Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
AYLIK SİYASİ GAZETE SAY
E I l H JM
EYLÜL 2009/08 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X136
ASİLÇELİK’TE AÇLIK GREVİ
KRİZİN NERESİNDEYİZ?
POSTMODERN DARBENİN HONDURAS’ÇASI
AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
Değerli okuyucu, son döneme damgasını vuran hiç kuşkusuz "Kürt Açılımı" / "Demokratik Açılım" olmuştur. Bu konuda hükümet ve muhalefet arasındaki kavga, değişimi isteyenlerle mevcut statükonun sürmesini isteyenler arasındaki kavga. İster "Kürt" densin, ister "Demokratik" densin, "Açılım"ın aslında nasıl bir açılım olduğunu irdeledik bu sayımızın başyazısında. İktidar dalaşının en kızgın yürüdüğü alanlardan biri de hiç kuşkusuz yargı. İktidar dalaşında yargının rolü ve HSYK Krizi bir diğer yazımızın konusu. Ekonomik alandaki kimi önemli gelişmeleri, "Krizin Neresindeyiz?", "Akbank'ın değeri Citi'yi geçti", "Nabucco Anlaşması imzalandı" vb. yazılarda ele aldık. Uluslararası alanda son dönemdeki en ilginç gelişmelerden biri Honduras'taki
Postmodern darbeydi. Yine merakla izlenen konulardan biri Obama'nın barışçı cilasının ne kadar gerçek olduğuydu. Kafalarda soru işaretlerine neden olan bir diğer önemli gelişme ise Uyguristan ve Çin'deki olaylardı. Bütün bu konular ve El Fetih'in 6. Kongresi, G8'in son zirvesi, Putin'in Türkiye ziyareti hakkındaki yazılarımızı ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
GÜNDEM “Açılım” neyin açılımı?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Krizin neresindeyiz?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 İktidar dalaşında yargının rolü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 HSYK krizi Nedenler ve sonuçlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Akbank’ın değeri Citi’yi geçti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Nabucco anlaşması imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Putin’in Türkiye ziyareti üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Obama’nın “barışçı” cilasının dökülmesi uzun sürmedi. . . . . . . . . . 10 Çoğalıyoruz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Asilçelik'te başlayan açlık grevi ve grevdeki işçileri ve sendika yöneticilerini ziyaretimizi "Yeni işçi Dünyası" sayfalarımızda bulacaksınız. Sinter, Eti Gıda ve Esenyurt Belediye işçilerinin mücadeleleri de bu sayımızın işçi sayfalarına yansıyan konulardan bazıları. Yeni Dünya Gençliği sayfalarımızda YÖK ve Haraçlar yazılarına yer verdik. Kısacası iki aylık aradan sonra yine dolu dolu bir sayıyla karşınızdayız.
YENİ İŞÇİ DÜNYASI Asilçelik Grevi'nde Açlık Grevi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Asilçelik işçileriyle yaptığımız söyleşiler. . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Türk-İş bunu hep yapıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Sinter Metal işçilerinin direnişi 195. gününde. . . . . . . . . . . . . EK:4 Sinter işçileriyle uluslararası dayanışma. . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Sanayi’de “500 Büyük” listesi yayınlandı. . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 ETİ GIDA’da grev! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 ETİ GIDA'da grev sona erdi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 TİSK: “İşsizlik yüzde 55 arttı” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Belediye işçileri direnişte . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Belediye işçilerinden basın açıklaması. . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Pazarcılar direniyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Buradan önümüzdeki sayıdan itibaren yapmayı düşündüğümüz bir değişikliği de sizlerle paylaşmak istiyoruz. Önümüzdeki sayıdan itibaren, Yeni İşçi Dünyası sayfaları ayrı bir dergi olarak yayınlanacaktır. Böylece her ayın birinden birine YDİ ÇAĞRI -o da yeni formatında- ve her ayın 15'inden 15'ine de Yeni İşçi Dünyası yayınlanacaktır. Bu tabi şimdikinden daha fazla iş ve çaba demektir. Ancak, okurlarımız bu değişikliği olumlu karşılayıp, daha fazla işçi sınıfına gitmek için bir dönüm noktasına dönüştürürlerse, harcanan fazla emek karşılığını bulmuş olacaktır. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI •
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı - kitapçılarda -
GÜNCEL Güler Zere ve tüm hasta devrimci tutsaklara özgürlük! . . . . . . . . . 11 16. yılında Sivas katliamı lanetlendi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN El Fetih’in 6.Kongresi yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Güney Kürdistan’da seçimler yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Postmodern darbenin Honduras’çası. . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 YENİ KADIN DÜNYASI Üzmez tutuklandı nihayet…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Kürt kadınlarını sindiremeyeceksiniz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 PANORAMA Milliyetçiliğin şovenizmle dalaşı…- UYGURİSTAN/ ÇİN - . . . . . . . . . . . 15 G8’in son zirvesi ne zaman? - L’AQUİLA/ İTALYA - . . . . . . . . . . . . . . . 16 OKUR MEKTUBU Yeni Dünya İçin Çağrı okurlarına açık çağrı…. . . . . . . . . . . . . . 17 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ İhale Rusya’ya mı verildi?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Ilısu'da TC inşada ısrarlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ YÖK, katsayı uygulamasını kaldırdı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Har(a)çlar zamlandı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 136 · Eylül 2009 • ISSN 1301-692X136 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
mail@ydicagri.org
www.ydicagri.org 2
gündem
A
“Açılım” neyin açılımı?
KP hükümetinin önce adına “Kürt açılımı” dediği, sonra “demokratik açılım”, “demokrasi açılımı” vb. olarak değiştirdiği “Kürt sorununu” çözme iddialı “açılım” üzerine tartışmalar hararetle sürüyor. Başbakan Erdoğan bilindiği gibi daha önce DTP’nin görüşme isteklerini “DTP terör örgütünü kınamadıkça görüşmem” biçimindeki açıklamalarla geri çevirmişti. Hükümetin ilan ettiği “Kürt açılımı” çerçevesinde Erdoğan DTP’ye yönelik bu ambargoya son verdi. 5 Ağustos’ta AKP Başkanı sıfatıyla DTP yöneticileri ile bir saatlik bir görüşme yapan Erdoğan’ın yeni “kırmızı çizgisi” Kürt açılımı konusunda PKK ve Abdullah Öcalan'la pazarlık yapmamak. Bu kırmızı çizginin ne kadar dayanacağını süreç içinde göreceğiz. Her halükarda AKP’nin şimdi resmen DTP ile görüşmesi, onun DTP’yi “Kürt sorununun çözümünde Kürt tarafının temsilcisi” olarak zımnen kabul ettiğinin bir ifadesidir. Bu durum AKP’nin geçmiş pozisyonundan uzaklaşması anlamına geliyor. Geçmiş pozisyondan bu uzaklaşma kuşkusuz bir yanı ile esas muhatap alınması gereken PKK’yi dışta tutarak görüntüyü kurtarma amacına da hizmet ettiği için samimiyetten uzak bir tavır. Diğer yanı ile fakat bu yıllardır süren savaşın durdurulması açısından küçümsenmeyecek önemde ciddi bir adım. Nitekim bu adıma CHP ve MHP “muhalefet”i de, onlardan beklenen ve adımın ciddiyetini kavradıklarını gösteren bir biçimde geldi. Yaygarayı bastılar: “Başbakan İmralı’daki katilin dediğini yapmıştır!”. “Atılan adım Türkiye’yi bölünmeye götüren bir adımdır.” (MHP). “Başbakan DTP ile konuşarak, aslında İmralı’yı muhatap almış, Kandil ile, İmralı ile pazarlığa oturmuştur!” (CHP) vs. On yıllardır yürüyen savaştan beslenenler şimdi bu savaşın durması konusunda konuşulmasından bile korkunç rahatsızlık duyuyorlar. Biliyorlar ki savaşın durması, onların temsilciliğini yaptıkları bir kısım savaş rantçısının rantlarının sonu olacak. Yine biliyorlar ki, emekçi kitlelerin sürmesinden hiçbir yararı olmadığı ve bitmesini talep ettiği bu savaşın, AKP hükümeti döneminde sonlandırılması, bunda DTP’nin de belirleyici bir rol oynaması, bu partileri seçmen nezdinde daha da büyütecektir. Onlar bu yüzden bu süreci durdurmak, tersine çevirebilmek için her türlü atraksiyona giriyorlar. DTP/AKP görüşmesinin ardından, İçişleri Bakanı’nın çeşitli kişi ve kuruluşlarla yürüttüğü görüşmeler bir yandan sorunun tartışmasını gündemde tutarken, diğer yandan bu
Toplumun geneline bakıldığında egemen olan hava, temkinli bir iyimserlik havası. Büyük çoğunluk nasıl olacaksa olsun şu kan, savaş durdurulsun samimi isteğini ifade ediyor. Fakat bunun olup olamayacağı, olacaksa nasıl olabileceği konusunda rivayetler çok. görüşmelerde daha çok “dinleyerek” açılımın içinin somut doldurulması işinin çeşitli toplum kesimlerinin, kuruluşlarının fikirleri, önerileri göz önüne alınarak yapılacağı yönünde mesajlar veriyor. AKP-DTP diyalogunun başlaması tabii ki sorunun (elbette burjuva anlamda) çözümü değil. Fakat hükümetin bu bağlamda hesaplanmış bir riziko almaya hazır olduğunu göstermesi açısından yeni bir “ilk adım” . Tabii bu adım içinde, PKK içinde ve çevresinde (bu arada DTP içinde de) ayrıştırmayı hızlandırma hesapları da var. Hükümet bu adımla, sorunu DTP’yi de muhatap alarak ve TBMM çatısı altında çözme planını geliştirdiğini, “Kürt Açılımı” denen; içeriği henüz doldurulmamış ve açıklanmamış açılımın siyasi ayağının, PKK direk muhatap alınmadan DTP’yi çözüm için muhatap olarak almak biçiminde düşünüldüğünü gösteriyor. Bu siyaset sadece AKP’nin siyaseti değildir. Ağustos ayında yapılan MGK toplantısında bu siyasete destek verildiği kamuoyuna açıklanmış durumda. Görünen o ki, hükümet ile bugünkü Genelkurmay arasında, sorunun çözümü için PKK açıkça muhatap alınmadan belirli siyasi adımların atılması yönünde belli bir anlaşma var. Abdullah Öcalan, kendisinin mutlaka muhatap alınması gibi bir talebinin olmadığını, muhatap olarak Kandil, olmazsa DTP, olmazsa “akil adamlar”ı adres göstermesine rağmen, DTP’nin muhatap alınarak, orta-uzun vadede kendisine ihtiyaç
kalmayacak bir çözüm geliştirilmesi tehlikesi karşısında sonuçta kendisinin muhatap alınması gerektiği mesajlarını vermektedir. PKK için muhatap alınması gereken tartışmasız A. Öcalan’dır. DTP yöneticileri de yaptıkları açıklamalarla, düzenlenen eylemlerle asıl muhatabın İmralı’da olduğu mesajını veriyorlar. İ m r a l ı’ d a n b ek lenen “yol haritası”nın önce 15 Ağustos’a yetiştirilemediği açıklandı. Sonra koster arızasına takıldı. 26 Ağustos’ta A. Öcalan’la görüşen avukatlar, “Müvekkilimiz Öcalan ayın 20'sinde basına, devletin ilgili makamlarına ve AİHM'e sunulmak üzere 'yol haritasını' cezaevi idaresine teslim ettiğini bildirdi. Biz de Cumhuriyet Savcılığına yol haritasını almak için başvuru yapacağız” açıklamasını yaptılar. Toplumun geneline bakıldığında egemen olan hava, temkinli bir iyimserlik havası. Büyük çoğunluk nasıl olacaksa olsun şu kan, savaş durdurulsun samimi isteğini ifade ediyor. Fakat bunun olup olamayacağı, olacaksa nasıl olabileceği konusunda rivayetler çok. Bütün tartışmaların en iyi, en olumlu yanı, T.C. tarihinde belki ilk kez “Kürt Sorunu” diye bir sorunun varlığının ve bu sorunun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğunun devlet tarafından resmen (hem hükümet kanadı tarafından adı konarak açıkça; hem de ordu/bürokrasi kanadı tarafından zımnen) kabul edilmiş olması; bunun yanında toplumda da açıkça adı konarak, ge-
niş bir biçimde ve her zamankinden daha derinlemesine tartışılır hale gelmiş olmasıdır. Halkın akan kanın durması, yürüyen savaşın durması talepleri doğru ve haklı taleplerdir. Sorunun çözümünde ilerlemek için bu savaşın durması elzemdir. Bu anlamda bunun şimdi yüksek sesle açıktan tartışılıyor olması olumludur. Egemen sınıflar arasında yürüyen dalaşta, kuşkusuz sorunu savaşı bitirerek çözme, bunun için belli tavizler verme yanlısı olanlar, “açılım”cılar, buna karşı çıkanlarla karşılaştırıldıklarında daha olumlu bir pozisyonun savunucusu konumundadırlar. Fakat bunun yanında şu da olgudur: Burjuvazinin barışçı çözüm iddiasındaki kesiminin de çözümü (ki bunun olup olmayacağı, ne kadar zaman alacağı vb. cevaplanmamış sorulardır) sonuçta bu sorunun gerçek çözümü olmayacaktır. Çünkü emperyalizm çağında ulusal sorunun gerçek çözümü, ancak proletarya önderliğinde devrimlerle mümkündür. “Açılım” tartışmaları yaşanılırken, DTP’ye saldırılar ise sürüyor. Şırnak /Beytüşşebap'ta 25 Temmuz akşamı 2 DTP üyesi başlarına taşla vurulup göğüslerine birer kurşun sıkılarak öldürüldü. Günlük gazetesi bir ay süre ile kapatıldı. Askeri operasyonlar hız kesmeden sürüyor. Bütün bunlar DTP’ye ve PKK destekçilerine gözdağı vermek, diğer yandan çatışma kışkırtmak, üzerine çok konuşulan, DTP’nin sahip çıktığı “barışçıl çözüm” sürecini baltalamak için yapılmaktadır. Bu dönemde cinayetlerin artması, operasyonların devam etmesi, bunun yanında tam da barış üzerine konuşulan şartlarda PKK’ya ve halka karşı savaşın yükseltilmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Bunlar içine girilen süreci baltalamanın araçlarıdır. Her ne kadar Kürt sorunun artık “resmen de kabul edilip çözüm yolları üzerine tartışılıyor olması olumlu bir gelişme ise de, bunun Kürt sorununun gerçek anlamda çözümü olmayacağı açıktır. Uluslar ve halklar arasında gerçek, özgür birliğin sağlanması için, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kullanacağı özgür şartların yaratılması, zoraki birliğe son verilmesi, eşit ve özgür bir ortamın yaratılması gerekliliktir. Bunun için sömürü düzeninin işçi sınıfı önderliğindeki bir devrimle yıkılması, yerine işçilerin köylülerin iktidarının kurulması mutlak gerekliliktir. Kürt ulusal sorununu burjuvazi çözemez! Ulusal sorunu çözecek olan tek güç işçi sınıfıdır. Gerçek “açılım”ı ülkelerimizde yaşayan uluslar ve halklardan işçiler emekçiler, yapacak! Devrimle! 28 Ağustos 2009 ✓
3
gündem
Ü
4
Krizin neresindeyiz?
lke ekonomilerinin büyük çoğunluğu (Asya’da gelişmekte olan ekonomiler kategorisi içinde olan birkaç ülke hariç, ki bunlar içinde Çin ve Hindistan en önemlileri) ekonomik büyüme verileri baz alındığında şimdi üç çeyrektir küçülüyor, küçülme hem de oldukça büyük oranlarda küçülme. İki çeyrek üst üste küçülme burjuva ekonomistlerinin resesyon (durgunluk) olarak adlandırdıkları durum. Marksist kriz teorisine göre ise bir dizi ülke ve bir bütün olarak dünya ekonomisi yeni kriz devresinin depresyon aşamasını yaşıyor. Şimdi dokuz aydır yaşanan bu aşamanın daha ne kadar süreceğini söyleyebilmek için en azından 2009 ‘un üçüncü çeyreğinin kesin rakamlarını görmek gerek. Fakat ABD’den gelen ikinci çeyrek rakamları- bunlar henüz kesin rakamlar değil- ABD ekonomisinde küçülmenin hız kestiğini gösteriyor. Bunun geçici konjonktürel bir hız kesme mi, yoksa bir genel eğilim işareti mi olduğunu yıl sonuna doğru göreceğiz. Almanya’da ekonomi enstitüleri üçüncü çeyrekte çok küçük bir oranda da olsa 0’ın üzerinde bir rakamın çıkacağı, yani büyümenin başlayacağı beklentisi içindeler. Şimdiye dek yapılan hemen tüm büyüme beklentisi rakamlarının süreç içinde aşağıya doğru revize edilmek zorunda kalındığı bilindiğinde, bu beklentinin aslında piyasalara umut pompalama beklentisi olma olasılığı büyük. Kaldı bir çeyrekte 0’ın biraz üstü bir büyüme de tek başında depresyondan çıkıldığı anlamına gelmez. En az iki çeyrek gözlemlenmek, bir kereye mahsus konjonktürel bir artı mı, yoksa belirginleşmiş bir büyüme eğilimi mi olup olmadığını söylemek için mutlak gerekliliktir. Yukarıda ABD’den gelen ikinci çeyrek rakamlarının ABD de ekonomisinde küçülmenin hız kestiğini gösterdiğini belirttik. Bu bağlamda durum şöyle: ABD Ticaret Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre ABD'de ekonomi ikinci çeyrekte yüzde 1 ile beklentilerden de az daraldı. Ekonomi Enstitülerinin tahmini daralmanın yüzde 1,5 civarında olacağı yönündeydi. Yani ekonomideki küçülme yavaşladı. Bu kimi ekonomistler tarafından krizden çıkışta olumlu bir sinyal olarak değerlendiriliyor. Bir bölümü artık küçülmede dipten çıkıldığını söylüyor. Bu tabii şimdilik yalnızca iyimser bir tahminin ötesinde bir değir taşımıyor. Bir önceki çeyrek dönemde ABD’de Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) yüzde 5,5 küçülmüştü. (Bu rakam daha sonra revize edilerek % 6,4 e çıkarıldı !) Bu durumda, 2008’in son çeyreğinde ABD ekonomisi yüzde 6,3 küçülme
Küresel yatırımcı adı verilen spekülatörler bu arada en çok da Asya borsalarına saldırdı. Japon devi Sony'nin beklentilerden düşük zarar açıklaması ve Güney Kore'de sanayi üretiminin beklentilerden 2 kat daha fazla artıp yüzde 5,7 yükselmesi ile Asya borsaları 11 ayın zirvesine fırladı. ile, 2009’un ilk çeyreğinde de % 6,4 küçülme ile üst üste iki çeyrekte son 30 yılın en sert düşüşlerini yaşamıştı. Bu rakamlarla karşılaştırıldığında % 1’lik küçülme tabii ehven-i şer olarak görülüp, krizden çıkış işareti olarak görülebiliyor. Kesin olmayan bu rakamda önümüzdeki dönemde revizyon yapılması olası. Fakat bu revizyon % 1’den fazla olması beklenmemeli. Bu durumda bile küçülmenin önemli ölçüde hız kestiği açıktır. ABD ekonomisinin dünyanın en büyük ekonomisi olduğu bilindiğinde, bu dünyadaki krizin durumu ve gelişmesi açısından da belirleyici önemdedir. Burada da fakat bu hız kesmenin açılan yüz milyarlarca dolarlık destek paketleri vb. sayesinde olduğu, temelinin devlet borçlarının artması olduğu unutulmamalıdır. Krizden çıkışın ilk işaretleri olarak piyasalarda Temmuz ayı başında kimi şirket bilançolarının açıklanmasıyla başlayan ve borsalarda yükselme biçiminde kendini gösteren iyimser hava gösteriliyordu. ABD ekonomisinin ikinci çeyrek rakamları bu iyimser havanın devam edip etmeyeceği noktasında çok önemli idi. Rakamlar bu iyimser havayı güçlendiren rakamlar oldu. Rakamların açıklandığı gün New York borsası son 9 ayın en yüksek seviyesine çıktı. İyimser hava dünyanın diğer bölgelerinde, ülkelerinde de borsalarda yükselme biçiminde yansıdı. Spekülatörler hiçbir şey olmamışçasına kaldıkları yerden devam etmeye başlamış görünüyorlar. Henüz reel ekonomi borsadaki yükseliş oranını destekleyecek bir yük-
selme göstermiyor. Yeni balonlar şişiyor bu anlamda. Küresel yatırımcı adı verilen spekülatörler bu arada en çok da Asya borsalarına saldırdı. Japon devi Sony'nin beklentilerden düşük zarar açıklaması ve Güney Kore'de sanayi üretiminin beklentilerden 2 kat daha fazla artıp yüzde 5,7 yükselmesi ile Asya borsaları 11 ayın zirvesine fırladı. Asya'nın küresel krizden toparlanmanın çekici gücü olacağına inanan yatırımcının yüklü alımları ile Güney Kore'nin KOSPI endeksi 1 yılın zirvesine çıktı, para birimi Won ise dolar karşısında 9 buçuk ayın en yüksek seviyesini gördü. Japonya'nın Nikkei 100 endeksi ise 10 ayın en yüksek seviyesine yükseldi. Türkiye’de de Borsa (IMKB) yükselerek 40-45 bin puan bandında oynamaya başladı. Borsa en düşük değeri, 21 Kasım 2008’de 21.228 puan olarak görmüştü. Bu seviyeye göre yükselme yüzde 100 ve üstü olarak görünüyor. Mart’ta 1,8250 liraya kadar çıkan dolar, son günlerde 1.40- 1.45 lira bandında işlem görüyor. Bu Mart zirvesine göre yüzde 20 değer kaybı anlamına geliyor. Faiz: Tüm zamanların en düşük seviyesine indi. Ağustos başında yüzde 9.92’yi görerek ilk kez tek haneye düştü. Yabancı sermaye girişi: Yabancı sermayenin özellikle borsadaki alımları dikkat çekiyor. Borsadaki yabancı payı Mart ortasında yüzde 62’ye dek gerilemişti. Son açıklanan verilere göre bu oran yüzde 66’yı aştı. Banka karları: BDDK’nın Ağustos
başında açıkladığı verilere göre bankaların toplam kârı 2009’un ilk yarısında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 32.6 arttı ve 11 milyar dolara dayandı. Sektörün sermaye yeterliliği de 1.23 puan artışla yüzde 19.23’e çıktı. Yani mali piyasada işler tıkırında görünüyor. Yerli ve yabancı spekülatörlerin keyfi yerinde. Ve tabii onlar krizin aşıldığından -zaten Türkiye banka sektörü baz alındığında krizi bütün dünyada en hafif atlatan ülkelerden biri! Erdoğan’ın “teğet” i bu alan için gerçek durumun ifadesisöz ediyorlar. Fakat reel ekonomideki rakamlar başka bir dil konuşuyor. Başka bir resim çiziyor: İŞSİZLİK: Nisan’da işsizlik yüzde 14.9, işsiz sayısı 3 milyon 618 bin kişi oldu. Bu, işsizlik oranının geçen yılın aynı dönemine göre 5 puan, işsiz sayısının da 1 milyon 285 bin kişi arttığını gösteriyor. Ve bunlar “resmi” işsizlik rakamları. Gerçek işsizliğin resmi rakamların iki katı civarında olduğu Türkiye’nin bilinen “gizli” gerçeklerinden biri. BÜYÜME: GSYH ilk çeyrekte geçen yıla göre yüzde 13,8 azaldı. SANAYİ ÜRETİMİ: Temmuz’da açıklanan Mayıs ayı verilerine göre sanayi üretimi, 2008’in aynı ayına kıyasla yüzde 17,4 azaldı. K A PA S İ T E K U L L A N I M I : İma lat ta k apasite ku l la nı mı Haziran’da, geçen yılın aynı ayına göre 9.6 puan azaldı ve yüzde 72.7 oldu. İHRACAT: Türkiye İhracatçılar Meclisi, ihracatın Temmuz’da geçen yıla göre yüzde 27.15’lik düşüşle 8 milyar 893 milyon dolar olduğunu bildirdi. ENFLASYON: Talepteki gerileme fiyat artışlarını yavaşlattı. Temmuz enf lasyonu TÜFE’de sadece binde 2 olurken ÜFE binde 7 düştü. Yıllık bazda TÜFE yüzde 5.39 artarken, ÜFE’de yüzde 3.75 gerileme kaydedildi. Enflasyonda gerileme ilk bakışta olumlu bir şey olarak görülüyor. Fakat bu gerileme gerçekte ekonomik küçülme sonucu talebin eksilmesinden kaynaklandığında hiç de olumlu bir işaret değil. Kısaca kriz esasta reel ekonomiyi vuruyor ve krizin yükü her zaman olduğu gibi emekçilerin sırtına yükleniyor. Bu arada üç beş spekülatörün kumar sonucu kazandıklarının bir bölümünü yitirmesi, sanayi şirketlerinin kar oranlarında düşüş, kiminin iflası vb. işin özünü değiştirmiyor. Diğer yandan şu da bilinmeli: Türkiye’de de ekonominin küçülmesi hız kesiyor. Son rakamlar bu yönde bir eğilime işaret ediyor. Örneğin Haziran’da küçülme 6 aydan sonra ilk kez % 10 un altına düştü. 8 Ağustos 2009 ✓
gündem
İktidar dalaşında yargının rolü E gemenler arasındaki iktidar dalaşında Yüksek Yargı gelinen yerde ordunun klasik ve postmodern askeri darbelerle oynadığı “Atatürk Cumhuriyeti Bekçiliği” rolünü yer yer üzerleniyor. A b du l l a h G ü l ’ ü n Cumhurbaşkanlığını engellemek için keşfedilen 367 hokkabazlığı bu bağlamda en açık örneklerden biri idi. Fazla işe yaramamış olsa da, yine de Anayasa Mahkemesi 367 kararıyla A. Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçimini birkaç ay ertelemeyi başarmıştı. Ardından AKP hakkındaki kapatma davasında çıkan evlere şenlik karar geldi: 11 Anayasa Mahkemesi üyesinden 10’u, AKP’nin “laikliğe karşı eylemlerin odağı” haline geldiği yönünde oy kullandı. Fakat yalnızca 6’sı kapatılmaktan yana oy kullandığı için, “laikliğe karşı eylemlerin odağı” ve tek başına hükümet partisi olan AKP kapatılmadı, para cezası ile “uyarıldı”. Kararın gerekçesi ile AKP anda da “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olarak her an Anayasa Mahkemesi’nde hakkında kapatma davası açılabilecek ve kapatılabilecek olan bir parti konumundadır. Yalnızca Anayasa Mahkemesi değil, diğer Yüksek Yargının (Yargıtay, Danıştay, Sayıştay) önemli bir bölümü de “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olarak değerlendirilen hükümet partisinin edimlerini engelleyebildikleri her yerde engelleme konumundadırlar. Hakimlerin ve Savcıların terfi/yer değiştirme işlemlerinin sorumlusu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da yargıda ideolojik Kemalist egemenliği korumak ve kollamak görevini yerine getirmektedir. İdeolojik Kemalist Hakim ve Savcıların egemenliğindeki YARSAV gibi dernekler de, Yargı ve Hukuk adına verdikleri fetvalarla AKP’nin iktidar yürüyüşünü durdurmak için mücadele yürütmektedir. CHP için Yüksek Yargı, en başta Anayasa Mahkemesi, AKP’ye karşı muhalefette en önemli dayanaklardan biridir. 7 yıllık AKP hükümeti döneminde CHP’nin AKP çoğunluğunun çıkardığı yasa ve yaptığı Anayasa değişiklikleri konusunda Anayasa Mahkemesinde açtığı dava sayısı 32’dir. Şimdi asker kişilerin sivil yargı önünde yargılanmalarını öngören yasa hakkında açılan dava ile bu sayı 33’e çıkmıştır.
Yasaya onay ve Anayasa Mahkemesi’nde dava Haziran ayının son günlerinde siyasi gündemin başköşesine yerleşen ve asker kişilerin de TCK’nın 250. maddesinde sayılan -ağır cezayı gerektiren- suçlarla ilgili olarak sivil yargı tarafından yargılanmasını öngören yasa değişikliği, medyanın büyük bölümünün yarattığı hava ve beklen-
tilerin tersine Cumhurbaşkanı’ndan dönmedi. Abdullah Gül 8 Temmuz’da söz konusu yasayı imzalayarak, Resmi Gazetede yayınlanmak üzere hükümete gönderdi. Yasa 9 Temmuz’da Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Genel Kurmay Başkanı’nın 26 Haziran’daki basın toplantısında asker kişilerin sivil yargı önünde yargılanmasına açıkça karşı çıkan tavrı, MGK öncesi Erdoğan/Başbuğ görüşmesi, MGK’daki pazarlıklar, MGK ertesinde Gül, Başbuğ, Erdoğan, Ergin, Cemil Çiçek görüşmesi ve medyanın büyük bölümünün A. Gül üzerinde yarattıkları baskı fazla işe yaramamış, Abdullah Gül yasa değişikliğine onay vermiştir. Tabii bu Gül’e “yanlışlığın anlatılacağı” beklentisi içinde olanları, bu arada en başta CHP’yi büyük hayal kırıklığına uğratmıştır. Ama Demirel’in dediği gibi “demokrasilerde çare tükenmez”. Şimdi sırada Anayasa Mahkemesi var. Yasa yayınlanıp, yürürlüğe girer girmez, CHP kendinden bekleneni yaptı, yasanın yayınlandığı gün Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. CHP’nin başvurduğu Anayasa Mahkemesi’nden bu konuda çıkacak karar bellidir: Yasa iptal edilecektir. Tabii eğer bu konuda Genel Kurmay ile hükümet ve Gül arasındaki pazarlıklarda -Gül’ün onay yazısında sözünü ettiği ek yasal değişikliklerin yapılması şartıyla bu yasanın olabilirliği konusunda- bir anlaşma yapılmadı ise. Ki görünen böyle bir anlaşmanın yapılmamış olduğu. Eğer böyle bir anlaşma olsa idi, Gül’ün yasayı onaylamayıp geri göndermesi uygun olurdu. Anayasa Mahkemesi’nin bu kanun konusunda yanlış bir iş yapmaması için Yüksek Yargının diğer kesimleri de devreye girdiler. Bu devreye giriş Hükümet ile Yargıtay Başkanını karşı karşıya getirdi. Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker gazetecilere bir açıklama yaparak, yapılmış olan yasa değişikliğinin Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkladı. Bu tavır konusunda hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tavır takındı. Cemil Çiçek’in bu açıklamasına Yargıtay Başkanı’nın tepkisi, söylediklerinin ayaküzeri söylenmiş sözler olmadığı, kendisinin demokrasi mücadelesi yürüten biri olarak böyle bir konuda tavır takınmasının görevi olduğu içerikli bir cevapla geldi. Yani Anayasa Mahkemesi, şimdi yalnızca Genel Kurmay’ın değil, aynı zamanda Yargıtay Başkanı’nın tavrıyla da alacağı kararın ne olması gerektiği konusunda uyarılmış durumda. Aslında Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü bileşimi ve yapısında bir uyarıya da gerek yok. Orda sağlam bir ideolojik Kemalist çoğunluk var. Kararlar tartışmalı konularda 9-2; ya
Genel Kurmay Başkanı’nın 26 Haziran’daki basın toplantısında asker kişilerin sivil yargı önünde yargılanmasına açıkça karşı çıkan tavrı, MGK öncesi Erdoğan/Başbuğ görüşmesi, MGK’daki pazarlıklar, MGK ertesinde Gül, Başbuğ, Erdoğan, Ergin, Cemil Çiçek görüşmesi ve medyanın büyük bölümünün A. Gül üzerinde yarattıkları baskı fazla işe yaramamış, Abdullah Gül yasa değişikliğine onay vermiştir. da 10-1 çıkan kararlar. Anayasa Mahkemesi’nin andaki yapısı hakkında, bu mahkemenin “hukuki” kararlar verebileceğini düşünenler açısından en iyi cevaplardan biri Mahkemenin yeni bir kararı ile geldi. Bilindiği gibi mahkemenin andaki ikinci başkanı (Başkan Vekili) Osman Paksüt’ün eşi Ferda Paksüt hanımefendi Ergenekon ikinci davasının sanıklarından biri. Kendisi Ergenekon üyesi olmakla suçlanıyor. Hakkında hakim kararıyla yapılan telefon dinlemeleri sonucu elde edilmiş ve iddianameye girerek çarşaf çarşaf yayınlanmış bilgiler var. Hanımefendi kimi diğer Ergenekon sanıkları ile yaptığı görüşmelerde, diğer şeylerin yanında değişik mahkemeler hakkında onların kimlerden olduğu konusunda söyleşiler yürütüyor; Anayasa Mahkemesi’nde yapılan oylamalar, Anayasa Mahkemesi’nin kimi üyelerinin bu oylamalardaki tavırları hakkında bilgiler veriyor, bu arada bu bilgileri de Anayasa Mahkemesi üyesi eşine onaylattırıyor. Böylece bu saygın Anayasa Mahkemesi üyesi de -eşi üzerinden- dinlemeye takılıyor. Ergenekon davasına bakan İstanbul savcıları, bu bilgileri içeren telefon kayıtlarını Anayasa Mahkemesi’ne ileterek, Paksüt hakkında Anayasa Mahkemesi’nin gereğini yapmasının yolunu açıyor. Ülkenin en yüksek yargı organının bir üyesi eşi ile yargının iç sorunları üzerine söyleşiyor! Eşi de sanki mahkeme üyesi. Eşi onun verdiği bilgileri Ergenekoncu
dostları ile paylaşıyor. Ve ona onaylattırıyor. Nedir bu durumun normal bir halde gereği? Paksüt görevi kötüye kullanmak, yürüyen davalar hakkında ilgisiz kişilere bilgi vermek vb.den dolayı istifa etmeli. Yok, o istifa etmiyorsa, Yüksek Yargının diğer üyeleri onun Yüksek Yargının olmayan (!!!) saygınlığını düşüren, bozan tavırları nedeniyle üyelikten çıkarılması yönünde tavır takınırlar. Sonunda beklenen oldu. Yani ne biri ne öteki oldu. Paksüt istifa etmedi, pişkin pişkin sanki olaylar onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi görevine devam etti. Anayasa Mahkemesi ise, Başkanvekili Paksüt hakkında 'soruşturma açılmasına gerek olmadığına' karar verdi. Mahkeme, bu kararı verirken formel hukuk açısından yaklaştı soruna. Ergenekon’daki dolaylı dinlemeleri delil saymadı. Mahkeme bu kararı alırken ilginç bir tespitte de bulunuldu ve “...Başkanvekili Paksüt'ün Anayasa Mahkemesi'nin müzakerelerine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri bazı basın mensuplarıyla paylaştığı anlaşılmıştır...' denildi. Yani Paksüt’ün bir Anayasa Mahkemesi üyesi açısından yapılması suç olan bir işi yaptığı kayıtlara geçti. Zaten Ergenekon dosyasında geçmişti ve bunu inkara imkan da yoktu. Fakat yine de “soruşturmaya gerek yok” denildi. Karara 11 mahkeme üyesinden tek itiraz eden Ferruh Kaleli oldu. Oy çokluğuyla alınan karara üye Ferruh Kaleli katılmadı. Kaleli telefon kayıtlarının, mahkeme kararıyla,
5
gündem
HSYK krizi
yasal dinleme ile elde edildiğini ve hukuka uygun olduğunu savunarak Paksüt hakkında soruşturma açılması gerektiğini belirtti.
Nedenler ve sonuçlar
Anayasa Mahkemesi’nden ilginç bir karar daha!
6
Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde, ideolojik Kemalist kanadın temel dayanaklarından biri olan Anayasa Mahkemesi ilginç bir karara daha imza attı. Bilindiği gibi Suriye sınırındaki “mayınlı arazilerin temizlenmesi” ile ilgili olarak AKP’nin çıkardığı, Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanarak yürürlüğe giren yasa CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmüştü. Anayasa Mahkemesi 22 Temmuz’da, davada esas hakkında karar almadan, yasanın bir noktasında “yürütmeyi durdurma” kararı aldığını açıkladı. Karara göre, söz konusu mayınlı arazileri temizleyecek firmalara arazinin tarım yapma koşuluyla 49 yıllığına kiralanmasının mümkün olamayacak. Bu ilginç bir karar. Çünkü henüz ortada durdurulacak bir “yürürlük” yok. Söz konusu yasada “araziyi temizleyecek firmaya en fazla 49 yıllığına kiralama”, mayınların temizlenmesi konusunda ilk iki alternatifin işlemediği durumda, başvurulacak üçüncü alternatif çözüm olarak öngörülüyor. İlk iki alternatif ise henüz denenmiş değil. Yani Anayasa Mahkemesi olmayan, büyük olasılıkla hiç olmayacak bir “yürürlüğü durdurma” tedbir kararını alıyor. Esas hakkında karar almayı ise geriye bırakıyor. Halbuki durdurma konusunda karar alana kadar, esas hakkında da karar alabilir. Gerekçeler belli, karşı gerekçeler belli, Anayasa belli. O halde neden bu konuda esas hakkında karar yerine “yürümeyen bir yürütme”yi durdurma tedbir kararı alınıp, esas hakkında karar erteleniyor? Bunun bir tek anlamı var: Anlaşılan o ki, Anayasa Mahkemesi şu anda önünde olan iki iptal kararından askere “sivil yargı” yolunu açanını öne almayı önemli görüyor. Diğer yasa konusunda bir maddede “yürütmeyi” durdurma kararı da, aslında esas hakkında karar konusunda işaret fişeğidir. “Yürütmeyi durdurma” tedbir kararının açıklandığı gün, Anayasa Mahkemesi’nin, ana muhalefet CHP ve diğer muhalefet partilerinin iptal istemiyle başvurduğu askere sivil yargı yolunu açan yasal düzenlemeyi esastan görüşme kararı aldığı da açıklandı. Bu durumda Anayasa Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın belirleyeceği bir günden itibaren davayı esastan görüşmeye başlayacak. Burada da çıkacak karar şimdiden bellidir. Türkiye’de yasa yapıcı organ pratikte Anayasa Mahkemesidir. 24 Temmuz 2009 ✓
1
982 Anayasası’nın öngördüğü düzen siyasi alanda biri “majestelerinin hükümeti”, -siz “majestleri”ni, ordu merkezli bürokratik Kemalist devlet eliti olarak okuyun- diğeri “majestelerinin muhalefeti” görevini üzerlenecek iki merkez partisi üzerinden ülkeyi yönetmeyi öngörüyordu. Her iki parti de majestelerinin partisi olacağından yürütmenin yargı ile iç içe olmasında bir sakınca görülmüyordu. Bu yüzden yargıda yapılacak atamaları gerçekleştirme temel görevine sahip HSYK (Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu) isimli bir kurul oluşturuldu. Yedi kişiden oluşan bu kurulun kuruluşu ve işleyişi şöyle: - H S Y K ’ d a Ya r g ı t a y 3 v e Danıştay’dan 2 seçimle gelen 5 üye ile Adalet Bakanlığı’ndan iki temsilcinin bulunduğu 7 üye yer alıyor. Kurul’un 5 de yedek üyesi var. Kurul, kararlarını salt çoğunlukla alıyor. 4 oy. - HSYK’nın başkanlığını Adalet Bakanı yapıyor. Adalet Bakanlığı Müsteşarı da bu görevi süresince kurulun asli üyesi. Kurulu temsil ve Kurul adına beyanda bulunma yetkisi başkana ait. - Adalet Bakanı’nın bulunmadığı zamanlarda Kurul’a, üyelerce seçilen başkanvekili başkanlık ediyor. Bakan ve başkanvekilinin bulunmadığı toplantılarda ise seçimle gelen asıl üyelerin en kıdemlisi Kurul’a başkanlık eder. Yani sonuç olarak, Yüksek Yargının iki organının -Yargıtay ve Danıştaykendi arasından seçip gönderdiği üyelerin belirleyici olduğu bir kurum HSYK. İdari ve cezai yargıda kimin nereye atanacağına karar verenleri seçip gönderen Yüksek Yargının iki organı. Yüksek Yargıya kimin atanacağına ise HSYK karar veriyor. Yani dönüşümlü olarak birbirlerini seçiyorlar. Buna hükümet de Adalet Bakanlığı üzerinden dahlediliyor. Hükümet -Adalet Bakanlığı- ile Yüksek Yargının seçip gönderdiği üyeler arasında bir çatışma, 1982 Anayasası’nı dikte edenler açısından
öngörülen bir durum değil. Yargı kendisi devletin temel direklerinden biri, hükümet ise bürokratik devletin sivil siyasi devamı olarak kurgulanıyor. Hal böyle olduğu için de kurula bizzat Adalet Bakanı’nın başkanlık etmesi, kurulun sözcüsünün o olması, kurul kararlarının onun imzası ile yayınlanması vb. sorun olarak görülmüyor. Fakat bilindiği gibi bu siyaset mühendisliği ürünü kurgu cunta sonrası yapılan daha ilk seçimlerde, majestelerinin partisi olarak öngörülmeyen, kerhen izin verilen bir partinin (ANAP’ın) seçim zaferiyle sallanmaya başladı. Gelinen yerde ise kurgulanan düzen artık dikiş tutmuyor. Hakimler ve Savcıların terfi ve yerleştirilmeleri konusunda karar alacak HSYK’de 2009 Yaz Kararnamesi için kurulun hükümetten gelen üyeleri ile, yargı kökenli üyeleri açıkça karşı karşıya geldiler. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanıp kurula sunulan terfi/tayin listesine kurulun yargı kökenli üyelerinden itirazlar geldi. Pazarlıklar gündeme geldi. Fakat asıl kilitlenme HSYK üyelerinden Ali Suat Ertosun’un son dakikada getirdiği bir öneri sonrası oldu. Ali Suat Ertosun’un “Ergenekon savcıları ile İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı’nın yerlerinin değiştirilmesi” önergesinin kurulda kabul görmesi toplantıyı kilitledi. Kurul üyesi ve başkanı Adalet Bakanı ve kurul üyesi Adalet Bakanlığı müsteşarının katılmadığı toplantıdan karar çıkmadı. Kurul adına yapılan resmi açıklamalarda her ne kadar her şeyin normal mecrasında gittiği yönünde laf lar edilse de, kurulda hükümetten gelen üyelerle, yargı kökenli üyelerin karşı karşıya gelmiş olduğu gizlenemez, medyada açıkça tartışılan bir gerçek. Sonuçta HSYK’da bir aya yakın süren hükümet/ Yüksek Yargı dalaşı ve pazarlığı sonunda bir uzlaşı ile aşıldı. Uzlaşı Ergenekon Savcı ve Hakimlerinin yerlerinin değiştirilmemesi, buna karşı Adalet Bakanlığı’nın bu hakim ve savcılar hakkında şikayetlerin araştırılması
için soruşturmaya izin vereceğini açıklaması şeklinde bir uzlaşı. Bu uzlaşma tabii ki egemenler arasındaki iktidar dalaşının HSYK’daki bir yansımasından başka bir şey değildi, andaki uzlaşma kavganın sonu olmadı. Liste yayınlandıktan sonra önce HSYK’nın Yüksek Yargı kanadının açıklaması, ardından bu açıklamaya cevap bir gün sonra Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklama ile geldi. Bu gelişmeler HSYK’nin yapı ve bileşiminin tartışılmasını da kaçınılmaz olarak gündeme getirdi. İşleyişe göre, HSYK’da Yargıtay ve Danıştay’dan gelen üyelerden dördü karar alabilecek durumda. Anayasa, HSYK Kanunu, HSYK İç Yönetmeliği ile ‘Hâkimler ve Savcılar Hakkında Uygulanacak Atama ve Nakil Yönetmeliği’nde, kararnamelerin kabulü için, kurulun başkanı olan Adalet Bakanı’nın imzasının şart olduğuna ilişkin hüküm bulunmuyor. Aksine, kararın üyelerin salt çoğunluğuyla alınacağının belirtilmesiyle yetiniliyor. Gelecekte bu tartışmanın daha da alevlenmesi kaçınılmazdır. Gündeme getirdiği kararname ile HSYK'da yaşanan krize yol açan Ali Suat Ertosun, 2000 yılında F tipi cezaevlerini protesto için ölüm oruçlarına karşı yapılan 'Hayata Dönüş' operasyonu sırasında Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü görevindeydi. Hayata Dönüş kodlu katliam operasyonunda bilindiği gibi iki askerle birlikte 32 kişi öldü. Ertosun'a bu operasyonların ardından 2002 y ı lında 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verilmişti. Ertosun daha sonra, 2003 yılında Yargıtay üyeliğine, 5 Mayıs 2008'de ise Yargıtay Genel Kurulu'nun gösterdiği üç aday arasından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından HSYK üyeliğine seçildi. Diğer yandan Sabancı suikastı sanığı Mustafa Duyar'ı Uşak Cezaevi'ndeki isyan sırasında öldüren Nuri Ergin, "Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, Sabancı suikastıyla ilgili bir şeyler ortaya çıkarmak istiyorsa Ali Suat Ertosun'un neden Mustafa Duyar'a yakınlık gösterdiğini sorgulasın." demişti. HSYK’da yaşanılan kriz, egemenler arasında iktidar mücadelesinin bir yansımasıdır. Kavga bitmedi, sürüyor, sürecek! Bu somut kavgada görüldüğü gibi her iki kesim de hukuk adına, yasalar adına, hukukun üstünlüğü adına vs. konuşuyor. Gerçekte ise iki tarafın da hukuktan anladığı nalıncı keseri gibi hep kendi tarafına yontukları guguktur! Ağustos 2009✓
gündem
B
Akbank’ın değeri Citi’yi geçti
ilindiği gibi ABD’nin en büyük mevduat bankalarından biri olan Citibank verdiği küçük kredilerle ve girdiği spekülasyonlarla dünyanın en hızlı büyüyen banklarından biri idi. Büyüme stratejisinin bir adımı olarak Citi Bank 2006 Ekiminde Akbank’a da resmen talip olmuştu. Pazarlıklar sonunda Citi Bank 3,1 milyar dolar karşılığı Akbank’ın % 20’lik hissesini satın almış, Akbank’ın en büyük ortaklarından biri durumuna gelmişti. Citibank Akbank’a talip olduğunda yani 17 Ekim 2006’da piyasa değeri 275 milyar dolardı. Citibank mali krizdeki banka çöküşlerinde en fazla değer yitiren bankalardan biri oldu. Piyasa değeri 2006’daki 275 Milyar dolardan, mali krizin patladığı Eylül 2008’de 255 Milyar dolara düşmüştü. Temmuz sonu 2009’da ise Citignoup’un piyasa değeri 17,5 Milyar dolardı. Bütün dünyada banka sistemini neredeyse çöküşe götüren kriz, 2001 krizinde bankacılık sistemi çöken, sonra alınan önlemlerle dünyanın en güçlü bankacılık sistemlerinden biri haline gelen ve tabii emperyalist dünyanın en büyük banka sistemleri ile karşılaştırıldığında rölatif küçük olan Türkiye’deki bankacılık sektörünü de vurdu. Fakat Türk bankalarının değer kaybı emperyalist ülkelerdeki bankaların değer kayıpları ile karşılaştırıldığında hem hacim, hem oran açısından oldukça düşük oldu. Bu durumda Türkiye’de bankacılık sektörü borsada yabancı spekülatörlerin en fazla alım yaptığı sektörlerin başında geldi. Öyle ki Akbank’ın piyasa değeri son 5 ayda dolar bazında yüzde 200 artarak 18 milyar 287 milyon dolara yükseldi. Böylece Akbank’ın piyasa değeri, yüzde 20 hissesini sattığı bir zamanların dünya finans devi Citigroup’u geride bıraktı. Krizde yabancı spekülatörlerin ilk tercihlerinin başında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) geldi, hisse bazında ise önceliği bankalar aldı. Krizden büyük yara alan dünya devi bankalarının hisselerine talep gelmeyince Türk bankalarının hisseleri hızla tırmanışa geçti. İşte böyle bir ortamda Akbank’ın hisseleri son 5 ayda yüzde 154 arttı. Hesaba bir de dolar kurunda yaşanan düşüş dahil edildiğinde Akbank’ın piyasa değerinde yüzde 200’e varan artış gerçekleşti. 18.3 milyar dolarlık piyasa değeri ile Akbank, İMKB’nin en değerli şirketi olma özelliğini sürdürürken piyasa değeri 15,5 milyar dolara çıkan Garanti Bankası da Citigroup’la arasındaki farkı iyice kapattı. Garanti Bankası ile bir dönem Türk bankacılık sektörünün toplamından daha değerli olan Citigroup ile Garanti Bankası arasındaki fark sadece yüzde
Bütün dünyada banka sistemini neredeyse çöküşe götüren kriz, 2001 krizinde bankacılık sistemi çöken, sonra alınan önlemlerle dünyanın en güçlü bankacılık sistemlerinden biri haline gelen ve tabii emperyalist dünyanın en büyük banka sistemleri ile karşılaştırıldığında rölatif küçük olan Türkiye’deki bankacılık sektörünü de vurdu. 11’e indi. Türkiye’de hisseleri borsada işlem gören 15 bankanın piyasa değeri 5 ayda üç kat arttı. Borsanın yükselişe geçmeye başladığı 5 Mart tarihinde 31 milyar dolar seviyesinde bulunan 15 bankanın toplam piyasa değeri dün 82 milyar 397 milyon dolara yükseldi. Söz konusu tarihler arasında piyasa değeri dolar bazında en hızlı artan banka yüzde 246 ile Vakıfbank oldu. Vakıfbank’ı yüzde 233’lük değer artışı ile Türk Ekonomi Bankası (TEB) izledi. 15 bankanın piyasa değeri İMKB’nin tarihi zirvesine çıktığı 15 Ekim 2007’de 121 milyar dolar seviyesindeydi. Ekim 2006’da Akbank’ın yüzde 20’si için 3.1 milyar dolar ödeyen Citi’nin elindeki Akbank hisselerinin değeri şu an 3.6 milyar dolar seviyesinde bulunuyor. Citi, 2007 yılında 18 milyar dolar, 2008 yılında ise 32 milyar dolar zarar yazarken Akbank, söz konusu yıllarda kâr açıklamaya devam etti. Akbank, 2007 yılında 2 milyar TL, 2008 yılında 1,8 milyar TL, bu yılın ilk yarısında ise 1,3 milyar TL net kâr rakamına ulaştı. İSO 500 araştırması bilgileri ile banka sektörünün bilgileri karşılaştırıldığında ortaya şu ilginç durum çıkıyor: 8 “sanayi devi”nin piyasa değeri, Garanti ve Akbank kadar etmiyor! İSO 500'te ilk 15'te yer alan ve hisse senetleri borsada işlem gören Tüpraş, Ford, Erdemir, Tofaş, Arçelik, Aygaz, Vestel ve Petkim'in toplam piyasa değeri Garanti Bankası ve Akbank'ın altında kaldı. Merkez Bankası'nın "düşük faiz taahhüdü", global piyasalardaki toparlanma, risk iştahındaki artış ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile anlaşma sağlanacağına ilişkin beklentiler, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nı (İMKB) 1.5 yılın zirvesine
taşıdı. Bu yılın 9 Mart'ında görülen en düşük endeks değerinin ardından, özellikle 1 Temmuz'dan bu yana hız kazanan yükseliş dalgasında bankacılık sektörü lokomotif rolünü üzerlendi. Borsada 9 Temmuz'dan bu yana yaşanan yüzde 90'lık çıkışla endeksteki 21 bin puanlık yükselişin yüzde 50'sine karşılık gelen 10 bin 500 puanlık kısmı Garanti Bankası ve Akbank'taki hareketten kaynaklandı. Banka hisselerindeki hızlı yükselişe ayak uyduramayan sanayi şirketlerinin piyasa değeri ise oldukça düşük kaldı. İstanbul Sanayi Odası'nın açıkladığı İSO-500 listesinde ilk 15 içerisinde yer alan ve hisse senetleri İMKB'de işlem gören 8 şirketin topŞİRKETLERİN PİYASA DEĞERİ (bin dolar) Şirket Değeri Akbank 18.048.813 Garanti 15.649.141 Turkcell 14.664.661 İş Bankası 11.158.765 Türk Telekom 10.767.758 Yapı Kredi 9.331.880 Sabancı Hol. 7.663.909 Halkbank 7.178.505 Finansbank 6.783.687 Enka 6.583.715 Koç Holding 5.944.149 Vakıfbank 5.366.787 Anadolu Efes 4.737.813 Erdemir 4.319.729 Tüpraş 3.406.947 BİM 3.061.530 Petrol Ofisi 2.645.279 Doğan Holding 2.210.979 Ford Otosan 1.895.254 Bankasya 1.735.147 Coca Cola 1.660.792
Arçelik TEB Fortis THY Şişecam Tofaş TAV Aksigorta Tefken Pektim Aygaz Vestel
1.616.906 1.188.213 1.155.739 1.543.378 1.135.571 1.134.887 1.087.832 1.066.931 1.037.123 1.035.858 803.992 394.465
lam piyasa değeri, Akbank ve Garanti Bankası'nın altında kaldı. İMKB'de piyasa değeri en yüksek ilk 5 şirket borsanın yüzde 40'ını, ilk 10 şirket yüzde 60'ını, ilk 100 şirket ise yüzde 88'ini oluşturuyor. Borsanın en değerli üçüncü şirketi 14 milyar 664 milyon dolarla Turkcell, dördüncü şirketi 11.1 milyar dolarla İş Bankası, beşinci şirketi ise 10.7 milyar dolarla Türk Telekom. İstanbul Sanayi Odası tarafından açıklanan Türkiye'nin en büyük 500 sanayi kuruluşu sıralamasında ilk 15'te yer alan şirketlerden 8'i İMKB'de işlem görüyor. Üretimden satışlarda Türkiye'nin lideri olan Tüpraş'ın piyasa değeri 3,4 milyar dolar, üçüncü sırada yer alan Ford Otosan'ın piyasa değeri 1 milyar 895 milyon dolar, dördüncü sırada yer alan Erdemir'in piyasa değeri ise 4,3 milyar dolar seviyesinde bulunuyor. Türkiye'nin en büyük üç sanayi şirketinin borsadaki toplam değeri Akbank'ın yarısı kadar ediyor! İSO-500 listesinde altıncı olan Tofaş 1,1 milyar dolar, yedinci olan Arçelik 1,6 milyar dolar, onuncu sırada yer alan Aygaz 803 milyon dolar, dördüncü sırada yer alan Vestel 394 milyon dolar, onbeşinci sırada bulunan Petkim ise 1 milyar dolarlık piyasa değerine sahip bulunuyor. İSO-500'de ilk 15'te yer alan ve hisseleri İMKB'de işlem gören 8 sanayi devinin toplam piyasa değeri ise 14 milyar 608 milyon dolar oldu. Türkiye'de 2008 yılı içerisinde en fazla üretim yapan 8 sanayi şirketinin piyasa değeri tek başına bir Turkcell, Garanti Bankası ve Akbank etmiyor. IMKB işlem gören en büyük şirketleri ve bunların piyasa değerlerini -Temmuz ayı sonu itibarıyla- gösteren listeyi aşağıya alıyoruz: Bu esasında sermayenin spekülasyon alanında yoğunlaştığının resmidir. En kısa zamanda en fazla kar sermayeyi kendiliğinden spekülasyon alanına çekiyor. Bunun sonucu düzenli olarak yeni spekülasyon balonlarının şişmesi ve patlaması, borsa krizleri oluyor. 10 Ağustos 2009✓
7
gündem
Nabucco anlaşması imzalandı T
Nabucco’nun Türkiye’nin işçi ve emekçileri açısından, gelecekteki enerji ihtiyacının karşılanması açısından bir yararı yoktur. Nabucco enerjide aslında terk edilmesi gereken, yenilenmeyen fosil kaynaklara dayanan, geçici bir süre daha enerji devlerinin karlarına kar katmaya yarayan bir projedir. Geçici olarak Türkiye’nin transit ülkesi olarak rolü artacaktır. Enerji Bakanı’nın gırgırla karışık yorumu “Gaz nakil hattı inşası iyidir. Anlaşmayı kutluyoruz da, gaz nerden alınacak?” şeklinde idi. Gaz temini konusu henüz açıklığa kavuşmamış olsa da, Nabucco antlaşmasının imzalanmış olması, hem AB’nin Rusya gazından relatif bağımsız hale gelme konusunda attığı somut bir adım olarak, hem de Türkiye’nin transit ülkesi olarak önemini arttıran, AB ile Türkiye’nin çıkar birliğini vurgulayan bir anlaşma olarak önemli. Hattın geçmesi öngörülen güzergâh dikkate alındığında, hesabın aynı zamanda İran üzerine de kurulu olduğu, İran’da rejim değişikliğinin orta ve uzun vadede bu projenin öngörülerinden biri olduğu da görülüyor. Proje aynı zamanda Irak- Türkiye (Güney Kürdistan/ Türkiye)’nin ortak çıkarlarını da arttıran bir proje. Nabucco’nun AB için önemini şu rakamlar açıkça gösteriyor: Avrupa’nın mevcut 500 milyar metreküp olan doğalgaz talebi 2020 yılında 700 milyar metreküpe çıkacak, 200 milyar metreküplük kendi üretimi de 100 milyar metreküpe inecek. Dolayısıyla şu anda 300 milyar metreküp olan olan ihtiyaç, 600 milyar metreküpe çıka-
cak. Yani Rusya’dan gaz almaya devam edilirken 300 milyar metreküp daha ek gaz alması gerekiyor. Burada en önemli noktalardan biri ülkelerin gazda bağımlılık dereceleri. Rusya gazına bağımlılık seviyesi Kuzey ve Doğu Avrupa’da yüzde 80-85’e kadar çıkarken, Orta ve Güney Avrupa’da yüzde 40-60 arasında. Gaz bağımlılığı, enerji bağımlılığı, doğal olarak siyasi bağımlılığı da belirleyen çok önemli bir unsur. Bir ülkeye bağımlılıkta ideal oran; en fazla yüzde 50
okuyun... okutun...
8
ürk egemen sınıf ları enerji naklinde köprü/geçiş ülkesi rolünü güçlendiriyor. Batı Avrupa’nın doğalgaz konusunda Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için projelendirilen, öncelikle Hazar ve Ortadoğu doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya aktarılmasını öngören Nabucco Boru Hattı Projesi’nde imzalar gecikmeli de olsa Ankara'da atıldı. 14 Temmuz’da imzalar atıldı, fakat proje hattan geçecek doğalgazın temininde yaşanan sıkıntılar nedeniyle sancılı başlıyor. İmza törenine, projenin en önemli kaynak ülkelerinden biri olarak kabul edilen Türkmenistan, davet edilmesine karşın katılmadı. Yine kaynak ülke olan Rusya da davetli olmasına rağmen, imza törenine temsilci göndermedi. Azerbaycan ise bilindiği gibi kısa süre önce Rusya ile Rusya’nın öncelikli alımını öngören bir anlaşma imzalamıştı. “Önceden planlanmış önemli bir yurtdışı ziyareti nedeniyle!” özür dileyerek katılmadı. Sonuç olarak Rusya ile yapılan anlaşma ertesi onun da verebileceği gaz miktarı önemli ölçüde Rusya tarafından belirlenecek durumda. İran ise -şimdilik tabii- ABD'nin çekincesi nedeniyle törene bile davet edilmemişti. Başbakan Tayyip Erdoğan, Rusya, İran ve Türkmenistan gazını projede görmek istediklerini belirtirken, Katar da proje için sıvılaştırılmış doğalgaz alabileceklerini kaydetti. Irak Başbakanı Nuri El Maliki ise proje için yıllık 15 milyar metreküplük doğalgaz sağlayabileceklerini söyledi. Nabucco Hü k ü met ler a r a sı Anlaşması İmza Töreni ve Zirve To p l a nt ı s ı B a ş b a k a n Ta y y i p Erdoğan'ın ev sahipliğinde, Ankara Rixos Otel'de yapıldı. Anlaşmaya, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Av u st u r ya Ba şba k a n ı Wer ner Faymann, Bulgaristan Başbakanı S ergei St a n i she v, Mac a r i s t a n Ba şba k a n ı G ordon Bajna i ve Romanya Başbakanı Emil Boc imza attı. Anlaşmayı, AB adına da Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da imzaladı. Projeye finansman desteği vermeyi vadeden Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası Direktörü Riccardo Puliti, Avrupa Yatırım Bankası Direktörü Thomas Barret ve Nabucco Uluslararası Şirket i Yön lend irme Komitesi Başkanı Werner Auli de toplantıda hazır bulundular. Görüldüğü gibi anlaşmayı imzalayanlar arasında boru hattının geçmesi planlanan ülke temsilcileri var, finansörler var, fakat boru hattından akması planlanan gazı satacak, pompalayacak ülkeler yok. Şimdilik temini garanti altına alınmamış gazın geçeceği hattın inşası için yapılan bir anlaşma söz konusu olan. Rusya
olması. Başlangıçta Nabucco’ya mesafeli duran ABD gelinen yerde tam destek veriyor. ABD ileride TürkiyeYunanistan, İtalya’nın ortak projesi olan Poseidon ile Transatlantik Projesi (TAP)’nin de Nabucco kapsamına alınmasından yana tavır takınıyor. Rusya, ABD’nin siyaseti açısından dün olduğu gibi bugün de -AB’den çok daha tehlikeli- esas rakiplerden biri olarak görülüyor. Bu yüzden AB ülkelerinin enerjide Rusya’ya bağımlılığının azaltılması, ABD’nin de isteği. Bu noktada AB/ABD çıkarları uyuşuyor. Türkiye transit ülkesi olarak önemi artacağından ve transitten önemli mali gelir elde edeceğinden, Nabucco’nun temel savunucularından biri. Bütün bu nedenlerle bundan sonraki aşama da Nabucco’nun AB’nin gaz temini açısından temel hat olması öngörülüyor. 2015 yılına kadar hattın inşasının bitmesi, 2015’den itibaren gaz akımının başlaması öngörülüyor. Rusya Nabucco Projesini “hayali” bir proje olarak adlandırıyor, projeden vaz geçilmesini öneriyor. Kuşkusuz bunun temelinde hem tedarik, hem de öncelikli olarak taşımacılık tekelini elinde tutmak isteği yatıyor. 6 Ağustos’ta Putin’in Türkiye ziyaretinde büyük pazarlıklar yaşanacağı kesin. Fakat bu konuda Türkiye’nin projeden vaz geçmeyeceği kesindir. Nabucco’nun Türkiye’nin işçi ve emekçileri açısından, gelecekteki enerji ihtiyacının karşılanması açısından bir yararı yoktur. Nabucco enerjide aslında terk edilmesi gereken, yenilenmeyen fosil kaynaklara dayanan, geçici bir süre daha enerji devlerinin karlarına kar katmaya yarayan bir projedir. Geçici olarak Türkiye’nin transit ülkesi olarak rolü artacaktır. Bunun Türkiye’nin tekelci işbirlikçi burjuvazisine kuşkusuz yararı olacaktır. Projenin çıkış noktası en kısa sürede maksimum kardır. 21 Temmuz 2009 ✓
gündem
Putin’in Türkiye ziyareti üzerine R usya’nın andaki gerçek yöneticisi Vladimir Putin 6. Ağustos’ta bir günlüğüne Türkiye’ye geldi. İtalya başbakanı Berlusconi’nin de katıldığı imza töreninde Türkiye/Rusya arasında önceden sıkı pazarlıklarla hazırlanmış, ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel alanlarda ilişkilerin geliştirilmesine yönelik 20 anlaşmaya imza atıldı. Putin ve Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlık Yeni Bina'sında düzenlenen törende "gaz alanında işbirliği" ve "petrol alanında işbirliği" protokollerini imzaladı. Erdoğan ve Putin düzenledikleri ortak basın toplantısında yaptıkları açıklamalarda, 2011 yılında sona erecek olan Türkiye'nin Rusya'dan doğalgaz satın almasına yönelik anlaşmanın süresinin uzatılması, Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı'nın Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail'i de kapsayacak şekilde güneye uzatılması ve Güney Akım Doğalgaz Boru Hattı'nın Türkiye'den geçmesi konusunda anlaşma sağlandığını, nükleer enerji konusunda enerji birim fiyatları ve inşaat maliyetleri konusunda görüşmelerin sürdüğünü dile getirdiler. Erdoğan "Rusya ile karşılıklı anlayış, güven ve ortak çıkarlar temelinde günden güne gelişen ilişkilerimizin daha da güçlendirilmesi, dış politikamızın öncelikli hedefleri arasındadır" dedi. Rusya ve Türkiye arasındaki ticaret hacminin 2008'de 40 milyar dolara ulaştığını, Türk Müteahhitlerinin Rusya’da gerçekleştirdiği 1152 projenin 30 milyar dolara eşdeğer büyüklükte olduğunu ifade eden Erdoğan, Rusya'nın Türkiye'nin birinci, Türkiye'nin de Rusya'nın beşinci büyük ticaret ortağı olduğunu vurguladı. Temasları sırasında ikili ticari ilişkilerde, mevcut birtakım teknik mahiyetteki sorunları liderler olarak çözdüklerini ifade eden Erdoğan, "Bunları ele alma fırsatı, aslında bir güvene dayalıdır. Bu güven, bunların çözümünü de kolaylaştırmaktadır" diye konuştu. Gelişen ilişkiler doğrultusunda, iki ülke liderlerinin eşbaşkanlığında yetkililerin her yıl toplanması için karar alındığını söyleyen Erdoğan, bu doğrultuda ilk toplantının Mart ayında Rusya'da yapılacağını da kaydetti. Erdoğan kendisinin talebi üzerine Türkiye'de Türk-Rus koleji ve Türk-Rus Üniversitesi'nin açılması konusunda da çalışma yapılacağını söyledi. Enerji konusunun, iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin en önemli ve en somut bileşenlerinden birini teşkil ettiğini vurgulayan Erdoğan, "Bu bağlamda, gerek gaz, gerek petrol, gerekse nükleer enerji olmak üzere 3 ayrı başlık altında çalışmalarımızı planladık.
Ziyaret bilindiği gibi Nabucco projesi konusunda imzaların atılmasının hemen ardına rastladı. Nabucco Rusya tarafından haklı olarak Avrupa’nın ve Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmayı öngören bir proje olarak değerlendiriliyor ve olumlu karşılanmıyordu. Üç ayrı başlık altında iki ülke arasında işbirliğini geliştirmeye yönelik protokolleri imzaladık. İm z a lad ığ ı m ı z ga z protokolü, Rusya'dan doğalgaz alımımıza imkan sağlayan ve süresi 2011 yılında son bulacak olan doğalgaz alım sözleşmesinin süresinin uzatılmasını öngörmektedir. Aynı protokol çerçevesinde Güney Akım Boru Hattı'nın Karadeniz'de, ülkemiz münhasır ekonomik bölgesinde geçmesi için gerekli araştırma çalışmalarını yapılmasına yönelik olarak, Rusya tarafınca talep edilen izin de Rusya ile dostluk ve işbirliğine dayalı ilişkilerimizin ruhuna uygun şekilde Türkiye tarafından verilmiştir. Ayrıca enerji alanında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ile Rus karşıtı RUSATOM arasında, ilki nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımı; ikincisi nükleer kazaların erken bildirimi ve nükleer tesisler hakkında olmak üzere iki anlaşma daha imzalanmıştır" dedi. Erdoğan, Samsun-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi'ne Rusya'nın katılımını çok önemsediğini belirterek, bugün bu anlaşmanın da yapılmasının kendisini ayrıca mutlu ettiğini söyledi. TÜBİTAK ile ROSCOSMOS arasında da protokol imzalandığını ifade eden Erdoğan, hükümetler arası 12 protokolün yanı sıra TÜPRAŞ, TETAŞ, TPAO, AKSA ENERJİ A.Ş, Postolgun Dış Ticaret, Çalık Holding gibi şirketlerin Rus ortaklarıyla 8 belge imzaladıklarını, böylece 20 belgeye imza konulduğunu kaydetti. Rusya Başbakanı Vladimir Putin ise, imzalanan anlaşmalarla iki ülkenin altyapı projelerini başarıyla genişletme kararlığını gösterdiğini söyledi. Putin gümrük sorunun çözülmesi için biri karadan biri denizden 2 yeşil koridorun açılacağını da ifade etti. Güney Akım'ın Türkiye'den geçmesiyle Türkiye'nin bir enerji merkezi olarak öneminin artacağını belirten Putin, Türk tüketicilerin kış aylarında mağdur olmaması amacıyla Türkiye'de büyük doğalgaz depolarının inşa edilmesi için anlaşma sağlandığını da dile getirdi. Putin gazetecilerin bir sorusu üzerine Güney Akım'ın yapılacak olmasının Nabucco'yu kapatmayacağını petrol ve doğalgazda farklı hatlara yetecek kadar kaynak bulunduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan da Avrupa'nın gelecekte enerji ihtiyacının daha da artacağını Güney Akım ve Nabucco'yu
rakip olarak görmek yerine çeşitlilik olarak ifade etmek gerektiğini söyledi. Hükümetler arası imzalanan 12 anlaşmanın başlıkları şöyle: -Doğa lga z a la n ı nda işbi rl iğ i protokolü -Petrol alanında işbirliği protokolü -Nükleer güç mühendisliği alanında işbirliği protokolü -Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Fe der a s yonu 9. D önem K E K Toplantısı Protokolü, -Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti arasında Nükleer Enerjinin Barışçıl Amaçlarla Kullanımına İlişk in İşbirliği Anlaşması, -Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti arasında Nükleer Kazaların Erken Bi ld i r i mi ve Nü k leer Tesisler Hakkında Bilgi Değişimi Anlaşması, -Tü rk iye Cu m hu r iyet i Tü rk Standartları Enstitüsü ile Rusya Fe d e r a s y onu Fe d e r a l Te k n i k Regülasyon ve Metroloji Servisi A r a sı nd a St a nd a rd i z a s yon ve Uyg un lu k Değerlendirmesi A lanlarında İşbirliğine İlişk in Memorandum, -Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ile Rusya Federal Uzay Ajansı (ROSCOSMOS) A r a sı nd a D ı ş Uzayın Keşfi ve Barışçı Amaçlarla Kullanımı Alanında İşbirliğine İlişkin Mutabakat Zaptı, -Eğitim, Bilim, Kültür, Gençlik ve Spor Alanlarında İşbirliği Programı (Kültürel Değişim Programı-KDP) -Türk iye Cumhuriyeti Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Rusya Federasyonu Federal Bitki Karantina ve Veterinerlik Servisi Arasında İthal ve İhraç Edilen Su Ürünlerinin Gıda Güvenliği Konusunda İşbirliğine İlişkin Memorandum, -Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Müsteşarlığı ile Rusya Federasyonu Federal Gümrük Servisi Arasında Gümrü k İşlem lerine İlişk in Mutabakat Zaptı, -Türkiye Sermaye Piyasası Kurulu ile Rusya Federal Finansal Piyasalar Otoritesi Arasında Bilgi Alışverişi Hakkında Mutabakat. Yapılan bu anlaşmalar içinde en önemlileri kuşkusuz, Mavi Akım’dan geçen Rus doğal gazının kapasitesini artıracak olan Mavi Akım-2 boru hattı ve Rus petrolünü Samsun’dan Ceyhan’a taşıyacak olan boru hattı
projesi yanında “Nükleer Enerjinin Barışçıl Amaçlarla Kullanımına İlişkin İşbirliği Anlaşması”. Bu işbirliği anlaşması aslında bugünkü Türk hükümetinin a) Atom santralleri kurma konusunda kararlılığının b) bu bağlamda Rusya ile işbirliğine yönelebileceğinin ilanı. Tabii henüz sonuçlanmış bir şey yok. Henüz bu anlaşma bir yönü ile pazarlıkta batıya karşı da kullanılabilecek bir opsiyon. Yine de gelişme, Türkiye’nin Rus gazı ve petrolünün de batıya akıtılmasında kullanılacak ana transit hatlarından biri olması karşılığında, atom teknolojisinde Rusya’yı tercih edebileceğini göstermesi bakımından çok ciddi, ve ABD ve batının hiç hoşlanmayacağı bir gelişme. Ziyaret bilindiği gibi Nabucco projesi konusunda imzaların atılmasının hemen ardına rastladı. Nabucco Rusya tarafından ha k lı olara k Avrupa’nın ve Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmayı öngören bir proje olarak değerlendiriliyor ve olumlu karşılanmıyordu. Ankara ise Moskova’yı “DoğuBatı Koridoru”nun ana projesi olan Nabucco’ya katılmaya davet ediyordu. Bu çelişme, görünürde basın toplantısında her iki tarafın da Nabucco ve Mavi Akım projelerinin birbirinin rakibi olarak görmediklerini açıklamayla –görünürde- çözüldü. Görünürde diyoruz, çünkü Rusya Avrupa’da enerji tedarikçiliğinde tekel konumunu sürdürmeye kararlı. Bu bağlamda Türkiye’ye Rusya’nın önerisi tekel durumuna çomak sokmama karşılığında Rusya’nın denetiminde bir gaz/petrol akımında transit ülke olarak pay almak. Rusya’nın enerji konusunda tekel konumundan vaz geçmediğinin ve vaz geçmeyeceğinin en açık ifadesi, Putin’in Türkiye ziyaretinin hemen ardından geldi. Rusya Başbakanı, anlaşmadan hemen sonra, Rusya’nın enerji tekeli kurmasını engelleyen “Uluslararası Enerji Şartı Anlaşması”nı onaylamayacağını açıkladı. Rusya ve eski Sovyet topraklarında enerji alanında dünya şirketlerine serbest yatırım ve rekabet öngören, Rus boru hatları tekelini kıran ve 51 ülkenin imzası bulunan anlaşmayı Rusya 1994 yılında kabul etmiş ama onaylamamıştı. Putin, Ankara’dan dönüşte sürece son noktayı koydu. Bunun bir tek anlamı vardır: Rusya, eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki enerji kaynakları üzerinde kontrolünü kimseyle paylaşmak istemiyor. Gelişmeler uluslar arası alanda enerji alanındaki satrançta Türkiye’nin - en önemli transit ülkelerinden biri olarak- önemli bir figür olmaya doğru geliştiğini gösteriyor. 10 Ağustos 2009 ✓
9
gündem
Obama’nın “barışçı” cilasının dökülmesi T uzun sürmedi
B
10
irçok liberal ve reformist solcu Obama’ya büyük umutlar bağlamıştı. Obama’nın temel seçim sloganı bilindiği gibi “change” (değişim) idi. Ve Obama “evet biz bunu yapabiliriz”e inandırmıştı insanları. Ona inanan yalnızca ABD’deki seçmen çoğunluğu değil, belki ondan da çok bütün dünyada Bush yönetiminin saldırgan savaşçı siyasetinden yaka silkmiş olan ezilen ülke halkları idi. Bu ülkelerde de kamuoyunu oluşturan liberal, reformist aydınlar ezilen sömürülen kitlelerin Obama’ya büyük umutlar bağlamasını becermişlerdi. Dış politikada Obama’nın yarattığı ve Obama hakkında yaratılan genel beklenti, onun barışçı bir dış politika izleyeceği yönünde idi. Her ne kadar bütün dünyada komünistler Obama’nın da Bush gibi ABD emperyalizminin çıkarlarını savunma görevine sahip bir siyasetçi olduğunu, ondan özde değişik bir siyaset beklemenin yanlış olduğunu anlattılarsa da, onların sesi genelde Obamanya manyaklığı içinde fazla duyulmadı. Pratik en iyi öğretmendir. Şimdi gerimizde 6 aya yakın bir Obama yönetimi dönemi var. Ve bu dönem içinde bu yönetimin izlediği somut siyaset var. Şimdi herkes sözlere değil, yapılanlara bakıp bir değerlendirme yapabilecek durumda. Bu altı aylık pratiğin gösterdiği ne? Bush yönetimi ile Obama yönetimi arasında söylem dışında bir değişiklik yok. Bu ABD dışındaki ülkeler açısından kendini en açık bir biçimde izlenen savaş siyasetinde gösteriyor. Obama yönetimi, Bush döneminde kararlaştırılan Irak’tan belli bir süre içinde geri çekilme siyasetini sürdürürken, Irak’tan geri çektiğinden fazlasını Afganistan’a yığarak ve or-
dunun aktif mevcudunu arttırarak, Afganistan’daki savaşı kızıştırırken, dünyanın diğer bir dizi alanında saldırı tehditlerini arttırıyor. Obama Kuzey Kore ve İran’ı doğrudan tehdit ederken, Bush’tan geri kalmıyor. Güney Amerika’da Kolumbiya’ya askeri yığınak yapılıyor. Temmuz ayında orduya 22 bin ek asker alınmasının kararlaştırıldığı ilan edildi. ABD Savunma Bakanı Robert Gates, Pentagon’da yaptığı açıklamada 22 bin ek asker alımının Afganistan ve Irak’taki işgal nedeniyle gerekli hale geldiğini açıkladı. Gates, önümüzdeki üç yıl içinde Kara Kuvvetleri mevcudunun 569 bin’e çıkarılacağını söyledi. Gates bunun, görev bölgesindeki komutanların taleplerinin karşılanması ve yurtdışında görevlendirilen askerlerle ailelerinin rahatlatılması açısından gerekli olduğunu belirtti. ABD Savunma Bakanı Gates, Irak ve Afganistan’da yaralanıp da yeniden sevki artık mümkün olmayan asker sayısının arttığına da işaret etti. Amerikan ordusu görev süresi dolan askerleri, istekleri dışında görevde tutmakla eleştiriliyordu. Artan kamuoyu baskısını hafifletmek isteyen Pentagon son dönemde savaş bölgesine gönderilecek asker sıkıntısı çekiyordu. Ek asker alınımının mevcut askerlerin savaş bölgelerine bir kereden fazla gönderilmesini de hafifletecek. Ordunun asker mevcudunun arttırılması yeni operasyonlara hazırlığın da ifadesidir. Barış güvercinleri ile seçilen Obama, lafta değil pratikte Bush kadar savaşçıdır. Zaten başkasını beklemek de safdillikti, safdilliktir. Önümüzdeki dönemin pratiği bunu halklara daha iyi öğretecektir. 25 Temmuz 2009 ✓
Çoğalıyoruz
ürkiye’nin Avrupa’da rekoru elinde tuttuğu bir konu var. Kişi başına düşen milli gelir, teknolojik buluşlar vb. değil bu konu. Türkiye'nin Avrupa'da rakipsiz olduğu konu doğan sayısından ölenlerin çıkarılmasıyla bulunan doğal nüfus artışı konusu. Doğal nüfus artışında 2008 yılında 70 milyonluk Türkiye, 500 milyonluk AB'yi geçti. AB istatistik kurumu Eurostat'ın verilerine göre, 2007 sonunda 70 milyon 586 bin olan Türkiye nüfusu, 2008 yılı sonunda 931 bin artarak 71 milyon 517 bine ulaştı. Türkiye'de geçen yıl 1 milyon 272 bin bebek doğarken, 454 bin kişi öldü. Böylece geçen yıl doğal nüfus artışı 818 bin olan Türkiye, 113 bin de net göç alarak bir yıl içinde 1 milyona yakın bir nüfus artışı yakaladı. Eurostat, 27 üyeli AB'de ise 2007 sonunda 497 milyon 660 bin olan nüfusun 2 milyon 135 bin artışla 2009 başında 499 milyon 795 bine yükseldiğini duyurdu. Böylece 500 milyon sınırına dayanan AB'nin nüfus artışında alınan 1 milyon 549 bin net göç en büyük faktör olurken doğal nüfus artışı, 5 milyon 421 bin doğum ve 4 milyon 835 bin ölümle birlikte 586 bin düzeyinde seyretti.
2009 itibarıyla nüfus 64 milyon 351 bin oldu. İngiltere'de 2008 yılında 794 bin doğum ve 580 bin ölümle doğal nüfus artışı 214 bin olurken, 226 bin de net göç alındı. Böylece 441 bin artan İngiltere nüfusu, geçen yıl sonunda 61 milyon 635 bine çıktı. Birkaç yıl öncesine kadar Fransa ve İngiltere'yle eşit nüfusa sahipken doğurganlık oranındaki hızlı düşüşle geride kalan İtalya'da, geçen yıl 576 bin doğuma karşılık 580 bin ölüm kaydedildi. Böylece nüfusu 4 bin kişi azalan İtalya, 438 bin net göç alarak nüfusunu artırabildi. Ülkede 2009 başında nüfus 60 milyon 53 bine yükseldi. AB'de geçen yıl sonunda İspanya'nın nüfusu 545 bin artışla 45 milyon 828 bine ve Polonya'nın nüfusu 20 bin artışla 38 milyon 136 bine ulaştı. Eurostat'a göre, 2008 sonu itibarıyla diğer AB üyelerinin nüfusları ve son 1 yıldaki değişim şöyle: Romanya: 21 milyon 499 bin (30 bin düşüş), Hollanda: 16 milyon 405 bin (81 bin artış), Yunanistan: 11 milyon 214 bin (44 bin artış), Belçika: 10 milyon 755 bin (88 bin artış), Portekiz: 10 milyon 627 bin (10 bin artış), Çek Cumhuriyeti: 10 milyon 468 bin (86 bin artış), Macaristan: 10 milyon 31
Geçen yıl 27 üyeli AB'de, Almanya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Litvanya, Letonya ve Estonya olmak üzere 7 ülkenin nüfusu geriledi. A B 'n i n en k a laba l ı k ü l ke si Almanya'da, geçen yıl 675 bin doğuma karşın 844 bin ölüm oldu. Bu dönemde sadece bin net göç alan Almanya'da nüfus 168 bin gerileyerek, 82 milyon 50 bine indi. Geçen yıl AB'de en fazla doğum 835 bin bebeğin dünyaya geldiği Fransa'da meydana geldi. Bir yıl içinde 544 bin kişinin öldüğü ülkede 291 bin doğal nüfus artışı sağlanırken, alınan 77 bin net göçle birlikte toplam nüfus artışı 368 bine ulaştı. AB'nin en kalabalık ikinci ülkesi Fransa'da 1 Ocak
bin (14 bin düşüş), İsveç: 9 milyon 256 bin (73 bin artış) , Avusturya: 8 milyon 455 bin (37 bin artış), Bulgaristan: 7 milyon 607 bin (34 bin düşüş), Danimarka: 5 milyon 511 bin (39 bin artış), Slovakya: 5 milyon 412 bin (11 bin artış), Finlandiya: 5 milyon 326 bin (26 bin artış), İrlanda: 4 milyon 466 bin (64 bin artış), Litvanya: 3 milyon 350 bin (16 bin düşüş), Letonya: 2 milyon 261 bin (10 bin düşüş), Slovenya: 2 milyon 32 bin (22 bin artış), Estonya: 1 milyon 340 bin (bin düşüş), Kıbrıs Cumhuriyeti: 794 bin (5 bin artış), Lüksemburg: 494 bin (10 bin artış) ve Malta: 414 bin (3 bin artış). 9 Ağustos 2009 ✓
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Asilçelik Grevi'nde Açlık Grevi 6 aydır devam eden Asilçelik Grevinde patronu zorlamak ve kamuoyu oluşturmak amacıyla Genel Başkan Adnan Serdaroğlu diğer yöneticilerin de desteğiyle 19 Ağustos 2009 tarihinde açlık grevine çıktı. YDİ Çağrı olarak İstanbul'dan hareket ederek işçilerin grevinin 205. ve açlık grevinin 3. gününde işçileri grev yerinde ziyaret ettik.
Aşağıda Açlık Grevinde bulunan ve hareketli geçen son günlerde yaptığı konuşmalar nedeniyle kısık sesiyle konuşmakta zorlanan Birleşik Metal İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ile yaptığımız söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. Adnan Serdaroğlu bizimle yaptığı söyleşide Asilçelik fabrikasının özelleştirme süreci, grevin başlangıcı,
Birleşik Metal İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ile grevin 205. gününde grev süreci hakkında yaptığımız söyleşi: YDİ ÇAĞRI: 205 gündür devam eden grevinizi üç gündür başlatmış olduğunuz açlık grevi eylemiyle devam ettiriyorsunuz. Greve başlamış olduğunuz süreçte okurlarımızı greviniz hakkında bir makale ile bilgilendirmiş olsak ta, derli toplu olması açısından süreci baştan alarak değerlendirir misiniz, greve nasıl başladınız, bugüne kadar neler yaşandı, andaki durum ne ve önümüzdeki süreç için neler düşünüyorsunuz? Adnan Serdaroğlu: Asilçelik Fabrikası Türkiye’nin sanayisi açısından çok önemli bir fabrika. Geçmişten beri üzerinde titizlikle durulan, hem üretim açısından, hem yönetim açısından, hem de sendikası açısından bölgenin en önemli işletmelerinden birisi konumunda. Bu fabrikanın üzerinde bir talihsizlik var, bir uğursuzluk var. Bu fabrika kablo fabrikası olarak faaliyet gösterdi, daha sonra Koç Grubu aldı, yürütemedi, tekrar devlete devir etti ve daha sonra tekrar özelleştirme furyası içerisinde, iki tane sermaye grubuna beş kuruş peşin para vermeden, işletmeyle borcunu ödeyecek bir şekilde özelleştirilmesi yapıldı. 2000 yılında özelleştirilen fabrika, 2000’den bu yana toplusözleşmelerde hep aynı problemi çıkarttı: Yani hep sıfır zam dayatması, hep daha fazla yatırım, daha fazla sömürü ortamının devam ettirilmesi açısından hep bir baskı uyguladı işçilere. Biz bir dönem fabrikada işçi arkadaşlarımızla özelleştirmeden sonra bir özveride bulunduk, yani elimizden gelen tüm gayreti sarfederek fabrikanın daha iyi yatırım yapmasına
patronun oyunları ve yeterli bulmadıkları destek konusunda önemli açıklamalarda bulundu. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak devlet kapitalizmi anlamına gelen kamu mülkiyetini özel mülkiyete karşı çözüm olarak savunan anlayışı yanlış buluyoruz. Bizim bu konudaki temel yaklaşımımız "Ne devlet kapitalizmi, ne özel kapitalizm, kahrolsun
Fabrika önünde grevini sürdüren Asilçelik işçileri
Adnan Serdaroğlu katkı sunmak açısından ilk altı ayda hiç zam almadan çalıştık. Ancak özelleştirmeden sonra yapılan ikinci sözleşmede işveren yine aynı tavrını devam ettirmeye çalıştı. Bizler de bunu protesto etmek açısından ikinci sözleşmede greve çıktık. 15 günlük bir grev yaşandı ve grup sözleşmesinin üzerinde bir zam alarak grevi sonuçlandırdık. Ancak işverenin buradaki mantalitesi düşük ücret, çok sömürü ve sürekli yatırım olduğu için daha sonraki sözleşmelerde bizimle aynı kavgayı gösterdi. Ancak orda işçi arkadaşlarımızın kararlı tutumu sonrasında yine grup sözleşmeleri üzerinde bir zammı burada hayata geçirdik. Son süreçte, hem krizle birlikte ortaya çıkan olumsuzluklar, hem Parsan grubunda ücretlerin düşürülmesi işverenleri cesaretlendirdi ve krizle birlikte elleri biraz daha güçlenerek işçileri zorla ücretsiz izinlere çıkartmaya başladılar. Biz tabi karşı çıktık. Yani zorla biz hiçbir şekilde ücretsiz izinleri kabul etmiyoruz dedik. Defalarca eylem yaptık, protesto yürüyüşleri yaptık, Bakanlığa müracaat ettik, bölge kurumlarına müracaat ettik. Sonuçta arkadaşlarımızın kısa dönemli çalışma döneminden yararlanma koşullarını ya-
rattık. Ve Türkiye’de Birleşik Metal İş Sendikasının çabasıyla kısa dönemli çalışma ödenekleri hayata geçirildi. Defalarca Bakanlıkla görüşmemiz, mektup yazmamız üzerine sıkıntılarımız üzerine konuşuldu, Bakanlık, hükümet krizin olduğunu kabul edip bu yasanın işler hale gelmesini sağladı. Burada ilk olarak Asilçelik işçisi kısa dönemli çalışma döneminden yararlandı. Ancak işverenin tavrı sadece ücret üzerinden değil grevi de zorlayan bir anlayışla ortaya çıkmaya başladı. İşte işçilere sıfır zamdan daha fazlasını veremem çünkü ben Parsan’da ücretleri %20 düşürmüşüm, %20, %35 ücretleri düşürmüşüm, burada da ekstradan bir zam veremem gibi yaklaşımlarla işçileri zorla bir greve sürüklemeye çalıştı. Tabi biz şirketin konumunu, durumunu biliyoruz. Fabrika ilk yüz içerisine girmiş bir fabrika, alındığından bugüne kadar karı sürekli artan bir fabrika, yatırımları sürekli artan bir fabrika. Ve bu fabrikada işçi ücretleri metal grubundaki işçi ücretlerinden daha düşük durumda, yani yeni bir sıfır zam bu işçi ücretlerini daha da aşağıya çekecekti. Biz kabul etmedik, şartlar ne olursa olsun, krizin bedelini artık biz üstlenmeyeceğiz dedik.
sermaye düzeni!" sloganında ifade ediliyor. Bu yaklaşımımızla beraber işçilerin patronlara karşı yürüttükleri haklı mücadelelerini kendi mücadelemiz olarak görüyor ve tüm okurlarımızı ve dostlarımızı işçileri her türlü imkanlarla desteklemeye çağırıyoruz. İşçilerin birliği ve örgütlülüğü sermayeyi yenecektir! Bütün arkadaşlarımızın aldığı karar doğrultusunda 500 üyemizle greve çıktık. İşveren de lokavt ilan etti. Zaten biz grevi ilan edince onlar da bir hafta içinde lokavtı ilan etmek zorundaydılar aksi taktirde o hakları kaybolurdu. 200’e yakın kapsam dışı da şu anda grevi sürdürüyorlar yani grevimize destek veriyorlar. İşveren memurlara da para vermemek için lokavtı özellikle ilan etti. Ama içeride müteahhit işçilerin durumunu devam ettirdi. Fabrikayı grev sonrası üretime hazırda tutmaya çalıştı. İşveren zannetti ki işçiler uzun süre grevde kalırsa pes ederler, gelirler teslim olurlar. Sendikalarını örgütlülüklerini dağıtırlar diye düşündü. Ancak işçi arkadaşlarımız 7 aydır her türlü zorluğa karşı direnişlerini ilk günden hiçbir şekilde bir şey kaybettirmeden devam ettiriyorlar, bundan sonraki süreçte de devam ettirecekler. Yani insanlar artık grev sürecinde ortaya çıkan gelişmeleri kanıksadılar ve zorluklara alıştılar. Ancak burada hem işverenin fabrikayı karıştırmak için ortaya koyduğu birtakım dedikoduları yaygınlaştırdığı, hem de taşeron sarı sendika Türk Metal’in işyerindeki işçilerin kafasını bulandırıp işverenle işbirliği içerisine giren bir çabası görülüyor, ancak bunları da işçi arkadaşlarımız çok dikkate almıyorlar, püskürtüyorlar tabi böyle şeyleri. YDİ ÇAĞRI: Bunu biraz daha açar mısınız. Yani Türk Metal Sendikası gelip buradaki işçileri örgütlemeye mi çalışıyor? Adnan Serdaroğlu: Örgütleme değil de işverenin verdiği talimat doğrultusunda işçi arkadaşlarımızın moralini bozarak, sendikasına karşı bir kırgınlık yaratmaya çalışarak, kendisi bu grevi üstlenmiş olsa daha iyi şartlar sunacağını taahhüt ederek arkadaşlarımızı bir moral bozukluğu içine sokmaya çalışıyorlar. Ama biz biliyoruz ki Türk Metal bir işçi sendikası değil, bir işveren taşeron örgütüdür, o açıdan hiçbir işçiye 5 kuruş para vermemiş, hep paraları kendi
EK:1
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
yöneticilerine aktarmış bir sendika olduğunu artık herkes biliyor, o nedenle artık çok etkili olmuyor bu. Basın aracılığıyla falan da yaygınlaştırmaya çalışıyorlar ama tabi taraftar bulamıyor, işçi davasına, sendikasına, örgütlülüğüne sahip çıkıyor. Bizler bugüne kadar sendikamızın mali güçleri çerçevesinde arkadaşlarımıza aylık 200 TL vermeye çalışıyoruz, bu zamana kadar adam başı 1.250 TL civarında bir para yardımı yaptık, erzak yardımı yapıyoruz, toplamda 600-700 bin TL bir mali destek sunduk arkadaşlarımıza. Şimdiye kadar hiçbir sendika bu kadar yüksek meblağda işçisine bir mali destek yardımı yapmamıştır. Biz daha güçlü olsak, daha fazla birikimimiz olsa bunların daha fazlasını elbette işçilere dağıtırız. Gücümüzün olduğu kadar -bu grevin ne zaman biteceğini bilmediğimiz için- bir planlama yaparak gücümüzü eşit oranda dağıtmaya çalışıyoruz. İşveren son süreçte artık yavaş yavaş fabrikayı çalıştırma gibi bir düşünce içerisinde. O açıdan arkadaşlarımız da bunları görüyor ve artık işvereni kamuoyunda sıkıştıracak bir yeni strateji belirlemeye çalışıyor. Biz de arkadaşlarımızı 3 gün önce topladık, bu fabrikada işverenin artık teslim olma, pes etme sürecine girdiğini, eylemliliklerimizin dozajının biraz yükseltilmesi gerektiğini söyledik. Ve arkadaşlarımıza şunu söyledim: Ben burada açlık grevi başlatıyorum sendikanın genel başkanı olarak, süresiz açlık grevi. Genel Sekreter de buna eşlik ediyor, şube başkanımız ve temsilcilerimiz de buna eşlik ediyor. Siz de eğer bizim bu kararımıza onay veriyorsanız, namus sözü veriyorsanız biz bu grevlerimizi başlatıyoruz dedim. Hepsi onay verdi, açlık grevini başlattık, üçüncü gündür açlık grevini
sürdürüyoruz, grevimiz ise 205. gününde. Bundan sonraki süreçte hem açlık grevi, hem normal grevimiz, hem de kamuoyu oluşturacak diğer etkinliklerimiz var. Bu grevi taçlandırmaya, işvereni kamuoyunda sıkıştırıp haksızlığını kamuoyuyla paylaşarak artık grevin bitirilmesi doğrultusunda bir sonuç ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. Bizim sloganımız şu; bu işveren fabrikayı yürütemiyor, fabrika kamulaştırılsın. Bu fabrika özelleştirmeden bir karlılık sağlayamadı, işverenlerin dışında ne bölgeye ne işçilere hiçbir faydası olmadı özelleştirmenin. Biz bu fabrikanın tekrar kamulaştırılmasını istiyoruz. İşveren bu fabrikayı çürümeye terk etti, bölgeyi, yani fabrikadan geçinen esnafıydı, işçisiydi, çiftçisiydi, bu insanları burada perişan ettiler. Bu açıdan özelleştirmenin tekrar Yüksek İdare Kurulu tarafından iptal edilip fabrikanın kamulaştırılmasını talep ediyoruz. Dün DİSK konfederasyon başkanları da buradaydı. Açıklamamızı geniş bir şekilde yaptık ve bundan sonraki süreçte de bu talebimizin hayata geçirilmesi için direnişimizi yeni eylemlilikler hayata geçirerek devam ettireceğiz. YDİ ÇAĞRI: İşçinin gelinen yerde kararlılığı ve morali ne durumda? Adnan Serdaroğlu: Şimdi tabi 7 ay grevi süren, bir iki ay da ücretsiz izine çıkan bir işçinin çok iyi morali var demek zordur. Herkese borçlanan, bakkalına borçlanan, çocuğuna harçlık veremeyecek duruma gelen, bizim verdiğimiz parayla sadece Pazar yapabilen bir işçiden çok büyük moral beklemek doğru değil. Ancak kararlı, yani biz işverene teslim olmayacağız, biz örgütlülüğümüzü dağıttırmayacağız, biz nasıl burada halaylarla greve çıkmışsak, örgütlülüğümüzle, sendikamızla, halay-
İÇİNDEKİLER
Asilçelik Grevi'nde Açlık Grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Asilçelik işçileriyle yaptığımız söyleşiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Türk-İş bunu hep yapıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Sinter Metal işçilerinin direnişi 195. gününde. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Sinter işçileriyle uluslararası dayanışma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Sanayi’de “500 Büyük” listesi yayınlandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 ETİ GIDA’da grev!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 ETİ GIDA'da grev sona erdi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 TİSK: “İşsizlik yüzde 55 arttı” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Belediye işçileri direnişte. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Belediye işçilerinden basın açıklaması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Pazarcılar direniyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
larımızla geri işbaşı yapacağız ve işverenin sıfır zam dayatmasını da kabul etmeyeceğiz gibi bir yaklaşım içerisinde. Ha şudur bizimki, biz birinci yılı aşarız, birinci yılı geçirirsek, ikinci yılda eğer bizim birinci yıldaki kaybımızı telafi edecek bir öneri getirirlerse onu da oturup değerlendirmeye alırız, yeter ki biz kaybımızı telafi edecek bir yaklaşım görelim. Dolayısıyla şu anda arkadaşlarımızın beklentileri, umutları devam ediyor, zorlukları da devam ediyor, ancak hiçbir zaman boyun eğip teslim olan bir görüntü ve anlayış içerisinde değiller. YDİ ÇAĞRI: Gerek sendikalardan, gerekse demokratik kitle kuruluşlarından aldığınız desteği yeterli görüyor musunuz? Adnan Serdaroğlu: Yeterlilik derecesi nedir onu bilemiyorum ama eğer buradaki insanların, 500 tane insanın hem haklarını kamuoyuna duyurmak, hem de bir takım imkanlarının sağlanmasını ortaya çıkartacak bir dayanışma içerisinde olarak değerlendiriliyorsa bu yeterli değil elbette. Yani bu zamana kadar hiçbir şekilde yeterli bir destek alınmış değil. Herkes kendi gücüyle, sendikasının gücüyle çaba göstermeye çalışıyor, grevini devam ettirmeye çalışıyor, sadece burada değil, yani insanlar hep kendi derdine düşmüş durumda, sendikalar kendi derdine düşmüş durumda. İşte İstanbul’daki Sinter eylemimiz, ilk günlerde insanlar biraz geliyor ilgi gösteriyor, sonra unutuluyor gidiyor. Burası da böyle. Şimdi biz artık bunu gördük. Kendi inancın, kendi mücadele azmin ve kendi gücün kadar ancak sonuç alabiliyorsun. Biz o açıdan hiç kimseye kırgın değiliz elbette ama sınıf dayanışmasının Türkiye’de özellikle son süreçte biraz daha deformasyona uğradığını, biraz daha insanların kendi içine kapandığını, krizin de etkisiyle birlikte insanların kendini kurtarmak için veyahut ta kendinin o sıkıntıları yaşamaması için bir başkalarını çok fazla görür pozisyonda olmadığını, yani görmezden geldiğini düşünmeye başladık. YDİ ÇAĞRI: Şimdi bir kriz sürecinden geçiyoruz ve 6 aydır bir greve dayanabilen bir patronla karşı karşıyayız. Sizce nasıl bu kadar dayanabiliyor, kriz sürecinin bununla bir alakası var mı, yani krizden bir türlü faydalanıyor mu? Adnan Serdaroğlu: Aynen öyle, yani krizi bir fırsatçılığa çevirdiler. Çünkü bu şirket iki ortaklı bir şirket ve çok zengin devasa işletmeleri olan ve mal varlığı olan şirketler. Şimdi bunlar dışarıdan buranın üretiminin aynısını ithal ediyorlar, dışarıdan getiriyorlar, yani dışarıya milyarlarca dolar para aktarıyorlar ve yurtdışından getirerek özellikle İtalya’dan, eski
Sovyet ülkelerinden getiriyorlar, buradaki üretimlerini, pazarlarını devam ettiriyorlar. Yani kendileri açısından bir sıkıntı yok. Burada sıkıntıyı çeken bölge halkı, işçiler ve küçük tedarikçi firmalar. Yani tam da başbakanın dediği gibi, krizi bir fırsata çevirmiş sermaye. O açıdan da, bu fabrika kamulaştırılsın talebi hükümeti de uyandırmak için, yani sizler bunun özelleştirmesini yaptınız, hiçbir şart koşmadan bu özelleştirmeyi yaptınız, bugün fabrika 9 aydır yatıyor ve buranın sahipleri ülkenin kaynaklarını yurtdışına götürerek oradan mal getirerek pazarlarken, yani onlar karlarına kar katarken, burada fabrika çürüyor, insanlar perişan oluyor. YDİ ÇAĞRI: Greviniz yasalara dayalı bir grev. Ancak başka yasal grevlerden de biliyoruz ki patronun baskılarının yanı sıra devlet güçlerinin de işçilere karşı yönelen baskıları oluyor. Siz buradaki grevde ne gibi baskılarla karşılaştınız? Adnan Serdaroğlu: Evet biz burada 205 gündür yasal bir grev yapıyoruz, üç gündür de açlık grevi yapıyoruz. Şimdi burada yasal grev süresi içerisinde işveren içeride üretmiş olduğu bazı yarı-mamül olsun, mamül olsun onları çıkartmaya çalıştı ve biz o süreç içerisinde burada arkadaşlarımızla direniş göstermeye çalıştık, onların çıkarılmaması açısından, ancak hukuki olarak bazı sıkıntılarımız ortaya çıktı tabi ki, malların çıkarılması konusunda çok fazla engel olamadık, fiili olarak engellemeye çalıştık, yasal olarak çok fazla gücümüz yetmedi. Başka sıkıntılarımız da oldu. İşveren yemek vermedi, oysa grev süresi içerisinde işveren yemek vermek zorunda, tuvalet ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Biz bununla ilgili olarak da servislerin kullanılması açısından da işverene karşı mücadeleler verdik. Şu anda yasal haklarımızdan yararlanıyor durumdayız. Bizler grev sürecinde işverenin duyarsızlığını protesto etmek için Bursa’ya kadar iki kez yürüdük bütün arkadaşlarımızla birlikte. Yine bu açlık grevi başladığı süreç içerisinde Emniyetle Jandarma güçleri burasıyla ilgili bir takım sıkıntılar ortaya çıkartmaya çalıştılar. Ancak bizim kararlı duruşumuz sonrasında şu ana kadar çok ciddi bir problem yaşatmadılar. Yasal grevde de zaten lokavt uyguladığı için işverenin çalıştırma gibi bir niyeti yok içeride, sadece yatırımlarını sürdürmek için müteahhitler aldı, o alanda da yasal olarak bir engel ortaya çıkartamadık. Çünkü üretim yapmadan da yatırımlarını sürdürebiliyor, o açıdan da biz Türkiye’deki yasaların işçilerin elini ne kadar zayıflattığını bir kez daha yaşamış olduk. 22.08.2009 ✓
Asilçelik işçileriyle yaptığımız söyleşiler
işçinin yanısıra temizlik, bahçe inşaat vb. işlerde çalışan 250 taşeron işçisi vardı. Bunun 150’si kriz bahane edilerek işten çıkarıldı. Fabrika eski olmasına rağmen işçilerin en kıdemlileri 15 yıllıktır. Bunların sayısı 50’yi geçmez. Bir 30 kadarı da 3 yıl ve daha az süredir çalışıyor. Diğerlerinin çalışma süreleri ise 5 ile 10 yıl arasında değişiyor. İşyerinde ücret ortalaması 650 TL’yi geçmiyor. Patronların krizi bahane ederek bizim ücret zammı talebimizi geri çevirmesi, kabul etmemesi büyük insafsızlıktır. Kazanana kadar direneceğiz. İsmail Çetin, 2,5 yıldır çalışan en yeni işçilerden:
Salim İşçi, 12 yıllık işçi ve İşyeri Temsilcisi: YDİ Çağrı - Bu fabrika kaç yıllık bir fabrika, ne üretiyor, hammaddeyi nerden alıyor ve ürettiğini nerelere satıyor? Salim İşçi - Türkiye’de en kaliteli çelik üreten ve çelik üretiminde ülke ekonomisi açısından çok önemli bir yere sahip bu fabrika daha önce V. Koç’un elinde imiş. 1979’da devlet eline almış ve 12 yıla yakın devlet işletmesi olarak üretim yapmış. 2001 yılında fabrika Tevfik ve İdris Yamantürk’ün sahipleri olduğu Güriş şirketi ile İbrahim ve Recep Yazıcı’nın sahipleri olduğu Yazıcı şirketlerine satılarak özelleştirilmiş. On yıldır iki şirketin ortaklığında olan fabrikada özelleştirildiği yıl eski işçilerin % 80’i değiştirildi. 30 yıllık fabrikada en kıdemli işçi 15 yıllık işçidir. Hammaddesini iç pazarda alıyor ve ürettiği çeliği de dış pazarda satıyor. Daha çok Almanya, İtalya, ABD, İsrail, İran ve daha birçok ülkeye satıyor. Üretilen çeliğin kalitesi çok yüksek olduğu için bu çelik silah sanayinde de kullanılıyor.
Salim İşçi - 30 yıllık sendikalı olan bir fabrika olarak ufak tefek eksikliklere rağmen esasta çalışma koşulları iyi sayılır. Günde 8 saat çalışıyoruz. Bunun yarım saati öğle yemeği paydosu ve 15’er dakikadan olmak üzere iki kez çay molası yapıyoruz. Yani; üretimde 7 saat çalışmış oluyoruz. Yılda 4 ikramiyemiz var. İkramiyeler ücretlere giydirilerek ödeniyor. Ücretlerimizi zamanında alıyoruz. Fakat bu işe göre çok düşük ücretler veriliyor. Örneğin 15 yıllık bir işçinin eline bir ayda net ancak 800 TL geçiyor. Zaten greve neden olan
Celal Korçum, 7 yıllık işçi: YDİ Çağrı - Şu anki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Celal Korçum - İşyerinde ücretler çok düşük. Ben 600 TL aylık ücret alıyorum. İşyerinde taşeronda çalışanların durumu daha da kötü. Bundan 8 ay önce fabrikada biz asıl üretimde çalışan sendika üyesi 500
İsmail Çetin - Asgari ücretle çalışıyorum. Sadece ben değil diğer arkadaşlar da düşük ücretle çalışıyorlar. Bu kapasitedeki hiçbir metal fabrikasında bu kadar düşük ücretle çalışan belki de yoktur. Ama burada biz çalışan işçiler daima direnerek, mücadele ederek kazandık. Mesela Türkiye’de kriz başlar başlamaz İşsizlik Fonundan yararlanma ve Kısa Çalışma Ödeneğini herkesten önce biz aldık. Bu başarı şimdi grevde olan 500 işçinin patronu zorlaması sonucu kazanıldı. Biz işçiler çalışıyorken de aldığımızla zar zor geçiniyorduk. Borçlu olan arkadaşlarımız çoğunlukta.
Soner Gündoğan, 7 yıl taşeron işçisi olarak, 6 yıldır da kadrolu işçi olarak çalışıyor: YDİ Çağrı - Ücretin ne kadar ve bu süreci nasıl değerlendiriyorsun? Soner Gündoğan - Aylık 800 TL elime geçiyor. Bu fabrikada biz işçiler en ufak bir hak talep ettiğimizde patronlar mutlaka bizi direnmeye mecbur bırakıyor ve direndiğimizde de haklarımızı alıyoruz. Geçmişte bize Esnek Çalışma, Telafi Çalışması dayatıldı geri püskürttük. Bunu da sendikamızla birlikte başaracağımıza inanıyorum. Ayda 200 TL Grev Ödeneği alıyoruz. Fakat çoğumuz oturduğumuz mahalle veya köyümüzün bakkal, kasap ve minibüsüne borçlanıyoruz. Çoğumuz Orhangazi, Gemlik ve Yalova’da oturuyoruz. Volkan Kuşoğlu, 27 yaşında, fabrikada 5 yıldır çalışıyor: YDİ Çağrı - İşçilerin y üzde kaçı sizin gibi genç ve siz ne söyleyeceksiniz? Volkan Kuşoğlu - 500 işçiden dörtte biri genç sayılır. Ben de tüm arkadaşların anlattıklarına katılıyorum. Mücadele ederek, direnerek kazanacağız. ✓
Türk-İş bunu hep yapıyor!
Y
aklaşık 300 bin işçiyi kapsayan Kamu Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde, Türk-İş ile hükümetin anlaşamaması üzerine Türk-İş eylemlere başladı. 2 Temmuz’da AKP il binaları önünde basın açıklamaları yapıldı. 7 Temmuz günü 1 saatlik iş bırakma eylemi gerçekleştirildi. Türk-İş 2009 yılı için yüzde 20, 2010 için de enflasyon artı yüzde 4 zam istiyordu. Hükümet ise ilk altı ay için yüzde 3, ikinci altı ay için yüzde 4 zam öneriyordu. Başbakan Erdoğan, “Biz verdik vereceğimizi, kabul etmiyorlarsa greve gitsinler” açıklaması yaptı. Türk-İş mücadele ediyor görüntüsü vermek için göstermelik bir iki eylem yaptı. Hükümet ile restleşti. Greve gidileceği açıklandı. Bütün bunlar gerçekte işçilerin tepkisini dindirmek içindi. “Elimizden geleni yapıyoruz. Mücadele ediyoruz. Ancak bu kadarını başarabildik” görüntüsü sağlamak içindi. Bir saatlik iş bırakıldığı gün, Türk-İş acelece hükümet ile anlaşıverdi.
Anlaşmaya göre, ücretlere yılın ilk altı ayında yüzde 3, ikinci altı ayında yüzde 5,5 zam yapılacak. Düşük ücret alan kamu işçilerine ise 60 TL iyileştirme yapılacak. Türk-İş istediği zam oranlarının çok altına düştü. Hükümet ise verdiği teklifin biraz üzerine çıktı. Böylelikle anlaşma sağlandı. Türk-İş bir kez daha kapalı kapılar arkasında işçileri sattı. Kendisinden bekleneni yaptı. Bu satış sözleşmesinin gösterdiği gerçek şudur: Sendika bürokratları, sendika ağaları sendikaların başından defedilmediği sürece, sendikalar sınıf örgütlerine dönüştürülmediği sürece, yeni satış sözleşmeleri hep olacaktır. İşçilerin onay vermediği, imzalanmasını istemediği toplu sözleşme imzalanamaz! Bunu yapacak olan da sınıfın çıkarlarını gerçek anlamda savunan sınıf sendikalarıdır. İşçiler sendikalara, sendikaları fethetmeye! 10 Temmuz 2009 ✓❦❧
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
YDİ Çağrı - Ağır iş grubuna giren fabrikada çalışma koşullarınız nasıl, TİS ve yasalardaki haklarınız veriliyor mu, ücretlerin durumu nasıl? Greve neden olan talepleriniz nelerdir, patronun tavrı nedir?
ücret zammı oldu. Bizim iki yılda bir yaptığımız TİS’in 15. dönemi. Bu dönemin görüşmelerinin 3- 4 oturumunda ücret zammı dışında diğer tüm maddelerde anlaşma sağlandı. Fakat ücret konusunda anlaşamıyoruz. Patron krizi bahane ederek % 0 zam öneriyor. Biz ise iki yıllık TİS’in ilk 6 ayı için % 26,2 diğer üç altışar aylar için ise enflasyon oranında zam istedik. Patronun “0” zam önerisinde bulunup ve bunda ısrar etmesinin en önemli nedenlerden biri de işçilerden çok patronların çıkarlarını kollayan Türk - İş’e bağlı Türk Metal’ın ve Hak - İş’e bağlı Çelik - İş’in yetkili olduğu birçok işyeri ve işletmede çalışan işçilerin aldığı ücretleri % 30 - 35 oranında geri çekmeleri oldu. Biz toplam sendikalı işçi olarak 500 kişiyiz. Grev ilanımızın ardından patron da lokavt uyguladı. Bizimle birlikte 100 taşeron 200 idari personel olmak üzere toplam 800 kişi işsiz kaldı. Bu aileleri ile birlikte 6 -7 bin insanın açlığa mahkum edilmesi demektir. Bu barbarlıktır. Yedi aya yakındır hiçbir hükümet ve devlet yetkilisi bu barbarlığı durdurmak için en ufak bir çaba göstermedi. Bu bize onların da patronlardan yana olduğunu gösterdi, gösteriyor. Greve çıktığımızdan bu yana güvenlik güçleriyle herhangi bir ciddi sorun yaşamadık. 7 aya yakındır grevdeyiz ve 3 gündür de Genel Başkan, Genel Sekreter ve Şubemizin Başkanı ile başlattığımız Açlık Grevimiz sürüyor. Kazanana kadar grevimiz yanında değişik mücadele yöntemleriyle sonuç alana kadar mücadelemize devam edeceğiz.
YDİ Çağrı - Ücret durumun nasıl? Hem grevde, hem de açlık grevindesiniz. Boyalı basının grevinize ilgisini daha doğrusu ilgisizliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
TOKİ evlerine yazılmış olan arkadaşlarımız vardı. Birçoğu taksitlerini ödeyemedikleri için evlerini bıraktılar. Zenginlerin medyası burada kavga dövüş olmadığı için gelmedi.
EK:3
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:4
Sinter Metal işçilerinin direnişi 195. gününde
irleşik Metal-İş Send i k a sı’nd a örg üt lenen 380 Sinter Metal işçisi 22 Aralık 2008 tarihinde işten atıldılar. 22 Aralık’tan bu yana Sinter Metal işçileri hakları için direniyorlar. Sinter Metal işçilerini direnişlerinin 195. Gününde ziyaret ettik. 7, 8 işçi sıcak havada fabrikayı çevreleyen demir parmaklıklar önünde, ağaçların gölgesine sığınmış oturuyorlardı. Selamlaşmadan, hal hatır sorulduktan sonra işçilerle direniş sohbet ettik. Direnişçi işçilerden Hikmet Özer, fabrikada çalışma koşulları, sendikalaşma ve direniş süreci hakkında şunları anlattı: “Daha evvel burada herhangi bir taban örgütlülüğü yoktu. Yapmış olduğum analizlere göre. Benim geçmişimde sendika, grev olayları olduğu için ara sıra arkadaşlarla dile getiriyorduk. İçeride yarış atı gibi bizi koşturuyorlardı, performans primi adı altında. Başında da ben geliyordum. Bu işi başlatanlardan birisi de benim sendikacı olmama rağmen. En çok parçayı da ben yapıyordum. Şuan utanıyorum kendimden. Ama bizi o şekil yönlendirdiler. Tuvalete gitmeleri, gelmeleri dakikaya aldılar. Dakika tutuyorlardı. Yemek molaları eskiden yarım saatti. Sonra maksimuma indirdiler. Yemek saatlerinden, çay saatlerinden dakika çalmaya başladılar. İşe giriş saati 08’de, 7.57 oldu. Çıkış saati geçe 24 ise 24.05 oldu. Bu şekilde dakikalardan çalıyorlardı. Kendi paralarımızı vermez oldular. Performans primlerini, erzakları vermemek için sansasyon çıkarıyorlardı. Kendi adamları, kendi ajanları bunu yapıyordu. Millet, “bize iş versin de, varsın erzakları vermesin” diyordu ve erzaklar verilmiyordu. Eskiden erzakları taşıyamıyorduk, ondan sonra tek elle erzakları taşır hale geldik. 19 Aralık günü içeride hummalı bir çalışma vardı. Baktık içeri de görünürde kimse yok. Amirler, müdürler, şefler gizli gizli kulis yapmaya başladılar. Bizim her toplantımız CDlere alınıyordu. 38 arkadaşımız işten atıldı. Yarın sıra bize gelecek dedik. Bize, yok kimse işten çıkarılmayacak, onlar performans yetersizliğinden, kaytarmadan oysa hiçbiri kaytarmıyordu dört dörtlük çalışan arkadaşlarımızdı. Onları 25 maddeden attılar. Biz buna karşı direndik. Sonra patron 17. maddeye çevirdi. Böyle bir şey olabilir mi? Ayın 20’sinde geldik. Ben ken-
dimi Sinter Metal işçisi biliyordum. Burada İMES’in polis arabasıyla içerde bir bayan eline mikrofonu almış, isimlerini saydıklarımın işi feshedildi. Tam 381 kişi 7 şirkette çalışıyor çıktı. Her şirkete almışlar 30’ar, 40’ar kişi. Canı yanan içeri atladı. Fabrikayı işgal ettik. Ayın 22’si, 23’ü içerdeydik. 24’ünde fabrikadan çıktık. Ondan sonra süreç başladı. Sendikaya üye olduk. Sendikamızı getirdik. Sivil toplum örgütleri ile diğer gruplarla burada topyekun direnişimizi devam ettirdik. Direniş bize insanlığı öğretti. Sosyal aktiviteyi, kültürel faaliyetleri, eylem nasıl oluru ögrendik. Makine ile işçi tabiri caizse sanki nikahlanmıştı. Robot gibi olmuştu. Evden makine başına, makine başından eve. Cumartesi, Pazar bizi mesaiye getiriyorlardı. Ağzımıza bir parmak bal çalıyorlardı. İnsanlığımızdan çıkmıştık. Herhangi bir sosyal aktivite olmuyordu. İşçiler kendi aralarında gruplaşıyordu. Öğle aralarında Sivaslılar grubu, Kastamonular grubu, Çankırılar grubu ayrı ayrı oturuyorlardı. Bu da patronun işine geliyordu. İşçiler arasında kafatasçı, şoven milliyetçilik vardı. Patron bilinçli insan istemez. Geliyordu voleybol oynuyordu. Hatta mili maçlarda kocaman monitörü fabrikanın bahçesine koyuyordu, maçı seyrettiriyordu. Diyordu ki gece bir saat daha fazla çalışacaksınız. Biz bunu sineye çekiyorduk. Patron bizimle maç seyrediyor diyorduk. Oysa maç seyrettiriyordu, ama 1 saat fazla çalıştırıyordu mesaisiz olarak. Bunları yapıyordu. İnsanlarda diyordu ki, “patronumuz ne kadar iyi”. Bizde şişirilmiş ücret vardı. 467 ücret yanında mesailerle, üç aylıklarla, ayda 100 saat mesai yapıyordum. 50,60 saat mesai yapan her ay 60 milyon fazla para alacaktı. Sonradan bunu indirdiler. Robot değiliz biz. Etten kemikten ibaretiz. Sonra 40 saate indirdiler. 18, 19 Aralıkta burada direniş olacağını söyleseydiniz ben inanmazdım. Çünkü bu örgütlülüğü göremiyordum. İnsanların canı yanmadan olmuyor. Canları yanmaya başladıktan sonra örgütlenmeye başladılar. Bu da büyük bir başarı aslında. Direniş başladıktan sonra işçilerin yüzde 70’nin düzen partilerine bakışı değişti. Düzen partilerine oy verenler fikirlerini, jargonunu değiştirdi. Bulvar gazetesi okuyanlar şimdi daha güncel, gerçek gazeteleri, dergileri okur hale geldi.
8 Mart’a, 1 Mayıs’a gitmeye başladılar. Polise karşı konuşmayı öğrendiler. Yasama, yürütme, yargı erkini öğrendiler. 25 madde nedir? 17 madde nedir? Anayasa’nın 2. Maddesi nedir? Onu örgendiler. Sendikacılar aktardı. Üniversiteliler aktardı. Büyük bir kazanım oldu. Bir daha direniş olursa, arkadaşların belleğinde kalıcı olarak bunlar
kalacak. Direniş bilinçlenmemiz gerektiğini, örgütlenmemiz gerektiğini öğretti.” İşçilerin patrondan alacağı –ücret ve tazminatlar- 12 milyonu buluyor. İşe iade davaları ise sürüyor. 15 Haziran’da yapılan duruşmada patron reddi hakim talebinde bulunmuş. Amaç belli. Süreci uzatmak! Gelecek duruşma 4 Ağustos’ta yapılacak. Sinter Meta l işçi lerini, bu hak lı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım. Sinter Metal işçilerin haklı mücadelesini destekleyelim! 3 Temmuz 2009 ✓
Sinter işçileriyle uluslararası dayanışma
S
inter işçileri anayasal hakları olan sendikalaşma haklarını kullandıkları için; 22 Aralık 2008 tarihinde işten çıkarıldılar ve o günden bugüne mücadelelerine devam ediyorlar. Birleşik Metal İş’te örgütlenen direnişçi işçileri direnişlerinin 208. Gününde uluslararası alandan gelen sendikacılar ziyaret etti. K laus Priegnitz (IG Meta l Uluslararası İlişkiler Sorumlusu), Nina Berg (DGB Eğitim Merkezi Duesseldorf Yöneticisi), Alexander Todic (Sırbistan Metal Sendikası Yöneticisi) Susanne Dörf linger (DGB Eğitim Merkezi) ve Manfred Wannüffel (Bochum Üniversitesi Öğretim Görevlisi), Sinter işçilerine "yalnız olmadıklarını" bir kez daha gösterdiler... 16 Temmuz’da uluslararası sendikacıların katılımıyla fabrikaya doğru bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüş boyunca işçiler, sendikal haklarını talep eden, işçilerin birliğini vurgulayan ve patronun sendikayı kabul etmesini talep eden sloganlar attılar. Yürüyüşün ardından fabrikanın önünde biraraya gelen işçilere uluslararası heyet dayanışma mesajlarını bildirdi. Verilen mesajlarda patronun tutumu, yargı sürecinin bu kadar
uzatılması ve Çalışma Bakanlığı müfettişlerinin mahkemeye sunduğu raporda Sinter patronunun krizden etkilenmediği, kriz bahanesiyle işçileri işten attığı yönündeki belirlemeye rağmen iş mahkemesinin halen devam etmesine bir anlam veremediklerini belirttiler. Sinter işçilerinin bu örnek mücadelesini selamladıklarını ve bu mücadeleyi kendi ülkelerine de taşıyarak uluslararası baskı örgütleyeceklerini belirttiler. Yapılan konuşmalar boyunca sık sık uluslararası dayanışmaya vurgu yapan sloganlar atıldı. Verilen destek mesajlarının ve çekilen halayların ardından eylam sona erdirildi. Ümra niye Yu k a r ı Dudu l lu Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Sinter Metal İmalat Sanayi A.Ş. fabrikasında şanzıman dişlisi ve kompresör parçalarının üretimi yapılıyor. Fabri k a ağ ı rl ı k l ı ola ra k Irlanda’da Copeland, Almanya’da Muller, İtalya’da Getrag S.p.A ve Belçika’da Emerson Climanet Technologies GmbH şirketlerine ihraç yapıyor. İhraç edilen ürünler Ford, BMW, Fiat ve ZF gibi büyük otomotiv devleri tarafından üretimde kullanılıyor. 17 Temmuz 2009 ✓
Sanayi’de “500 Büyük” listesi yayınlandı
B
2, 2007’de 3 şirketi vardı. Şimdi 5’e ulaştı. İSO 500, bilindiği gibi yalnızca 500 büyük sanayi şirketinin listesi, yani bu liste sermaye gruplarının sanayi şirketlerinin bu alandaki performansını ortaya koyuyor. Ticaret ve hizmet cephesinin durumu hakkında bu liste bir bilgi vermiyor. Grupların gerçek gücü ise sadece sanayide değil her sektördeki şirketlerinin performansıyla ölçülür. Yakında Capital dergisi bu alanın iyk 500’nü açıklayacak. O zaman sermaye gruplarının andaki gerçek durumu daha net ortaya konabilir. A ş a ğ ıy a bi lg i ola r a k İSO 500‘ün ilk 25’lik sıralamasını yayınlıyoruz.
Kamu Sıra No
Özel Sıra No
Üretimden Satışlar Net (TL)
1
1
Tüpraş-Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş.
Kocaeli
-
1
27.732.867.295
2
3
EÜAŞElektrik Üretim A.Ş. Genel Müdürlüğü
Kamu
1
-
6.249.112.724
3
2
Ford Otomotiv Sanayi A.Ş.
İstanbul
-
2
6.006.491.811
4
6
Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları T.A.Ş.
Ankara
-
3
5.014.572.054
5
4
Oyak-Renault Otomobil Fabrikaları A.Ş.
İstanbul
-
4
4.710.974.763
6
8
Tofaş Türk Otomobil Fabrikası A.Ş.
İstanbul
-
5
4.184.361.976
7 8
7 10
Arçelik A.Ş. İçdaş Çelik Enerji Tersane ve Ulaşım San. A.Ş.
İstanbul İstanbul
-
6 7
4.068.892.569 3.828.300.738
9
13
Habaş Sınai ve Tıbbi Gazlar İstihsal Endüstrisi A.Ş.
İstanbul
-
8
3.476.676.147
10
9
Aygaz A.Ş.
İstanbul
-
9
3.279.709.953
11
15
İskenderun Demir ve Çelik A.Ş.
İskenderun
-
10
3.172.335.000
12
19
Çolakoğlu Metalurji A.Ş.
İstanbul
-
11
2.675.455.383
13 14 15 16
5 11 14 18
Toyota Otomotiv Sanayi Türkiye A.Ş. Vestel Elektronik San. ve Tic. A.Ş. Petkim Petrokimya Holding A.Ş. Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu
Adapazarı İstanbul Ege Bölgesi Kamu
2
12 13 14 -
2.517.017.188 2.371.851.254 2.319.001.750 2.122.422.961
17
16
Unilever Sanayi ve Ticaret Türk A.Ş.
İstanbul
-
15
2.091.647.721
18 19
28 20
Kroman Çelik Sanayii A.Ş. Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.
Kocaeli Kamu
3
16 -
2.088.108.920 1.947.270.244
20
17
Sarkuysan Elektrolitik Bakır San. ve Tic. A.Ş.
İstanbul
-
17
1.820.718.363
21 22
12 23
Mercedes-Benz Türk A.Ş. İpragaz A.Ş.
İstanbul İstanbul
-
18 19
1.753.765.774 1.703.748.636
23
22
Milangaz LPG Dağıtım Ticaret ve Sanayi A.Ş.
İstanbul
-
20
1.619.672.561
24
21
İstanbul
-
21
1.597.300.663
25
26
BSH Ev Aletleri San. ve Tic. A.Ş. Philsa Philip Morris Sabancı Sigara ve Tütüncülük Sanayi ve Ticaret A.Ş.
İstanbul
-
22
1.438.111.853
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Bağlı Bulunduğu Oda / Kamu
7 Ağustos 2009 ✓
Kuruluşlar
500’e giren şirket sayısı 10. Geçen yıl bu sayı 13 olarak açıklanmıştı. Burada şunun bilinmesi önemli: Koç, Sabancı gibi en büyüklerin şirket sayılarında düşüşlerin en önemli nedenlerinden biri şirket satışlarıdır. Bilindiği gibi Koç Holding, Türk Demir Döküm ve Döktaş isimli şirketlerini satış yoluyla Koç Grubundan çıkarmıştı. Sabancı da Bossa ve Beksa’yı satmış, bu şirketler Sabancı Holding şirketleri olmaktan çıkmıştı. * Türkiye’de “islami Sermaye” ye sayılan Ülker Grubu son yılların en büyük çıkışını gerçekleştiriyor. 1997 yılında 6 şirketle listede temsil edilen grup, 2008’de 13 şirketle yer alıyor. “Krizi fırsata dönüştürenler” arasında bu grup. * Büyüyenler içinde öne çıkanlardan biri Kibar Holding. 1997’de
2007 yılı 500 Büyük Kuruluş Sıra No
nüyor. Otomotiv yan sanayine ait şirketlerden bir bölümü ilk defa cirolarını paylaşmaktan kaçınıyorlar vb. İSO 500’ün gösterdiği bir başka gerçek şu: Türkiye’nin büyük sermaye gruplarının durumu fena değil. Onların da ciro, kar ve çalışan sayılarında düşüşler var. Ancak, İSO500’e soktukları şirket sayısında anormal değişimler görülmüyor. Büyükler açısından durum kabaca şöyle: * Koç Holding bu yıl da – özel sermayeli kesim açısından- İSO 500’e damgasını vuruyor. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ‘en büyük ilk 10’ şirketten 5’i bu gruba ait. 500 büyük içindeki şirket sayıları ise 13’den 14’e yükseldi. * Koç’un Türkiye’deki esas rakibi Sabancı Holding’den ISO
2008 yılı 500 Büyük Kuruluş Sıra No
ilindiği gibi İstanbul Sanayi Odası her yıl ‘500 Büyük Sanayi Şirketi’ araştırması yayınlıyor. Krizin henüz depresyon aşamasına girmediği dönenim verileri temelinde 2008’le ilgili “500 Büyük” araştırması Ağustos başında yayınlandı. Araştırma Kar, ciro, ihracat ve çalışan sayısındaki gelişmeler konusunda verileri “gelecek için endişe verici” olarak değerlendiriyor. Ki şimdi biraz da o geleceği yaşıyoruz. İSO 500’ün sonuçları, krizden özellikle haber teknolojisi, otomotiv yan sanayi ve elektronik yan sanayinin çok etkilendiğini gösteriyor. Örneğin, bir önceki listede 400 milyon TL’nin üzerinde ciro yapan kimi şirket, bu listede yok. Kimi teknoloji şirketleri cirolarının yarılarını kaybetmiş görü-
EK:5
ETİ GIDA’da grev!
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Y
EK:6
aklaşık 2000 işçiyi kapsayan Tek Gıda İş ile Eti Gıda San. ve Tic. A.Ş arasındaki Toplu İş Sözleşmesi, işverenin sendikanın talep ettiği ücreti vermemesi sonucu Eti Gıda’ya ait (Eti Bisküvi, Eti Kek, Eti Çikolata, Eti Bozüyük kek) fabrikalarında 13.08.2009 saat 10’da greve çıkıldı. Tek Gıda İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel açıklama yaparak, uzun süredir toplu iş sözleşmesi müzakerelerini beklediklerini, ancak gelinen noktada anlaşma sağlayamadıklarını kaydetti. İşletmelerin ve işverenlerin işçilerinin haklarını korumak zorunda olduğunu ifade eden Türkel, şöyle konuştu: ''Eti işçileri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Eti işverenleri, görüşmelerde çeşitli mazeretler öne sürdü. Biz onları anlamaya çalıştık. İşveren bizi anlamakta zorluk çekti. 3-5 liranın hesabını yaptı. İşçilerimizin çalışırken çözümsüzlük nedeniyle her gün sendikasına küfretmesini artık kabul etmiyoruz. Anlaşmaya çalıştığımız süreçte işveren isteklerimizi kabul etmeyip ‘biz onlara iş verdik’ diyor. Bizi sokaktaki işsizlerle terbiye etmek istiyorlar. İşsizlerin Allah yardımcısı olsun. Çalışıp da sürünenlere kim yardım edecek? İlk altı ay için yüzde 11-13 arasında zam yapılmasını istiyoruz. Bunun altında da sözleşme imzalamayız. Eti çalışanları en kısa zamanda açlık sınırının üzerinde maaş almaya başlayacak. Grevden başımız dik çıkacağız.'' Açıklamadan sonra sloganlar atan işçiler, servislere binip fabrikanın önünden ayrıldılar. Şubat ayında görüşülmeye başlanan Toplu İş Sözleşmesi, işverenin enflasyon farkı dışında bir
artış olamayacağını, kendi bünyesinde 200 fazla çalışanın olduğunu belirterek tehdit edip dışarıda işsizlik, kriz ve benzeri gerekçelerle sendikanın talep ettiği zammı kabul etmedi. YDİ Çağrı dergisinin 112. sayısında Eti’de uygulanan kademe sistemiyle ilgili bilgi vermiştik. 1’den 7’ye olan kademe sisteminde verilen sosyal haklar yüzdeye bölünmüştür. 1. kademe %10, 2. kademe %15, 3. kademe %20, 4. kademe %40, 5. kademe %60, 6.kademe %80, 7.kademe %100 olarak belirlenmiştir. 2000 yılından bu yana kadro vermeyen Eti böyle bir uygulamayı hayata geçirerek işçiler arasında rekabet ortamı doğurmuştur. Bu uygulanan kademe sistemi sadece sosyal haklar için geçerlidir. Saat ücretlerini kapsamamaktadır. İşçilerin girdiği yıl itibariyle saat ücretleri değişiklik göstermektedir. Grev ile beraber işçilerin bilinçte tutması gereken ücretlerin yükseltilmesi talebinin yanında, kademeli sistemi tamamen ortadan kaldırmak için mücadele edip sendikanın bu konuda işçiden yana tavır alıp uygulanan sistemin ortadan kaldırılması için mücadele etmesidir. 2008’de Eti Tam Gıda’da imzalanan toplu iş sözleşmesinde aile ve çocuk yardımı kademeden çıkartılıp tam sosyal hak olarak geri alınmıştır. Gelinen bu süreçte sendikanın var olan taslağı değiştirip kademeyi kaldırması gerekmektedir. İşçiler kademe uğruna işverenin talep ettiği her şeyi yapmakta, işçiler arasında rekabet ortamı doğmakta, ispiyonculuk, şikayetler sürekli olmaktadır. Ayrıca 25 Temmuz’da ödemesi gereken kömür paralarını da vermeyen işveren, gerekçe olarak toplu iş sözleşmesini göstermiş-
tir. Buna tepki olarak işçiler 25 Temmuz günü 2000 kişi yemek yememe eylemi, 27 Temmuz servislere yarım saat geç binme ve 28 Temmuz günü sendikanın önünde topla nara k basın açı k la ması yapmıştır. Grev kararını aldıktan sonra greve çı kan sendi kaya karşı Eskişehir kamuoyuna, Eskişehir’in yerel basın aracılığıyla açıklama yapan Eti Gıda San. Tic. A.Ş sendikayı ve çalışan işçileri şikâyet etmiştir. Yapılan açıklamada çalışanların ücretlerini enf lasyona ezdirtmediğini, ücretlerin ödemesini aksatmadığını, fazla işçisi olduğunu ama çıkarmadığını, bir yıla yakındır krizden kaynaklı ürünlerine zam yapamadığını, girdi fiyatlarının yükseldiği vb. demagojiye baş vurarak grevin haksız olduğunu, ücretlerin iyi olduğunu Eskişehir halkına anlatmaya çalışarak sendikayı ve işçileri şikayet ederek bilinçleri sulandırmaya çalışmıştır. Gerçeklerse hiçte anlattığı gibi değil. İstanbul Sanayi Odası (İSO) Türkiye'nin en büyük 500 sanayi kuruluşu araştırma so-
T
nuçlarına göre 110. sırada olan Eti Şirketler Grubu 104 sıraya yükselmiştir. Ürünlerine zam yapmayan, maliyetlerinden yakınan, krizi bahane eden Eti sermayesini büyütmüştür. Türk-İş, Temmuz ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırını 738, yoksulluk sınırını 2 bin 404 TL olarak açıkladı. Eti’de çalışan işçilerin büyük çoğunluğu ortalama 550 TL maaş almakta, yani açlık sınırının altında yaşamaya çalışmaktadır. Sadece bu iki örnek gerçekleri açıklamaya yeterlidir. Sermaye dedikleri bizim sırtımızdan kazanılan bizim alın terimiz ve emeğimizdir, kısaca çalınmış emektir. Eti’de çalışan işçiler gerçekleri bugün açlık sınırı altında yaşayarak daha iyi görmüştür. Kapitalizmin yıkılacağı günler uzak değildir. Yeter ki mücadeleyi yükseltip fabrikalarda örgütlenerek sınıf bilinçli işçiler yetiştirelim. Eti işçisi sonuçları ne olursa olsun sonuna kadar direnmeli. Bütün YDİ Çağrı okurlarını Eti işçisiyle dayanışmaya çağırıyoruz. Bir gün mutlaka kazanacak hayatın en onurlu yükünü çeken işçi sınıfı. Kahrolsun sermaye düzeni! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz! Eskişehir’den YDİ Çağrı Okuru 18 Ağustos 2009 ✓
ETİ GIDA'da grev sona erdi
ek Gıda İş ile Eti Gıda San. ve Tic. A.Ş arasındaki Toplu İş sözleşmesi, 21.08.2009 tarihinde saat 24.00‘de varılan anlaşma ile sona erdi. Dokuz gün süren grevin ardından 22.08.2009 tarihinde işçiler iş başı yaptı. İmzalanan sözleşmeye göre kademeli çalışanlara seyyanen 87 TL, kadrolu çalışanlara ise seyyanen 100 TL ücretlere zam yapılmıştır. Ayrıca kademesi 1,2,3 olanların kömür yardımı, 4. kademeden verilmiştir. İzin ve bayram yardımları ise kademeden çıkarılarak tam olarak verilmiştir. Çalışan işçilerin çoğunluğu alınan zammın gülünç olduğunu, işverenin zaten %9 verdiğini bunun üstüne iki puan almak için greve gidildiğine kızgın. Geçmişte imzalanan sözleşmelerle karşılaştırıldığında iyi bir sözleşme, fakat greve çıkan büyük bir işletme için çok kötü bir sözleşme olmuştur. Sözleşmenin başından beri ağırdan almaya çalışan sendika, sürecin son saatlerine kadar beklemiştir. Bu bekleyiş işçiler arasında son gün imzalanır beklentisi yaratmıştır. Grev bu anlamda işçiler için sürpriz olmuştur. Grevin anlamını
işçi sınıfının en önemli silahı olduğunun farkında olmayan işçilerin çoğunluğu bu greve gönülsüz çıkmıştır. Ayrıca “200 fazla çalışanım var” diyen işveren 21.08.2009 günü iş başvurusunda bulunan 300 kişi arasında yaklaşık 140 kişiyi işe almıştır. Grevin sona ermesinde 140 kişinin işe alımında belirleyici olduğu düşünülebilir. “200 fazla çalışanım var” diyen Eti aldığı 140 kişiyle beraber fazla çalışanı 350 kişi!! olmuştur. Önümüzdeki dönemde işçi çıkarması beklenmekte ve bu da işçiler arasında huzursuzluk yaratmakta. Sendikanın tavrı sonuna kadar işçiden yana olsaydı %50 üstünde ücret artışının olması olası bir durumdu. Tek Gıda İş'in böyle bir derdi olmamıştır. İmzaladıkları sözleşmede de bunu göstermiştir. Kapitalizmin yıkılacağı işçi sınıfının da iktidarda olup yöneteceği günlerde gelecek. İşçiyi sömürende, ezende, rant sağlayanda yaptığının hesabını verecek. Kahrolsun Kapitalizm, Yaşasın Sosyalizm! Eskişehir’den YDİ Çağrı Okuru 25 Ağustos 2009 ✓
TİSK: “İşsizlik yüzde 55 arttı” T
ürkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Nisan ayında işsiz sayısındaki 12 aylık artış oranının Türkiye’de yüzde 55,1 olduğuna dikkat çekerek, bu oranın dünyada yüzde 23,5, gelişmekte olan ülkelerde yüzde 19, gelişmiş ülkelerde ise yüzde 46,9 olduğunu kaydetti. TİSK, “İşgücü Piyasası” Bültenini açıkladı. Bültende, işsizlik oranının, Nisan döneminde mevsimlik çalışmalara bağlı olarak önceki aylara göre düşük gerçekleştiği belirtilerek, kısa vadeli değişimleri esas almanın yanıltıcı olabileceği uyarısı yapıldı. İşsizliğin Nisan dönemini de içine alacak şekilde giderek şiddetlendiği kaydedildi. Bültene göre, işsizlik oranında Ocak 2009’da 3,9 puan olan yıllık artış, sürekli yükselerek Nisan’da 5 puana çıktı. İşsiz sayısındaki yıllık artış oranı ise Ocak’ta yüzde 40,9’dan Nisan’da yüzde 55,1’e yükseldi.
İstihdam yüzde 2.5 azaldı
Grevdeki işçi sayısı: 59 Grevin sebebi: DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’e üye işçiler işverenle insanca yaşayacak düzeyde ücret konusunda anlaşamadıkları için greve başladılar. *E-Kart işçileri grevi - Gebze Direnişin 396'ncı günü Grevin başlangıç tarihi: 16 Haziran 2008 Grevdeki işçi sayısı: 17 Grevin sebebi: Gebze Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Eczacıbaşı ortaklı E-Kart firmasında çalışan ve Türk-İş’e bağlı Basın-İş sendikasına üye işçiler Toplu Sözleşme Hakkı ve Basın-İş Sendikasının işveren tarafından tanınması için greve başladı. *Si nter i ş çi ler i d i ren i şi - İstanbul Direnişin 207'inci günü Direnişin başlangıç tarihi: 22 Aralık 2008 Direnişteki işçi sayısı: 380 Di renişi n sebebi: İsta nbu l Dudu l lu Orga ni ze Sa nay i Bölgesi’ndeki Sinter Metal işyerinde çalışan işçiler işten atıldıktan sonra işlerine geri dönmek ve işsiz kaldıkları süre içerisinde de kıdem ve ihbar tazminatları dahil tüm haklarını almak için direnişe geçti. *Kocaeli Belediye-İş işçileri direnişi Direnişin 92'inci günü Direnişin başlangıç tarihi: 16 Nisan 2009 Direnişteki işçi sayısı: Net bir bilgi yok
Direnişin sebebi: Türk-İş’e bağlı Belediye-İş Sendikası’na üye işçiler Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nce sendika değiştirmeye zorlandıkları ve görevleri dışında işlerde çalıştırıldıkları için direnişe geçti. *Kent A.Ş. işçileri direnişi – İzmir Direnişin 78'inci günü Direnişin başlangıç tarihi: 30 Nisan’da direnişe geçen işçiler 1 Mayıs’ı başlangıç günü olarak ilan ettiler. Direnişteki işçi sayısı: 140 işçi aileleri ile birlikte direnişte Direnişin sebebi: Kent A.Ş. işçileri Karşıyaka Belediyesi tarafından işten çıkartılmalarına ve Altaş adlı bir taşeron firmanın sokulmasına karşı direnişe geçtiler. *İNTO Denizcilik işçileri direnişi – Pendik Direnişin 24'üncü günü Direnişin başlangıç tarihi: 23 Haziran 2009 Direnişteki işçi sayısı: 19 Direnişin sebebi: Pendik Askeri Tersanesi’nde CHT firmasının İNTO Denizcilik adlı taşeron şirketinde çalışan DİSK/Limter-İş’e üye işçiler 4 aylık ücretlerini almak için direnişe geçtiler. *Dearsan Tersanesi Pozitif Denizcilik işçileri direnişi - Tuzla Direnişin başlangıç tarihi: 29 Haziran 2009 Direnişin 19'uncu günü Direnişteki işçi sayısı: 9 Direnişin sebebi: İşten atılan DİSK/Limter-İş üyesi, Dearsan Tersanesi’nde iş yapan Pozitif
22 Temmuz 2009 ✓
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
“Ocak ’ta yıllık bazda yüzde 0,4 artmış olan toplam istihdam, Mart’ta yüzde 1,2, Nisan’da yüzde 2,5 azaldı. Nisan itibariyle Türkiye’deki işsizliğin yıllık artış eğilimi dünya geneline, gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler ortalamalarına göre yüksek olduğu görüldü.” Krizin işçiler emekçiler açısından korkunç yüzünü en açık gösterdiği alanlardan biri istihdam/ işsizlik rakamlarıdır. Türkiye bu bağlamda Türkiye’nin en önemli patron örgütlerinden TİSK’in rakamlarına göre de krizin işçileri en çok vurduğu ülkelerden biridir. İşçilerin mücadele etmesi için, yeter artık demesi için, her gün çoğalan, binlerce sebep var. Fakat ne yazık ki işçi hareketi hala çok güçsüz. Birgün gazetesinde yukarıdaki haberin yayınlandığı gün bir başka haber daha vardı. Bu haberde 17 Temmuz itibariyle ülkelerimizdeki işçi grev ve direnişlerinin bir dökümü yapılıyordu. Habere göre: *Asil Çelik işçileri grevi - BursaDirenişin 168'inci günü Grevin başlangıç tarihi: 30 Ocak 2009 Grevdeki işçi sayısı: 550 Grevin sebebi: DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikasına üye işçiler insanca yaşayacak bir ücret konusunda işverenle anlaşamadığı için greve çıktı. *Asemat işçileri grevi – Bursa Direnişin 198'inci günü Grevin başlangıç tarihi: 31 Aralık 2008
Krizin işçiler emekçiler açısından korkunç yüzünü en açık gösterdiği alanlardan biri istihdam/işsizlik rakamlarıdır. Türkiye bu bağlamda Türkiye’nin en önemli patron örgütlerinden TİSK’in rakamlarına göre de krizin işçileri en çok vurduğu ülkelerden biridir.İşçilerin mücadele etmesi için, yeter artık demesi için, her gün çoğalan, binlerce sebep var. Fakat ne yazık ki işçi hareketi hala çok güçsüz.
Denizcilik firması işçileri taşeron sistemine karşı, kıdem ve ihbar tazminatlarıyla tüm sosyal haklarını almak için direnişe geçti. *Stil Tekstil işçileri direnişi - İstanbul Direnişin 31'inci günü Direnişin başlangıç tarihi: 17 Haziran 2009 Direnişteki işçi sayısı: 50 Di renişi n sebebi: İsta nbu l Beylikdüzü Pirinççiler Sanayi Sitesi’ndeki Stil Tekstil firmasında çalışan işçiler 4.5 aydır maaşlarını ve 2.5 aydır mesailerini alamadıkları için direnişe geçtiler. *Ağ Tekstil işçileri direnişi - İstanbul Direnişin 23'üncü günü Direnişin başlangıç tarihi: 25 Haziran 2009 Direnişteki işçi sayısı: 180 Direnişin sebebi: İstanbul İkitelli Parseller bölgesindeki Ağ Tekstil firmasında işten atılan işçiler 3 aylık maaşları, mesaileri, kıdem ve ihbar tazminatlarını almak için Tekstil-Sen öncülüğünde direnişe geçtiler. *AT V Saba h işçi leri g rev i - İstanbul Direnişin 155'inci günü Grevin başlangıç tarihi: 13 Şubat 2009 Grevdeki işçi sayısı: 10 G r e v i n s e b e bi : Tu r k u v a z Medya’da (ATV-Sabah) çalışan Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası’na üye işçiler Toplu İş Sözleşmesi için greve çıktı. *Entes- Gülistan Kobatan’ın direnişi - İstanbul Direnişin 65'inci günü Direnişin başlangıç tarihi: 14 Mayıs 2009 Direnişteki işçi sayısı: 1 Direnişin sebebi: Gü lista n Kobatan işe geri alınmak için direnişe geçti. Kobatan kriz gerekçesiyle 13 Mayıs 2009’da işten çıkartılmıştı.” 17 Temmuz itibarıyla toplam 12 işyerinde toplam 1415 işçi direnişte! İşsizlik bütün OECD ülkeleri arasında en yüksek düzeyde. İşçi ve emekçilerin toplumsal zenginlikten aldıkları pay sürekli geriliyor. Yoksulluk ve açlık giderek artıyor. Kuşkusuz, sözü geçen direnişler övgüye değer, işçilerin fedakarca, yiğitçe yürüttükleri ve mücadele içinde çok şey öğrendikleri mücadeleler. Fakat bunların olması gerekenle ve aslında mümkün olanla karşılaştırıldığında çok yetersiz olduğunu tespit etmek gerekir. Gerçeği değiştirmenin ilk şartlarından biri onu olduğu gibi görmek, kavramak anlamaktır.
EK:7
A
Belediye işçileri direnişte
KP'li Esenyurt Belediyesi, Türk-İş'e bağlı Belediye-İş Sendikası üyesi 3 işçiyi işten attı. İşten atılan işçiler belediye önünde direnişe geçti. Mart 2009 yerel seçimlerinde Esenyurt Belediye Başkanlığı'nı AKP kazandı. Yeni belediye yönetimi Kıraç ve Yakuplu’dan gelen sendikalı belediye işçilerinin, sendikadan istifa etmeleri için işçiler üzerinde baskı kurdu. Sendikadan istifa etmeyen işçiler, kadrolu olmalarına rağmen temizlik işlerine verildi. İşçilere asılsız iddialarla kınama, uyarı cezası verildi. 17 Ağustos günü sendika üyesi 3 işçiyi çağıran belediye yönetimi 4857 sayılı İş Kanunu'nun
25. Maddesi'ni gerekçe göstererek işçilerin kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeden işçilerin iş akitlerini feshettiğini bildirdi. İşten atılan Alişan Abalay, Yavuz Durmuş, Hasan Mandal belediye önünde direnişe geçti. İşçiler sabah saat 08 ile akşam saat 18 arasında Esenyurt Belediyesi önünde direnişlerini sürdürüyorlar. İşten atılan işçilerden Alişan Abalay; “işe sendikalı olarak geri dönene kadar direnişi sürdüreceklerini, gerekirse Ankara’ya yürüyeceklerini, kendisinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan’a uğradı k ları ha ksızlığı anlatmak için mektup gönderdiğini, Ankara’ya yürümesi durumunda
Çankaya’ya gidip Cumhurbaşkanı ile görüşmek istediğini” anlattı. “Tek suçlarının sendikalı olmak olduğunu, ikinci başkan Emin Batmazoğlu’nun sendikadan istifa etmeleri durumda dahi iş garantisi vermediğini, izinde olan işçilerin iş başı yapmalarının beklendiğini,
Belediye işçilerinden basın açıklaması
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
E
EK:8
senyurt Belediyesinde çalışan ve sendikalı oldukları için işten atılan işçilerle dayanışma amacıyla 29 Ağustos Cumartesi günü bir basın açıklaması düzenlendi. Çok sayıda dernek, siyasi parti, kitle örgütü ve devrimci çevrenin desteklediği eylem Esenyurt Meydanından başlayarak Esenyurt Belediyesinin önüne kadar devam etti. Yürüyüş boyunca eyleme katılan yaklaşık 200 kişi attığı sloganlarla ve taşınan pankartlarla Belediyenin ve AKP’nin işçi düşmanı siyasetini lanetlerken işçileri birliğe ve mücadeleye çağırdı. Yürüyüşün ardından Belediye İş 2 nolu Şube Başkanı Hasan Gülüm bir basın açıklaması okudu. Basın açıklamasında Esenyurt beldesinin ilçe olmasından sonra beldeye gelen sendikalı işçiler ile birlikte sendikasız olan işçileri örgütlemeye başladıktan sonra belediye
yönetimi ile sorun yaşadıklarını, sendikalı işçileri belediyenin ‘huzur bozuyorsunuz’ gerekçesiyle sendikan istifaya zorladığını belirtti. Esenyurt Belediyesi Kültür Merkezinin önünde direnişlerini sürdüren işçilere zabıtaların saldırması ve pankartlarının sökülmesini kınayan Hasan Gülüm, Belediyeyi bu tavrından vazgeçmeye ve işten atılan işçileri tekrar işe almaya çağırdı. Konuşmasının devamında Esenyurt halkından belediye işçilerinin haklı direnişleri için onlara destek olmaya çağırdı. Eyleme belediye tarafından yerleri alınan pazarcılar da katılarak taleplerini dile getirdiler. Bizler de Çağrı gazetesi olarak eyleme flamalarımızla ve işçileri destekleyen, onlarla dayanışmaya çağıran bir bildiri ile katıldık. Yaklaşık bir saat süren eylem alkışlar ve sloganlarla sona erdirildi. 29 Ağustos 2009 ✓
sendika üyesi olan işçilerin çıkışlarının süreceğini” söyledi. İşten atılan işçilerin direnişi haklıdır. Esenyurt’ta yaşayan işçileri, emekçileri bu direnişi sahiplenmeye, desteklemeye çağırıyoruz. 24 Ağustos 2009 YDİ Çağrı/Esenyurt ✓
Pazarcılar direniyor!
E
seny urt Belediyesi ’nden sendikalı oldukları için işten atılan işçiler, belediye önünde direnişlerini sürdürüyorlar. Bu direniş yerinde başka bir direniş daha var. Yerleri ellerinden alınan pazarcıların direnişi! Pazarcıların direnişi ilk bakışta pek fark edilmiyor. Pazarcılar işten atılan işçilerin parçası olarak görünüyor. Biz de böyle sandık. Pazarcıların hangi gazeteden geldiğimizi sormaları ve dertlerini anlatmaları ile aynı yerde iki direniş olduğunu anladık. Pazarcı olan Ali Doğan 8. günde olan direnişleri üzerine şunları anlattı: “Beylikdüzü Mehterçeşme pazarında tezgahım var. Yerimiz yap işlet devret modeli şahsa satılmış. Satın alan kişi kendi yerimizi bize tahtası 10 bin TL’den satmak istiyor. Bu kadar paramız olsa pazar-
cılık yapmayız. Belediye başkanı ile görüşmek için iki ay uğraştık. Tüm çabalarımıza rağmen başkanla görüşemeyince, belediye önünde pankart açıp durumu protesto ettik. Polis geldi. Derdimizi anlattık. Belediye Başkanı ile polisler yanımızda görüştük. Belediye başkanı anneme hakaret etti. “S… git” dedi. Polisler şahit. İnsanlar şahit. Ondan sonra başkanla görüşemedik. 8 gündür buradayız. Hakkımızı istiyoruz. Pazar yeri şahıs malı değil. Şahıs kendi yerimizi bize satamaz. Bunu ancak belediye yapabilir. Başkan anneme hakaret ettiği için özür dileyecek. Özür dileyene kadar direnişimiz devam edecek. Gerekirse ölüm orucuna başlayacağım. Kamuoyunun desteğini bekliyoruz.” 24 Ağustos 2009 YDİ Çağrı/Esenyurt ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 136'nın İşçi Eki ·Eylül 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
gündem
1
Güler Zere ve tüm hasta devrimci tutsaklara özgürlük!
994 y ı lında tutu k lanara k, müebbet hapis cezası verilen ve kaldığı Erzurum H Tipi Cezaevi'nde üç yıl önce cilt kanserine yakalanan İsmet Ablak (40) durumunun fenalaşması üzerine 38 gün önce Erzurum Araştırma Hastanesi'ne sevk edildi. Hastane morgunun yanında bulunan bodrum katında as-
Cezaevi’nde. Belden aşağısı felçli, iyileşme şansı bulunmuyor. Gü lezar A k ı n: Ad ıya ma n E Tipi Cezaevi’nde. Hipofiz bezi tümörü var. Üç yıldır tedavi oluyor. Yumurtalıklarda kist, belde fıtık, yırtılma ve düzleşme ayrıca mide ülseri var. Halil Güneş: Diyarbakır D Tipi
kerlerin gözetiminde tedavi gören Ablak, ailesinin Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı'na yaptığı başvurulara rağmen serbest bırakılmadı. İsmet Ablak önceki gün öldü. Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu’nun ‘infazını hastanede tamamlasın’ raporu verdiği, 14 yıldır mahpus ağız kanseri Güler Zere’nin sağlığı ise giderek kötüye gidiyor. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) verdiği bilgiye göre cezaevlerinde durumları giderek kötüleşen mahpuslar şunlar: Samet Çelik: Buca Kırıklar 2 Nolu F Tipi Cezaevi’nde. Kan kanseri. Aynur Epli: Bağırsak kanseri nedeniyle Diyarbakır’da tedavi görüyor. Bekir Şimşek: Edirne F Tipi Cezaevi’nde hükümlü. Wernicke Korsakoff hastası. Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi hapishanede tutulamayacağı, ancak hastanede infazının devam edebileceğine ilişkin rapor verdi. Erol Zavar: Sincan 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nde. Mesane kanseri. Hastalıkları nedeniyle 30’a yakın tıbbi müdahale ve ameliyat geçirdi. Cezaevindeyken başlayan migren ve safra kesesi ağrıları, daha önce geçirdiği tüberküloz, gözaltı sırasında gördüğü işkenceler ile dizlerinde oluşan menüsküs bunların en başta gelenleri. Mart 2007’de safra kesesi alındı. Halen kanama ve ağrılarının devam etmesi nedeniyle tetkikleri yapılıyor. G a zi Da ğ : A nt a ly a E Tipi
Cezaevi’nde. Kemik kanseri. Halil Yıldız: Anta lya L Tipi Kapalı Cezaevi’nde. 82 yaşında. Cezaevindeki arkadaşlarının yardımı olmadan yaşamını sürdüremiyor. İnayet Mete: Siirt E Tipi Kapalı Cezaevi’nde. Kısa bir süre önce kalp ameliyatı geçirdi, sık sık kriz geçiriyor, ayrıca siroz hastası. Sinir tahribatı, damar tıkanıklığı ve bel fıtığından mustarip. Dönem dönem vücudunun her tarafında derin yaralar açılıyor. İsmet Ayaz: Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevi’nde. Çölyak hastası ve bedeni 10 yaşında çocuk gibi. Menduh Kılıç: Buca Kırıklar F Tipi Cezaevi’nde. Ağır siroz hastası. Nizamettin Akar: Muş E Tipi Cezaevi’nde. Gırtlak kanseri. Sağlık durumu nedeniyle Muş Devlet Hastanesi’nden önce Van’a oradan da Ankara Numune Hastanesi’ne sevk edildi. Mevcut koşulları hapishanede kalarak tedavi olmasına imkân vermemektedir yönündeki raporuna rağmen, içeride. Yusuf Kaplan: Elazığ E Tipi Kapalı Cezaevi’nde. 85 yaşında, vücudunun yüzde 79’u felçli. Kaplan’ın kalp yetmezliğinden koroner arter hastalığına, görme sorunundan solunum sistemi rahatsızlığına kadar birçok hastalığı bulunduğu, vücudunun yüzde 79’unu kullanamaz olduğuna dair raporu var. İzzet Turan: Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde. Mide ülseri, kemik eri-
mesi, böbrek yetmezliği, bel fıtığı var. Mustafa Gök: Sincan 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nde. Wernicke Korsakoff hastası. Uzun süre tedavi gördükten sonra tekrar hapishaneye gönderildi. Nesimi Kalkan: Mersin Silifke M tipi cezaevinde. Çölyak hastalığı nedeniyle hiçbir ihtiyacını tek başına karşılayamaz hale geldi. Rasim Aşan: Adana Kürkçüler F Tipi Cezaevi’nde. Mide ülseri var, hepatit B ve sinir hastası. Yakınlarını bile tanıyamaz halde. Remzi Aydın: Tekerlek li sandalyeye mahkûm. 9.5 yıldır cezaevinde. Şu an Kocaeli 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde. 20 Şubat 2007 tarihli AİHM kararında “Tutukluluk süresi makul süreyi aşmıştır” denildi. ( 20 Temmuz, Radikal) Bu yılın ilk altı ayında altı kişi, Mehmet Elçi, Gurbet Mete, Hasan Kert, Beşir Özer, Recep Çelik ve İsmet Ablak cezaevlerinde yaşamını yitirdi. 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 16. Maddesine göre, cezanın amacı dışında etki yaratabileceği anlaşılan durumlarda infazın geri bırakılacağı düzenlenmiştir. Maddenin 2. fıkrası uyarınca tıbben
tedavisine olanak bulunmayan veya tedavisi uzun sürebilecek bir takım hastalıklar halinde cezanın hastane mahkûm koğuşunda infazında hükümlünün hayatı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa cezanın infazı geri bırakılacaktır. Güler Zere ve diğer ağır hasta devrimci tutsakların, cezaevlerinde, hastanelerin mahkum koğuşlarında tedavilerinin yapılamayacağı açıktır. Bu nedenle yasa hükümleri de dikkate alınarak başta Güler Zere olmak üzere, hasta tüm tutsaklar serbest bırakılmalıdır. Devlet ve bu devletin Adli Tıp Kurumu mahpuslara eşit davranmıyor. Hasta olan devrimci tutsaklar ölüme terk edilirken, Ergenekoncular, darbeciler sağlık sorunları gerekçe gösterilerek tahliye ediliyor. Tecavüzcüleri ak layan raporlar veriliyor. Bu nedenle cezaevlerinde, güneş yüzü görmeyen hastanelerin bodrumlarında bulunan mahkum koğuşlarında ölenlerin sorumlusu devlettir. Güler Zere’nin ölmesine izin vermeyelim! Hasta tutsakların ölmesine, öldürülmesine izin vermeyelim! 21 Temmuz 2009 ✓
16. yılında Sivas katliamı lanetlendi
2
Temmuz Perşembe günü, 16. yılında Sivas katliamı Kadıköy’de düzenlenen yürüyüş ve mitingle lanetlendi. Saat: 16.00’da Tepe Nautilus önünde toplanmaya başlayan kitle saat: 17.00 da Kadıköy iskele meydanına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşe Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri İstanbul şubeleri, AleviBektaşi Federasyonu, ÖDP, EMEP, SDP, DTP, TKP, ESP, Partizan, DHF, BDSP, Halk Cephesi, Kaldıraç, Köz, Odak, çeşitli yöre dernekleri vs. katıldı. YDİ Çağrı okurları olarak yürü-
yüşe pankartımız ve flamalarımızla kortej kurarak katıldık. Yürüyüş boyunca, “Sivas’ı unutma, unutturma!, Sivas’ın hesabı devrimle sorulacak!, Sivas’ın katili faşist TC devleti!, Umut isyanda, kurtuluş devrimde, sosyalizmde!, Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka hesap verecek!, halkların kardeşliği için tek yol devrim!” vb. sloganları haykırdık. Miting yapılan konuşmaların ardından, Erdal Akkaya, Grup Yorum, Agire Jiyan ve Grup Vardiya'nın sahne almasının ardından sona erdi. 3 Temmuz 2009 ✓
11
halkların kardeşliği için
El Fetih’in 6.Kongresi yapıldı E
12
l Fetih bilindiği gibi Filistin’in en eski kurtuluş örgütlerinden biri ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içinde de hala esas güç konumunda. İktidarı şimdi etrafı duvarla çevrili Batı Şeria ile sınırlı. Orada da aslında demokratik bir seçim yapılması halinde seçimlerden birinci parti olarak çıkıp çıkamayacağı belli değil. El Fetih’in şimdiye kadarki başkanı, aynı zamanda Filistin Özerk Yönetiminin -bu Ocak ayında başkanlık süresi dolmuş olan- başkanı olan Mahmut Abbas. El Fetih’in andaki yönetimi İsrail ile bugünkü Özerk Yönetim sınırları içinde kurulacak bir mini Filistin devletinde yan yana yaşamaktan, iki devletli “çözüm”den yana. Fakat bu “çözüme” karşı hem Gazze’de egemen olan Hamas , hem de El Fetih içinde özellikle El Fetih’in Filistin dışında yaşayan eski kadrolarından ve silahlı kanadını oluşturan güçlerden tepki var. El Fetih son (5. Kongre) Kongresini 1989’da Tunus’ta yapmıştı. El Fetih’in o günkü başkanı El Fetih’in kurucusu olan Yaser Arafat’tı. Şimdi 20 yıl sonra El Fetih 6. Kongresini Beytüllahim (Betlehem) kentinde gerçekleştiriyor. 10 Ağustosa kadar bir haftadır süren Kongre henüz bitmemişti. Başkanlık seçimi, Tüzük ve Program değişiklikleri yapılmıştı, sırada 23 kişilik MK seçimi vardı. Kongre öncesinde Mahmut Abbas’a muhalif güçler, Kongre’nin demokratik olabilmesi için Filistin dışında, Tunus’ta yapılmasını önerdiler. Filistin ve Batı Şeria dışından gelen delegelerin Mahmut Abbas yanlısı olmayanlarının engelleneceğinden duydukları endişeleri dile getirdiler. Nitekim Filistin dışından ya da işgal altındaki diğer bölgelerden gelen kongre delegeleri ancak İsrail'in onayını alarak Beytüllahim’e girebildi. Fetih kurucularından Faruk Kaddumi Kongre öncesinde Abbas ve yakın ekibini 2002'de eski Başkan Yaser Arafat'ı öldürtmek için Şaron ile işbirliği yapmakla suçladı. Bu arada Gazze’yi kontrol eden Hamas ta, FETİH kongresine katılacak 450 delegeye çıkış izni vermedi. Gazze delegelerinin çoğu telefon konferansı yöntemiyle katıldılar Kongreye. İşte böylesi bir ortamda 20 yıl aradan sonra toplanan Kongre, 1957'de kurulan ve ilk programındaki hedefi tüm Filistin toprakları üzerinde bağımsız Filistin devletini kurmak olan FETİH örgütünün yeni programının yanı sıra İsrail ile ilişkiler ve FETİH'in de üyesi olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nün geleceğini tartıştı. Kongrede tüzük ve program tartışmalarında iki çizgi çatıştı. Kongre, El Fetih’in tam bir barışçı-liberal
burjuva partisine dönüşmesini içeren “reformu”nu isteyenlerle, bir çoğu yurt dışında yaşayan ve işgale karşı silahlı mücadelenin sürdürülmesinde hala ısrar eden eski kuşak üyeleri arasında bir mücadeleye sahne oldu. Filistin Devlet Başkanı, aynı zamanda El Fetih’in de başkanlığını yapan Mahmud Abbas’ın telkinleri doğrultusunda hazırlanan ve El Fetih’in yönünü tümüyle yasal siyasete kaydırmayı planlayanların sunduğu öneriler, El Fetih’in artık bağımsızlık mücadelesini salt siyasi yöntemlerle yürütüp, bir parti olarak yoluna devam etmesini öngörüyordu. Bunun karşısında bir süre önce Abbas ile El Fetih’in iddialı isimlerinden, Muhammed Dahlan’ı, Tunus’ta yaşayan El Fetih kurucularından Faruk Kaddumi çevresinde toplananların hazırladığı öneriler vardı. Bu grubun önerileri de hareketi baştan aşağı bir yeniden yapılandırmaya tabi tutmakla birlikte, diplomatik süreci de kabul edip ama asla “direnişten vazgeçilmemesini” öngörüyor. Yani aslında iki burjuva grup arasındaki temel ayrılık, Mahmut Abbas çevresindekilerin silahlı mücadeleyi tümüyle devre dışına çıkarmayı önermesi, diğerlerinin ise silahlı mücadeleyi de yöntem olarak elde tutmak gerektiği noktasında yoğunlaşıyor. Bunun dışında birinci grup “iki devletli çözüm”ü adeta nihai çözüm olarak görürken, ikinci grubun “Tüm Filistin’in işgalden kurtarılması” hedefinin tamamıyla terk edilmesine karşı çıkması iki gurubu birbirinden ayıran temel noktalardan biri. El Fetih’in 6. Kongresi aslında El Fetih’in kendi içinde derin bir bölünmüşlük içinde olduğunu gösteren bir Kongre olarak geçecek tarihe. Sonuçta ortaya çıkan tüzük ve program değişiklikleri, her iki yanın da kendileri için “zafer” diye yorumlayabilecekleri uzlaşma formülleri oldu. Bir yandan iki devletli çözüm, diğer yandan “Filistin’in kurtuluşu” hedefi şimdiki El Fetih belgelerinde yen yana yer alıyor. Mücadele biçimleri konusunda da, “işgale karşı direnişte tüm meşru mücadele biçimleri” formülüyle herkesin istediği gibi yorumlayabileceği bir formülle El Fetih’te “birlik” şimdilik kurtuldu. Kongre’de Mahmud Abbas büyük bir oy çokluğuyla yeniden başkan seçildi. (2000 oyun yalnızca 65 inin Abbas’ın başkanlığına karşı kullanıldığı söyleniyor.) En azından yönetim bağlamında görünen bu büyük birlik görüntüsü de aslında yanıltıcı. Esas mücadele yönetim kademesinin seçiminde yaşanıyor. Bu bağlamda İsrail’de tutuklu bulunan Barguti uzun vadede El Fetih’in bölünmesini sağlayabilecek, her iki kesimin de tabanında saygın-
lığı olan tek kişi olarak ortaya çıkıyor. Bugünkü yönetimin çizgisine karşı olan Barguti’nin en yüksek oyla MK’ne seçileceği kesin. Fakat onun El Fetih’in yönetimini ele geçirmesi ancak İsrail’in izniyle olabilir. Buradaki temel soru şu: Hamas’ı geriletmenin de bir yolu olarak, Barguti’nin El Fetih’in yönetimini üzerlenmesi İsrail’in planlarına ne kadar uygundur? Daha önce El Fetih’i geriletmek için Hamas’ın gelişmesine göz yuman İsrail, bu kez Hamas’ı geriletmek için El Fetih’in bölünmesini engelleyecek tek işi yapıp Barguti’yi serbest bırakıp, El Fetih’in yönetimini üzerlen-
G
mesine izin verir mi? Bu sorunun cevabını önümüzdeki süreç gösterecek. Görünen bu opsiyonun gerçekçi bir opsiyon olduğudur. Çünkü El Fetih’in bugünkü yönetiminin yalnızca görünürde olduğunu, onun bırakalım Filistin halkı adına, El Fetih adına bile konuşma hakkının çok sınırlı olduğunu bu Kongre net olarak belgelemiştir. Abbas la yapılacak bir iki devletli çözüm anlaşması bu şartlarda anlaşmanın imzalarının atıldığı kağıt kadar değeri olan bir anlaşma olabilir. 10 Ağustos 2009 ✓
Güney Kürdistan’da seçimler yapıldı
üney Kürdistan’da başkanlık ve parlamento seçimleri yapıldı. % 78’e yakın katılım, emekçi yığınların seçimlere ilgisini gösterdi. Barzani bu kez geçen döneme göre daha az oyla başkanlığa yeniden seçildi. Seçimlerden KDP ve KYB ittifakından oluşan “Kürdistan Listesi” hükümet kuracak çoğunluğu kazanarak çıktı. Ancak listenin aldığı oy, geçen dönemde her iki partinin oy toplamından daha düşük oldu. Seçimlerin en önemli “sürprizi” KYB’den ayrılan Neşirvan Mustafa’nın “Değişim” (Goran) Grubu oldu. Bu parti oyların % 25’e yakınını kazanarak önemli bir başarı elde etti. Talabani’nin güçlü olduğu Süleymaniye’de Goran’ın bi-
rinci parti olması G. Kürdistan’daki geneksel siyasi yapının derinden sarsılması anlamına geliyor. Görünen KDP ve KYB’ne şimdi yeni bir rakip geldiği. Kuşkusuz Neşirvan’ın siyasi hareketi, hala önemli ölçüde feodal bağlara dayalı KDP ve KYB’den çok daha “modern” bir burjuva partisi. Gelecekte bu partinin daha da büyümesi normal gelişme olacaktır. İslamcı İttifak’ın oylarının yedi yıllık KDP/KYB iktidarına rağmen önemli bir artış göstermemesi, muhalif oyların Değişim listesine akmış olması, Güney Kürdistan’da doğrudan islamcı akımın kitle tabanının oldukça dar olduğunu, bu akımın demokratik yollarla iktidara gelmesinin mümkün olmadığını da gösteriyor.
Parlamento seçiminde partilerin alBaşkanlık seçiminde adayların dıkları oy oranları şöyle: aldıkları oy oranları şöyle: Kürdistan Listesi: %57,34 Mesud Barzani %69,57 Goran (Değişim listesi): %23,75 Kemal Miral Deli % 25,32 Hizmet ve Reform Listesi: %12,08 İslam Birliği Listesi: %1,45 Türkmen demokrat Hareket Partisi: %0,99
Halo İbrahim Mahmud %3,49 Ahmet Mehmet resul % 1,04 Hüseyin Germiyani %0,59
halkların kardeşliği için
Postmodern darbenin Honduras’çası
U
luslararası konjonktür doğrudan ve kanlı askeri darbelere pek uygun değil. Onun için askeri darbeciler, kendilerine ülkelerindeki “demokratik ve sosyal düzen” in (siz kendi askeri -bürokratik oligarşik düzenlerinin anlayın) koruyucusu ve kollayıcısı sıfatını veren “zinde güçler” artık şöyle ağız tadıyla doğru dürüst darbe yapamıyorlar. Hem iç kamuoyu artık darbecilere eskisinden olduğundan çok daha fazla karşı koyuyor, hem de darbe açık dış destek bulmak konusunda çok zorlanıyor. Bunun son örneğini 29 Haziran’da Honduras’ta yaşadık. Bir grup asker sabaha karşı Başkanlık sarayını basarak, Honduras’ın seçilmiş Devlet Başkanı Manuel Zelaya’yı kaçırdılar, bir uçağa bindirerek Costa Rica’ya sürdüler. Hemen ardından toplanan parlamento yeni başkan olarak Roberto Micheletti’yi seçti. Yani Parlamento çoğunluğu da sonuç olarak askeri darbenin parçası, uzantısı olarak davrandı. Parlamento darbeyi aklarken, halkın önemli bölümü ise sokağa çıkma yasaklarını dinlemeyerek darbecilere karşı sokaklara döküldü. Darbeciler, darbelerine gerekçe olarak, Zelaya’nın yasal olmayan bir referandum yapma planı olduğunu, demokrasiyi korumak için Zelaya’ya görevden uzaklaştırmak zorunda olduklarını vb. anlatıyorlar. Halkın önemli bölümü bu öykülere inanmıyor. Zelaya’nın derhal görevinin başına dönmesi için gösteriler yaygınlaşıyor. Şimdilik çok büyük silahlı çatışma, silahlı bastırma vb. yok. Bunda darbecilerin hemen bütün dünyada tecrit olmuşluğunun, ABD dahil hiçbir yabancı gücün açıkça darbecilere destek vermemesinin de rolü var. Zelaya’nın ülkesini ALBA’ya üye yapması, giderek ABD'ye karşı relatif bağımsız bir siyasete yönelmek istemesi görünen odur ki, ülke egemen sınıflarının bir bölümünü rahatsız etmiştir. Darbenin geri planında bu vardır.
Ancak bu öyle bir darbe ki; ABD bile açıkça sahip çıkamıyor. Zelaya darbenin hemen ertesinde Costa Rica’da, ardından Venezüela’da, ardından ALBA toplantısında yaptığı açıklamalarda en kısa zamanda Honduras’a dönüp, başkanlık görevine devam edeceğini açıkladı. Darbeciler zor durumda. Eğer kanlı bir iç savaşı göze alamazlarsa – ki konjonktür buna pek uygun değildarbe başarısız bir post modern darbe denemesi olarak geçecek tarihe. Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya’nın ordu tarafından devrilmesi, uluslararası toplumun birçok üyesince demokrasinin ayaklar altına alınması olarak kınandı. Fakat askeri darbelere yönelik doğal bir nefrete karşın, ordunun aslında Honduras demokrasisine hizmet etmesi gibi
Gelişmekte olan demokrasilerde bu sık rastlanan bir durum haline geliyor: Seçilmiş bir lider görevde belli bir süre sınırıyla yüz yüze geliyor, ülkenin o olmadan yapa mayacağ ı na karar veriyor ve iktidarı elinde tutmak için şüpheli önlemlere başvuruyor. Venezüella De v le t B a ş k a n ı Hugo Chavez de Şubat’ta anayasayı değiştiren ve görev süresi sınırlarını ortadan kaldıran bir referandumu k a z a nd ı . Şi md i 2 03 0 s on r a sı na uzanan bir iktidardan söz ediyor. İktidarı devretmeyi reddeden seçilmiş liderler aşağı Sahra Afrikası’nın on yıllardır belası. Bazıları rüşvete, göz korkutmaya veya basitçe hileye başvuruyor, iktidarı elde tutmak için ne gerekiyorsa yapıyor. Bu rahatsız edici gidişat, zengin Sudanlı cep telefonu müteşebbisi Mo İbrahim’i, gönüllü olarak görevi bırakan Afrikalı liderlere yılda 5 milyon dolar ödül teklif etmeye itmişti. Özgür seçimle iktidar devirlerini birleştirmeyi başaran Afrika ülkelerinin sayısı da giderek artıyor; Mozambik, Senegal, Gana böyle yapınca daha güçlü ve yatırımcılar için daha cazip hale geldiklerini gösterdi. Nijerya ve Kenya’ysa seçimlerle demokrasinin aynı yere varmadığı gerçeğini gösterenler. Latin Amerika’nın bir dizi ülke-
Daha sonraki gelişmelerde öncelikle ABD’nin zorlaması ile soruna “barışçı çözüm” bulunabilmesi için Kosta Rika’nın arabuluculuğu devreye girdi.Honduras'ın darbeci lideri Roberto Micheletti, Devlet Başkanı Manuel Zelaya'nın yeniden iktidara gelmesine izin verilmemesi koşuluyla görevinden istifa edebileceğini bildirdi. Açıklama Zelaya'nın halkı isyana çağırmasının ardından geldi. bir ihtimal söz konusu. Zelaya kendisine anayasayı değiştirme yetkisi verecek bir referandum düzenlemeyi planlıyordu. Fakat önerilen değişiklikler tehlikeli bir muğlaklık arz ediyordu ki muhalifler de Zelaya’yı dört yıllık başkanlık görevi süresini ortadan kaldırmaya çalışmakla suçluyordu. Ülkenin mahkemeleri ve kongresi oylamanın yasadışı olduğunu ilan etmişti.
sini ziyaret eden Zelaya BM Genel Kurulu’nda da bir konuşma yaparak dünya devletlerine seslendi. 192 üyeli kurulda konuşan Zelaya daha sonra BM Genel Kurul Başkanı Miguel D’escoto Brockmann ile birlikte bir basın toplantısı düzenledi. BM Genel Kurul kararları, Güvenlik Konseyi kararları gibi bağlayıcı olmamasına rağmen uluslararası toplumun iradesini yansıtması açısından önem
taşıyor. Nikaragu’alı eski Dışişleri Bakanı ve Rahip Brockmann, Kosta Rika’ya sürgüne gönderilen Zelaya’ya mektup yazarak kendisini ülkesindeki durumu anlatmak için BM’ye davet etmişti. Bu arada, Honduras’ın BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Jorge Reina Idiaquez de bir açıklama yaparak ordu tarafından görevden uzaklaştırılan Zelaya’nın Honduras’ın meşru devlet başkanı olduğunu ve bu trajik zamanların geçip ülkesinde demokrasinin yeniden sağlanacağından emin olduğunu belirtti. ABD’nin BM Daimi Temsilcisi yardımcılarından Rosemary DiCarlo da yaptığı açıklamada, ABD’nin de diğer Amerikan Devletleri Örgütü üyeleri gibi “darbeyi, Zelaya’nın keyfi bir şekilde tutuklanmasını ve ülkeden çıkarılmasını kınadığını”, bu ülkelerin Zelaya’nın koşulsuz şekilde devlet başkanlığına dönmesini istediğini ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) Honduras’ta başka bir hükümeti tanımayacağını söyledi. Darbeciler uluslararası alanda tecrit olurken, Honduras’ta darbeci yönetimi tanımayan kitleler sokağa çıkma yasağına rağmen alanlarda düzenlediği gösterileri sürdürdü. Darbe karşıtlarının oluşturduğu ‘Halkın Direniş Cephesi’ darbeciler gidene kadar mücadele kararı aldı. Honduras’taki darbeden sonra vekaleten devlet başkanlığı görevine getirilen Robert Micheletti, uluslararası baskılara boyun eğmeyeceklerini, istifa etmeyi düşünmediğini söyledi. Micheletti, uluslararası baskıların hatırlatılması ve istifayı düşünüp düşünmediğinin sorulması üzerine, "Hayır. Ben, Honduras halkını temsil eden Kongre tarafından atandım. Kimse beni, yasaları çiğnemediğim sürece istifaya zorlayamaz" diye konuştu. Micheletti, sürgüne gönderilen devrik Devlet Başkanı Manuel Zelaya’nın ülkeye dönmesi halinde tutuklanacağını tekrar ifade etti. Darbecilerin kurduğu hükümetin başı Micheletti, ülkenin yasal Devlet Başkanı Zelaya’nın dönmesi halinde “yakalanmasına dair mahkeme emri olduğunu” söyledi. Daha sonraki gelişmelerde öncelikle ABD’nin zorlaması ile soruna “barışçı çözüm” bulunabilmesi için Kosta Rika’nın arabuluculuğu devreye girdi. Honduras'ın darbeci lideri Roberto Micheletti, Devlet Başkanı Manuel Zelaya'nın yeniden iktidara gelmesine izin verilmemesi koşuluyla görevinden istifa edebileceğini bildirdi. Açıklama Zelaya'nın halkı isyana çağırmasının ardından geldi. ABD’nin istediği çözüm, Zelaya’nın geri dönmemesi karşılığında, cuntanın seçtiği korsan başkanın geri çekilmesi şeklinde bir çözüm. Fakat bu sonuçta darbeyi meşru kılan bu çözüm, Honduras halkının kabul edeceği bir çözüm değildir. Darbeciler gidene kadar mücadele sürecektir. Ağustos 2009 ✓
13
yeni kadın dünyası
Üzmez tutuklandı nihayet…
A
14
dli Tıp Kurumunun B.Ç.ye verdiği rapor ertesinde Vakit gazetesi yazarı H. Üzmez nihayet tutuklandı. Üzmez’in 14 Temmuz’da yapılan duruşması öncesinde mahkemeye ulaştırılan raporda toplam 32 hekimden 24’ünün B.Ç.nin ruh sağlığının bozulduğu yönünde görüş bildirmesi üzerine mahkeme Üzmez’in cinsel istismar yapmak suçundan tutuklanmasına karar verdi. Hüseyin Üzmez 26 Nisan 2008’de tutuklanıp Bursa E Tipi Cezaevi’ne konulmuş ve 17 Eylül’de Bursa 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkmıştı. Mahkeme heyetinin Adli Tıp Kurumu’ndan B.Ç. için istediği rapor 3 günde hazırlanmış ve B.Ç.’nin ‘ruh sağılığının bozulmadığı’ yönünde görüş belirtilmişti. Bu rapor üzerine Üzmez, 28 Ekim günü çıktığı ikinci duruşmada tahliye edilmişti. Adli Tıp Kurumunun bu skandal kararı ertesinde özellikle kadın hareketi tarafından yükseltilen protestolardan sonra yeniden muayene edilen B.Ç.ye daha önce verilen bu rapor mahkemece ‘yok’ sayılarak davaya devam edildi. Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nce, gerçekleştirilen 7'nci duruşmada ''Çocuğun cinsel istismarı ve cinsel amaçlı hürriyeti tahdit'' suçlarından yargılandığı davada tutuklanan Hüseyin Üzmez, Bursa E Tipi Kapalı Cezaevi'ne konuldu. Üzmez, suçlamaları reddederken
B.Ç.nin avukatı, Üzmez’in B.Ç.nin annesine bankamatikten para çekmesi için kartını verdiğini bunun karşılığında annenin Üzmez ile B.Ç.nin evde yalnız kalmalarını sağladığını belirtiyor. B.Ç.nin babası Bekir Ç. ise kızının şu anda tedavi altında olduğunu, kızıyla uzun süredir görüşemediğini, hastaneye gittiğini fakat kapıların kilitli olduğunu ve kızının hürriyetinin engellendiğini belirterek sanıklar hakkında şikayetçi olmadığını, kızının hürriyetinin sanıklar tarafından kısıtlanmadığını söylüyor. Her lafı Allahla başlayan Üzmez tutuklanması üzerine “Allahın takdiri bu. Rahat rahat yatarım” diyor. Bu erkek egemen yasalar ve adalet sistemi var oldukça Üzmez’in rahat rahat yatacağı kesindir. Hatta bir kaç seneye kalmaz rahat rahat çıkarsa kimse şaşırmasın! B .Ç .’n i n A d l i Tı p G e n e l Kurulu’nda hazırlanan raporunda, Üzmez’in aracına benzer otomobilleri görünce korkup saklanma ihtiyacı duyduğu, yaşlı insanları kötü baktıkları için görmek istemediği belirtiliyor. Adli Tıp Genel Kurulu’nda muayene edilen B.Ç.’ye olaylarla ilgili olarak “Sen hakim olsan ne karar verirsin?” sorusu yöneltilince, “Kızı çıkarırım yurttan. Sıkılıyor. Orada rahat değil, çıkarırım. Anneyi de çıkarırım. Suçlu veya suçsuz. Suçluysa hiç bir kızın annesinden ayrılmaması gerektiğini düşünüyorum. Başka türlü ceza veririm” karşılığını veriyor. B.Ç. ‘Mesela’ sorusuna ise, “Aklıma gelmiyor. Onu hakim düşünsün. Annem sigara ve kola tiryakisi, onlardan uzak dursun. Adamın cezasını veririm. Hapis cezasını. Kendi ailesinden ya da kızın ailesinden uzak tutarım” diyor. Bu cezanın ne kadar süre olacağı sorusuna ise B.Ç. “6 ya da 7 yıl, 8 yıl verirdim. Hem iki aileden uzak tutması hem de kendi cezası” diye yanıtlıyor. Hüseyin Üzmez gibilerinin kendi maddi olanaklarını kullanarak bir çocuğa cinsel istismarda bulunması, içinde yaşadığımız erkek egemen toplumun ne kadar iğrenç ve barbar olduğunu gösteriyor. Buna bir de Üzmez gibilerinin yasalar ve devletin çeşitli kurumlarıyla adeta cesaretlendirilmesi bu iğrençliği daha da çekilmez hale getiriyor… Kahrolsun erkek egemen kapitalist sistem! Temmuz 2009 ✓
Kürt kadınlarını sindiremeyeceksiniz!
Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” dediği de bu olsa gerek! Görünen o ki iyi şeylerden kastettikleri Kürt ulusuna karşı baskı ve işkencelerin artması, Kürt özgürlük mücadelesi içerisinde yer alan kadınlara karşı taciz, tecavüz, baskı ve sindirme politikalarının devam ettirilmesidir.
K
ürt ulusuna yönelik baskı ve yıldırma politikası son hız devam ediyor. Bir yandan kapalı kapılar ardında yeniden sınırötesi operasyonların hazırlıkları yapılırken diğer yandan Kürt halkına yönelik baskılar artarak devam ediyor. Bu mücadele içerisinde yer alan Kürt kadınları yürüttükleri ulusal mücadelede bir çok bedel ödemek zorunda kaldı. Özellikle 90’lı yıllarda geliştirilen özel savaş politikalarının öncelikli hedefi, kadınların örgütlü mücadelesi oldu; gözaltında cinsel şiddet, en yaygın işkence yöntemi olarak yıllarca uygulandı. Diyarbakır’da yaşanan olay kayıtsız/ yasadışı gözaltı, tehdit, şantaj, ajanlık teklifi, taciz, cinsel şiddet gibi cinsel işkence yöntemlerinin başka biçimlerde uygulanmaya devam edildiğini gösteriyor. Demok ratik Özg ür Kadın Hareketinin verdiği bilgiye göre son bir ay içerisinde DÖKH üyesi bir kadın MSN adresinin şifresi kırılarak, cinsel içerikli yazışmalarla taciz edildi. Başka bir kadın, kendisini telefonla arayan ve polis olduğunu söyleyen bir kişi tarafından tehdit edildi. İki kadın yasadışı gözaltına alınarak, gözaltına alınma sırasında ve gözaltında tutuldukları süre içerisinde, tehdit ve taciz edilerek ajanlık teklifi yapıldı. Son olay Diyarbakır’da yaşandı. 25 Haziran günü, saat 14.30 sıralarında, Diyarbakır’da bir eve sivil giyimli, polis olduğunu söyleyen silahlı 4 kişi baskın yapıyor. Kapıda polisle karşı-
laşan DTP ve DÖKH üyesi kadın arkadaş evde kimsenin olmadığını belirttiği halde polis zor ve tehdit kullanarak eve giriyor. Didik didik aranarak, darmadağan edilen evde hiçbir şey bulamayan polis bu kez evde zorla tutulan kadın arkadaşa fiziksel ve cinsel şiddet uyguluyor. Küfür, hakaret eşliğinde çırılçıplak soyulan kadın taciz edilerek tecavüz tehdidinde bulunuluyor. İşkence ettikleri kadın arkadaşa polisler, “git diğer arkadaşlarına da söyle, onlara da aynısını yaparız” diyerek tehdit etmeyi de ihmal etmiyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” dediği de bu olsa gerek! Görünen o ki iyi şeylerden kastettikleri Kürt ulusuna karşı baskı ve işkencelerin artması, Kürt özgürlük mücadelesi içerisinde yer alan kadınlara karşı taciz, tecavüz, baskı ve sindirme politikalarının devam ettirilmesidir. Kürt kadınları yaşadıkları ve halen yaşamakta oldukları onca şiddete ve sindirme siyasetine rağmen özgürlük mücadelelerinden taviz vermediler. Bundan sonra da vermeye niyetleri yok! Hiç bir güç ve insanlık dışı uygulama, Kürt halkının haklı mücadelesini bitiremeyecek, güneş balçıkla sıvanamayacaktır. Kürt ulusu er ya da geç kendi kaderini kendisinin belirleyeceği özgür günlere kavuşacaktır! Kahrolsun erkek egemen sistem! Yaşasın Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesi! Temmuz 2009 ✓
panorama
PANORAMA
Milliyetçiliğin şovenizmle dalaşı… - UYGURİSTAN/ ÇİN -
D
ergimizin 135. sayısını baskıya verdikten sonraki süreçte dünyamızda yaşanan önemli olaylardan biri Çin’deki Uygur-Han etnik temelindeki çatışmaydı. Basına yansıdığı kadarıyla söz konusu çatışmayı körükleyen olay, Guang Dong eyaletinin Şao Guan kentindeki oyuncak fabrikasında yaşanmıştır. Han kökenlilerle Uygur kökenliler arasında çatışma çıkmıştır ve iki Uygur öldürülmüştür. Söz konusu çatışmanın nedeni ise taraflarca farklı açıklanmaktadır. Kimine göre Han kökenli erkekler Uygur kökenli kadınlara tacizde bulunmuştur, diğerlerine göre ise Uygur kökenli erkekler Han kökenli iki kadına tecavüz etmiştir. Gerçekte kimin ne yaptığını, kimin kimi taciz ettiği ya da tecavüzde bulunduğu hâlâ belirlenmiş değil. Durum bizler için bir nevi ifadeye karşı ifade durumundadır. Kimin saldırıyı başlattığı aslında belirleyici değil. İster Han kökenliler taciz, tecavüzde bulunsun, isterse Uygur kökenliler, söz konusu kişilerin, kökenleri nedeniyle değil birey olarak işledikleri suçtan dolayı cezalandırılması gerekir. Bunu da normalinde her devlette devlet kurumları yapmaktadır. Çin’de ama bu böyle olmadı. Basına yansıyan haberlere göre söz konusu fabrika çalışanlarından Han kökenliler Uygur kökenlilere –etnik kökenleri nedeniyle hepsini bir kaba koyarak– saldırmışlardır. Resmi açıklamaya göre iki Uygur kökenli –Uygurların ifadelerine göre de daha fazla kişi– öldürülmüştür. Bu gel işmelerden sonra 5 -8 Temmuz tarihlerinde Sincan Uygur Özerk Bölgesi (aynı zamanda Doğu Türkistan veya Uyguristan diye de tanımlanıyor) Başkenti Urumçi’de çatışmalar yaşandı ve bunlar yer yer başka kentlere de sıçradı. Çatışmaların başlatılması bağlamında yine çelişkili haberler var. Uygurlar, oyuncak fabrikasında yaşa-
Çin, 46 etnik kökenli, millet ve milliyetlerden oluşan ve resmen de çok milletli bir devlettir. Sincan Uygur Özerk Bölgesi, adı üzerinde özerkliğe sahiptir. Toprak büyüklüğü Çin’in 1/6’sı kadardır. Han kökenliler nüfusun %91,6’sını oluşturmaktadır. Geri kalan %8,4’ü ise 45 etnik kökenliler oluşturmaktadır. nan olaylar sonucu öldürülen Uygur kökenlilerin suçlularının yakalanmasını, sorgulanmasını ve sorunun açığa çıkarılmasını talep ettiklerini ifade ediyorlar. Bunun için yapılan yürüyüşe polisin müdahalesi sonucu çatışmalar başlamıştır. Bir başka versiyon ise, Uygurlar Han kökenlilere saldırılarda bulunmuş kimini linç etmiş, kimini de öldürmüştür. Polis de bunun üzerine müdahale etmiştir. Bu bağlamda da çatışmalar ister Uygur kökenlilerin Han kökenlilere saldırması ile, isterse de polisin müdahalesi sonucu olsun, milliyetçi, şovenist temeldeki çatışmaları haklı çıkarmaz. Yaşanan öyle ya da böyle farklı etnik kökenli olma temelindeki çatışmalar olmuştur. Çatışmaların bilançosu resmi açıklamaya göre 197 ölüdür. Yine resmi açıklamaya göre bunların büyük bölümü Han kökenli insanlardır. 13 Temmuz tarihinde basına yansıyan bilgiye göre ölen 184 kişinin 137’si Han, 46’sı Uygur, 1’i de Hui kökenlidir. Sonradan ölen 13 kişinin hangi kökenli olduğu bilgimiz dahilinde değil. Ama bu veriler saldırıların kimler tarafından başlatıldığı konusunda, ya da kimin daha saldırgan olduğu konusunda biraz da olsa bilgi vermektedir. Polisin ve askerin esasında Han kökenliler olduğu propagandasına bakıldığında, Uygur kökenlilerin daha çok insan katlettiği, en azından bu rakamlardan ortaya çıkmaktadır. Burada tabii ki resmi verilere göre ölenlerin sayısının gerçek sayıyı ne kadar yansıttığı da soru işaretidir.
197 ölü, 1700 civarında yaralı ve 2000 civarında gözaltına alma durumu var. Onlarca otobüs, taksi, polis arabasının yakılması, 200’den fazla dükkanın (bunlar içinde banka, postahane vb. binalar da var) ve 14 evin saldırılara uğraması ve hasar görmesi de çatışmaların bilançosunun parçasıdır. Çin Başkanı Hu Jintao yaşanan bu çatışmalar nedeniyle G8 Zirvesi’ne katılmak için gittiği İtalya’dan zirveye katılmadan ülkesine döndü. Esasında ordunun müdahalesiyle çatışmalara son verildi. Şimdilik durum kontrollü sükunetin yaşandığı bir durum. Özetlediğimiz bu durumda ortaya çıkan gerçeklik, etnik temelde bir çatışmanın yaşandığıdır. Bu etnik çatışmayı, egemen milletin şovenizmi ile ezilen milletin milliyetçiliği bağlamında Türkiye’deki durumla karşılaştırırken şematik yaklaşıma karşı kimi verilerin bilince çıkarılması gerekiyor. Çin, 46 etnik kökenli, millet ve milliyetlerden oluşan ve resmen de çok milletli bir devlettir. Sincan Uygur Özerk Bölgesi, adı üzerinde özerkliğe sahiptir. Toprak büyüklüğü Çin’in 1/6’sı kadardır. Han kökenliler nüfusun %91,6’sını oluşturmaktadır. Geri kalan %8,4’ü ise 45 etnik kökenliler oluşturmaktadır. Sincan’da Uygurların nüfusu 8,5 milyon civarında ve nüfusun % 45’inin biraz üzerindedir. Han’lar ise yaklaşık 7,5 milyonla % 40,5 civarındadır. Geri kalan kesimi de değişik milliyetlerden oluşmakta-
dır. Sincan’da 23.700’den fazla cami, 29.000’den fazla da Müslümanlık temelinde yetiştirilen dini temsilciler, hocalar vardır. Müslüman kesime çalışma saatlerinde “5 vakit namaz” kılmaları için izin verilmektedir. Han kökenlilere bir çocuk izni Müslüman Uygurlar için geçersizdir. Onlar iki-üç çocuk yapabilme hakkına sahiptir. Hatta domuz eti yemedikleri ve koyun etinin ise domuz etinden pahalı olması nedeniyle Müslüman işçilere özel ödenti yapılmaktadır. Çalışma saatlerinde izin, birden fazla çocuk ve bu özel ödenti, egemen millet şovenizmini Han kökenli işçiler arasında kışkırtmaya da hizmet etmektedir. Uygurların kendi dilleri, kültürleri yasak değil. Çin’in emperyalist bir güç olarak dünyayı paylaşma dalaşında daha da güçlenebilmesinin bir yolu da, kıyı kesimleri dışındaki bölgelerde sanayileşmeyi geliştirmek, yeraltı zenginliklerini kullanabilir hale getirmektir. Bunun Sincan Uygur Özerk Bölgesi açısından anlamı, özellikle son yıllarda yoğunlaştırılmış kalkınmadır. Kimi verilere göre bölgenin yıllık kalkınma oranı çift rakamlıdır. 2005 yılında kişi başı gelir bağlamında 2000 ABD dolarına varmış ve böylece Sincan Çin’in zengin bölgeleri arasında yerini almıştır. Yeraltı zenginlikleri arasında özellikle petrol, gaz ve kömür Çinli egemenlerin dünyayı paylaşım dalaşında vazgeçemeyecekleri temel kaynaklardır. K ısaca v urgulama k gerek irse Çin’de Han şovenizmi kendisini diğer etnik kökenlilerin varlığını inkar biçiminde göstermiyor, inkar üzerine kurulu değil. Han şovenizmi Han olmayan kesime karşı egemenlik kurmak, hak eşitsizliğini gerçekleştirmek, kısacası, kendi “uyumluluğu”na ters düşenlere baskı uygulamak olarak kendisini göstermektedir. Buna bir de kimi batılı ajansların polisin ayrım yapmadan şiddet kullandığı yönlü bilgiler eklenince,
15
panorama
16
Han şovenizminin bir başka yanı da ortaya çıkmaktadır. O da, devlet iktidarını elinde tutan kesimin Han kökenli olmasından kaynaklıdır. Çin’de iktidarı elinde tutan bu kesimin iktidarını korumak için her tür muhalefete yönelik saldırgan, sosyal faşist tavrı, kendisini en çok da milli temelde gelişen muhalefete karşı tavırda göstermektedir. Böylesi bir durumda kuşkusuz ki egemen ulus Han şovenizmine karşı mücadele haklıdır, meşrudur. Söz konusu mücadele ezilmeye, haksızlığa karşı mücadele olduğu sürece de, mücadelenin bu yanı kayıtsız, koşulsuz desteklenmesi gerekir. Soruna bu açıdan bakıldığından Han şovenizmini mahkum etmek doğrudur, gereklidir. Fakat haklı bir temeli de olsa, ezen millet olan Han şovenizmine karşı mücadelede milliyetçiliğe, halklar arasında etnik düşmanlığın kışkırtılmasına ve sadece Han kökenli olması nedeniyle insanların katledilmesine, bu yönlü tavır ve uygulamalara karşı da mücadele edilmek zorundadır. Sınıf bilinçli işçilerin yaklaşımı, başta Han şovenizmine karşı mücadele ederken, Uygur milliyetçiliğine karşı da mücadeledir. Uygur milliyetçiliği kendisini aynı zamanda dini temelde de göstermektedir. Bu durumda dinciliğe karşı mücadele de söz konusu olmaktadır. Ayrıca Uygurların lideri olarak gösterilen Rabia Kadir’in açıkça ifade ettiği bir gerçeklik de, “sarı ırk”a karşı olunduğu gibi emperyalist Çin’in “sosyalist, komünist” olarak gösterilmesi ve bu temelde komünizme ve evet ateizme de karşı çıkılmasıdır. Yani sorun sadece milli sorun, ya da Uygurların daha fazla özerklik istemesi sorunu değildir, çok yönlüdür. Çin egemenlerinin baskıları, kendisini özellikle de 1990’lı yıllardan sonraki süreçte dinciliğin (İslam dinciliği) giderek güçlenmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Özbekistan, Türkmenistan ya da Kazakistan’ın kendi başına devlet olmaları durumunun Uygurların benzeri istemlerini güçlendirmesi ve yer yer bu talep temelinde eylemlerin yapılması karşısındaki tavırlarda göstermektedir. “Milli bölücülük, dinci aşırıcılık ve terörizm”, karşısında mücadele edilmesi gereken üç bela olarak belirlenmiş ve buna uygun da davranılmaktadır. Sonuçta Han şovenizminin Uygur ve diğer milliyetler üzerindeki baskıları, sosyal faşist uygulamaları kınıyoruz. Han şovenizmine karşı mücadelenin meşru ve haklı olduğunu savunduğumuz gibi, Uygur milliyetçiliğine karşı da mücadelenin zorunlu olduğunu ilan ediyoruz. Milliyetçilikle şovenizm sınıf bilinçli işçilerin seçeneği değildir. İşçilerin, emekçilerin, halkların kardeşliği için tek seçenek proletarya enternasyonalizmidir! 28 Ağustos 2009 ✓
G8’in son zirvesi ne zaman? - L’AQUİLA/ İTALYA -
İçinde bulunduğumuz mali ve ekonomik krizin doğrudan ürünü olarak dünyadaki açların sayısının bir milyarı aştığı egemenlerin temsilcileri tarafından bile dile getirilmek zorunda kalınan bir gerçeklik. Açların gerçek sayısı bunların söylediğinden çok daha fazladır.
G
8 Zir vesi bu sene 8-10 Te m m u z t a r i h l e r i n d e İtalya’nın L’Aquila kentinde yapıldı. Adı G8 de olsa, verilen bilgilere göre zirveye 28 devlet ve hükümet başkanı katıldı. Ayrıca uluslararası kurum ve kuruluşların üst düzey yöneticileri de zirvede yerlerini aldılar. Çin Başkanı Hu, Uygur-Han çatışmaları nedeniyle zirveye katılmadan Çin’e dönerken, “Berlusconi’nin kontenjanı” davetlisi olarak Başbakan Tayyip Erdoğan da zirveye katılma olanağından yararlandı… Zirvenin gündeminde öne çıkan başlıklar, mali ve ekonomik kriz; iklim sorunu; dünya ticareti; kalkınma politikası; İran’la atom enerjisi ve silahı tartışması, seçimlerde muhalefete karşı tavır; korsanlık; Ortadoğu; Kuzey Kore; Afganistan ve Pakistan; Afrika’ya açlık yardımı vb. vb. idi. Gündem konusu olmasa da, tartışmalara yansıyan önemli bir nokta G8’in durumu, geleceği meselesiydi. İçinde bulunulan koşullarda, gelinen yerde G8 artık eskisi gibi dünyanın patronu olma ve sorunları kendi aralarında kararlaştırıp yine kendi çıkarlarına uygun çözme imkanına sahip değildir. Bu yüzden de son yıllarda zirvelere, tartışılan konulara bakıla-
rak G8 içinde yer almayan güçler de davet edilmeye başlandı. Kendi aralarında G5 diye anılan Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Güney Afrika G8 zirvelerine davet edilenler arasında başı çekmektedirler. Bunların yanı sıra Endonezya, Güney Kore ve Avustralya da dikkate alınan ülkelerdir. Bu seneki zirveye de kimi Afrika ülkelerinin liderleri davet edildi. G8’in artık genişletilip başka formata büründürülmesi yönlü tartışmalar zirveden önce de gündeme geldi. Almanya Başbakanı Merkel gibi İtalya Başbakanı Berlusconi de sorunu dile getirenler arasında yerini aldı. Tartışmalarda gündeme gelen versiyonlar G8+G5= G13, G2 (ABD ve Çin), G8+G5+1 =G14 (Berlusconi’nin formülü, Türkiye de içinde yer alıyor) ya da G20’nin andaki G8’in yerini alması vb. idi. G7’nin (ilk başta G6) ortaya çıkmasının ortamı 1970’li yılların başındaki kriz olduğu bilindiğinde ve anda yaşanılan krize karşı ortak tavır sergilenmeye çalışılan formatın G20 olduğu da bilince çıkarıldığında, G8’in bu haliyle uzun süre daha varlığını sürdüremeyeceği ve andaki krizin beraberinde yeni bir gruplaşmayı dayattığını söylemek yanlış
olmayacaktır. Öyle ya da böyle ilk başta adı “Dünya Ekonomik Zirvesi” olan G8’in toplantıları resmen de genişletilme ve adı değiştirilme durumunda olacaktır. Bunun ne kadar süreceğini, daha kaç G8 Zirvesi yapılacağını ise birlikte göreceğiz. Böylesi bir gelişme kuşkusuz ki dünyanın işçileri, emekçileri ve ezilen halkları için olumlu hiç bir şey içermiyor. Bu açıdan özde bir şey de değişmeyecektir. G8’in bu biçimde son bulması da işçilerin, emekçilerin kazanç hanesine yazılacak bir şey değildir. Tersine, bir yandan dünyanın paylaşımı, egemenliği için dalaş içinde olan güçlerin sayısında artış; dalaşın kızışması durumu yaşanırken, diğer yandan (daha doğrusu aynı zamanda), bu dalaş içinde olanların, başta da emperyalist güçlerin dünyanın işçilerine, emekçilerine ve ezilen halklarına karşı ortak davranmaları söz konusudur. G8 yerine G13 ya da G20’nin olması, işçilere, emekçilere, ezilen halklara karşı ortak davrananların sayısının artması anlamında olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu da enternasyonal proletaryanın ve ezilen halkların mücadelesinin birliğinin emperyalizme karşı olmazsa olmazlığını çok açık ortaya koymaktadır.
Zirve ve iklim değişikliği… Zirvede üzerine en çok gürültü yapılan konu iklim değişikliği meselesiydi. Bundan önceki zirvelerde de gündemde yer alan esas konu, 2012 yılında sona erecek olan KyotoAnlaşması’nın devam ettirilip ettirilmeyeceği veya nelerin değiştirileceği meselesiydi. Bu konuda 2007’den beri hem BM İklim Konferanslarında hem de G8 zirvelerinde tartışmalar yürütüldü. En son 1-12 Aralık 2008 tarihleri arasında Polonya’nın Poznan kentinde yapılan BM İklim Konferansı’ndaki tartışmalarla Kyoto Anlaşması’nın yerine geçecek anlaşmanın müzakereleri yapılmıştı. Söz konusu müzakereler hâlâ sürüyor ve bu yılın Aralık ayında Kopenhag’da yapılması planlanan BM İklim Konferansı’nda söz konusu yeni anlaşmanın sonuçlandırılması isteniyor. İşte bu çerçevede G8 Zirvesi’nde takınılacak tavır önem arz ediyordu. 1997’de kararlaştırılan Kyoto Anlaşması önce önde gelen kimi ülkelerin onaylamamasıyla yürürlüğe bile girmedi. Sonradan en son Rusya’nın onaylamasıyla yürürlüğe giren anlaşmaya, gerçek anlamda anlaşmayı imzalayan güçlerin de uymadığı; söz konusu hedeflere varmak için ciddi bir çabanın gösterilmediği bir süreç yaşandı. 2007’den beri de 2012’ye kadarki hedeflere varmaktan çok, 2012 sonrasının durumu tartışılmaktadır. Tüm bu süreçte ABD emperyalizminin tavrı iklim değişikliğine karşı alınması gereken önlemlerin önünü tıkayan bir tavır olmuştu. ABD’nin tavrına paralel olarak 1997’de Kyoto
okuyucu mektubu Anlaşması kararlaştırılırken, o dönem “sanayi ülkesi” tanımı içinde yer almayan Çin ve Hindistan gibi ülkelerin ABD’nin tavrına karşılık anlaşmaya yanaşmamaları da işi zora sokuyordu. Aslında Kyoto’nun devamının sağlanabilmesi için bu güçlerin uzlaşması önkoşullardan biriydi. Bu yüzden de Kopenhag’daki BM İklim Konferansı’ndan önceki G8 Zirvesi’nde takınılacak tavırlar önemliydi. ABD’de başkanın değişmesi ve yeni Başkan Obama’nın sorunları diyalogla çözmeye çalıştığı yönlü resmin de ürünü olarak ABD emperyalizmi G8 Zirvesi’nde iklim değişikliğine karşı mücadelede hedef konusunda diğer ortaklarıyla anlaştı. ABD’nin bu tavrı G5 (Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Güney Afrika) güçlerinin de aynı hedefi paylaştığını ilan etmelerinin yolunu açtı. Böylece G8+G5 ve ayrıca Avustralya, Endonezya ve Güney Kore’nin de katılımıyla toplam 16 ülkenin ortak hedefte buluştuğu bir durum oluştu. Ortak açıklamaya göre söz konusu bu 16 ülke, sanayi dönemi öncesi temel alınarak iklimin ısınmasının iki dereceyi aşmaması gerektiği hedefinde anlaşmışlardır. Aralık’ta Danimarka da ev sahibi konumuyla 17. ülke olarak bu hedef birliğinde yerini almış olacaktır. Şimdiye kadarki pazarlıklara bakıldığında ABD ve Çin’in böylesi bir temelde anlaşmaya katılmış olmaları görüşmelerin ilerlemesi açısından önemli bir adım olmuştur. Fakat, bu önemli adıma rağmen dağ fare doğurmuştur… Söz konusu hedefe 2050 yılına kadar %50 zehirli gaz salınımının azaltılması hedefine nasıl varılacağı, kısa ve orta vadeli hedeflerin neler olduğu vb. sorulara cevap yoktur. Üzerine birleşilen tek şey iklimin ısınmasının iki dereceyi aşmaması gerektiğidir. Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak zirvede söz konusu yeni anlaşma sonuçlandırılsa da, uygulanması konusunda fazla umutlu olmamak, sorunun çözümünü emperyalistlerden beklememek gerekiyor. Zirvede takınılan tavır esasında niyet açıklamasından öteye geçmiyor.
Zirve ve ticaret… 2001 yılında başlatılan ve “Dohagörüşmeleri” de denen küresel çapta pazarları açmak hedefli dünya ticareti sorunu, özellikle mali ve ekonomik krizin gölgesinde yeniden öne çıkarıldı. Gerçekte bağımlı ülkelerin pazarlarını tümüyle ele geçirip talan etmenin planı olan küresel pazarları açma meselesi, özellikle Hindistan, Brezilya vb. ülkelerin itirazları sonucu pazarlıklar çıkmaza girmişti ve son dönemde de herhangi bir pazarlık bile yapılamamıştı. Zirvede söz konusu müzakerelerin 2010 yılında sonuçlandırılması yönünde tavır belirlendi. Bunun için de
24-25 Eylül tarihlerinde ABD’de planlanan G20 Zirvesi’nden önce, söz konusu ülkelerin Ticaret Bakanları’nın bir araya gelmeleri ve dondurulmuş görüşmeleri yeniden başlatması yönünde bir tavır kararlaştırıldı.
cağı belirtildi. İsrail’in özellikle Batı Şeria’da yerleşim alanlarını genişletme tavrına son vermesi talebinde bulunuldu.
Zirve ve atom…
İçinde bulunduğumuz mali ve ekonomik krizin doğrudan ürünü olarak dünyadaki açların sayısının bir milyarı aştığı egemenlerin temsilcileri tarafından bile dile getirilmek zorunda kalınan bir gerçeklik. Açların gerçek sayısı bunların söylediğinden çok daha fazladır. Dünyadaki açların önemli bir bölümü Afrika kıtasında yaşamaktadır. Dünyanın egemenlerinin doğrudan sömürgecilik siyasetinin sonucu gündeme gelen bu durum, aynı zamanda tarım ürünleri konusundaki sübvanse etme siyase-
G8 Zirvesi’nde atom ya da nükleer sorunu İran, Kuzey Kore ve Obama’nın önerdiği “Atom zirvesi” bağlamında söz konusu edildi. G8 Z i r ve si Ku z e y Kore’n i n nükleer-ve raket testi yapmasını kınadı! Ve Kuzey Kore’yi uluslararası yükümlülüklere uygun davranmaya çağırdı! İran bağlamında da yine sahtekârca bir tavır sergilendi. Bu sefer yaptırım yerine zaman tanıdılar! AğustosEylül ayları içinde, en geç ama 24-25 Eylül tarihlerindeki G20 Zirvesi öncesinde sorunun hangi yönde gelişeceği konusunda İran’ın karar verme zorunda olduğu ilan edildi. İran’ın müzakere masasına dönmemesi ve tavrını değiştirmemesi durumunda G20 Zirvesi’nde yeni yaptırımların gündeme getirilebileceği tehdidi savruldu. Bu bağlamda Rusya’nın da söz konusu bu tavrı onaylaması dikkat çeken noktalardan biriydi. Bu yönlü tavrın, Obama’nın zirveden kısa süre önce Rusya’yı ziyareti sırasında “İran sorununu çözelim, Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştirilecek üsleri gözden geçirebiliriz” yönlü açıklamasına bir yanıt olsa gerek. İran’a yönelik zaman sınırlı tehdidin ötesinde, seçimler sonrasındaki gelişmeler hakkında da tavır takınıldı ve yönetimin protestoculara karşı tavrının kabul edilemez olduğu belirtildi. Sonuçta İran’a yönelik tehdidin yeni yaptırımların temelini attığını ve sorunun çözümü için masada hâlâ hem diyalog ve hem de savaş seçeneğinin var olduğu bir durum söz konusudur. Obama’nın önerdiği “Atom zirvesi” ise 2010 yılın başlarında ABD’de yapılacak. İran’ın atom silahı üretme durumu olmadığı halde, olabilir ihtimali göz önüne alınarak İran’a yönelik tehditlerin savrulduğu yerde; kendileri nükleer malzemenin ticaretinin başkaları tarafından yapılmasını, kendilerinin istemediği ülkelerin nükleer teknolojiye sahip olmasını engelleme amacıyla zirve planlıyorlar. Kendilerinin dünyayı sayısız kez yok edebilecek nükleer silahlara sahip olmasını ve bu silahlarla rakip olarak gördüklerini tehdit etme ve korkutmayı meşru sayarken, İran gibi istemedikleri bir ülkenin nükleer silah üretebilme ihtimalini bile savaş nedeni olarak görmektedirler. Sahtekarlık bunlarda sınır tanımıyor! Ortadoğu bağlamında Filistin sorununda takınılan tavırda ise iki devletli çözümün sorunun çözümü bağlamında anahtar rolü oynaya-
Zirve ve açlık…
tiyle de daha kötü hale getirilmiştir. Afrika ülkelerindeki tarım genelde az gelişmiş olsa da, söz konusu var olanın yok edilmesi de yine emperyalist güçlerin marifeti olmuştur. Son y ı l la r ı n hemen her G8 Zirvesi’nde Afrika’ya yardım vaatleri verilmektedir. Bu sefer de önce 15 milyar dolar söz konusu iken bu miktar 20 Milyar dolara çıkarıldı. Afrika ülkelerinin temsilcileriyse daha önce verilen sözlerin neden yerine getirilmediğinin peşindeler… Vaatleri dolu dolu… Yoktur ama emperyalistlerin açlığa, yoksulluğa çözüm yolu! İstiyorsak açlığa, yoksulluğa ve sömürüye son vermeyi, yükseltmek gerekiyor devrim için mücadeleyi! 26 Ağustos 2009 ✓
Yeni Dünya İçin Çağrı okurlarına açık çağrı…
U
zun yıllardan bu yana Çağrı gazetesini takip eden biriyim. Bu anlamda da temel görüşlerini doğru gören, her platformda savunan ve yaygınlaştırmaya çalışan biriyim. Yani Çağrı gazetesinin yaygınlaştırılmasını sorumluluğum olarak görmekteyim. İşçi ve emekçilerin, ezilenlerin haklarını savunan, onları aydınlatma, bilinçlendirme hedefini önüne koyan Çağrı gazetesi benim için doğru devrimci görüşlerin yaygınlaştırılmasında en önemli araçtır. Bu doğru görüşlerin pratiğe geçirilebilmesi, yani onları yaşamla, yani işçi sınıfı ile kitleler ile buluşturmanın aracıdır. Bu nedenle Çağrı gazetesine sahip çıkmak, onu doğru kullanmak görevimdir. Ancak çevremde gördüğüm şey Çağrı gazetesini savunduğunu, desteklediğini iddia eden birçok insanın bu pratiğe sahip olmadığıdır. Bu yazıyı yazmaya beni iten de bu gördüklerimdir. Bana göre Çağrı gazetesini savunmak demek; onu sürekli takip etmek, okumak, kavramaya çalışmak demektir. Bunu yapmayan Çağrı gazetesini savunmuyordur. Çağrı gazetesini savunmak demek; kavradığını kavratmak için mücadele etmek demektir. Çağrı gazetesini savunmak demek; onu yaygınlaştırmak, kişinin her sayıdan birkaç tane alıp kendi çevresine dağıtması demektir. Çağrı gazetesini savunmak demek; Çağrı’nın okunması, görüşlerinin tartışılması için çaba göstermek demektir.
Çağrı gazetesini savunmak demek; onu işçi ve emekçilerle buluşturmak için özveride bulunmak demektir. Çağrı gazetesini savunmak demek; kendi özel yaşamının önüne Çağrı’yı koymak, gerçek anlamda Çağrı’yı kendi yaşamı ile birleştirmek, iç içe geçirmek demektir. Çağrı gazetesini savunmak demek; onu ayakta tutmak için gerektiğinde maddi açıdan azami olarak desteklemek demektir. Ve Çağrı gazetesini savunmak demek; kişinin Çağrı’yı kendi gazetesi olarak görmesi demektir. Eğer tüm bunlar yapılmıyorsa Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesini savunduğunu, desteklediğini, görüşlerini benimsediğini iddia etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bunların yapılmamasının nedeni olarak çeşitli bahaneler öne sürmek, çeşitli gerekçeler sunmak bir devrimcinin, Çağrı gazetesi dostunun tavrı olmamalıdır. Çünkü Çağrı’nın asıl savunulması gereken dönem şimdi yaşadığımız dönemdir. Bugünkü gibi devrimci düşüncelerin yaygınlaştırılmasının her türlü yolla engellendiği, işçi ve emekçilerin kendi güçlerinin farkına varmadığı, tersine kendi çıkarlarını egemen sınıfların çıkarlarında gördüğü bir dönemde Çağrı’yı yukarıda sıraladığım şekilde savunmak onu gerçek anlamda savunmaktır. Bug ü n y u k a r ıd a k i temelde Çağrı’yı savunanlar ancak Çağrı’nın gerçek savunucularıdır. 28.06.2009 Bir Ydi Çağrı okuru ✓ 17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
İhale Rusya’ya mı verildi?
M
e r s i n-A k k u y u’ d a k urulması planlanan nükle er s a nt r a l iç i n, 2 4 Eylül 2008’de düzenlenen nükleer santral ihalesine yalnızca Rus Atomstroyexport ve Inter Rao ile Turgay Ciner’e ait Park Teknik’in oluşturduğu konsorsiyumdan teklif gelmişti. İhale tek bir ortaklık grubu teklif vermesine rağmen, iptal edilmemiş, TETAŞ Yarışma Komisyonu, uzman kişiler tarafından da oldukça fahiş bulunan firmanın fiyat teklifini değerlendiren olumsuz çok sayıda rapor vermişti. Aralık ayı içerisinde TAEK’de nükleer santral için teklif edilen reaktör tasarımına uygunluk belgesi vermişti. Rusya Başbakanı Vladimir Putin 6 Ağustos’ta bir günlüğüne Türkiye’ye geldi. Bu ziyaret sırasında Türkiye/Rusya arasında ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel alanlarda ilişkilerin geliştirilmesine yönelik 20 anlaşmaya imza atıldı. Bu ziyarette üzerinde durulan, pazarlık yapılan bir konu da Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral ihalesi idi. Başbakan Erdoğan ve Putin düzenledikleri ortak basın toplantısında, Putin nükleer santral ihalesi sonucunu açıkladı. Putin, “Nükleer enerjide, Türk-Rus konsorsiyumunun ihaleyi kazanmış olması, santralin inşaatına başlanacak olması
bizim için gurur kaynağıdır” dedi. Putin, “Gerek birim fiyatı olarak, gerek HES’lerde üretilen elektrik, gerekse inşaatın maliyeti konusunda Westinghouse’un projesi gibi benzer projelerden iki misli daha ucuzdur bizim projemiz. Biz, Amerika’dan iki kat daha ucuz fiyat verdik. Fakat daha da indirmek mümkünse arkadaşlar Türk ortaklarıyla değerlendirecekler” tavrını takındı. Putin bunları söylese de, Akkuyu nükleer santral ihalesine katılan Ciner ortaklı Rus Atomstroyexport’un ihaleyi kazandığı AKP hükümeti tarafından resmi olarak açıklanmış değil. Türkiye ile Rusya arasında, nükleer enerji konusunda enerji birim fiyatları ve inşaat maliyetleri konusunda görüşmeler, pazarlıklar sürüyor. Rusya ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmalar içinde “Nükleer E ner ji n i n B a r ı ş ç ı l A maç la rla Ku l l a n ı m ı na İ l i ş k i n İ ş bi rl i ğ i Anlaşması” da var. Bu anlaşma Türk devletinin nükleer enerji alanında Rusya ile işbirliğine yöneleceğinin ifadesidir. Bu nedenle Akkuyu nükleer santral ihalesinin Rus Atomstroyexport’a verilmesi mümkündür. Nükleer santral ihalesi kime verilirse verilsin, çevre açısından felaketli sonuçlara yol açan nükleer enerjiye karşı çıkmak, mücadeleyi yükseltmek işçilerin, emekçilerin görevi olmalıdır. 22 Ağustos 2009 ✓
Ilısu'da TC inşada ısrarlı
B
18
at m a n'ı n t a r i h i i lç e si Hasankeyf 'in yüzde 80'ini sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı'na daha önce kredi desteğini vereceğini açıklayan Almanya, Avusturya ve İsviçre'deki kredi kuruluşları projeden çekildiklerini resmen açıkladı. Kredi kuruluşlarının, Türkiye'den istedikleri şartlar arasında, kültürel varlıklar ile ilgili işlerde çalışan işçilerin en az yüzde 50'sinin barajdan etkilenen kişilerden oluşması, su altında kalan köy ve evlerde yaşayanların geçmişlerini unutmaması için fotoğraflar çekilmesi, mülkiyet adaletsizliğinin ortadan kaldırılması ve herkese eşit arazi verilmesi gibi şartlar vardı. Bunun yanında Türk hükümetinden kıyıdaş ülke olan ve su hakları bulunan Irak ve Suriye'nin projeyi daha iyi anlayabilmeleri için Ilısu Projesi’ne ilişkin bilgi ve çıktıların bu ülkelerin elçilerine vermesi de istenmişti. Mutabakat zabtında, "Proje hakkında talep üzerinde daha detaylı bilgi vermek üzere Irak ve Suriye'deki ilgilileri derhal Türkiye'ye davet edecektir" denil-
mişti. Mutabakat zaptının altında ise Türkiye adına hükümetin destek mektubu yer almıştı. Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen, Ilısu Barajı Projesi için finansman sağlayan Alman Euler Hermes Kreditversicherung, Avusturya'nın K o nt r o l l b a n k v e İ s v i ç r e 'n i n Exportrisikoversicherung adlı bankaların projeden kredi desteğini çektiklerini açıklamaları üzerine, "Tarih, kültür, insanlık mirası ve Hasankeyf adına alınan karar sevindirici" dedi. Buna rağmen TC hükümeti Ilısu Projesi’nden vaz geçmemek konusunda ısrarlı. Enerji Bakanı alelacele yaptığı basın toplantısında, gerektiğinde barajın yalnızca Türkiye’nin kendi kaynakları ile inşa edileceğini, projenin Türkiye’nin enerji güvenliği ve bölgenin gelişmesi açısından büyük öneme sahip olduğu vb. açıkladı. Israrın geri planında gerçekte Türkiye’nin değil, bu büyük projeden nemalanacak inşaat ve enerji tekellerinin çıkarları yatıyor. 22 Temmuz 2009 ✓
YÖK, katsayı uygulamasını kaldırdı
Y
ÖK ’t e k i i k t i d a r mü c a delesi Abdu l la h Gü l ’ ü n Cumhurbaşkanı olmasından bu yana boşalan üyeliklere yaptığı atamalarla AKP lehine sonuçlandı. 21 Te m mu z’ d a YÖK G e ne l Kurulunda alınan kararlar, daha önce Kemalistlerin kalesi olan bu kurumun AKP tarafından düşürülmüş olduğunun son kanıtı oldu. 21 Temmuz’da Yüksek Öğretim Kurulu, ortaöğretim kurumlarından mezun öğrencilerin üniversiteye girişlerini düzenleyen katsayı uygulamasını kaldırdı. Lise mezunları ile Meslek Lisesi mezunları (Bunlar içinde İmam Hatip Liseleri de var) ile aynı konuma geldi. YÖK Genel Kurul toplantısının ardından yapılan yazılı açıklamada, üniversiteye giriş sistemi ile ilgili alınan karara göre yeni sistemde uygulama şöyle olacak: ''- Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) i le L i s a ns Yerle ş t i r me Sınavı'ndaki (LYS) ağırlıklı puanların her biri, kendi içinde 100-500 arasındaki puanlara dönüştürülecek - Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı (AOBP) en büyüğü 500, en küçüğü 100 olacak şekilde hesaplanacak - Yerleştirme puanları hesaplanırken AOBP 0.15 katsayısı ile çarpılacak - Adaylardan öğretmen lisesi veya meslek lisesi mezunu olanlar kendi alanlarındaki programları tercih etmeleri halinde AOBP'leri 0.06 ek katsayısı ile çarpılacak ve bulunan değer, 0.15 katsayısı ile hesaplanan puana eklenecek - Meslek lisesi mezunu adayların ek puanla girebildikleri kendi alanlarındaki her program için bir LYS puan türünün yanı sıra bir de YGS puan türü belirlenecek. Meslek lisesi mezunu olup olmadığına bakılmaksızın, adayların bu programlara yerleştirilmesinde her iki türden puanlarının büyük olanı esas alınacak.'' Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Genel Kurulu sonrasında yapılan açıklamada, gelecek yıldan itibaren uygulamaya konulacak yeni üniversiteye giriş sisteminin ''daha işi ölçme ve değerlendirme yapabilen, öğrencilerin ortaöğretim başarılarını dikkate alan, fırsat eşitliğini ve kişisel başarıyı öne çıkaran, yakın programların gereksinim duyduğu farklı bilgi ve becerileri göz önünde tutan bir sistem olarak tasarlandığı'' kaydedildi.
Birinci aşamada 160 soru, 160 dakika süre
Üniversiteye girişte gelecek yıldan itibaren uygulanmaya başlanacak iki aşamalı yeni sistemde sınavın, tüm adayların katılacağı ilk aşamasında 160 soru sorulacak, 160 dakika süre verilecek. İkinci aşamada ise soru sayıları ve süreleri testlere göre farklılık gösterecek. YÖK Genel Kurulu toplantısının ardından yapılan yazılı açıklamaya göre, sınavın birinci aşaması olan Yükseköğretime Geçiş Sistemi'nde (YGS), Türkçe, Temel Matematik (Geometri dahil), Sosyal Bilimler ve Fen Bilimleri testinin her birinden 40'ar olmak üzere toplam 160 soru yöneltilecek. Adaylara toplam 160 dakika süre verilecek. Sınavın ikinci aşaması olan Lisans Yerleştirme Sınavı'nda (LYS) ise soru sayıları ve süreleri testlere göre değişecek. Buna göre LYS-1 ile LYS3'ün sınav süresi 120 dakika, LYS-2 ve LYS-4'ün sınav süresi 135 dakika, LYS-5'in soru sayısı 80, süresi 120 dakika olacak. YGS sonucunda altı ayrı puan türü belirlenecek. Bu puan türlerinin her birinde testlerin yüzde olarak ağırlıkları farklı olacak. Buna göre, YGS-1'de Türkçenin ağırlığı yüzde 20, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 40, Sosyalin ağırlığı yüzde 10, Fenin ağırlığı yüzde 30; YGS-2'de Türkçenin ağırlığı yüzde 20, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 30, Sosyalin ağırlığı yüzde 10, Fenin ağırlığı yüzde 40; YGS-3'de Türkçenin ağırlığı yüzde 40, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 20, Sosyalin ağırlığı yüzde 30, Fenin ağırlığı yüzde 10; YGS-4'te Türkçenin ağırlığı yüzde 30, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 20, Sosyalin ağırlığı yüzde 40, Fenin ağırlığı yüzde 10, YGS-5'de Türkçenin ağırlığı yüzde 37, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 33, Sosyalin ağırlığı yüzde 20, Fenin ağırlığı yüzde 10, YGS-6'da Türkçenin ağırlığı yüzde 33, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 37, Sosyalin ağırlığı yüzde 10, Fenin ağırlığı yüzde 20 olarak belirlendi.
YGS ve LYS taban puanları sonra belli olacak YÖK, gelecek yıldan itibaren uygulamaya konulacak iki aşamalı yeni üniversiteye geçiş sisteminde, birinci aşama ''Yükseköğretim Geçiş Sınavı'' (YGS) ve ikinci aşama ''Lisans Yerleştirme Sınavı'''nın (LYS) taban puanlarının daha sonra karara bağlanacağını bildirdi. YÖK Genel Kurul toplantısının ardından yapılan yazılı açıklamada, yeni üniversiteye giriş sisteminin detaylarına ilişkin bilgilere yer verildi. Buna göre, ikinci aşama olan LYS'nin Matematik-Fen (MF), Türkçe-Matematik (TM),
yeni dünya gençliği Türkçe-Sosyal (TS) ve Dil puan türü gruplarının her birinden birden fazla puan türü oluşturuldu. MF puan türü grubu MF-1, MF-2, MF-3 ve MF-4, TM puan türü grubu TM-1, TM-2 ve TM-3, TS puan türü grubu TS-1 ve TS-2, Dil puan türü grubu da DİL-1 ve DİL-2 puan türlerinden oluşacak. Açıklamada, YGS ve LYS sınavlarının taban puanları ve sistemin gerek duyduğu diğer hususların YÖK Genel Kurulu tarafından daha sonra karara bağlanacağı belirtildi. Ön lisans ve lisans puan türlerinin programlara göre belirlenen dağılımının YÖK’ün internet sitesinde açıklanacağı bildirildi. Bilindiği gibi Üniversite ve Yüksek Okullara girişte, meslek lisesi mezunları ile Lise mezunları arasındaki farkın kaldırılması AKP programının eğitimle ilgili bölümünde yer alan ve seçim programlarında da hep yeniden getirilen vaatlerden biri idi. Bunun yanında türbanlı genç kadınların yüksek öğrenim kurumlarında eğitim görmesi önündeki engellerin de kaldırılacağı vaat edilmişti. Yine bilindiği gibi bu ikinci vaadin bir Anayasa değişikliği ile yerine getirilmesi girişimi, Anayasa Mahkemesi kararı ile engellendi. Şimdi YÖK’ün aldığı karar, yüz binlerce meslek liseli öğrenciyi olduğu gibi, AKP’yi sevindiren bir karardır. Nitekim başbakan Erdoğan 22 Temmuz’da yaptığı basın toplantısında bu “eşitlikçi” kararı nedeniyle YÖK’ü kutladı. Tabii bu karardan memnun olmayanlar, bu kararı Türkiye’nin dinci bir diktatörlük yönünde geliştirilmesinin bir adımı olarak görenler de var ve bunların sayısı hiç de az değil. Karara karşı direniş tabii önce YÖK’ün kendi içinden geliyor. Şimdi YÖK içinde azınlığa düşmüş ideolojik Kemalist kanatın üyeleri, karara -kimi tümüne kökten, kimi kararın çeşitli bölümlerine- karşı oy kullandılar. Anda bu kanadın YÖK içindeki en “tutarlı” sözcüsü konumundaki Prof. Dr. Fikret Şenses kararın bütününe yönelik karşı oy kullandı. Şenses’in yaptığı itirazlar birçok noktada doğrudur. Doğrudur da, Şenses’in gözlerden gizlediği bir temel gerçek vardır: Türkiye’de üniversiteler gerçek anlamda hiçbir zaman özerk olmamıştır. Atamalar hiçbir zaman liyakat esasına göre yapılmamış, hep siyasi iktidara yakınlık temelinde yapılmıştır. Fırsat eşitliği konusunda hiçbir iktidar gerçek anlamda fırsat eşitliğini savunan bir siyaset gütmemiştir. Fırsat eşitliği kapitalizm şartlarında zaten büyük bir yalandır. Değişen tek şey vardır: Bugüne kadar üniversitelerde egemenlik, devleti kendilerinin malı gören ideolojik Kemalist kesimin elinde idi, şimdi AKP adım adım üniversiteleri ele geçiriyor. Olan budur. Şenses’in tepkisi iktidarını kaybedenlerin tepkisidir. 24 Temmuz 2009 ✓
Har(a)çlar zamlandı!
T
ürkiye Cumhuriyeti devleti sosyaldir!!! Nedense her defasında bu sosyal cumhuriyetin, sosyal düzenin egemenleri bu cümleyi, her zaman asosyal uygulamalarının altına sığışıp kaldıklarında ve her defasında her nedense bir savunma içgüdüsü içerisinde cılız ve titrek bir ses ile dile getiriyorlar. Sağlıkta yeni uygulamalar yapılıp SSGSS… vb yasalar mı çıktı; “devletimiz sosyaldirrr”, üretimde özelleştirmeler yapıp işçi emekçiler rekabet çarkları arasında canları çıkarcasına sömürüldüğünde (gerçi ha devlet sömürüsü ha özel sermaye sömürüsü ikisi arasında bir fark yok.); “Devletimiz sosyaldirrr”, eğitimde parası olan parası kadar okusun, öğretmenlerin canı çıksın, şimdi de yoksul emekçi çocuklarının karşılayamayacağı bir biçimde üniversite harçlarına zam yapılsın, arkasından biraz endişeliürkek, biraz mecburi ve daha çok ne dediğini bilen ama bilmezlikten gelen, ortaya atılan fakat bu laf sahibinin kim olduğu asla bilinmesin endişesiyle, üşengeç bir ses “devletimiz sosyaldirrr”. Komik geliyor belki ama bir üniversite öğrencisi olarak ben durumu böyle resmettim kafamda. Bugün bir babayiğit, bir cengaver çıkıp ta alnı çatlarcasına “Devletimizzz soyaldirrrr!!! Eğitim sistemimiz parasız, bilimsel ve geleceği elinde bulunduran onurlu, yetenekli, halkının refahı için bilim üreten gençliği yetiştiriyor. Sağlık sistemimiz mükemmel işliyor. Toplumun her kesimi bugün sağlıktan ücretsiz bir şekilde yararlanıyor. Tüm bunların devamı ulaşım, kültür, kadın sorunu, insan hakları …vb alanlarda da kendisini gösteriyor.Devletimizzz sosyaldirrr!!! ” diyebilir mi. Tabi ki diyemez. Neden mi? Çünkü diyemez de ondan. Haa bir de şuna da değinmeden geçemeyeceğim, bu aralar bazı ilginç söylemler de gündemde. Bazı burjuva aydın kesimler, devletin halkı mağdur ettiği durumlarda, “devletin sosyal olmadığı” durumlarda sosyal devleti harekete geçirebilmek için şunu dile getiriyor; “bu noktada sosyal devlet mekanizması-
nın devreye girmesi gerek”. Evet. Ben buna anlam veremiyorum doğrusu. Yani bizim anladığımız sosyal devlet denilen şey, bir makineden mekanizmadan ibaret midir ki ihtiyaç duyulduğu koşullarda düğmesine basılıp devreye girsin. Diyelim ki öyle bir şey ve ihtiyaç duyulduğu koşullarda (Örnegin; sağlığın paralı hale geldiği, SSGSS gibi yasaların çıkması durumunda) düğmesine basılıp çalıştırılsın. Ama öyle durumlar var ki bu sosyal devlet denilen mekanizma hiç çalışmıyor. Bu durumda ne diyeceğiz: “ya şunun yağına suyuna bir bakalım belki ondan çalışmıyordur” mu diyeceğiz? Komik doğrusu. Sosyal devletle ilgili çok sosyal muhabbetimizi bir kenara bırakıp asıl konumuza devam edelim. Bilindiği gibi gelinen süreçte üniversitelerdeki har(a)çlar gündemde. 1980 sonrası Türkiye’sinde, küresel sermeyenin Neoliberal politikalarıyla birlikte el ele yürüyen ve muazzam bir şekilde artan, ülkenin her alanını sarıp çevreleyen, girmedik delik bırakmayan, üretimi ve ürün pazarını çok genişletip sınırsız kar elde etme hedefleyen anlayış, üniversiteleri de etkisi altına aldı. Artık üniversiteler bilim yuvası olmaktan çıkıp birer kar yuvası haline geldi. Üniversiteler, bu süreçle birlikte gerçek misyonu olan halkın çıkarları için bilgi üretmek, refah ve huzuru sağlamak için bilimi kullanmak yerine, kendi öz değerlerini bir yana bırakıp halkı daha başka nasıl soyarım peşine düştü. Bu temelde de önüne koyduğu hedefleri adım adım gerçekleştirmekte. G e ç e n ay Yü k s e k Ö ğ re t i m Kurulu’nun (YÖK) 2009–2010 akademik yılında üniversitelerin katkı paylarına (harçlarına) yüzde 8’den yüzde 300’e kadar zam yapılmasına ilişkin talebi hükümete iletilmişti. Kendi öz değerlerinde sözde herkese eşit, parasız ve nitelikli bir eğitim hizmetini savunan bu “sosyal” devlette, nasıl olurda tam da bu amaca aykırı yapılan bu kadar zam gözlerden kaçırılır şaşılası. Bunlar olağan durumlar. Ülke genelinde biz öğrencilerin yoğun protesto gösterileri sa-
yesinde devlet geri adım atıp “aslında bizim yapmak istediğimiz bu kadar değildi bunu medya abarttı” der gibi pişkin pişkin zamları yüzde 8’e düşürdü. Bu durumda kesin olmamakla beraber 1. ve 2. öğretimlerin harçları zam ile birlikte; yüzde 8’lik zam oranına göre normal öğretim yapan tıp fakültelerinin yeni harcı 591, diş hekimliği ve eczacılığın 494, veterinerliğin ise 386 lira olacak. Mühendislik, mimarlık, ziraat ve orman fakülteleri ile güzel sanatlar fakültesine gidecek öğrenciler bu yıl 316 lira, fenedebiyat, dil-tarih-coğrafya, ilahiyat, eğitim, mesleki eğitim, sağlık eğitim ve iletişim fakültelerine devam edecek öğrenciler 284 lira harç ödeyecek. Hukuk, iktisat, işletme, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler bölümleri ise 313 lira harç alacak. İkinci öğretim öğrencileri ise daha fazla katkı payı ödeyecek. Yüzde 8 zam oranına göre ikinci öğretim veteriner fakülteleri için 2 bin 134, mühendislik ve mimarlık bölümleri için bin 529, hukuk, iktisat ve siyasal için bin 155, edebiyat, eğitim, ilahiyat ve sağlık eğitim fakülteleri için ise bin 27 lira harç ödenecek. Devlet konservatuarının ikinci öğretimi için öğrencilerin 4 bin 268, yüksekokullar için ise bin 155 lira katkı payı ödemeleri gerekecek. Yapılan yeni zamlarla birlikte sıradan bir işçi emekçi çocuğu için üniversitede okumak bile lüks haline geldi. Üniversite bünyesinde çalıştırılan öğrencilerin maaşına yıllardır zam yapılmazken, işçilere ve emeklilere bu kadar az zam yapılırken, ekonomik krizin faturası biz işçi ve emekçilere kesilmeye devam ediliyor. Harçlara yapılan bu haksız zamma karşı muhalefet alanını genişletmek hepimizin görevi. Değerli Yeni Dünya Gençliği okurları, ben de bir Yeni Dünya Gençliği okuru ve onun mücadelesini görev edinen bir üniversiteli olarak kendi sorunumu dile getirdim. Buradaki amacım birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için ilkesini geçerli saymamdır. Bugünkü kapitalizm koşullarında, bu kokuşmuş düzenin iltihapları hayatın her alanında kendisini gösteriyor. Bir işçinin alın terinin sömürülmesinde, öğrencilerin harçlarına yapılan zamda, kadının şiddet gördüğü ve töre cinayetlerine kurban gittiği yerde, toplumdaki şiddetin artışında, ahlaki çürümenin kendisinde… vb altında bu ceset kokusu veren, ücretli köleliğe dayalı, yozlaşmanın had safhada olduğu, kar hırsından başka hiç bir şey düşünmeyen kapitalist sistem yatmaktadır. Mücadelemiz birdir. Mücadelemiz tüm bunların yaşanmayacağı yepyeni bir düzen yaratmak, sosyalizmi kurmaktır!! Üniversiteli YDG okuru 16.08.2009 ✓
19
6-7 Eylül Olayları
❝
Gayrimüslim azınlıklara karşı saldırılar, baskılar Lozan Anlaşması sonra sında kurulan Cumhuriyet döneminde sürekli varolagelmiştir. Bu baskılar doğrudan devlet tarafından gerçekleştirilmiştir. Özellikle Ermeni ve Rum azınlığı siyasi ve belirleyici ekonomik alanlardan ke limenin gerçek anlamında temizlenmeye çalışılmıştır. 1942 yılında karar altına alınan Varlık Vergisi esas olarak azınlıklara karşı alınan bir önlemdi. Kamuoyuna bu kararın gerekçesi ve amacı başka türlü yansıtılsa da, gerçek amaç “Ticareti Türklere vermek”ti. Ticaret işindeki gayrimüslimleri safdışı etmek de bunun doğal bir sonucuydu. Böylece ekonomik alandaki saldırı, özellikle Rum ve Ermeni azınlığına mensup bin lerce insanın sürgün edilmesi ve sürgün edilenlerin önemli bölümünün katle dilmesini de beraberinde getirmiştir. 1955’teki talan girişimleri, saldırıları da ekonomik alanda Varlık Vergisi’nin bir devamı niteliğindedir. Varlık Vergisi, İlber Ortaylı’nın anlatmaya çalıştığı gibi “anlamsız ve istismara açık uygulama” değil, bilinçli olarak kararlaştırılan ve istendiği gibi uygulanan bir karar ve uygulamadır. Bu uygulamayla ve 1955 yılı 6-7 Eylül saldırılarıyla Türk devleti elde etmek istediğini esas olarak elde etmiştir. ❞ [6-7 Eylül 1955 olaylarının 50. yıldönümünde tarih çarpıtıcılığı… YDİ ÇAĞRI Sayı 93]