gerektirmektedir. Her birinin kapladığı alan ise 100 metrekare civarındadır.
gazete_03.indd 16
Çevreyi ve canlıları olumsuz etkiliyor RES’lerin yol açtığı en önemli çevresel etki; büyük arazi kullanımı, gürültü, görsel ve estetik etkiler, doğal hayata ve habitata olumsuz etki, elektromanyetik alan etkisi, gölge ve titreşimler olarak sıralanabilir. Elbette bunların başında aerodinamik gürültü ve oluşturduğu manyetik alan nedeniyle yakın çevresine yaydığı radyasyon gelir. Bu nedenle köy ve yerleşim yerlerine yakın kurulan RES’ler gürültü ve radyasyon tehlikesi taşırlar. Türbinlerin yakınında cep telefonlarının çalışmadığı, Tv ve elektronik araçların olumsuz etkilendiği tespit edilmiş vakalardır. Kapladıkları arazi alanıyla otlak hayvanlarının yayılımını engelledikleri gibi, çıkardıkları aerodinamik sesle insan ve hayvan sağlığını olumsuz etkiledikleri de kesin. Öte yandan; türbinlerin oluşturduğu türbülans, yakın çevrelerinde bulunan kuş ve öteki kanatlılar için öldürücü sonuçlar doğurmaktadır. Rüzgâr türbinlerinin çok miktarda kuş ve böcek ölümlerine sebep olduğu yönünde Avrupa ve Amerika’da birçok araştırma yapılmış ve iddiaların gerçek olduğu kanıtlanmış. RES Grup Müdürü H. Yıldırım ise, bu iddiaları cevaplarken şu türden kıyaslamalar yapmakta: “Kuşlar bazen bina ve çeşitli yapılara da çarpabilirler. Rüzgâr türbinleri bunun dışında özel bir soruna neden olmamaktadır. 2001 yılında ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, 15000 türbine çarparak ölen kuş sayısı yılda 33000’dir; türbin başına senede 2 kuştan biraz fazladır. Aynı tarihte ABD’de araba çarpması ile ölen kuş sayısının ise, 60 ile 80 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamlarla mukayese edilebilecek onlarca örnek bulunabilir. Tüm bunlar gösteriyor ki ‘rüzgâr enerjisi kuşlara zararlıdır’ şeklinde bir yargıda bulunmak çok doğru değildir.” Şu kuşların yaptığına bakın! Yerküreyi kılcal damar gibi kaplayan karayollarındaki milyonlarca arabaya; demiryollarındaki binlerce trene; bitmek tükenmek bilmeyen gerilim hatlarına ve nihayet göğü kaplayan on binlerce uçağa çarpmakla niçin yetinmezler? Ve kafile kafile gelip türbin başına iki iki çarparak ölürler. Türbin başına 2 kuş! Elde var 2 ölü kuş! Bu nasıl hesap böyle? Peki, diğer 33000 ölü kuş ne oldu? Kuşa çevirmek dedikleri bu olsa gerek!
Doğa Dostu Diye Diye Meramızı Yok Ettiler Alto Holding kuruluşu olan Lodos Elektrik Şirketi, İzmir - Karaburun Yarımadası’nı adım adım kuşatıyor. Basına yansıyan haberlere göre; Karaburun köylerinde RES kurmak için iki bin tane zeytin ağacı kesildi. Karaburun’a bağlı Yayla, Küçükbahçe, Salman, Parlak ve Sarpıncık köylerinin yakınına kurulmak istenen RES, bu köylere hapis hayatı yaşatıyor. Şirket, Yayla ve öteki köylerin yamaçlarına kuracağı rüzgâr çiftliklerine, her biri 2 megavat kapasiteye sahip 60 adet rüzgâr türbini dikecek. Bu proje için Lodos Elektrik’e sadece teşvik olarak verilen meblağ yaklaşık 200 milyon dolardır. Böylesine teşvik edilmiş, kışkırtılmış, azdırılmış bunca dolar, Karaburun’daki mavi-yeşil tabiata azgın dişlilerini geçirmeyip de ne yapacak? Yayla Köyü Çevre ve Keçilerini Koruma Platformu sözcüsü Mustafa Şenbahar, RES projesinin olumsuz etkilerine ilişkin şöyle bir açıklamada bulunmuş: “Bize bugüne kadar RES’lerin doğa dostu olduğu konusunda bir yığın yalan söylendi. RES’ler hiç de doğa dostu değil. İki bin zeytin ağacımızı bir çırpıda yok ettiler. Bu nasıl bir doğa dostluğu? Köyümüz abluka altında, köyün etrafına 2 metre derinliğinde kuyular kazdılar, bu hendekler yüzünden keçilerimiz kımıldayamaz oldu. Üstelik bu santraller yüzünden artık hayvanlarımızı otlatacağımız bir meramız da kalmadı.” Sadece Yaylaköy’de 6000 baş keçi beslendiği göz önünde bulundurulursa; keçiye, zeytine, insana düşman bu doğa dostluğundan doğrusu biz de bir şey anlamadık. Anladığımız tek şey; doğa dostluğunun parayla kurulamayacağıdır.
Çine köylüleri rüzgâr santraline karşı çıkıyor Aydın’ın Çine ilçesine bağlı İbrahimkavağı köyü kansere yol açacağı gerekçesiyle köylerinde rüzgâr santrali istemiyor. Bu nedenle, yatırımcı şirket Kıroba A.Ş santralin kurulması için belirlenen bölgede inşaata başlayamıyor. Şirket, zemin etüdü yapmak için araziye üç kez ekip gönderdiği halde başarılı olamadı. Köy sakinleri, “radyasyon yayabileceği, yangınlara sebep olabileceği ve doğal dengeyi bozabileceği” gerekçeleriyle RES’e karşı çıkıyor. Zemin etüdü yapacak olan firmanın çalışanları daha önce köylüler tarafından alıkonulmuş ve ekip Mardan Tepesi’ne çıkartılmamıştı. Daha sonra jandarma eşliğinde, RES’in kurulacağı araziye giden ekip ile köylüler arasında çıkan kavga sebebiyle jandarma 7 köylüyü gözaltına almıştı. Kıroba A.Ş’nin Mardan Tepesi’ne inşa etmeyi planladığı rüzgâr santrali, 10 adet rüzgâr türbininden yılda 60 milyon kw saat elektrik üretmeyi hedefliyor. Projenin maliyeti 26 milyon Euro.
01.11.2012 23:19