AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
MAYIS 2010/05 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X144
Tecavüzcü sürüsü…
N O R
Asıl suçlu kim?
A
Ahmet Türk’e Yumruklu Saldırı:
Kır g Pra ızista AB g: Ye n: “L D“ Nü ni bir ale de nd kleer “STA vri”m R en G kim üven T-An i bitti i gö (siz laşm … a rün )lik tül Zirv sı” er… es i”
M
A
Erivan-Ankara hattında protokol krizi
PA
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
• editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN Değerli okuyucu, İşçi Sınıfının Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü 1 Mayıs'a az kaldı. İstanbul'da 1 Mayıs'ı, işçi ve emekçiler 77 katliamından sonra ilk defa gerçek anlamda Taksim Meydanında kutlayacaklar. Taksim Meydanı üzerindeki 33 yıllık yasağın kalkmasında gelinen yerde her ne kadar egemenlerin kendi aralarındaki kavganın payı da olsa esas olarak işçi sınıfının bir kazanımı olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu yılki 1 Mayıs'ın bu anlamda özel bir önemi var. Tüm okurlarımızı 1 Mayıs'ta Taksim'de olmaya ve taleplerimizi gür bir şekilde hep birlikte haykırmaya çağırıyoruz. Bu sayımız yine dolu dolu. Anayasa tartışmalarına, bu bağlamda şimdiye kadar yapılan değişikliklere ve iktidar dalaşında oynadığı rolü ortaya koyan bir makaleyi başyazı yaptık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Geçtiğimiz Nisan ayı aynı zamanda Ermeni Soykırımının 95. yıldönümü idi. Bu sayıda
bununla ilgili makale ve yapılan etkinliklerin sonuçlarını bulabilirsiniz. Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda Siirt'te yaşanan vahşete, tecavüz olayına yer verdik. Yine Mersin'den bir okurumuzun bize ulaştırdığı kadına yönelik şiddete karşı yapılan bir eylemin haberini yayınladık. Halkların Kardeşliği bölümünde Ahmet Türk'e yapılan saldırıyla ilgili ve genel olarak Kürt halkı üzerindeki baskıları teşhir eden bir yazımız var. Panorama köşemizde ise Kırgızistan'da yaşanan darbe ve hükümet değişikliğini değerlendiren “Lale devri”mi bitti… Bakiyev gitti!” başlıklı bir değerlendirmenin yanısıra Prag'da imzalanan 'START Antlaşması'nı ve “Nükleer Güven(siz)lik Zirvesi”ni ele alan yazıları okuyabilirsimniz. Yeni sayıda buluşmak ümidiyle... 29 Nisan 2010 ❦
İÇİNDEKİLER GÜNDEM
Anayasa savaşları başladı! Yeni demokratik Anayasa, devrimle kazanılacak!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Erivan-Ankara hattında protokol krizi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Asıl suçlu kim?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Azadiya Welat gazetesi çalışanı Metin Alataş ölü bulundu. . . . . . 10 Unutma mı? İnkar mı?” panelinden notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 İstanbul’da Ermeni soykırımı protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 GÜNCEL
2
PANORAMA
“Lale devri”mi bitti… Bakiyev gitti! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Yeni bir “START-Anlaşması” imzalandı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 “Nükleer Güven(siz)lik Zirvesi”nden kimi görüntüler… . . . . . . . . 21 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Nükleere inat, yaşasın hayat!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Küçük öğrenciler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 Adana’da 16 kişi gözaltına alındı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
Hasta Tutsaklara Özgürlük!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Demokratik Anayasa mitingi olaylı geçti. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Esenyurt’ta 1 Mayıs Platformu basın açıklaması . . . . . . . . . . . . . . 14
GÜNCEL
YENİ KADIN DÜNYASI
OKUR MEKTUBU
Tecavüzcü sürüsü…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 “Öldüren Sevgi İstemiyoruz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Fransa gezisinden notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
Taksim’de 1 Mayıs basın açıklaması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 144· Mayıs 2010 • ISSN 1301692X144• Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org
Yeni demokratik Anayasa devrimle kazanılacak!
M
art ayının ikinci yarısından bu yana siyasi gündemi AKP’nin yeni Anayasa değişikliği paketi belirliyor. 1982 Anayasasının toptan değiştirilmesi, AKP’nin gerek parti programında, gerekse seçim propagandalarında hep yeniden gündeme getirdiği bir talep idi. Fakat bugüne kadar bu toptan değiştirme, yeni bir Anayasa yapma yerine hep mevcut Anayasada kimi değişiklikler yapma yolunu seçti. 2007 Temmuz seçimlerinin hemen ertesinde kendi içinde tartıştığı ve medyaya da sızdırılan yeni Anayasa önerisi, derhal
Kemalist muhalefetin büyük tepki ve direnişi ile karşılaştı, AKP yeni Anayasa projesini geri çekti. Cumhurbaşkanlığı seçimi, referandum, MHP ile birlikte yapılan üniversitelerde türbanın yolunu açan Anayasa değişikliği, bunun Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi, kapatma davası, Ergenekon davası vb. siyasi gelişmeler Anayasa konusunda tartışmaları geri attı, unutturdu. Son dönemdeki kimi siyasi gelişmeler, öncelikle de AKP’ne yönelik yeni bir kapatma davası olasılığının açıkça konuşulmaya başlanması; askerlere
gündem
Anayasa savaşları başladı!
3
gündem
sivil yargı yolunu açan yasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi’nden geri dönmesi; yüksek yargının AKP’nin yasama ve yürütmedeki ağırlığını hiçe sayan kararları AKP’nin iktidar savaşında Anayasada kendine uygun değişiklikleri gündemin birinci maddesi haline getirmesini tetikledi. Zamanlamada Anayasa değişikliği talebine AB’nin, ABD’nin de sıcak baktığı uluslararası konjonktür de rol oynuyor. 30 Mart’ta 30 maddeden oluşan Anayasa değişiklik paketi Meclis Başkanlığına sunuldu. Anaya-
sa Komisyonu’ndan hararetli tartışmalar ertesinde AKP’nin kabul oyları ile geçerek Meclis Genel Kurul’una geldi. Sert tartışmaların, kavgaların, küfürlerin, taktik savaşlarının yaşandığı Meclis oturumlarında, bu yazının yazıldığı an itibariyle 22 madde kabul edildi. Anayasa değişikliği gerçekte kimin işine yarıyor?
4
Anayasa değişikliği paketi AKP açısından siyaseten iyi düşünülmüş, iyi zamanlanmış bir hamle.
Bu Anayasa paketi ile AKP Ocak ayından bu yana Türkiye’de siyasi gündemi ve tartışmaları net olarak belirliyor ve istediği gibi de yönlendiriyor. 2011 yılı seçim yılı. AKP için bu seçimler 8 yıllık hükümetin yıpranması ve Türkiye’nin bütün emperyalist/kapitalist dünya ile birlikte yaşadığı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en derin mali ve ekonomik krizin kitleler gözündeki “siyasi sorumlusu” olarak gireceği bir seçim. İktidar yürüyüşünü sürdürebilmesi için bu seçimlerden de - mümkünse tek başına hükümet çıkartabilecek bir çoğunlukla- kazanarak çıkması gerekli. Bu arada fakat önümüzde olan 1 yılı aşkın süre içinde AKP’nin yolunu bekleyen tehlikeler var. Anayasa Mahkemesi 10’a bir kararla AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” tespitini yapmış durumda. Her an yeni bir kapatma davası açılabilir ve belirli öne çıkan siyasetçilere yasak getirilebilir. Aslında hükümetin Ergenekon davasına (onun ardılları Kafes, Sarıkız vb.) verdiği güçlü siyasi destek, yerleşik bürokratik elit iktidarı açısından AKP’yi ne olursa olsun ve en kısa zamanda hükümetten uzaklaştırılması gereken bir parti haline, “devlet” için, “cumhuriyet için” -Siz kendi iktidarları için okuyun- en birincil tehdit haline getiriyor. Bu durumda AKP açısından “demokratikleştirme” silahına sarılmak, bu silaha sarılarak varlığını garanti altına almaya çalışmak çıkış yolu olarak görünüyor. AKP bu tavırla dışta da Türkiye de “sivilleşme”, “demokratikleşme” talepleri getiren emperyalist güçlerin desteğini de arkasına alıyor. AKP seçimleri öne almak istemiyor, hükümet olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanmak istiyor. Fakat diğer yandan seçimlere kadar olan dönemde de yasaklanma gibi bir kazayla karşılaşmak da istemiyor. O zaman yapılacak iş toplumun geniş kesimlerinde oluşmuş olan demokratik yönde değişiklik, istek ve taleplerine sahip çıkar görünen bir projeyle ortaya çıkmak, bu “demokratikleşme” projesinin içine, bunun bir parçası da olarak kendisinin yasaklanması ve hükümet etmesinin önünün kesilmesi imkânlarını kısıtlayacak tedbirleri yerleştirmektir. AKP’nin Anayasa değişiklik paketinde yapılan budur. AKP’nin Anayasa değişiklik paketinde burjuva demokrasisi anlamında bir dizi –relatif- demokratikleşme adımı vardır, fakat AKP açısından hayati önemde olan, olmazsa olmaz değişiklikler parti yasaklanması davası açılmasını meclis iznine bağlayan değişiklik ve yüksek yargının egemenliğini kırmaya yönelik ve askerlerin sorgulanamaz iktidarını kırmaya yönelik değişiklikler. AKP hazırladığı paketle meclisteki mu-
randuma götürüldüğünde, Anayasa Mahkemesi’nde dava açılabileceğini, dava açılması halinde Anayasa Mahkemesi’nin yasayı “hukuk devleti“ ilkesine aykırı olması nedeniyle iptal edeceğini, karar referandum öncesinde çıkarsa referandumun yapılmayabileceğini savunuyor. Olmaz olmaz demeyin! Burası Türkiye! Ve Türkiye gerçekte guguk devletidir! Eğer referandum guguk yoluyla engellenemezse ve referandumda evet oyları hayır oylarından fazla çıkarsa, bu kez referandum sonucunun iptali için -hukuk devleti ilkesine aykırılıktan vb.- dava açılması da bir olasılıktır. Bu da kimseyi şaşırtmamalıdır.
gündem
halefeti kelimenin tam anlamıyla köşeye sıkıştırdı, sıkıştırıyor. Şimdiye kadar kabul edilen maddelerde olduğu gibi AKP değişiklik taslağının tamamının 330-340 aralığında bir oyla yasalaşması en muhtemel sonuçtur. Böyle bir sonuç ise, bu değişiklik paketinin halkoyuna sunulması anayasal zorunluluğunu beraberinde getirir. AKP’nin istediği tam da budur. Tek başına AKP’nin savunduğu bu Anayasa değişiklik taslağı paketinin referanduma götürülmesi halinde, referandumdan ne sonuç çıkarsa çıksın, AKP’nin kaybedeceği bir şey yoktur. AKP’nin Anayasa değişikliği taslağına referandumda çıkacak evet oyu, her halükarda seçimlerde çıkacak oyun üzerinde olacaktır. AKP’nin neredeyse tek başına evet oyu istediği bir referandumda Anayasa değişikliği için verilen ve AKP’nin normal oylarının üzerinde olacak olan oylar, AKP tarafından kendisi için verilmiş oylar olarak gösterilecek, AKP olduğundan güçlü görünerek, “güçlenerek“ çıkacaktır referandumdan. Referandumda evetlerin, hayırlardan fazla olması halinde, bu AKP’nin bütün muhalefete rağmen “zaferi“ olarak onun hanesine yazılacaktır. AKP bu durumda halkın çoğunluğunun kendi yanında olduğunu, diğer partilerin tümünün bir AKP etmediğini göğsünü gere gere anlatabilecektir. Tersi bir durumda da -ki andaki kamuoyu yoklamaları farkın çok büyük olmayacağını, her iki sonucun da mümkün olduğunu gösteriyor- AKP, “biz Türkiye’nin demokratikleştirilmesi yönünde bütün gücümüzle elimizden geleni yaptık, fakat ne yazık ki halkımıza yeterince anlatamadığımız için, sonuçta önerimiz reddedildi. Halk konuştu, halk neylerse güzel eyler!“ deyip işine bakacak ve herhalde % 45-50 bantında oynayacak oyları AKP oyu olarak gösterecektir. Kısacası Anayasa değişikliği için referandum AKP açısından her durumda kazanacağı bir oyundur. Hal böyle olduğu için CHP ve MHP Referanduma gidilmesinden yana değildir. Şimdi somut olarak referandumu engellemenin bir yolu olarak, Anayasa değişiklik paketi meclisten çıktıktan sonra, Anayasa gereği referanduma götürüldüğünde, referanduma kadar geçen süre içinde Anayasa Mahkemesi’ne gidilmesinin mümkün olup olmadığı tartışılıyor. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı, Kemalistlerin akıl hocası Sabih Kanadoğlu ve kimi CHP gugukçuları bunun mümkün olduğunu, yasa meclisten çıkıp, Cumhurbaşkanı tarafından refe-
Referandumda doğru tavır ne olmalı? AKP’nin Türkiye’nin demokratikleştirilmesi yönünde önemli bir adım olarak sunduğu Anayasa değişiklik taslağı, bir bütün olarak ele alındığında, bugün de Türkiye’nin Anayasası olan 1982 Anayasasında şimdiye kadar yapılmış olan ve bu Anayasanın şu veya bu noktasında ufak tefek düzeltmeler anlamına gelen düzeltmelerin bir devamıdır. Bu taslak bu bağlamda şimdiye kadar yapılan düzeltmeler içinde en kapsamlısıdır. Ancak 1982 Anayasasının temeli korunmaktadır. Anayasanın parçası olan ırkçı-faşist başlangıç bölümü; ırkçı/Türkçü vatandaşlık tanımı, ırkçı “ülkesi ve milletiyle bölünmezlik” ilkesi; ırkçı tek- devlet dili ilkesi, değiştirilmesi teklif bile edilemez “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” ilkesi ve AKP’nin iktidar yürüyüşünde 1982 Anayasasında yer alan ve bugün AKP’nin işine yarayan maddeler (örneğin Adalet Bakanının ve müsteşarının HSYK doğal üyesi olması, Bakanın kurumun başkanı olması vb) aynen korunmaktadır. Bu yüzden 1982 Anayasasına göre “ehven-i şer” olan düzeltmelerin demokratik bir Anayasa yönünde atılmış büyük adımlar vb. olarak gösterilmesi sahtekârlıktır. AKP Anayasa değişikliğini öncelikli olarak kendi iktidar yürüyüşünde, kendine yönelik guguksal tehlikeleri bertaraf etmek -Parti kapatılmasının zorlaştırılması ile ilgili değişiklik- ve bugün iktidar yürüyüşünün önünde siyasi bir tavırla engel konumunda olan yüksek yargının etki alanını sınırlandırmak, egemenliğini kırmak -Anayasa Mahkemesi, HSYK yapısı ile ilgili değişiklikler- ve Askeri egemenliği geriletmek -YAŞ kararlarına yargı yolu, sivillerin Askeri Mahkemelerde yargılanmasının önünün kapatılması, darbecilere sivil yargı vs.- için getirmektedir. AKP için bu konulardaki Anayasa değişiklikleri “demokratikleşme” paketinin olmazsa olmazlarıdır. AKP
5
güncel 6
için 30 maddelik değişiklikler içinde iktidar mücadelesi açısından en önemli maddeler bunlardır. “Demokratikleşme” AKP açısından, AKP’nin hükümet olmaktan iktidar olmaya yürümesidir. AKP kendine “demokrat” tır! AKP’nin getirdiği değişiklik paketi konusunda, tartışmalarda kabaca toplandığında ortaya çıkan üç temel tavır var: 1.AKP Anayasa değişiklik taslağına destek tavrı: AKP’nin egemen olduğu, AKP deyimiyle “muhafazakar demokrat”lar, AKP yanlıları dışında; “liberal” aydınların bir kesimi de bu cephe içinde yer alıyor. Medyanın bir bölümünde oldukça etkin olan bu kesim, “evet getirilen değişiklikler yeterli değildir, evet Türkiye’ye yeni bir Anayasa lazımdır, evet bu Anayasa değişiklik taslağı aceleye getirilmiştir” vs. Fakat bugün Türkiye’nin önündeki gerçek sorun bürokratik –askeri oligarşinin geriletilmesidir ve Anayasa değişiklikleri bu yönde atılmış adımlardır, desteklenmelidir tavrı içinde. Yani her zaman olduğu gibi kötünün içinde daha az kötüyü, kötünün iyisini tercih etmeye çağrı yapıyorlar. Bu kesimin olası bir referandumda tavrı Anayasa değişiklik paketine evettir. Bu referandumda, evet fakat aynı zamanda ve öncelikle egemenler arasında iktidar savaşında AKP’nin iktidar yürüyüşüne destek anlamına gelecek bir evettir. 2. AKP Anayasa değişiklik taslağını, bu demokratikleştirme değil, kötüleştirmedir gerekçesiyle reddeden cephe: CHP+MHP+yüksek yargı+ medyanın postal yalayıcı kesimi + bu kesimin sivil toplum kuruluşları cephenin unsurları. Bu cephe 30 maddelik değişiklik taslağının yerleşik bürokratik-Kemalist iktidar kesiminin egemenliğini sınırlayan, kıran 3 maddesi üzerine yoğunlaşıyor. AKP’nin Türkiye’yi “Tek parti/kişi diktatörlüğüne” -Şeriat öcüsünün yerini şimdilerde tek parti /kişi diktatörlüğü,“sivil vesayet” vs. öcüsü aldı- sürüklediği; “hukuk devleti”, “ kuvvetler ayrılığı” ilkelerini yok ettiği; yargıyı kendine bağlayarak yargı bağımsızlığını yok ettiğini söyleyerek, cumhuriyetin, devletin tehlikede olduğunu anlatıyorlar. Aslında tehlikede olan yerleşik bürokrat Kemalist elitin egemenliği! Söz konusu 3 maddede de getirilen değişiklikler de gerçekte 1982 Anayasasına göre burjuva demokrasisi ve burjuva hukuku açısından gerileme, kötüleştirme değil, düzeltme, iyileştirme anlamına gelen değişiklikler. Bu kesim aslında AKP’den çok daha fazla 12 Eylül Anayasasının korunmasından yana. Olası bir referandumda bu kesimin tavrı açıkça “hayır” olacaktır. Referandumda
hayır aynı zamanda 1982 Anayasasının değiştirilmek istenen maddelerinin sürdürülmesine evet anlamına gelen bir tavırdır. 3. Bu iki cephede yer almayı reddeden, Türkiye’nin “Anayasal” sorununun ancak 1982 Anayasasını ortadan kaldıran “yeni bir Anayasa” ile çözüleceğini söyleyen kesim. Bu kesimin fakat büyük bir bölümü böyle bir yeni ve demokratik Anayasanın bugünkü sistem içinde ve bugünkü siyasi aktörlerle olamayacağını görmüyor, kavramıyor. Yeni Anayasa mücadelesinin, aynı zamanda devrim mücadelesi olarak yürütülmesi gerektiğini görmüyor, kavramıyor, söylemiyor. “Yeni Anayasa”cıların küçümsenmeyecek bir bölümü, yeni Anayasa sorununu “ toplumsal uzlaşma” için daha fazla, daha katılımcı, daha geniş bir tartışma, “aceleye getirmeme” sorunu olarak görüyorlar. Türkiye’ye yeni bir Anayasa gerek, bu Anayasa taslağı Türkiye’nin demokratik Anayasa talebine cevap değil tavrı takınanların olası bir referandumda takınmaları gereken tavrın mantıken boykot tavrı olması gerekir. Fakat bugün bu tavrı takınanların büyük bölümünün yarın referandum gündeme geldiğinde, karşı olduklarını söyledikleri iki cephenin birinde yer almaları da kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü bunların çok önemli bölümü için oy vermek en önemli vatandaşlık görevidir. Referandumda hayır oyu aynı zamanda 1982 Anayasası olduğu gibi – en azından şimdilik kaydıylakalsın oyudur. Referandumda evet oyu ise, öncelikli olarak AKP’nin iktidar yürüyüşünde ona verilmiş destek oyudur. Halin bu olduğu durumda sınıf bilinçli işçilerin, devrim isteyen insanların, gerçekten demokratik bir ülke isteyen insanların takınacağı tek tavır vardır: Referandumu boykot etmek! Bu tavır egemen sınıfların iktidar mücadelesinde bizi kuyruklarına takma çabalarına hayır demektir. Hayır! Biz ne 1982 Anayasası/ ne de 1982’nin temelini koruyup demokratlaştırıyorum diyen 2010 AKP Anayasasından yanayız. Biz işçilerin köylülerin, tüm emekçilerin iktidar olduğu, halkın iktidar olduğu demokratik bir ülkenin demokratik Anayasasından yanayız. Bu Anayasa da ancak devrimle kazanılacak bir Anayasadır. Gerçek demokratik bir Anayasa kapitalist sistem içerisinde gerçekleşemez. Demokratik Anayasa için mücadele devrim mücadelesi olarak yürütmek zorundadır. 27 Nisan 2010 ✓
Protokol parlamentoya sevk edilmişti, fakat komisyonda bekletiliyordu. CHP ve MHP protokolün komisyondan da derhal geri çekilmesini, protokolün komisyonda bekletilmesinin “ülkenin menfaatlerine aykırı” olduğunu ve bunun aslında soykırımı kabul etmek anlamına geldiğini vs. savundular.
24
Nisan’a bir gün kala Ermenistan hükümeti, Türkiye ile Ermenistan arasında 10 Ekim 2009’da imzalanan, iki ülke arasında sınırların ve karşılıklı diplomatik temsilciliklerin açılması ile 1915 olaylarına ilişkin bir 'Ortak Tarih Komisyonu' kurulmasını da içeren protokolü tek taraflı olarak askıya aldığını açıkladı. Açıklama şöyle: "Ermenistan tarafının yapıcı çabalarına ve uluslararası toplumun beklentileri, sürekli olarak Türk politikasının ortaya koyduğu önkoşullarla yüz yüze kalıyor. Bu da protokollerin onaylanması sürecini çıkmaza sokuyor. Ulusal meclisteki siyasi çoğunluk, Türk tarafının, özellikle de Başbakan Erdoğan'ın, protokollerin onay sürecinin doğrudan Yukarı Karabağ ve Azerbaycan sorunuyla bağlantılandıran son günlerdeki açıklamalarının kabul edilemez olduğu görüşündedir.” Açıklamada ayrıca, “Türkiye önkoşul konulmadan protokollerin görüşülmesine hazır olduğunu bildirene kadar, protokollerin onay sürecinin askıya alınması ve meclis gündeminden çıkarılmasının gerekli olduğu” kanısı da vurgulandı. Başbakan Erdoğan bu tavrı, “kendileri bilir”, “uluslararası hukukta ahde vefa ilkesi çerçevesinde çalışmaların süreceği” şeklinde değerlendirdi. Ermenistan ve Türkiye’de gerginlikten yana olan kesimler, protokol imzalanır imzalanmaz “vatan hainliği”, “çıkarların satılması” vs. yaygarasını bastılar. Türk tarafının azgın ırkçıları hemen Dağlık Karabağ sorununda - Ermenilerin çekilmesi yoluyla- ilerleme sağlanmadan bu protokolün imzalanmasını, “Azeri kardeşlerimiz” e ihanet olduğu yaygarasını bastılar. AKP Hükümetinin bu protokolü imzalamakla, Türk ulusunun çıkarlarına ihanet ettiği propagandasını yaparak bu protokolün Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden parlamentoya getirilmemesini talep ettiler.
Bu arada Azerbaycan da gaz fiyatlarını yükselterek ve Rusya ile anlaşmalar yaparak, Türkiye’ye tepkisini koydu. Başbakan Erdoğan Azerbaycan’ı ziyaret ederek, Dağlık Karabağ sorununda “ilerleme sağlanmadan” bu protokolün parlamentoya getirilmeyeceği sözünü verdi. Irkçı muhalefet böylece Türkiye’de meyvesini verdi. Ermenistan’da da -en başta da tabii diasporada- hükümetin soykırıma hiç değinmeyen bir belgeyi imzalaması muhalefet tarafından “vatana ihanet”, “ulusal çıkarların peşkeş çekilmesi” vs. olarak adlandırıldı. Muhalefet protokolü Anayasaya aykırılık suçlaması ile Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nden her ne kadar Anayasaya aykırılık kararı çıkmadı ise de, 12 Ocak’ta açıklanan kararda bu belgenin parlamentoda onayı için sınırların açılmış olması ve 1915’deki olayların soykırım olarak ifade edilmesi şart koşuldu. Bu ön şartlar yerine getirilmeden protokolün bu haliyle meclis kararı haline getirilmesinin Anayasaya aykırı olacağı açıklandı. Bu karara göre aslında protokolün bu haliyle Ermenistan parlamentosundan geçmesi iyice zorlaşmış oldu. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin12 Ocak kararını Türk ırkçıları da, aşırı Ermeni milliyetçileri de sevinçle karşıladılar. Öyle ya protokolün yürürlüğe girmesi için gerekli olan parlamento onayının önü önemli ölçüde kapanmış oluyordu. Türk ırkçıları, protokolün parlamentodan derhal geri çekilmesi talebini getirdi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen ve MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, Ermenistan Anayasa Mahkemesi'nin kararının ardından Ermenistan'la imzalanan protokollerin derhal Meclisten geri çekilmesini istedi. Protokol parlamentoya sevk edilmişti, fakat komisyonda bekletiliyordu. CHP ve MHP protokolün komisyondan da derhal geri çekilmesini, protokolün komisyonda bekletilmesinin “ülkenin menfaatlerine aykırı” olduğunu ve bunun aslında soykırımı kabul etmek anlamına geldiğini vs. savundular. Erivan’daki gelişmeye Türk Dışişleri Bakanlığı da diplomatik yoldan sert tepki verdi. Yapılan bir yazılı açıklamayla, imzada varılan mutabakat hatırlatıldı ve “ahde vefa” talep edildi. Tabii bu ahde vefanın Başbakanın Bakü ziyaretinde şarta bağlanarak unutulduğu, unutuldu bu talep getirilirken. Buna karşı Ermenistan’da iktidardaki Cumhuriyet Partisi'nin Parlamento Grubu Sekreteri Eduard
✌ halkların kardeşliği için
Erivan-Ankara hattında protokol krizi
7
✌ halkların kardeşliği için 8
Şarmazanov, Türk Dışişleri Bakanlığı'nın Ermenistan Anayasa Mahkemesi'nin gerekçeli kararıyla ilgili açıklamasının, 'Türkiye tarafının protokollerin imzalanmasını geciktirmek için aradığı yapay neden' olduğunu iddia etti. Ermenistan Demokrat Parti lideri Aram Sarkisyan da, Anayasa Mahkemesi'nin Türkiye ile imzalanan protokollerle ilgili kararının, 'Ermeni Dışişleri Bakanlığı'nın hatalarını düzelttiğini' söyledi. Mart ayında ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’nda 1915 de yaşanan olayların soykırım olduğunu açıklayan bir kararın – bir oy farkla- alınması Türk ırkçılarının yelkenlerine biraz daha rüzgar taşıdı. Türkiye’de yaşanan soykırım konusunda karar almak ve bunu mahkum etmek herhangi bir emperyalist ülke parlamentosunun işi değildir. Bu konuda alınacak emperyalist ve gerici parlamento kararları, aslında Türkiye’de yaşayan Ermeni olmayan milliyetlerden halkların, en başta da Türk halkının vicdanında mahkum edilmesi gereken bu soykırımın kabul ve mahkum edilmesinde belirleyici bir rol oynamıyor. Buna rağmen sonuçta alınan bu konudaki kararlar önce Türk egemen sınıfları tarafından red edilen bir tarihi gerçeğin ifadesi – bunu ifade edenlerin amaçları halkların kardeşliği vs. olmasa da ve bu kararı alan parlamentoların hemen her birinin kendi tarihlerinde mahkum edilecek epey olay olduğu gerçeği vb. bunu değiştirmiyor- ve bu kararlar sorunu gündemde tutarak, tartıştırıyor. Bu tartışmada ırkçılar “onlar kendine baksın” diyerek, daha azgın bir biçimde Ermeni düşmanlığı silahına sarılıyor. Nitekim ABD parlamentosundan karar çıktıktan sonra yine “protokol meclisten derhal geri çekilsin” talepleri yükseldi. Türk egemenlerini çok kızdıran ve engellenmesi Türk diplomasisinin ve Türk lobiciliğinin temel çalışma alanlarından biri olan ulusal parlamentolardan çıkan Ermeni soykırımını tanıma ve mahkum etme kararları yeni değil. Bugüne kadar bu konuda karar almış ülke parlamentoları ve karar alış tarihleri şöyle: RUSYA: Önce 1995’te, sonra da 2005’te soykırımı kabul etti. KANADA: 1996, 2000 ve 2004’te gündeme geldi ve her üçünde de kabul edildi. YUNANİSTAN: 1996’ta soykırımı tanıdı. LÜBNAN: 1997 ve 2000’de soykırımı tanıdı. BELÇİKA: 1998’de tanıdı. İTALYA: 2000’de Ermenilere yönelik soykırım yapıldığını kabul etti.
İSVEÇ: 2000 yılında onayladı. Mart 2010’da ise parlamento, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarının tanınmasını öngören karar tasarısını kabul etti. VATİKAN: İtalya ile aynı yıl içinde, 2000’de kabul etti. FRANSA: 2001’de tanıdı. İSVİÇRE: Soykırım iddialarını 2003’te kabul etti. SLOVAKYA: 2004’te, HOLLANDA: 2004’te kabul etti. POLONYA: 2005’te, ALMANYA: 2005’te kabul etti. VENEZÜELLA: 2005’te, LİTVANYA: 2005’te kabul etti. ŞİLİ: 2007’de, URUGUAY: 1965, 2004, 2005 olmak üzere üç kez Ermeni soykırımı iddialarını kabul etti. KIBRIS CUMHURİYETİ (Rum Kesimi): 1982 yılında soykırım iddialarını kabul etti. ARJANTİN: Ermeni soykırımını tanıma tasarısı 1993, 2003, 2004, 2005, 2006, 2007’de gündeme geldi ve hepsinde de kabul edildi. GALLER ve KUZEY İRLANDA: Ocak 2010’da İngiltere Parlamentosu’ndaki üyelerinin oyçokluğuyla kabul etti. ABD : Parlamentosunda 2010 martında karar alındı. Görüldüğü gibi liste oldukça uzun, ve bu liste daha da uzayacaktır. Bu liste içinde yer alan ülkelerden Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olanların parlamento kararları pratik siyaset açısından hiçbir anlamı olmayan, hükümetlere herhangi bir yükümlülük getirmeyen sembolik kararlar olarak kalmaktadır. Türkiye ile zaten fazla bir alış verişi olmayan ülkeler için bu kararlar en baştan sembolik niteliktedir. Buna rağmen bu kararlar Türk egemen sınıflarını kızdırmakta, hükümetler bu kararların alınmaması için milyonlarca dolar dökerek lobi faaliyeti yürütmekte, sonra aslında pratikte değeri olmayan boykot tehditleri, diplomatik ilişki kesme tehditleri vb. savrulmakta, bir süre sonra –yeni bir karara kadar- sular durulmaktadır. Bu konuda esas sorun, Hrant Dink’in hep vurguladığı gibi, 1915 olaylarının, Ermeni soykırımının öncelikle Türk halkının vicdanında mahkum edilmesidir. Bunun için bu sorunun belgelere dayalı olarak öğrenilmesi, bilinmesi, bu konuda yürütülecek ve egemenlerin resmi tarihinin yalanlarını ortaya koyacak bir aydınlatma çalışması, ülkelerimiz açısından çok önemlidir. 24 Nisan 2010 ✓
Asıl suçlu kim? M
uş’un Bulanık ilçesinde yaşanan olayların davasının görüldüğü Samsun’a davayı izlemeye giden Ahmet Türk, Adliye çıkışında bir kişinin yumruklu saldırısına uğradı. Henüz olayın üzerinden fazla zaman geçmeden yapılan resmi açıklamalarda olay “münferit” olarak gösterilmeye çalışıldı. Tıpkı daha önce Hrant Dink’in katledilmesi olayında olduğu gibi. Devlet yetkilileri adeta bir suçluluk psikolojisi içerisinde suçu kendi üzerlerinden atma gayreti içerisine giriyorlar. Saldırıyı 'bir kişinin bir kişiye saldırısı' olarak göstererek, saldıranın arkasında kışkırtmalarıyla ve saldırılarıyla devletin olduğunu ve saldırıya uğrayanın tüm Kürt halkı ve Kürt halkının özgürlük istemini savunanlar ve destekleyenler olduğunu gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Evet, “suçun büyüğü kimde” diye sormak gerekir, özgürlüğünden ve demokratik haklarından başka bir şey istemeyen Kürt halkının üzerine tüm devlet güçleriyle saldıranlar ve Kürt halkının yasal zeminde barış için mücadele veren temsilcilerini “PKK destekleyicileri” olarak hedef gösteren yöneticiler mi, yoksa bu kışkırtmalardan da güç alarak gösterilen hedefe saldıranlar mı? Sorun güvenlik sorunu mu? İki polis memurunun açığa alınmasıyla ve Samsun Emniyet Müdürü Muzaffer Erkan'ın geçici olarak merkeze alınmasıyla olay basit bir güvenlik sorununa indirgenmeye çalışılıyor. Olayın münferit olmadığı ve sadece bir takım güvenlik açıklarından kaynaklanmadığı, tam tersine bilinçli ve planlı gerçekleştirildiği ayan beyan ortadaydı. Ahmet Türk’ün taburcu olduktan sonra yaptığı açıklamalarda saldırının planlı yapıldığı kesinlik kazandı: “Ben açıklamamı yaparken onu gördüm. O sırada polislerin arasında bağırıyordu ve biryerlere bakıyordu. Sanki bir yerlerden işaret bekliyordu. Konuşma esnasında bana müdahale etmedi. İşareti aldıktan sonra arabaya yöneldiğim sırada üzerime saldırdı.” Adliye’ye girerken polislerin kinli bakışlarını Ahmet Türk şöyle anlattı: “Polisler bize ters ters bakıyorlardı. İçeri girerken
selam verdik selamımızı almadılar. Olmaz. Böyle olmaması lazım.”
✌ halkların kardeşliği için
“Münferit” saldırılara bir yenisi daha eklendi
Protestolar her yerde Ahmet Türk şahsında asıl saldırıya uğrayan Kürt halkı haklı ve meşru tepkisini sokaklara çıkarak gösterdi. On binlerce insan, İstanbul, Hakkari, Van, Muş, İzmir, Erzurum, Şanlıurfa, Mersin, Diyarbakır vb. birçok ilde sokağa çıkarak olayı kınadılar. Onbinlerce insanın katıldığı Diyarbakır mitinginde konuşma yapan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş şunları söyledi: “Bizim Samsun halkıyla, Karadeniz halkıyla, Türk halkıyla bir sorunumuz yok. Bizim faşizmle, ırkçılıkla sorunumuz var. Bu halk faşizmin alasını gördü. Sizin yaptıklarınız, tarih boyunca bu halka çektirdikleriniz, bu devlet politikasıyla halkın üzerinde estirdiğiniz terör, yetti artık. Sabrımız kalmadı, artık bunun anlaşılması lazım.” ‘Sabrımız taşarsa, Karadeniz de, Ege de Marmara da taşar’, ‘Siyasal soykırıma hayır’, ‘Operasyonlar durdurulsun, siyasi tutsaklar serbest bırakılsın’ yazılı pankartların taşındığı mitingde konuşmasını sürdüren Selahattin Demirtaş, geçen yıl 14 Nisan’da düzenlenen KCK operasyonlarında partililerin gözaltına alınıp tutuklanmasını da sert bir dille eleştirdi. Kürt halkı üzerindeki baskılara son! Ahmet Türk şahsında Kürt halkına ve onun özgürlük istemlerine karşı yapılan ırkçı faşist saldırıyı ve bu saldırının asıl suçlularını kınıyoruz. Kürt halkının haklı ulusal ve demokratik talepleri kabul edilsin. Bütün okurlarımızı ve dostlarımızı, Kürt halkının haklı özgürlük mücadelesine destek vermeye, Kürt halkının gerçek kurtuluşu için devrim ve sosyalizm saflarında örgütlenmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz. Unutmamalı ki Ulusal Sorun’un gerçek çözümü ancak ve ancak işçi sınıfı önderliğindeki demokratik devrimle mümkün olacaktır. Yaşasın Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı! 15/04/2010 ✓
9
✌ halkların kardeşliği için
Azadiya Welat gazetesi çalışanı Metin Alataş ölü bulundu lerin tarafından Adana Adli Tıp morgundan alınan cenaze konvoyla Dağlıoğlu Demokrasi Kültür Evi'ne getirildi. Yürüyüş boyunca esnafında kepenk kapatarak katılması ile birlikte cenazeye yaklaşık 20 bin kişi eşlik etti. Metin Alataş'ın tabutuna yol boyunca karanfiller atılırken, Azadiya Welat gazetesi ve Musa Anter ile haber izlerken geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitiren Gündem gazetesi muhabiri Volkan Eryiğit'in fotoğrafları da taşındı. Küçük Oba Mezarlığı’na kadar yaklaşık 7 km taşınan Metin Alataş’ın cenazesi camide yıkandıktan sonra, cenaze namazı kılındı. Cenaze "Şehid namırın" sloganları eşliğinde defnedildi. Törende konuşan BDP Adana İl Başkanı Zeki Karataş ve Azadiya Welat temsilcisi Ali Kalik, Metin Alataş’a 3 ay önce saldırılmasını hatırlatarak, ölümünün sıradan bir ölüm olmadığını belirttiler. ***
A
10
zadiya Welat gazetesinin Adana bürosu çalışanı Metin Alataş (34), bir portakal ağacına asılı halde bulundu. Gazete dağıtımı yaptığı mahalleden saat 14.00 sıralarında ayrıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Metin Alataş, Hadırlı Mahallesi’nde bulunan bir portakal bahçesinde ağaca asılı halde bulundu. Alataş'ın cenazesi polisin ve savcının incelemesinin ardından Adana Adli Tıp Kurumu'na kaldırıldı. Metin Alataş'ın babası Bekir Alataş, oğlunun herhangi bir sorununun olmadığını belirterek, öldürülmüş olduğunu söyledi. Metin Alataş daha önce de sivil bir otomobilden inen 5 kişinin saldırısına uğramış ve hastanelik edilmişti. Metin Alataş’ın cenazesi 20 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş ile defnedildi. Ailesi, Azadiya Welat gazetesi yöneticileri, BDP İl Başkanı Zeki Karataş, İHD Yöneticileri ve DYG üye-
7 Nisan günü de bir araya gelen devrimci/muhalif basın temsilcileri yaptıkları basın açıklaması ile Metin Alataş’ın öldürülmesini ve basın üzerindeki baskıları protesto ettiler. İnönü Parkı’nda saat 13.30’da toplanan basın temsilcileri “Özgür Basın Susturulamaz”, “Yargılı-yargısız infazlara hayır!”, “Katil devlet hesap verecek”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Bedel ödedik bedel ödeteceğiz.” sloganları atarak Azadiya Welat, Rojev gazetelerini ve Metin Alataş’ın fotoğraflarını taşıdılar. Yapılan açıklamada Metin Alataş’ın iddia edildiği gibi intihar etmediği, intihar edecek biri olmadığı, cesedin yeterince incelemede bulunulmadan Adli Tıp Morguna kaldırıldığı açıklanarak, Alataş’ın öldürüldüğü belirtildi. Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi’nin de katıldığı basın açıklamasından sonra grup taziye evine gitti. Devrimci/muhalif basın üzerindeki baskılara son! Baskılar bizi yıldıramaz! 07.04.2010 YDİ Çağrı / Adana ✓
Soykırımın mimarlarından Talat Paşa’nın tuttuğu çetele, Ermeni nüfusunu az gösterse de soykırım konusunda önemli bir belgedir. Çeteleye göre 1 milyon 250 bin Ermeni nüfustan, 800 bin Ermeni yok edilmiştir.
E
rmeni soykırımının 95. yılında, 25 Nisan’da Güney Kültür Merkezi’nde; “1915 yılında ne oldu? Unutma mı? İnkar mı?” konulu bir panel düzenlendi. Sunum yapan arkadaş konuşmasında şu önemli noktalara değindi: *Her 24 Nisan öncesinde egemenler ABD devlet Başkanı’nın yapacağı 24 Nisan açıklamasında soykırım kelimesini kullanıp kullanmayacağına kilitleniyor. Bu yıl Obama soykırım kelimesini kullanmayarak egemenleri rahatlattı. Oysa Obama’nın kullandığı “büyük felaket” kelimesi, Ermenilerin 1915 yılında yaşadıkları soykırımı ifade etmek için kullandıkları bir kavramdır. *Ermenistan Hükümeti 10 Ekim 2009’da imzalanan Ermenistan-Türkiye protokolünü tek taraflı olarak askıya aldığını açıkladı. Gerginlikten yana olanların, ırkçıların istediği oldu. *24 Nisan’ın soykırımın başlangıç günü olarak kabul edilmesinin nedeni, 24 Nisan’da İstanbul’da 220 Ermeni aydının tutuklanarak Çankırı ve Çorum’a gönderilmeleridir. 220 aydından sadece tek bir kişi –müzisyen Gomidas- kurtulmuştur. *Soykırımın mimarlarından Talat Paşa’nın tuttuğu çetele, Ermeni nüfusunu az gösterse de soykırım konusunda önemli bir belgedir. Çeteleye göre 1 milyon 250 bin Ermeni nüfustan, 800 bin Ermeni yok edilmiştir. 1948 yılında Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği soykırım tanımına göre, Ermenilere yapılan soykırımdır. Bir etnik azınlığı, bir dini grubu tasarlayarak, planlayarak yok etmenin adıdır soykırım. *Uluslaşma süreci içinde, ulusal örgütlenmeler yaratan, ulusal hak talep eden Ermeniler soykırım yoluyla Batı Ermenistan’da ulus olmaktan çıkarıldılar. 1915 öncesinde de çeşitli şehirlerde Ermeniler katledildi. Soykırımın hedefi öncelikle Ermeniler olmasına rağmen, Asuri halkı (Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler), Hıristiyan Kürtler (Ezidiler) de katledildi. *Ermeni soykırımı, aradan 95 yıl geçmesine rağ-
men, hala toplumsal gelişmeyi, sınıf mücadelesini etkileyen önemli bir sorundur. Bu nedenle Ermeni soykırımı tarihin akışı dışında kalmış, tarihi bir haksızlık değildir. *Soykırımın sorumluları bir bütün olarak Jön Türkler, Osmanlı devleti, bu devletin müttefiki olan Alman emperyalizmi, Osmanlı devletinin devamı olan Kemalistlerdir. Ancak Türk ve Kürt halkının da soykırımda sorumlulukları vardır. Soykırıma sessiz kalınması, yer yer yağmaya/talana/katletmeye katılınması, 95 yıldır hala halkların vicdanında soykırımın kabul edilmemesi bu sorumluğu işarettir. *Soykırım cumhuriyetin kuruluşuna kadar sürmüş, 1920’li yıllarda soykırım öncesi 2 milyona yakın Ermeni nüfustan 250 bin kişi kalmıştır. Bu sayı günümüzde 70 bin civarındadır. *Demokratik devrim sonrası kurulacak işçilerin, köylülerin devleti soykırımı tanıyacak, Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, ayrılma hakkını tanıyacaktır. Yapılan sunum sonrasında, sunum yapan arkadaşa çeşitli sorular soruldu. Türk devleti soykırımı neden kabul etmiyor? Soykırımı kabul ederse ne değişecek? ABD’nin soykırım demesi, egemenler için neden bu kadar önemli? Türk devleti ABD’nin tavrını neden bu kadar önemsiyor? Soykırım adlandırmasında sayının bir önemi var mı? Hamidiye Alayları soykırımda nasıl bir rol oynadı? Dağlık Karabağ gerçekte kimin? Ermeni soykırımı konusunda devrimci hareket, 12 Eylül öncesinde gerekli tavrı ve tepkiyi neden göstermedi? Günümüzde Ermeni soykırımı konusunda devrimci hareket ve Kürt hareketi ne düşünüyor? Sovyetler Birliği Ermeni soykırımına neden sessiz kaldı? Bu sorulara sunum yapan arkadaş cevap verdi.
halkların kardeşliği için
”Unutma mı? İnkar mı?” panelinden notlar
✌
11
✌ halkların kardeşliği için
Tartışma bölümünde, çok sayıda arkadaş konuşarak görüşlerini ifade etti. Kürt ve Türk halkının soykırımda sorumlulukları olduğunun ne anlama geldiğinin içi tartışma bölümünde daha da açıldı. 95 yıldır hala halkların vicdanında soykırım lanetlenmediyse, hala tarihle yüzleşme sağlanamadıysa, bir ulus yok edildiğinde buna sessiz kalındıysa, gerçek suçlular egemenler olsa da, açıkça vurgulamak gerekir ki halkların da soykırımda sorumlulukları vardır. Devrimci hareket genel olarak soykırımın yapıldığını kabul etse de, soykırımın tarihin akışı dışında kaldığını kabul etmekte, soykırımın sonuçlarının günümüze kadar uzandığını, sınıf mücadelesini kösteklediğini, egemenlerin elinde şovenizmi geliştirmek
için önemli bir araç olarak kullanıldığı gerçeğini görmemektedir. Soykırımı kabul etmek yeterli değildir. Soykırımı kabul edip, sonuçlarını telafi etme yoluna gidilmelidir. Bu Diasporada yaşayan Ermenilerin geri dönme, yerleşme, ayrılma hakkını savunarak yapılabilir. Oldukça verimli ve doyurucu tartışma sonucu panel bitirildi. Bu coğrafyada bir daha asla bu tür acıların yaşanmamasını sağlamanın yolu, devrim mücadelesini yükseltmek, halklar arasında milliyetçiliğin panzehiri olan enternasyonalizmi geliştirmekle olur. 95. yılında soykırımı lanetliyoruz! 26 Nisan 2010 ✓
İstanbul’da Ermeni Soykırımı protesto edildi
1
12
915’de Ermeni’lere karşı yapılan soykırım İstanbul’un çeşitli yerlerinde protesto edildi. Bu protestolara karşı Türk milliyetçileri de provokasyon eylemleri yaptılar. İlk eylem sabah saatlerinde Haydarpaşa Garı’nda yapıldı. Sabah saatlerinde Haydarpaşa Gar’ında toplanan İHD üyesi bir grup 24 Nisan 1915’de tutuklanan 220 Ermeni aydının anısına bir basın açıklaması yaptılar. Bu 220 Ermeni aydın tutuklandıktan sonra hiçbir yerde bir daha görülmediler. Aynı zamanda Haydarpaşa Garı’na gelen Edip Başer’in başını çektiği Türkish Forum adlı grup, İHD’lileri protesto ederek 1915’de soykırım olmadığını, hepsinin ya-
lan uydurma olduğunu söylediler. İHD onur kurulu üyesi Avukat Eren Keskin “Soykırım olmadı” söylevlerini yalan olduğunu belirtti. 24 Nisan 1915’te 220 aydının tutuklandığını, bunların Haydarpaşa Gar’ına götürüldüğünü anlattı. Buradan Ayaş’a götürülen 70 kişiden 58’inin ve Çankırı’ya götürülen 150 kişiden 81 kişinin öldürüldüğünü söyledi. İki grubun karşılıklı laf atışlarından sonra İHD’li grup vapura binerek karşı tarafa geçti. Bazılara Agos gazetesinin önüne giderek çiçek bıraktılar. Saat 19.00’da Taksim meydanın da toplanan 600 kişilik grup, anma törenine Ermeni müzikleri çalarak başladı. Eylemi birçok akademisyen, sanatçı, müzisyen daha evvelden açıkladıkları gibi destek verdiler. Türkçe, İngilizce ve Ermenice dillerinde “Bu acı bizim acımız. Bu yas hepimizin” yazan pankartlar vardı. Grup adına Zeynep Tanbay konuşma yaptı. “Bu acı bizim acımız. Bu yas hepimizin” başlıklı yazıyı okudu. Polis konuşmaların yapıldığı yeri çember altına almıştı. Çemberin dışına gelen 20 kişilik MHP’li grup faşist sloganlar atarak çemberin içine girmek istedi. Polis buna izin vermedi. Daha sonra dağılan grubun yerine, Azerbaycan bayraklarıyla gelenler toplantıyı provoke etmeye çalıştılar. Bunun üzerine oturma eylemi yapan topluluk eylemlerini kısa keserek Tünel’e doğru yürümeye başladılar. Polis iki grubu yan yana getirmemeye çalıştı. Başka bir olay çıkmadan eylem sona erdi. 25 Nisan 2010 ✓
H
er hafta Cuma günleri saat 19.30’da Taksim Tramvay Durağı’ndan Galatasaray Meydanı’na kadar yürüme ve orada basın açıklaması yapma eylemleri devam ediyor. Sekiz aydır devam eden eylemlerin 35. haftasında diğerlerinde olduğu gibi “Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!” Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki pankartımızla İstiklal Caddesi boyunca tespit edilen ortak sloganları atarak yürüyoruz. Alkış ve ıslıklarla sesimizi duyurmaya çalıştığımız yürüyüş boyunca peş peşe “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur!”, “Katil devlet hesap verecek!”, “Bedel ödedik bedel ödeteceğiz!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganları atılıyor. İstiklal Caddesini yarıladığımızda 5 dakikalık bir oturma eylemi süresince Çaw Bella özgürlük şarkısı hep bir ağızdan söyleniyor. Ardından derhal serbest bırakılması gereken bildiğimiz tüm hasta tutsakların teker teker isimleri okunuyor ve ardından kitle hep birlikte “özgürlük!” diye bağırıyor. Basın açıklamalarında, her hafta genelde tüm hasta tutsakların, özelde de durumu çok acil olan bir veya iki hasta tutsağın durumu öne çıkarılarak, hakim sınıfların nasıl zalimce bir insafsızlık, bir hukuksuzluk içinde oldukları teşhir ediliyor. Kamuoyunun bilgisi-
gündem
Hasta Tutsaklara Özgürlük!
ne sunuluyor. İlk başlarda “belki olay çıkarda, eylemi karalama malzemesi yaparız” diye düşünüp gelen burjuva ana medya son günlerde hiç gözükmüyor. İçinde bizim de yer aldığımız 27 dernek, parti, platform, sendika ve siyasi dergi çevresinden oluşan ‘Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın Platformu’nun üç de destekleyici kurumu var. Platformun bu kadar kalabalık bileşene ve destekleyici kuruma sahip olmasına rağmen, her hafta Cuma günleri yaptığı eylemlere katılım oldukça düşmüş durumda. Bu durum bir kaç devrimci çevre dışında diğer devrimci demokrat çevrenin bu soruna gereken önemi vermediğini göstermektedir. Zaten hep böyle olmaktadır; ilk başlarda çok heveslenen önemser görüntüler sergileyenler zamanla o işi unutmaktadırlar. Bu çoğu devrimci ve demokrat solun sergilediği yanlış tavrın nedeni daima grup çıkarlarını işçilerin, emekçilerin ve devrimin uzun vadeli çıkarlarının üstünde görme anlayışından kaynaklandığını düşünüyoruz. Burada tüm devrimci, demokrat ve ilerici çevre ve kişilere “Susma sustukça sıra sana geleceğini” bir kez daha hatırlatalım. 27 Mart 2010 ✓
13
güncel
Demokratik Anayasa mitingi olaylı geçti
Esenyurt’ta 1 Mayıs Platformu basın açıklaması
D D
14
emokratik Anayasa Mitingi olaylı geçti. Öğlen saat 12’den itibaren Nautilus’un önünde toplanan kalabalık, saat 13’de Kadıköy meydanına doğru yürümeye başladı. Saat 13’de yedi bin kişiyi bulan topluluk, sloganlar atarak, Kadıköy Meydanına vardı. Mitinge BDP yoğun bir şekilde katıldı. BDP’den başka KESK, Anneler İnisiyatifi, EMEP ve diğer sol örgütler katıldılar. Yürüyüşte hem anayasayı kendi düşüncesi doğrultusunda değiştirmeye çalışan AKP, hem de anayasa değişikliğine toptan karşı olan CHP ve MHP protesto edildi. Yapılan konuşmalarda Demokratik Anayasa’nın Türkiye halkı için uygun olduğu belirtildi. Miting alanına girişin sonlarına doğru polis alandaki göstericilere saldırdı. Mobese kameralarının kablosunun kesilmesini bahane eden polis göstericilerin üzerine saldırdı. Göstericilerin direnmesi üzerine, on dakikalık bir çatışma sonunda polis geri çekilmek zorunda kaldı. Yaralananlar oldu. Polis miting sonuna kadar miting alanına yaklaşmadı. Yapılan konuşmalarda çıkan olaylar protesto edildi. 16.04.2010 ✓
evrimci 1 Mayıs Platformu Taksim’de 1 Mayıs kutlamasına çağrı için Esenyurt’ta 18 Nisan 2010 tarihinde bir basın açıklaması yaptı. Yapılan Basın Açıklamasında “2010 1 Mayıs’ında “’77 katliamının hesabını sormak için, Taksim’de 1 Mayıs yasağına son vermek için, birleşik, kitlesel, devrimci bir 1 Mayıs için” tüm işçi- emekçileri 1 Mayıs’ta alanlara çağırıyoruz.” denerek, sendikasızlaştırmaya karşı 245 gündür mücadele eden Esenyurt Belediye işçileri ile dayanışma çağrısı yapıldı. BDSP, DDSB, DHP, Halk Cephesi, HKM, YDİ ÇAĞRI’nın düzenlediği ve SODAP’ın destek verdiği Basın açıklamasında şu sloganlar atıldı: “1 Mayıs’ta Taksim/1 Mayıs alanındayız!, 77 Katliamının hesabını soracağız!, İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Zafer direnen emekçinin olacak!, Yaşasın 1 Mayıs, Biji yek gulan!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!, Esenyurt işçisi yalnız değildir!”, Samatya işçisi yalnız değildir!, Yaşasın sınıf dayanışması!” vb. Eyleme katılan Samatya inşaat işçileri adına konuşan Esat Azak, inşaat işçilerinin 6-7 aydır maaşlarını alamadıklarını, İl Özel İdare’nin işçileri yıldırmak için yemekleri kestiğini, direnişin devam edeceğini söyledi. Samatya işçileri yaklaşık 1 aydan beri 40 kişi civarında direnişteler. Basın açıklamasından sonra Esenyurt İşçi Kültür Evi emekçileri şiirler okudular ve müzik dinletisi verdiler. Yaklaşık 100-150 kişinin katıldığı eylem çevreden de ilgi görerek olay çıkmadan sona erdi. 18 Nisan 2010 ✓
Aile içi cinsel tacizin ne kadar yaygın olduğu biliniyor. Biliniyor ama açığa çıkan vakaların üzeri örtülüyor. Sokaklarda rahat yürüyebilmesi bile mümkün olmayan kızlar ev içinde birer cinsel nesne olarak kullanılıyor. Aile bireyleri veya akrabaların tacizlerine maruz kalan çocuklar var. Tacizlere maruz kalan çocuklar suskunluklarını bozmak istediğinde anneleri engel oluyor ve onlar suskunluğa teşvik ediliyor. Cinsel taciz ve tecavüz sadece aile içinde değil, yaşamın diğer alanlarında da yaygın olarak devam ediyor.
H
aber Siirt’ten geldi. 21 Nisan 2010 tarihinde Hürriyet Gazetesi‘nde yayınlanan haber ile olay basına yansıdı. Siirt’te dördü kardeş, 7 ilköğretim okulu öğrencisi kıza 14-70 yaş arası onlarca erkek tecavüz etti. Siirt’te tecavüzü bilen ve sessiz kalan insanlar var. Kız öğrencilere önce okul müdür yardımcısı tecavüz etti. Sonra kentten başka kişilere pazarladı. Bu sistematik tecavüz olayının iki yıl öncesinden başladığı ortaya çıktı. Olay, tecavüze uğrayan kızların yaşadıklarını rehber öğretmenlerine anlatmalarıyla ortaya çıktı. Durumu haber alan okul müdürü Fahrettin Kuzu kayıplara karıştı. Polis savcının talimatı ile, cinsel istismara uğrayan 4 kızı, isimlerini bilmedikleri tecavüzcüleri göstermek üzere ayrı ayrı sivil otomobillere bindirip kentte dolaştırdı. Kızlar, kendileriyle ilişki kuran kişileri tek tek gösterdi. 100 kişi gözaltına alındı. Tecavüzcüler içinde okul müdür yardımcısı, kızların sınıf arkadaşları, tanınmış esnaflar, hacı dedeler, asker, polis vb. var. 10 Nisan tarihinde yargıya taşınan skandal kapsamında, yüz kişi sorgulanırken 17 kişi tutuklandı. Olayın basına yansıması üzerine, savcılık harekete geçerek jet hızıyla dosyaya gizlilik kararı aldırdı. Soruşturmayı yürüten Savcı Mustafa Karamik, tüm ajans, TV, gazete temsilciliklerine faks göndererek, dosyada gizlilik kararı olduğunu açıkladı. Önemli davalarda gizlilik kararı alınması sıradan bir olay haline geldi. Güya gizlilik kararı mağdur çocukları korumak için alınmış! Gizlilik kararı mağdur çocukları değil, tecavüzcü sürüsünü korumayı amaçlamaktadır. Tecavüzcü sürüsü içerisinde şeyler, imamlar, milletvekili akrabası, öğretmen, polis ve asker var. Alınan gizlilik kararı sonucu konuşması gerekenler suskunluğa bü-
ründüler. Tecavüzcü sürüsü, iki yıldan bu yana çocuklara tecavüz ediyordu. Ama her nedense duyması gerekenler duymuyordu! Siirtli erkekler müthiş bir dayanışma, birlik ve beraberlik halindeydi! Onlara göre Siirt’in adı kötüye çıkmamalıydı. Bu olay duyulmasa daha iyi olurdu. Herkes üç maymunu oynamayı tercih ediyordu. Küçücük çocuklar tecavüze uğruyor, ama erkek egemen toplum çok güzel bir işbirliği sergiliyordu! Bu topraklarda kaç milyon kadının tecavüze uğrayıp hayatta kalma adına yaşadıklarını sineye çekerek, bir başına yaralarını sarmaya çalıştığını hiç düşündünüz mü? Gecenin bir vakti kan ter içinde uyanıp kabuslarını yapayalnız yaşamak zorunda olan tecavüz mağdurları var. Tecavüz, hem kanıtlanması güç, hem de tecavüz kurbanları başlarına geleni anlatmak istemiyor. Tecavüz, herkesin bildiği ama engellenemeyen bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor Aile içi cinsel tacizin ne kadar yaygın olduğu biliniyor. Biliniyor ama açığa çıkan vakaların üzeri örtülüyor. Sokaklarda rahat yürüyebilmesi bile mümkün olmayan kızlar ev içinde birer cinsel nesne olarak kullanılıyor. Aile bireyleri veya akrabaların tacizlerine maruz kalan çocuklar var. Tacizlere maruz kalan çocuklar suskunluklarını bozmak istediğinde anneleri engel oluyor ve onlar suskunluğa teşvik ediliyor. Cinsel taciz ve tecavüz sadece aile içinde değil, yaşamın diğer alanlarında da yaygın olarak devam ediyor. İşkence tezgahlarında en sık başvurulan araçlardan biri de cinsel taciz ve tecavüzdür. Bu çoğrafyada şimdiye kadar milyonlarca kadın ve çocuk tecavüze uğradı. Açığa çıkan tecavüz vakaları buzdağının sadece görünen kısmıdır. Tecavüz bu toplumda yaygın ola-
yeni kadın dünyası
Tecavüzcü sürüsü…
15
yeni kadın dünyası
rak devam ediyor. Siirt’te tecavüzcü sürüsünden sadece 17 kişi tutuklandı. Şimdi ne olacak sorusu akla geliyor. Soruşturma belli bir aşamada kapatılacak ve daha ileri gitmeyecektir. Soruşturmada esas amaç Siirt itibarının korunmasıdır. Tabi ki tecavüzcü sürüsünde yer alan ‘itibarlı kişiler’ korunup kollanacaktır. Göstermelik
olarak tutuklanan veya tutuklanacak kişilere belirli hapis cezaları verilecektir. Kimilerine ceza verilmesi tecavüzcülere karşı mücadele edileceği anlamına gelmiyor. Tecavüz, erkek egemen sisteminin bir sonucudur. Görev erkek egemen sistemine ve onun tüm türevlerine karşı mücadeleyi yükseltmektir. 25 Nisan 2010 ✓
“Öldüren sevgi istemiyoruz!”
M
16
ersin Kadın Platformu üyesi kadınlar, kadına yönelik şiddeti ve kadın katliamlarını protesto etmek için, 14 Nisan Çarşamba günü İHD önünde bir araya geldiler. Beyaz kefen giyip başlarına kanlı sargı bezleri takan kadınlar, Büyük Şehir Belediyesine kadar sessizce yürüdüler. Büyük Şehir Belediyesi önünde “Kadın katliamları durdurulsun!, Erkek vuruyor devlet koruyor!, Kimsenin namusu olmayacağız!, “Öldüren sevgi istemiyoruz!, Gelsin baba, gelsin devlet, gelsin koca, inadına isyan, inadına özgürlük!”, Jin jiyan azadi!” … sloganları atarak kadın katliamlarını protesto ettiler. Kadınların yürüyüşüne çevreden de alkışlarla destek vardı. Kadın Platformu adına açıklamayı Tülin Şahin Okay yaptı. Şahin Okay; “Biz kadınlar, yaşadığımız her yerde, evde, sokakta, iş yerinde, okulda sistematik şiddete uğramaktayız. Namus cinayetlerinde öldürülüyoruz, kocalarımız tarafından hastanelik ediliyoruz, akrabalarımızın tecavüzüne uğruyoruz, gözaltında tacize uğruyoruz, köylerimiz boşaldığında erkek devlet şiddetinin kadınlar üzerinden sürdürdüğü savaşın muhatabı oluyoruz. Bunlar
açığa çıkanlar. Bir de içimizde kalanlar var. Küçük kız çocuklarıyken sıcak aile yuvası denilen evlerde anlamını çözemediğimiz eller... İş yerinde ustabaşıların tehditleri altında katlanmak zorunda kaldığımız cinsel imalar... Bizi öldürmeye karar veren, her gün yeniden onurumuzu ayaklar altına alan, birlikte yaşamak zorunda bırakıldığımız babalar, kocalar, ağabeyler, sevgililer….. Kadına yönelik şiddet, erkeklerin kadınlar üzerindeki denetiminin ve iktidarının korunmasının bir aracıdır.” Açıklamasını yaptı. Kadına yönelik şiddetin esas kaynağının kapitalist sistem olduğunu belirten Şahin Okay sözlerini şöyle bitirdi “Bizler, patriyarkanın, kapitalist sistemin tüm yaşam alanlarımızda bizlere uyguladığı sistematik şiddete, ayrımcılığa, sömürüye karşı tüm ezilenlerin kurtuluşu için başka AYŞELER, CEYLANLAR, ŞEMSELER, GÜLDÜNYALAR, MÜNEVVERLER, PİPPALAR, DİCLELER, ROZALAR. NACİYELER, MEDİNELER, KADRİYELER, ASLIHANLAR VE GÜLBİNŞAHLAR aramızdan ayrılmasın diye, başka kadınlar öldürülmesin diye akıllarda, vicdanlarda adaleti sağlamak için bedenimize, emeğimize, kimliğimize, sahip çıkmak için ellerimizi birleştiriyoruz ve kurtuluş ellerimizde diyoruz.” dedi. YDİ Çağrı/Mersin 21.04.2010 ✓
panorama
PANORAMA “Lale devri”mi bitti… Bakiyev gitti! - KIRGIZİSTAN -
Bakiyev yönetimi döneminde kitlelerin yaşam koşulları daha da kötüleşti. Zenginlerle fakirler arasındaki uçurum büyüdü. İşsizlik oranı %30’lara ve yıllık enflasyonlar %20’nin üzerine yükseldi. Yolsuzluk, yiyicilik, adam korumacılık aldı başını gitti…
2
005 yılı Nisan ayında Kırgızistan’da yaşanan iktidar değişikliği, Batılı burjuvazinin temsilcileri ve medyası tarafından “Lale Devrimi” olarak adlandırılmıştı. Söz konusu bu adlandırma özellikle Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanan “devirmelerden”; daha somut olarak ifade edilirse, seçim sonuçlarının reddedilip, Batılı emperyalistlerden yana olan güçlerin yönetime geçmesinin sağlandığı “Kadife” ya da “Gül” ve “Turuncu Devrim” olarak adlandırılan gelişmelerden esinlenerek yapılmıştı. Kırgızistan’daki bu gelişmeler de, burjuvazinin borazanları tarafından sosyalizme saldırı için tepe tepe kullanıldı… Onlara göre o dönemin başkanı Akayev, “totaliter rejimin” arta kalan temsilcisiydi. Kuşkusuz ki sosyalizme saldırılarda Lenin-Stalin önderliğindeki sosyalist SSCB ile Kruşçev ve sonrası dönemin sosyalemperyalist SSCB’si bir ve aynı gösteriliyordu, gösteriliyor. Burjuvazinin düdüğünü öttürenlere göre Akayev’i başkanlıktan eden “Lale Devrimi” ile Kırgızistan’a “demokrasi”, “insan hakları”, “refah” gelecek, yolsuzluklar, rüşvetçilik, adam korumacılık ve yoksulluk son bulacaktı! Gelişmeler, kısa sürede burjuvazinin çanak yalayı-
cılarının propagandalarının yalan ve sahtekârlık üzerine kurulu olduğunu, bu propagandayla da kitlelerin bilincinin karartılmaya çalışıldığını ortaya koydu. Akayev’in yerine başa geçen Kurmanbek Bakiyev, yolsuzlukla mücadele, yoksulluğa son verme ve demokrasi vaatlerini bir kenara atıp, yolsuzluk, adam korumacılık, rüşvet ve bunların ürünü olan kendisini (tabii ki kendisiyle birlikte ailesini de) zenginleştirmeye yöneldi. Demokrasi yerine “demir yumruk” kondu. Bakiyev yönetimi Akayev yönetiminden daha çok baskıcı, daha çok yiyici bir yönetim oldu. Öyle ki, dünyanın en yiyici yönetimlerinin başında geliyordu. Bakiyev yönetimi döneminde kitlelerin yaşam koşulları daha da kötüleşti. Zenginlerle fakirler arasındaki uçurum büyüdü. İşsizlik oranı %30’lara ve yıllık enflasyonlar %20’nin üzerine yükseldi. Yolsuzluk, yiyicilik, adam korumacılık aldı başını gitti… Böylesi bir ortamda 2009 yılı ortalarında yapılan seçimle Bakiyev yeniden başkanlığa seçildi. Seçimlerde hile yapıldığı ve sonucunun tartışmalı olduğu bir durum da eklenince kitlelerin sabrı giderek tükenmeye başlamıştı… Ama alternatif biri görünürlerde yoktu. Bakiyev’in halk için Akayev’den daha kötü bir yöne-
17
panorama 18
tim sergilemesi, ne Rus, ne ABD ve ne de AB içindeki emperyalistleri ilgilendirdi… Zaten ilgilendirmesi de ilginç olurdu! Bakiyev hem Rusya ile ilişkileri koparmamaya çalışan, hem de özellikle ABD ile iyi ilişkiler içinde olan bir siyaset sürdürdü. ABD emperyalizmi açıkça Bakiyev yönetimini maddi olarak da destekliyordu. Bunun karşılığı da özellikle Afganistan’daki savaşın logistiği için, ama aynı zamanda Rusya ve Çin’e karşı da Manas’ta kurulan askeri üssün korunması idi. ABD emperyalizminin Kırgızistan’daki askeri üssü ise, Rus emperyalizminin işine gelmiyordu, gelmiyor. Bu bağlamda Rusya, Bakiyev yönetimine ABD’nin üssünün kapatılması için 2 Milyar dolarlık mali kaynak sundu, bunun bir kısmı da faizsiz yardım olarak verildi. Bakiyev önce ABD üssünün kapatılmasından yana tavır takındı, ardından parlamento bu yönde bir karar aldı, fakat söz konusu karar uygulanmadı. Bunun yerine, söz konusu üssün adı “transport istasyonu” olarak değiştirilip kirası yükseltildi ve Bakiyev ABD’den ek olarak küçümsenmeyecek düzeyde bir gelir elde etti. Bakiyev’in bu tavrı Rusya’nın söz konusu mali kaynağı dondurmasına ve Bakiyev yönetimine karşı hoşnutsuzluğunu sergilemeye yol açtı. Nisan ayı başlarına gelindiğinde halkın Bakiyev yönetimine karşı biriken öfkesi, cereyan ve gaza yapılan yüksek zamlarla patlamaya başladı. 6 Nisan’da zamları ve muhalefet eden kimi insanların tutuklanmasını protesto etme eylemine polisin müdahalesiyle başlayan Bakiyev karşıtı eylemler “kıvılcımın bozkırı tutuşturduğu” gibi hızlı bir biçimde yönetimi devirme hareketine dönüştü. Halkın yönetime tepkisini iyi kullanan muhalefet 8 Nisan’da geçici hükümeti kurduğunu ilan etti. Bakiyev, beş yıl önce Akayev’i devirmek için muhalefeti örgütlediği ve nüfusun çoğunluğunun Özbek olduğu Celalabad ve Oş kentlerinin olduğu güneye kaçmıştı. Bu seferki “devirme” hareketi kuzeyden geliyordu… Kurulan Geçici Hükümet’in başına Roza Otunbayeva geçti. Otunbayeva 2005 yılındaki “devirme” hareketinde de yer almış ve kısa bir süre Bakiyev yönetiminin dışişleri bakanlığını yapmıştı. Bakiyev ile yollarını kısa süre sonra ayıran Otunbayeva sosyal demokrat partinin önderi olarak 2007 yılı sonunda yapılan seçimlerde parlamentoya seçilmişti. Geçici Hükümet’in yaptığı açıklamaya göre, yeni bir anayasa hazırlanacak ve demokratik seçimlerin yapılmasının ortamı oluşturulacak, ondan sonra da meydan yeni seçilenlere bırakılacak… Bunun için de
Geçici Hükümet altı ay yönetimde kalacak… Bu açıklama dışında Geçici Hükümet’in yaptığı ilk icraat, halkın Bakiyev yönetimine karşı isyanını tetikleyen zamların geri alınması adımı oldu. Aynı zamanda özelleştirilen Kırgıztelekom ve elektrik dağıtım şirketlerinin devletleştirildiği de yeni hükümetin Maliye Bakanı Temir Sariyev tarafından açıklandı. Zamların geri alınmasıyla hedeflenen ilk şey halkın tepkisinin dindirilmesi ve ülkede “normal” duruma geçilmesini sağlamaktı. Bu konuda “normal” durum hemen sağlanamasa da önemli ölçüde başarılı olundu. Bakiyev’in istifa etmeyi reddetmesi olgusu ülkede iç çatışmaların şiddetlenmesi ihtimalini içeriyordu. Gerek Rusya’nın, gerekse de sonradan yeni hükümeti kabul eden ABD’nin Bakiyev’e yönelik, istifa etmesi gerektiği yönlü tavır ve “arabuluculuk” sonucu, Bakiyev Kırgızistan’ı terk etti. Basına yansıyan haberlere göre Bakiyev’in andaki son durağı Beyaz Rusya. Bakiyev istifa etmediğini, kendisinin seçilmiş meşru başkan olduğunu savunsa da Geçici Hükümet hem Rusya ve ABD, hem de AB üyesi kimi emperyalist güçler tarafından tanınmış ve Kırgızistan’ın yeni hükümeti görüşmeler için muhatap kabul edilmiştir. Bu bağlamda Bakiyev’in başkanlık dönemi –yeni bir devirme hareketi olmazsa– şimdilik sonlandırılmıştır. Kırgızistan’da yaşanan bu “devirme” hareketi, 2005 yılındakine çok benzeyen olayları da içeriyor. Örneğin dükkanların yağmalanması, başkent Bişkek’te toprak, arsa talanı vb. olaylar bu sefer de yaşandı, yaşanıyor. Esas önemli benzerliklerden biri ise, bırakın bir devrimi, bir devirme hareketinin bile, ancak ve ancak kitlelerin mücadelesi ve örgütlü şiddetiyle mümkün olabildiği gerçeğidir. Çıkan çatışmalarda yaklaşık 100 kişi ölmüş yüzlerce kişi de yaralanmıştır. Yakıp yıkma ve talan sonucu ortaya çıkan maddi zarar ise belli değil. Soruna emperyalistlerin çıkarları bağlamında yaklaşıldığında –Otunbayeva şimdilik tarafsız görünse de–, ABD emperyalizminin desteklediği Bakiyev’in koltuktan edilmesinin Rusya’nın çıkarına olduğu bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Bu, aynı zamanda Geçici Hükümet’in ilk temasını bir heyetle Rusya yönetimiyle başlatmış olması, Rusya’nın bu yönetimi destekleyeceğini hemen açıklaması ve Bakiyev’in hem Medvedev ve hem de Putin tarafından eleştirilmesi gibi olgulara dayanmaktadır. Fakat gelişmeleri bekleyen ve Bakiyev’in yönetim-
24 Nisan 2010 ✓
Yeni bir “STARTAnlaşması” imzalandı…
panorama
de kalamayacağını gören ABD emperyalizminin de yeni hükümeti kabul etmesi ve destekleme niyetini açıklaması; buna karşı Otunbayeva’nın ABD’nin üssü hakkında daha önce yapılan anlaşmalara uygun davranacağını açıklaması, hangi emperyalist gücün kârlı olduğunu tespit etmeyi şimdilik zorlaştırmaktadır. Medyadaki eğilim Rusya’nın bu “devirme” hareketinin arkasında olduğudur ve bu tezin maddi temeli de vardır. Kırgızistan’daki bu gelişmeler, Gürcistan ile başlayan “ot”, “meyve” ve “renk” “devrimlerinin” halkın gerçek sorunlarına çözüm getiremediğini, kapitalizmin hangi biçimi olursa olsun ve kapitalizm şartlarında yönetimde kim olursa olsun, halkın sorunlarına köklü bir çözüm getiremeyeceğini yeniden belgelemektedir. Halkın yönetime karşı tepkisi, ülke içi sorunlar emperyalistlerin bölge üzerindeki dalaşının bir aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Kırgızistan’ın coğrafik konumu, özellikle Çin ile uzun bir sınıra sahip olması, Kırgızistan’ı emperyalistler arası dalaşın bir alanı haline getirmiştir. ABD emperyalizmi hem Rusya’ya, hem de Çin’e karşı Kırgızistan’a askeri olarak yerleşirken, Rusya ve Çin ABD’nin bölgede olmasına karşıdır. Kırgızistan’da gelişmelerin hangi yönde olacağını birlikte göreceğiz. Şimdiden görülen şey, ülke içi sorunların, yoksulluğun, yolsuzluğun, yiyiciliğin vb. vb. kısa sürede son bulmayacağıdır.
- PRAG / ÇEK CUMHURİYETİ -
8
Nisan 2010 tarihinde, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da, kutlama merasimiyle yeni bir “START-Anlaşması” imzalandı. Anlaşmayı imzalayanlar ABD ve Rus emperyalizminin şerifleri Obama ile Medvedev idi. Söz konusu bu anlaşma kamuoyuna “tarihi bir adım”, “tüm insanlığın bir zaferi” vb. olarak sunuldu. Söz konusu hikayelere göre dünyamızın atom silahlarından arındırılması için büyük ve önemli bir adım atılmıştı. 5 Nisan 2009 tarihinde, Obama’nın Prag’da yaptığı konuşmaya uygun olarak atom silahlarından arındırılmış bir dünya’ya doğru yol alınmaya başlanmıştı… Anlaşmanın imzalanmasının yeri olarak Prag’ın seçilmesi de tesadüf değildi. Yeni “START-Anlaşması” stratejik atom silahlarının, –bunlara aynı zamanda stratejik saldırı silahları da deniyor– azaltılmasını içermektedir. Sayı olarak rakamların aşağıya doğru çekilmesi de, kamuoyuna atom silahlarından arındırılmış bir dünya istedikleri biçiminde sunulmaktadır. Sahtekârlık bu konuda da çok büyük! Medyaya yansıdığı kadarıyla söz konusu anlaşmaya göre ABD ve Rusya stratejik saldırı silahlarını, söz konusu anlaşma senato ve Duma tarafından onaylandıktan sonra yedi sene içinde 1550’ye kadar düşürmeleri gerekiyor. Bu atom başlıklı silahları taşımak için gerekli olan rampalar ise 800 ile sınırlanmaktadır. Bunların da 700 kadarı aktif halde olmasına izin var! Sadece bu iki veriye bakılsa bile, kamuoyunun gerçekte nasıl kandırılmaya çalışıldığı tüm çıplaklığıyla ortaya konabilir. Her şeyden önce söz konusu olan genelde atom silahları değildir. Tüm atom ya da nükleer silahlar içinde, stratejik önemde olan ve “deniz aşırı”, yani uzun menzilli olan silahlar söz konusu edilmektedir. Daha önceki anlaşmalara göre, örneğin 2002 yılında Rusya
19
panorama 20
ve ABD’nin ortak imzaladığı anlaşmaya göre nükleer saldırı silahlarının 2012 yılına kadar 1700-2200’e kadar azaltılması gerekiyordu. Şimdiki anlaşmaya göre ise, anlaşma yürürlüğe girdikten yedi sene sonraya kadar 2200’den 1550’ye kadar düşürülmesi planlanıyor. Bu durum, rakam olarak ele alındığında atom silahlarının sayısını azaltmaktadır. Bu bağlamda azaltılan her atom silahının doğamız, dünyamız için iyi olduğu söylenebilir. Ama atom silahlarının rakamlarına baktığımızda, bu azaltmanın gerçek tehdidi ortadan kaldırmadığını da görebiliriz. Verilere göre dünya çapında yaklaşık 23.400 nükleer başlıklı, atom silahı var. Bunun 22.000’den fazlası, oran olarak ele alındığında %90’dan fazlası ABD ve Rusya’nın elindedir. Her iki emperyalist gücün söz konusu silahları 2200’den 1550’ye kadar azalttığı durumda bile geriye sadece bu iki gücün 20.000’den fazla atom silahı kalmaktadır. Yani söz konusu olan gerçekte atom silahlarından arındırılmış bir dünya değildir. Kimi burjuva yorumculara göre bile, söz konusu olan dünyamızın kaç kere yok edilebileceğidir. Yani altı kere mi dört kere mi? Rampaların 800 ile sınırlandırılması kamuoyuna bunların sayısının yarıya indirilmesi olarak sunuldu, sunuluyor. Gerçek durum ise, ABD’nin zaten anda aktif halde sahip olduğu rampa sayısının 800 civarında olduğudur. Yani ABD’nin rampa sayısını azaltmasına gerek yoktur. Rusya bağlamında ise durum tam tersidir. Rusya’nın andaki aktif rampa sayısı 566 kadardır. Buna göre Rusya rampa sayısını çoğaltma hakkına sahiptir. İşin en ilginç yanlarından biri ise, gerçekte uzun menzilli, ya da kıtalararası denen füze ya da roketlerin sayısından herhangi bir azaltma yapılmaması planıdır. Bunun üzerinin örtülmesinin aracı ise, söz konusu füze ya da roketlerin çok atom başlıklı olmasıdır. Söz konusu atom başlığı azaltıldığında füze ya da roket devre dışı kalmamaktadır. Sadece taşıdığı atom başlıklarının sayısı azalmış olacaktır. Atom silahlarından arındırılmış bir dünya yutturmacasının bir yanı da, söz konusu silahların imha edilmemesidir. Örneğin atom başlıklarından arındırıldığında söz konusu füze ya da roket artık atom silahı değildir. Fakat bunlar imha edilmezse, tersine korunmaya alınırsa, istendiği durumlarda kısa süren teknik bir monte etme işiyle yeniden atom başlıklı füze ya da roket haline getirilebilmektedir. Bunların da ötesinde var olan bir gerçeklik, örne-
ğin ABD’nin atom silahlarını modernize etme ve geliştirmek için milyarlarca dolarlık bütçe ayırmasıdır. Yine ABD emperyalizmi ilk saldırma hakkını kendine saklamaktadır. Rusya ise kendi güvenliğini tehdit altında gördüğü durumlarda anlaşmadan çekilebilecektir ve aynı zamanda yeni bir atom silahı üretme durumunda olduğu da kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındadır vb. vb. Burada değindiğimiz birkaç nokta bile, atom silahları bağlamında yapılan sahtekârlığın ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Yani yeni “STARTAnlaşması” ile de dünyamızın atom silahlarıyla yok olma tehdidi ve tehlikesi ortadan kalkmamıştır. Rus ve ABD emperyalistleri için söz konusu olan ne dünya barışı ve ne de silahların azaltılmasıdır. Söz konusu olan dünyaya hükmetmek, atom silahları ve tekniği konusunda tekellerini garantiye almaktır. Bu yüzden de Medvedev anlaşmayı değerlendirirken “galibi ve mağlubu olmayan, her iki tarafın da çıkarlarını dengeleyen bir anlaşma” tespitini yapmaktadır. Söz konusu bu anlaşma, “START-I” adıyla 31 Temmuz 1991’de imzalanan anlaşmanın devamı olarak düşünülen anlaşmadır. “START-I” anlaşmasının süresi Aralık 2009’da dolmuştu. “START-II” ise 3 Ocak 1993’te imzalanmış, ama DUMA’nın onaylamaması sonucu yürürlüğe girmemişti. Yeni “STARTAnlaşması”nın imzalanmasının 8 Nisan 2010 tarihine kadar sürmesi ise tarafların karşılıklı pazarlıklarının zor geçmesi ve uzlaşmalarının karşılıklı tavizleri ge-
arındırılması, öyle görünüyor ki, sadece ve sadece emperyalist sistemin yerlebir edilmesiyle mümkün olacaktır. Kuşkusuz ki, eğer barbarlık içinde çöküş yaşanmadan önce emekçi kitleler Sosyalizm için ayaklanıp, sömürücü egemenlerin iktidarına son verirse… Aksi halde dünyamızın barbarlık içinde çöküşü söz konusudur. Bu yüzden de “Ya barbarlık içinde çöküş, ya da sosyalizm!” şiarı her zamankinden daha güncel, her zamankinden daha çok gerçeği ifade etmektedir. Dünyamızın korunması mücadelesi, emperyalizme karşı mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Bu bilinçle mücadeleye daha sıkı sarılalım! 24 Nisan 201 ✓
panorama
rektirmesinin sonucudur. Örneğin Obama yönetiminin daha önce Bush yönetimi tarafından Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştirilmesi planlanan roket/ füze savunma sistemini durdurması, Rusya’ya verilen bir rüşvettir. Ki, bu anlaşma da söz konusu planları ortadan kaldırmamaktadır. Bu yüzden ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton: “Ve bu Antlaşma bizim füze savunma planlarımıza ne şimdi ne de gelecekte herhangi bir tahdit getirmemektedir.” (Hürriyet, 9 Nisan 2010) tespitini yapmaktadır. Clinton ayrıca şunu da vurgulamaktadır: “Dünya üzerinde bu silahlar bulunduğu sürece, ABD olarak kendimiz ve müttefiklerimiz için emniyetli, güvenilir ve etkin nükleer caydırıcılığı tesis edeceğiz.” (aynı yerden) ABD emperyalizminin temsilcisi, ABD emperyalizminin sonuna kadar nükleer caydırıcılığı koruyacağını yeniden ilan etmektedir. Atom silahını ilk üreten ve kullanan kendileri. Atom silahlarının neredeyse yarısının sahibi kendileri. Atom silahını tehdit aracı olarak ilk kullananlar da kendileri. Ama, başkaları bu silaha sahip olduğu durumda yine tehdit eden kendileridir! Açıkçası “biz atom silahlarına sahip olma hakkına sahibiz. Ama siz, bu hakka sahip olmaya bile teşebbüs edemezsiniz!” denmektedir. ABD ile müttefik iseniz, sizin de güvenliğinizi sağlayacaklar… Ama ya değilseniz? Haliniz harap! Sadece sizin haliniz değil tabii ki, atom silahını kullanmayı “hayati çıkarlarının savunulması” için “olağanüstü” durumlarda öngören bu tavra göre, dünyamızın durumu harap olacaktır! Çünkü atom bombası, radyasyon veya ışınlar ne ülkelerin sınırını ne de vizeyi tanıyor! Bu arada da sahtekârlık yapılarak atom silahları kitlelere “savunma silahı” olarak yutturuluyor. Atom silahları ve emperyalistler arasındaki dalaş hakkında kuşkusuz ki çok şey yazılabilir. Yeni “START-Anlaşması” şimdiye kadar olan anlaşmalara eklenen, ama sorunu gerçekten çözmeyen; ABD ve Rus emperyalistlerinin dünyayı paylaşma dalaşında oynadığı “Şah” oyununun andaki hesaplarına uyan bir hamledir sadece. Bu hamlede de her taraf diğerini nasıl mat edeceğinin hesabını yapmaktadır. Özellikle ABD emperyalizminin atom silahları bağlamındaki diplomasisi, anda atom gücü olarak kabul edilen az sayıdaki ülke dışındaki ülkelere, onların ABD’nin dayatmalarına boyun eğmemesine karşı cezalandırma yetkisini elde etmeye yöneliktir. Öyle ya da böyle, dünyamızın atom silahlarından
“Nükleer Güven(siz) lik Zirvesi”nden kimi görüntüler… - WASHİNGTON/ ABD -
Y
apılacağı, 2009 yılı Temmuz ayında İtalya’da yapılan G8-Zirvesi’nde ilan edilen zirve, 1213 Nisan 2010 tarihlerinde ABD’nin başkenti Washington’da yapıldı. Söz konusu zirveye davetli 47 devletin başkanı, başbakanı ve temsilcileri katıldı. İsrail, Hindistan ve Pakistan gibi devletler “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması”nı (NPT) imzalamadığı halde zirveye davet edilirken; son yıllarda en çok üzerine tartışılan ülkelerin İran ve Kuzey Kore olmasına rağmen, İran ve Kuzey Kore zirveye davet edilmedi. Bu olgu bile, ABD emperyalizminin zirve ile gerçekte neyi hedeflediğini görmek için yetiyor. Zirvenin adı “Nükleer Güvenlik Zirvesi”. İlk bakışta dünyamızın nükleerden korunması, nükleer silahlara karşı insanlığın güvenliğinin nasıl sağlanacağının tartışılacağı gibi bir resim yansıyor. Fakat biraz yakından soruna bakıldığında, gerçek durum tam tersi! Emperyalist büyük güçlerin, anda başını çeken ABD emperyalizminin isteği, amacı dünyamızın ve insan-
21
panorama 22
lığın nükleer silahlardan korunması ve güvenliği değildir. Nükleer güvenlikten anladıkları ve hedefledikleri esas şey, nükleer silahların, ya da nükleer silaha dönüştürülebilecek malzemenin, örneğin uranyum ve plutonyum gibi nükleer silah malzemesinin kontrol altına alınması ve güvenliğidir… Bu da esasında birkaç emperyalist büyük gücün, öncelikle de ABD emperyalizminin tekelinde sağlanmak istenmektedir. Emperyalistlerin temsilcileri, esas nükleer tehlikenin şu ya da bu “terörist” örgütten (örneğin El Kaida) kaynaklandığı yönlü propaganda ile siyasi sahtekârlığın bir örneğini daha sergiliyor. ABD emperyalizminin başı Obama, yaptığı konuşmada “Soğuk savaşın bitişinden yirmi yıl sonra, tarihin korkunç bir ironisiyle karşı karşıyayız. Devletler arasındaki atom çatışması riski küçülürken, atom saldırısı tehlikesi büyümüştür.” (13 Nisan’da zirvede yaptığı konuşmadan) tespitini yaparak, esas tehlikenin, dünyamızı birçok kez yok edebilecek atom silahlarına sahip olanlardan, nükleer teknolojiyi daha da “modernleştirmek” için milyarlarca dolarlık bütçe ayıranlardan değil de, El Kaida gibi örgütlerden, ya da İran ve Kuzey Kore gibi devletlerden oluştuğunu propaganda etmektedir. Zirveye katılanların temsilcilerinin bu sahtekârlığa karşı çıkma durumu yok. Tersine, BMÖ Güvenlik Konseyi, 24 Eylül 2009 tarihinde kararlaştırdığı 1887 nolu kararıyla bu yaklaşımın temelini atmıştır. Bu yüzden de Obama konuşmasında söz konusu bu kararın oybirliğiyle alındığına da vurgu yapmaktadır.
Obama “atom terörizminin küresel güvenliği tehdit eden en büyük tehlike” olduğunu anlatırken şunları da söylemektedir: “Düzinelerce yerde, satılıp çalınıp atom silahına dönüştürülebilecek atom malzemesi var. Bir elma büyüklüğündeki küçük oranda plutonyum bile, yüz binlerce suçsuz insanı yaralayabilir, öldürebilir.” (aynı yerden) Bir elma büyüklüğündeki plutonyumun bile yüzbinlerce insanın yaşamına son verebileceği böyle itiraf ediliyor. Peki ama kendi ellerindeki plutonyum ya da uranyum ne olacak? Bir elmayı 250 gram saysak, ABD emperyalizminin elindeki plutonyumun kaç elmalık olduğu niye hesaplanmıyor? Ya da anda dünyada var olduğu bilgisi verilen ve atom silahına dönüştürülebilecek durumda olan 500 Ton plutonyum –bu kimin elinde olursa olsun– ne kadar “suçsuz yüz binlerce insanın” yok olmasına yol açabilir? ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, zirveden kısa süre önce yaptığı açıklamada (Türkçesi Hürriyet’te yayınlandı) ABD emperyalizminin bu zirve ile neyi amaçladığını açıkça ortaya koymaktadır. Clinton zirve için şunu söylemektedir: “Ve Birleşik Devletler, uluslararası ortakları ile birlikte, İran ve Kuzey Kore gibi nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusundaki küresel rejime karşı koyan ülkelere karşı gerçek anlamda netice yaratacak diplomatik çabaları sürdürmektedir.” (Hürriyet, 9 Nisan 2010) ABD emperyalizminin temsilcileri, gerçekte yeni savaşların hazırlığını yaparken bile kitlelerin bilin-
öne çıkan İran. Bu iki ülke de zirve dışı bırakılmıştı. İlginç olarak değerlendirilebilecek bir tavır ise, zirveden hemen önce Rusya Başkanı Medvedev’in İran yerine İsrail’i eleştirmesi ve İsrail’e İran’a saldırmaması yönünde uyarıda bulunmasıydı. İran ve Kuzey Kore’ye karşı tavır ile İsrail, Hindistan ve Pakistan’a karşı tavırları karşılaştırıldığında da çifte standart, sahtekar tavırları görülebilir. Örneğin ABD emperyalizmi Hindistan ile açıkça nükleer teknoloji vb. konularda anlaşma imzalamıştır. Hindistan ise bırakın bu konuda uluslararası kurallara uymayı, “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması”nı (NPT) imzalamamıştır bile. İsrail ile Pakistan’a yönelik tavır da benzeridir. Bu güçlerin atom silahlarına sahip olduğu biliniyor. Bunlara karşı herhangi bir yaptırım, ambargo vs. gündeme getirilmiyor. Ama İran’a karşı, atom silahı üretme amacı var diyerek –andaki durumda İran’ın atom silahına sahip olmadığını kendileri de kabul ediyor–, İran’a karşı savaş kışkırtıcılığı yapılıp tehditler savruluyor, yaptırımlar uygulanıyor. Sahtekârlık diz boyu! Kimi emperyalist güçlerin temsilcileri açıkça uluslararası düzeyde, kendilerine boyun eğmeyenlere karşı yaptırım ve cezalandırmanın yasal temellerini oluşturmaya çalışıyor. Tabii ki bunun başını ABD emperyalizmi çekiyor. Anda çözülmeyen problem olarak da bunu gösteriyorlar. Eğer devletler terörist örgütlere nükleer malzeme verirse, satarsa, ya da uluslararası anlaşmalara uymazsa –bu uyma işi de İran bağlamındaki tartışmalarda olduğu gibi, söz konusu devletin uyup uymadığını da kendileri belirliyor–, onlara yaptırım ve onları cezalandırmanın hukuki temeli oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun için önümüzdeki süreçte tartışmalar sürecektir. Nükleer ya da atom diplomasisinde yenilikler var ve emperyalistlerin tekellerini sağlama dalaşında dünyamızı, bizi yeni tehditler ve tehlikeler bekliyor! Zirve konusunda söylenecek şey çok. Ama bu kadarı yeter! Sömürücü egemenlerin, kapitalistlerin, emperyalistlerin tüm icraatları, kapitalizm-emperyalizmin varlığını sürdürdüğü sürece ve koşullarda, “büyük insanlığın”, doğanın, dünyamızın temel sorunlarına çözüm bulunamayacağını hep yeniden ispatlıyor. Gelecek kuşaklara yaşanabilir, sömürüsüz, baskısız hür bir dünya bırakmak isteyenlerin, emperyalist sistemi yerle bir etmek ve komünizme varmak için devrim mücadelesine sarılmalarından başka seçenekleri yoktur! 26 Nisan 2010 ✓
panorama
cini karartmaya çalışıyorlar. Clinton savaşa hazırlığı nükleer güvenliği sağlamak olarak sunuyor. Konuşmasının sonuna doğru şunu tespit ediyor: “Başkan Obama bütün dünyadan liderleri, özellikle de nükleer güçten sivil amaçlarla faydalanan ülkelerin liderlerini kendilerinden nükleer silahların yayılmasını durdurmaları ve korumasız nükleer malzemeleri güvenlik altına almaları konusunda adım atacaklarına dair taahhütte bulunmalarını temin etmek amacıyla Washington’daki Nükleer Zirveye davet etti. Teröristlerin bu tehlikeli malzemeleri ele geçirmeleri halinde hayal etmesi bile korkunç olan sonuçlar doğacaktır.” (aynı yerden) Gerçekten de eğer birileri nükleer malzemeyi silaha dönüştürüp kullanırsa sonucu korkunç olacaktır. Fakat yine sahtekârlık yapılıyor. Bir-iki atom silahının sonucu korkunç olacaksa, 23.400 civarındaki atom silahlarının birkaç tanesinin bile kazara patlamasının sonucu nasıl olacaktır? Tahmin etmek bile zor! Zirvenin ilk günü temsilciler arası görüşmelerle, ikinci günü de Obama’nın açılış konuşması ve ortak açıklamaya son biçiminin verilmesiyle geçti. Açıklamanın kendisi, yazıldığına göre yedi sayfalık niyet açıklaması. Bağlayıcı herhangi bir karar alınmadı. Ama yapılan propagandaya göre “dünyamız şimdi daha da güvenlikli”!?? Ukrayna ve Kanada gibi kimi ülkeler, kendilerinin nükleer malzemesini kısa sürede elden çıkaracakları açıklamasını yaptılar. ABD ve Rusya ise 2018 yılından itibaren karşılıklı olarak 34 ton plutonyumu (bununla 17.000 atom silahı üretilebilirmiş) “imha” edeceklerine dair bir anlaşma imzaladılar. Çin’in tavrı esas olarak ABD ve Rusya’nın –aynı zamanda Fransa ve İngiltere’nin de– nükleer silahlarının sayısı Çin’inkiyle aynı düzeye indirilmesi durumunda kendi atom silahlarını imha etmeyi söz konusu edebileceği biçimindedir. Fransa’nın tavrı ise çok açık. Sarkozi “İçinde bulunduğumuz böylesi tehlikeli bir dünyada, tek yanlı olarak atom silahlarından vazgeçmem” biçiminde tavır takındı. Gelecek nükleer zirve ise 2012 yılında Güney Kore’de yapılacak. Zirvenin başında tek gündem maddesinin nükleer malzemenin güvenliğinin nasıl sağlanacağı olduğu açıklanarak, Türkiye ve kimi Müslüman ülkelerin temsilcilerinin İsrail’in tavrını tartışması (böylesi bir tartışmadan kaçınmak için Netanyahu zirveye katılmayı son anda iptal etti) engellenmeye çalışılırken, teketek görüşmelerde tartışılan esas gündem maddesi İran’dı. Kuzey Kore de tehdit edilen ülke ama anda
23
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Nükleere inat, yaşasın hayat!
M
24
ersin Nükleer Karşıtı Platform, Çernobil faciasının 24. yıldönümünde, Akkuyu ve Sinop’da yapılmak istenen nükleer santrallere karşı bir araya geldi. Büyükşehir Belediyesi (Taş Bina) önünde toplanan çevre dostları, Atatürk Caddesi ve Hastane Caddesinde yürüyerek Metropol’deki AKP il binasına kadar sloganlar atarak yürüdü. “Mersin nükleer çöplük olmayacak!, Nükleere inat, yaşasın hayat!, Nükleer öldürür, güneş güldürür!, Susma haykır, siyanüre hayır!, Ölüler altın takmaz!, Termik santrale hayır!” vb. sloganları atıldı. Yürüyüşe Niğde Ulukışlalı köylüler de katılmıştı. Siyanürlü altın madenine karşı yaşam haklarını savunan köylüler, topraklarında siyanürlü altın çıkarılmasına ve nükleer santrale hayır dediler. Köylüler “Ölüler altın takamaz!” diyerek tepkilerini haykırdılar Akkuyu da nükleer santral yapılmasına karşı olan, Büyük Eceli köylüleri de “Akkuyu’da nükleer santral istemiyoruz” pankartı arkasında yürüyerek nükleer santrale hayır dediler. Erzin Burnaz sahilinden başlayarak, İskenderun Körfezi'ne kadar uzanan bölgede yapılması düşünülen 7 adet termik santrale karşı çıkan çevreciler de pankartları ile mitingdeydi. Akdeniz Roman Dernekleri Federasyonu da, pankartları ile yürüyerek nükleere hayır dediler. Çocuklar da, “Biz çocuklar 26 Nisanları anmak değil, 23 Nisanları kutlamak istiyoruz. Nükleer santral-
leri istemiyoruz” Pankartı arkasında yürüdüler. AKP İl binası önünde polis geniş güvenlik önlemi almıştı. Platform adına basın açıklamasını Sebahat Aslan yaptı. Aslan yaptığı açıklamada, “dünyanın üzerinden 24 yıl geçmesine rağmen Çernobil faciasının zararlarını halen ödediğini, bu faciadan Türkiye'nin de etkilendiğini” belirterek şöyle konuştu: “Kazadan sonra yetkililer gerekli önlemleri aldırmayarak ve bilimsel çalışmaların yapılmasını engelleyerek tonlarca radyasyonlu çay ve fındık gibi besinleri tüketmemize göz yumdu. Bugün de Çernobil kazasının sonuçları hakkında bilimsel çalışmaların yapılması engelleniyor ve çarpıtılıyor. Kazadan en çok etkilenen Doğu Karadeniz Bölgesi'nde bugünlerde kanser oranının artışı yüzünden Sinop halkı yas tutuyor. Buna rağmen yetkililer hala yaşananlardan ders almamış olacak ki Akkuyu ve Sinop'da nükleer santral kurmak istiyor.” Nükleer santrallerin ekonomik maliyetinin çok yüksek olmasının yanı sıra, dışa bağımlı teknoloji olduğunu ifade eden Aslan, 'Hükümeti nükleer maceraya sürükleyecek nükleer santral projelerinden vazgeçmeye, temiz enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine yatırım yapmaya çağırıyoruz' dedi. 'Don Kişot' lakaplı Osman Akkuş'un atı, mızrağı ve kalkanıyla katılarak destek verdiği eylem, basın açıklamasının ardından sona erdi. YDİ Çağrı/Mersin 24.04.2010 ✓
S
evgili Yeni Dünya İçin ÇAĞRI okurları, Ben de size ilköğretim sorunları hakkında bir yazı yazmak istedim. Neden mi? Eğitim hakkında yazılarınız oldu, ama daha çok üniversitelilerin sorunları hakkında yazıldı. Ben daha küçüklerin de bu eğitim sorunundan muzdarip olduklarını düşünüyorum. Evet, geçmişte daha çok yaşanan şimdi biraz daha azalan okullarda küçük çocuklara karşı öğretmen tarafından şiddet uygulandığında, bu durumu duyan aileleri “öğretmen bir şey görmüştür döver” der. Şimdi öğretmenler sistemden kaynaklı daha kolay bir yol buldular. Çocukları dövmüyorlar, çok ders vererek çocukları yıldırma taktiği uygulanıyor. Çocuk başını kaşıyacak zaman bulamıyor ve haylazlık ve yaşı gereği oyun oynamayı özlüyor. İşte bu ve buna benzer sorunlar çocukları bıktırıyor. Ders yapmak istemiyorlar. Zaten atamaları geç gelen öğretmen sorunları çok kimseyi rahatsız etmedi. Bu kadar öğretmen açığı varken devlet atamaları yapmayıp, o sözde yarının büyükleri olacak çocuklara çok “yardım” etmiş oldu. Öğretmenler yok okul açıldı, devlet müdür atamaları yaptı bütün öğretmenler bu sınavlara katılıp müdür oldu, neden mi? Onların deyimiyle kariyer ve daha fazla maaş. Bu arada olan yine o küçük çocuklara oldu. Tabi bu hiçbir devlet “büyüğünü” ilgilendirmiyordu. Aynı devlet büyükleri söz lise çağındaki çocukların kazanılmış hakları ellerinde alınan tekel işçilerine destek amaçlı bir basın açıklaması yapmalarına karşı çocukları disipline verip okuma şanslarını kaybettirmek için ellerinden geleni yaptılar. Şimdi nerde kaldı İlerlemek, konuşan
toplum yaratma iddiası? Çünkü konuştun mu susturuluyorsun. Evet, İstanbul Sarı gazi’deki çocuklara aynen bu uygulama yapıldı ve izin alıp çıkmak isteyen çocuklara da “dışarıda gazeteciler var konuşursanız kemiklerinizi kırarız” diye tehditlerde bulundular. Bunu kim mi yapıyor? Hani çocuklarımızı yetiştirecek olan Atatürk’ ün de dediği gibi, “Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” dediği öğretmenler bu tehditleri yapıyor. Ama onlar da mafya vari tehdit ediyorlar. Evet, şimdi bu sistemde nasıl olsun da bu küçük beyinler yetişsin? Okullarda çocuklar “disiplin cezası”yla korkutuluyor. Evde, anne baba çocuklara “düşük not alma yoksa …” diyor! O çocuklar ne yapsın? Tepkileri şöyle dökülüyor dudaklarında kimi kez: “Kim için çalışıyoruz?”, “Bu ne?”, “Neden dayak yedim?”, “ Annem neden kızdı?”, “ Ben at mıyım?”, “Artık yoruldum, oyun oynamak istiyorum”, “bunaldım”, “Nasıl bir ülke burası?”, “Herkese iş yok, ekmek yok, hak yok… O zaman niye okuyalım?”, “Kolayı var: tehdit edip çalalım, satalım; Yolumuzu bulalım” deyip liseden sonra okuyamıyorlar. Zaten devlet de okumamaları için harçlardı, dershanelerdi, sınavlardı diye bir sürü prosedür uyguluyor… Tabii ki bunlar da biz velileri ve küçük beyinleri yoruyor. Benim söyleyeceklerim bu kadar! Bu kadar derken daha yazmaya devam edeceğim. Bu sorunlar biteceğe benzemiyor. Daha iyi bir dünya özlemiyle hoşça kalın. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI okuru 22 Mart 2010 ✓
yeni dünya gençliği
Küçük öğrenciler...
25
yeni dünya gençliği
Adana’da 16 kişi gözaltına alındı
Y
A
26
Taksim’de 1 Mayıs basın açıklaması
dana’da polisin tahammülsüzlüğü devam ediyor. Bir grup devrimci, 30 Mart Salı günü Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de katledilmesini protesto etmek için 5 Ocak meydanın da bir araya gelerek İnönü Parkına kadar yürüyüş yaptı. İnönü Parkında Kızıldere katliamını kınayan bir basın açıklaması yapan gruba polis önce herhangi bir müdahalede bulunmadı. Burada tespit ettiği kimi devrimcilerin evlerine polis 13 Nisan Salı günü sabaha karşı ev basınları yaparak 16 kişiyi gözaltına aldı. Gerekçe ise 30 Mart’ta Kızıldere katliamı’nda yaşamını yitiren devrimci önder Mahir Çayan ve arkadaşlarını anarak “örgüt propagandası yapmak!” Adana polisinin saldırgan tutumu aslında devrimci ve muhalif kurumları hiç de şaşırtmadı. Çünkü her yılda olduğu gibi 1 Mayıs öncesi gözaltılar adet hale getirilmiş. Doğrusu Adana’daki devrimci ve muhalif kurumlar böylesi bir durumun yaşanacağını biliyorlardı. Diğer yıllara benzemeyen sadece bu yıl daha erken gözaltılar yapması... Buradan bir kez daha diyoruz; bu sistemin baskıları ve polisin saldırgan tutumu bizleri yıldırmayacak. Mücadeleye her zamankinden daha fazla sahip çıkacağız. Faşizme karşı omuz omuza Baskılar bizi yıldıramaz. Yeni Dünya Gençliği /ADANA 14 Nisan 2010 ✓
Dİ ÇAĞRI gazetesi olarak içinde yer aldığımız “Devrimci 1 Mayıs Platformu” ve aşağıda isimleri bulunan kurumlar 26 Nisan 2010, Pazartesi günü Taksim’de ortaklaşa bir Basın Açıklaması yaparak 1 Mayıs’ta Taksim’de buluşmaya çağırdılar. Yaklaşık 50-60 kişinin katıldığı Basın Açıklaması’nda, 1 Mayıs’ın tarihsel ve uluslar arası anlamı anlatıldıktan sonra, Türkiye’de 1 Mayıs’ın ’77 Taksim Katliamı’nı akla getirdiği, bunun böyle olmasının nedeninin ise 34 işçinin katledilmesinin faillerinin hala bulunamamış olmasına vurgu yapıldı. Bugüne kadar Taksim’in işçilere yasaklanmasının ve “siyasi içeriğinin, devrimci özünün” karartılmaya çalışılmasının eleştirildiği açıklamada 2010’da Taksim’e izin verilmesinin nedeninin işçilerde artan huzursuzluk ve “Taksim 1 Mayıs Bileşenlerinin” siyasi iradesi olduğu belirtildi. Basın Açıklaması sırasında şu sloganlar atıldı: “Yaşasın 1 Mayıs!”, “Biji Yek Gulan!”, “1Mayıs’ta 1 Mayıs/ Taksim Alanındayız!”, “Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber, Ya Hiç Birimiz!”, “Katillerden Hesabı Emekçiler Soracak!” vb. Basın Açıklaması okunduktan sonra eyleme katılım sağlayan “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu”nun bildirisi dağıtıldı. (Devrimci 1 Mayıs Platformunu Bileşenleri: BDSP, Halk Cephesi, Emek ve Özgürlük Cephesi, Demokratik Haklar Federasyonu, Partizan, Proleterce Devrimci Duruş, Odak, Kaldıraç, Devrimci Proletarya, Yeni Dünya İçin Çağrı. Basın Açıklamasını imzalayan diğer Kurumlar: Eğitim Emekçileri Derneği, Emekçi Hareket Partisi, Halkevleri, Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Parti, Toplumsal Özgürlük Platformu, Ürün Sosyalist Dergi, Tüm İGD, Birlik ve Dayanışma Hareketi, Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu.) 26.04.2010 ✓
Almanya’ya döndükten sonra Uluslararası Af Örgütü Türkiye Grubu ile birlikte çalışmaya başladım. Yurtdışında düzenlenen birçok toplantıya katıldım, katılıyorum. Bu toplantılarda Türkiye’de yaşadıklarımı ve verilen hukuk dışı kararları anlattım, anlatıyorum. Bana mektup yazan ve dayanışmada bulunan birçok insanla ilişkilerimi sürdürdüm. Af Örgütü Fransa Şubesi tarafından Fransa’ya davet edildim. Fransa’da düzenlenen toplantılara tanık olarak katıldım. Fransa Af Örgütü grupları çok iyi bir kampanya yürütmüşlerdi. Hapiste kaldığım süre içerisinde 2500 adet mektup göndermişlerdi.
U
luslararası Af Örgütü Fransa Seksiyonu tarafından Fransa’ya davet edildim. Marsilya ve Lyon şehirlerinde düzenlenen toplantılara katıldım. Bu toplantılarda eski bir mahkum olarak, Türkiye’de gözaltı süreci, işkence, yargılama aşaması ve hukuk adına verilen kararları anlattım. Arka plan 9 Temmuz 2002 tarihinde İzmir-Menemen Asarlık kavşağında gözaltına alındım. 4 gün boyunca yoğun işkencelere maruz kaldım. 13 Temmuz 2002 tarihinde tutuklanarak İzmir-Kırıklar F Tipi Hapishanesine konuldum. 21 Ocak 2003 tarihinde tahliye edildim ama yurtdışına çıkışım yasaklandı. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutuldum. 4,5 yıl yargılamanın sona ermesini bekledim. Bu dönem içerisinde verilen hukuk dışı kararları kamuoyuna duyurmaya başladım. Yargılandığım dava uluslararası bir boyut almaya başladı. Uluslararası Af Örgütü 6 Eylül 2006 tarihinde, “Geciktirilen ve Esirgenen Adalet, anti-terör yasalarıyla yargılananların davalarının ısrarla sürüncemede bırakılması ve adil olmaması” başlıklı Türkiye raporunu yayınladı. Bu raporda yargılandığım davaya geniş yer verildi. Uzun süren yargılama sonrasında 2,5 yıl hapis cezası verildi. Bu ceza 25 Aralık 2006 tarihinde Yargıtay tarafından onaylandı. Cezanın onaylanması ile birlikte insan hakları kurumları verilen kararı protesto ettiler. Uluslararası Af Örgütü 8 Şubat 2007 tarihinde acil eylem çağrısı yaptı ve düşünce suçlusu olduğumu ilan etti. Acil eylem çağrısının bir sonucu olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına beş bin adet faks ve mektup gönderildi. Gönderilen faks ve
mektuplarda, hapis cezasının onaylanması protesto ediliyordu. 8 Haziran 2007 tarihinde Hapishaneye konuldum. Hapsedildikten sonra, Uluslararası Af Örgütü kampanya başlattı. Hapishane de kaldığım zaman süresi içerisinde, Af Örgütü üyelerinden altı bin adet mektup aldım. İki bin adet mektup yazdım. 6 Ekim 2008 tarihinde hapishaneden çıktım. 17 Ekim 2008 tarihinde Almanya’ya geri döndüm. Almanya’ya döndükten sonra Uluslararası Af Örgütü Türkiye Grubu ile birlikte çalışmaya başladım. Yurtdışında düzenlenen birçok toplantıya katıldım, katılıyorum. Bu toplantılarda Türkiye’de yaşadıklarımı ve verilen hukuk dışı kararları anlattım, anlatıyorum. Bana mektup yazan ve dayanışmada bulunan birçok insanla ilişkilerimi sürdürdüm. Af Örgütü Fransa Şubesi tarafından Fransa’ya davet edildim. Fransa’da düzenlenen toplantılara tanık olarak katıldım. Fransa Af Örgütü grupları çok iyi bir kampanya yürütmüşlerdi. Hapiste kaldığım süre içerisinde 2500 adet mektup göndermişlerdi. Bana gönderilen mektupların yanı sıra, Adalet Bakanlığı ve Paris Türkiye Büyükelçiliğine de binlerce protesto mektupları gönderilmişti. Verdiğim bu ön bilgilerden sonra kısaca Fransa izlenimlerini anlatmak istiyorum. 29 Mart 2010: 27 Mayıs 2009 tarihinde, Af Örgütü Paris Şubesi tarafından bir toplantı düzenlenmişti. Bu toplantıya katılmayan ve bana mektup yazan sekiz Af Örgütü çalışanı ve üyesi ile bir akşam yemeğinde bir araya geldim. Yemeğe Claude Edelmann (Türkiye masası sorumlusu) Madeleine Des Mazery, Rebecca Rubcke, Nancy Hamilton, Laurence Bottin, Rinalda Luciano, Patrick Duclos ve Denise Binder katılmış-
okuyucu mektubu
Fransa gezisinden notlar
✉
27
✉ okuyucu mektubu 28
tı. Yemek boyunca Türkiye’de yaşadıklarımı ve hapishane sürecini anlattım. Sordukları birçok soruya cevap verdim. Andaki durumda yaptığım çalışmalar hakkında bilgi verdim. Türkiye masası sorumlusu Claude Edelmann Fransa’da yapacağım toplantılar hakkında bilgi verdi. Sohbet geç saatlere kadar sürdü. Hapiste mektuplaştığım insanlarla günün birinde buluşabileceğimi hiç düşünmemiştim. Bana destek olan ve dayanışmada bulunan insanlarla tanışmaktan çok mutlu oldum. 31 Mart 2010: Pertuis, Marsilya’ya 60 km uzaklıkta bulunan küçük bir kasaba. Bu kasaba da Af Örgütü 350 nolu grubu faaliyet yürütüyor. Bu grup ile hapishane sürecinde ve sonrasında düzenli yürüyen bir ilişkim vardı. 31 Mart 2010 tarihinde bir toplantı yapıldı. Toplantıya 60 kişi katıldı. Toplantı ile ilgili yoğun bir propaganda yapılmıştı. Toplantı için afiş ve davetiye çıkarılmıştı. Fransa’da ki tüm toplantılarda kullanılmak üzere bir basın açıklaması yapılmıştı. Bu basın açıklamasında kısaca öyküm anlatılıyordu. Toplantı başlamadan önce Pertuis’da yayınlanan yerel bir gazete ile roportaj yaptım. Toplantının açılışını Af Örgütü Grup üyesi Raymond yaptı. Daha sonra Regina Peter beni nasıl tanıdığını anlattı. Regina, Mehmet’ten Türkçe bir mektup aldığını ve mektubu tercüme ettirdiğini ve daha sonra düzenli mektuplaşmanın başladığını anlattı. O dönemde Alanya L Tipi Hapishanesinde kalıyordum. Yabancı dilde yazılan mektuplar verilmiyordu. Bu
yüzden bende Regina’ya Türkçe mektup yazmak zorunda kalmıştım. Tercüme ile birlikte 40 dakika sunum yaptım. Sunumdan sonra Avignon Üniversitesinde Türkiye uzmanı olan Professor M. Gerard Groc 20 dakika konuştu. Groc konuşmasında Türkiye’de ki genel durumu ve kemalistlerle AKP arasında yürüyen iktidar dalaşını anlattı. Sunumlardan sonra sorular soruldu. Sorulara cevap verildikten sonra toplantı sona erdi. Toplantı salonunda açık büfe kurulmuştu. Toplantı ertesinde yeme içme eşliğinde ikili sohbetler devam etti. 01 Nisan 2010: 1 Nisan günü Lise öğrencileri ile buluştum. Af Örgütü Grubu sekreteri Marie ve grup üyesi Annie ile birlikte Pertuis Lisesine gittim. Hapishane de bulunduğum dönemde Lise öğrencileri bana mektup göndermişlerdi. Bana mektup gönderen öğrenciler ile tanışacak ve kısaca yaşadıklarımı anlatacaktım. Önce öğrencilerin öğretmeni Corinne Fargette ile tanıştım. Bayan öğretmen, beni aralarında görmekten çok mutlu olduğunu anlattı. Cuma günü öğrenciler ile birlikte konuştuğunu ve öğrencilerin sorular hazırladığını belirtti. Öğretmen öğrencilere kısaca beni tanıttıktan sonra sözü bana bıraktı. Ben Türkiye’ye neden gittiğimi, nasıl yakalandığımı, gördüğüm işkenceleri ve hapishane sürecini kısaca anlattım. Öğrencilerin anlayabildiği şekilde bir anlatım tarzını seçtim. Sunumdan sonra öğrenciler sorular sordu. Kimi öğrencilerde anlattıklarım içerisinde
soruldu. Sorulara cevap verdikten sonra toplantı sona erdi. Toplantı ertesinde Af Örgütü üyeleri ile birlikte Ermeni lokantasına gittik. Yemek esnasında da sohbet devam etti. Yemek gece saat 12’de sona erdi. 06 Nisan 2010: 6 Nisan 2010 tarihinde Vaugneray kasabasında bir toplantı yapıldı. Vaugneray Lyon şehrine yakın bir kasaba. Bu kasabada faaliyet gösteren Af Örgütü grubu ile hapisten düzenli mektuplaşıyordum. Hapisten sonrada Bernadette ve Marie ile düzenli yazışmaya devam ettim. Vaugneray’da ki toplantı içinde afiş ve davetiye çıkarılmıştı. Toplantının açılışını Vaugneray Af Örgütü Grubu sekreteri Blandine açtı. Blandine, hapisten gönderdiğim bir kartı toplantıya katılanlara gösterdi. Beni aralarında görmekten çok mutlu olduklarını belirtti. Toplantıya 40 kişi katıldı. Bu toplantıda da sunum yaptıktan sonra, sorular soruldu. Sorulara cevap verdikten sonra toplantı sona erdi. Toplantıda açık büfe kurulmuştu. Toplantı sonrasında da yenen yemek ve içecekler eşliğinde ikili sohbetler devam etti. 07 Nisan 2010: Lyon şehrinde saat 19’da bir toplantı yapılacaktı. Bu toplantıyı Af Örgütü, İnsan Hakları Ligası ve ACAT (Katolik kilisesinin uluslararası insan hakları örgütü) birlikte organize etmişlerdi. Bu toplantıya hazırlık amacıyla saat 11.00’de bir basın toplantısı yapıldı. Basın toplantısından sonra birlikte öğle yemeği yenildi. Saat 15’te Katolik Üniversitesi İnsan Hakları Entstitüsü öğrencileri ile buluştum. Okul müdürü bizleri karşıladı. Bana çevirmen kadın arkadaş, Af Örgütünden Laurette, Blandine ve Ghislaine eşlik ediyordu. Sınıfta 25 öğrenci vardı. Bu öğrenciler değişik ülkelerden gelen master ve lisans yapan öğrencilerdi. Öğrenciler içerisinde Türkiye’li bir öğrenci de vardı. Sunum yaptıktan sonra sorular soruldu. Öğrencilerin büyük bölümü soru sordu. Çünkü öğrenciler insan hakları alanında araştırma yapıyorlardı. Anlattıklarımı ilgi ile dinlediler. Sorulara verilen cevapların ardından toplantı sona erdi. Aksam saat 19’00 da ki toplantının konusu Türkiye idi. Diğer katıldığım tüm toplantılarda olduğu gibi, bu toplantıda da tanık olarak Türkiye’de yaşadıklarımı anlatacaktım. Podyumda benim dışımda Af Örgütü Türkiye Masası Sorumlusu Claude Edelmann ve Katolik Üniversitesinden Professor François Boursier vardı. Toplantıyı Odile Belinga isimli bir avukat yönetti. Toplantıya 85 kişi katıldı. İlk söz hakkı bana verildi. Ben kısaca Türkiye’de nasıl gözaltına alındığımı, gördüğüm işkenceleri, yargılama aşaması, verilen
✉ okuyucu mektubu
sorularına cevap bulduklarını söylediler. Bir öğrenci gözaltına alınıp tutuklandığımda ve medyada “terörist” olarak teşhir edildiğimde, ailemin tepkisinin ne olduğunu sordu. Bir öğrenci yakalanma anını sordu. Bir öğrenci hapishane koşullarını sordu. Bu sorulara ayrıntılı cevaplar verdim. Okula giderken Annie ve Marie, bugünün 1 Nisan olduğunu ve toplantı sonunda öğrencilere bir şaka yapmamı önerdi. Toplantı sonunda sıra şaka yapmaya gelmişti. Öğrencilere, öğretmenleri ile konuştuğumu, burada anlattıklarım hakkında yarım sayfalık bir kompozisyon yazmaları gerektiğini ve 15 dakikalık zamanları olduğunu söyledim. Öğrencilerin suratları asıldı ve kağıt kalem çıkarmaya yeltenenler oldu. Bunun 1 Nisan şakası olduğunu söyleyince, öğrenciler gülmeye başladı. Öğrencilerin alkışları arasında sınıftan ayrıldık. Öğleden sonra Regina ve Guido ile birlikte Aix en Provence şehrine gittik. Aix en Provence şehri Marsilya’ya 40 km mesafede yer alan tarihi bir şehir. Saat 19’da Af Örgütü Magali Grubu ile görüştüm. Bu buluşmada benimle bir roportaj yapıldı. Okul öğrencileri sorular hazırlamışlardı. Öğrencilerin hazırladığı sorulara cevap verdim. Bu roportajın montajını öğrenciler yapacak ve Mayıs ayında yapılacak büyük bir festivalde film gösterilecek. Aksam saat 20.30’da Af Örgütü Martigues Grubu ile buluştum. Bu buluşma dışa açık bir toplantı değildi. Sadece Af Örgütü üyelerinin katıldığı bir toplantı idi. Toplantıya 15 kişi katıldı. Bu toplantıda da kısa bir sunum yaptım. Sorulan sorulara cevap verdim. 02 Nisan 2010: Sırada Marsilya Af Örgütü üyeleri ile buluşma vardı. Yine Regina ve Guido ile birlikte Marsilya’ya hareket ettik. Marsilya denilince akla Notre Dame le de Garda adlı kilise geliyor. Şehrin Güney kısmında yüksek bir tepenin üzerine 1853-1864 yılları arasında inşa edilmiş görkemli bir kilise. Kilisenin olduğu tepeden bakıldığında tüm Marsilya’yı görebiliyorsunuz. Marsilya aynı zamanda Akdenizin önemli bir liman kenti. Şehrin en önemli kilisesini gördükten sonra ve şehir içinde kısa bir gezinti yaptıktan sonra, Af Örgütü bürosuna gittik. Toplantı saat 19’da başlayacaktı. Büroda bizi Af Örgütü sorumlusu Richard Guesnier karşıladı. Bu toplantı da kitleye açık bir toplantı değildi. Sadece Amnesty üyeleri ile bir buluşma toplantısıydı. Toplantıya 30 kişi katıldı. Bu toplantıda da Türkiye’de yaşadıklarımı, yargılama aşamasını, gördüğüm işkenceleri, hapishane sürecini ve uygulamaları anlattım. Sunumdan sonra sorular
29
✉ okuyucu mektubu
hukuk dışı kararları ve hapishane sürecini anlattım. Af Örgütünün kampanyası ve hapishaneye gönderilen mektuplar hakkında bilgi verdim. İkinci konuşmacı Claude Edelmann idi. Edelmann konuşmasına benimle ilgili Af Örgütü’nün yaptığı çalışmaları anlatarak başladı. Edelmann eski bir mahkum olarak tanıklık yapmamın çok önemli olduğunu, insan hakları ihlallerine karşı mücadelenin doğru olduğunu söyledi. Edelmann devamla Türkiye’de ki insan hakları ihlalleri konusunda bilgi verdi. Üçüncü konuşmacı François Boursier idi. Boursier konuşmasında Türkiye’nin jeo politik durumunu, Türkiye’de yaşanan gelişmeler, ekonomik durum ve AB ile ilgili ilişkileri anlattı. Konuşmaların ardından konuşmacılara sorular soruldu. Sorulara verilen cevapların ardından toplantı sona erdi. Toplantı ertesinde bir lokanta da birlikte yemek yenildi. Bu toplantı ile birlikte Fransa’da yapılan toplantılar sona erdi. Tüm toplantılarda sorular soruldu. Sorulan sorulara ayrıntılı cevaplar verildi. Bu yazıda sorulan soruları ve verilen cevapların hepsini yazmanın imkanı yok. Ama her toplantıda ortak sorulan sorular var. Bu soruların bazılarını ve verilen cevapları yazmayı gerekli görüyorum. Soru: Poliste sana yöneltilen suçlamaları kabul etseydin, sonuç ne olurdu? Cevap: Yöneltilen suçlamaları kabul etmek, ilgi ve alakamın olmadığı iddiaları kabul etmek anlamına gelirdi. Bana yöneltilen iddiaları kabul etmek, ‘suçlu’ olduğumu en başında kabul etmek anlamına gelirdi. İddiaları kabul etmek, hukuksal açıdan kötü sonuçlara yol açabilirdi. Bu anlamda işkenceli sorgu odasında polisin bana imzalattırmak istediği ifadeyi imzalamamam doğru bir tavırdı. Soru: Af Örgütü üyelerinin gönderdiği mektupların nasıl bir etkisi oldu? Af Örgütünün yürüttüğü kampanya nedeniyle daha erken hapisten çıktın mı?
30
Cevap: Af Örgütü üyelerinin gönderdiği mektupların tabi ki çok faydası var. Tanımadığım ve dünyanın birçok ülkesinden gönderilen “seninle dayanışma içindeyiz” mektupları moralime moral kattı. Ayrıca hapishane yönetimi daha dikkatli davranmaya başladı. Mahkuma gönderilen her mektup dışarıya açılan bir pencere işlevini görmektedir. Uluslararası yürütülen bir kampanyanın sonucu olarak gönde-
rilen mektuplar nedeniyle hapishane yönetimi daha dikkatli davranmaktadır. Af Örgütünün yürüttüğü kampanya sonucu erken tahliye edilmedim. Bana verilen ceza Yargıtay tarafından onaylandıktan sonra, Uluslararası Af Örgütü Şubat 2007 yılında düşünce suçlusu olduğumu ilan etti. Daha önce düşünce suçlusu olduğum ilan edilseydi sonuç başka türlü olabilirdi. Yürütülen kampanyanın çok önemli bir işlevi var. Erken tahliye olmadım ama verilen hukuk dışı kararlar uluslararası plana taşındı. Af Örgütünün yürüttüğü kampanya sonucu, hukuk dışı karar verenler uluslararası planda teşhir oldular. Soru: Alman vatandaşı olmana rağmen, Alman Hükümeti sana sahip çıktı mı? Cevap: İzmir Alman Başkonsolosluğu ve Ankara Alman Büyükelçiliğinin Türk meslektaşları ile görüştüklerini biliyorum. Hapishane de kaldığım zaman süresi içerisinde, Alman diplomatlar yedi defa ziyaretime geldiler. Alman Hükümetinin somut olarak Türk Hükümeti nezdinde hangi girişimlerde bulunduğunu bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Ben Alanya hapishanesinde kaldığım dönemde, Marco Weiss isimli Alman genci İngiliz bir kızı taciz ettiği iddiası ile tutuklanıp Antalya hapishanesine konulmuştu. Marco için Almanya ayağa kalkmıştı. Marco davası yüzünden iki ülke arasında bir kriz yaşanıyordu. Bütün Alman siyasetçileri Marco için basın açıklamaları yapıyordu. Benimle ilgili hiç bir politikacı basın açıklaması yapmadı. Ben Türkiye’de unutulan
Soru: Tutuklandığın andan itibaren ailen nasıl tepki gösterdi? Ailen sana sahip çıktı mı? Cevap: Tutuklandığım andan itibaren ailem bana sahip çıktı. Kardeşlerim Baki ve Çetin uğradığım hukuk dışı uygulamaları kamuoyuna duyurmak için çırpınıp durdular. Kızım beni yalnız bırakmadı. Hapishanede ziyaretime geldi ve hukuk dışı uygulamalara maruz kaldı. Sadece ailem değil, arkadaşlarım ve dostlarımda bu süreçte beni yalnız bırakmadılar. Soru: Türkiye’ye gitmeyi düşünüyor musun? Türkiye’ye gittiğinde tekrar tutuklanma durumu olabilir mi? Cevap: Tabi ki Türkiye’ye gitmeyi düşünüyorum. Yasal olarak Türkiye’ye gitmemin önünde hiç bir engel yok. Çünkü Türkiye’de akrabalarım ve kardeşlerim var. Tutuklanacağımı sanmıyorum. Ama Türkiye’de neler olacağı belli olmuyor. Ben her şeye
hazırlıklıyım. Tutuklanmamı gerektirecek hiç bir şeyde yok. Fransa gezisi boyunca bir kadın arkadaş çeviri yapmak amacıyla bana eşlik etti. Sadece toplantılarda değil, ikili görüşmelerde de çeviri yapmaya devam etti. Çok iyi tercüme yapıldı. Bu yüzden çevirmen kadın arkadaşa çok teşekkür ediyorum. Fransa’da sadece katıldığım toplantıları yazdım. Pertuis ve Lyon’da bir program yapılmıştı. Toplantıların yanı sıra turistik gezilerde yapıldı. Bir çok Af Örgütü üyesine misafir olduk. Çok iyi bir şekilde ağırlandık. Pertuis’de evinde kaldığım Regina eşi Guido’ya, Af Örgütü üyeleri Michele, Annie, Marie, Linda, Raquel ve ismini anımsamadığım diğer üyelere çok teşekkür ediyorum. Vaugneray ve Lyon’da sıcak ilgilerini esirgemeyen Marie, Bernadette, Blandine, Ghislaine, Laurette ve diğer arkadaşlara teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bu toplantıların gösterdiği gerçek şudur: Af Örgütü üyeleri yürütülen mücadeleye saygı duyuyor. Bu insanlar hapiste bulunan ve düşünce suçlusu ilan edilen bir çok mahkuma mektup yazıyor. Yazılan mektuplara cevap veren mahkumların sayısı çok az. Bana mektup yazan birçok insana cevap yazdım. Hapiste kaldığım süre içerisinde iki bin adet mektup yazdım. Hapisten çıktıktan sonra da köşeme çekilmedim. Uğradığım haksızlıkları anlatmaya devam ettim. İşkenceye, insan hakları ihlallerine ve hukuk dışı uygulamalara karşı mücade ettim, ediyorum. Türkiye’de yaşadıklarımın bir kitabını yazdım. Kitabım Eylül 2010 yılında Almanya’da Almanca olarak yayınlanacak. Türkiye’de dört duvar arasına konulmuş binlerce siyasi mahkum var. Siyasi mahkumlar diğer adli mahkumlarla aynı hak ve yükümlülüklere sahip değiller. Siyasi mahkumlar özel olarak yaptırılan F tiplerinde tutuluyorlar. Tecrit ve izolasyon uygulamalarının adıdır F Tipleri. İşkence sistematik olarak devam ediyor. Adil yargılama yapılmıyor. İşkence cezasız kalıyor. Resmi ideolojinin kalıplarına sokulmayan ve öteki olarak adlandırılanlar üzerinde baskılar devam ediyor. Eski bir mahkum ve işkence kurbanı bir insan olarak, insan hakları ihlallerine, işkenceye, baskı ve sömürüye karşı mücadele etmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Mücadele etmeyen en başta yenilgiyi kabul etmiş demektir. 22 Nisan 2010 Mehmet Desde ✓
✉ okuyucu mektubu
bir mahkumdum. Almanya’ya döndükten sonra avukatım aracılığıyla Alman Dişişleri Bakanlığı’na başvurdum. Benimle ilgili neler yaptıklarını öğrenmek istiyordum. Bu yüzden dosyayı görmek istedim. “Dosyayı veremeyiz çünkü dosyada gizli belgeler var” dediler. Bunun üzerine idare mahkemesine başvurdum. Yürüttüğüm hukuksal mücadele sonucu bakanlıkta dosyanın görülmesine izin verdiler. Avukatım dosyaya baktı. Dosya beş klasörden oluşuyor. Avukatım bir daha bakanlığa gidip dosyaya bakacak. Eğer Alman hükümetinin, benimle ilgili bir şey yapmadığı sonucuna varırsam dava açacağım. Alman hükümetinin bana sahip çıkmamasının nedeni var. Çünkü benim adım Mehmet. Gerçek Alman olmadığım için bana sahip çıkılmadığını düşünüyorum. Soru: Af Örgütü ile nasıl bağ kurdun? Af Örgütü tutuklandığından nasıl haberdar oldu? Cevap: Tutuklandığım andan itibaren kardeşlerim Af Örgütünü bilgilendirdiler. İlk tutukluluğum altı ay sürdü. Altı ay sonra hapisten çıktım ve dava ile ilgili yazıp çizmeye başladım. Ekim 2003 yılında Demokratik Türkiye Forumu çalışanı Helmut Oberdiek’i tanıdım. Helmut Oberdiek aracılığı ile Af Örgütü ile bağ kurdum. İstenen bilgi ve belgeleri gönderdim. Af Örgütü Eylül 2006 yılında Türkiye raporunu yayınladı. Bu raporda yargılandığım davaya geniş yer verildi. Şubat 2007 yılında da düşünce suçlusu olduğum ilan edildi.
31