Çağrı - 98

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SA

Mart 2006/3 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X98

H EJ M

AR

YI

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


içindekiler - editörden

Editörden... Değerli Okuyucu, öncelikle teknik nedenlerle gecikmiş olmamızdan dolayı özür dileriz. Bundan sonra da YDİ Çağrı gazetemiz her ayın başında çıkmaya devam edecek. Evet Mart ayındayız... Baharın ve sıcak havaların habercisi olan 8 Mart sınıf mücadelesinin önemli günleriyle de dolu bir ay... 8 Mart, Gazi Katliamının yıldönümü, Irak'ta savaşın başlamasının yıldönümü, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline gelen Newroz vs. 8 Mart Dünya Emekçiler Gününü arkada bırakmış bulunuyoruz. Bu sayımızda çeşitli bölgelerden 8 Mart kutlamalarının yanısıra İstanbul'daki Kültür Evi'mizde gerçekleştirmiş olduğumuz 8 Mart'ı karşılama etkinliğimiz üzerine de yazılar bulacaksınız. Son döneme uluslararası alanda damgasını vuran gelişmeler hiç kuşkusuz İran'a karşı savaş kışkırtıcılığı ve karikatür krizi oldu... Bu sayımızın başyazısını bu konuya ayırdık. Panorama bölümünde de hem Hamas'ın seçim zaferi hem de İran'a ilişkin iki önemli yazı yer alıyor. Bunları ilgiyle okuyacaksınız. İşçi yazılarımızdaki artışı sürdürüyoruz... Bu sayımızda da özellikle bölgelerden gelen çok sayıda işçi yazısı yer alıyor. Bu yazıların da gösterdiği gibi somut mücadelelerde gittikçe artan biçimde yer almaktayız. Bu bir yandan

İçindekiler bizim moralimizi artırırken, diğer yandan bu yazılardan öğreneceğimiz çok şey var. Bu somut deneyimlerden yararlanarak daha fazla işçi sınıfının mücadelesine atılmaktır görev. Tüm okurlarımız bu bilinçle coşkularını hiç azaltmadan işçi sınıfı temelindeki mücadeleyi geliştirmelidirler. Öyleyse herkes görev başına! Bir diğer hatırlatmak istediğimiz konu ise hemen her sayımızda değindiğimiz destek konusu... Bu konuda çalışmaların olumlu sonuç verdiğini daha önce de yazmıştık... Bu konuda en olumlu gelişme ise artık işçilerden ve sendikalardan da önemli destek almamız oldu. Bu oldukça sevindirici bir gelişme ve mutlaka geliştirilmesi gerekiyor. Bu konuda da okurlarımızdan çabalarının devamını bekliyoruz... Evet önümüz Newroz ve 1 Mayıs... Birisi Kürt halkının kurtuluşunun sembolü, öteki uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin sembolü... YDİ Çağrı okurları bu yıl da hir yıl olduğu gibi bu iki güne özel bir önem vererek hazırlanacaktır. Hem Newroz'da hem de 1 Mayıs'da en yüksek katılımı ve en yüksek coşkuyu sağlamak için şimdiden kolları sıvamalıyız... Gelecek sayıda eğer bir aksaklık olmazsa ay başında tekrar buluşmak üzere...

Yeni Dünya İçin Çağrı, 16 Mart 2006

GÜNDEM Savaş kışkırtıcılığına hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 YENİ İŞÇİ DÜNYASI DİSK’in Kocaeli Mitingi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . SCT patronu saldırıyor, işçiler direniyor... . . . . . . . . . . . . . SUSMA HAYKIR, DURMA ÖRGÜTLEN, MÜCADELE ET! . . . . . . . “Bu dönem metal işçisi için zor bir dönem olacaktır...” . . . . . . “Biz milyonlar birleştiğimizde milyonerlerden daha güçlü oluruz!”. Tersane İşçileri Kurultay Yaptı . . . . . . . . . . . . . . . . . . “HERKESE SAĞLIK, GÜVENLİ GELECEK HAKKI İÇİN” . . . . . . . . Hissedilen enflasyon, Gerçek enflasyon... . . . . . . . . . . . . . Direniş ve Grevlerden haberler . . . . . . . . . . . . . . . . . TÜKETİLENLER . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ÇİMSATAŞ’TA SERVİSLERİ BOYKOT EYLEMİ . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

5 6 6 7 9 11 11 12 12 13 13

YENİ KADIN DÜNYASI İstanbul 8 Mart: Kurtuluş ellerimizde! . . . . . . . . . . . MERSİN’DE 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ . . . İstanbul'da 8 MART TOPLANTISI . . . . . . . . . . . . . . Adana 8 Mart Kadın Platformu, 8 Mart’ı Kutladı . . . . . . . 8 Mart, 5 Mart Günü Karma Katılımla Kutlandı . . . . . . . Küçükdikili Belediye Başkanı 8 Mart ve 1 Mayıs’ı tatil ilan etti!

. . . . . .

. . . . . .

. . . . . .

14 14 15 16 16 17

. . . . . .

. . . . . .

. . . . . .

PANORAMA Seçimlerin galibi Hamas…- FİLİSTİN - . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 Sırada BM Güvenlik Konseyi var! - İRAN - . . . . . . . . . . . . . . . . 21 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Faili meçhul”… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 DTP’Lİ KÜRTLERE FAŞİST SALDIRI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 YAŞAM TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ ”Nükleer ada”ya hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 Nükleer santral yeniden gündemde... . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 OKUYUCU MEKTUPLARI Stalin ! Evet önderliğinde emperyalizme ağır darbeler vurulmuştur... . . 29 İŞİMİZ İŞ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 GÜNEY KÜLTÜR- SANAT- EDEBİYAT DERGİSİ’NE SALDIRILAR SÜRÜYOR . . 30 Yeni Dünya İçin Çağrı'yı Destekle! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31

Devrimci Tutsaklara Özgürlük! Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine karşı çık, hesap sor!

2


gündem

Savaş kışkırtıcılığına hayır!

İran

B

ir peygamber karikatürleri tartışmasıdır almış başını gidiyor. Danimarka gazetelerinin yayınladığı karikatürler ortalığı bir anda hareketlendirdi. Çeşitli ülkelerde müslüman dinci kesimler sokağa dökülüyor, bayrak yakma, konsolosluk binalarına saldırılarla, kalabalık mitinglerle, yürüyüşlerle vs. sözkonusu karikatürlere tepki gösteriyorlar. “Peygamber” karikatürleri ve buna ilişkin tepkileri irdelerken, bu konuda değerlendirme yaparken andaki durumu tespit etmek, gündeme oturtulan bu konuyu açıklamak açısından önem taşıyor. Nedir andaki durum?

nelik… Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’da egemenlik planlarına uygun olarak İran’a –lafta Irak’a yaptığı gibi!– “demokrasi ve özgürlük götürmek” istiyor… Amerikan emperyalizminin gerçekte –Irak örneğinde olduğu gibi– derdi, ne Ortadoğu gerici rejimlerini demok-

SAVAŞ KIŞKIRTICILIĞI!

ratikleştirmektir, ne de bu rejimler altında yaşayan işçilerin emekçilerin “özgürlüğü”dür… Amerikan emperyalizminin –ve diğer emperyalist güçlerin– asıl derdi, dünya üzerinde yürüyen yeniden paylaşım mücadelesinde daha geniş alanlar –özellikle bu alanlar içinde petrolün bulunduğu, taşındığı bölgeler üzerinde– egemenlik kurmak çabasıdır. Yürüyen dalaşın bir ucunda İran petrollerine sahip olmak yatmaktadır. Diğer yandan Amerikan emperyalizminin İran’a yönelik saldırı hazırlığının ardında yatan önemli bir etken de İran’daki molla rejiminin ideolojik bir merkez oluşturması ve Amerikan emperyalizminin denetimi dışında hareket etmesidir. Bu belirleme ama İran yönetiminin bir bütün olarak emperyalizmin denetiminden uzak olduğu anlamına gelmiyor. İran’daki dinci faşist molla rejimi Amerikan

Dünyada barbarlık kol geziyor… Barbarlığın yansımalarından birisi olarak emperyalist ve gerici savaşlar dünya üzerinde yürütülüyor, yeni savaşlar hazırlanıyor emperyalistler ve gerici güçler tarafından… Şu an hazırlanan yeni haksız ve gerici savaşlardan birisi İran’a yö-

emperyalizminin saldırı kampanyasına karşı restini çekmekle birlikte diğer yandan ABD dışındaki emperyalist güçlerle karşılıklı çıkarlar temelinde ilişki geliştirebilmektedir, bu yanıyla emperyalist sistemin bütünüyle dışında değildir, günümüz dünyasında olgu olarak hiçbir ülke

SAVAŞ KIŞKIRTICILARI İŞBAŞINDA… EMEKÇİLER HEDEFTE… bu anlamda bir bağımsız tavır sergileme durumunda değildir. Amerikan emperyalizminin ilan ettiği “şer üçgeni ülkeler”den birisi İran’dı. Amerikan emperyalistleri Ortadoğu’da gerek petrole hakim olma gerekse genel yeniden paylaşım dalaşında Ortadoğu düzleminde diğer emperyalist güçlerden bir adım ilerde olma isteğinin bir adımı olarak İran gerici molla rejimini yıkmayı hedeflemektedir. Bunun için bir dönem İran rejimi içinde liberalleri destekleme ve onlar üzerinden İran’da mevcut rejimi yıkmayı hedeflemişti. Ancak İran’daki liberal kesimin gücü buna elverişli durumda değildi, değildir. Bunun üzerine ABD –ve diğer sorunlarda olduğu gibi, İran bağıntısında da müttefiği olmaya dünden razı olacak siyonist İsrail devleti– İran’ı her halde vurmak, İran içindeki muhalefeti güçlendirmek ve bunlar üzerinden “sonuca” ulaşmak

istemektedirler. İran’a yönelik hazırlanan, hedeflenen budur. Bugün dinci faşist molla rejimi altında idare edilen İran İslamı referans olarak sunan ideolojik yapılanmasıyla İslamiyetin yaygın olduğu bölgelerde, özellikle Ortadoğu zemininde –Amerikan karşıtı tavırlarıyla da– ideolojik bir merkez konumunda hareket etmektedir. İran’daki dinci faşist molla rejimi, emperyalizmin, özellikle Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Doğu ülkeleri üzerindeki baskı, sömürü ve emperyalist çıkarlar temelinde sürdürdüğü yayılmacılığına karşı İslamcı bir ideoloji temelinde sözde karşı çıkar görünmektedir. Gerçekte onların karşı çık ışı Amerikan emperyalizminedir; oysa sorun bir bütün olarak emperyalist sisteme karşı olmak sorunudur, ki; İran gerici yönetiminin bir bütün olarak emperyalist sisteme karşı çıkma yeteneği ve isteği yoktur. Tam tersine onlar gerek AB emperyalistleriyle, gerek Çin ve Rusya emperyalist güçleriyle iyi ilişkiler içindedirler. Son dönemde İran Çin emperyalistleriyle yeni petrol anlaşmaları yapmıştır. Yine İranlı dinci faşist molla rejimi Amerikan yönetiminin İran’a yönelik saldırı kampanyasında kendisine Amerikan emperyalizmi karşıtlığı temelinde –örneğin Latin Amerika ülke yönetimleriyle– ilişkiler geliştirmektedir. ABD’nin İran’a yönelik saldırı hazırlıklarında en önemli müttefiklerinden birisi İsrail yönetimidir. İsrail, İran molla rejimini kendi varlığı açısından tehlikeli bulmaktadır. Bunun için hazırlanan saldırılarda

3


gündem İsrail vurucu güç olarak da bu saldırının en önemli parçalarından birisi olmaya adaydır. İsrail’in bu konumu, HAMAS’ın Filistin seçimlerinde güçlenerek çıkması ve iktidara gelmesiyle çok daha elzem hale gelmiştir. Siyonist İsrail yönetimi yanıbaşında İran’ın desteklediği bir güçle yaşama durumundadır ve bu da onları rahatsız etmektedir. İsrail, kendi yaşam varlığı açısından tehlike olarak gördüğü İran’ın ve İran’ın desteklediği güçlerin etkisini kırmak için İran’a yönelik saldırı hazırlıklarının ve hesaplarının içindedir.

KARİKATÜR KRİZİ SAVAŞ KIŞKIRTICILIĞINDA MALZEME… Bu koşullarda bir savaş kışkırtıcılığı yapılmaktadır. Bunun adımlarından birisi olarak ABD emperyalizmi ve müttefikleri İran’ın nükleer enerji çalışmalarını silah amaçlı yaptığını ileri sürerek uluslararası yaptırım

Endonezya

Pakistan

Filistin

4

uygulatma, İran’ı yalnızlaştırma peşindedirler. Buna karşın İran, enerji amaçlı nükleer çalışma yaptığını söylemektedir. İran’ın nükleer çalışması ekseninde tartışma sürmektedir. Bu tartışmanın sürdüğü dönemde “Peygamber karikatürleri” tartışması gündeme gelmiş, getirilmiş, bu tartışma objektif olarak savaş kışkırtıcılığının bir aracı olarak kullanılmıştır. Karikatürlerde “İslam = Terörizm” gösteri l mek ted ir. Bu na ka rşı n

İslamcı kesimlerin yakıp yıkarak karikatürlere yönelik protesto tavırları / tepkileri Batı tarafından kendilerinin “haklılıklarına” kanıt olarak gösterildi. “Bunların hepsi terörist!”, “İslamiyet terörizmdir!”, “Doğu’ya haddini bildirmek gerekir” düşünceleri temelinde kamuoyu işlenmeye çalışıldı. Bununla en azından İran vurulduğunda bu saldırılara Batılı kamuoyunun tepkisini şimdiden törpüleme hedeflenmektedir. Kamuoyu saldırıya, saldırının haklılığına inandırılmaya çalışılmaktadır. İslamcı kesimler, özellikle İranlı dinci faşist molla rejimi karikatürleri üzerinden savaş kışkırtıcılığına destek vermektedirler. Çünkü onların da bu tür bir propagandadan çıkarları vardır. Neden? Birincisi onlar kendilerine yönelik bir saldırı olması durumunda İslamcı kesimlerin, ülkelerin desteğini arkalarına alacak, sembolik olarak müslüman dünyanın temsilciliği konumunu pekiştirecek, ideolojik merkez rolünü pratikte daha çok ortaya koyabileceklerdir. ABD –ve İsrail– İran’ı vurmadığı takdirde de bu molla rejimine kazandırır. Çünkü bu kez de hem içte hem de dışta molla rejimi prestijini parlatmış olacaktır. Saldırı olması durumunda ABD’nin hesaplarından birisi olan liberal kesimlerin İran rejimini alaşağı etmesi ve liberal bir yönetimin kurulması bugünkü koşullarda boş bir hesaptır. Herhangi bir ABD-İsrail saldırısında İran molla rejimi işçileri, emekçileri kendi etrafında toplayacak güce ve etkiye sahiptir. Kısaca ortaya çıkan karikatür krizinden her kesim objektif olarak bunu savaş kışkırtıcılığında bir malzeme olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda Avrupalı emperyalistlerin durumuna da kısaca değinmek gerekiyor. Karikatür krizi esasında AB ülkelerinde çıkmasına rağmen bu kriz AB emperyalistlerinin baştan bilinçli olarak istediği birşey değildir. AB emperyalistlerinin İran’la ilişkileri iyidir, bu kriz ve İran’a yönelik olası bir saldırı AB emperyalistlerinin istediği bir şey değildir. Ancak karikatür krizi ortaya çıktığı dönemde Avrupalı emperyalist güçler durumu “basın özgürlüğü” vs. ile açıklamaya çalıştılar. Gerçekte Avrupalı emperyalist güçler tarafından ileri sürülen “basın özgürlüğü”, “buna karışılamayacağı” düşüncesi vs. sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Diğer yandan AB emperyalist güçlerinin “basın özgürlüğü” vs. iddialarına karşı İslamcı gerici kesimlerin, İran’ın vs. “din ve vicdan özgürlüğü” savunusu da sahtekârlıktır. Onlar

saldırı kendilerine yöneldiğinde “din ve vicdan özgürlüğünü” hatırlamaktadırlar ama kendileri de başka din ve inanç grubundan insanlara gayet rahat saldırabilmektedirler. Örneğin Yahudi dininden olanlara karşı din temelinde saldırmak bunlar için gayet “normal” bir şeydir ve burada “din ve vicdan özgürlüğünün” hiç bir rolü yoktur.

HAZIRLANAN SAVAŞTA EMEKÇİLERİN ÇIKARI NE? Sonuçta bir savaş hazırlanmaktadır… ABD emperyalizmi ve müttefikleri her halükârda, yöntemi nasıl olursa olsun (ki bu bağlamda İran’ın Irak olmadığı, İran muhalefetinin gücü, molla rejiminin kitle desteği vs. dikkate alındığında hava saldırısı eşliğinde bir kara gücünün işgali İran’a yönelik saldırı planlarının dışındadır; daha çok hava saldırısının yürütüleceği düşünülmektedir ve işgal olmadığı ama hava saldırılarının yapıldığı durumda da insan kaybı hiç de işgalden az olmayacaktır!) İran’ı vuracaklardır. Buna karşı çıkmak günün görevlerinden birisidir! Çünkü işçilerin, emekçilerin ABD emperyalistlerinin ve müttefiklerinin İran’a yönelik saldırısında hiç bir çıkarı yoktur. Hazırlanan savaş işçilere, emekçilere karşı bir savaştır; emperyalist, gerici, haksız bir savaştır! ABD emperyalizminin İran petrollerine hakim olma, Ortadoğu’da yürüyen nüfuz dalaşında kazançlı çıkma amaçlarını garantiye almak için yürüteceği bir savaş emperyalist, gerici, karşıdevrimci bir savaştır! Emperyalist çıkarlar için halklara yönelik yürüyecek, en fazla zararı onlara verecek olan bir savaştır! Emperyalizme, emperyalistlerin kendi çıkarları için yürüttükleri gerici, karşıdevrimci savaşlara karşı çıkmak, hazırlanan yeni emperyalist, gerici, karşıdevrimci savaşlara karşı çıkmak görevdir! Çeşitli ulus ve milliyetlerden İranlı işçiler, emekçiler böyle bir savaşın esas hedefidirler! En fazla zararı görecek olanlar, ölecek, sakat kalacak olanlar, açlık ve yoksulluğu çekecek olanlar; kısaca savaşın en ağır yükünü, en çok zararını görecek olanlar işçiler ve emekçilerdir. Olası bir bombalama, sonuçta, İran molla rejiminin güçlenmesine, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin emekçilerin Fars milliyetçiliğiyle daha fazla zehirlenmesine de yol açacaktır. Bu açılardan da esas kaybedecek olanlar, gerici molla rejiminin sömürü, baskı ve gericiliğin karanlığı

altında tuttuğu işçiler, emekçilerdir! Molla rejiminin dinci, İslamcı gericiliğin kalesi/merkezi olma; 1,3 milyar insanın temsilciliğine oynama, ideolojik merkez olma vs. amaç ve isteklerinin bir parçası olarak savaş kışkırtıcılığını, savaşı kullanması çabalarına da karşı çıkmak görevdir! Tüm İranlı işçilerin ve emekçilerin olduğu gibi, çeşitli ulus ve milliyetlerden dünya ve ülkemiz işçilerinin emekçilerinin görevi hazırlanan yeni savaşa karşı çıkmak, gerici haksız savaşların karşısına devrimci sınıf savaşımlarıyla çıkmalıdırlar! Görev budur!

GÜNDEM DEĞİŞMELİDİR! Ortadoğu’da Amerikan emperyalistleri ve müttefiklerinin İran’a yönelik savaş kışkırtıcılığı, bu amaçla kullanılan karikatür krizinin gündeme oturtulmasında işçilerin, emekçilerin hiç bir çıkarı yoktur! Ancak savaş kışkırtıcılığı ve bunun araçlarından birisi olarak karikatür krizi gündeme oturtulmuştur. Karikatür tartışması gerçek bir tartışma değildir. Bu tartışmada hem Avrupalı emperyalist güçlerin basın özgürlüğü safsataları, hem de dinci kesimlerin “dini değerlere saygı” vs. argümanları temelinde kendi haklılıklarını geniş kitlelere kabul ettirmek istemeleri objektif olarak bir dizi güncel olguyu gözlerden gizlemeye hizmet etmektedir. Bu tartışma bir taraftan işçileremekçiler arasına din temelinde varolan önyargıların, farklılıkların ve bölünmüşlüğün derinleşmesine hizmet ederken, diğer taraftan ezen-ezilen, sömüren-sömürülen çelişkisini, gözlerden gizlemektedir! Oysa emek-sermaye çelişkisi esasta gündemde durmak zorundadır! Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen emek ile sermaye çelişkisi günümüz dünyasında gündemin en temel çelişkisidir! Tartışılması, çözülmesi gereken en temel çelişki bu çelişkidir! Biz işçilerin, emekçilerin temel taleplerini ve hedeflerini geri plana iten sahte tartışmaların gündeme oturmasına karşıyız! Buna rağmen gündem yapıcıları, kendi çıkarları temelinde oluşturdukları gündeme her kesimi çekebilmektedirler. Bu durum değişmelidir, değiştirilmelidir. İşçi sınıfının temel talepleri gündeme oturmalıdır, oturtulmalıdır. İşçileri, emekçileri, ezilenleri gerçek anlamda kurtaracak olan devrimdir, sosyalizmdir! Görev devrim ve sosyalizm mücadelesine sarılmaktır! 13 Şubat 2005


yeni işçi dünyası

i i n ’ g K K c n a i e l i o t S i Dİ M

D

İSK ’ i n 19 Şubat ’t a K o c a e l i ’n d e d ü z e n l e d i ğ i “ Yo k s u l l u ğ a v e Aadaletsizliğe Hayır” mitingine 10 binin üzerinde işçi ve emekçi katıldı. Kocaeli, Trakya, Bursa, İstanbul, A n k a r a , E sk i ş eh i r, B a l ı ke si r, Adapazarı ve Bolu’dan DİSK’e bağlı sendikalara üye işçiler saat 11.00’den itibaren Kocaeli Merkez Bankası önünde toplanmaya başladı. Mitinge yaklaşık 6 aydır grevde olan SernaSeral işçilerinin yanısıra, SDP, ÖDP, EMEP, CHP Halkevleri, ESP, İşçi Mücadelesi, Alınteri, Devrimci Duruş katılmışlardı. Biz Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi okurları olarak bu mitinge katılarak destek verdik. İşçi ve emekçiler daha sonra mitingin yapılacağı alana doğru yürüyüşe geçtiler. Mitingde özellikle Birleşik Metal-İş ve Genel-İş’in kitleselliği göze çarpıyordu. İstanbul’dan gelen Birleşik Metal-İş üyesi işçiler kendi fabrikalarının pankartlarını taşıdılar. Yürüyüş sırasında işçiler sık sık “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Mezarda emekli olmayacağız”, “Gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek”, “Direne, direne kazanacağız”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz, yaşasın DİSK” sloganlarını attılar. Sıkıntılı bir sözleşme süreci geçiren Lastik-İş üyesi işçiler de “Lastiğe uzanan eller kırılsın” sloganıyla tepkilerini dile getirdiler. Miting alanına biriken işçilere seslenen Süleyman Çelebi, “değişin dünyayı algılamaya” çalıştıklarını ve ör-

gütü “değişen ihtiyaçlar” karşısında yeniden inşa etmeye koyulduklarını belirtti. Çelebi, bunun ancak her işyerinin ve mahallenin emeğin kazanılmış kalesi haline gelmesi ve yeni üyelerle başarıya ulaşabileceğini söyledi. Çelebi, AKP hükümetinin IMF politikalarını hayata geçirmede büyük bir heves gösterdiğini, bu hevesin bedelini ise yoksul işçi ve emekçilerin ödediğini ve bu hükümetin son bir yılda işsizlik, yoksulluk ve yağma yasalarına imza attığını vurguladı. Hükümetin gözünü emeklilik yaşı ve sosyal güvenliğe diktiğini söyleyen Çelebi, kıddem tazminatlarının kuşa çevrilmek, emeklilik yaşının yükseltilmek ve emeklilik maaşları-

nın indirilmek istendiğini belirtti. Hükümetin Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) yasa tasarılarını yasalaştırarak, “paran kadar oku, paran kadar yaşa, paran kadar insan muamelesi gör” politikasını hayata geçirdiğini söyledi. Çelebi son olarak, saldırılara karşı uluslararası dayanışmanın önemini vurguladıktan sonra, “Başka bir Türkiye, başka bir yaşam, başka bir d ü n y a müm-

kün inancıyla, küresel saldırıya karşı emeğin ve ezilenlerin dayanışmasını ve direnişini örgütlemeyi sürdüreceğiz” dedi. Bizler bu eylemde üzerinde YDİ ÇAĞRI logosu bulunan büyük bir pankartın yanı sıra çok sayıda dövizle katıldık. Dövizlerde şu sloganları öne çıkardık: “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Sosyal devlet, sosyal adalet sosyalizmde”, “Ya Barbarlık, ya Sosyalizm”, “Kölelik yasalarına hayır”. Ayrıca, Sosyal Güvenlik Yasası ve Genel Sağlık Sigortası ile ilgili çıkardığımız bildiriden yaklaşık 3 bin adet işçiler arasında dağıttık. 21 Şubat 2006

5


yeni işçi dünyası

SCT patronu saldırıyor, işçiler direniyor...

S

endikalaştıkları için aylardır baskıya uğrayan, işten atılan işçiler mücadeleyi yükseltiyorlar. Son olarak 22 işçinin atıldığı fabrikada, Birleşik Metal-İş Sendikası Anadolu Şubesi SCT patronunun toplu sözleşme görüşmelerindeki uzlaşmaz tutumu nedeniyle grev kararı aldı. Atılan işçiler ise fabrika önünde direnişe geçtiler. 1 Mart tarihinden bu yana işyeri önünde bekleyen işçiler, kararlı olduklarını ve patron çıkardığı işçileri geri alıp sendikayı kabul edene kadar mücadeleyi sürdüreceklerini belirtiyorlar. Sendikalaşma sürecinde patron işçilere sendikadan istifa etmeleri için sayısız kez baskı uyguladı, işyerini kapatma tehdidinde bulundu, işçilere “koyun” ve “soytarı” diyerek hakaret etti. Direnişte bulunan işçilerden işyeri temsilcisi Mustafa Kaya “her türlü mücadeleyi vereceğiz” diyerek kararlı olduğunu ifade etti. Kadın işçiler de “onurumuz için yaşıyoruz” diyerek sendikalı olarak çalışmak istediklerini belirttiler. Direnişteki işçiler arasında daha önce de işten atı-

lan birçok işçi var. Bu işçilerden Tülay Tilki daha önce işe alındıktan bir süre sonra sağlık problemleri gerekçe gösterilerek işten çıkarılmıştı. Birleşik Metal-İş Sendikası 4 Mart Cumartesi günü bir basın açıklaması düzenleyerek kamuoyundan destek istedi. Daha sonra fabrika önündeki işçiler vardiya değişimi sırasında alkışlarla SCT patronunu protesto ettiler. Sürekli fabrika önünde bekleyen Jandarma, işçilerin fabrika önünde beklemelerini istemiyor. Daha önce fabrika önünden hareket eden servisler de fabrika içerisine alınarak vardiya değişimlerinde çalışan işçilerin direnişteki işçilerle görüşmesi engellenmeye çalışılıyor. SCT patronu son olarak önümüzdeki iki hafta boyunca işçileri yıllık izine çıkararak fabrikayı kapattı. İşçiler patronun bu pratiğiyle yeni bir şeyler planladığını düşünüyorlar. Her fırsatta sendika istemediğini, ucuz işgücü olduğu için bu bölgeye yatırım yaptığını belirten SCT pat-

ronu, fabrikada 60 stajyer işçi çalıştırıyor. Fabrikadaki diğer işçiler gibi çalışan stajyerlere haftada 3 günlük çalışmaları karşılığında aylık sadece 158 YTL ödüyor. Birleşik Metal-İş’in Toplu İş Sözleşmesi için görüşme taleplerini sürekli geri çeviren işverenin katı ve masaya oturmayan tutumu ve işçiler üzerinde oluşturduğu baskı nedeni ile işçiler sendikalarının önderliğinde 15 Mart 2006’da greve çıktı. 5 Mart 2006 tarihinde Tarsus öğretmenevinde işçilerle yapılan bir toplantıda işçiler; sendika başkanı Uğur Tozlu’nun “greve hazır mıyız?” sorusuna hep bir ağızdan evet diyerek grevde kararlı olduklarını dile getirdiler. İşçiler, SCT patronunun Toplu İş Sözleşmesi masasına oturmasını bilmiyorsa “bunu öğrenmesinin yolu grev ise, grev hoş geldi sefa geldi” diyerek kararlı olduklarını bir kez daha patrona duyurdular.

Bizler de Yeni Dünya İçin ÇAĞRI okurları olarak SCT işçilerini her fırsatta ziyaret ediyor ve onları mücadelelerinde yalnız bırakmıyoruz, bırakmayacağız. İşçiler de her ziyaretimizde bizleri daha sıcak karşılıyorlar. Ayrıca kendi aralarında bir miktar para toplayarak gazetemize, aslında onların olan Çağrı gazetesine bağışta bulundular. İşçilerin sendikalaşma mücadelesine destek olabilmek amacıyla “Susma haykır, durma örgütlen, mücadele et!” başlıklı bir bildiri hazırlayarak işçilere dağıttık. DİRENEN SCT İŞÇİSİ KAZANACAK! YDİ Çağrı Mersin 7 Mart 2006

SUSMA HAYKIR, DURMA ÖRGÜTLEN, MÜCADELE ET!

A

6

nayasa’da ve diğer yasalarda her insanın örgütlenme hakkı bulunduğu yazılıyor. Yasalar işçilerin sendikalaştıkları için işten atılamayacaklarını, işçilere baskı yapılamayacağını söylüyor. Fakat sizlerin de gördüğü gibi söz konusu işçiler olduğunda hiçbir yasa maddesi işlemiyor. Her yerde işçiler sendikalaştıkları için baskıya uğruyor, işten atılıyorlar. Polis işçilere şiddet uyguluyor, mahkemeler de işçiler tutuklanıyorlar. Her fırsatta işçilerin örgütlenme hakkı ellerinden alınıyor. Sermayenin çıkarları için varolan devlet ve sermayenin emrinde bulunan hükümetler işçilerin örgütlenmesini engelliyor. Çünkü sermaye sınıfı biliyor ki, örgütlenen işçiler haklarını arayacak, kendilerini ezdirmeyeceklerdir. Patronlar örgütlü işçiyi istedikleri gibi kölece çalıştıramayacaktır. SCT İŞÇİSİ ARKADAŞ; Sendika senin en doğal hakkındır. Örgütlenirsen, diğer işçi arkadaşlarınla birlikte hakların, onurun ve sendikan için mücadele edersen kazanacaksın. Patron bin bir yol deneyerek, hilelere başvurarak seni aynı şartlarda çalıştığın, aynı kaderi paylaştığın işçi arkadaşlarından ayırıyor. Bir avuç sermayedarın milyonlarca işçiyi sömürebilmesinin, köle gibi çalıştı-

rabilmesinin tek nedeni senin örgütlenmemen, hakların için işçi kardeşlerinle birlikte mücadele etmemendir. Patronlar, senin “işsiz kalırım” diye korkmandan dolayı bu kadar güçlüler. Oysa örgütlenen işçiler karşısında hiçbir güç duramaz. Şimdi patrona işçilerin “koyun” ve “soytarı” olmadığını gösterme zamanı. Ne SCT patronu, ne de diğer patronlardan işçilere dost olmaz. SCT patronu sendikaya karşı olmadığını söylemişti. Şimdi patronun ikiyüzlülüğünü görüyorsun. SCT İŞÇİSİ ARKADAŞLAR; gün birlik olma, kenetlenme günüdür. Gün haklarımız, onurumuz için, sendikalı çalışmak için mücadele günüdür. Sömürüyü, baskıyı, sendikasızlaştırmayı durdurmak için, emeğin, sendikan için mücadele et, örgütlen. Sömürüsüz, sınıfsız, savaşsız bir dünya senin örgütlü ellerinde! YAŞASIN SCT İŞÇİSİNİN ONURLU DİRENİŞİ! DİRENEN SCT İŞÇİSİ KAZANACAK! 04.03.2006


yeni işçi dünyası

A

şağıda Birleşik Metal-İş Mersin Şube Başkanı Uğur Tozlu ile Birleşik Metal-İş’ in Mersin’ de örgütlü bulunduğu işyerlerindeki durum ve sınıfın genel sorunları üzerine yaptığımız bir söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

“Bu dönem metal işçisi için zor bir dönem olacaktır...”

YDİ Çağrı: Sayın Tozlu önce kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Uğur Tozlu: Her şeyden önce YDİ Çağrı dergisinin işçi sınıfının sesi olması, emekçilerin sorunlarına duyarlı olması ve katkı sunmasından dolayı sendikam Birleşik Metal-İş Sendikası ve Anadolu Şubesi Yönetim Kurulu adına teşekkür etmek istiyorum. Örgütlü olduğumuz Çimsataş’ta onüç yıllık işçilik hayatım var. Dört yıl iş yeri baş temsilcisi ve altı ay da amatör yönetici olarak Anadolu Şubesinde bulundum. 2004’den bu yana da profesyonel şube yöneticisi olarak görevdeyim.

uzun soluklu olarak sürdüremedik. Sürdüremememizin nedeni, bu arkadaşlarımızın bazılarının kıdem ve ihbar tazminatlarını alarak fabrika önüne gelmemeleri oldu. Sürekli sayımız düşüyordu. Biz bu arkadaşlar ile oturup durumu konuştuk. Eğer sayı sürekli böyle düşerek sürecekse bu durumun işverene güç vereceği ve diğer işçi arkadaşlarımızın moralini bozabileceği gerekçesi ile orda direnen arkadaşlarımızın rızasını da alarak eyleme son verdik. Bu eylemden sonra sendikalı olmayan dört arkadaş dava açmayacaklarını belirtti. Diğer sendika üyesi yirmi altı arkadaşımız için Adana İş Mahkemesinde dava açtık. Bu arkadaşlarımızdan da dört kişi dava açmak istemediler. Bunun üzerine biz yirmi iki arkadaşımızın davasını açtık. Bu arkadaşlarımızın büyük ihtimalle işe iadeleri çıkacak. SCT 1990’dan bu yana üretim yapıyor. Bu bölgede filtre üreten dört tane fabrika bulunuyor. Bunlardan İskenderun ASAŞ Şampiyon Filtre, Fil Filtre ve SCT. SCT Otomotiv sanayine filtre üretiyor. %45 yurt içi dağıtımı, TOFAŞ ve RENO ve farklı fabrikalara. %55’i de Almanya’dan Hamburg ve Ukrayna üzerinden eski Doğu Bloku ülkelerine ihracat yapıyor. Ağırlıklı olarak filtre üretiyor. Bu fabrikada, iş sağlığı ve iş güvencesi yetersiz. Bunun nedeni de hala burada bir toplu sözleşme yapmadığımızdan dolayıdır. Mesela iş bitimi sonrasında işçiler duş alma ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlar. Tamamen orta çağdan kalma bir çalışma sistemine sahipler diyebiliriz. Çalışan işçiler ağırlıklı olarak asgari ücret alıyorlar. Şu an için sendika olarak biz tam olarak yetkiliyiz. Toplu sözleşme sürecimiz devam ediyor. Arabulucu sürecimiz bitti. 7 Şubat tarihi itibarı ile grev ilanını astık. Bu anlamda sürecimiz 7 Şubat’ta başladı. Biz altmış gün içinde her hangi bir tarihte greve çıkabiliriz. 7 Nisan son tarih. Biz sendika olarak bu süreci işyerindeki arkadaşlarımızı eğer anlaşamazsak işyeri komiteleri aracılığı ile greve hazırlamak için kullanacağız. Mart ayının yirmi dördünden itibaren de bu süreci başlatacağız. Son dönemde bu işyerinde sendi-

YDİ Çağrı: SCT’de daha önce atılan işçiler vardı. Patron sendikadan istifa etmesi için işçilere baskı yaptı ve istifalar oldu. Atılan işçiler için eylem yaptınız, bu işçiler geri alındı. Daha sonra yirmidokuz işçi atıldı veya ücretsiz izine çıkarıldı. Sendikadan istifa eden işçiler geri döndü mü, ne kadarı döndü? Bu süreci bize anlatır mısınız? Uğur Tozlu: Birleşik Metal-İş Sendikasının Anadolu Şubesi olmamızdan dolayı çok geniş bir alanda örgütlenme ağımız var. Şube olarak onaltı tane sağlık bakanlığı ana tamirhane bölümlerinde biz yetkili sendikayız. Bu işyerlerimizin bölgelere göre dağılımı, Van’dan, Trabzon’a, Trabzon’dan Konya’ya, Konya’dan Diyarbakır’a, Urfa’ya kadar uzanıyor. Çok geniş bir örgütlü ağımız var. Onaltı kamu, üç tane de özel sermayeye ait işyerinde yetkiliyiz. Bunlardan biri, Çukurova Çimsataş işyeri, Niğde’de Ditaş ve Kırşehir Çamaş işyerlerinde yetkiliyiz. Bizim bu işyerinde örgütlenmemiz 4 Temmuz 2005 tarihinden itibarendir. SCT’de ilk örgütlendiğimizde her ne kadar rahat olduysa da, biz belli sıkıntıların olacağını sezinledik. Çalışma bakanlığından yetkimiz geldi. Yetkili bir sendika olarak toplu sözleşme masasına oturduk. Fakat bu süre içerisinde işveren sendikalı iki arkadaşımızı işten attı. Biz sendika olarak bu arkadaşlarımızın işyerine geri iadesi ve yasal haklarını alması için Adana İş Mahkemesinde dava açtık. Bu arkadaşlarımızın mahkemesi 7 Mart’ta. Büyük ihtimalle işe

iade edilecekler. Önce örgütlenmemize sesini çıkarmayan işveren daha sonra örgütlenmemizden rahatsızlığından dolayı sendika üyesi arkadaşlarımızı istifaya zorladı ve dokuz arkadaşımızın çıkışını verdi. İşten atılan bu arkadaşlarımız için SCT Turbo Filtre fabrikasının önünde 15 gün direndik. İşverene teslim olmayacağımızı, arkadaşlarımız işe tekrar alınana kadar direneceğimizi söyledik. Biz bu süreçte, demokratik kitle örgütlerinden, sendikalardan, diğer fabrikalardaki işçi arkadaşlarımızdan büyük destek gördük. Bu direniş sonucu işveren bu dokuz arkadaşımızı tekrar işe aldı. Fakat süreç içerisinde işveren toplu sözleşmeye yanaşmadığı gibi, içerde örgütlü olan ikiyüz doksan arkadaşımızın üzerinde sendikadan istifaları için baskılarını yoğunlaştırdı. İşverenin bu baskısı sonucu yüzden fazla arkadaşımız sendikadan istifa etti. İstifa etmeyen otuz arkadaşımız, bunlardan yirmi altı tanesi sendikamızın üyesi, dört tanesi sendikamızın üyesi olmayan arkadaşlarımızdı, işten atıldı. Biz işten atılan bu arkadaşlarımız için fabrika önünde eylem gerçekleştirdik, sendikalı sendikasız ayrımı yapmadık, onlarla da ekmeğimizi bölüştük. Fakat fabrika önündeki bu eylemimizi

kamızdan istifa eden arkadaşlarımız sendikamıza tekrar üye oluyorlar. İşçi şunu gördü; beni sendikadan istifa ettiren işveren bana sahip çıkmadı. Tersine kapı önüne koydu. İşçilerin kafasında ‘sendikasız da olsan işveren seni kapı önüne koyuyor’ düşüncesi hakim olmaya başladı. Bunun sonucu olarak ve sendikamızın da yoğun çabası ile işçiler tekrar üye oldular. Biz bu grev hazırlığı süreci içinde pazartesi günü yemek yememe, salı günü alkışlı bir protesto eylemi gerçekleştirdik. Bu eylemlilikleri iki aya yayma gibi bir düşüncemiz var. Yeri geldiğinde de üretimden gelen gücümüzü kullanacağız. Buradan Çağrı gazetesi aracılığı ile de işverene çağrıda bulunuyorum. Gelin bizimle toplu sözleşme masasına oturun. Biz bu sesimizin işveren tarafından duyulmasını istiyoruz. Yoksa yasal olan hakkımızı kullanarak greve gideceğiz. Bu fabrikanın sahibi Rus asıllı bir Alman olmasından dolayı bizim uluslararası sendikalar, özellikle de Almanya’da bulunan IG Metall Sendikası üzerinden bu işveren ile görüşme taleplerimiz oldu. İşveren bize kendisinin Hamburg ve Belçika’da da işyerlerinin olduğunu, oradaki işyerlerinde işçilerin sendikalı olduğunu, oralarda %2 gibi sözleşme imzaladıklarını, burada da %1,5-2 gibi sözleşme yapalım teklifinde bulundu. Biz kendilerini bu şartlarla bir sözleşme yapmamızın mümkün olmadığını bildirdik. Taleplerimizi işverene bildirmemize rağmen bugüne kadar bir cevap vermedi. YDİ Çağrı: Cimsataş’da iki gün eylem yaptınız bu işyerinde kazınılmış bir takım hakların verilmediğini söylediniz. Bunlar hangileridir? Siz sendika olarak ne yaptınız? Gördüğümüz kadarı ile işçiler sendikadan memnun. Uğur Tozlu: Çukurova Çimsataş, bu bölgede örgütlü olduğumuz işyerlerinden bir tanesi. Toplam 640 işçi çalışıyor. Bu işçilerin 540 tanesi sendikamızın üyesi. Bu işyeri taşeronlaşmanın en yoğun olduğu bir işyeri idi. İşverenin 10 yıllık taşeron firma çalıştırtmasına uzun mücadeleler

7


yeni işçi dünyası sonucunda son verdik. Şu anda fabrikanın tümünde yemek bölümünü de sayarsak taşeron olarak çalışan 9 işçi var. Aslında buna taşeron dememiz de yersiz. Bunlar yemek dağıtan insanlar olup, fiilen üretimde olmadıkları için bir engel teşkil etmiyorlar. Biz daha önce taşeron firmalarda çalışan 270 işçinin tamamını sendikamıza üye yaptık. İşveren bu işçilerden 100’ünün çıkışını verdi. Türkiye işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinin önünde en büyük engel teşkil eden taşeronlaştırmayı Çukurova Çimsataş’tan kaldırdık. Şu anda fabrikamızda taşeron firma yoktur. Bizim dışımızdaki işyerlerinde örgütlü olan sendikaların (isim olarak vermeyeceğim) işyerlerindeki taşeronlaştırmaya karşı bir şeyler yaptıkları yoktur. Bu da orda çalışan işçilerin çalışma koşullarını zorluyor. Tüm sendika ve konfederasyonlara çağrım; taşeron örgütlenmesinin üzerine gitmesidir. Biz, Çukurova Çimsataş fabrikasında 13-14 Şubat tarihleri arasında iki günlük bir eylem yaptık. Bu eylemi yapmamıza neden olan şey 4857 sayılı iş sağlığı ve iş güvenliği kuralları çerçevesinde işyerinde soyunma yerlerinin ve duşların yetersizliği idi. İşyeri temsilcimiz tarafından defalarca işverene bildirilmesine rağmen, işveren ‘ben bunları yapamam’ diyerek geri çevirdi. Bunun üzerine biz 14 Ekim 2005 tarihinde Adana Bölge Çalışma Müdürlüğüne işyerindeki bu sıkıntıları dile getiren bir şikayet dilekçesi ile başvurduk. Bu dilekçemiz üzerine Bölge Çalışma Müdürlüğü bizi haklı buldu. Ve 18 Ocak 2006 tarihinde işyerimize müfettiş göndererek bir denetleme yaptı. Denetleme sonucu haklı olduğumuzu, çalışan işçi sayısına göre, soyunma yerleri ve duşların yetersiz olduğunu tespit etti. Bu sorunların çözülmesi gerektiğini işverene bildirdi.

8

YDİ Çağrı: Geçen görüştüğümüzde Çimsataş’ta kazanılmış bazı haklarınızın da verilmediğini söylediniz. Bununla ilgili de bilgi verir misiniz? Uğur Tozlu: Biz 14 Ekim 2005 tarihinde Bölge Çalışma Müdürlüğüne yazdığımız şikayet dilekçesinde özellikle toplu sözleşmeden kazandığımız avanslarımızın 2001 krizinden bu yana ödenmediği ve maaşlarımızın gününde ödenmemesi gibi sıkıntımızı bildirmiştik. Avanslarımız 2001 25 Mayıs’ından bu yana ödenmiyor. Bunu da işverene sürekli bildirmemize rağmen, bize hep sıkıntıları-

nın olduğunu ve avansları zamana yayarak ödeyeceklerini söylüyorlardı fakat ödemediler. Her ayın 1-10 arası ödenmesi gereken maaşlarımızda eğer 10’u Cumartesi Pazar’a geliyorsa 2-3 gün geciktirerek ödemeye başladılar. Bu da bizi sıkıntıya soktu. 14 Şubat’taki görüşmede sorunu gidereceklerini söylemelerine rağmen hala gidermediler. Bu sorunları gidermesi gerekirken, işçilerin daha önce kazanılmış haklarına saldırmaya başladı. Bizim servis hareket saatlerimizden 10’ar dakika çalarak sorunu gidereceğini söyledi. Bunun üzerine biz işverene burada bir art niyetin olduğunu, sorunun sorunla çözülemeyeceğini ve geri adım atmaları gerektiğini belirttik. İşveren almış olduğu bu kararından

geri adım atmak istemedi. Bu hak gaspına karşı biz 13-14 Şubat tarihlerinde servislere binmeyerek işvereni ihtar ettik. Her vardiya sonu fabrika önünde işçiler ile toplantı yaptık, sloganlar attık. Bu eylemler sonucu işveren görüşme talebimize olumlu yanıt verdi. 14 Şubat’da fabrika müdürü Öner Toker ile görüştük. Bize bu sorunun giderilmesi için bu 10 dakikaya ihtiyaç duyduklarını söyledi. Biz işverene, mademki 10 dakika sizin sorununuzu çözecek, o zaman mesaiyi 10 dakika erken bitirin öyle sorunu çözün dedik. İşveren böyle bir şeyin asla olmayacağını söyleyince, biz eylemimizi sürdüreceğimizi ve katlanarak yayılacağını söyledik. Fabrikanın yol kenarında olmasından dolayı da gelebilecek kamuoyu baskısından çekinen işveren geri adım atmak zorunda kaldı. Ve 20 Şubat tarihi itibarı ile servis saatlerimizin tekrar eski haline geleceği sözünü almamız üzerine eyleme son

verdik. Bu eylemde işçiler, tek yumruk, tek yürek hareket ederek işverene gereken mesajı verdi. Burada biraz da MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) sürecine değinmek istiyorum. 2006-2008 MESS grup TİS dönemi. 2004-2006 sözleşme döneminde MESS şunu dayattı bize; mesailerin %50’ye çekilmesi, deneme süresinin 4 aydan 6 aya çıkarılması, deneme süresinin giderek bir yıla yayılması. Tabi biz MESS’in bu taleplerini kabul etmedik. Birleşik Metal-İş olarak Türkiye genelinde örgütlü olduğumuz bir dizi iş yerinde eylemler yaptık. Bu eylemler sonucu MESS bu kararından vazgeçti. Biz bu eylemleri yaparken maalesef adına sendika demeyeceğim Türk

Metal-Sen bu eylemlere hiç katılmadı. Önümüzdeki dönem MESS, daha önce kabul ettiremediği maddeleri geçirtmek için bu süreçte baskı yapacaktır. Bu dönem metal işçisi için zor bir dönem olacaktır. Burada derginiz aracılığı ile bir kez daha şu çağrıyı yapmak istiyorum; özellikle Türk-İş’e bağlı Türk MetalSen’de örgütlü olan tüm işçi arkadaşlarımdan sendikalarının işverenden yana olan tutumunu sorgulamalarını istiyorum. Özellikle MESS sürecinde işçiler masaya müdahale etsinler. Biz eğer bu süreçte bu örgütlülüğü hayata geçiremezsek, üzülerek söylüyorum bir takım kazanılmış haklarımıza MESS saldıracak. Süreç zorlu geçecek, metal işçileri kendi sendikalarını sorgulasınlar, sessiz kalmasınlar, Birleşik Metal-İş Sendikası altında toplansınlar. YDİ Çağrı: Genelde işçi sınıfının bilinç düzeyini nasıl görüyorsunuz, özelde örgütlü bulunduğunuz iş kol-

larındaki işçilerin durumu nasıl? Sendika olarak bir eğitim planınız var mı? Uğur Tozlu: İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyini 1980 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmak istiyorum. Gerçekten de 80 öncesi sınıfın bilinç düzeyi oldukça ileriydi. 80 sonrası işçi önderlerinin tutuklanması DİSK’in kapatılması, tüm işçilerin Türk-İş’e kaydırılması bizim örgütlülüğümüzü büyük ölçüde zaafa uğrattı. DİSK üzerindeki yasağın kalkması ile birlikte biz tekrar olduğumuz fabrikalarda yoğun bir örgütleme faaliyetine girdik. Eski gücümüzü sağlayamazsak da bu fabrikalarda tekrar yetkileri almaya başladık. Sınıfa bilinç taşıma alanında, özellikle 80 sonrası sağcı düşüncenin de gelişmesi ve sınıfın önemli bir kesiminin bir ayağıyla torağa bağlı olması sonucu pek başarılı olduğumuz söylenemez. Ama Birleşik Metal- İş olarak bu konuda da bir çalışma içindeyiz. Özellikle 2003’den sonra işçiler sermayenin gerçek yüzünü daha yakından görmeye başladı. Sermaye ‘sen sağcısın, yok sen solcusun’ demeden tüm sınıfa saldırıyor. Bu da işçiler tarafından görülüyor. Bu durum kendisini eylemlere de yansıtıyor. Bizim önümüzdeki süreçte sınıfı bu temelde bilinçlendirme gibi bir hedefimiz var. YDİ Çağrı: 8 Mart, 1 Mayıs vs. gibi eylemlerde Birleşik Metal–İş sendikasını pek görmüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz? Uğur Tozlu: Bugünlerde alanlarda görünmememizin tek nedeni üyelerimizi bu etkinliklere katamamamızdı. Önümüzdeki dönem buna ilişkin çalışmalarımız var. Yoksa önem vermediğimizden dolayı değildi. Ankara’da katılıyoruz, Niğde’de katılıyoruz, Adana’da katıldık. Bu dönem Ama Birleşik Metal- İş olarak Mersin’de de 1 Mayıs eylemine katılma düşüncemiz var. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısı ile İstanbul Kadıköy’de sendikamızın kadın kolu aracılığı ile bir yürüyüş düzenledik. Biz DİSK olarak bugüne kadar 1 Mayıs’lara katıldık bundan böyle de katılmaya devam edeceğiz. DİSK Yönetim Kurulu, 1 Mayıs’ın yasal tatil günü olması için karar aldı. Bunun mücadelesini verecek. 1 Mayıs’ın tatil günü olmasını TİS görüşmelerinde de gündeme getiriyoruz. Bunu tam hayata geçirdiğimiz söylenemez. Mersin, 23.02.2006


yeni işçi dünyası

“Biz milyonlar birleştiğimizde milyonerlerden daha güçlü oluruz!”

A

lmanya’nın Nürnberg şehrinde tarihi AEG firmasının işçileri firmanın kapanması kararına karşı yapılan grev oylamasında, oylamaya katılan işçilerin %96’sının oyu ile işyerinde grev kararı aldılar. Aralık 2005’teki uyarı grevleri 20 Ocak’ta başlayan sürekli greve dönüştü. AEG işçilerinin bu grevi tüm Almanya’da büyük bir dayanışma örneği alarak üçüncü haftasına girdi. Büyük işçi sınıfı bilimi ustalarının dediği gibi, sermayenin milleti olmadığı gibi, sınıf dayanışmasının da “milleti” olmadığını AEG grevi pratikte bir kez daha ispatladı. Sermaye ne kadar enternasyonal ise, işçilerin sınıf çıkarları ve dayanışması da o kadar enternasyonaldir ve olmak zorundadır da. AEG grevinde Alman işçileri, Türkiyeli işçiler, Yunanlı işçiler, Polonyalı işçiler, Yugoslavya kökenli işçiler… yani uluslararası işçi sınıfı, uluslararası bir tekele karşı omuz omuza işyerlerini kurtarmak, “kurtaramaz isek en fazlasını alabilmek” için mücadele okuluna, greve başvurdular. 10 yıldır AEG’de çalışan Barış’ın deyimiyle “5 kişinin yaptığını 3 kişi yapmaktaydı, bantlar öyle hızlanmıştı ki, tuvalete gitmek için yerine bir arkadaş bulmak zorlaşmıştı”. 12 yıllık AEG işçisi Ayşe’nin deyimiyle “2004’ten beri bir huzursuzluk vardı, AEG kapanacak denilip duruluyordu”, bazen işyeri temsilcisi arkadaşlar bize bilgi veriyorlardı, işte o gün 2005 sonunda masaya kondu, 2007 sonunda AEG burada bitiyor olacaktır, o gün geldi” derken gözleri de doluyordu. 22 yıllık AEG işçisi Hikmet ekliyordu; “Bunlar öyle doyumsuz ki, haftada 5 saat AEG’ye çalışalım, işyerimiz kurtulsun önerileri de işe yaramadı!” diyordu. 2005 yılında 1,4 milyon parça ev eşyası üreten AEG Nürnberg fabrikasının sayıları AEG işçisi Hikmet’in sözlerinin ispatıydı. Aynı zamanda patronların kârlarının da tabii… Yeni patron Electrolux’un doyumsuz kapitalistleri “hep daha fazlası, azamisi” diyorlardı. AEG, Almanya’nın en köklü tekellerinden biri olmasına rağmen girdiği darboğazdan çıkamayınca Grundig gibi o da başka tekellere satılmıştı. AEG’nin bugünkü yeni İsveçli patronu

Electrolux geçtiğimiz yıllarda kâr etmesine rağmen daha fazlasını kazanmak amacıyla, Almanya’ya göre daha ucuz işgücüne sahip olan Polonya’yı işletme alanı olarak seçme kararı almıştı. Bu karar gerçekte Nürnberg’teki fabrikanın kapanması, 1750 çalışanın sokağa atılması kararıydı. Electrolux, Polonya-Zaroş’da çalıştıracağı işçilere AEG işçisi Soper’in dediğine göre; “ayda 250-300 euro ödeyecektir”. AEG Nürnberg’te ortalama bir işçinin aylık brüt ücretinin 2000,- euro olduğunu (ki kıdemli işçiler brüt 20003000 euro arasında almaktadırlar) hesaplarsak, Electrolux’un neye oynadığını daha iyi anlamış oluruz. Sohbet ettiğimiz Türkiyeli işçilerden Hikmet’in deyimiyle “kârlarını 10 katına katlayacaklar, ama 22 yıl sonra bizleri bu yaşımızla kim alır işe” derken korkunç gerçeğe parmak basmaktaydı. Evet Türkiyeli Ayşe’nin söylediği gibi “firmada 300 üzerindeki 50 yaş üstünde işçi vardı, 5 milyon işsizin olduğu bir yerde bunların iş bulma şansı hiç yoktur” dediğinde “çok haklısın” demekten başka söyleyecek bir şey bulamıyorduk. Elbette Electrolu x Polonya’ da 1750 kişi çalıştırmayacaktı, sendika temsilcisi Herbert’in dediği gibi; “Herhalükarda burada çalışanın yarısıyla orada bu işi yapacaklardır, ne güzel, hem ucuz işgücü, hem de daha az işgücüyle aynı işi yaptırma…” Bizde buna “ballı börek” denir. Bir taşla birkaç kuş vurmadır diğer adıyla. Elbette kapitalizm azami kâr hırsıdır. AEG Nürnberg de buna güzel bir örnek

teşkil etmektedir. İşçilere sorduk, “IG-Metal nasıl oldu da greve evet dedi?” Sözü alan Hikmet, “Adamlar bizi satacaktı ama olmadı, işçiler bu oyunu bozdu, daha inisiyatifli çıktı…” diyordu. Soper ise “Zaten yenilmiştik, kaybedecek birşeyimiz olmadığı için, mücadele tek seçeneğimizdi. Sendika mecbur kaldı, çünkü onun da kaybedeceği vardı” derken çok haklıydı, evet sendika taban kaybediyordu. Çünkü fabrika kapanıyor, sokakta kalacak olanların “sendika üyeliği” de soru işareti olarak karşılarına dikilmişti. Bir nevi elleri mahkumdu. İşçilerin kararını onaylamaktan başka alternatif leri yoktu. Sendika temsilcilerinden Juergen Sechsler’in karşısında masada oturan Electrolux temsilcisi Ulrich Gartner’in uzlaşmaları mümkün değildi. Patron temsilcisinin sosyal plan için 100 milyon euro teklifine sendika 400 milyon euro ile karşı çıkmıştı. Bu patronun yaptığı hesaba göre, her çalışan için aylığının %70’ini bir sene için teklifi karşısında sendika ise, 3 brüt maaşın çalışılan yılla çarpılarak tazminat olarak verilmesini teklif olarak masaya sürmüşlerdi. Aradaki bu uçurum elbette anda “uzlaşma” ile çözülecek bir şey olarak görünmüyordu. Üstüne üstlük işsiz kalan işçilerin “eğitimi” için sendikanın talep ettiği 3 yıla karşı, patronların önerisi 1 yıl idi. Sendikanın ileri sürdüğü sosyal plan içinde ayrıca 55 yaşın üzerindeki işçilerin hemen emekliye ayrılması, farkın işveren tarafından ödenmesi

de vardı ama patronlar buna hiç mi hiç yanaşmıyorlardı. Şu veya bu şekilde herhangi bir tazminat anlaşması sağlandığında, Alman devleti işçilerin aldığı tazminata ortakmış gibi vergi payını almayı asla 1.1.2006’da çıkan yeni kanunla ihmal etmeyecekti. Her zaman patronların devleti olan bu kurum işçilerin mücadele sonucu alacakları “hazır”dan da pay alıp bunu yine işçileri sokağa atanlara sermaye desteği olarak sunacaklardır. Yani Alman devleti işçilerin işyerlerini kaybetmelerinin üzerinden de para kazanmaktadır. İşte budur bir diğer yanı da kapitalizmin. Grevle dayanışma gerçekten de çok iyi, bu dayanışma yalnız yöresel değil, Almanya çapında karaktere bürünmüş durumda. Dayanışma ruhunu her grev noktasında görmek mümkün. Bu öyle bir ruh ki, yerli yabancı, kadın erkek ayrımı gözetmeksizin yürüyen bir dayanışma. Patron temsilcisi Horst Sinkler’in yabancı işçilere yönelik kışkırtıcı “alacağınız tazminatla ülkenize döner iş kurarsınız” bölme taktiği de iş görememiştir. 15-25 yılını AEG’de geçirmiş, yer yer ikinci üçüncü nesil konumundaki başka ülke kökenli işçiler artık “ekmeğini kazandıkları yerin yurtları olduğunu” çoktan biliyorlardı, hayatın kendisi onlara bunu öğretmişti. Patronların andaki bu “bölme” çabaları da henüz işe yaramamıştır. 7 Şubat’taki yürüyüş safında uzun zamandır tanıdığım Fatma ile yürürken yaptığım sohbet sırasında, firmadan kendisine gelen tazminat mektubunu gösterdi. Patronun, işçileri bölmek ve onların tek tek bireyler olarak grev kırıcılığı yapmalarını sağlamak için başvurduğu bir başka yöntemdi bu. Her işçi gibi Fatma’ya da gönderilen özel mektuba baktım, sendika temsilcileriyle masada yaptıkları %70 brüt aylık, çalışılan yılla orantılı tazminat önerilerini direk işçilere sunuyorlardı. Fatma’ya bunun bir tuzak olduğunu sakın kabul etmemesi gerektiğini anlatmama gerek kalmadan 20 yıllık bu AEG işçisi “hiç imzalar mıyım, beni diğer arkadaşlarıma karşı kullanmak istiyorlar, onları bana karşı kullanacakları gibi.” Bu tavır beni çok sevindirmişti.

9


yeni işçi dünyası İçeride işçilerin dayanışmasına dışardan gelen destek moralleri daha canlı ve yüksek tutmaktadır. Fırıncı simiti-ekmeğiyle, sucu suyuyla, meyveci meyvesiyle, çorbacı çorbasıyla, müzikçi müziğiyle kol kola girmiş durumdadır. Hergün çevre şehirlerden 3-5 otobüs işçi-emekçi dayanışma için elleri dolu dolu gelmektedirler.

İŞTE SINIF DAYANIŞMASIİŞTE ENTERNASYONALİZM

10

Havanın günlerdir o kadar soğuk olması ve kış nemi bile moralleri bozamamış. Bizim götürdüğümüz yakacaklar küçük bir destek oldu. Her grev nöbet noktasında bidonlarda yakılan ateşler destekçilerin getirdiği odun ve yakacaklarla sıcak ortam yaratmaktadır. Çadırlarda her zaman sıcak çay ve kahve hazır durumda, Ayşe demlerken Helmut da dağıtmaktadır. Çadırlarda ve ateş yanan bidonların başında ateşli siyasi sohbetlerin yanında güncel futbol vb. sohbetler de yürümektedir. Kırmızı “biz grevdeyiz” yelekleri hemen hemen herkesin sırtında mevcuttur. Hemen hemen her grevci davasını ve taleplerini bilerek savunmaktadır. 6 Şubat’ta yaptığımız ziyarette öğrendik ki, 7 Şubat’ta yürüyüş ve miting varmış. Hem yürüyüşe hem de mitinge katılmamız iyi oldu. Yürüyüş sırasında Nürnberg’e 700 km uzaklıkta Oldenburg’tan gelen işçilerle yağmura ve soğuğa rağmen birlikte yürüdük. Yürüyüş sırasında sohbet ettiğimiz Markus anlatıyordu; “Bizim firma ACC 400 kişilik, önce doğrudan AEG’ye bağlıydı ve hep motor yaptı, şimdi İtalya üzerinden yine ACC’de Electrolux’un yan kuruluşu olan bir firma durumundayız. Bizde de fabrikayı kapatıp dışarıya taşımak istiyorlar. AEG Nürnberg’in başına gelen bizim de başımıza gelecek, haftaya grev oylamamız var. AEG işçileriyle dayanışma için 300 üzerinde arkadaş, trene atlayıp geldik. Gün dayanışma günüdür.” derken surat ifadesi yaptığı işi bilerek yaptığını belli ediyordu. Ama “böyle fabrikaları dışarı taşıma nereye kadar sürecek, bu ülkedekiler ne yapacak?” sorusunun cevabını bulamamıştı. Ona “bu durum işçilerin fabrikalar bizim demesine kadar sürer, bugün biz bunu söyleyemez isek, yarın çocuklarımız veya öbür gün onların çocukları mutlaka söyleyecek, kapitalizmin bu korkunçluğuna son vereceklerdir, buna ben inanıyorum” dediğimde gözleri faltaşı gibi açıldı. Anladım ki henüz mücadele okulunda pişmesi, kendisi için sınıf

bilincini edinme noktasındaki eksikliğini gidermesi gerekliydi. Şimdiye kadarki rahatlık bu soruları sormayı gerekli kılmamış... 7 Şubat’ta yapılan yürüyüşe 2000 civarında katılım vardı. Tabii ki en güzeli sabah Oldenburg’tan trenle gelen işçilerin AEG işçileri tarafından Nürnberg Garı’nda grev giysileri ve sloganlarla karşılanmasıydı. Gardan tarihi AEG fabrikasına kadarki 4-5 km.’lik yol yağmur ve soğuk altında çevreden katılanların dayanışmasıyla yürünerek kat edilmiş, yol üzerinde yolda geçen arabalar kornalarıyla, pencereden seyredenler alkış çalıp destek gösterisinde bulunmuşlardır. Miting alanında toplanan kitle sayısı ise 3000’i bulmuştu. Alanda rastladığım belediyeden emekli Norbert elindeki pankartıyla o da benim gibi “dayanışma için burdayım” diyordu. Bu, insana güzel bir duygu veriyor, bunu paylaşmak beni mutlu ediyordu. Soğuk, nemli ve yağışlı Şubat havasına rağmen bidonlarda yanan ateşten çok bu dayanışma ruhu insanı ruhen ısıtıyordu. Miting sırasında Türkiyeli Serkan T-Shirt dağıtırken mutluydu. Bana bağırıp “abi gel sen de giy bir tane” derken o dost yaklaşımı insanı gayri ihtiyarı T-Shirtteki “AEG Almanya’dır!” yanlış milliyetçi slogana rağmen kızıl renkli bu giysiyi biz de alıp giydik. Martin ücretsiz simit dağıtıyordu ve mutluydu. Dedik ya sendika eli mahkum olduğu için bu greve “evet” dedi. Ne kadar da olsa 1750 kişilik taban daha kaybedilecekti. Sürekli eriyen üye sayısı onları da korkutur hale getirmiştir. Zaten yıllardır grev yapılmadığı için de grev kasaları da dolu idi. Eğer bugün de birşeyler yapmaz iseler, iyice rezil olacaklardı. İşte objektif şartlara bir de işçilerin mücadeleci tavırları eklenince IG-Metal grev kasasından eksilme başladı. Ama hergün uzlaşma yolu aradıkları da gözden kaçmıyordu. Bugün patronlarla sendika temsilcileri arasındaki 4 katlık fark 2’ye indiğinde anlaşıp işçileri satacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bu arada işçilere ne kadar günlük ödenti aldıklarını sorduk. Stefan günlük 40 euro alıyordu, bekârdı, 10 yıllıktı, kendisinden kesilen aidatla orantılı almaktaydılar. Hikmet günlük 51 euro alırken, Ayşe 44 euro almaktaydı. Grev üçüncü haftasında olmasına rağmen sendika işçilere henüz herhangi bir ödeme yapmamıştı. Hikmet; “Abi buraya gelirken tramvaya kaçak bindim” derken ne demek istediği açıktı... Herbert, “Bu hafta sonunda iki haftalık paralar ödenecek.” diyordu. Herbert’e göre

“Electrolux’un tavrı grevin gidişini belirleyecektir”. Bu arada işçilerden öğreniyoruz ki, AEG’nin deposunda çalışan işçiler de maaşları %40 indirildiği için grev kararı almış ve depolardan mal sevkiyatını durdurmuşlardı. Polonya’dan gelen kamyonlar boş gönderilmişti. Belki buraya kadar hep olumluyu koyduk. Gerekli de. Hiç mi olumsuzluk yoktu. Elbete en büyük olumsuzluk değişik uluslardan işçilerin grevi olmasına rağmen, Alman milliyetçisi sloganların pankartlarda varlığıydı. “AEG Almanya’dır” derken AEG’nin uluslararası bir tekel olduğu gözardı edilirken Electrolux’un “İsveç’te sosyal Almanya’da radikal” sloganı da aynı milliyetçi içeriği taşıyordu. AEG’nin hangi ülkeye ait olduğu hiç de bağlayıcı değildir, o bir tekeldir ve bu tekeli kontrolünde tutan tekelci emperyalistlerin ve onların sözcülerinin milliyetine bakmaksızın azami kâr hırsı ile hareket etmeleri sömürünün doğası gereğidir. Siemens patronları ne kadar Alman ise, Electrolux patronları da o kadar İsveçlidir. Bunların dinleri, imanları, milletleri sermaye ve bunun aracılığıyla yaptıkları sömürüdür ve azami kar hırsıdır. Bu sistem yıkılana kadar da böyle kalacaktır. AEG’deki bu mücadele öğretici bir okul olduğunda yeni mücadelelerin yolunu açar. Ama bu mücadelede elde edilecek başarı küçümsenmemek koşulu ile, asla ama asla kalıcı başarı sağlayamaz. Kalıcı başarı, zafer ve mutluluğa giden yolda çok küçük bir parçadır. Sorun sistem sorunudur. Yani acımasız canavar kapitalizmin kökten kazınması sorunudur. Emekçilerin bilinci bu yöne kanalize edilmesi, onlara doğru bilincin taşınması zorunluluğu vardır. Bu görev yerine getirildiği oranda, sisteme darbeler vurulabilir. Miting sırasında Alfred von Dag isimli Oldenburglu işçinin söylediği “Biz milyonlar birleştiğimizde milyonerlerden daha güçlü oluruz”un bilincine varmaktır. Bugün her renkten işçi düşmanı dost görünümde AEG ve benzeri grevleri kendi çıkarlarına alet etmeyi ihmal etmeyecektir. Etmemektedirler. Sosyalist-komünistler ise asla kitle kuyrukçusu olmadan, verilen mücadeleyi küçümsemeden, bu mücadele okullarına bir dirhem de olsa taşıyacakları bilincin önemini asla gözardı etmemelidirler. Milyonlar, yani ‘büyük insanlık’, milyonerleri er veya geç alt edecektir. Hakan Özgür, Şubat 2006, Nürnberg

NÜRNBERG AEG’DE GREV BİTİRİLDİ…

20

Ocak’tan bu yana grevde bulunan Nürnberg AEG işçileri, IGM (Metal Sendikası) sendikasının Elektrolux tekeli ile yaptığı anlaşma sonucu, grev bitirildi. Elektrolux tekeli, AEG Nürnberg işletmesini 2007 yılının sonunda kapatacağını açıklamıştı. Kapatma kararından geri adım atmayan Elektrolux tekeli, grevin 43. gününde IGM sendikası ile grevin bitirilmesi için anlaştı. Yapılan grevin amacı, kapatma kararını geri aldırmaktan ziyade, tazminat miktarının nasıl hesaplanacağı, yıl başında ne kadar maaş verileceği, alınacağı ile vb. ilgiliydi. IGM Sendikası tazminat ücreti olarak yıl başına üç brüt maaş istiyordu. Elektrolux tekeli ise yıl başına 0,7 maaş veriyordu. Grev süresince Elektrolux’la birkaç kez masaya oturan IGM Sendikası, en sonunda Bavyera eski Ekonomi Bakanı Dr. Otto Wiesheu’un arabuluculuğunda, işverenle anlaşarak grevi bitirdi. IGM sendikası ile Elektrolux tekeli arasında yapılan anlaşma şöyledir: - Tazminat miktarı olarak, yıl başına işçilere 1,8 aylık maaş verilecek. - 53 yaş ile 63 yaş arasındaki AEG çalışanları emekli oluncaya kadar maaşlarını almaya devam edecekler. - İşçilerin bir bölümü kurulacak istihdam şirketinde çalışmaya devam edecekler. - 3 servis kısmı, müşteri hizmetleri, yedek parça ve nakliyat birimlerinde çalışanlar için ayrı toplu şözleşme yapılacak. Sendikanın işverenle yaptığı anlaşma, işçilerin onayına sunuldu. Yapılan oylamada işçilerin çoğunluğu (yüzde 80) anlaşmayı kabul etti. Bu nedenle 6 Mart tarihinde işçiler AEG’de işbaşı yaptı. IGM sendikasının yaptığı anlaşmaya tepki gösteren işçiler de oldu. IGM Sendikasının ücret komisyonunun bir otelde yaptığı toplantının, bir bölüm AEG işçisi tarafından protesto edilmesi buna örnek olarak verilebilinir. Yoğun destek alan AEG grevi bitirildi. Grevin tüm talepleri elde edilemedi. Örneğin IGM Sendikası, tazminat miktarı olarak yıl başına üç brüt maaş istiyordu. Yapılan anlaşma, yıl başına 1,8 maaştır. AEG grevi bir kez daha, mücadeleyi kendi elimize almadığımız sürece, mücadeleyi sarı sendikalar önderliğinde sürdürdüğümüz sürece, mücadelenin başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını göstermiştir. 9 Mart 2006, Nürnberg Trotz Alledem (Herşeye Rağmen) gazetesi okuru Melih Olgun


yeni işçi dünyası

Tersane İşçileri Kurultay Yaptı

İ

sta nbu l – Tuzla Tersa neler Bölgesi ’nden bir g r up işçi, 12 Şubat 2006 günü Birleşik Metal- İş Genel Merkezi K. Türkler Toplantı Salonu’nda “TERSANELER C E H E N N E M , İŞ Ç İ L E R KÖL E KALMAYACAK !” şiarı ile bir kurultay düzenlediler. Tersane İşçileri Kurultayı Hazırlık Komitesi’nin tersanelerde, 4 aydır hazırlığını yaptıkları ve yarısına yakınının bizzat tersanelerde çalışan işçilerden olmak üzere diğer yarısı da konuklardan oluşan 150 kişilik bir katılımla gerçekleştirilen bu toplantıda onlarca tersane işçisi ve konuk söz alarak konuştu. İşçiler, içinde bulundukları çalışma koşullarının ne denli insanlık dışı, barbarca olduğunu; duşsuz, tuvaletsiz, yemekhanesiz işyerlerini -olanların da kir pas ve farelerin içinde cirit attığı yerler olduğunu belirttiler- yaşadıkları ve tanık oldukları, adına “iş kazaları” denilen aslında iş cinayetlerini anlatırken en çıplak biçimiyle ortaya koydular. Konuşmacılar 20 bine yakın işçinin çalıştığı bu işçi cehenneminde bırakalım sendikalı olmayı sigortalı işçi sayısının bile % 10’a ulaşmadığını, onların da patronlar tarafından doğru dürüst primlerinin yatırılmadığını, aynı işyerinde 5 – 6 yıl “sigortalı çalışıyor” gösterildiği halde patronlar tarafından parası yatırılmış prim gün sayısının her yıla bir ay bile düşmediğini ve

onlarca kez kendilerinden habersiz işe alış ve çıkış işlemleri yapılarak sigortasız çalıştırıldıklarını öğrendiklerini belirttiler. Tersanelerde aynı patrona ait işyerinde her iş ayrı taşeronlara verilerek sendikal örgütlülüğün engellendiğini belirten işçiler yevmiyeciliğin yaygınlaştırılması, servis aracının konmaması ve ücretlerin zamanında ödenmemesi şeklindeki patronların saldırılarına karşı birlik olma çağrıları yaptılar. Bazı konuşmacılar patronların GİSBİR (Gemi İnşaa Sanayicileri Birliği) ve benzeri birliklerde, dernek ve sendikalarda çok güçlü bir örgütlülüğe sahip olduklarını, işçilerin ise tersanelerde yıllardır örgütlenmeye çalışan fakat henüz hiçbir işyerinde TİS yetkisi alamamış DİSK’e bağlı LİMTER- İŞ Sendikası’nın başarısızlığının nedeninin esas olarak taşeronculuk, kadrosuz ve yevmiyeli çalıştırma v.b. objektif koşullardan kaynaklandığını, fakat sendikanın bu durumda olmasının kendi eksikliklerinin, hatalarının ve politikasızlığının da payının büyük olduğunu belirttiler. Kurultayda Hazırlık Komitesi tarafından toplantıya sunulan ve çoğunluk tarafından onay verilen tersanelerde çalışan işçilerin birliğini sağlayacak bir dernek kurulması kararı alındı. Katılımcı ve konuklardan bazı konuşmacılar tarafından çok iddialı bir

şekilde dile getirilen, yıllardır sendikanın başaramadığı tersane işçilerinin birliğini Tersane İşçileri Derneği vasıtasıyla sağlanacağını, bu birliğin sendikaya alternatif olmayacağını, tersine sendikal örgütlülükteki tıkanmayı alt edeceğini vurguladılar. Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi adına yaptığımız konuşmada şunları dile getirdik: İstanbul’un Tuzla ve Tersane Bölgeleri’nde deri ve gemi inşa işçilerinin anda içinde bulunduğu durumun, yapılan saldırıların ve en ufak insani haktan yoksunluğun, her ay bir iki işçinin iş cinayetlerinde yaralanmasının, yaşamını yitirmesinin, ücretli köleliğin en barbar biçimi olan faşizmin Türkiye’deki açık bir fotoğrafını oluşturuyor. Bir grup tersane işçisinin bu barbarlığa karşı somut talepler etrafında işçilerin birliğini sağlama amacıyla böyle bir kurultay düzenleyerek işçilerin işyerlerindeki sorunlarını tartışmasının, çözüm önerileri üzerine kafa yormalarının, önemli ve acil talepler elde etmek için birliğin sağlanması çabasının kutlanacak çabalar olduğunu vurguladık. Bölgede deri ve tersane işçilerinin devrimci sendikal örgütlülüğüne hizmet edecek bir dernek faaliyetinin sınıftan yana mücadeleci Deri- İş ve Limter- İş Sendikalarında işçilerin sendikal birliğini sağlayacak şekilde yürütülmesinin daha doğru olacağını, yoksa bölük pörçük durarak sermayenin topyekün saldırıları karşısında ciddi bir varlık

gösterilemeyeceği gibi yeni haklar da kazanılamayacağını vurguladık. Kurultayda, derneğin şu temel talepler uğruna mücadele edeceği kararları alındı. Temel talepler: - Sigortasız işçi kalmayacak! Sigorta primleri gerçek ücret üzerinden düzenli ödensin! - Taşeronluk sistemi kaldırılsın, tüm işçiler kadrolu olsun! - Ölümler durdurulsun, iş güvenliğinin tüm tedbirleri alınsın! - Havzada tersane işçilerinin ve yakınlarının yararlanacağı tam teşekküllü bir devlet hastanesi kurulsun! - Tüm tersanelerde işyeri sağlık birimi oluşturulsun! - Yevmiye usulü ücret uygulaması kaldırılsın, herkese insanca yaşamaya yeten düzenli ücret! - Gemi inşa sektörü ağır ve tehlikeli işler kapsamına alınsın! - Sosyal alanlar iyileştirilsin ve insani koşullara çıkartılsın! - Semtlerden tersanelere taşıma servisleri konulsun! - 7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası! - Kesintisiz iki günlük hafta sonu tatili! - Keyfi işten atmalara son verilsin, tüm çalışanlara iş güvencesi! - Sendikal örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılsın! Şubat 2006

“HERKESE SAĞLIK, GÜVENLİ GELECEK HAKKI İÇİN” MERSİN EMEK PLATFORMU BASIN AÇIKLAMASI YAPTI

18

.02.2006 tarihinde Hastane C a d d e s i n d e b u lu n a n Petrol-İş binası önünde yaklaşık 300 kişi AKP binasına kadar hükümetin sağlık ve eğitimdeki politikalarını eleştiren dövizler ve sloganlarla yürüdüler. AKP binası önünde polisin yoğun önlem aldığı görüldü. Burada basın açıklamasını “Mersin Emek Platformu” adına Yol-İş Başkanı Saim Evren yaptı. Evren konuşmasında hükümetin; IMF’ye verdiği niyet mektubunun IMF icra direktörleri tarafından onaylandığını belirterek, hükümetin,

parlamentonun ve toplumun iradesini hiçe sayarak toplumun sağlık ve sosyal güvenliğini hiçe saydığını belirtti. Konuşmasının devamında; “Biz burada yalnız bu hükümetin değil bu devleti yönetmiş bütün hükümetlerin toplumun iradesini- tabi burada esas olarak toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi emekçi yığınlarının iradesi- hiçe saydıklarının bir gerçek olduğunu biliyoruz. Bu hükümet de geçmiş hükümetler gibi bu parlamentonun iradesini temsil ediyor. Sermayenin çıkarlarını savunan bu parlamentodan başka bir şey beklemek de zaten abestir.”

Hükümetin sağlık ve sosyal güvenlik politikasının eleştirildiği basın açıklamasında bir grup orman işçisi de “orman işçisi kadro istiyor” diyerek taleplerini dile getirdi. Başbakana yumurta attıkları gerekçesi ile tutuklanan 5 Halkevleri üyesinin derhal salıverilmesini isteyen Evren, “Halka karşı Kasımpaşalı, IMF ve Dünya Bankasına karşı el pençe duran bir Başbakan istemediklerini” belirtti. Basın açıklamasının sonuç bölümünde, “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanun tasarısının tüm önerilerimiz ve taleplerimiz doğ-

rultusunda değiştirilmeden yasallaşması durumunda ‘sosyal devlet’ ilkesi ortadan kalkacak” dedi. Sermayenin iktidarı şartlarında devlet; işçi ve emekçi yığınları baskı altında tutmak, sermayenin çıkarlarını savunmak için vardır. Bugün yapılan da budur. Dolayısıyla sosyal devlet ilkesinin ortadan kalkacağını söylemek, olmayan bir şeyi varmış gibi göstermektir. Gün gelecek işçi ve emekçi yığınları kendi sosyal devletlerini kurarak her türlü baskı ve sömürüye son verecektir. Görev bunun için örgütlenmektir. 20.02.2006, YDİ ÇAĞRI Mersin

11


yeni işçi dünyası

Hissedilen enflasyon, Gerçek enflasyon...

M

12

erkez Bankası Başkanı Sü rey ya S erdengeç t i, k e nd i si ne yöne lt i le n “Enflasyon düştü diye seviniyoruz. Ancak, çarşı pazardaki fiyatlar aynı şeyi söylemiyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna, büyük bir devlet adamı ve maliyeci olarak verdiği yanıtta: “Hiçbir enflasyon sepeti, gerçek kişilerin hissettiği enflasyonu birebir yansıtmaz. Böyle bir şey beklenemez.” demiş ve eklemiş: “İnsanların gelir düzeyinde önemli artış olmadıkça, hissedilen enflasyonun hesaplanan enf lasyondan yüksek olması doğaldır.”(Hürriyet, 23.01.2006) Büyük maliyeci(!) Serdengeçti’nin “hissedilen enflasyon gerçek enflasyondan hep yüksektir.” yönündeki derin(!) ve bilimsel(!) tespiti karşısında derin düşüncelere dalmak zorunda kaldım! “Demek ki”, —dedim— “enf lasyon deyip geçmemeli, bir oturup bin düşünmeli! Serdengeçti hocanın dediğine göre bir yanda gerçek kişiler ve gerçek enflasyon var, diğer yanda da hissedilen kişiler ve hissedilen enflasyon. Hocaya göre “gerçek enflasyon gerçek olmayan kişilere göre tespit edilmelidir!” O zaman ben de kendi kendime dedim ki, “ben de bu ayki maaşımı alırken hocanın bu bilimsel uyarısına yönelik bir deneyim yapayım ve kendim göreyim bir bakayım!” Ayın sonunda maaşı elime aldım. Tamı tamına 380 milyon, yani asgari ücret. Şimdi Serdengeçti hocanın bilimsel öğretisini kendim de denemeye başlayacağım! Dur bakalım, ama hoca ne demişti? “Hiçbir enflasyon sepeti gerçek kişilerin hissettiği enflasyonu birebir yansıtmaz!” Ben ise gerçek bir kişiyim. Gerçek kişinin hissettiği enflasyon gerçek enflasyon olmayacağına göre, benim gerçek maaşımla gerçek bir deneyime girişmem bilimsel bir deneyim olmayacak. İyi de gerçek olmayan kişiler, hissetmeden, denemeden, yaşamadan gerçek enflasyonu nasıl bilimsel olarak, gerçek verilere göre ortaya çıkaracaklar? Allah allah! Demin kafam ne kadar açıktı! Serdengeçti hoca ne açık konuşmuştu! Kendi yaşantımda hocanın izinde yürürken durup dururken

kafam niye karıştı? Dur bakalım bir daha düşüneyim. “Gerçek enflasyon gerçek kişilere göre tespit edilmemeli” Niye? Çünkü gerçek kişiler hisseden, yani sosyal yaşantısı olan kişiler. O zaman gerçek enflasyonu gerçek kişilerden soyutlamam, yani gerçek kişileri yok saymam lazım. O zaman enf lasyondan geriye ne kaldı? Enflasyon gerçek kişilerden, yani insanlardan bağımsız şeyler, sosyal özü olmayan eşyalar, rakamlar, istatistikler arasındaki ilişki olmalıymış. Serdengeçti hocaya şimdi biraz bozulmaya başladım. Hocanın izinden gitmek istiyorum ama hoca bana sen gerçek ve hisseden kişisin, sen gerçek enflasyonu tespit edemezsin diyor? İyi de hoca, sen de gerçek bir kişisin, sen nasıl gerçek enf lasyonu tespit ediyorsun? Uuuff! Düşündükçe iş çıkmaza girmeye başladı! Sen de her zaman kılı kırk yarmak zorunda mısın? Bırak düşünmeyi be ya! Düşünenlerin düşündüğünü düşünmeden bir uygula bakalım, ne çıkacak? Tamam düşünmeyi terkediyorum.

Kendimi hisseden gerçek kişi yerine gerçek olmayan ve gerçek enflasyonu hocanın izinde ortaya koymaya çalışan gerçek olmayan kişi yerine koymaya çalışacağım. Artık gerçek olmayan bendeniz, elimdeki gerçek olan 380 YTL’lik gerçek maaşımla yalnızca gerçek olan bir denemeye girişiyorum. Maaştan önce kirayı bir kenara koymam gerekiyor. Kira geçen ay 160 milyondan 190 milyona çıktı. Bizim zaten iki ucu bir araya gelmeyen gelir hesabı artık iyice yırtıldı ama olsun. Serdengeçti hocaya söz verdim. Hissi değil gerçekçi olacağım. Bu yüzden kendi kendimi teselli edebilirim. Olsun sadece kira artışım asgari ücretimde yapılan artışın tamamını götürmüş olabilir ama ben gerçek kira artışıma bakmayacağım, çünkü ben gerçek kira artışımı gerçek üstü bir kira artışı olarak hissediyor olabilirim! Tamam kirayı ayırdık. Öbür cebe koyduk. Geriye kala kala 190 YTL kaldı. Bu parayla ayın sonunu getireceğiz. Haftalık evin gideri için 47,5 milyon kalıyor… Diyecektim. Diyemedim.

Çocuğun kışlık elbisesi ve yakacak parası için ayırmak zorunda kaldığım 60 YTL’yi unuttum! Evin geliri için ayırabildiğimi sandığım 190 YTL’den 60’ı da çıkarınca kaldı mı sadece 130 YTL. Bu da eder mi haftada 35 YTL harcayabileceğimiz para! 35 YTL ile şimdi markete uğrasam iki küçük poşet dolusu yiyecek malzemesi bile alamam. En iyisi ekmekle makarnayı bari bol alalım da karnımız doysun! Ulan şu yaşam ne kadar acımasız ve sert, Serdengeçti hocanın bir büyük ve derin sözünü bile uygulattırmıyor! Ne etmeli, nasıl davranmalıyım? Serdengeçti hocanın dediği gibi kendimi gerçek kişilikten, düşünmeden, hissetmeden, yaşamdan soyutlayarak mı yaşamalıyım, yoksa gerçek yaşantımdan, geçim sıkıntısından, hergün iliğimize kadar hissettiğimiz sosyal gerçeklikten mi yola çıkmalıyım? Bir Yeni Dünya İçin Çağrı okuru 13 Şubat 2006

Direniş ve Grevlerden haberler

İ

stanbul- Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde kurulu DÜNYA Deri Fabrikası koyun ve kuzu derisi işleyerek kürk üreten 5 yıllık bir fabrika. İşlediği ham derinin çoğunu Rusya’dan, kullandığı kimyasalları da TFL adlı bir ithal firmasından alıyor. Ürettiği kürklerin hepsini de ihraç eden bu fabrikada çalışan 59 işçiden 38’i bir yıl önce Deri-İş Sendikası Tuzla Şubesi’ne üye olmuş ve geçen yıl TİS imzalamışlardır. Tuzla Havzası’nda son aylarda devletle işbirliği içinde patronların ve onların çetelerinin saldırılarının yoğunlaştığını belirten fabrikanın 4 yıllık işçisi Kerim ARMAĞAN patronlarının da bundan cesaret alarak TİS’den doğan işçi haklarını vermediği gibi sendikalı 38 işçiden 37’sini işten attığını belirtti. Bunun üzerine atılan işçiler olarak sendikanın öncülüğünde fabrikanın önünde direndiklerini, haklarını alana ve işe dönene kadar direneceklerini belirttiler. Direnişin 10. gününde ziyaret ettiğimiz işçiler ve Sendika Şube Başkanı Hasan Sonkaya, geçtiğimiz günlerde (15 Şubat günü) Kaymakam’ın talimatıyla direnişçi işçilerin 36’sının jandarma tarafından gözaltına alınarak 24 saat tutulduğunu ifade ettiler. Aynı şekilde; sendikalaştıkları için işten atılan ve bu yüz-

den 80 gündür direnişte olan 28 Cevahir Deri Fabrikası işçisine de defalarca benzer saldırılar olmuştu. Hala bu her iki deri fabrikasının işçileri bir dizi saldırıya rağmen sendikaları önderliğinde direnişlerini kararlılıkla sürdürüyor. Yine Çorlu Organize Deri Sanayi’nde sendikalaşmak için 1,5 yıldır direnişte olan İLERİ Deri ve yaklaşık 1 yıldır direnen BİRSİNLER Deri Fabrikalarındaki direnişler de sürüyor. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak DÜNYA ve CEVAHİR Deri Fabrikalarındaki direnişçi işçileri ziyaret ettiğimiz gün grevde olan Serna-Seral Tekstil Fabrikası’nın işçilerini de ziyaret ettik. Grevlerinin 160. gününde görüştüğümüz işçilerin büyük bir moral ve kararlılıkla kavgalarını sürdürdüklerini gözlemledik. Serna-Seral işçileri, patronun avukatı aracıyla görüşme talebi üzerine iki kez görüşüldüğünü, fakat avukatın greve çıkmadan önceki teklifle gelerek kendileriyle dalga geçtiğini, bu kadar insafsızlık ve zalimliğin sınıf kinlerini bilediği gibi azim ve kararlılıklarını artırdığını belirttiler. Mart 2006


yeni işçi dünyası

TÜKETİLENLER

K

endimi sokaklara gelişi güzel vurdum. Gelen geçene bakındım. İşlek sokakta insanlara ayak uydurdum. Kendimi dört yol ağzında buldum. Canım çay içmek istediğinden elim cebime uzanıverdi. Asgari ücret cebimde can çekişiyor. Çayı içmekten vazgeçtim. Birazdan işe gideceğim. İşyerindeki olumsuzluklar canımı sıktığı için işe gitmeye niyetim yoktur. İşyerinden emekçi arkadaşlarımızın işine sıra ile son verdirtiyorlar. İşverenin bahanesi hazır: “Verim veremiyorlar!” İşçi arkadaşlarım sessizce olanları izliyorlar. Bugün belki bizler atılmadık ama yarın, yarından sonraki günlerin garantisi var mı ki? Elbette yoktur. Birebir ilişkilerde onlara anlatılsa da, onlar 12 Eylül’de budanan sosyal haklardan nasibini alanlardır ve onlar düzenin tek tip insanı olmaya devam ediyorlar. İşçi arkadaşlarımıza sınıf bilincini vermeye çalışsak da işimizin zor olduğunu görmekteyiz. Elbette ki yılmayacağız. Görevlerimizi yerine getirmeye, budanan sosyal haklarımızı en iyi şekilde geri almak için mücadeleye devam edeceğiz. Taşeron firmalar çoğunlukla o şirketin yan kuruluşudur. İstedikleri zaman emekçileri kapı önüne koyma yetkileri vardır. Kendi haklarını yasalara göre ayarlıyorlar. Ağırlıklı olarak sosyalist basın işçilerin işten atıldıklarını olanakları çerçevesinde okuyucularına duyurabiliyorlar. Diğer gazeteler bu coğrafyada her iş normal işliyormuşçasına insanların kafalarını bulandıran yayınlarına devam etmeye gayret ediyorlar. Yozlaşan kitleler televizyonun birer parçası olmuşlar. Onunla kalkıp günlerini geçirerek, onunla yatıyorlar. Şans oyunları kimi kurtaracaksa; bayilerin önünde uzun kuyruklar oluşturmaktadır. Beyinlerimizi işe yaramayan olaylarla işlemeye devam etmektedirler. Bazı işyerlerinde işçiler örgütlense de kimi nedenlerden ötürü –örneğin sınıf bilinçli kadroların azlığı ya da örneğin işçilerin ekonomik hedef taleplerini anda ön planda tutmaları vs. vb.– emekçi yığınlar kendilerini sarı sendika adını verdiğimiz, sınıf sendikası olmayan, gerçekte ağaların sendikası olan sendikaların kucağına düşüveriyoruz. Eyleme geçildi-

ğinde ağaların oluşturduğu sendika biz emekçileri sermayeye utanmadan satabiliyor. Şunu vurgulamadan edemeyeceğim: İşverenlerin birçoğu “sosyal demokrat” ya da eski döneklerden oluşmaktadır. Eskiden işçi sınıfının haklarını savunanlar dün savunduğu düşünceye bugün zalimce ve var gücüyle saldırabilme cesaretini bulabiliyorlar. Onun içindir ki, biz emekçilerin işi zor olsa bile sınıf bilinçli olmaya ve sınıf bilinçli insanları oluşturmaya gayret edeceğiz. Bedeller ödeyerek, düşerek, kalkarak ayaklarımızın yere düzgün basmasını bildiğimiz süre içinde yıkılmadığımız günlere merhaba diyeceğiz. İşlek caddelerin birinden geçerken Tüpraş ile Petkim’in özelleşmemesi için emekçiler ile sendika yetkilileri imza topluyorlardı. Bir süre çevreden gelip geçen insanları izledim. Duyarlılıktan yoksun kalınmış bir toplumun birer üyeleri olunmuş. Orada ‘bu insanlar ne yapıyorlar’ diye merak eden yok! Emekçi ve sendika temsilcisi arkadaşlar başları sıkıştıkça bağırmaya başlıyorlar: “Tüpraş, Petkim elden gidiyor..!” Sen kendin bu topluma sıkışınca mı gidiyorsun! Onların sorunlarına hiç eğildin mi! Bu toplum bu hale nasıl geldi diye zahmet edip ayağa o koltuklarınızdan kalkarak araştırdınız mı? Başınız sıkışınca: “Vay benim halkım” diyorsunuz. Seçimden seçime hatırlanan seçmenlere benziyor bu iş. Eski üye sayınız ne kadardı, şimdi niye fire verdi?! Ben söyleyeyim: “Sınıf sendikacılığı diye bir olayınız yok!” Başka nasıl anlatmalı sizi? Özelleştirmeler öyle çabuk oluyor ki, karşılarında muhalefet yok! Olanlara normalmiş gibi bakınıyoruz. Kölelik antlaşmalarına bizlerin adına onay veriyorlar. Onun içindir hiçbir değer verilmeyen biz emekçiler asgari ücret adı altında oniki saat çalıştırılıyoruz ve bize “Nasıl yaşarsan yaşa” diyorlar. Ya sonra ne deniyor: “Dışarıda işsiz çok, sesinizi yükseltmeyin! Verimi düşürmeyin, kapı önüne koyarız. İşsizler ordusundan işçi buluruz.” Bakıyoruz! İşçiler gün geçmiyor ki, işten atılmasın, yerine yenileri geliyor. Taze kanları da birkaç ay sonra kapı dışarı ediyorlar. AB işçi hak-

ları var ya! Fasa fiso ile donanımlı, o da sermayenin çıkarlarını koruyor. Değişen ne? Teknikler değişse de, elemanlar değişse de, kafalar değişmediği sürece bu çark sermayeden yana dönecektir! Olanlara sessiz kaldığımız sürece bizlere “semer vuran vurana” olacaktır. Seçim yapmak zorundayız! “Ya hep beraber, ya da hiçbirimiz!” Sendikalar arasında, ya da kendi aralarında greve gidenler arasındaki, işçi ziyaretlerine hiç gidildi mi? Gidildiyse hangi anlayışla gidildi? Halka haklılığınızı anlatabildiniz mi? Bu gibi soruları çoğaltabiliriz. Bilinen gerçek ortada! Canınız yandı mı bağırıyorsunuz. Örgütlenmemiş halk arkanızda yok! Çünkü siz örgütlülüğü dağıtmışsınız. Ülkemiz genelinde tüm sendikalar sınıf temelinden yoksun olduğu için doğru kararlar verememektedir. Onun için sermayeye satış yapma olanaklarını artırmaktadırlar. Kene gibi koltuklarına yapışmaktadırlar.

Sonrasına gelelim! Sendikanın koltuklarını yıllarca işgal edenler bir gün bir bakmışsınız düzenden yana olan partilerde milletvekili adayı oluvermişler! Allahın sevgili kullarının yolları açılmış oluyor. Sendika başkanıyken, ya da yönetimdeyken işçi sınıfı için ne yaptılar ki, milletvekili olunca ne yapacaklar?! Karşılığı ise: “Kocaman bir hiç”. Sendikacılarımız bir de yerel yönetimlerde belediye başkanlığı ile encümen azalıklarına soyunuyorlar. Havalarından da geçilmiyor. Herkesin görevi değildir: “İşçi sınıfını ortalığa savurması”. Seçilince de ne olacak: “Halkların tozunu ortalığa savuracaklar!” Sendika ağaları bu işleri çok kolay yapıyorlar. B i r s o nu ç o r t a y a ç ı k ı y o r : Örgütlenmeyi daha iyi yapmak zorundayız. Sonradan da sendika ağalarını yerlerinden edip sınıf bilinçli kişileri yerlerine getirmeliyiz. Hak nasıl alınırmış herkes o zaman görür. Şimdi ortada oynanan oyunun adı “işçi sınıfının uyutulması!” Gün gelecek işçi sınıfı ayakta durmasını bilecek Bir YDİ Çağrı okuru, 25.01.2006

ÇİMSATAŞ’TA SERVİSLERİ BOYKOT EYLEMİ

Ç

imsataş patronlarının işçilerin kazanılmış haklarını gasp etme tavrına karşı- işçiler, 13-14 Şubat tarihlerinde servislere binmeyerek cevap verdiler. Birleşik Metal İş’in örgütlü olduğu bu iş kolunda işçiler, toplu sözleşme ile belirlenen ve her ayın onunda ödenmesi gereken maaşları 2-3 gün geciktirilerek ödenmesine tepkililer. İşçilerin 2001 25 Mayıs’ından bu yana kazanılmış avansları da zamanında ödenmiyor. İşveren defalarca uyarılmasına rağmen sorunu görmemezlikten geliyor. İşverenin bu kayıtsız tavrı üzerine sendika Adana Bölge Çalışma Müdürlüğüne yazılı olarak şikayetlerini iletmiş. Bunun üzerine müfettiş göndererek inceleme yapan Bölge Çalışma Müdürlüğü, işçileri haklı bulması üzerine işveren, sorunu çözeceğine sorunu sorunla çözme tavrına girerek, normalde 16.50’de kalkması gereken servisleri, 17.00’ye alarak işçilerin istirahatından çalmaya kalktı. İşçilerin işyerinde yaşadığı sorunlardan biri de yeteri kadar soyunma odalarının ve duş kabinlerinin bulunmaması. Sendikanın işyeri temsilciliği, bu-

nun kazanılmış haklara saldırı olduğunu belirterek işçileri servisleri boykot eylemine çağırdı. İşverenin tavrında diretmesi üzerine işçiler servislere binmeyerek tepkilerini dile getirdiler. 13-14 Şubat tarihlerinde servislere binmeyen işçiler, işverenin bu tavrından vazgeçene kadar devam edeceklerini belirtiler. Bunun üzerine çok kararlı görünen işveren geri adım atmak zorunda kaldı. Böylelikle 20 Şubattan itibaren servis saatleri eski biçimiyle devam edecek. Sendika temsilcileri bu eylemin servisleri boykot eylemi olsa da, işçilerin patronun haksız uygulamalarına tepkisiz kalmamasının olumlu olduğunu belirtiyorlar. Sermaye işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırıda sınır tanımıyor. Bugün işçi sınıfı bırakalım yeni hakları, sermayenin kazanılmış haklarını gasp etmesine karşı haklarını korumak için mücadele ediyor. Gün gelecek işçi ve emekçi yığınları kendi öz örgütlerinde örgütlenerek sermayenin bu düzenini yerle bir ederek devranı döndürecektir! 20.02.2006 YDİ ÇAĞRI Mersin

13


yeni kadın dünyası

İSTANBUL’DA 8 MART:

Kurtuluş ellerimizde! B

14

ir çok ilde olduğu gibi İstanbul’da da 8 Mart hazırlıklarına bir ay öncesinden başlandı. Geçen sene yaşanan ayrı mitinglerin bu sene olmaması için çeşitli kurumlar çaba sarfetmiş olsalar da ayrı ayrı mitingler gerçekleştirildi. Ayrışmalar bu sene en başından itibaren gündeme geldi. Bir taraftan 8 Mart Kadın Platformunun örgütlediği ve içerisinde Amargi, Feminist Kadın Çevresi, Mor Çatı, Pazartesi Dergisi, Lamda İstanbul (eşcinsel hareket), Demokratik Özgür Kadın Hareketi, Başak Kadın Ko op er at i f i, Y Dİ Ç a ğ r ı Dergisi, Toplumsal Özgürlük, İşçi Mücadelesi, Halkevleri, EMEP, SDP, EHP, ÖDP, İHD, KESK ve DİSK’li kadınların yer aldığı bir kadın mitingi düzenlenirken, diğer taraftan; Alınteri, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, BES 1 Nolu Şube, Belediye-İş 2 Nolu Şube, Bilinç ve Eylem, ÇHD, Demokratik Kadın Hareketi, Devrimci Hareket, Emekçi Kadınlar, Emekçi hareket Partili Kadınlar, Genel-İş 3 ve 7 Nolu Şubeler, Emekli-Sen 2 Nolu Şube, HÖC’lü kadınlar, Halk Kültür Merkezleri, Kurtuluş Partisi, Kaldıraç, Köz, Odak, Partizan, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Proleter Devrimci Duruş ve Tunceli Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği ve erkeklerin de katıldığı bir etkinlik gerçekleştirildi. Beyazıt Meydanında 5 Mart Pazar günü yapılan bu etkinliğe yaklaşık 2 bin kişi katıldı. Emekçi Kadınlar Derneği ve ESP ilk başlarda bu karma platformda yer alıyor olmasına rağmen daha sonra bu platformdan ayrılarak 4 Mart Cumartesi günü Kadıköy Meydanında bir miting gerçekleştirdi. Bu mitinge yaklaşık bin kişi katıldı. Geçen sene ayrı yürüyen İmece’li kadınlar bu yıl da 8 Mart’ta Taksim’de ayrı bir eylem örgütlediler. İçerisinde YDİ Çağrı olarak bizim de yer aldığımız 8 Mart Kadın Platformu, bir aylık hazırlık döneminden sonra “Bursa’da Biz de Yandık! Yananlar da Aramızda, Kurtuluş Ellerimizde!” ana sloganı ile 5 Mart

Pazar günü Kadıköy’de büyük bir miting gerçekleştirdi. Bu seneki 8 Mart etkinliği Bursa’da yanan kadın işçilere adandı. Mitinge yaklaşık 7-8 bin emekçi kadın katıldı. Saat 12’ de Kadı köy Numune Hastanesi önünde toplanan kadın kitlesi, saat 13’e doğru yürüyüşe geçti. Tüm katılımcıların kendi renkleri ve şiarları ile katıldığı mitingde her yıl olduğu gibi bu yıl da Kürt emekçi

MERSİN’DE 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

B

u yıl sönük geçen 8 Mart Dü nya Emekçi Kad ı n la r Gününde kadınlar denize karanfiller bırakarak Taşbina önünden DTP binasına doğru yürüdüler. KESK’e bağlı sendikalar ise bu yıl yalnız Taşbina önünde bir basın açıklaması ile yetindiler. Basın açıklamasını KESK Mersin Şubeler Platformu adına dönem sözcüsü Selma Kılıçman yaptı. Az sayıda kadının katıldığı basın açıklamasında resmi ve sivil polislerin yoğun önlem aldıkları görüldü. 8 Mart’ın tarihçesine kısaca değinen Kılıçman; küresel sermayenin saldırılarının bir sonucu olarak ülkemizde de sermayenin, emekçilerin kazanılmış haklarına saldırdığını belirterek, bu saldırılarda en çok nasibini alanın emekçi kadınlar olduğunu vurguladı.

kadınları kitlesellikleri ve renkleri ile göze çarpıyorlardı. YDİ Çağrı dergisinden kadınlar olarak bu eyleme üzerinde “Çağrımız: Emekçi kadınlar elele, devrime, sosyalizme” yazılı bir pankartla katıldık. Elli kadın arkadaş ile katıldığımız mitingde kızıl bayraklarımız ve flamalarımızın yanı sıra, çok miktarda dövizler taşıdık. “1887 New York, 2005 Bursa: Kahrolsun kapita-

Son yıllarda Türkiye’deki kadın emeğinin istihdamdaki oranın ın %23’lere gerilediğini, kayıt dışı çalışan kadın oranının ise toplam kadın işgücünün %37’sini oluşturduğunu söyleyerek, emekçi kadınların, ucuz ve güvencesiz koşullarda çalışmanın bedelini zaman zaman canlarıyla ödediklerini belirtti. Kılıçman konuşmasında, devletin kadına yönelik baskısı dışında, aile içi şiddet, fuhuş, ekonomik ve sosyal şiddetin de her geçen gün artarak devam ettiğini, toplumun tüm birimlerinde yükselen şiddet dalgasının kaygı verici boyutlara ulaştığını dile getirdi. “Çocuk bakımı ve ev işlerinin toplumsallaştırılması”, “İşsizlik ve yoksulluğa neden olan IMF politikalarına son verilmesini istiyoruz” dövizlerinin taşındığı, “8 Mart kızıldır kızıl kalacak”, “Kadınlar el ele mücadeleye” sloganlarının atıldığı basın açıklamasında kadınlara karanfiller dağıtıldı. 8 Mart 2006, YDİ ÇAĞRI Mersin

lizm”, “Ayşe, Sadife, Gülden, Necla, Sevgi - unutma, unutturma”, “Savaş, açlık, yoksulluk kader değil”, “Ucuz işgücü olmaya hayır”, “Ev işleri ücretlendirilsin”, “Eşit işe eşit ücret”, “Görünmeyen emek sesini yükselt”, “8 Mart ücretli izin sayılsın”, “Erkek egemenliğinin alternatifi: Sosyalizm”, “Sevda Aydın yalnız değildir”, “Ya Barbarlık - Ya Sosyalizm” taşıdığımız dövizlerden bazılarıydı. Miting alanında ise “Savaş, yoksulluk, devlet terörü, erkek egemenliği kader değil değiştirmek ve yaşanacak bir dünya yaratmak için elele! Yaşasın 8 Mart” başlıklı bildiriden çok sayıda dağıttık. Çalgılı aletlerle, dövizler ve coşkulu atılan sloganlarla çok canlı bir yürüyüş kortejimiz oldu. Miting alanına girerken polis dövizlerimize tahta çıtaları olduğu gerekçesiyle müdahale ederek alana sokmak istemedi. Fakat kitlenin kararlı duruşu ve “kadınlara değil çetelere barikat” gibi atılan sloganlar karşısında polis geri adım atmak zorunda kaldı. Biz de malzemelerimizi alana soktuk. Kadınların miting alanında biraraya gelmesiyle birlikte kürsü programı başladı. Kürsüde, 8 Mart Kadın Platformu adına hazırlanan metin okunurken, programda yer alan müzik grupları da kadın kitlelerini coşturdu. Kürtçe söyleyen kadın gruplarının yanı sıra bu yıl Lazca ve Gürcüce söyleyen müzik grupları da etkinliğe katılarak enternasyonalizmin güzel bir örneğini sergilediler. Kürsü programında yaşanan bir sorun, programın ve konuşma metninin çok uzun tutulmuş olması idi. Program bitmeden kadınların çoğu alandan ayrılmışlardı. Önümüzdeki dönem bu tür etkinliklerde kürsü programının daha kısa tutulması için çaba sarfetmek gerekiyor. Aksi taktirde harcanan bir sürü emek boşa gidiyor. Kürsü metninde ilk olarak 8 Mart’ın tarihçesine yer verildikten sonra Bursa’da yanan kadın işçiler anılarak kapitalist sistemin vahşiliği dile getirildi. Metnin devamında; medyanın kadınların cinselliğini na-


yeni kadın dünyası sıl metalaştırdığı, aile içinde kadınlara yönelik her türlü şiddet, lezbiyen, travesti ve transseksüel kadınlara yönelik devletin ve toplumun şiddeti, namus cinayetleri, kadın intiharları süsü verilen kadın cinayetleri, devrimci ve muhalif kadınların kaçırılarak tecavüze ve işkenceye maruz kalmaları, gözaltında/cezaevinde yaşanan devlet şiddeti teşhir edildi. Irak’ta yaşanan emperyalist savaş ve savaşla birlikte kadınların maruz kaldığı taciz ve tecavüzler, yoksulluk, göç anlatıldıktan sonra, Filistin’li ve Irak’lı kadınlarla dayanışma içerisinde olunduğu belirtildi. Genelde Kürt ulusuna özelde de Kürt kadınlarına yönelik devlet terörü teşhir edilirken, Diyarbakır’da barış istedikleri için gözaltına alınan ve daha sonra da tutuklanan 24 ‘Barış Anası’nın derhal serbest bırakılması talep edildi. 1998’den bu yana yargılanan ve davasının son aşamasında müebbet hapis cezası ile karşı karşıya kalan Pınar Selek ile de dayanışma çağrısı yapıldı. Metnin sonunda tüm kadınlar, erkek egemenliğine, yoksulluğa, savaşa, militarizme, kapitalizme ve kadınlara yönelik her türlü şiddete karşı örgütlü mücadeleye çağrıldı. Miting; “Yaşasın kadın dayanışması, yaşasın örgütlü mücadelemiz!” sloganları eşliğinde son buldu. Mart 2006 Savaş, yoksulluk, devlet terörü, erkek egemenliği kader değil! Değiştirmek ve yaşanacak bir dünya yaratmak için elele!

Yaşasın 8 Mart İşçi ve emekçi kadın arkadaş... Çalışma ve yaşam koşullarımız her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Bir yanda zenginliklerine zenginlik katan “mutlu azınlık” ve diğer yanda açlık ve yoksulluk ücretlerine talim etmek zorunda bırakılan bizler... İşsizlik en çok bizi vuruyor. Özelleştirme politikalarıyla kadın işsizliği daha da büyüyor ve biz emekçi kadınlar sigortasız, güvencesiz işlere mahkum ediliyoruz. Elimize geçen ücretlerle insanca yaşamak hayal! Çok çalışıyor ve en düşük ücretleri alıyoruz. Ne şimdimiz ne de geleceğimiz garantili. Hangi koşullarda çalışmak zorunda kaldığımız, karın tokluğu pahasına hangi riskleri göze almak zorunda kaldığımız Aralık ayında Bursa’da tekstil fabrikasında gece vardiyasında çıkan yangında yanarak yaşamlarını kaybeden 5 genç tekstil kadın işçinin dramında bir

kere daha gözler önüne serildi. 15 yaşındaki Ayşe Denizdalan, 18 yaşındaki Sadife Düdüş, 21 yaşındaki Gülden Çiçek, 27 yaşındaki Necla Özveren ve üç aylık hamile 32 yaşındaki Sevgi Sesli dumandan zehirlenerek öldü. Bu olay bir kere daha gösterdi ki, azgın sömürüden başka bir şey düşünmeyen kapitalistler için işçi yaşamının ve kadın yaşamının hiçbir değeri yok! Onlar işçi sağlığını ve güvenli iş koşullarını değil, sadece ve sadece masraftan nasıl kısacaklarını düşünüyorlar. Susarak, sabrederek hiçbir sorunumuzun çözülemeyeceği besbelli! Ne hükümetlerden ne de Avrupa Birliği’nden çare ummanın faydası var. Sermayenin ve onun hükümetlerinin işçi ve emekçi kadınların yaşam ve çalışma koşullarını düzeltmek diye bir derdi yok. Kadın-erkek eşitliğine dair yasalar, işçi ve emekçilerin çalışma koşullarına ilişkin sözümona koruyucu yasalar hep kağıt üzerinde kalıyor. Ve

biz sorunlarımıza sahip çıkmadığımız sürece de bu böyle kalmaya mahkum. “Ekonomik iyileşme” palavralarının karşısında işçi ve emekçi kadınların her geçen gün artan yoksulluğu duruyor. “Demokrasi ve özgürleşme” palavralarının karşısında ulusal, cinsel ve sınıfsal baskılara karşı mücadeleye atılan militan kadınların kaçırılması ve tecavüz saldırılarıyla bastırılmaya, sindirilmeye çalışılması duruyor. Bu alçakça saldırılara yakın geçmişte bir yenisi daha eklendi: İstanbul/Yeni Bosna’da S.A. devrimciliği hedef alınarak kaçırıldı ve tecavüz saldırısına uğradı.

ları “çözümler” de çözüm değil. Kurtuluş ne Avrupa Birliği’nde, ne de sığınılacak dinci ideolojilerde... Kadın ve erkeğin yasalar önünde ve toplumsal yaşamda eşit olduğu, baskı ve sömürüye yer olmayan bir dünya mümkün. Yeter ki, biz bugünkü durumu kökten değiştirmek için örgütlenelim ve bu düzene karşı mücadele edelim!

“Kadın-erkek eşitliği”, “yeni yaşam” vaatleri karşısında her gün yeniden üretilen erkek egemen ideoloji, baskı ve şiddet duruyor.

Mart 2006 ●

Kurtuluş kendi elimizde! Kurtuluş sosyalizmde!

* Kahrolsun erkek egemenliği ve her türden gericilik! * Özgürlük ve demokrasi devrimle kazanılacak! * Kadınların kurtuluşu sosyalizmde!

Bizler boş vaatlerle avutulmak istemiyoruz. İnsanca yaşamak, insanca koşullarda çalışmak istiyoruz. Demokrasinin ve özgürlüğün lafını değil, kendisini istiyoruz. Ulusal, cinsel ve sınıfsal baskıların son bulmasını istiyoruz. Önümüzde bir tek yol var: Kendi kurtuluşumuzu keni elimize almak, örgütlenerek mücadele etmek! Egemenlerin bugün bize dayattığı koşullar kader değil. Onların bize sundukÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Yazıileri Müdürü: Aziz Özer ● Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul ● Tel.: (0212) 235 35 70 ● Fax: (0212) 253 19 27 ● mail@ydicagri.com ● www.ydicagri.com ● ÖZEL SAYI: 124· ŞUBAT’2006 ● Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL) ● Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) ●

ÇAĞRI KÜLTÜR EVİ’NDE

8 MART TOPLANTISI

Y

eni açtığımız kültür evimizde ilk etkinliğimiz olarak 26 Şubat 2006 Pazar günü, kadın arkadaşlar ile birlikte hem 8 Mart’a hazırlık için hem de sorunlarımızı konuşup çözümler aradığımız bir toplantı gerçekleştirdik. Toplantıya katılan kadın arkadaşların üçte ikisi ilk defa etkinliğimize katılan kadınlar iken yarısına yakını ise ilk defa bir kadın etkinliğine katılmışlardı. Toplantıya, devrimci mücadelede yitirdiğimiz savaşçı kadınlar anısına bir dakikalık saygı duruşu ile başlandı. İlk olarak bir kadın arkadaşımız 8 Mart’ın tarihi gelişmesi hakkında kısaca bilgi verdi. Ardından hazırlanan yarım saatlik bir sunumu kadın arkadaşlarla paylaştık. Sunumda özellikle; devlet kaynaklı şiddet, aile içinde cinsel ve ekonomik şiddet ve işçi kadınların yaşadığı sorunlara değinildi. Gözaltına alınan ya da kaçırılan devrimci kadınlara yönelik şiddetin, özellikle taciz ve tecavüzün bilinçli bir şekilde kullanıldığını, bununla devrimci kadınlar sindirilmek ve böylelikle devrimci mücadelelerinden alıkonulmak istendiği belirtildi. Son günlerde S.A.’ya yönelik tecavüz saldırısı aktarılarak, tecavüze devrimcilerin nasıl yaklaşması gerektiği üzerinde duruldu. Kadınların en çok şiddete maruz kaldığı yerlerden biri olarak ailede, kadına yönelik fiziksel, ekonomik ve cinsel şiddet son dönemde yaşanan örneklerle anlatıldı. Kadınların ev içindeki görünmeyen emeğinin

görünür kılınması için ev işlerinin ücretlendirilmesi talebi dile getirildi. Bu konuda yürütülen tartışmalarda ev işinin ücretlendirilmesi talebinin yanında, asıl olarak ev işlerinin bütünüyle toplumsallaştırılması için mücadele etmek gerektiği, bunun ancak sosyalist bir toplumda mümkün olabileceği ve bu toplum için işçi ve emekçi kadınların devrimci mücadeleye atılmasının zorunlu olduğu vurgulandı. Emekçi kadınların toplumun her alanında uğradığı haksızlığın, ayrımcılığın çalıştıkları işyerlerinde de devam ettiği, kadın çalışanların ucuz işgücü olarak görüldüğü, ücretlerinin erkek çalışanlara göre daha düşük olduğu istatistiki verilere dayanılarak aktarıldı. Emekçi kadınların yaşadığı bu ayrımcılığa rağmen sendikal örgütlülüğünün çok düşük olduğu, bugün Türkiye’deki sendikaların erkek egemen sendikalar olduğu dile getirildi. Bu bölümle ilgili yürütülen tartışmalarda, kadın işçilerin sendikal örgütlenmeye uzak durmalarının toplumsal nedenleri üzerinde duruldu. İşçi ve emekçi kadınların sendikal örgütlenmelerinin çok önemli olduğu belirtilirken bu konuda özellikle sınıf bilinçli kadınlara önemli görevler düştüğü vurgulandı. Sunumun ardından, çeşitli kadın eylemlerinden, kadın resimlerinden ve klasiklerin kadın sorunu bağlamında dile getirdiklerinden oluşturulmuş onüç dakikalık bir sinevizyon gösterisi sunuldu. Müzik eşli-

ğinde hazırlanan sinevizyon kadınlar tarafından çok beğenildi. Sinevizyonun ardından kadın arkadaşlar, kadın sorunu ile ilgili görüşlerini dile getirip, sorunlarını paylaştılar. Konuşmalar içerisinde en çok; kadın - erkek ilişkisi, annelerin çocuklarını yetiştirirken toplumun erkek egemen değer yargılarından ne ölçüde etkilendikleri, işçi kadınların sendikalara girme konusunda yaşadığı zorluklar, işyerinde ekonomik ve sosyal haklar konusunda yaşanan zorluklar vs. üzerinde duruldu. Etkinliğin son bölümünde dört kadın arkadaş saz çalarak türküler söylediler. Diğer kadın arkadaşlar da söylenen türkülere eşlik ettiler. Ayrıca etkinlik boyunca dört kadın arkadaşımız okudukları kadın şiirleri ile coşkulu anlar yaşattılar. Yaklaşık iki saat süren etkinlik, 5 Mart’ta Kadıköy Meydanı’nda yapılacak mitingin çağrısı ile sona erdirildi. 27 Şubat 2006

15


yeni kadın dünyası

Adana 8 Mart Kadın Platformu, 8 Mart’ı Kutladı

A

16

dana’da 8 Mart’tan yaklaşık 2 ay önce eylem tartışmaları başladı. Daha önceleri oluşturulan ve bizim de içinde yer aldığımız Adana Kadın Dayanışma Platformunun çağrısı üzerine 8 Mart’a ilişkin olarak yapılan ilk toplantıya hemen hemen bütün kurumlardan birer temsilci katıldı. Toplantıya başlandığı ilk dakikalarda Partizan ve DHP mitingi karma yapacaklarını ve ayrı bir platform oluşturacaklarını belirterek toplantıdan ayrıldılar. Böylece Adana’da iki ayrı mitingin kaçınılmaz olduğu anlaşılmış ve biri karma katılımlı, diğeri ise sadece kadın katılımlı olmak üzere iki ayrı miting belirlenmiş oldu. Mitingi karma yapacak olan platform ise kendisini “Devrimci 8 Mart Platformu” olarak isimlendirdi. KESK Bileşenleri, ÖDP, EMEP, DÖKH, Amargi, İşçi Mücadelesi ve YDİ Çağrı olarak bizler, mitingi sadece kadın katılımlı yapacağımız kararına vardık ve “Adana 8 Mart Kadın Platformu”nu oluşturduk. Her ne kadar sadece kadın katılımlı miting kararı alınmış olunsa da, mitinge erkeklerin gelmemesi noktasında aramızda tam olarak bir netlik kazanmaması platform içerisinde bir dizi tartışmalara neden oldu. Bu tartışmalar üzerine, Eğitim-Sen’de yapılan bir toplantıya, Eğitim-Sen Kadın Sekreterinin platform bileşenlerinin

iradesi dışında, diğer platform bileşenlerine çağrı yapması üzerine, daha önce karara bağladığımız, mitinge gelen bir kaç erkeğin engellenmemesi kararından geri dönüldü. Daha sonra Eğitim-Sen sadece kadınlar üzerinden çalışma yürüteceğini belirterek tekrar platforma dahil oldu. Kadın katılımlı mitinge katılmamız bazı devrimci çevrelerce açıkça ifade edilmese de kuyrukçu olarak değerlendirildi. Kadının kurtuluşunun ancak sosyalizmde gerçekleşeceğini, ve eğer 8 Mart’ın devrimci içeriğinin boşaltılmasına karşı mücadele verilmek isteniliyorsa bunun propagandasının emekçi kadın kitleleri içerisinde yapılması gerektiğini,

ayrı bir platform kurarak bunun gerçekleştirilemeyeceğini savunduk ve buna uygun bir pratik sergileme gayreti içerisinde olduk. 8 Mart günü saat 10:30’da Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu önünde kitle toplanmaya başladı. Saat 11:30’a doğru yürüyüşe geçildi ve yürüyüş yeni başlamıştı ki, KESK bileşenlerinin oluşturduğu kortej içerisinde olan Eğitim-Sen üyeleri erkeklerle birlikte yürümek isteyince, feministler, kararın böyle olmadığını, eğer erkek katılımcı olursa erkeklerin tüm kortejlerin en arkasında yürüyeceği noktasında platformun karar aldığını, bu kararın hiçe sayıldığını, erkeklerin kortejden çıkmadığı tak-

8 Mart, 5 Mart Günü Karma Katılımla Kutlandı

5

Mart Pazar Günü “Devrimci 8 Mart Platformu” Adana Büyükşehir Belediyesi önünden, Uğur Mumcu Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Yaklaşık 400 kişinin katılımıyla gerçekleşen eyleme katılan kurumlar şunlardı: Partizan, DHP, ESP, EKD, BDSP, Alınteri, S.Barikat, HÖC. Kadından çok erkeklerin katılımıyla gerçekleşen eylemde dikkat çekici noktalardan biri EKD’nin yaklaşık 50 kadınla eyleme katılmasının yanında ESP’nin yalnızca 2 kadınla yürümesiydi. Eylem kitlenin alana gelmesinden sonra okunan bir basın metniyle son bulurken, eylem sırasında atılan sloganlar şunlardı: “Cinsel, ulusal, sınıfsal, sömürüye son”, “Devrime meşale bizim kadınlarımız”, “Karnaval değil, devrimci 8 Mart”, “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz”, “Yaşasın devrimci dayanışma”. Eylem olaysız sona ererken, ses sisteminden kaynaklanan sorun nedeniyle kitlenin coşkusu kırıldı. YDİ-Çağrı Adana/09.03.06

tirde yürümeyecekleri tavrını takındılar. Bunun üzerine Eğitim-Sen üyelerinin tümü, yürüyüşten ayrılıp eylem alanını terk ettiler. Ve yaklaşık 1500 kişinin yürüdüğü eylem kaldığı yerden devam etti. Kitlenin yarısından fazlasını DTP’lilerin oluşturması ve çok renkli olmaları dikkat çekiciydi. Yürüyüş Uğur Mumcu Meydanında son buldu ve burada, 8 Mart Kadın Platformu adına EMEP Adana İl Bşk. Av. Sevil Aracı bir basın metni okudu. Sonrasında ise davetli olan Küçük Dikili Bel. Bşk. Leyla Güven 8 Mart üzerine konuşmasında; kadınlar olarak biz örgütlendiğimiz ölçüde başaracağız dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti; dünyanın hiçbir yerinde savaş kararını kadınlar almadı, barış kararını biz alacağız. Kadınız, eşit haklara sahip olmak istiyoruz, bunun bedelini ödemeye hazırız dedi. Leyla Güven Başkan olduğu Küçük Dikili Belediyesi’nde imzalanmış olan TİS’den de kısaca söz ettikten sonra konuşmasına son verdi. Eylem süresince kitle tarafından atılan sloganlar şunlardı: “Kadınlar eyleme özgürleşmeye”, “Yaşasın Feminist mücadelemiz”, “Jin jiyan azadi”, “Bursa’da yanan bedenler biziz”, “Sevda Aydın yalnız değildir”, “Savaşa değil eğitime, sağlığa bütçe”. Biz ise şu sloganları haykırdık: “ Kadın erkek elele, devrime özgürleşmeye”, “Kadının kurtuluşu devrimde, sosyalizmde”, “Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son” ve dövizlerimizde yazılı olan; “Kadınlar, kurtuluş Bolşevik devrimde”, “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz”, “Kadınlar, erkek egemen sistemi orakla kes, çekiçle ez”, “Dışarıda devrimci, evde feodal, kahrolsun erkek egemenliği” sloganlarını haykırıp sesimizi duyurmaya ve kadının gerçek kurtuluşunun ancak sosyalizmle olacağını gücümüz oranında duyurmaya çalıştık. Ayrıca, hazırladığımız 4000 adet 8 Mart özel sayıyı birçok semtte ve eylem alanında kadınlara ulaştırdık. Eylem hiç dinmeyen yağmur ve müzik eşliğinde olaysız son buldu. YDİ-Çağrı Adana, 09.03.06


yeni kadın dünyası

Küçükdikili Belediye Başkanı 8 Mart ve 1 Mayıs’ı tatil ilan etti!

A

şağıda Küçükdikili Belediyesi ile DİSK’in yaptıkları TİS’nin, Türkiye şartlarında işçiler, emekçiler için emsal ve kazanım olduğunu düşünüyoruz. Fakat bu kazanımların korunması ve geliştirilmesi için buradaki çalışanların sınıfsal örgütlenmeyi oluşturmaları, inisiyatifi ellerine almaları, aynı zamanda gerçek kurtuluş olan, devrim için mücadele etmeleri gerekmektedir. Çünkü geçmiş deneyimler bize göstermiştir ki, bir kaç ilerici-demokrat yöneticinin iyi niyetiyle, bu hakların korunamayacağı ve bu yöneticilerin görev süreleri bittiğinde, yerlerine gelen gerici işçi düşmanı yöneticiler tarafından verilmiş bu hakların geri alınması kaçınılmazdır. Küçükdikili Belediye Başkanıyla yaptığımız söyleşiyi ve belediye ile DİSK’in yapmış olduğu TİS’i olduğu gibi yayınlıyoruz. YDİ Çağrı: Merhaba bize öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? Leyla Güven: 1964 Konya Cihanbeyli doğumluyum, uzun yıllar HADEP ve DEHAP içerisinde çalışmalar yürüttüm, en son 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde Küçük Dikili’de belediye başkanı adayı oldum, kazandım ve yaklaşık 2 yıldır burada görev yapmaktayım. YDİ Çağrı: Bir kadın yönetici olarak ne gibi sıkıntılar yaşıyorsunuz? Leyla Güven: Tabii yönetici olarak yaşadığımız sıkıntılar var, kuşkusuz yürüttüğümüz çalışma çok önemli, çok hassas bir çalışma, direk halka hizmeti götürdüğün yer. Bu alanın zaten kendine özgü sorunları var eğer bir de kadınsan, daha fazla duyarlıysan, kadın çalışmalarından gelmişsen, bu sorunlar biraz daha artıyor. Çünkü biz hiç bir hizmeti aksatmadan halka direk götürmek istiyoruz, karşımıza çıkan engelleri de en demokratik, en uygun biçimde çözmeye çalışıyoruz, çok fazla olmasa da zaman zaman sorunlar

Küçükdikili Belediye Başkanı Leyla Güven

“Her gün bir şekilde tacize, tecavüze uğrayan, gözaltında kötü muamele gören, eşinden ve ailesinden şiddet gören insanlarla iç içe yaşadım.” yaşanıyor. YDİ Çağrı: Belediye başkanı kimliğinden uzakta, Leyla olarak cinsiyetinizden kaynaklı yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Leyla Güven: Ben olaylara ve olgulara hiçbir zaman bireysel bakmadım, kendi adıma hiç şiddet görmedim yani çalışmalar içerisinde olduğum dönemde direk kaba şiddete maruz kalmadım ama bunu çok fazla yaşayanlarla her gün iç içeydim. Her gün bir şekilde tacize, tecavüze uğrayan, gözaltında kötü muamele gören, eşinden ve ailesinden şiddet gören insanlarla iç içe yaşadım. Kadın sorunu ile ilgili çalışma yürüttüğümüz için bu sorun bizim sorunumuzdu ve insanlar bize başvuruyorlardı. Ben kadın kimliğimle yaşamak isteyen bir insanım ve onların yaşadıkları sıkıntıları di-

rek kendim yaşamış gibi hissediyorum. Kadın sorunu çok köklü derin bir sorun; günlere aylara sığmayacak bir sorun, bunun 5000 yıla dayanan tarihi kökleri var, yüzyıllar boyu devam eden bu sorunu birdenbire çözmek gibi bir hedefimiz yok. Ancak her geçen gün çoğalan kadın kurumlarıyla ve artan duyarlılıkla birlikte kadına uygulanan her türlü baskı ve şiddete karşı güç birliği oluşturacağımızı düşünüyoruz. Bu konuda geçmişten bu yana varolan hassasiyetimiz devam ediyor, bundan sonra da devam edecek. YDİ Çağrı: Kadının sosyalleşmesine katkıda bulunacak belediye bünyesinde yapılan faaliyetler var mı? Leyla Güven: Küçük Dikili Beldesinde aday olduğum günden bu güne beldede yaşayan kadın-

lardan çok büyük bir ilgi gördüm. Bu ilgi biraz şöyle ifade edilebilir kadınlar; her zaman bir erkek için oy kullanıyoruz, ama şimdi bir kadın için oy kullanacağız dediler ve ezici çoğunluğu kadınların kullandığı oyla seçildiğimi belirtebilirim. Tabi bizim de kadınlara vermiş olduğumuz bir takım sözler vardı, yani farklı bir yönetim biçimi olacak dedik, daha demokratik, daha çağdaş, daha özgür ve daha halkçı bir belediyecilik yapmak istediğimizi söyledik ve kadınların yaşadığı her tür sorunda belediyemize başvurabileceklerini belirttik. Bu kapsamda göreve geldikten hemen sonra nikahsız yaşayan çiftlerin resmi nikahlarını yaptık. Daha sonrasında kadınların istihdam alanlarını genişletmek için projeler ürettik. AB fonları için Türkiye’deki bazı kurum ve kuruluşlardan hibe alabilmek için birçok proje ürettik. Bu projeler Türkiye’de ve Avrupa’da gerekli yerlere sunuldu. Bu konuda kadınların daha çok istihdam edileceği alanlar dikkate alınarak, tekstil, bilgisayar kursu, takı tasarımı, nakış kursu gibi kadınların kendini geliştirecek alanların önü açılmış oldu. Bizim beldemizde okuma yazma oranı çok düşük.

17


yeni kadın dünyası

Özellikle kız çocukları çok fazla okula gönderilmiyor, okumayan kadınlarımız tarla işinde çalışıyorlar ve çok ucuz iş gücü, çok düşük yevmiye alıyorlar. Sabah saat 4:30’da üstü açık arabalarla götürülüyorlar. Tarlada bir ambulans ya da ulaşımlarını çok daha rahat sağlayabilecekleri araçlar mevcut değil. Tarımda çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar ayrıca bir de eve geldiklerinde kadın olmaktan kaynaklı evde de sorumlulukları var. Evdeki işler de eklenince kadınlar 24 saat çalışıyorlar. Biz bu nedenle açtığımız kurslarda kadınların öğrendikleri mesleği daha sonra bir ekonomik gelir olarak devam ettirebilecekleri istihdam alanları yaratmaya çalışıyoruz. Kurslarımızdan açtıklarımız ve açacak olduklarımız var, projelerimiz de kabul edildiğinde, Dikili’de kadınların yüzü daha çok gülecek. YDİ Çağrı: Belediye bünyesinde kaç çalışanınız var bunlardan kaçı kadın ? Leyla Güven: Toplam 32 personelimiz var, bunlardan 6 tanesi kadın diğerleri erkek. YDİ Çağrı: Belediyeler yasasına göre her belediyenin kadın sığınma evi açmak gibi bir yükümlülüğü var, sizin bununla ilgili bir çalışmanız var mı?

18

Leyla Güven: Daha doğrusu kadın sığınma evi kavramını kabul etmemekle birlikte -daha çok kadın yaşam evi olarak nitelendirebiliriz, bunların yapımı için büyükşehir belediyelerinin girişimde bulunması gerekiyor, çünkü büyük meblağlarla meydana gelecek şeyler. Aynı zamanda bunların korunmasının da sağlanması gerekiyor. Adresi gizli olacak yerler bulunması gerekiyor. Dikili Beldesi gibi küçük beldelerde böyle bir şey yapma imkanı yok, ancak Adana‘da böyle bir ev faaliyete geçti. Keşke bu evler hiç olmasa ama kadın sorunu toplumsal bir sorun ve bu sorun çözülünceye kadar bu gibi evlere ihtiyaç duyulacak. Şu anda ismi sığınma evi olan, yaşam evinin Türkiye’de bir çok yere açılması için elimizden geleni yapacağız. Kadının bu kadar çok ezildiği bir ülkede yalnızca 16 tane sığınma evi var, bu da ülkemizdeki eksikliklerden biri.

YDİ Çağrı: 2005 Aralık ayında belediye çalışanları ile bir sözleşme gerçekleştirdiniz ve sözleşmede belediye çalışanları adına çok büyük kazanımlar var. Bu bize gösteriyor ki diğer belediyeler de isteseler böyle sözleşmeler olabilir ama yapılmıyor ya da işlerine gelmiyor. Siz bu sözleşmeden dolayı olumlu ve olumsuz ne gibi tepkiler aldınız? Leyla Güven: Biz göreve başladığımızda zaten iki yıllık sözleşme vardı, dolayısı ile iki yıl beklemek zorunda kaldık yeni sözleşme için, sözleşmemizi yaklaşık bir ay önce yaptık. Bu sözleşmede işçilerimizin hak ettiğini düşündüğümüz bir noktaya getirdik ücret zammını. Türkiye’deki açlık sınırını biliyoruz, biz de belediyemizin imkanları dahilinde işçilerimizin kendi ailelerini rahat geçindirecekleri bir meblağı alabilmelerini sağlamaya çalıştık. Sözleşmede geçen 2 madde Türkiye’de ilktir. Biz bununla bir kültür gelişimine yardımcı olmak istedik. Kız çocuklarının okula gitmesi için aileleri ziyaret edip görüşüyoruz ama bu sorunu yasal zorunluluk altına almayı istedik. Ben sözleşme maddeleri ile ilgili olumsuz hiçbir tepki almadım ne belediyelerden, ne de Türkiye kamuoyundan. Aksine çok yoğun bir ilgi oldu. YDİ Çağrı: Kadın sorunu toplumsal bir sorun ve bu sorunun çözümü sizce nasıl olur? Leyla Güven: Dünyanın hiçbir yerinde kadınlar hak ettikleri yerde ve özgür değiller. Ama şunu da biliyoruz ki hiç bir hak da mücadele etmeden kazanılamaz. Biz de kadınların daha fazla mücadele etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Öncelikle kadın bilincinin gelişmesi gerekiyor. Kadınların yönetim birimlerinde ve karar mekanizmalarında yer almaları gerektiğini düşünüyoruz. Eğer bugün Küçükdikili Beldesinde bir kadın belediye başkanı olmasaydı, bir erkek başkan olsaydı bu kararlar alınır mıydı diye düşünüyorum. Kadını siyasette aktif hale getirebilmek için ise kota uygulamasına ihtiyaç vardır. Bunların olabilmesi için kadın kurumlarına çok büyük görev düşüyor. Önümüzde 8 Mart var ve kadınlar kendi aralarında bu sorunların tartışmasını yürütebilirler ve daha güzel şeyler gelişebilir.

YDİ Çağrı: 8 Mart’dan söz açılmışken bununla ilgili de bir tartışma yürüyor, mitinge erkek katılsın mı, katılmasın mı diye, sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Leyla Güven: Bizim Demokratik Özgür Kadın Hareketinin hiçbir zaman erkeği reddeden kaba bir tavrı olmadı ama 8 Martlar kadına özgündür, biz diyoruz ki; yılın diğer günleri her demokratik tepkimizi erkek arkadaşlarla birlikte gösteriyoruz ancak 8 Mart ka-

dınlara özgü bir gündür. 8 Martta miting alanları kadınlara terk edilmeli, o gün alanlarda kadınlar olmalı. Dayanışma içerisinde olan erkek arkadaşlar evde çocuklara bakabilirler ama o gün alanlarda kadınlar olmalı. YDİ Çağrı: Söyleşi için teşekkür ederiz. Leyla Güven: Ben teşekkür ederim.

İMZALANAN TİS

K

üçükdikili ve DİSK Genel İş sendikası arasında 15 / 12 / 2005 tarihinde geçerli olmak üzere 2 yıllığına bağıtlanan Toplu İş Sözleşmesi ile çalışanlarımızın özlük hakları, ücretleri, iş güvenceleri ve sosyal hakları açısından bölgemizde emsal gösterilecek en iyi sözleşmelerin başında gelmektedir. Bu Toplu İş Sözleşmesi ile işçilerimizin kazanımları aşağıya çıkarılmıştır. Taban Ücretleri: En düşük taban ücret günlük yevmiyeleri 30 YTL. Ücret Zammı: Günlük yevmiyelerine 1.55 YTL. Kıdem Zammı: Her kıdem yılı için 20 yeni kuruş. Yıpranma Zammı: Her gün için tüm işçilere günlük 80 yeni kuruş. Yemek Yardımı: Her bir gün için günlük 10.5 YTL? Giyim Yardımı: Tüm işçilere her yıl 150 YTL Temizlik Yardımı: Temizlikte çalışan işçilere aylık 52.5 YTL Bekarlık Yardımı: Bekar işçilerimize her ay 50 YTL Bayram Yardımı: Kurban Bayramında 180 YTL, Ramazan Bayramında 80 YTL Yakacak Yardımı: Her ay 21 YTL Yıllık İzin Yardımı: Her bir gün için 11 YTL Evlenme Yardımı: 350 YTL Doğum Yardımı: 175 YTL Tahsil Yardımı: İlköğretime giden her çocuk için 150 YTL. Lise dengi okullara giden her çocuk için 300 YTL. Yüksek okula giden her çocuk için 750 YTL. Okul çağına gelmiş kız çocuklarını okula göndermeyenlere yukarıdaki tahsil yardımlarının hiçbiri ödenmez. X= 1 Mayıs işçi bayramında tüm çalışanlar ücretli izinli X= 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde kadın işçilerimiz ücretli izinli sayılacaklar. X= Çalışanların eş ve çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen, şiddet uygulayan işçilerimizin maaşlarının % 50 si eşine ödenir. Bu madde kadın ve erkek için de geçerlidir. X= Resmi nikah dışında evlilik yapan işçilerin iş akitlere ihbar tazminatı ödenmeksizin fes edilir X= Kıdem tazminatı yasada (30 gün) Bu sözleşme ile 90 gün kabul edildi X= İhbar tazminatı hizmet yılı 1,5 yıl ile 3 yıl arasında olanlara 35 hafta Hizmet yılı 3 yıldan fazla olanlara 70 hafta ihbar tazminatı ödenir. X= Yılda en az bir kez tüm çalışanlar eşleriyle izleyecekleri tiyatro ve sinema etkinlikleri düzenlenecektir.

LEYLA GÜVEN Küçükdikili Belediye Başkanı MİTHAT FAHLİOĞULLARI DİSK / Genel İş Sendikası Bölge Başkanı


panorama

PANOR AM A

Ü

lkesinin işgal altında olduğu ve kendi devletine sahip olunmadığı; varılacak hedef olarak gösterilen sözkonusu devletin sınırlarının bile belli olmadığı koşullarda bir Filistin Yönetimi’nin kurulmasının üzerinden 12 yıl geçti. 1994 yılında kurulan Filistin Yönetimi, iki yıllık bir hazırlık sürecinden sonra Ocak 1996’da ilk genel seçimleri gerçekleştirdi. Gerek Filistin Arap halkının mücadelesine önderlik etmesi, gerekse de İsrail ile yürütülen gizli ve açık görüşmelerin muhatabı olması Filistin Kurtuluş Örgütü’nün, özellikle de El Fetih’in yönetimi elinde tutmasını beraberinde getirmişti. 1996’da yapılan ilk genel seçimlerde de El Fetih parlamentoda çoğunluğu elde etmişti. Sonuç olarak Filistin yönetimi 12 yıldır yönetimi El Fetih’in elindeydi. Genel seçimlerin ancak 10 yıl sonra, 25 Ocak 2006’da yapılmasının perde arkasında ise, esas olarak ikinci intifadanın başlaması ve daha sonraki süreçte de sürekli bir çatışmanın ve seçimleri gerçekleştirmek için “güvenlik ortamı”nın olmaması vb. durumu var. Arafat’ın ölümü, başkanlık seçimleri vb. gelişmeler de seçimlerin ertelenmesine katkıda bulunurken, aslında yönetimi elinde tutan El Fetih bu durumu daha uzun süre yönetimde kalabilmek için de kullandı. Seçimlerin ertelenmesinin bir diğer nedeni de –şimdi üzeri örtülmeye çalışılan bir olgu–, Filistin’de silahlı güçlerin, örneğin Hamas, El Cihad gibi güçlerin legal siyasi arenaya katılımını sağlama

Seçimlerin galibi Hamas… - FİLİSTİN -

amacıydı, amacıdır. Hamas 1996 yılındaki seçimlere katılmamıştı. Son birkaç yıldaki gelişmelere ayak uydurmaya çalışmasının bir sonucu olarak ilk önce belediye seçimlerine katılmaya başladı. 23 Aralık 2004’de yapılan kısmi belediye seçimlerine katılan Hamas, çoğunluğu elde edemese de önemli oranda güç kazandı. Bu seçimlerden sonraki süreçte Hamas, 2005 yılı içinde yapılması planlanan ama sonra ertelenen genel seçimlere de katılma yönünde tavrını netleştirdi. Hamas’ın seçimlere katılma yönlü siyaseti esas olarak Filistin Yönetimi tarafından da, Hamas’ı legal siyasete çekerek ”uslandırmaya” çalışan emperyalistler tarafından da istenen bir tavırdı.

SEÇİM ÖNCESİ KİMİ GELİŞMELER… 2005 Aralık ayı orta-

larında Filistin’de kimi yerlerde belediye seçimleri gündemdeydi. Esas olarak önemli görülen dört belediyenin üçünü Hamas kazandı. Hamas’ın belediye seçimlerindeki bu başarısı, özellikle ABD ve AB emperyalistlerini rahatsız etti. Genel seçimlerde Hamas’ın El Fetih kadar olmasa da, onun aldığı oylara yakın oranda oy alabileceği tahmin edildiğinden, Filistin Yönetimi’ne uyarılarda bulunulmaya başlandı… Rusya’nın da içinde yer aldığı “yol haritasını” çizen “Ortadoğu dörtlüsü” Filistin Yönetimi’ne seçimlerden sonra kurulacak hükümette şiddet yanlısı güçlerin yer almaması gerektiği yönlü tavrını iletti… ABD Başkanı Bush başta olmak üzere, İsrail’li kimi yetkililer de Hamas’ın seçimlere katılımının yasaklanmasını reddeden bir tavır sergilemesine rağmen, belediye seçimleri sonrasında açıkça Hamas karşıtı bir tavır sergilendi ve Hamas’ın genel seçimlerde en iyi halde muhalefet

olmasına gözyumulacağı mesajları verildi. ABD ve AB adına verilen sözkonusu mesajlar tabii ki tehditlerle içiçeydi. “Hamas’ın seçimleri kazanması durumunda Filistin’e yapılacak yardımların kesileceği” tehditi, yapılan tehditlerin en başındaydı… Sözkonusu tehditlerin yanısıra öne sürülen iki temel talep, Hamas’ın İsrail’in devlet olarak varlığını kabul etmesi ve şiddeti reddedip “terör” eylemlerine son vermesiydi. 2004 yılı Ağustos ayından bu yana Hamas’ın “terör” eylemi gerçekleştirmemiş olmasını gözönüne alarak da, bu talebi, silahları bırakma talebiyle birleştirmektedirler. Hamas’ı, olası bir seçim galibiyetinden sonra muhatap olarak kabul görmenin önkoşulları belirleniyordu böylece. Seçimler öncesinde İsrail ile olan bir çelişki, Doğu Kudüs’te seçimlere izin verilip verilmeyeceğiydi. İsrail yönetimi ilk başta Hamas’a gidecek oyları engellemek amacıyla seçimlere izin vermeme yönlü tavır içindeydi. Filistin yönetimi ise Doğu Kudüs’te seçim yapmak mümkün olmazsa, hiç bir yerde seçimin yapılmayacağı yönlü tavır takındı. Sonuçta İsrail, Doğu Kudüs’te seçimlerin yapılmasını kabul etti ve oyların 1996’daki gibi posta yoluyla verilebileceğini kararlaştırdı. Bu kararla Filistin yönetimi hemfikirdi ve seçimlerin yapılmasının önünde herhangi bir engel kalmamıştı.

SEÇİM SONUÇLARI… 25 Ocak 2006 tarihinde yapıla n seçimlere katılacak kayıtlı seçmen sayısı 1 milyon 350 bin civarındaydı. Seçimlere katılım oranı %77.6 olarak açıklandı. 1996’da 88 sandalyeli meclise bu sefer 132 milletvekili seçilecekti. 132 kol-

19


panorama

20

tuk için 11 ayrı listeden –değişik parti ve örgütlerin listelerinden– 728 aday yarıştı. Bu adayların %20’sinin kota ile kadınlara ayrıldığı verilen bilgiler arasında yer alsa da kimi gazetelere göre kadın adayların sayısı 85 idi. Seçimlerden önce Hamas’ın en iyi halde güçlü bir muhalefet olacağı yönlü seçim hesaplarının esas olarak propaganda hesapları ve tahminleri olduğu somut olarak seçim sonuçları tarafından da ortaya çıktı. Filistin’deki siyasi gelişmelere müdahale eden hemen hemen tüm güçler, esas olarak Hamas’ın legal siyasete katılımını isterken, takındıkları tavırlarla Hamas’ın çoğunluğu elde etmesini istemediğini teslim ediyorlardı. Hesapları boşa çıktı… Hamas itiraz edilemeyecek açıklıkta ve önemli bir farkla seçimlerin galibi oldu. Seçimlerin oy oranı olarak ve 132 koltuğun dağılımı şöyle oldu: Oy oranı: Hamas, %57.6; El Fetih, %32.6; diğerleri %9.8. Koltuk dağılımı: Hamas, 76; El Fetih, 43; Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, 3; Badil, 2; Bağımsız Filistin, 2; Üçüncü Yol, 2; Bağımsız ve diğer, 4. Seçimin demokratik olduğu konusunda hiç kimsenin itirazı olmasa da, seçim sonuçlarına, yani Hamas’ın kazanması sonucuna itirazlar hemen yükseldi… ABD emperyalizmi ve İsrail başta olmak üzere, AB, Rusya ve BM Filistin Yönetimini ve Hamas’ı baskı altına alma, tehditler savurma yönlü tavırlarını yoğunlaştırdılar. Hamas’ın radikal dinci bir örgüt olduğuna bakarak Filistin’de seçmenlerin bir “Taliban rejimi” veya “Molla rejimi” istediği sonucunu çıkarmak, aslında yanlış bir sonuca varmak olur. Filistin Arap halkının önemli bölümünün Hamas’ı seçmesi, esas olarak El Fetih’in yönetimden indirilmesi isteminin bir göstergesidir. 12 yıllık bir süreçte yönetimi elinde tutan El Fetih, halkın yaşam koşullarını iyileştirme yönünde önemli hiç bir adım atamamıştır. İsrail ile pazarlıklarda da Filistin Arap ulusunun baskı altından kurtulması yönünde önemli hiç bir adım atılmamıştır. İsrail’in Gazze Şeridi’nden Yahudi yerleşimcileri geri çekme yönlü adımına rağmen esas olarak işgalin sürdüğü ve “güvenlik” adına duvarın örüldüğü, işgal altına alınan toprakların bu araçla da genişletildiği vb. vb. bir sonuç, Filistin Arap halkını El Fetih yönetimine karşı tavır takınmasını beraberinde getirmiştir. Sadece bunlar da değil. El Fetih halkın yaşamını iyileştirmek için önemli hiç bir adım atmazken, yiyicilik, rüşvetçilik içinde yüzmeye başladığı; koltuk sahiplerinin çıkarlarını

ve akraba kayırmacılığını yönetiminin önemli bir parçası haline getirdiği bir durumu yaratmıştır. Hamas ise El Fetih’in bu tavırlarının tersine halkın sorunları ile yakından ilgilenen, onların yardımına koşan ve bir nevi “ilkyardım” rolü oynayan pratik tavır ve çaba içinde olmuştur. İşte böylesi bir durumda halkın, yolsuzluk batağında çırpınan El

büyük sahtekârlık! Filistin Arap halk ı ABD’nin, İsrail’in ya da AB’nin isteğine göre mi seçim yapacaktı, yoksa kendi isteğine göre mi? Kendilerinin “temel değerleri” arasında gösterdikleri demokratik seçimlerin sonuçlarını da kabul etmeleri burjuva demokrasisinin de normal bir sonucudur. Ama burjuva demokrasisinin kurallarının da emperyalistlerce belirlendiği günümüz

de Filistinlilere silahların terkedilmesini, şiddeti lanetlemesini dayatıyor. Ne büyük sahtekârlık! Vurgulanması gereken esas noktalardan biri de, tüm bu sahtekârlıklar arasında İsrail’in “kurban”, Hamas veya diğer Filistinli silahlı örgütlerin ise “katil” konumunda gösterilmesidir. Hamas’ın silahlı eylemler, terör eylemleri yapmış olmasını, gerçek suçlunun Filistin Arap ulusuna zulmeden İsrail ve İsrail’i destekleyen emperyalistler olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için kullanmaktadırlar.

SEÇİM SONRASI DÖNEM…

Filistin Arap ulusu İsrail’in baskıları, zulmü altında inliyor. Ülkesi işgal altında. Bu işgale karşı mücadele, direniş haklı ve meşrudur. Fetih’i yönetimden indirip beklentilerinin gerçekleşmesini ”belki Hamas yapar” diyerek Hamas’ı denemeye kalkması anlaşılır olmaktadır. Kuşkusuz ki Hamas’ın hem İsrail işgaline karşı tavrı, hem islamcı siyaseti onun seçilmesinde önemli rol oynamıştır. Ama Hamas’ın seçimlerin galibi olmasının nedeni esas olarak El Fetih’in yönetimden indirilmesi isteminde aranmalıdır. Bir başka etmen ise seçimlerden önce emperyalistlerin seçimlere müdahale etme ve Hamas’ı seçtirmeme yönlü tavırlar olmuştur. Hamas’ın seçimlerin galibi olması bir anlamda halkın emperyalistlere tepkisinin de bir işaretidir.

BURJUVAZİNİN SAHTEKÂRLIĞI… Hamas’ın seçimleri kazanmasını kabullenemeyen emperyalist güçler ve İsrail’in tavrı, burjuvazinin siyasi sahtekârlığını da bir kez daha gözler önüne sermektedir. Emperyalist güçler Filistin’de seçimlerin yapılmasını “demokrasinin bir zaferi” olarak selamlama ve seçimleri de “demokratik” olarak değerlendirme durumunda. Ama demokratik olarak yapılan bir seçimin sonucuna itiraz ediyorlar! Demokratik bir seçimin sonucunu kabul etmiyorlar. Ne

koşullarında, emperyalistlerin böyle davranmamaları, emperyalistlerin normal tavrı olma durumundadır. Onlar için demokratik olan, onların çıkarlarına ve istemlerine uygun olandır ve ”temel değerleri” de çıkarlarına göre değişmektedir. Burjuva demokrasisi de onların elinde halklara, işçilere ve emekçilere karşı kullanacakları oyuncaklardan biridir… Emperyalizm koşullarında burjuva demokrasisi ne kadar gericileşmişse ve Lenin’in deyimiyle tüm çizgi boyunca gericilik ise; emperyalistlerin de “demokratikliği”, “tüm çizgi boyunca” gericiliktir… sahtekârlıktır… Onlar için belirleyici olan kendi egemenlikleridir, egemenliklerini sağlamlaştırmadır ve egemenlik altında tuttuklarını da ezmektir, kendilerine tabi kılmaktır. Filistin bunun en açık örneklerinden biridir. Filistin Arap ulusu İsrail’in baskıları, zulmü altında inliyor. Ülkesi işgal altında. Bu işgale karşı mücadele, direniş haklı ve meşrudur. Ama emperyalistler için silahlı mücadele, “terör” eylemleri kabul edilecek şeyler değil… İsrail Filistinlilere bomba yağdırırken, tankıyla, topuyla ve bilimum silahlarıyla Filistin halkına karşı savaş yürütürken, emperyalistler Hamas’a, genelde

Seçimlerden sonraki dönemde El Fetih’e bağlı kimi silahlı güçlerin El Fetih’i protesto etmeleri ve kimi Hamas güçleriyle çatışma yaşanmasına; bazı Hamas yanlılarının silahlı gösterilerine rağmen Filistin’in iç işleyişi bağlamında herhangi önemli bir sorun yaşanmadı. Filistin Başkanı Abbas seçim sonuçları belli olur olmaz Hamas’a hükümet kurma görevini verdi ve Başbakan Kurayi istifasını açıkladı. Uluslararası alanda gündemde tutulan ve tartışmaların odağına oturan esas konu Hamas’ın Filistin tarafı olarak görüşmelerde muhatap kabul edilip edilmeyeceği oldu. Seçimler öncesinde dile getirilen konu ve talepler, seçim sonrasındaki tavırları da belirledi. Bu sefer değişen esas şey, Hamas’ın seçimleri kazanma olasılığı değil, gerçek hale gelen bir sonuçtu. Hamas seçimleri kazanmıştı. Hamas’ın seçimlere katılımının engellenmesinden yana olmayanların esas sorununun, Hamas’ı kendilerinin çizgisine çekme tavrı olduğu, somut takınılan tavırlarla ortaya çıktı. Hamas’ın uluslararası alanda kabul edilmesinin ön koşulları genelde şu taleplerde dile gelmektedir: – Çatışmaya iki devletli bir çözüm bulunması, – Demokratik sürece katılan herkesin şiddet ve terörü kınaması, – Yol haritasında öngörüldüğü gibi, İsrail’in varolma hakkını tanıması, – Silahları bırakması. A BD, A B, BM ve Rusya’n ı n (Ortadoğu dörtlüsü) yayınladığı bildiride böyle dile getirilen talepler, şu ya da bu emperyalist gücün temsilcileri tarafından da –başka kelimelerle dile getirilse de– esas olarak yinelenmektedir. Eğer Hamas bu koşulları yerine getirirse, sözkonusu emperyalistler ve kurumları tarafından muhatap olarak kabul edilecek… gibi görünüyor. Süreç bu taleplerin Hamas’a dayatılması ile Hamas’ın bu taleplere nasıl bir yanıt vereceğine bağlı olarak yön


panorama alacaktır. Bu arada tabii ki ABD emperyalizminin ve müttefiki İsrail’in İran’a yönelik bir saldırı savaşının da bölgedeki gelişmelerin ve evet Filistin’deki gelişmelerin de hangi yönde olacağı konusunda önemli rolü olacaktır. İsrail’in, kendisinin devlet olarak var olma hakkını kabul etmeyen herhangi bir güçle pazarlık yapmayacağı açıktır. Emperyalistlerin de tavrının, pazarlıkların sürmesi için Hamas’ı “yumuşatmaya” çalıştığı, Filistin’e yardımların kesileceği yönlü tehditlerinin de esas olarak Hamas’ı bu yönde adım atmaya zorlamak amaçlı olduğu açıktır. Hamas’ın tavrı ise esas olarak şimdilik, İsrail’in devlet olarak var olma hakkını lafta kabul etmiş ve 1967 sınırlarını içeren bir Filistin devletine “yeşil” ışık yakmıştır. Bu tavır ama esas olarak Hamas’ın değişik temsilcileri tarafından sözlü açıklamalarda dile getirilmiştir. Hamas’ın liderlerinden Meşal ise gelinen yerde kendilerine atfedilen, Hamas’ın İsrail’in yok edilmesini istediği yönlü görüşe itiraz etmekte ve tüzüklerinde İsrail’in yok edilmesi değil, “İsrail’in Filistin’i işgaline son” düşüncesi yer aldığını vurgulamaktadır. Rusya Başkanı Putin’in Hamas temsilcilerini Moskova’ya davet etmesi, ya da Hamas temsilcilerinin Türkiye’ye gelmesi vb. tavırlar başta İsrail ve ABD’nin hoşuna gitmemiş gibi görünse de ve bu tavırlar Filistin üzerinde yürütülen dalaşta kimi çelişkileri günyüzüne çıkarsa da, sonuçta tüm çabalar Hamas’ın legal siyaset alanına çekilmesine, kendilerinin istediği çerçeveye yerleşmesine yöneliktir. İsrail’de 28 Mart’ta yapılacak seçimlerden önce, İsrail’li siyasetçilerin hiç biri Hamas ile görüşmelere hazır olduğunu açıklama durumunda değildir. İsrail yönetiminin gerçek tavrı seçimlerden sonra ortaya çıkacaktır. Hamas ise, sözlü açıklamalarda dile getirmiş olsa da, kısa zamanda programını değiştirmeyi kitle tabanını kaybetmemek için uygun görmeyebilir. Fakat gerçek yaşam, kağıt üzerinde yazılı olandan farklıdır. Hamas görüşmelere hazır olduğunu kabul ettiği andan itibaren İsrail’in devlet olarak varlığını da kabul etmiş olacaktır. Önce pratikte kabul edecek, sonra ise yazılı olarak değişecektir. Eğer olağanüstü bir gelişme olmazsa, Hamas İsrail’in varlığını kabul edecek, İsrail de Hamas ile görüşmelerde bulunacaktır. Sorun, bunun ne zaman, hangi biçimlerde, hangi yol ve yöntemlerle gerçekleşeceğidir. Şimdilik, yakın zaman için geliş-

melerin, öncelikle Hamas’a sözkonusu taleplerin kabul ettirilmesi ve Hamas’ın da bu talepleri kabul etmesi için İsrail’den El Fetih’in imzaladığı anlaşmalardan daha fazla hak elde etmeye çalışma çabasını sürdüreceği yönündedir. Bir anlamda pazarlıklar tehditlerle içiçe ve esas olarak Filistin Başkanı ile yürütülecek ama bu arada Hamas’ı da “iç etmeye” çalışacaklar. Başkan Abbas’ın yetkilerinin de bu arada çoğaltılması, esas olarak iktidarı tümüyle Hamas’ın eline vermemenin önlemleridir. Tutarsa tabii ki… ABD ve İsrail daha şimdiden, yani Hamas hükümeti kurmadan, Hamas’ı zayıf latmanın planlarını, stratejilerini çizmekteler. Örneğin ekonomik olarak Filistin’in zora sokulması, halkın tepkilerinin çoğaltılması, bu tepkilerin Hamas’ın hükümette olduğu koşullarda Hamas’a karşı yönlendirilmesi ve bir erken seçimle hükümetin yeniden El Fetih’in eline geçmesini sağlamak vb. hesapları yapılıyor. İsrail için Hamas’ın seçimlerden galip çıkması bir yandan istenmeyen bir sonuç iken, aynı zamanda istenen de bir sonuç. İlk anda çelişkili görünse de durum böyledir. İsrail Hamas’ı gerekçe göstererek daha önce altına imza attığı anlaşmaları uygulamayı bir kez daha bilinmez bir tarihe ertelemeye çalışacaktır. Bu arada yüzlerce kilometrelik duvarın örülmesi işini ilerletmiş, işgal alanını genişletmiş ve yaklaşık 60 sene sonra İsrail devletinin sınırlarını, bu duvarla belirlemiş olacak… Gelişmelerin hangi yönde olacağını kesin olarak söylemek mümkün değildir tabii ki. Ortadoğu üzerinde emperyalistlerin hesapları ve olasılıkların çokluğu gibi, Filistin’deki gelişmelerin de çok yönlü hesap ve olasılıkları mevcuttur. Sonuçta, ister İsrail Hamas’ı kabul etsin ya da etmesin, isterse de Hamas İsrail’in devlet olarak varlığını kabul etsin ya da etmesin, kaybeden Filistin Arap halkıdır. Emperyalistlerin Hamas’a karşı tavırlarında “barış yanlısı”, “demokrasi savunucusu” vb. kesilmeleri büyük bir sahtekârlıktır. Filistin Arap halkının kurtuluşu da ne El Fetih, ne de Hamas gibi örgütlerin önderliğinde mümkündür. Filistin Arap halkının gerçek kurtuluşu, hem siyonist işgale hem de “kendi” burjuva sınıfına karşı devrim için mücadeleyle, devrimle elde edilecektir. Bu mücadelede El Fetih ve Hamas gibi örgütlere karşı da mücadele, kurtuluşun olmazsa olmaz gereklerinden biridir. 17 Şubat 2006

Sırada BM Güvenlik Konseyi var! - İRAN -

D

ergimizin 92. sayısında yayınladığımız 22 Ağustos 2005 tarihli yazımızda ABD ve AB-Üçlüsü’nün İran’a yönelik tavırlarını değerlendirirken şunları söylemiştik: “ABD kırbaç siyaseti yürütürken, AB-Üçlüsü havuç siyaseti gütmektedir. İşin ilginç yanı, bu emperyalistler arasındaki çıkar dalaşına rağmen ‘gizli bir ortaklık’ sözkonusu olmaktadır.” (sayı 92, sayfa 21) Kırbaç ve havuç siyasetinin nereye doğru gelişeceği konusunda ise şu tespit i yapmıştık: “Gelişmeler (…) esas olara k sorunun BM Güvenlik K o n s e y i ’n e gönderi lmesi ve İran’a değişik yaptırımların gündeme getirilmesine çalışılacağına işaret etmektedir. Eğilim, ABD emperyalizminin savaş hazırlığı istemine uygun biçimde gelişme yönünde.” (sayfa 22) Süreç bizim bu tespitlerimizin doğruluğunu bir kez daha ispatladı. Sonuçta “İran sorunu” BM Güvenlik Konseyi’ne götürüldü. Beklenenden farklı bir gelişme olmazsa ve ertelenmezse eğer, siz bu yazıyı okuduğunuzda BM Güvenlik Konseyi Mart ayı başında İran ile ilgili suçlamaları, iddiaları gündemine almış ve üzerine görüşmüş durumda olacak.

ÖZETLE GELİŞMELER… AB-Üçlüsü İran ile görüşmelerde sorunu çözme yanlısı değil, çıkmaza sokma yönlü bir siyasete uygun davranarak İran ile görüşmelerin sonuç getirmemesine yol açtı. Bunun somut bir örneği, İran’a yapılan uzlaşma önerisine uygun olarak İran’ın enerji için kullanacağı ama atom silahı üretemeyeceği tek-

nolojiyi ve enerjiyi satmayı garanti etmedi. Öneriyi yapması gereken zaman içinde de yapmadı. İran’ın güvenliğiyle ilgili de herhangi bir garanti verilmedi. Oysa İran herhangi bir anlaşmaya varılmadan önce İran’ın güvenliğiyle ilgili hem ABÜçlüsü’nden hem de ABD’den kendi güvenliği için garanti verilmesini istiyordu. AB-Üçlüsü İran’ı bekletmede tutarken, İran’dan tüm zamanlar için uranyum zenginleştirme çalışmalarından vazgeçmesini talep etti. Bu talep aslında en başından itibaren sorunu çıkmaza sokmanın garantisiydi. Ve sorun, kendilerinin deyimiyle çıkmaza da girdi… Eylül 2005’den itibaren AB-Üçlüsü giderek açıkça ABD’nin taleplerine uygun ve ortak siyaset izledi. IAEA toplantılarında sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi için çaba gösterdi. Bu çabalarının Şubat 2006 başlarına kadar gerçekleşmemesi esas olarak Rusya ve Çin’in ve Uluslararası Atom Enerjisi

21


panorama

22

Kurumu (IAEA) içindeki bloksuz ülkelerin karşı tavırları sayesinde olmuştur. Eylül 2005-Ocak 2006 döneminde AB-Üçlüsü ile İran, daha önce dondurulmuş olan görüşmeleri yeniden başlatmak için ön görüşmeler olarak tanımladıkları toplantılar yapmaya çalıştılar. İran, daha önce denetime açtığı ve IAEA’nın yetkililerince kameralar yerleştirdiği tesisler dışında kimi askeri üslerini de bu arada BM denetçilerine açtı. 24-25 Kasım 2005 tarihlerinde yapılan IAEA toplantısında da sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi yönlü bir karar çıkmadı. Bu arada AB-Üçlüsü ile İran arasındaki görüşmelerin başlamasının sadece sorunu erteleyeceği yönlü görüşler öne çıkmaya başlarken, Aralık 2005 ortalarında AB-Üçlüsü temsilcileri İran temsilcileri ile öngörüşmeler yapmak için toplandı. Sorunun ”diplomatik” yollarla çözümü için “Rusya’nın uzlaşma önerisi” denen öneri gündeme getirildi ve İran’ın bu öneriyi pazarlıkların temeli olarak kabul etmesi dayatıldı. Sonradan kamuoyuna da yansıtılan bu öneri, esas olarak İran’ın enerji ihtiyacı için düşündüğü uranyum zenginleştirme işinin Rusya tarafından gerçekleştirilmesi, İran’a satılması ve İran’ın uranyum zenginleştirme çabalarından vazgeçmesini içermektedir. İran yetkilileri Rusya’nın önerisi üzerine görüşmeler yürütebileceklerini açıkladıkları halde, batılı emperyalistler medya üzerinden İran’ın Rusya’nın önerisini reddettiği yönlü haberler yaymaya başladılar. Sonuçta İran temsilcileri Ocak ayı başında Rusya temsilcileriyle görüşmede bulundu ve görüşmelerin 16 Şubat’ta sürdürülmesine karar verdiler. Aralık 2005 ortalarındaki görüşmede AB-Üçlüsü ile İran herhangi bir anlaşmaya varamadı ve Ocak ayında yeniden öngörüşme yapma konusunda hemfikir olundu. Bu görüşmede İran’a dayatılan bir talep de, İran’ın gönüllü olarak uranyum zenginleştirme çabalarından vazgeçmesiydi. Hep yeniden gündeme getirilip İran’a dayatılan bu talep, gerçekte uzlaşmamanın, sorunu çıkmaza sokmanın bir aracı olmuştur. ABD emperyalizmi ile AB-Üçlüsü emperyalislerin ortak siyasetleri esas olarak Rusya ve Çin’i kendi yanlarına çekmek ve İran’ı uzlaşmayan ve suçlu taraf olarak gösterip saldırının temelini yaratmaktır, yaratıyorlar da. İran’a görüşmelerin başlatılması için önkoşul olarak dayatılan uranyum zenginleştirme çabalarından vazgeçmesi talebi karşısında, İran

yönetimi, Ocak 2006 başında uranyum zenginleştirme çalışmalarına yeniden başlayacağı açıklamasını yaptı. Bu açıklamanın hemen ertesinde AB-Üçlüsü de İran’ın uranyum zenginleştirme çabalarına yeniden başlamayacağı garantisi verene kadar görüşmelere devam etmeme kararı verdi. Böylece taraflar arasındaki öngörüşmelere de son verilerek sorun da çıkmaza sokuldu… AB-Üçlüsü IAEA’nın olağanüstü olarak toplanmasını talep etti. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ile AB-Üçlüsü içinde yer alan ama daimi üye olmayan Almanya’nın da içinde yer aldığı bir toplantı İngiltere’de gerçekleştirildi. Bu toplantıda taraflar ortak bir noktada buluşamasalar da, Şubat ayı başında IAEA’nın olağanüstü toplanması konusunda hemfikir oldular. IAEA toplantısı 2-4 Şubat tarihleri arasında toplandı… 35 ülke temsilcisinin içinde yer aldığı IAEA toplantısında pazarlıklar sonucunda üç ret, beş çekimser oya karşı 27 oyla “İran sorunu”nun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi kararı alındı. Buna göre 6 Mart 2006 tarihinde IAEA Başkanı Baradey İran hakkında BM Güvenlik Konseyi’ne rapor sunacak. Ardından BM Güvenlik Konseyi toplanıp neler yapacağı konusunda tavrını belirleyecektir. Bu kararla birlikte İran’a 5 Mart’a kadar zaman tanındığı vurgulanarak o tarihe kadar İran’dan yapılan taleplere uygun davranış içine girmesi istenmektedir. İran’ın gönüllü olarak uranyum zenginleştirme çabalarından vazgeçmesi şimdilik mümkün görünmüyor. Rusya ile görüşmeler bağlamında ise

durum şöyledir: İkinci görüşmeler 16 Şubat’ta yapılacaktı. İranlı yetkililer, yeni duruma uygun gündem belirlemek ve Rusya’nın önerisini yeni duruma uygun temelde tartışabilmek için görüşme tarihini Rusyalı yetkililerle görüşerek erteledi. Görüşmeler 20 Şubat’ta Moskova’da sürecek. Rusya ile İran arasındaki görüşmeler, şimdilik sorunun savaşla sonuçlanmaması için İran’a tanınan son bir fırsat olarak gösteriliyor. Aslında sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi, İran’a yönelik savaşın hazırlıklarının hızlandırılması anlamına geliyor. ABD emperyalizmi sonuçta BM Güvenlik Konseyi ’nin uzlaşmaması durumunda ve BM’ye rağmen de savaşa hazırlık yapmaktadır. Şimdi ABD emperyalizmi, Almanya Başbakanı Merkel gibi, Bush’u kopya edercesine eğer gerekirse BM’ye rağmen silahlı müdahale olabilir biçiminde tavır takınan müttefike de sahip… Gelişmeler, öyle ya da böyle, zamanı tam belli olmayan, İran’a yönelik bir saldırının hazırlandığını göstermektedir. İran’ın gerek AB-Üçlüsü’nün taleplerine olumlu cevap vermemesi, gerekse de Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinden sonraki süreçte sık sık İsrail’in yok edilmesi, ya da İsrail’in Avrupa’ya taşınması yönlü açıklamaları da, İran’a yönelik emperyalist güçlerin ve özellikle de İsrail’in tavırlarının sertleşmesinde önemli rol oynamıştır.

OLASILIKLAR… İran ile ilgili sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesine evet diyen Rusya ve Çin, İran ile önemli anlaşmalara sahip devletler olma du-

rumundadır. Rusya Aralık 2005 ayı başlarında İran ile bir milyar dolar civarında bir miktarı bulan silah anlaşması imzaladı. İran’a savunma sistemi satışını içeren bu anlaşmanın yanısıra Rusya’nın daha önce İran ile ortak imzaladığı, hem atom reaktörleri inşa etme bağlamında hem de değişik alanlarda milyarlarca dolarlık anlaşmaları var. Çin ise son dönemde İran ile “yüzyılın anlaşması” olarak adlandırılan, özellikle de doğalgaz ve petrol bağlamında anlaşmaları var. Bu ilişkileri geliştirme amacındadır Çin. Genelde Ortadoğu’ya hakim olma dalaşı, özelde de petrol ve doğalgaza hakim olma amacı, emperyalistleri karşı karşıya getirmektedir. Başta Çin ve Rusya olmak üzere, ama Japonya da şu ya da bu ölçüde ABD emperyalizminin çıkarlarını tehdit etme durumundadırlar. İran’a yönelik savaş hazırlığı, bir bağlamda ABD emperyalizminin Çin ve Rusya’nın çıkarlarına karşı da bir savaş hazırlığıdır. Bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olarak Rusya ve Çin’in İran’a yönelik bir savaşa onay vermeleri zor görünüyor. Böylesi bir durumda ABD emperyalizmi, olursa kimi Avrupalı emperyalist güçlerin desteğiyle, olmazsa da kendi başına –İsrail’in destek vereceğine kesin gözüyle bakılıyor– İran’a saldırıda bulunabilir. ABD emperyalizmi mümkün olduğunca Rusya ve Çin’i karşısına almamaya çalışmaktadır. Ama bu taktiğin tutup tutmayacağı somutta Rusya ve Çin’in çıkarlarının, kendileri açısından daha çok hangi yolla savunulacağına dair verecekleri karara bağlıdır. Az bir olasılık olarak görünse de, olasılıklardan biri İran’ın Rusya ile anlaşması ve savaşın yakın zamanda başlamamasıdır. Böylesi bir durumda da ABD emperyalizminin esas hedefine ulaşmadığı gerçeği, savaşın esas olarak sadece erteleneceğine işaret etmektedir. Genel eğilimin savaşın öyle ya da böyle başlayacağı yönünde olduğu bilince çıkarıldığında, İran’a yönelik bir savaşın esas olarak havadan bombardıman yoluyla yürütüleceği, Irak gibi bir karadan işgalin sözkonusu olmayacağı seçeneğine ise kesin gözüyle bakılmaktadır. Savaşın olası sonuçları bağlamındaki varsayımlar ise emperyalistlerin lehine görünmüyor. İran’a yönelik savaş adımı atılmadığında, molla rejimi atom programını daha da güçlü biçimde, hem de “kafirlerin” yenilgiyi kabul ettiği vb. propaganda eşli-


panorama ğinde sürdürecektir. İslam rejiminin zaferi olarak sunulacak böylesi bir durumu, hem daha fazla Yahudi düşmanlığını körüklemek, hem de bölge ülkeleri üzerinde nüfuzunu güçlendirmek için kullanacaktır. Böylesi bir durum kuşkusuz ki emperyalistlerin çıkarlarına ters ve istemedikleri bir durum. Peki ama savaş başlatıldığında ne olacak? Her ne kadar ABD emperyalizmi İran’ın “iç muhalefetine” oynamak istiyorsa da, Kürtleri ve batı yanlısı kesimleri kullanmaya çalışıyorsa da, kazın ayağı istedikleri gibi olmayabilir… ve bekledikleri gibi de değil. Böylesi bir durumda havadan yapılacak bombardımanlarla belirlenen hedeflere yapılacak saldırılar da İran’ın atom programını bitirmeyecektir. Olsa olsa sadece geciktirecektir. Böylesi bir durumda “kafirlere karşı” olma adına kitlelerin molla rejimi çerçevesinde birleşmesi ve İran’ın faşist molla rejiminin kitlesel desteğinin güçlenmesi olasılığı gündemdedir. Öyle ya da böyle İran’a yönelik bir savaş molla rejiminin işine gelecektir. Onlar için saldırılarda yaşamını kaybecek binlerce insanın hiç de değeri yoktur. Molla rejimi uğruna canından olanların “kafirlere” karşı mücadelede “şehit” olup “cennete gideceği”, bunun ise bir ”ödül” olduğu düşüncesinin yaygınlığı mollaların işini kolaylaştıracaktır. Sonuçta, gelişmelerin hangi yönde olacağını görüp yaşayacağız. Açık olan bir şey, İran’ın ne Irak ne de Afganistan olduğudur. İran’a yönelik bir saldırıda İran’ın İsrail’e yönelik saldırıda bulunacağı büyük bir olasılıktır. Böylesi bir durumda savaş sadece İran’a yönelik bir hava saldırılı savaş olmaktan çıkıp Ortadoğu’yu bugünkünden çok daha fazla bir karmaşaya, çatışmalara sürüklenmesinin de olasılıklar içinde hesaplanması gerekiyor. Emperyalistler kendi aralarında dalaşıyor. Gericilik almış başını gidiyor… Hepsi de işçilere, emekçilere, dünyanın tüm halklarına düşman. Somut olarak çıkacak savaşın emperyalistlerin mi İran’ın mı yararına olacağı yönlü hesaplar da, işçilerin, emekçilerin çıkarlarına, onların yararlarına karşı olan hesaplardır. İşçilerin, emekçilerin bu dalaşta ve savaşta hiçbir çıkarı yoktur. Onların bu karşıdevrimci, gerici savaşa, savaş kışkırtıcılığına karşı mücadele etmeleri asli görevlerindendir. Bunun da ötesinde haksız, gerici, karşıdevrimci savaşların kaynağı olan kapitalist sisteme, emperyalizme son vermek için devrim mücadelesine sarılmaları, tüm uluslardan,

milliyetlerden işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların kurtuluşu için olmazsa olmaz görevidir. 17 Şubat 2006

lamasıyla, İran’a müdahale etmenin, savaşın hazırlığını hızlandırmış görünüyorlar. Emperyalistlerin sahtekârlıkları içinde öne çıkarılması gereken bir gerçeklik de onların genelde atom silahlarına, nükleer başlıklı silahlara vb. karşı olmadıklarıdır. Onlar, kendilerinin iste-

santral değil santraller– ve başka reaktörler inşa için anlaşmasına da ses çıkarmıyorlar… Yine ABD emperyalizminin müttefikleri olan Mısır ve Güney Kore’nin gizlice nükleer denemeler gerçekleştirdikleri bilindiği halde, onlara karşı herhangi bir

EMPERYALİSTLER SAHTEKÂR… Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken gerçeklik, emperyalistlerin İran’a yönelik saldırı hazırlıklarının büyük bir sahtekârlık eşliğinde sürdürüldüğüdür. Gerek ABD emper yalizminin temsilcilerinin, gerek İsrail’in ve gerekse de Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) yetkililerinin açıklamalarına göre İran anda nükleer silaha sahip değil. İran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyumu, atom silahı, ya da nükleer silah üretecek yoğunlukta zenginleştirilmiş değil. Buna bağlı olarak İran anda nükleer silah üretme durumunda da değil. Diğer bir deyimle İran’ın nükleer silah üretmek için gerekli teknolojik bilgi ve deneyime ve ön hazırlığa ihtiyacı olduğu bu emperyalist saldırganlar tarafından da tespit ediliyor. ABD emperyalizminin temsilcilerinin açıklamalarına göre İran, eğer engellenmezse üç ile on yıl içinde nükleer silah üretebilecek duruma gelebilecektir. İsrail yetkilileri de benzeri tahminlerde bulunmaktadırlar. İran’ın atom silahına sahip olmadığını hepsi kabul ediyor. İran’ın ne yaptığını kontrol eden Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu yetkililerinin en son verdikleri raporlara göre, İran’ın “gizli atom silahı üretme projesi” var diyebilecek herhangi bir kanıta ulaşılamamıştır. Buna rağmen iddia temelinde ve İran’a güven duyulamayacağı açık-

Onlar, kendilerinin istemediği güçlerin atom veya nükleer silahlara sahip olma olasılığına bile karşıdır. Ama kendileri dünyayı onlarca, hatta yüzlerce kez yok edebilecek kapasiteye sahip atom silahlarına sahiptirler. mediği güçlerin atom veya nükleer silahlara sahip olma olasılığına bile karşıdır. Ama kendileri dünyayı onlarca, hatta yüzlerce kez yok edebilecek kapasiteye sahip atom silahlarına sahiptirler. İran’ın atom silahı üretme olasılığına sahip olmasına karşı savaş hazırlığı yaparlarken, örneğin Fransız emper yalizminin yetkililerinin açıkça atom silahı kullanırız tehditini savurmasına ses çıkarmamaktadırlar. Onlar Fransız emperyalizminin tekellerinin Çin’de milyarlarca dolarlık atom santralleri –evet bir

yaptırım uygulama tartışması bile sözkonusu olmamıştır. İsrail’in resmen açıklamadığı ama gerçekte atom silahlarına sahip olduğu biliniyor. İsrail’e karşı herhangi bir önlem veya yaptırım sözkonusu olmazken, İran’a saldırının bir açıklaması da İran rejiminin İsrail’in devlet olarak varlığını kabul etmemesi biçimindeki açıklama oluyor. Nükleer Silahsızlanma Anlaşması, ya da Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) adı verilen anlaşmaya göre her ülke nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma hakkına sahiptir. İran’ın bu amaca aykırı davrandığı yönünde herhangi bir kanıta sahip olunmadığı halde, bu hak İran’ın elinden alınmak isteniyor. Dayandıkları tek şey, İran’a güvensizlik, iddia, varsayım… Siyasetlerini ispat edilemeyecek iddialara dayandırdıkları için de, durumun öyle olmadığının ispatı da mümkün değil. Sonuçta büyük sahtekârlıkların eşliğinde savaşa hazırlık, savaş kışkırtıcılığı yapılmaktadır ve bunun da arkasında emperyalistlerin çok yönlü hesap ve çıkarları yatmaktadır. İran somutunda da yürüyen dalaş, kimi medya mensuplarının da dile getirdiği gibi esas olarak 21. yüzyılda kimin dünya egemeni olacağı konusundaki dalaşın bir parçasıdır. Bu dalaşın temelinin en dibinde yatan ise enerji kaynaklarına sahip olmak,

23


panorama bu kaynakların bulunduğu bölge veya ülkeleri nüfuzu altına alma amacıdır.

GÖZLERDEN KAÇAN BİR HESAP…

24

Özellikle Ortadoğu gibi petrol ve doğalgaz kaynakları zengin olan bir bölge üzerine yürüyen emperyalistler arası dalaşta, ama genelde de sözkonusu emperyalistlerin yeraltı zenginlikleri üzerinde egemenliklerini sağlamak için dalaştığı somut verileriyle de sık sık ortaya konmuştur. İçinde bulunduğumuz dönemde de gerek Irak’a, gerek İran’a ve gerekse de petrol yataklarının olduğu tespit edilen bölgelere yönelik emperyalistlerin siyaseti, esas olarak buralara hakim olma, dünyaya egemen olma siyasetidir. Bu konuda özde hiçbir şey değişmemiştir. Onların siyaseti özde değişmemiş ama, petrol ve doğalgaza dayalı enerji kaynakları talan edildikçe “suyunu” çekmektedir. Emperyalistlerin dünyaya hükmetme hesapları da uzun vadeli hesaplar… Bu hesaplara göre andaki enerji kaynaklarına hükmetseler bile, bu kaynaklar –kesin süresi belli olmasa da– bir gün tükenecek… Eğer verili enerji kaynakları tükenecekse, o zaman yerine yeni enerji kaynakları bulunmak zorundadır. Aksi halde sanayi ülkeleri olarak gösterilen ülkeler başta olmak üzere teknolojinin ilerletilmesi ve evet ayakta tutulması da mümkün olmayacaktır. İşte emperyalistler geleceklerini garanti altına almak ve dünya ülkelerinin büyük bölümünü de kendine yeni yol ve yöntemlerle bağımlı kılmak için adım atmaya başlamış, hesaplarını bu temele de oturtmuş durumdadır. Bu noktada gündeme getirilen esas çözüm önerisi nükleer, ya da diğer deyimiyle atom enerjisine sahip olmaktır. ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin gibi ülkeler başta olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük bölümü atom enerjisine giderek daha fazla yatırım yapmaktadır. ABD emperyalizminin Dışişleri Bakanı Rice, gelişmekte olan ülkelere bile atom enerjisine dayanmaları gerektiğini salık vermiştir. Sorunun bir yanı atom enerjisine ağırlık verilerek doğanın, çevrenin katledilmesine katkıda bulunulup ve insanlığın yaşam koşulları kapitalistlerin çıkarlarına kurban edilmesi iken; sorunun diğer yanı da –ve esas olarak gözlerden kaçan yanı–, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerin az sayıda atom enerjisine sahip emperyalist güçlere bağımlı kılınması

çabasıdır. Kısaca özetlenirse durum şöyledir: Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na (NPT) göre her ülkenin barışçıl amaçlarla atom enerjisini kullanma hakkı vardır. Bu anlaşmaya dayanarak her ülke atom enerjisi üretme hakkına sahip olduğuna, böylesi bir durumda atom ya da nükleer silahların üretilmesinin önkoşullarının da varolacağına göre, kimin enerji için, kimin silah üretmek için atom enerjisini kullandığı belli değil… Buna ek olarak atom silahlarının herkesin elinde olmasının emperyalistlerin işine gelmediği gerçeği de eklenince, onlar için ortaya yeni bir soru çıkmaktadır: Herkesin atom (nükleer) enerjisine sahip olmasını nasıl engelleriz? Cevapları, Nük leer Silahların Ya y ı l m a s ı n ı n Ö n l e n m e s i Antlaşması’nın her ülkeye barışçıl amaçlı nükleer enerji kullanma, üretme hakkını tanıdığı maddeyi, ya da maddeleri değiştirmek. Ya da tümden yeni bir anlaşma dayatarak bir avuç emperyalist gücün tekelini sağlamak. Bu hesaplara sahip olan güçler arasında öncelikle ABD ve AB emperyalist güçleridir. Fakat Rusya, Çin, Japonya ya da Kanada gibi ülkeler de bu gemiye binmekten kaçınmayacaklardır. Yeter ki, dünyanın geriye kalan kesimine karşı ortak çıkarları uyuşsun… Bu yönlü çabaların andaki görüntüsü, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın dördüncü maddesinin, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerin örneğin uranyum zenginleştirme teknolojisine sahip olma hakkına sahip olmadığı biçiminde değiştirilmesine çalışılmasıdır. İran’a yönelik tavırlarda pek öne çıkmasa da, en başta ABD ve AB emperyalistlerinin bu hesapla da davrandıkları; İran’a karşı saldırıyı hazırlarken, bir bütün olarak atom (nükleer) enerjisine sahip olma hakkını gelişmekte ve geri kalmış ülkelerin elinden almaya çalıştıkları gerçeği bilince çıkarılması gereken bir gelişmedir. Emperyalistler bağımlı ülkelere yeni saldırılar hazırlamakta, onları kendilerine daha da fazla bağımlı kılmaya çalışmaktadırlar. Hesapları bunun üzerine de kurulu. Ezilenlerin ortak çıkarları ise, emperyalistlerin bu hesaplarını boşa çıkarmak, onların köküne kibrit suyu dökmek, insanca yaşanır, doğayla uyumlu, yeni bir dünya; sömürüsüz, sınıfsız özgür bir dünya yaratmak için devrim mücadelesine sarılmaktır. 17 Şubat 2006

Bu Kitapları isteyin, okuyun, okutun...

DÖNÜŞÜM YAYINLARI

5 200 imli lık ir Ara 0 İnd esi 4 t % t Lis a y i F

ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • •

3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00

• • • • • • • • • •

GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00

• • • •

KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00

• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00


halkların kardeşliği için

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

“Faili meçhul”…

T

ürk iye’de “ faili meçhul ” kavramının en çok kullanıldığı dönem 1990’lı yıllar ve sonrası dönem oldu. “Kim vurduya gitti”nin bir başka versiyonuydu sanki… Kimin vurduğu belli olmayan olayların tersine ama ”faili meçhul” denen olaylarda failin ya da faillerin kim olduğu gerçekte biliniyordu. Ama, failler doğrudan devletin kolluk güçleri olarak işlerini yaptıklarından, devletin sözkonusu failleri tutuklayıp cezalandırması da sözkonusu değildi, değildir. Ne de olsa “devlet için yapmışlardı”, kendilerine verilen görevi yerine getirmişlerdi… “Örtülü ödenekler” onlar için ayrılmamış mıydı? Bırakın halk tarafından bilinmeyen failleri, bilinenler de devlet yetkililerince ödüllendirildiler. Arkalarında onlarca insan cesedi bırakanlar “devletin şerefli mensupları” ilan edildi, ediliyor. Susurluk kazasının sonuçları biliniyor… Şemdinli olayları ise hâlâ sıcaklığını hissettiriyor. Şemdinli’de “derin devlet” suç üstü yakalandı. Buna rağmen ama cezalar katilleri, suçluları yakalayanlara veriliyor. Halkın yakaladığı ve devletin güvenlik güçlerine teslim ettiği bombacılar serbest dolaşıyor… Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın “iyi çocuk”larından tutuklanan uzman çavuş Tanju Çavuş da Şubat 2006 başında yapılan ilk duruşmada tahliye edildi. Tanju Çavuş tahliye edilirken, Şemdinli’deki bombalamanın esas failleri olarak suç üstü yakalanan JİT mensuplarının aracını tahrip ettikleri gerekçesiyle 11 kişi mahkemeye çıkarıldı ve 6 kişi hakkında tutuklama kararı verildi. Suçları, ”devlet malına zarar vermek”miş… Türkiye’de hukukun Kürtlere yönelik ya da Türk olmayan milliyetlerin haklarını savunan muhalefete yönelik nasıl işlediğinin en son örneklerinden biridir bu. Şemdinlili altı Kürt kökenli emekçi, suçluları yakaladığı için –aracın tahrip edilmesi esasta işin formalitesi– cezalandırılmakta ve suçlular ise ödüllendirilmektedir. Şemdinli’deki olayların üstü devlet yetkililerince örtülmeye çalışılırken, bölgeye giden heyetin İstanbul’da Taksim Green Park Otel’de yaptığı açıklamada bölgede yaşananlar bağ-

ŞEMDİNLİ

lar gösterisi de eklendi… En son tank gösterilerinden biri Şubat ayı başlarında Cizre’de gerçekleştirildi. “Derin devlet” savaşı kızıştırmaya çalışıyor, Kürtleri eziyor, sindirmeye çalışıyor…

DTP’Lİ BELEDİYE BAŞKANLARINA BASKI ÖRNEKLERİ…

lamında yapılan tespitlerden biri de şöyledir: “Yeniden rutin haline gelen kar maskeli görevlilerin evlere gece baskınları yapmalarının, keyfi gözaltıların, kamu görevlilerinin yerel esnafı boykot etmelerine yönelik emirlerin, insanca yaşam alanını daraltan benzer baskıların son bulması, gündelik yaşama ilişkin en önemli taleplerdi. Bu taleplerin haklılığını bir kez daha gördük.” (Evrensel, 8 Aralık 2005) Bu uygulamaların fiili olarak OHAL döneminin uygulamalarından bazıları olduğu gerçeği de heyette yer alanlar tarafından tespit edilip vurgulandı. Sözkonusu açıklamada tek tek heyet üyeleri de basın mensuplarına görüşlerini aktardı. Oya Baydar’ın söyledikleri şöyledir: “Orada insanın bedeli yok, zulmün hesabı yok. Bunları açıklıkla dile getirmemiz lazım. Başbakan Türk ve Kürt sorunları aynı diye açıklama

yapıyor, alakası yok. Benim burada gördüklerimle orada gördüklerim arasında dağlar kadar fark var. Bunun getirdiği artı ezilmeyi görmezsek sorun çözülmez. Orada insanlar çok yönlü baskı altındalar.” (aynı yerden) Evet tüm bunlar 2005-2006 Türkiye koşullarında yaşanıyor. Kürt ulusal sorunu devlet yetkililerince hemen her zaman ”terör” ve ”güvenlik” sorunu olarak ele alınmış, en ufak bir hak istemine tankla, topla, kurşunla, bombayla yanıt verilmiştir, veriliyor. Faili meçhuller sadece geçmiş dönemde kalan ve üzeri kapatılmaya çalışılan olaylar değil. Hayır, faili meçhuller anda da yaşanmaktadır. Mazlum-Der’in Ocak 2006 ayı için ortaya koyduğu hak ihlalleri raporuna göre faili meçhul cinayetler ve şüpheli ölümlerin sayısı 26’dır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgede ordunun savaş uçaklarıyla yaptığı gösterilere, şimdilerde tank-

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Osman Aydemir Şubat ayı başlarında, Dünya Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı’nın (USCG) 2006 Yönetim Kurulu toplantılarına katılmak için ABD’nin başkenti Washington’a gitti. 12 günlük bu ziyaretin ABD yönetiminin ”uluslararası ziyaretçi programı” kapsamında gerçekleşmesinden rahatsız olan Ankara, Baydemir’in temaslarını sınırlamak için ABD yönetimiyle yoğun temas yürüttü. Bunun sonucunda ABD Dışişleri Baydemir’le temasta bakanlık binasında randevu vermekten vazgeçti ama Baydemir’le üst düzey diplomatla görüşmede bulundu. Bu haberin neresi ilginç diye sorabilirsiniz tabii ki. Sormak hakkınız… Cevap yerine soru sormak gerekiyor: Baydemir seçilmiş bir belediye başkanı. Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından da kabul görülen bir görevde. ABD’ye her Türkiyeli siyasetçi gibi legal yollardan, bilinen yollardan, TC’nin yasalarına uygun olarak ve TC pasaportu ile gitmiştir. Bu durumda Ankara neden Baydemir’in temaslarından rahatsız oluyor? Hükümet yetkilileri neden ABD yönetimiyle yoğun bir temasa geçmeye ihtiyaç duyuyor? İşte haberin ilginç olup olmadığını bu sorulara cevap vererek ortaya çıkarabilirsiniz. Bu tavırda ilginç olan bir şey yok. Bu yönlü tavırlar Türk devletinin ve yetkililerinin şoven, ırkçı tavırlarının bir parçasıdır. Başbakan Erdoğan’ın ve Devlet Bakanı Ali Babacan’ın Baydemir’in Washington seyahatinden rahatsız olup Katar’ın başkenti Dohu’da yapılacak ABDİslam Dünya Forumu’na katılmaktan vazgeçmeleri ise, tam bir ibretlik tavırdır. Bu tavır, aynı zamanda şovenizmin ne kadar azgın olduğunu da gösteren bir tavırdır. DTP’ye yönelik tavırlar kuşkusuz ki sadece Baydemir’in ABD seya-

25


halkların kardeşliği için

26

hatine karşı tavırlarla sınırlı değil. Hayır. Örneğin 56 belediye başkanının ortak imzasıyla Danimarka Başbakanı Rasmussen’e gönderilen ve ROJ-TV’nin kapatılmaması çağrısı yapılan mektup nedeniyle 56 belediye başkanının yargılanması gündemdedir. Baydemir hakkında ayrıca yılbaşı kartında ”Yeni yılınız kutlu olsun”un Kürtçesini, “Sersala we piroz be” yazdığı için Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Baydemir hakkında Anayasa ve TCK hükümlerine göre yargılanması için işlem yapılması talebinde bulundu. Okuyucunun sabrına sığınarak sözkonusu talebin açıklamasını aynen aktarmak istiyoruz. Açıklama şöyledir: “Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in resmi belediye başkanı sıfatını kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi başkan ve üyeleri ile çeşitli devlet erkanına göndermiş olduğu, 2006 yılına ait yeni yıl kutlama tebriğinde ‘Sersala we piroz be’ (Yeni yılınız kutlu olsun) şeklinde Kürtçe cümle kullandığı ve resmi belediye başkanı sıfatı ile gönderilen yılbaşı kutlama kartında kullanılan Kürtçe sözcüklerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. maddesinde yer alan ‘Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir’ şeklindeki düzenlemelere açıkça aykırı olduğu ve yine Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun, 805 sayılı İktisadi Müesseselerde Mecburi Türkçe Kullanılması Hakkında Kanun ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’na aykırı hareket ettiği gerekçesi ile genel hükümlere göre yargılanması için ilgili başsavcılıkça işlem yapılması gerekmektedir.” (Evrensel, 28/29 Ocak 2006) Kürtçe cümle ve harflerin kullanılması nasıl da sayısız kanunu gündeme getiriyor? Türk devlet yetkilileri ABD’nin başkenti ile temas kurarken, ya da şehrin adını yazarken Washington diye yazmıyorlar mı? Yazıyorlar. Peki W harfini yazmak burada suç işlemek olmuyor mu? Hayır! Yeni yıl kutlamak da yasak değil. O zaman, işlem yapılmasının esas ve tek açıklaması, kutlamanın Kürtçe yapılmış olmasıdır. Ne diyelim? Türkiye’nin durumu, hal-i pür melali böyledir… Burjuva demokrasisini yaşamak için de daha çok mücadele ve zaman gerekiyor! Baydemir hakkında işlem yapılması gerektiğinin açıklaması aslında tam bir ibretlik tavırdır. Türk devletinin savcılarına da, yöneticilerine de yakışır!

”AYDINLARIN” DEKLARASYONU… 9 Şubat’ta 327 ”aydın” bir deklarasyon yayınlayarak faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması sürecini başlatma talebinde bulundu ve İçişleri ile Adalet Bakanlığını göreve çağırdı. Sözkonusu bu deklarasyonu gerekli kılan esas mesele, Musa Anter’in 20 Eylül 1992’de katledilmesinin suçlularından Abdülkadir Aygan’ın cinayetin nasıl ve kimler tarafından işlendiğini açıklaması ve bu açıklamanın 22 Ocak 2006 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanması oldu. Aygan’ın itirafı ve anlatımı Musa Anter’in doğrudan devletin görev verdiği güçler tarafından işlendiğini ortaya koyuyor. Bu gerçeklik aslında Susurluk ile ilgili hazırlanan raporda da teslim edilmişti ama kimin cinayeti işlediği gizli tutulmuştu. Aygan’ın açıklamalarıyla “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım konusu yeniden gündeme geldi. Daha önce “Yeşil”in ölmüş olabileceği bizzat devlet yetkilileri tarafından açıklanmıştı. “Yeşil”in oğlu Murat Yıldırım başka suçlardan tutuk lanırken Susurluk ve faili meçhul cinayetlerin baş faillerinden “Yeşil” ortalıkta dolaşıyor… Bu arada devletin kolluk güçlerinin özellikle 1992-94 yıllarında kaybettiği insanların toplu mezarları da gündemde. Somut olarak Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Alacaköy’de 11 kişinin toplu mezarı bir buçuk yıl önce ortaya çıkarılmıştı. Adli Tıp Kurumu’nun yaptığı DNA testleri, sözkonusu 11 kişinin kaybedilen köylülere ait olduğunu ortaya çıkardı. Bu 11 kişinin Bolu Komando Tugayı tarafından gözaltına alınmış ve daha sonra – yaklaşık on gün sonra köylülerin tutuklu olanlara yiyecek götürmesi ertesinde– hiçbir haber alınamamıştı. DNA testleri yapılana kadar failler belli, cesetlerin sahipleri meçhuldü… Ama failler hakkında hâlâ herhangi bir soruşturma gündeme getirilmiş değil. Burada değindiğimiz birkaç örnek bile Türk devletinin Kürtlere yönelik saldırılarının, baskılarının hangi boyutta olduğunu ortaya koymaktadır. Failler meçhul değil, belli! Sorumlu ve suçlusu en başta devletin kolluk güçleri, devletin kendisi… Bu gerçeklik gözönüne alınarak faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için mücadelenin, aslında “derin devlet” güçlerine karşı mücadele anlamına geldiğinin altını çizmek ve mücadeleyi de bu temelde yürütmek her gerçek demokratın, devrimcinin görevidir. 18 Şubat 2006

DTP’Lİ KÜRTLERE FAŞİST SALDIRI

A

bdullah Öcalan’ın uluslararası bir komplo sonucu yakalanışının yıldönümü dolayısıyla, 5 Ocak Meydanı’nda 16.02.06 tarihinde saat 13:00’de Demokratik Toplum Partisi (DTP) bir basın açıklaması düzenleyeceğini duyurmuştu. Fakat alanda saat 13:05’e kadar beklememize rağmen DTP’den kimse gelmedi. Bunun normal bir şey olmadığını düşünüp Cemal Gürsel Caddesi’ndeki DTP binasına yöneldik, oraya vardığımızda caddenin tüm giriş-çıkışları tutulmuş, DTP binasının girişi, içi ve çevresi çevik kuvvet ve robokoplarla sarılmıştı. DTP binasının damından birkaç genç tarafından aşağıya sandalye, kova, taş, araba lastiği vs. gibi cisimler atılıyordu. Biri SDP üyesi, iki kişi başlarına aldıkları jop darbesiyle (diğerinin durumu daha ağırdı) kanlar içinde polis araçlarına götürülüyordu. Daha sonra yaşlı bir Kürt kadını da yerlerde sürüklenerek polis otosuna götürüldü. Çevik Kuvvet, binanın damına çıktıktan sonra partinin kapısını kazma ve aletlerle kırarak, içeri girip, iki yüz kadar DTP yönetici ve üyesini ikinci kattan döverek aşağıya indirip, bina girişinde bekletilen polis otolarına bindirip götürdü. DTP üyelerinden aldığımız bilgiye göre; beklenilen çoğunluk sağlanamadığı için herhangi bir provokasyon ile linç girişiminde bulunulur endişesiyle DTP yöneticileri, basın açıklamasını parti binası önünde yapmak için polis şefleriyle pazarlık ederken, binadan atılan bir tahta parçasını bahane eden polis, kitlenin üzerine saldırmış ve olay yukarıda ifade ettiğimiz şekilde gelişmiştir. Basın açıklamasının yapılacağı meydanın tüm giriş-çıkışları Çevik Kuvvet tarafından tutulmuş olmasının yanı sıra meydanın bir çok yerinde sivil faşistler kümelenmiş bekliyorlardı. Bu olay bir kez daha şunu göstermiştir; barış, demokrasi, eşitlik bu devletten beklenilmemelidir. Sömürü, baskı, inkar, ilhak faşist TC’nin varlık koşuludur. Lenin ve Stalin önderliğindeki işçilerin ve köylülerin gerçekleştirdiği Bolşevik Devrim bize göstermiştir ki, iktidar ancak işçiler ve emekçiler tarafından ele geçirildiğinde barış, demokrasi, özgürlük mümkündür. Kendi kültürünü, dilini diğer milliyetlerle eşit bir şekilde yaşamak , ulusların kendi kaderini tayin hakkı sosyalizmle mümkündür. 17.02.2006 YDİ ÇAĞRI/ADANA


yaşam temellerini koruma mücadelesi

”Nükleer ada”ya hayır! Nükleer Santraller 18 Şubat’ta bir grup tarafından Galatasaray Postanesi önünde protesto edildi...

H

em de yüz kere, bin kere, milyon kere hayır! Evet, bu sloganı bir kez daha atmamızı gerektiren şey, Enerji Bakanı Hilmi Güler’in Washington’a yaptığı ziyaret sonrasında nükleer santral ile ilgili yaptığı açıklamadır. Enerji Bakanı ABD’li yetkililerle, özellikle de meslektaşı ile yürüttüğü temasları anlatırken şunları söyledi: “Nükleer enerji türünü de enerji sepetimizde bulundurmayı istiyoruz. Bunun için de 5000 megawatt’lık bir nükleer enerji yatırımını özel sektörün yapmasını öngörüyoruz.” (Hürriyet, 10 Şubat 2006) Bakan aynı zamanda bu projenin somut hale geldiğini ve sivil amaçlı kullanım şeklinde olacağını da açıkladı. Enerji sorunlarına değinmişken Hilmi Güler, Türkiye’nin “Irak’taki petrol ve doğal gaz alanlarında” da yer almak istediğini teslim etti. Tüm bunların ABD’li meslektaşı ile yürüttüğü temaslardan sonra açıklanması, bunların kendi aralarındaki pazarlıkların neler olduğuna işaret etme bağlamında ilginçti… Hem de ABD’nin nükleer enerji bağlamında İran’a yönelik savaş hazırlığını kızıştırdığı bir dönemde oluyor bunlar. Birazcık tahmin yapmaya cüret edersek, Hilmi Güler’in anlattıklarından ve gazetelere daha sonra yansıyan haberlere göre, Türkiye nükleer enerji için santrallar yapmayı planlamış, bunun ihalesini de büyük olasılıkla ABD emperyalizminin tekellerine –örneğin Westinghouse’ye– vermeyi taahhüt etmiş ve kendileri için

de Irak’taki petrol ve doğalgaz alanlarına yerleşme yönünde taşeronluk işinin sözünü almış olabilir… Tahminleri bir kenara bırakıp ”nükleer ada”ya gelirsek durum şöyledir: Türkiye’de nükleer enerji tartışmalarını izleyen ve çevre-doğa sorunlarıyla yakından ilgilenenlerin bileceği gibi, nükleer santral inşasından en son 2000 yılında Ecevit’li hükümet döneminde “nükleer enerji pahalı” açıklamasıyla vazgeçilmişti. Gerçekte ise Akkuyu’ya nükleer santral yapımına karşı ciddi protestoların varlığı ve hükümetin o dönem Türkiye’deki ekonomik krizden çıkmadığı bir ortamda alınmıştı bu karar. Nedeni veya gerekçesi ne olursa olsun nükleer santral yapımının durdurulması kararının alınması sonuçta doğa ve çevrenin ve tabii ki insanların da sağlığı için iyi olmuştu… O dönem alınan bu karara rağmen ama Türkiye’de hiçbir zaman nükleer santral yapımı amacından vazgeçilmedi. Kamuoyuna fazla yansıtılmamaya, protestolara yol açmamaya çalıştılar ve gelinen yerde planlarının hazır olduğu açıklamasını yapıyorlar. Basına yansıdığı kadarıyla ekonomik, “çevresel, sosyolojik etkiler ve mühendislik” başlıkları altında 43 ayrı kritere göre incelemeler yapılmış ve bunun sonucunda “Trakya, Karadeniz, Orta Anadolu” bölgeleri içinde yedi bölge tespit edilmiş. Sözkonusu santralların nerede inşa edilmek istendiği şimdilik açıklan-

Kapitalizm doğanın da katilidir! Kapitalizmi yok edelim!

madı. Verilen bilgilere göre Başbakan Erdoğan, kendisine sunulan planda yer alan yedi ayrı nokta arasında seçim yapıp karar verecek. Sözkonusu yedi nokta-bölge şunlardır: “BeyşehirS e y d i ş e h i r (Konya) NallıhanBeypazarı, Akçakoca-Ereğli, Sinop (Karadeniz kıyı çizgisi), Akkuyu (Mersin), İğneada (K ırk lareli), Kırıkkale-Nevşehir (Kızılırmak hattı boyunca)” (Milliyet, 15 Şubat 2006) Sözkonusu projenin “ihale maratonu” ise başlamış durumda. ABD’li Westinghouse tekelinin yetkilileri Ankara’da temaslarına başlamış… Nükleer santral yapımına taliplerin çokluğu gözönüne alındığında ihalenin büyük bir dalaşa sahne olacağı şimdiden söylenebilir. İhaleyi kazanan konsorsiy um 2007’de işbaşı yapıp 2012’de ilk üniteyi, 2014 ve 2015’te de ikinci ve üçüncü üniteyi bitirmesi gerekiyor… Proje böyle. Buna göre 2015 yılında üç nükleer santral yapılmış ve 5000 megawattlık nükleer enerji üretimi gerçekleştirilmiş olacaktır. Sözkonusu üç santralın yapıldığı alana ise “nükleer ada” adı verilecekmiş… Evet, onların planı, projesi böyledir. Bu projeyi gerçekleştirmek için de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yetkilileri, ABD, Rusya, Fransa, Kanada ve Güney Kore firmalarıyla görüşmeler yürüttü. Sonuçta nükleer santral yapmaya kararlı oldukları ortadadır. Nükleer santralların yapılması için anda öne çıkan bölgenin Sinop olduğu da gazete haberlerine yansımış durumdadır. Enerji Bakanı Güler’in açıklamasından sonra antinükleer kampanyanın yeniden gündeme gelmesi –bu hareket şimdilik cılız da olsa– doğa ve çevrenin korunması mücadelesi

için sevindiricidir. Sinoplular ”www.sinopbizim” diye bir site kurarak ”Nükleer sizin olsun, Sinop bizim” ya da ”Nükleer santral değil, rüzgar çiftlikleri istiyoruz” vb. sloganlarla nükleer santral yapımı projesine karşı tavır takındı. Şimdiden bir noktay ı bilince çıkarmakta yarar var: Türk iye Cumhuriyeti devleti ve hükümet yetkilileri Türkiye’nin nükleer enerji ile tanışmasından beri, yani 1962’den bu yana en hazırlıklı dönemindedir. Hem alt yapı çalışmalarında, hem maddi kaynakları bulma açısından ve hem de nükleer enerjiye sahip olma kararlılığı açısından bugün en güçlü olduğu dönemindedir. Bu olgu gözönüne alındığında, doğayı ve çevreyi, evet doğanın ve çevrenin en önemli parçası olan insanların sağlığının ve yaşam koşullarının korunması için mücadelenin daha güçlü ve daha sistemli yürütülmesi gerektiği görevi ortaya çıkmaktadır. Akkuyu’daki santralın yapımını engelleyen düzeydeki bir kitle mücadelesinin hükümetin bugünkü projesini engellemeye yetmeyeceği en başta bilince çıkarılmak zorundadır. Bu bağlamda adına “nükleer ada” dedikleri ve kısa vadede üç santral inşa etme planlarını hangi şehir ya da yerde yapmaya karar verirlerse versinler, buna karşı mücadeleyi, hemen şimdi, gecikmeden başlatmak ve mücadeleyi kitlelerin yoğun biçimde katıldığı militan mücadeleler haline dönüştürmek bu konuda acil görevdir. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, “Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm” sloganı, insanca yaşamın mümkün olduğu ve doğayla uyumlu, doğayla içiçe yaşanacak bir dünyayı da yaratmak, sömürüsüz, sınıfsız bir dünyaya varabilmek için, günün acil görevlerini ifade eden bir slogandır. Kapitalizm doğanın da katilidir! Kapitalizmi yok edelim! 20 Şubat 2006

27


gündem

“Atom lobisi” işbaşında...

Nükleer santral yeniden gündemde...

1962

28

yılında, ABD tarafından nükleer araştırma reaktörü hibe edilmesi ile nükleer enerji ile tanışan Türkiye, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren, nükleer santrale sahip olma hayalini kurmaktadır. 1978 yılında gündeme getirilen Akkuyu’da nükleer santral inşa etme planı, defalarca şu veya bu nedenle ertelenmesine rağmen, devlet bu plandan vazAAgeçmiş değildir. 2000 yılının Temmuz ayında, 57. hükümetin Başbakanı Bülent Ecevit, bir kaç kez ertelenen Akkuyu’da nükleer santral yapma ihalesinin, IMF’nin dikte ettiği “ekonomik programı zayıf latmamak, kaynak olmadığı” gerekçeleriyle iptal edildiğini açıklamıştı. Bu şekilde Akkuyu’da nükleer santral yapma planı gecici olarak rafa kaldırılmıştı. 2005 yılı içerisinde, Akkuyu’da nükleer santral yapma planı raftan indirilerek AKP hükümeti tarafından yeniden gündeme getirildi. Nükleer enerjinin yeniden gündeme getirilmesinin temelinde bilinen gerekçeler yatıyor. “Gelecekte Türkiye’yi enerji darboğazının beklediği, Rusya ve İran’dan alınan doğal gazın pahalıya geldiği, nükleer enerjinin ucuz ve temiz olduğu” vb. gerekçeleri getiriliyor. Giderek artan enerji ihtiyacını karşılamanın, gelecekte olacağı var sayılan enerji açığını kapatmanın yolu, nükleer enerji değildir. Türkiye; yeni yatırım yapmadan, sadece elektrik iletim tellerinde yüzde 20’lere varan elektrik kaçağını, iletim tellerini yenileme yolu ile önleyerek, bir nükleer santralin üreteceği elektriği karşılama imkanına sahiptir. Bu imkan üzerine, emperyalist tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin, nükleer santrali inşa ve üretilen elektriği satma yolu ile yapacakları kar uğruna düşünülmemektedir. Ne de olsa, devlet sermaye için var!! Nükleer enerjinin ucuz ve temiz olduğu gerekçesi ise tam bir yalandır. Nükleer santral yapma uzun sürmekte ve milyarlarca dolara malolmaktadır. Sadece nükleer atıkla-

rın saklanması için harcanacak olan para önemli bir yekün tutmaktadır. Nükleer enerji güvenlikli ve zararsız bir enerji türü değildir. Nükleer enerjinin üretiminde insan ve çevre sağlığı için ortaya çıkan tehdit ve tehlike olağanüstü ve önemli derecede kontrol edilemez boyutlardadır. Nükleer santralde olası bir kaza sonucu olabilecek olanları bir kenara bırakalım, sadece nükleer atıkların yaydığı radyasyon bile bu enerji türünün kullanılmaması için yaterlidir. Nükleer tekniği dışa satan emperyalist ülkelerde, nükleer santraller yer yer kapatılmakta, nükleer santrallerin sayısı azaltılmaktadır. Emperyalist tekeller tarafından, bu tekniğin Türkiye’ye satılmak istenmesinin temelinde, bu enerji türünün ucuz ve temiz olması değil kar olgusu yapmaktadır. Türkiye’de şu anda esas olarak üç şekilde enerji üretilmektedir. Hidroelektrik santrali, termik santral, doğal gaz ile çalısan elektrik santrali. Rüzgar enerjisinden, jeo termal enerjiden çok az yararlanılmaktadır. Enerji ihtiyacının çok önemli bir bölümünü, fosil yakıtlar (kömür, benzin, doğal gaz) kullanılarak üretilen enerji türü oluşturmaktadır. Fosil yakıtların kullanımı çevreye zarar vermekte, sera efektinin, küresel ısınmanın kaynağını oluşturmaktadır. Türkiye; çevreye zarar vermeyen, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanarak, kendi enerji ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır. Rüzgar, güneş, jeo termal, dalga, bio vb. enerji türleri kullanılarak, enerji ihtiyacı kat ve kat karşılanabileceği gibi, diğer ülkelere enerji ihraç edilebilinir. Bu yapılmıyorsa, bu enerji türleri, buğün için sermaye için karlı olmadığı içindir. Fosil yakıtların kullanıl-

ması ile üretilen enerji türlerinde çok daha fazla kar elde edilmektedir. Kapitalizmde üretim, insan sağlığı gözetilerek, toplumun ihtiyacını karşılamak için yapılmaz. Kapitalist üretimin temel amacı daha fazla kar yapmaktır. Bu böyle olduğu için emperyalist tekellerin Türkiye’de nükleer santral yapmak için sıraya girmesi, birbirleriyle yarışması doğaldır. İnsan sağlığına, çevreye zararlı enerji türlerinin kar uğruna tercih edilmesi kapitalist sistemin doğal sonucudur. A K P hü k ü met i n i n sadece Akkuyu’da değil birkaç yerde nükleer santral yapma planının olduğu basına yansıdı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, (TAEK) nükleer santral inşa edilebilecek 7 bölgeyi belirleyerek AKP hükümetine sunmuştur. Bu 7 bölge şu sekilde sıralanıyor: BeyşehirSeyd işehir (Konya), Na l l ı ha nBeypazarı, Akçakoca-Eregli, Sinop (Karadeniz kıyı çizgisi), Akkuyu (Mersin), İğneada (K ırk lareli), Kırıkkale-Nevşehir (Kızılırmak hattı boyunca). Projenin 2007’de başlaması öngörülüyor. İlk proje 2012’de tamamlanacak. 2014 ve 2015’te de birer ünite olmak üzere toplam üç reaktör 2015 yılının sonunda devreye girecek. Lisans işlemlerini yürütmek için, Başbakanlık’a bağlı Türkiye Nükleer Düzenleme Kurumu oluşturulması planlanıyor. (15 Şubat 2006, Milliyet) Kokuyu alan ABD Westinghouse tekeli görevlileri Ankara’ya gelerek temaslarına başladı. Westinghouse tekeli Türkiye’de nükleer santral yapmaya talip olan tekellerin başında geliyor. 1997 yılında Akkuyu nükleer santral ihalesine şu konsorsiyumlar ka-

tılmıştı: NPI Konsorsiy u mu: Siemens (Almanya), Hochtief (Almanya), Framatom (Fransa), Gec-Alsthom (Fr a ns a), C a mpenon B er na rd (Fransa), Garanti-Koza (Türkiye), Tekfen (Türkiye). Westinghouse-Mitsubishi konsorsiyumu: Westinghouse (ABD), Mitsubishi Heavy Int. (Japonya), Enka İnşaat (Türkiye), MNG (Türkiye). A ECL Konsorsiy u mu: A ECL (Kanada), Hitachi (Japonya), Itochu (Japonya), Gama Endüstri (Türkiye), Güriş İnşaat (Türkiye), Bayındır İnşaat (Türkiye), Ansoldo (İtalya), Daiwoo (Güney Kore). Emperyalist tekeller birbirleriyle anlaşarak, yanlarına yerli işbirlikçileri de alarak nükleer santral yapmaya talip olmuşlardı. Nükleer santral yapma planının yeniden gündeme getirilmesi ile yeniden bir hareketlilik başladı. Bu hareketlilik önümüzdeki dönemde artarak sürecektir. Hakim sınıf lar nükleer santral yapmak istiyor. Emperyalist tekeller, yerli işbirlikçileri pastayı kapmak için aralarında yarışıyor. İşçiler, köylüler, emekçiler ne yapmalı? İnsan sağlığına, çevreye zararlı nükleer santralin inşa etme planına sessiz mi kalmalı? Hayır! Bin kere hayır! Nükleer enerjiye hayır! Nükleer santrale hayır! Ana şiarlarıyla harekete geçmeliyiz. İnsan sağlığını hiçe sayan, doğal dengeyi bozan bu düzene dur demeliyiz. Gelecek nesillere üzerinde yaşanılabilinir bir çevre bırakmanın yolu bu sistemi yıkmaktan geçiyor. “Atom lobisi” nükleer santralden elde edeceği tatlı karları hayal ediyor. Verilecek, yenilecek rüşvetler iştah kabartıyor. Onlar gelecek kuşakların geleceğini bugünden satıyor! İpotek altına alıyor! Buna dur diyelim! Ne Akkuya’da, ne Sinop’da... Nükleer santrale hayır! Nükleer enerjiye hayır! 24 Şubat 2006


okuyucu mektubu

Stalin ! Evet önderliğinde emperyalizme ağır darbeler vurulmuştur...

S

ta lin ! Evet önderliğ inde Sovyet proletaryası Sovyetler Birliği’nde, burjuvaziyi ezip sınıf olarak tasfiye etmiştir... Stalin ! Evet önderliğinde Sovyet ve dünya halkları Hitler faşizmini yerle bir etmiştir... Stalin ! Evet önderliğinde emperyalizme ağır darbeler vurulmuştur... Evet bunlar tüm dünyada gericilerin Stalin’e düşmanlık duyması için yeterli sebeplerdir. Lenin’in ölümünden sonra sosyalist inşa görevini başarı ile yerine getiren Stalin sağlığı döneminde kendi şahsı üzerinden Leninizme getirilen eleştirileri ideolojik mücadeleler sonucu Leninizmin zaferi ile sonuçlandırmıştır. Fakat ölümünden kısa bir süre sonra modern-revizyonistlerin ve karşı devrimcilerin başını çektiği karalama kampanyasında Stalin bir ‘cani ’, bir ‘diktatör’, bir ‘kan emici’ olarak ilan edilmiştir. Esasında Stalin’in bir sorun haline getirilmesi N. Kruşçev revizyonistinin 24 Şubat 1956’da XX.Parti Kongresinin seçtiği Merkez Komitesi adına, bir gizli rapor hazırlayarak XX. Parti Kongresi delegelerine okumasıyla başladı. Bu gizli rapor birkaç gün sonra Batı basınında tezler halinde ve bir ay kadar sonra da ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından ingilizce olarak yayınlandı. Böylece dünyada emperyalistlerin Stalin şahsında komünizmin anti propagandasını yapmaları daha da kolaylaşmıştır. SBKP XXII. Parti Kongresine gelindiğinde ise modern-revizyonistler artık Stalin hakkındaki görüşlerini daha açık bir biçimde savunuyorlardı. XXII. Parti Kongresinin aldığı

kararlardan biri ‘‘Stalin’in tabutunun V.İ.Lenin mozolesinden çıkarılması’’ idi. Görüldüğü gibi revizyonistlerin Stalin’in ölüsünden bile korktukları apaçık ortadadır. Ona duydukları bu kin esasında M-L’in yüce ideolojisinedir. Stalin’e iddia düzeyinde getirilen birçok ‘‘eleştiri’’ bugün Türkiye’de ve dünyada devrimci hareketler içerisinde oldukça yaygındır. Bu da Stalin’in getirdiği M-L görüşlerin tam olarak kavranmadığını gösterir... Dönüşüm Yayınları’ndan çıkan ‘‘Stalin Eleştirileri Üzerine’’ kitabı, Stalin’e getirilen ‘‘eleştirileri’’ ve bu bağlamda Stalin’in söylediklerini belgeler halinde bulmak açısından iyi bir kaynak . Kitabın Ekler bölümünde ‘Moskava Duruş-maları Üzerine’, ‘Yugoslav ya Komünist

Partisi (YKP) Revizyonizmi Üzerine’ ve son olarak ‘Stalin’in 100. ve 110. Doğum Yıldönümü Nedeniyle Yazılan Bazı Yazılar ve Tavırlar’ bulunmaktadır. Ayrıca yine Ekler bölümünde Kruşçev revizyonistinin ‘‘Gizli Rapor’’unda yer alan ‘‘Kişiye Tapma ve Sonuçları’’ başlığı altında Stalin’e ve onun şahsında M-L’e getirilen bir dizi ‘‘eleştiri’’ ve tavırlar bulunmaktadır. Okuyucunun burada dikkat etmesi gereken nokta; tarihi gelişmelerin kişisel özelliklerle açıklanmasının yanlış olduğu, bu yöntemin burjuva tarih anlayışı yöntemi olduğu ve ispat gereği duyulmadan ortaya atılan birtakım iddiaların yani iftiraların Marksist-Leninist eleştiri ya da yaklaşımının dışında olduğudur. Onca muazzam başarının sağlan-

İÇİNDEKİLER

Sosyalizmde Meta Üretimi Sorunu; Stalin Sosyalizmde Üretici Güçler/Üretim İlişkileri Ve Alt Yapı/Üst Yapı Arasındaki Çelişmeyi Görmedi mi? Stalin Üretici Güçler Teorisini mi Savundu? Stalin Ve Marksist-Leninist Kitle Çizgisi ...; Stalin Kamu Mülkiyetine Geçişin Yollarını Kavramadı mı?; Kolhoz Mülkiyetini Genel Halk Mülkiyeti Düzeyine Çıkarmak İçin Alınacak Önlemler; Stalin Döneminde Hafif Sanayiye ve Tarıma Gereken Önem Verilmedi mi? Stalin Döneminde Köylüler Çok mu Sıkıntıya Sokuldu? Stalin Toplumdaki Ara Güçleri Red mi Etti? Stalin Parti İçinde İnsanların Hatalarını Düzeltip, Devrime Katılmalarını Red mi Etti?; Stalin Çin Devriminde Milli Burjuvazinin Rolü Meselesini Teorik Olarak Çözemedi mi? Kişiye Tapma Sorunu Ve Stalin; Stalin Karşı-Devrimcilerin Bastırılması

Stalin’e Karşı Tavır Marksist-Leninistlerle Her Türden Oportünistleri Ayıran Temel Kıstaslardan Biridir ; Stalin Nasıl Sorun Haline Getirildi; Stalin’e Sosyalizmin İnşasında Sınıflar, Sınıf Mücadelesi Proletarya Diktatörlüğü Altında Devrimin Sürdürülmesi ile İlgili Olarak Getirilen Eleştiriler; “Stalin Sosyalizmde Sınıfların, Dolayısıyla Sınıf Mücadelesinin Varlığını Reddetti” Eleştirisi Üzerine; Sınıf Nedir?; Sınıflar Arasındaki Çelişmeler/Sınıfların Tümü İle Ortadan Kaldırılması Sorunu; Komünist Toplumun Birinci Evresi; 1924 -1936 Dönemi Boyunca SSCB’nin Yaşamında Meydana Gelen Değişiklikler ; Komünizme Geçiş Sorunu; Bir Tek Ülkede Sosyalizmin Zaferi Sorunu; Komünizm Ve Devletin Yok Olması Sorunu; Sosyalizmden Geri Dönüş Sorunu Ve Stalin;

dığı ve önderliğinde Bolşevizmin nihai savunucusu Stalin’in olduğu bir durumda Stalin’e karşı dünya haklarının duyduğu sevgi kişiye tapma değildir. Stalin’e en çok övgü yağdıranlar (bunlardan birisi de Stalin ölene dek ona ‘‘Babamız’’ diye övgüler yağdıran Kruşçev revizyonistidir!) Stalin’in ölümünden sonra ‘‘Kişiye tapmaya karşı’’ birer savaşçı kesilmişlerdir. ‘‘Kişiye tapmaya karşı mücadele’’ ikiyüzlü oportünistlerin ve revizyonistlerin kendi siyasetlerini sürdürebilmeleri açısından bir gereklilikti. Kaldı ki Stalin’in,‘‘kişiye tapmanın yayılmasına göz yumduğu’’ şeklindeki iftiralara karşın Stalin kendi kaleminden 23 Şubat 1946’da -tam da Stalin ismi üzerine en çok övgü yağdırıldığı dönemde- Binbaşı Profesör Dr. Rasin’e yazdığı cevapta şöyle demektedir: ‘‘...Stalin’e dizilen övgüler de kulağı tırmalamaktadır. Bunları okumak gerçekten utanç vericidir’’. Görüldüğü gibi Stalin ‘‘eleştirmen’’lerinin ortaya attığı ‘‘eleştiri’’lerin ciddiyeti bu kadardır. Bütün okuyucularımızı ve tüm dünya Marksist-Leninistlerini ‘‘Stalin Kılıcı’’na sarılmaya ve onun MarksistLeninist eserlerini her türden oportünizme ve revizyonizme karşı tavizsiz savunmaya çağırıyoruz. Görev; M-L teori ışığında ve orak çekiçli kızıl bayrak altında ilerlemektir... Haydi bolşevik saflarda örgütlenmeye, mücadeleye... Stalin’den öğrenmek, yenmeyi öğrenmektir!!! Antalya’dan YDİ ÇAĞRI Okuru Sırasında Çok mu ileri Gitti? Stalin Hakkında Getirilen “Somut” iddialar Üzerine; Çin Devrimiyle İlgili; Komintern Sovyetler Birliği’nin Dar Milliyetçi Çıkarları İçin mi Dağıtıldı? Stalin’e Getirilen “Felsefi” Eleştiriler; Lenin Stalin’e Düşman mı idi? Milliyetler ya da “Otonomizasyon” Sorunu; Stalin Eleştirilemez mi? Proletarya Tarih Çarpıtıcılarından Er Geç Hesap Soracaktır; “Bir Daha Savaş Olmasın” Nasıl Mümkün?; Tarih Nasıl Çarpıtılıyor? Gerçekler İnatçıdır; “Kişiye Tapmaya Karşı Mücadele” Yugoslavya Komünist Partisi Revizyonizmi Üzerine; Moskova Duruşmaları Üzerine; Stalin’in 100. Doğum Yıldönümü Nedeniyle Yurtdışında Partizan/Batı Berlinli Komünist/ Akıma Karşı/Kızıl Bayrak Yazı Kurullarının 1979’da Düzenlediği Ortak Toplantının Bazı Belgeleri; 1989 Yılında Bolşevik Partizan’da Çıkan Bazı Yazılar

29


okuyucu mektubu

İŞİMİZ İŞ

E

30

meklilik yaşı altmış sekize, işgünü (prim) sayısı dokuz bine çıkarılacak! Bunu emekçiler cephesi savunmuyor elbette ama dayatmacı politikalarıyla önümüze sürüyorlar. Sustuğumuz sürece tepemize binmeye devam edecekler. Dokuz bin işgünü (prim) yirmi beş yılda üç yüz ay eder. Halk arasında bir söylem vardır: “Nalları dikince” ya da “ Mezarda emeklilik”. Kısacası bizlere, sizler emekliliği düşlerinizde kurun demeye getiriyorlar. Ülkemizde ölüm oranları “kırk ile altmış” yaş arası ağırlıklı olmakla birlikte, gidenler bizden değil kalanlarla işimizi görürüz mantığı vardır. Sizler gününüzü, günü birlik idare edin demeye getiriyorlar. Bu ülkenin coğrafyasında yaşayanlar olarak bizler ot cinsinden olmayalım! Düşünen, yorumlayan insanlardan olalım! Olalım ki, uyuyan otları canlandıralım! Sizlere örnekler vereceğim! Renklerimiz ve ses tonlarımız farklı da olsa hiçbirimiz yabancı değiliz! Döner yerinde çalışırken işyerine öğlen yemeği için İstanbul’dan bir firmanın yetkilisi geldi. Arkasından üç kişi daha geldi. Yemekler ve içeceklerini söyledikten sonra onların konuşmalarına ister istemez tanıklık ettim! Firma yetkilisi: “Çocuklar ben de emir kulu olduğumdan içim rahat değil! Merkezdeki genel müdürlük İzmir’deki şirketten üç kişinin işine son verdirteceksin” dediler. “Tamam” dedim. “Ben de yoksulluktan geldim. Ne yapacağımı şaşırsam da üç kişiyi atmak zorundaydım. Çünkü görev bana verilmişti. Firmaya geldiğimde önüme ilk çıkan üç kişiyi yani sizlerin bir bahaneyle işinize son verdirdim! Özür dilerim. Emir kuluyum.” İşçilerden 1.si: “İyi de bizler eski elemanız. Firma açıldığından beri burada çalışıyoruz. Kendi adıma bana bir şey olmaz” diyordum. İşçilerden 2. ile 3.sü: “Evet bizlere bir şey olmaz” diye düşündük. Firma yetkilisi üzülmüşçesine: “Çok üzgünüm arkadaşlarım!” Bir süre sessizlik oldu. Çaylarını içerlerken firma yetkilisi onları işe yerleştirmek için cep telefonuyla bir yerleri aradı. Sırası ile üçünü yolladı. İçindeki suçluluğu atmışçasına bizlere hafiften gülümser tavrıyla:

“Kuralları ben koymadım!” Evet o kuralları o koymadı ama kapitalizmin acımasız yüzünü bilen kaç kişi vardır? Sizlere AB’den önce ve sonrasında olan olayları kısa da olsa aktaracağım. Değişen ne oldu ya da olmadı birlikte karar vereceğiz? İşe girdiğimizde on beş gün sonra sigorta yapılırdı. Bazı yerler girişli çıkışlı az günle idare ederken, kimileri iki ay ve yukarısında sigorta yapıyorlardı. İşten atılmalar, özelleştirme adı altında asgari ücret köleliği ve on iki saat işine gelirse çalış yasası tüm hızıyla yayılırken bir gün AB yasası filizlendi. Herkesler bir se-

vindi. “AB’nin yolları asfalttan, biz Osmanlıyız geliriz atlarla” diyerek. AB’nin vermiş olduğu ev ödevlerini yöneticilerimiz birer öğrenci gibi çalıştılar. Haklarını yememek gerekir. Yasalar öyle bir geçti ki, toplum bir şey anlamadığı gibi olanları bir seyirci gibi izliyordu. İzleyenler bu ülkede yaşamıyordular. İşçi yasasında yok yoktu..! Yetkili ağızlardan bir şeyler mırıldandı. Kulaklar kabartıldı: “İşten işçiyi atmaları öyle kolay olmayacak, atılmalar olduğu zaman yetkililer harekete geçerek niçin atıldılar diye o işyeri hakkında işlem yapacaklarmış! Mış! Mış!”

Bir sevindik sormayın gitsin! Uyutulduk mu ne? Bizlerden birileri konuşmaya başladı: “Var mı işçiyi zart zurt nedenlerle kapının önüne koymak, arkamızda koskoca AB var be koçum” derken. Kafamız bir yerlerde dang etmedi! Siz hiç gördünüz mü kapitalizm denilen çukurda emekçiden yana çıkan yasaları??? Atılmalar devam ederken, sendikalar emekçi işçileri satarken, burjuvazi atını şaha kaldırmış havasını bizlere atarken... “Eski tas eski hamam” oyunu oynanıyordu. Evet durumumuz iç açıcı değil! Aklımız bir karış havada olduğu için düşünen, yorumlamayan insan sayımız fazla biraz da ürkeklik var desek yeri vardır. Özünde bunların her birini hak etmiyoruz! Bir gün anlarız elbette ama ne zaman sevgili dostlarım! İzmir’den YDİ Çağrı okuru 04 / 03 / 2006

Aşağıda GÜNEY Kültür Sanat Edebiyat Dergisinin yapmış olduğu yazılı Basın Açıklamasını olduğu gibi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz: BASINA VE KAMUOYUNA

GÜNEY KÜLTÜR- SANAT- EDEBİYAT DERGİSİ’NE SALDIRILAR SÜRÜYOR

T

üm aydın, demokrat, ilerici, devrimci ve sosyalist kişi kurum ve kuruluşların kitap, dergi ve gazetelerin muhalif sesini kısmaya çalışan hakim sınıflar; ezilen ve sömürülenleri uysal köleler haline getirmek için askeri, politik, ideolojik ve kültürel olarak saldırılarını “düşünce özgürlüğü”, “demokratik haklar” vb. palavralar eşliğinde pervasız bir şekilde sür-

dürüyor. Egemenler tarafından, dergimizde; devrimci tutsakları F Tipi hücrelere doldurarak teslim alma amaçlı en kanlı saldırılarından biri olan ve yüzlercesini yaralayıp, 32’sinin de katledildiği 19 Aralık katliamını protesto eden yazılar ve katliamın nasıl yapıldığını anlatan devrimci tutsakların mektuplarına yer verdiğimiz için dergimizin sahibi Aziz Özer ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü İlyas Emir hakkında İstanbul 4 Nolu DGM’de ceza davası açılmıştı. Kamuoyuna o zaman duyurduğumuz bu davanın sonunda dergimizin sahibi A. Özer beraat etmiş, Sorumlu Yazıişleri Müdürümüz İlyas Emir ise 3 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmış, bu ceza 6,5 milyar TL para cezasına çevrilmiş ve dergimize de 7 gün kapatma cezası verilmişti. Kültür, sanat ve edebiyat cephesinin devrimci- demokratik sesi olan dergimiz GÜNEY KÜLTÜR SANAT - EDEBİYAT DERGİSİ’nin 2004 yılında çıkan 28. Sayısında yazarımız A. Kadir KONUK’un “İkra” adlı bir öyküsüne yer verdiğimizden dolayı (Bu öykü ya-

zarın Almanya’da Mezopotamya Yayınları’ndan çıkan “Milorad” adlı öykü kitabında yayınlanmıştı.) şimdi Sorumlu Yazıişleri Müdürümüz İlyas EMİR hakkında bir ceza davası daha açıldı. Bu dava ile ilgili ilk duruşma, 8 Mart 2006 Çarşamba günü Saat 10.00’da Sultanahmet Adliyesi 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülecektir. Tüm basını davayı izlemeye ve kamuoyunu duyarlılığa davet ediyor, aynı zamanda aydınları, demokrat, ilerici devrimci kişi kurum ve kuruluşları duruşmaya katılarak dergimiz ve Sorumlu Yazıişleri Müdürümüz İlyas EMİR’le dayanışmada bulunmaya çağırıyoruz. 7 Mart 2006, GÜNEY KÜLTÜR- SANAT- EDEBİYAT DERGİSİ İletişim için: Mahmut Şevket Paşa Mah. İmranlı Sokak. No:8 Okmeydanı-İstanbul Tel/Fax: (0212) 256 16 32 www.guneydergisi.com e-mail: mail@guneydergisi.com


Yeni Dünya İçin Çağrı’yı destekle!

Y

eni Dünya İçin Çağrı siyasi bir gazete. Ülkemizde siyasi gazete çok sayıda var. Özellikle sermaye medyasının elinde bir çok gazete bulunmakta. Bunların hepsinin ortak özelliği var olan sömürü ve baskı düzenini savunmak onu hoş göstermektir. Sermaye basını işçilerin, emekçi gençlerin, emekçi kadınların ve emekçi köylülerin sorunlarının dile getirilmesi, onların çıkarına bir siyasi çizginin izlenmesi için değil, yalnızca ve yalnızca sermayenin çıkarları için uğraşıyorlar. Sermaye basının arkasında büyük paralar, büyük sermayedarlar var. Bu yüzden onların maddi açıdan işçilerin ve diğer emekçilerin desteğine pek ihtiyacı yok. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi sermaye basının tam tersine işçilerin ve emekçilerin haklı mücadelesinin bir sesi, onların davalarının bir bayrağı. Yeni Dünya İçin Çağrı işyerlerinde her gün patron baskısı altında sınıf bilinci kinlenen, grev ve diğer direnişlerde onurlu mücadeleye atılan, sendikal örgütlülüğüne sahip çıkan, sendikal mücadelenin demokratik ve devrimci bir seviyeye yükseltilmesini savunan işçilerin sesidir. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, emperyalist bar-

barlığın tek alternatifi olan sosyalizmi kurma ve yeni bir dünya yaratma çağrısıdır! Yeni Dünya İçin Çağrı demokratik bir lise eğitimi, demokratik, özerk ve bilimsel ilkeleri temel alan bir yüksek eğitim mücadelesi veren üniversite gençliğinin basındaki temsilcisidir. Yeni Dünya İçin Çağrı yaşam temellerini her gün daha fazla kâr dürtüsü ile büyük oranda yok eden, işçi ve diğer emekçilerin beslenme araçlarını kimyasal zehir deposu haline getiren, işçilerin ve diğer emekçilerin sağlığını ancak ticaret aracı olarak gören kapitalist sömürü düzeninin reddidir. Yeni Dünya İçin Çağrı insanın insanca yaşayacağı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratma çağrısıdır! Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, işçi ve diğer emekçi kadınlar üzerinde estirilen cinsiyet baskısına, onun aşağılanmasına karşı mücadelenin, işçi ve emekçi kadınların hayatın her alanında eşit haklara sahip olmasının tutarlı bir savunucusudur. Yeni Dünya İçin Çağrı her türden milli ve dinsel baskının, imtiyazların tutarlı bir düşmanıdır. O, her türden milliyetlere ve dine bağımlı insanların

birarada, kardeşçe ve eşit haklara sahip özgür bir dünyada yaşamalarının taraftarıdır. Yeni Dünya İçin Çağrımız bu amaçları doğrultusunda yayın hayatını tüm güçlüklere, sermayenin devletinin baskılarına ve maddi zorluklara rağmen sürdürmektedir… Bu sesten sermayenin güçleri, sermayenin devleti, polisi, yargı organları korkmaktadır. Yeni Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güçler ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar. Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde kararlıdır. Çağrımız sana işçi arkadaş! Bu bayrağın, bu sesin daha da güçlendirilmesi gereklidir. Yeni Dünya İçin Çağrı senin gazeten, senin davan, senin mücadelendir. O’nu destekle, O’na bağış ver! Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi senin desteğinle, senin bağışın ve maddi yardımınla sermaye basının karşısına daha gür bir sesle çıkacaktır. Bağış kampanyasına katıl!

Aşağıda Yeni Dünya İçin Çağrı'yı susturmak için açılan davaların ve cezaların bir listesini yayınlıyoruz: Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan davalar: İstanbul 5 Nolu DGM . 2001 / 145 Esas, ÇAĞRINisan 2001- 46. Özel Sayı: “1 Mayıs’ ta Devrimci Saflara“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2-son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL. sı Ağ. Para Cezası Karar Yargıtay tarafından ONANADI. *** ( AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 4 Nolu DGM . 2001 / 102 Esas, ÇAĞRI -Mart 2001- 42. Özel Sayı: Sayfa 17: “Ulusal Baskılara Son“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL. sı Ağ. Para Cezası Karar Yargıtay tarafından ONANDI. *** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 2 Nolu DGM. 2002/ 190 Esas, ÇAĞRIHaziran 2002- 6. Sayı: Sayfa 5-6-7: “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi..” Sayfa 17: “Halkımıza” başlıklı yazılar., 3713 sayılı yasanın 6/2son mad. 5680 sayılı Yas. Ek 2/1. mad., KARAR Aziz ÖZER: 218.103.000 TL. sı Ağır Para Cezası (15 Gün Kapatma) Karar Yargıtay tarafından ONANDI. *** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 2 Nolu DGM. 2003/ 285 Esas ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm..” başlıklı yazı., TCK. nun 312/2-son maddesi 5680 sayılı Yas. Ek 2/1. mad. Son durum: Dosya İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ ne gönderildi. Yargılama bu Mahkemede 2004 / 1197 Esas sayılı dosya üzerinden yapılıyor.

İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu DGM.) 2005/ 40 Esas, ÇAĞRI- Ocak 2005- 1. Sayı: Arka kapak “Cezaevlerindeki Tecritle İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad. Görevsizlik kararı verildi. Dosya İstanbul Asliye Ceza Mahkemesine gönderildi) Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2004/ 305 Esas ÇAĞRI- Şubat 2001-42. Özel Sayı: Sayfa 13-16: “Operasyonland” ve ”Cezaevlerine Devlet Saldırısı“ başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER TCK. nun 159/1. maddesi, Aziz ÖZER hakkında, TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 1 Yıl Ağır Hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 854 Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da. Dosya No: 2004/ 269 Esas ÇAĞRI- Ekim 1999- 27. Sayı: Sayfa 17: “Cezaevinde Yargısız İnfaz…“ başlıklı yazı. ÇAĞRIOcak 2000- 30. Sayı: Sayfa 29: “ Bu Kadarı da Olmaz” başlıklı yazı. Sanık: Aziz ÖZER - TCK. nun 159/1. maddesi. Son durum: Aziz ÖZER hakkında TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 2 Yıl hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 907 Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da. Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2002 / 375 Esas ÇAĞRI- Haziran 2002- 57. Sayı: Sayfa 18-26 “Şövenist Çenelerini tutmayı Bilmeyen…” ve “ABD nin Taşeronu, TC. Ordusu” başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER - Sevk maddesi: TCK. nun 159/1. maddesi Son durum: Yargılama devam ediyor.

Dosya No: 2002 / 204 Esas ÇAĞRI- Şubat 2002- 53 Sayı: Sayfa 12 “Susma, Devrimci tutsakların Taleplerini sahiplen“ başlıklı yazı. TCK. nun 159/1. maddesi , KARAR Aziz ÖZER: 6 Ay Hapis Cezasına mahkum edildi. Karar Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da BOZULDU. Yeni Dosya No: 2005 / 420 Esas Tuzla Sulh Ceza Mahkemesi 2003 / 671 Esas ( Afiş davası ) Sanık: Aziz ÖZER: TCK. 536. maddesi. Karar: Para cezasına Mahkumiyet-tecil. (Yargıtay’ da bozuldu) İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2003 / 938 Esas , ÇAĞRI- Temmuz 2003- 7. Sayı Sayfa 12: “Gülbahar’ a Saldırı Hepimizedir “ başlıklı yazı.. Dosya No: 2003 / 1192 Esas, ÇAĞRI- Eylül 2003- 70. Sayı Sayfa 12: “ Tecavüzü Yapana Değil,Yazana dava “ başlıklı yazı.. Karar: Aziz ÖZER hakkında …Para cezasına mahkumiyet kararı verildi. Dosya No: 2004 / 64 Esas, ÇAĞRI- Ekim 200371.Sayı: Sayfa 3-5 “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm “ başlıklı yazı.. TCK. nun 159. maddesi

Dosya No: 2004 / 1197 Esas , ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm.” başlıklı yazı. (İstanbul 2 Nolu DGM. den gelen 2003 / 285 esas sayılı dosya) TCK. nun 312/2-son maddesi Dosya No: 2004 / 1271 Esas, ÇAĞRI-Haziran2004-.79.Sayı- Sf. 10 “Enternasyonalizm Bayrağı İle Alanlara” başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 1563 Esas (Çağrı- 2004 Eylül Sayısı) 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası. Dosya No: 2004 / 1570 Esas (Çağrı- 2004 Kasım Sayısı) 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası. Dosya No: 2005 / 24 Esas 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: 500 Milyon TL. sı Para cezası verildi.

Dosya No: 2004 / 65 Esas, ÇAĞRI- Kasım 200372.Sayı: Sayfa 3-5 “Irak’ta İşgal Ortaklığına Hayır“ başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi

Dosya No: 2005 / 164 Esas, ÇAĞRI- Nisan2005-.Sayı:Sayfa 3-5 “Tarihle Yüzleşme Zamanı: Unutma mı? İnkar mı? Yazar olarak bildirilen ERKAN AKAY hakkında dava açıldı

Dosya No: 2004 / 162 Esas , ÇAĞRI-Aralık2003-.Sayı: Sayfa 4-5 “AKP. nin Ampulü Kimin için yanıyor” ve Sayfa 8 “ 19 Aralık katliamını Unutmadık, unutmayacağız“ başlıklı yazılar. TCK. nun 159. maddesi Yazarlar: Mustafa DURMAZ – Ali Kamber KARAAĞAÇ

Dosya No: 2005 / 350 Esas, ÇAĞRI- Ocak 2005- 1. Sayı: Arka kapak “ Cezaevlerindeki Tecritle İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu DGM.) 2005/ 40 Esas Görevsizlikle bu Mahkemeye geldi)

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com www.ydicagri.com Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul Hesap No: 1022 0 738654 Yurtdışı Temsilciliği: Güney Kitabevi Frohlinder Strasse 60 44577 Castrop-Rauxel Tel.: (02305) 542846 Fax: (02305) 542845 SAYI: 98 · MART’2006 ISSN 1301-692X98 Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Yayın Türü: Yerel Süreli

31



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.