AYLIK S‹YAS‹ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tifltekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kad›n ve erkek iflçiler! Zincirlerinizden baflka kaybedecek birfleyiniz yok! Kazanaca¤›n›z yeni bir dünya var!
Aral›k 2005/11 • F‹YATI 2 YTL KDV DAH‹L • ISSN 1302-692X95
içindekiler - editörden
Editörden... Değerli Okuyucu, Şemdinli olayı "derin devlet"in tüm Avrupa Birliği gürültüsüne rağmen devam ettiğini gösterdi. Kemalist iktidar ile dinci AKP hükümeti arasındaki tepişme kızıştıkça "karanlık" saldırıların boyutunda da artış görülüyor. Başyazımızı devletin suçüstü yakalandığı Şemdinli Olayı'na ayırdık. *** Bu sayımızın yaklaşık yarısı doğrudan işçi yazılarından oluşuyor. Yeni Dünya İçin Çağrı'da süreci değerlendiren güncel yorum yazılarının yanısıra gittikçe daha fazla işçi yazılarına yer veriyoruz. Okurlarımızdan bu konuda gerekli duyarlılığı göstermelerini ve bize daha fazla güncel, somut işçi yazıları göndermelerini bekliyoruz. Bu konuda hiç bir okurumuz "ben yazı yazamam" gerekçesinin arkasına sığınmasın, istenirse oluyor, bu sayımız bunun örnekleri ile doludur. *** Migros'ta greve çıkılmasına ramak kala (bir önceki gecesi) TİS'in imzalanması, büyük tepkilere yol açtı ve yürüyen hararetli tartışmaların en olumlu yanlarından birisi, sendikal mücadelede iki temel anlayışın olduğu - anda egemen olan uzlaşmacı reformist anlayış ile ona karşı mücadele içinde olan sınıf mücadelecisi anlayış bunlar arasındaki mücadelenin hangi yöntemlerle yürütülmesi gerektiği üzerine de yoğun tartışılmış olmasıdır. Bu tartışma esas olarak sanal internet
İçindekiler ortamında yürütülmüştür ve ne yazık ki bu tartışmanın çok yararlı gördüğümüz belgelerini yer nedeniyle dergimizde yayınlayamıyoruz (İsteyen okurlarımız İnternet sitemiz üzerinden bu tartışmanın belgelerini takip edebilir). Fakat tüm okurlarımıza bu tartışmayı takip etmelerini tavsiye ediyoruz, bunlardan öğrenecek çok şey var.
GÜNDEM Kaza değil, suçüstü!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Araştırma Komisyonu raporundan…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 YENİ İŞÇİ DÜNYASI MİGROS’ta sendika yönetiminin ayak oyunları . . . . . . . . . . . . . . 6 Tez-Koop-İş İstanbul 2 Nolu’da örgütlü mağdur işçiler Türk-İş’e seslendi
7
İşçi sınıfı içindeki şoven “Koç” başları. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Bu sayımızda maalesef hem "İbretliklere" hem de "Karikatürlü"ye yer veremiyoruz. Tüm okurlarımızdan bu konuda özür dileriz. "Bulmaca" ise bu sayımızdan itibaren artık olmayacaktır. Bulmacayı severek okuyan okurlarımızın bizi bağışlamalarını istiyoruz. *** Bir yandan devlet dergimize astronomik para cezaları yağdırmaya devam ederek sesimizi susturmaya çalışırken, biz de boş durmuyoruz ve tüm hızımızla dergimizi okurlarımızın her türlü desteği ile güçlendirmeye çalışıyoruz. Egemenler şunu bilsinler ki işçilerin ve emekçilerin sesi Yeni Dünya İçin Çağrı'yı hiçbir güç susturamaz, boşuna uğraşıyorlar! *** Bu arada bu sayımız bu yılın son sayısı, bir dahaki sayımızla yeni yılda okurlarımızla tekrar buluşacağız. Okurlarımızı sürekli açık tuttuğumuz yeni mekanımızı daha sık ziyaret etmeye çağırıyoruz. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 04 Aralık 2005
Uluslararası sendikal üst birlik UNI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Akdeniz Belediyesi’nde işçi ve çevre kıyımı!. . . . . . . . . . . . . . . 11 Eğitimcilerin büyük yürüyüşü…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Eğitim’deki kadrolaşmaya karşı eylem! . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 NEFA Tekstil Fabrikasında sendikalaşmak için örgütlenen işçiler işsiz bırakıldılar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 NEFA Tekstil işçilerinden... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Direnen SCT Filtre işçisi kazandı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Kotçular Sanayisinde bir grup işçi.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Özelleştirme Manzaraları!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 İleri ve Birsinler Deri Fabrikalarındaki Direnişler Sürüyor!. . . . . . . . . 15 Mensa işçisi hakkını istiyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Çocuk işçilerin emeğinin sömürülmesi.... . . . . . . . . . . . . . . . 15 Sendikalaşan konut işçileriyle söyleşi… . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 YENİ KADIN DÜNYASI “Şiddete Karşı Yürüyoruz”! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Güney Kültür Merkezinde 25 Kasım Toplantısı.... . . . . . . . . . . . . 17 GÜNCEL “Devrimci ve demokratik yapılar arasında şiddete karşı çözüm deklarasyonu” üzerine 18 Sol-içi şiddet sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Sol İçi Şiddete Karşı Platform Girişimi’ne eleştirilerimiz ve ayrılma gerekçelerimiz 19 PANORAMA FRANSA: Irkçılık kapitalizmin yol arkadaşıdır, ırkçılığa karşı isyan haklıdır! 20 AZERBAYCAN: "Turuncu devrim" beklentisi şimdilik tutmadı . . . . . . . 23 ARJANTİN: “4. Amerika Zirvesi” yapıldı…. . . . . . . . . . . . . . . . 24 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Maç ulusal, sorun uluslararası…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM Lenin’den güncel bir yorum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
GELECEK YEN‹ EK‹MLERDE! YEN‹ EK‹MLER GELECEK!
Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine karşı çık, hesap sor!
gündem
Kaza değil, suçüstü! “
Susurluk” sözcüğü, bir ilçenin adı olmasının ötesinde farklı anlamlar taşıyan bir özelliğe sahip oldu. Do kuz yıl önce, 3 Kasım 1996’da bir araba nın Susurluk yakınlarında bir kamyonun altına girmesi sonucu “mafya-devlet-aşi ret” ilişkisi gözler önüne serilmiş; “derin devlet”in karanlık ilişkiler zincirinin bir halkası Susurluk kazası ile kırılmıştı. Susurluk kazası sonrasında devletin sa hipleri ağırlıklı olarak “bu işin üzerine gidileceğinden” dem vurdular, “gittiler de”… Araştırma Komisyonu kuruldu, binlerce sayfa tutarında ifadeler alındı, yargı çalıştı… Sonuç? Olayın boyutları ile karşılaştırıldığında koca bir hiç! Araş tırmalar, yargılamalar olayın kapatılma sına hizmet etti. Susurluk olayı hukuki olarak esasta kapatıldı ancak bizzat kaza nın kendisi kısmen de olsa derin devletin karanlık ilişkiler zincirinin görülmesine hizmet etti… Evet Susurluk, derin devletin ilişkile rini açığa çıkaran bir kazaydı… Susurluk’tan dokuz yıl sonra Şemdin li’de bir provokasyon derin devletin yüzü nün açıkça görülmesini sağladı. “Derin devlet” suçüstü yakalandı…
ŞEMDİNLİ PROVOKASYONU… Susurluk kazasının ortaya çıkması ne “de rin devlet” yapılanmasını değiştirdi, ne de “hukuk devletine yakışmayan” ilişki lerin çözülmesini sağladı. “Derin devlet” işlerini sürdürdü. Fail-i meçhuller, provo kasyonlar, kışkırtma kampanyaları… “ge rektiğinde” uygulamaya konuldu. “Derin devlet” Susurluk kazasından dokuz yıl sonra Şemdinli’de başka bir “kaza”ya uğrayarak suçüstü yakalandı! Olay 9 Kasım günü Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne bomba atılmasıyla başladı. Olayda bir kişi yaşamını yitirdi. Bom bacı Veysel Ateş bir otoya binip kaçmaya kalkışırken çevrede toplanan halk ta rafından yakalandı. Ancak PKK itiraf çısının binmeye çalıştığı otoda iki kişi daha vardı: İki “görevli” astsubay! Halk
tarafından “suçüstü” yakalananlar olay yerine gelen “devlet güçlerine” teslim edildi. İtirafçı Ateş gözaltına alınırken otomobilde bulunan iki “görevli” astsu bayın jandarmanın himayesinde “güven likli bir yere” götürüldüğü bilgisi basına yansıdı. Araçta üç kaleşnikof tüfek, 11 şarjör, MKE yapımı iki el bombası, krokiler, isim listeleri ile jandarmaya ait çeşitli araç ve gereçler bulundu. Şemdinli Savcısı’nın olay yerinde keşif yapması sırasında kalabalığın üzerine ateş açıldı. Delillerin araştırılmasını önle mek için yapıldığı varsayılan saldırıda iki kişi yaşamını yitirdi. Ateş açılan aracın bir uzman çavuşa ait olduğu belirtildi. Şemdinli provokasyonunun ertesinde Şemdinli halkı tepkisini göstermek için sokağa çıktı, esnaf kepenk kapattı, halk ço cuklarını okula göndermeme kararı aldı. Hakkari ve Yüksekova’da protesto göste rileri yapıldı. Yüksekova’daki gösteriye 40 bin kadar insan katıldı. Açıklama yapan kitle yürüyüşe geçmek istedi. Polisin izin vermemesi sonucu çatışma çıktı. İki pan zer devrildi. Tepkisini dile getiren halkın üzerine açılan ateş sonucu üç kişi yaşamını yitirdi. Şemdinli olayına tepkiler başka il ve ilçelerde de sürdü. Hakkari’de Şemdinli olayının üzerine gidilmesini talep eden ka labalığın üzerine polis panzerinden açılan ateş sonucu bir kişi daha yaşamını yitirdi. Yüksekova’da katledilenlerin cenaze töreni ilk gösteriden çok daha büyük bir kitlesel katılımla yapıldı.
“İYİ ÇOCUKLAR” İŞ BAŞINDA… Şemdinli olayının araştırılması sırasında ilginç şeyler çıktı, çıkıyor. Yakalanan PKK itirafçısı jandarmayla çalıştığını açıkladı. Yakalanan astsubaylar “tesadü fen” orada olduklarını iddia ettiler. Bu astsubaylardan Ali Kaya için Kara Kuv vetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyü kanıt “iyi çocuk” değerlendirmesi yaptı. “İyi çocuk” Ali Kaya’nın ama sicilinin pek de iyi olmadığı basına yansıdı: “Mut
kili Ali” lakaplı Ali Kaya’nın bombalama, köy yakma, işkence gibi birçok olayın fail lerinden birisi olduğu belirtildi. Ama ne gam! Şemdinli bombalaması nın hemen ertesinde Şemdinli halkı tara fından yakalanan “görevli” “iyi çocuk” Ali Kaya ile diğer astsubay jandarmanın koruması altında, “güvenli bir yerde” tu tuluyor… Sadece PKK itirafçısı Veysel Ateş ile Tanju “Çavuş” tutuklandı. Olayların ertesinde AKP hükümeti kanadı olayların sonuna kadar araştırı lacağı mesajını verdi. Bunun için ne ya pılması gerekiyorsa yapılacağını, olayın örtbas edilmesine fırsat verilmeyeceğini, faillerin adalet önünde hesap vereceğini söylediler. Genelkurmay suskunca; Kara Kuvvet leri Komutanı’nın, yakalanıp serbest bı rakılanların kendi emir-komuta zinciri altında olan “iyi çocukları” olduklarını belirtme yanında “derin devlet”in su çüstü durumunu örtbas etmek istiyor. Provokasyonu bir “adli vaka” olarak gös termek, bir-iki kişiyi göstermelik olarak “yargılayıp” gerçek suçluları ve olayların ardındaki sorumluları gizlemek istiyor. Bu arada devlet, çeşitli şehirlerde so kağa çıkarak gerçek suçluların yakalan masını, olayın derinliğine araştırılma sını isteyen onbinlerin üzerine “güven lik güçleriyle” saldırıyor. Yüksekova’da sokağa çıkan ve tepkisini dile getiren kitle üzerine savaş uçakları yaptıkları alçak uçuşlarla devletin “gücünü gösteri yor”! Kimi köşe yazarları gelişmeler kar şısında sokağa çıkarak olayları protesto eden ve olayların derinliğine araştırılma sını talep edenlere “hadlerini bildirme” çağrısında bulunuyorlar.
YANITLAR İKTİDAR DALAŞINDA GİZLİ… Evet, bölgede birşeyler oluyor… “İkinci Susurluk” olarak adlandırılabilecek Şem dinli provokasyonu “derin devlet”in “iş başında” olduğunu gösteriyor. Peki ne için? Hedef ne, neler yapılmak isteniyor? Tüm bu soruların yanıtı bugünün Tür
kiye’sinde devletin üst kesiminde yürüyen iktidar dalaşından bağımsız verilemez. Evet, Türkiye’de bugün bir iktidar da laşı yürüyor… İktidar dalaşının bir yanında AKP hükümeti var. AKP hükümeti esasta li beral büyük burjuvazisinin taleplerinin savunucusu bir hükümet. Liberal büyük burjuvazi mevcut devlet yapısıyla ve uy gulanan statükocu siyasetle fazla ilerle yemeyeceğinin bilincinde ve bu yüzden Kemalist statükocu siyasetten uzaklaş mayı talep ediyor. Burjuvazinin bu ke simi ağırlıklı olarak Özal hükümetleri döneminde başladığı yerleşik statükocu siyasetten uzaklaşma, tabu sayılan ko nulara dokunma (örneğin Kürt sorunu nun varlığını alttan gelen hareketin de etkisiyle kabul ettiler) adımlarını bugün AKP hükümeti ile sürdürüyor. Liberal büyük burjuvazi daha da gelişip güçlen mek, dünya emperyalist sistemiyle daha fazla bütünleşmek istiyor. Bunun için Türkiye’nin AB’ye üyeliği için görüşme sürecini önemli bir aşama olarak değer lendiriyor. Üyelik yönünde adımların atılması sürecinde AB Türkiye burjuvazi sinin önüne devlette 82 yıllık iktidar te kelini elinde bulunduran bürokrat burju vazinin süreç içinde tasfiyesini öngören görevler koydu. Devletin küçültülmesi yanında, Kürt sorununun barışçıl bir bi çimde çözülmesi, diğer ulusal ve dinsel azınlıklara hakların tanınması gibi talep ler de ödevler arasındaydı. Liberal büyük burjuvazi bütün bu görevlerin yerine geti rilmesi ve amaca varılması amacıyla ülke nin “demokratikleştirilmesi” temelinde adım atıyor. Burjuva çerçevede de olsa “demokratikleşme” 82 yıllık Kemalist fa şist rejimin sorgulanmasını ve giderek çö zülmesini gündeme getiriyor. Bürokrat devlet burjuvazisinin bu çö zülme sürecine girmesi iktidar dalaşının diğer yanındaki Kemalistleri, en başta da orduyu rahatsız ediyor. Evet, iktidar dalaşının diğer yanında anda iktidarı elinde bulunduran Ke
gündem malist devlet burjuvazisi var. Ordu bu iktidarın temel gücü. Kemalist devlet burjuvazisi iktidarına göz diken liberal büyük burjuvazinin destek verdiği AKP hükümetini alaşağı etmek istiyor. Bunun için çeşitli yol ve yöntemlerle hükümeti sıkıştırmaya, halkın hükümete verdiği desteği ortadan kaldırmaya, kendi kitle tabanının güçlendirmeye çalışıyor. Bu amaçla diğer şeylerin yanında “de rin devlet”in gizli kapaklı operasyonları, provokasyonları da devreye sokuluyor. Bugüne kadar son onyıllarda hükümet lerin yıpranmasında önemli bir rol oy nayan PKK önderliğinde yürüyen Kürt ulusal mücadelesinin ivme kazanması, iç savaşın gelişmesi için bilinçli ve planlı bir kampanya sürdürülüyor. Bir yandan bölgede Kürt yığınlarının desteğini alan PKK yaygın silahlı mücadele içine çe kilmeye çalışılıyor, Güney Kürdistan’a sefer hazırlıkları yapılıyor; diğer yan dan bunun karşısında ırkçılık ve Türk şovenizmi körükleniyor. PKK’nin silahlı eylemleri yükseltmesi demek aynı za manda askerin bölgede etkinliğini artır ması da demek. PKK’nin silahlı mücade leyi yükseltmesi sonucu hükümetin “acz içine düştüğü”, “yönetemediği” söylemi ile hükümetin yıpranması, yeniden sıkı yönetimler, olağanüstü haller dönemine geçilmesi; ordunun “anarşi ve bölücü
lüğe karşı kurtarıcı” olarak gösterilmesi hedeflenmektedir. Hedeflenen Kemalist iktidarın iktidar tekelini elinde tutması nın bir yolu olarak Türk ve Kürt halkla rının karşı karşıya getirilmesidir. Hedef lenen çatışmaları körüklemek, içine gi rilmiş olan “demokratikleşme” sürecini durdurmak, geri çevirmektir. Hesaplar bu çerçevede… Son dönem
lerde yapılanlar bu planlara uygun hare ket edildiğinin en önemli göstergeleri. Mersin provokasyonu, Gemlik’te Kürt lere yönelik linç girişimi, bombalama olaylarında artış, fail-i meçhullerin tek rar başlaması, son olarak Şemdinli’deki bombalama olayı… vb. vb. uygulamanın
boyutlarını göstermektedir. Kemalist kesimin bu hesapları/uygula maları karşısında AKP hükümeti “demok rasiyi” savunur görünmektedir. Ancak onların savunduğu demokrasi gerçek bir demokrasi olmaktan hayli uzaktır. Her ne kadar AKP’nin savunduğu demokrasi “derin devlet”in faşizmine göre “iyi” olsa da ufku AB standartlarında bir demokra
siden öteye geçmeyen AKP’nin demokra sisinin de işçiler, emekçiler açısından iste nen, özlenen gerçek demokrasi olmadığı açık. Dahası AB demokrasisinin de ne menem bir demokrasi olduğu son Fransa eylemlerinde bir kez daha görülmüştür. Irkçılık temelinde dışlanmış gençlerin
haklı öfkesine Fransız hakim sınıfları olağanüstü hal ile, devlet terörü ile, faşist tedbirlerle yanıt verdiler. AKP hükümeti nin imrendiği Avrupa demokrasisinin sı nırları faşizme/faşist tedbirlere kadar çok kolay uzanabiliyor… ÇÖZÜM İŞÇİLERİN, EMEKÇİLERİN HAREKETİNDE! Şemdinli bombalaması Susurluk’un ben zeri bir olay olarak Türk hakim sınıfla rının “derin devlet”inin hanesine yazıl mıştır. Susurluk’ta “derin devlet” bir kaza yapmıştı, aynı devlet Şemdinli’de suçüstü yakalanmıştır! Şemdinli olayı açık bir provokasyondur, devletin örtülü operasyonlarından birisidir, devletin “iyi çocuklarının” “kötü” bir eylemidir. Bomba atanların kaçmaya çalıştığı oto mobilde ele geçen plan, liste ve krokiler den anlaşıldığı üzere “derin devlet”in sal dırıları/örtülü operasyonları sürecek gibi görünmektedir. Birçok eylem planlanmış tır. Umut Kitabevi’nin bombalanması zin cirleme saldırıların bir halkasıdır. Hakim sınıfların hemen her kesimin den gelen “olayların üzerine gidilmesi gerektiği” yönlü açıklamalara rağmen hemen her örtülü operasyonda/provo kasyonda olduğu gibi olayın üzeri örtüle cektir, örtülmek istenecektir. Sözde araş tırmalarla, yargılamalarla kimi maşalar
Araştırma Komisyonu raporundan… Aşağıda Şemdinli olaylarını araştırmak amacıyla insan hakları derneklerinin, kimi sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu komisyonun hazırla dığı raporun son bölümünü yayınlıyoruz… — Yeni Dünya İçin ÇAĞRI—
“… HEYETİMİZİN YAPMIŞ OLDUĞU TESPİTLER: Heyetimiz yapmış bulunduğu ayrıntılı araştırma ve inceleme sonucunda aşağıda belirtilen tespitlere ulaş mıştır. Şemdinli’de 9 kasım günü meydana gelen olaylarda; 3 ayrı olayda ölüm ve yaralanma meydana gelmiştir. İlkin; pasaj içindeki kitabevine yapılan bombalı sal dırı olayında bir kişi ölmüş, bir kişi de yaralanmıştır. İkinci olarak; Araçta yakalanan şahısların emniyete götürülmesi sonrası emniyet önünde toplanan halkın üzerine ateş açılması sonucu iki kişi yaralanmıştır. Üçüncü olarak; savcı tarafından yapılan olay yeri ince lemesi esnasında hızla halkın üzerine aracını süren ve Tanju ÇAVUŞ isimli uzman çavuş olduğu iddia edilen kişinin silahlı saldırısı sonucu 4 kişi yaralanmış, bir kişi de ölmüştür. Savcının beyanına göre; 30.AK.933 plakalı araç Jandarma tarafından kullanılan bir araç olup bu araçta bulunan ve şüpheli konumunda olan üç kişi ise JİT görevlisidir. Sonradan halkın üzerine ateş açan şahsın kim ol duğu halk tarafından ismen, ev adresi ve resmi ün vanı ile birlikte bilinmesine rağmen savcı bu kişinin
kimliğini bilmediğini beyan etmiştir. Ancak savcının bu konudaki çelişkili beyanları heyetin dikkatinden kaçmamıştır. Her iki olayın hiçbir şüphelisinin ifadesini savcı ala mamıştır. Şemdinli halkı olaylar akabinde güvenlik güçle rinin sanıkları serbest bırakması ve yakalamaması üzerine kamu otoritesine olan güvenini yitirmiş olup infial halindedir.
AYDINLATILMASI GEREKEN HUSUSLAR: « Araçta yakalanan ve JİT görevlisi olduğu iddia edilen bu kişiler kendi iradeleriyle mi Şemdinli’ye git mişlerdir? Araç ve jandarma personeli hangi amaçla Şemdinli’ye gönderilmiştir? Kaç kişi görevlendirilmiş tir? Görevlendirmeyi kim yapmıştır? Bir örneği de tesbitte hazır bulunan bir avukata ve rilen ‘araç tesbit tutanağı’na geçirildiği gibi bagajda saldırı düzenlenen işyerinin krokisi hangi amaçla bu JİT görevlileri tarafından kullanılmıştır? « Aynı şekilde Seferi YILMAZ’ın yarglandığı eski dosyası ile fotoğraflarının araç bagajında bulunması nın sebebi nedir? Madem ki bu üç şahıs sadece ora dan geçiyor idiyseler neden araçlarında bombalanan işyerinin krokisini, Seferi YILMAZ’ın önden arkadan ve yandan çekilmiş fotoğraflarını ve eski dosyasını ta şıyorlardı? « Delil karartma ihtimali kuvvetle muhtemel bulun masına rağmen savcı neden şüphelileri derhal dinle
memiştir? Savcının bu şüphelileri derdest etmesine engel nedenler var mıdır? Askeri güçlerin savcıya şüp helileri teslim etmediği iddiaları doğru mudur? « İsmi bizde saklı olan şahsa dayanarak almış oldu ğumuz bilgilere göre; savcı tarafından tutulan Araç Arama Tespit Tutanağı’nda yer alan, bayramdan bir gün önce meydana gelen ve 67 işyerinin tahribi ile çok sayıda kişinin yaralanmasına yol açan bombalı eylemin yapıldığı yerin krokisi ile son bombalama olayının gerçekleştiği işyerinin krokisinin aynı araçta yer alması tamamen bir tesadüf eseri midir? Bunun izahı nedir? « Araçta yakalanan iki kişi ile sonradan halkın üze rine ateş açtığı iddia edilen kişi neden henüz göz al tına alınmamıştır? Olaylar nedeniyle neredeyse tüm güvenlik güçleri ve savcı olay yerinde iken neden ateş eden bu kişi derhal yakalanmamış, takip edilmemiş kim olduğu bugüne kadar tespit edilmemiş veya sav cıya bildirilmemiştir? « Bayramdan bir gün önce meydana gelen çok şid detli patlamayı da mı aynı kişi ya da kişiler gerçekleş tirmiştir? Bunun yanında uzun süreden beri meydana gelen benzer patlamalarda mı aynı kişi ya da kişilerce gerçekleştirilmiştir? « Bombayı attığı iddia edilen kişinin kaymakam tarafından Hakkari ili nüfusuna kayıtlı bir şahıs ol duğu iddia edilmiştir. Bu şahsın ayrıca itirafçı olduğu yönünde basında haberler yer almıştır. Bu husus doğru mudur? Doğruysa bu şahıs böyle işler için kul
gündem kurban edilecek, olayın gerçek sorumlu ları, olayın gerçek amacı gözlerden giz lenmeye çalışılacaktır. Peki yapılması gereken ne? “Derin dev let”in suçüstü yakalanması ve olası yeni pro vokasyonları karşısında ne yapmak gerekli? Yapılması gereken en temel şey bu tür saldırıların kime, neye hizmet ettiğinin bilinmesidir. Saldırılar iktidar dalaşının bir ürünüdür ve bu temel etrafında bur juvazinin bir kesimi Kürt siyasal hareke tini –çok yönlü bir biçimde– kullanmak istemekte; Kürt ve Türk halklarını karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır. Buna karşı Türk ve Kürt işçileri ve emekçile rine düşen görev oynanan oyunu boşa çıkarmak; halkları birbirine düşürmeye çalışanlara karşı mücadele etmektir. Bu tür bir mücadelede ama dikkat edilmesi gereken bir yan vardır: “Derin devlet”in saldırıları karşısında onun ik tidarına göz diken burjuvazinin liberal kesimi de siyasi hasmını teşhir etmek için bu tür eylemlere karşı çıkar görün mektedir. Onlar kendilerini “demokrasi savunucusu” görüp göstermekte, kitle leri siyasi hasımlarına karşı kendi saf larında toplanmaya çağırmaktadırlar. Gerçekte iş işçilere, emekçilere saldırıya geldiğinde andaki devlet iktidarından pek de farklı davranmayacak olan AKP hükümeti şahsında burjuvazinin bu ke
siminin peşine takılmak gerçek demok rasi ve özgürlük isteyenlerin işi değildir, olmamalıdır. Burjuvazinin bir kesimine karşı diğer kesimin kuyruğuna takılmak ve onlardan olayların izini sonuna ka dar sürmelerini beklemek hayalciliktir. Çünkü devlet onların da devletidir ve onlar kendi aralarındaki dalaşa rağmen devletin yıpranmasını uzun vadeli çıkar
meyen, Kürt ve Türk emekçilerini karşı karşıya getirmeyen eylemlere ağırlık ver mektir. Şemdinli ve Yüksekova halkı yapıl ması gerekeni pratikte göstermiştir. Her iki ilçede de halk korku sınırını aşmış, devletin sivil-resmi güçlerinin, onların saldırılarının karşısına kitlesel eylemiyle çıkmıştir.
ları açısından istemezler. İşçiler, emekçiler kendi güçlerine gü venmelidirler! Bugün yapılması gereken, bugünkü ortamda ve andaki güçler ilişkisi içinde savaş ortamını derinleştirme çabalarına karşı çıkmak, silahlı çatışmaları körükle
Şemdinli ve Yüksekova’da yapılan kit lesel eylemler bir kez daha işçiler, emek çiler harekete geçtiğinde, korku duvarını aştığında güçlü görünenin aslında güç süz olduğunu, gerçek gücün birleşmiş, örgütlenmiş halkın gücü olduğunu gös termiştir.
lanılmakta mıdır? Bundan önce başkaca eylemlerde de kullanılmış mıdır? « Görgü tanıklarının hemen tamamının benzer anlatımlarında geçtiği üzere patlamanın ardından halktan insanlar patlamanın olduğu yere yönelirken kamu görevlisi olan bu kişiler neden olay yerinden uzaklaşmaya çalışmışlardır? Bu ve benzeri olaylar karşısında kamu görevlisinden beklenen tutum bu mudur? Halkın yakalayıp polise teslim ettiği bu üç kişiden ikisi nasıl ve ne şekilde polisin elinden kurtulmuştur? Bu kişilerin JİT elemanı olması polisin onları serbest bırakmasını bir şekilde etkilemiş midir? Polisin bu ki şileri savcıya götürmeden serbest bırakma yetkisi var mıdır? Yoksa bu yetkiyi savcıdan mı almıştır? « Araç bagajında bulunan el bombaları ve uzun namlulu silahlar JİT envanterinde kayıtlı mıdır? Bu kişilere teslim edildiği zimmet defterlerinde kayıtlı mıdır?
KANAAT: Heyetimiz yapmış bulunduğu inceleme, araştırma ve etraflı görüşmeler sonucunda aşağıdaki kanaatlere ulaşmıştır : Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 günü meydana gelen patlama sonrası JİT görevlilerinin olay yerine gitmeleri gerekirken olay yerinden kaçmaya çalışma ları, görgü tanıkları Seferi YILMAZ, Muharrem TE KİN, Zeydan ÖZEL ve Tahir ERBAŞ’ın birbirini ta mamlayan beyanları, araç bagajında el bombası, bol miktarda mermi ve üç adet kaleşnikof bulunması, şüphelilerden birinin polis ile birlikte gitmek yerine kaçmayı tercih etmesi, işyerine saldırı düzenlenen ki
şinin PKK üyeliğinden hapis yatmış biri olması, savcı tarafından tutulan araç tespit tutanağına geçirildiği gibi bagajda Seferi YILMAZ’ın işyerinin krokisinin bulunması bütün şüpheleri bu üç görevli üzerinde yo ğunlaştırmaktadır. Araç Tesbit tutanağına da geçirildiği gibi; araçta bayramdan bir gün önce meydana gelen ve 67 işye rinin tamamen tahrip olması ve çok sayıda kişinin yaralanması ile sonuçlanan bombalama eyleminin gerçekleştiği yerin krokisinin de çıkması bu eylemin de aynı kişi ya da kişiler tarafından gerçekleştirildiği yönünde ciddi anlamda kuşku yaratmış bulunmakta dır. Bu olay devlet içinde hukuk dışı hareket eden bir grubun halen aktif olduğu kanaatini doğurmuştur. JİT görevlileri bu tür faaliyetlerinde daha önce suça karışmış itirafçı tabir edilen şahısları halen kullan maktadırlar.
SONUÇ: Heyetimiz sivillere yapılan saldırı sonucu meydana gelen olaylarda yaşam hakkı’nın ihlal edildiği, vücut bütünlüğüne saldırıların olduğu, mülkiyet hakkının zarar gördüğü sonucuna varmıştır. Şemdinli halkı olaylar akabinde güvenlik güçle rinin sanıkları serbest bırakması ve yakalamaması üzerine kamu otoritesine olan güvenini yitirmiş olup infial halindedir. Bunun giderimi ve güvenin yeniden tesisi için mümkün olan mekanizmalar ivedilikle ha rekete geçirilmelidir. Bu sebeple heyetimiz raporun sonuç kısmında iki önemli çağrı yapmayı uygun bulmuştur: Bu olayı araştırmakla ilgili olarak TBMM tarafın
Görev, derin devlete ve onun provokas yonlarına karşı sokağa çıkmak; devletin terörüne karşı özgürlük ve bağımsızlık talebini ve mücadelesini yükseltmektir! İşçi arkadaş! Şemdinli provokasyonu gibi devlet terörüne karşı çıkmak, halk ların birbirlerine düşürülmelerinin kar şısında durmak… en az ücret artışı, özel leştirme, iş güvencesi vb. vb. sorunlar kadar senin sorunundur. İş güvencen de olsa, çok iyi bir ücretin de olsa provokas yonlarla seni sınıf kardeşine karşı kışkır tan bir devletin idaresinde yaşıyorsun… Halkları birbirine kışkırtan, böylece iktidar ömrünü uzatmak isteyen bir dev let bu devlet! Özgürlükleri çiğneyen bir devlet hüküm süren devlet! Bağımsızlık isteğini onyıllardır baskıyla, terörle ezen bir devlet bu! Bütün bunlara karşı çıkmak işçilerin, emekçilerin en temel görevlerinden biri sidir. Unutmamak gerekir ki, halkların kardeşliği ancak ve ancak hem “derin devlet”e, hem de onların iktidarına göz koyan sözde “demokrasi” savunucuları nın hükümranlığına son verilerek kaza nılabilir. Ve halkların kardeşliği, bağımsızlık ve özgürlük er ya da geç devrimle kazanıla caktır! 20 Kasım 200 5 ✓
dan derhal bir Meclis Araştırma Komisyonu oluştu rulmalıdır. Aksi taktirde olayın niteliği itibariyle de lillerin karartılması ihtimali oldukça yüksek görün mektedir. Şemdinli C. Başsavcısının tek başına bu olayın üs tesinden gelemeyeceği kanaati hasıl olduğundan Ada let Bakanlığının bu olayla ilgili ayrı bir savcı görevlen dirmesi önerilir. Başbakan, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı’nın olayın ciddi şekilde araştırıla cağı yönlü kamuoyunu tatmin edici açıklamalar yap ması gerekmektedir.
— İHD Genel Yönetim Kurulu Üyesi Av. Abdulva hap ERTAN, — MAZLUMDER Genel Yönetim Kurulu Üyesi ve Van Şube Başkanı Av. Abdulbasit BİLDİRİCİ, — İNSAN-DER Başkanı M. Yasin HASKANLI, — Çağdaş Hukukçular Derneği Van Şube Başkanı Av. Murat TİMUR, — Hakkari Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Baş kanı Arif KOPARAN, — İHD Van Şube Başkanı Av. Cüneyt CAN, — MAZLUMDER Van Şubesi Başkan Yardımcısı Abidin ENGİN, — İHD Hakkari Şube Başkanı Necibe GÜNEŞ, — KESK Şubeler Platformu adına SES Şube Baş kanı Ahmet EDİ, — MEMUR-SEN Hakkari İl Başkanı Abdulcebbar YAKAR ve — Hakkari ÖVDER Başkanı Übeydullah DÜN DAN” ✓
yeni işçi dünyası
MİGROS’ta sendika
M
yönetiminin ayak oyunları
igros’ta resmi toplu sözleşme süreci bitirildi. Sendika Genel Merkezi Migros pat ronu ile anlaşarak toplu sözleşmeyi imzaladı. İmzalanan toplu sözleşmenin işçi lere ne getirip getirmediğinden daha çok tartışılan sorun ve nokta, Migros marketlerinde yetkili Tez-Koop-İş Sendikasının toplu sözleşme süresince ortaya koyduğu tavır ve siyaset oldu. Tez-Koop-İş Genel Merkezi, Migros patronu ile toplu sözleşme görüşmeleri nin başladığı andan itibaren üyelerinin taleplerini ve Genel Merkez’in tabanın haklı isteklerinin daha gerisinde olan patrona sunduğu talepleri kabul ettir mek için bir mücadele çizgisi izlemedi. Tersine, daha toplu sözleşme görüşme lerinin başında, Migros patronunun uzlaşmaz tavrı görülmesine, üstüne üstlük patronun “performans primi” gibi yeni dayatmalarla görüşme ma sasına oturduğu bilinmesine rağmen, Migros patronunun “sağduyusuna” güvenerek hareket edildi. Tez-Koopİş Genel Başkanı Sadık Özben’in “28 Ekim’de Migros T.A.Ş İşyerinde Greve Çıkıyoruz” tarihli basın açıklamasında çok açık ortaya konduğu gibi, “... buna rağmen Migros işvereni uzlaşmaz tav rını sürdürdü.” Bu gerçeği kendisi bile tespit etme sine rağmen Tez-Koop-İş yönetimi üye lerini harekete geçirerek, yasal hakkı olan ve işçilerin önemli bir kesimi ta rafından da aktif olarak talep edilen grev silahını kullanarak, sendikanın taleplerini mücadele ederek kabul et tirme yoluna girmedi. Patronun uzlaş maz tavrı sonucunda mecbur kalarak 16 Eylül 2005 tarihinde ilan ettiği grev kararını bile savunmayan tavrında ıs rar etti. Bu anlayış grev kararının du yurulduğu basın açıklamasında, ”Oysa biz Tez-Koop-İş Sendikası Yönetimi olarak uzun yıllar örgütlü olduğumuz Migros işyerlerinde çalışma barışını ve huzurunu savunduk. Verimliliği hiçbir zaman gözardı etmedik. Tüm üyelerimizi, sendikaları ve duyarlı vatandaşlarımızı örgütlü olduğumuz marketlerden alışveriş yapmaya yön lendirdik. Yaşanan tüm sorunları aile içi sorunlar olarak algıladık ve dışarıya yansıtmamaya çalıştık. Görüşmelerin tıkandığı ve gerildiği zamanlarda bile her zaman sorunların masa başında çözülmesi için gayret gösterdik.” diye ortaya kondu. Tez-Koop-İş yönetiminin toplu söz leşme görüşmelerinde tüm tavrına, at tığı adımlara yön veren anlayış işte bu temel anlayış olmuştur. O, işçiyi sömüren, en ağır şartlarda çalışmaya mahkum eden, Tez-Koopİş yönetiminin kendisinin aynı basın açıklamasında itiraf ettiği gibi, 10 yıl
dan fazla çalışan full-time bir işçinin “açlık sınırında” bir ücrete mahkum edildiği, part-time işçilerin “hiçbir sosyal hakkının” bulunmadığı sömürü ortamını “aile içi” sorunların bulun duğu bir durum olarak görmekte, bu “aile” içinde sendikanın görevini var olan ağır sömürü sistemini, “çalışma barışını ve huzurunu savunma” diye kavramakta ve hatta patrona daha büyük karlar aktarmanın ifadesi olan “verimliliği” hiçbir zaman gözardı etmediklerini belirtmektedir. Bir de, üyelerinin açlık sınırında ücretlere mahkum edildiği Migros mağazala rından alışveriş yapılmasının rekla mını yapmakla övünmektedir. Bu yüzden Tez-Koop-İş yönetimi başından itibaren işçilerin ve sendika nın taleplerini patrona kabul ettirmek için kullanması gereken en önemli mücadele aracı olan grev aracını kul lanmayı hiç arzu etmemiştir. Sendika
üyesi işçileri grev kararından vazgeçi rememiş, bunun üzerine bu toplantı daki işçilere “greve çıkılacak” sözünü vermek zorunda kalmıştır. Bu toplantıdan çıkan aynı Genel Merkez yöneticileri aynı akşam, iş çilerin ve şubelerin haberi olmadan Migros patronu ile gizlice bir araya ge lip anlaşmaya imzasını atmış, objektif olarak işçilerin çıkarlarını ve taleple rini bir kez daha satmıştır. Tez-Koop-İş Genel Başkanı Sadık Özben’in 1 Kasım 2005 tarihli basın açıklamasında anlattığına göre Migros patronu ile gizli görüşme ve sendika yönetiminin toplu sözleşmeyi imzala ması şöyle gelişmiştir: “ 27 Ekim Perşembe gecesi Türk-İş Başkanı Sayın Salih KILIÇ’ın da devreye girmesiyle, işveren (altını biz çizdik) yeniden sendikamız ile görüşme tale binde bulunmuş, yapılan müzakereler sonucunda işveren % 10 zam talebimize
Yönetimi, kendi deyimi ile patronun görüşmelerdeki “uzlaşmaz tutumu” nedeni ile grev kararı almaya mecbur kalmıştır. Sendikanın “grev kararı almaya mecbur kaldığı”nın altı çizilmelidir. Zira toplu sözleşme görüşmelerinin yasal süresi dolduktan sonra yasanın hükmü gereğince sendikanın ya pat ronun dayattığı taleplere imza atması ya da grev kararı alması zorunludur. Yoksa yetkili sendikanın yetkisi düş mektedir. İşte Tez-Koop-İş Sendikası yönetimini 16 Eylül 2005 tarihinde grev kararı almaya iten en önemli etken bu yetki düşme korkusu olmuştur (bkz. TİSGLK, Madde 23, 27 ve 28), gerçek ten grev mücadelesi ile taleplerini pat rona kabul ettirme, grev mücadelesini gerçekten örgütleme anlayışı değil. Grev kararının alındığı 16 Eylül tari hinden sonra da Tez-Koop-İş yönetimi grev mücadelesinin başarılı bir biçimde uygulanması amacı ile ciddi hiçbir ha zırlık yapmamış, tersine yönetimin kararını ciddiye alan ve grev kararına uygun olarak hazırlık yapmaya çalışan sendika şubesini ve bağlı üyelerini grev kararının uygulanmasından vazgeç meleri için ikna etmeye çabalamıştır. Bu yüzden greve çıkılacağı günün bir önceki akşamı (27 Ekim akşamı), grev kararı konusunda en tutarlı tavır takı nan İstanbul 4 Nolu şube yönetimini ve üyesi işçileri grevden vazgeçirmek amacı ile bir toplantıya katılan Genel Merkez yöneticileri 4 Nolu şubeyi ve
evet demiş, 7 yıl ve üzerindeki işçilere her yıl 1 milyonluk kıdem zammı ya pılmasını, satış priminin yıllık ortala masının (3 0 - 4 0 milyon) sözleş menin 1. yıl sü re si nc e h e r ay ga ra nt i para olarak verilmesini kabul etmiştir. İstanbul için ek bir zam konusunda ise, tüm çabalarımıza rağmen uzlaşma sağlanamamıştır. İstanbul dışındaki tüm şubelerimi zin (12 şube) ve temsilcilerimizin söz leşmenin bu şekilde imzalanması yö nündeki talepleri de dikkate alınarak Migros Toplu İş Sözleşmesi bu şekilde imzalanmıştır.” Tez-Koop-İş Genel Başkanı, imza ladığı Toplu İş Sözleşmesinin gelişimi konusunda yaptığının arkasında du ramamakta, gerçekleri çarpıtma yo luna girmektedir. Tabanın sıkıştırması sonucunda bu toplantıda greve “evet” demek zorunda kalmıştır. Basın açık lamasında, bu tavrını yokmuş, söylen memiş gibi gösterip, üzerini örtmeye çalışmaktadır. Genel Merkez’in işçileri grevden vazgeçirme çabalarının boşa çıktığını ve Genel Başkan’ın greve “evet” demek zorunda kalmasını Migros yönetimi hemen haber alıyor. Aylardır yürü
tülen toplu sözleşmelerde uzlaşmaya yanaşmayan, yeni teklif getirmeyen Migros patronu, işçi toplantısından grev kararı çıkınca, bu kez kendisi zora düşüyor ve aynı akşam Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç’ı devreye sokup Tez-Koop-İş ile uzlaşma yolu aramak zorunda kalıyor ve “aman gelin görü şelim” diyor. Yani işveren kesinlikle greve çıkılmasını istemiyor ve greve çıkıldığında daha çok zarar göreceğini tespit ediyor. Tez-Koop-İş yönetimi, işverenin en geç bu andan itibaren aslında kesin likle işyerlerinde grev istemediğini, greve çıkıldığında patronun daha da köşeye sıkışacağını kavrayıp, grev sila hının örgütlenmesine daha fazla önem verme yolunu seçeceğine, görüşelim teklifine cankurtarana sarılır gibi sarı lıyor. Aynı akşam işçilerin, birkaç saat önce toplantı yaptığı İstanbul 4 Nolu şube yönetiminin haberi olmadan, ka palı kapılar ardında yapılan kısa bir görüşme sonucunda anlaşmaya imza sını atıyor. Gerçeğin üzerini örtmeye çalışan Tez-Koop-İş yönetimi, “İstanbul dı şındaki tüm şubelerimizin (12 şube) ve temsilcilerimizin sözleşmenin bu şe kilde imzalanması yönündeki talepleri de dikkate alınarak Migros Toplu İş Sözleşmesi bu şekilde imzalanmıştır” diye iddia etmektedir. “ 2 8 E k i m’ d e M i g r o s T. A . Ş . İşyerlerinde Greve Çıkıyoruz!” baş lıklı basın açıklamasında çok açık bir biçimde, hiçbir şube ayrımı yapmadan sendikanın genel tavrı olarak, talepler kabul edilene kadar greve çıkma kara rına varıldığı belirtilirken, anlaşmaya imza attıktan sonra grev kararına as lında “İstanbul dışında tüm şubeleri mizin ve temsilcilerimizin” anlaşmayı onayladığı ve grevden vazgeçme görü şüne sahip olduğunu iddia etmektedir. Üstelik Genel Başkan aynı akşam bir kaç saat içerisinde 12 şube yönetiminin ve tüm işçi temsilcilerinin görüşünü ve onayını aldığını iddia etmesi, en hafif deyimle “yalana kılıf geçirmek”tir. Aslında imzalanan anlaşmayı, kapalı kapılar ardında yapılan toplantıya ka tılan yöneticiler dışında başka kimse nin görme, denetleme imkanı yoktur. Bir işçi haklı olarak tepkisini şöyle dile getirmektedir: ”Benim ve arka daşlarımın tepkisi sözleşmenin sonu cundan çok kandırılmış olmaktadır. Dürüstçe bir tutum değil. Sonuçtan çok bu tutuma tepkidir. Günlerce bu rada toplantılar yapıldı, sonunda greve çıkma kararı alındı. Biz Bolu’dan dö nüp sözleşmeyi imzalamasına tepki gösteriyoruz.” (Evrensel, 31.10.05) İşte Tez-Koop-İş Yönetiminin an lamadığı ve anlamak istemediği esas sorun da budur, Sendika Yönetimin işçiye güven duymaması, tabana değil, “aile içinde” gördüğü işverenin sağdu yusuna güvenmesidir.
İMZALANAN TOPLU SÖZLEŞME KAZANIM MI OLMUŞTUR
Gizli kapaklı görüşme sonucunda im zalanan Toplu İş Sözleşme anlaşması ile tam olarak ne elde edildiği hak
yeni işçi dünyası kında belgelere dayanan bir bilgimiz şu an yok. Tez-Koop-İş yönetiminin verdiği bilgilere göre, “en düşük işçi ücreti 580 milyona yükselmiştir. Yılda 4 ikramiye, her ay 90 milyon TL gıda yardımı ve yılda toplam 680 milyona ulaşan sosyal yardımlar dikkate alın dığında Migros işçisi adına iyi bir söz leşme imzalanmıştır.” Tez-Koop-İş yönetimi imzalanan anlaşma ile elde edilenlerin değerlen dirilmesinde de yine tutarlı bir tavır takınmamakta ve elde edileni kendi sinin görüşmelerde talep ettiği ücret zamları ile karşılaştırmaktan kaçın maktadır. Genel olarak elde ettiğini idia ettiği artışları aktarıp arkasından bu sözleşmenin “iyi bir sözleşme” ol duğunu savunmaktadır. Somut bir toplu sözleşme görüşmelerinde elde edilenin “iyi bir sözleşme” olup olma dığını değerlendirmede, başka şeylerin yanısıra, öne çıkartılması gereken iki
temel kriter vardır: 1. Görüşmelerde işçilerin talep ettiği ücret artışlarının esası patrona kabul ettirilmiş midir ettirilmemiş midir? Tez-Koop-İş in toplu sözleşme görüş meleri içerisinde en başta gelen talebi, sendika yönetiminin de basın açıkla masında ifade ettiği gibi “açlık sını rında” olan ücretlerin seyyanen, her iş çiye uygulanacak biçimde 120 milyon artırılması idi. Sendika yönetimi daha sonra bu talebi 100 milyona indirdi. Buna rağmen Migros patronu bu talebi kabul etmeye yanaşmadı. İmzalanan anlaşmada da bu talep elde edilmedi. “Açlık sınırında” olan ücretleri biraz olsun açlık sınırı üzerine çekmek için talep edilen temel ücret artışının kabul edilmediği şartlarda, nasıl olurda im zalan anlaşma “iyi bir sözleşme”olarak değerlendirilebilir? Kaldı ki, Migros çalışanları içeri sinde çok önemli bir bölümü oluştu
ran ve ücretleri “açlık sınırı”nında çok çok altında olan part-time çalışanla rın ücretlerinde imzalanan anlaşma ile ne elde edildiği, hangi taleplerden vaz geçildiği konusunda da tek laf yok. Son basın açıklamasında “en düşük işçi ücreti 580 milyona yükselmiştir” dedikleri ücret full-tam işçi ücretidir, part-time çalışanlarının ücreti değil. Anlaşılan o ki, part-time çalışanlar bu anlaşma ile “açlık sınırı” altındaki üc retlerle çalışmaya devam etmeye mah kum edilmişlerdir. 2. İmzalanan toplu sözleşme an laşmasının “iyi bir sözlşme” olup ol madığı konusunda dikkate alınması gereken diğer önemli bir faktör, aynı dönemde diğer sendikaların, özel likle Tez-Koop-İş’inde üyesi olduğu TÜRK-İş’in imzaladığı, kabul ettiği sözleşmelerin çerçevesinin ne oldu ğudur. TÜRK-İş diğer tüm sendikalı işçilerin toplu sözleşme anlaşmalarına
Tez-Koop-İş İstanbul 2 Nolu’da örgütlü mağdur işçiler Türk-İş’e seslendi
T
e z-K o o p -İ ş S e n d i k a s ı İstanbul 2 Nolu Şube’ye (Mecidiyeköy) bağlı yakla şık 50 işçi Taksim AKM önünde toplanara k Türk İş 1. Bölge Temsilciliği önüne doğru yürüdü ler. Burada biraraya gelen işçiler adına yapılan basın açıklamasında Tez-Koop-İş Sendikası İst. 2 No’lu Şube’de örgütlü olan işçilerin so runları ve Migros sözleşmesini protesto eden 6 işçinin işten atıl ması sorunu dile getirildi, yaşanan sorunlara karşı sessizliği tercih eden Türk-İş yönetimi duyarlı ol maya çağrıldı. Basın Açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “Biz, Türk-İş’e bağlı Tez-Koopİş Sendikasının üyesi işçileriz. Bu Basın Açıklamasını, sendikal hareketin içinde bulunduğu ibret verici durumu, kamuoyuna ve işçi sınıfından umudunu kesmemiş duyarlı çevrelere duyurmak için yapıyoruz. Sendikal hareketi, hızla yok oluş noktasına sürükleyenleri uyarmak için yapıyoruz. Devlet ve işveren güdümlü, işbirlikçi ve teslimiyetçi sözde sendikacılar, işçi düşmanı, çarpık sendikal anlayışlarını egemen kılmak için; sendika içi demokrasiyi yok etmektedirler. Her türlü baskıcı ve anti demokratik uygulamalar ile işçileri, sendikalarından uzaklaştırmaktadırlar. Sendikalara olan güveni yok etmektedirler.” Basın Açıklamasını Faruk Üstün ve Abdurrahman Tetik (TezKoop-İş Sendikası, İst. 2nolu Şube Başkanı) birlikte yaptılar. Yapılan konuşmalarda yaşanan şu sorunlara dikkat çekildi:
Faruk Üstün
Yaklaşık iki buçuk yıldan beri İstanbul 2 Nolu Şube’ye karşı Genel Merkez tarafından idari ve mali ambargolar dahil değişik baskılar uygulanmıştır, Türk İş Yönetimi ise bunlara sessiz kalmıştır. Bir başka sorun, İstanbul ve Marmara Üniversiteleri başta ol mak üzere 3000’e yakın işçiyi kapsayan işyerlerinde, TİS’in ya pılamaması ve bunun sonucunda buralarda çalışan işçilerin birbu çuk yıldan beri zamsız çalışmaları sorunudur. TİS’in yapılamaması nın nedeni ise yine Türk-İş’e bağlı olan Sağlık-İş Sendikasının yapmış olduğu itirazlardır. Yani ikisi de Türk-İş bünyesinde bulunan sen dikalardan biri diğerine itiraz edi yor. Türk-İş bu duruma da sessiz kalmıştır. Basın Açıklamasında Migros işyerlerinde imzalanan TİS, “şike grev kararı” sonucu yapılan “sahte” sözleşme olarak eleştirildi, Sadık Özben’in Türk-İş Başkanı Salih Kılıç’ı suç ortağı olarak gösterdiği, Türk-İş Başkanının ise bunu ya lanlamadığı dile getirilerek, bu ko
nuda açıklama yapması istendi. Basın Açıklamasında Türk-İş’in sessiz kalmakla eleştirildiği bir di ğer konu ise TİS’in dayattığı açlık ücretine direndiği için işten atılan 6 Migros işçisi oldu. Basın Açıklamasının sonunda şunlar söylendi: “Biz bu suskunlukların son bulmasını, sendikaların işçilerin mücadele örgütü olarak yeniden yapılanmasını ve patronların her türlü saldırılarına karşı; sınıfı örgütlü ve bilinçli bir biçimde ayağa kaldırmasını istiyoruz.” Konuştuğumuz işçiler bu duru mun böyle sürmeyeceğini, sorun larının bir an önce çözülmesini istediklerini, yaşanan sendikal so runlardan mağdur olanların işçiler olduğunu dile getirdiler. Faruk Üstün sorunların çözü münün sendikalara egemen olan işbirlikçi kesimi alaşağı etmek için tabandan sınıf mücadelesi anlayışı ile mücadelenin örgütlenmesi ge rektiğini söyledi. 4 Kasım 2005 ✓
yön veren bir protokol, kamu işvereni ile imzaladığı “Çerçeve Protokolü”dür. Bu çerçeve protokolünde en başta ka bul edilen ücret zammı talebi, işçilere çıplak ücrette seyyanen 120 milyon üc ret artışı verilmesidir. Tez-Koop-İş’in kamu işçilerinden çok daha düşük ücret aldığı Migros işyerinde bu talebi görüşmelerin başında getirmesine rağ men, direnmemiş, sonunda bu talepten tümüyle vaz geçmiştir. Bu nedenle TezKoop-İş yönetiminin Migros’ta imza ladığı ücret artışı, Türk-İş görüşme masasında kamu işvereni ile anlaştığı ücret artışının bile gerisinde kalmıştır. Bu açık gerçeğe rağmen, imzalanan sözleşmeye “iyi bir sözleşme” demek, objektif olarak işçileri ve kamuoyunu kandırmaya çalışmak demektir. Migros toplu sözleşme süreci içeri sinde yeniden parmak basmak istedi ğimiz iki nokta olacaktır: - Her toplu sözleşme sürecinin ve hazırlığının başından itibaren kopmaz bir parçası greve hazırlık olmalıdır. Bir toplu sözleşme mücadelesinde hangi tarafın –işçilerin mi patronun mu- ta leplerinin haklı ve bu nedenle kabul edilmesi gereken talepler olduğunu belirleyen nokta yalnızca ve yalnızca güçler ilişkisidir. Eğer işçiler bir toplu sözleşme sürecinin başından itibaren taleplerini patrona kabul ettirmeleri nin ne kadar örgütlü, mücadeleye ne kadar hazırlıklı olduklarına bağlı oldu ğunu bilerek hareket ederlerse, örgütlü güçlerini pekiştirirlerse, o kadar daha çok patronu baskı altına alabilir, ta leplerini gerektiği andan itibaren grev başta gelmek üzere diğer meşru kitlesel mücadele biçimleri ile kabul ettirebilir ler. İşte ancak o zaman işbirlikçi, tesli miyetçi sendika yönetimlerinin grevi engelleme ve kapalı kapılar arkasında toplu sözleşme imzalama oyunlarını boşa çıkarabilirler. Bu hazırlık yapıl mazsa o zaman Tez-Koop-İş yönetimi gibi sendikalar, önlerinde duran diğer toplu sözleşme süreçlerinde (örneğin Gima ve Real’de) aynı oyunu oyna maya devam edeceklerdir. - Diğer bir önemli nokta, sendika yönetimlerinin patronlarla yürüttüğü toplu sözleşme sürecinin başından iti baren açıklık ilkesine göre yapılmasını ıs rarla diretmektir. Bu ilkenin uygu lanması yönünde a) toplu sözleşme görüşmelerine işyeri işçi temsilcileri nin en az önemli bir bölümünün ka tılmasını, b)her toplu sözleşme görüş mesi hakkında yönetimin işçilere bilgi vermesini ve c) sendika yönetimi bir sonuca geldi ise bunun o işyerindeki örgütlü işçilerin onayına sunması (re ferandum) talebi getirilmelidir (bunun gerçekten uygulanmasının mümkün olmadığı özel durumlarda en azından işyeri işçi temsilcilerinin onayına su nulmalıdır). (Migros Grevi üzerine yürüyen tartışmalar hakkında geniş bilgi için sendika. org sitesinin "Emeğin Kürsüsü" bölümündeki tartışmalara (http://sendika. org/forum/list.php?19) ve YDİ Çağrı'nın ilgili sayfasına (http://www.ydicagri. com/haberler/migros_tartismalari. htm) bakılmalıdır. YDİ Çağrı) ✓
yeni işçi dünyası
İşçi sınıfı içindeki şoven “Koç” başları
T
ürkiye’de ulusal çıkarlar, an tiemperyalizm tartışmaları Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üye olarak girmesi amacıyla yürüttüğü adaylık girişimlerinin hız lanması ile daha da yoğunlaştı. Türk hakim sınıflarının tam üyelik görüş melerine başlanması için bastırma ları ve 17 Aralık 2004’te görüşme ta rihi alması üzerine AB’yi Türkiye’nin yalnızca dış politikasında değil, iç po litikasında da çok önemli, hatta bir çok siyasi ve hukuki reformların yü rütülmesinde belirleyici bir etmen, aktör haline getirdi. AB, Türkiye’nin şimdiye kadar AB’ye üye adayı olarak kabul edil mesi, üye adaylığının resmen onay landığı Ekim 2005’ten sonra da üye liğe kabulü için T.C.’nin ekonomisin den siyasetine, yargıdan yürütmeye kadarki hemen her alanda yapması gereken “ev ödevlerini” dikte etti, edi yor. Bu noktada Türk hakim sınıfları esas olarak iki kampa ayrıldılar: 1. Şimdiye kadarki devlet siyase tinin belirlenmesinde egemen güç olan ve özellikle devlet bürokrasisini elinde bulunduran kemalist bürokra tik burjuvazi bir yandan, 2. Diğer yandan uzun yıllar devlet desteği ile gelişip güçlenen ve geldiği yerde daha güçlü konumda emperya list dünya, bunun içerisinde de AB ile daha sıkı bütünleşerek siyasi ikti darda belirleyici olmak isteyen özel sermaye sahibi liberal burjuvazi. İki kesim arasındaki farklılık AB’ye girme, AB ile daha sıkı bütünleşip bü tünleşmeme konusu değil. Her iki kesim de bu noktada AB’ci. Arala rındaki farklılık, AB’ye girmenin ön koşullarında nereye kadar taviz veri leceği, Türk hakim sınıflarının kendi devlet siyasetlerinin belirlenmesinde ne kadar AB’nin direktiflerine uyup uymayacağı noktasında. Türk hakim sınıfları içerisindeki kemalist bürok rat kesim, AB’nin direktiflerine ol duğu gibi uyulduğunda, zaten giderek gerileyen rollerinin çok daha büyük oranda gerileyeceğini gördüğünden, AB’nin verdiği bir çok “ev ödevi”nin uygulanmasına karşı çıkmakta, güya “onurlu bir ulusal politika” talep et mektedir. Liberal burjuva kesimi ise çıkarlarının hem emperyalist dünya hem de AB ile daha sıkı bütünleş mekten geçtiğini ve “tutarlı” AB’ci si
yaseti ile aynı zamanda devlet içinde esas egemen olan kemalist kesimi iyice geriletebileceğini ve kendisinin iktidara daha iyi yerleşebileceğini he sap ettiğinden verilen “ev ödevleri”ne sıkı sıkıya uyulmasını istemektedir. AB politikası konusunda da iki kesim arasında süren kavganın, tar tışmanın özü genel olarak gerçekten emperyalizme karşı tavır takınma noktasında değil. Tartışmanın yürü tüldüğü alan emperyalizmle sürdürü len işbirliğinin nereye kadar götürüle ceği noktasındadır. Hakim sınıfların iki kesimi arasın daki tartışma ve kavga çeşitli medya organları arasında, hatta aynı gaze tenin çeşitli yazarları arasında, hü kümetle yargı, ordu organları, YÖK arasında vb. yürümekte, kimi zaman birbirlerinin ayağını kaydırıp kelepçe takmaya kadar gitmektedir. Hakim sınıfların iki farklı kesimi arasındaki iktidar dalaşı, buna bağlı olarak kimi farklı AB politikası toplumun her ke simi ve kurumuna yansıdığı gibi işçi ve sendika hareketi alanına da yansı mıştır. İşçi ve sendika hareketinde de ha kim sınıfların bu iki kesimi arasında yürüyen tartışma ve kavganın ben zeri yürümektedir. İşçi ve sendika ha reketinde de AB politikası konusunda iki farklı hakim sınıf yaklaşımı ken disini çok açık göstermektedir. İşçi hareketinin örgütlü olmasından do layı tavrının en açık ve belirgin olan kesimi sendikalarda birleşmiş olan kesimi, bunun içinde de sendikalara hakim olan sendika bürokrasisi ve onun en yakın destekçisi imtiyazlı uz manlardır. Sendika bürokrasisinin hangi ke simi olursa olsun AB politikası, buna bağlı olarak “ulusal çıkar”, “sınıf çı karı” alanında tavır takınırlarken, sa vundukları siyasetin neden işçiler ve sendikalar için doğru olan siyaset ol duğunu açıklamak ve gerekçelendir mek için daha ince, daha somut, daha kurnazca formüle edilmiş söylemlere dayanmalarını gerekli kılmaktadır. Sendika hareketi içinde AB’ci olan kesimin esas gerekçesi, “çağdaş de mokrasinin beşiği” olarak gösterdik leri AB’nin hem ülkede genel olarak demokratik reform sürecini hem de özel olarak işçi ve sendika hakları ala nında “demokratikleştirmeyi” getire
ceği iddiaları dır. Bunlar, nitelikleri ge reği hak mü cadelesinde, demokratik leşmede işçi sınıfının ey lemliliğine, Yıldırım Koç, m ü c a d e l e Yol İş Sendikası sine değil şu Eğitim Daire Başkanı ya da bu em peryalist gücün inisiyatifine, daha doğrusu insafına, hakim sınıfların şu ya da bu kesimlerinin “daha de mokratik” politikasına bel bağlamak tadırlar. Sendika bürokrasisi içindeki ikinci kesim daha “işçici”, daha “antiemper yalist” bir söyleme sarıldığından bu kesimin AB politikası, “ulusal çıkar” ve sınıf çıkarları tezlerine daha et raflı olarak tavır takınmayı gerektir mektedir. Kemalist bürokrat burjuvazinin sendika hareketi içinde en “yetkili”, en “radikal” anti-AB’ci uzmanlarının başında Yıldırım Koç gelmektedir. Yıldırım Koç, bu konuda yazdığı bir çok değerlendirme ve makaleleri ile, sendika hareketi içerisindeki rolü ile antiAB’ci ve “ulusalcı” sendika siyase tinin de “koç”başlarından birisidir. Bu nedenle Yıldırım Koç’un kimi tezleri ile hesaplaşmak önemli ve ge reklidir.
AB’NİN NİTELİĞİ BELLİ DE TÜRKİYE’NİN NİTELİĞİ NE? Bu sorunun birinci bölümüne Yol-İş Eğitim Daire Başkanı Koç’un verdiği yanıt şöyledir: “Avrupa Birliği, günümüzde 25 ülke den oluşan ve dünya ölçeğinde alterna tif bir güç odağı oluşturmaya çalışan emperyalist bir yapılanmadır. Avrupa Birliği’ndeki sistem kapitalizmdir.” (Y. Koç, “AB Emperyalizmi ve İşçi Sı nıfı”, Sağlık İşçileri Sendikası Eğitim Yayını, Ocak 2004, s. 24, ayrı kaynak verilmediği sürece bundan sonraki bü tün alıntılar aynı kaynaktandır) “Avrupa Birliği, emperyalist bir güç merkezidir.” (s. 25) Avrupa Birliği konusunda onun kapitalist ve emperyalist niteliğini tespit eden bir değerlendirmeden, okuyucu mantıki olarak incelemenin konusu olan ikinci ülkenin, Türki
ye’nin ekonomik ve siyasi niteliğinin de değerlendirilmesini bekleyecektir. Uzmanımız sayın Koç’un uzmanlığı Türkiye’deki ekonomik ve siyasi ya pının, devletin niteliğini tespit etme noktasında bitmekte, uzmanımız bu konuda değerlendirme yapmaktan özenle kaçınmaktadır. Bunun yerine Türkiye’deki ekono mik ve siyasi sistemin, bu sistem üze rinde yükselen devletin niteliği konu sunda değerlendirmeye girmeden, genel olarak “Türkiye”, “Türkiye’nin çıkarları”, “ulusal çıkarlar” kavram larının ardına gizlenmektedir. Ör neğin kitapçığın hemen “Giriş”inde uzmanımız, “Avrupa Birliği’nin Türki ye’yi kendi içine almadan Türkiye’ye yaptırmak istedikleri, Türkiye’nin ve ulusumuzun bütünlüğü açısından son derece tehlikeli uygulamalardır.” (s. 9) demekte, ardına gizlendiği “Tür kiye”, “ulusumuz” kavramlarının da yandığı ekonomik ve siyasi sisteme hiç değinmemektedir. Siyasette bu tür oyunlar sömürücü sınıfların ve onların sömürü sistemi nin niteliğini ideolojik olarak gizle meye çalışan ideologlarının uzman lık alanına girer, gerçeğin olduğu gibi ve tüm belirleyici unsurları ile birlikte ortaya konulmasını savunan ların değil. AB’nin ekonomik ve siyasi nite liğini ortaya koyan uzmanımızın, Türkiye’nin dayandığı ekonomik ve siyasi sistemin değerlendirmesinde susmasının, bunu geçiştirmesinin ne deni, Türkiye bağlamında AB tartış masını sınıfsal bakış açısından çıka rıp “ulusal çıkar” olarak adlandırdığı Türk hakim sınıflarının çıkarlarına bağlama çabasıdır. Türkiye’deki eko nomik ve siyasi sistemin özü ortaya konulduğunda, o zaman ister iste mez, “ulus” içerisindeki farklı sınıf ların birbirinden taban tabana zıt farklı çıkarları gündeme gelecek ve o zaman işçi sınıfının ulus içerisindeki egemen sınıf olan sömürücü sınıfın politikalarının peşine takılması zor laşacaktır. Uzmanımız Yıldırım Koç’un daha baştan AB’nin dayandığı ekonomik ve siyasi sistemin niteliği hakkında açık tavır takınması, Türkiye’ye ge lince bu yöntemi terk etmesi onun “kendi” kapitalizminin, “kendi” ka pitalist devletinin çıkarları yönünde taraf tuttuğunu gösteren açık bir işa rettir. Değerlendirmesinin devamında da Koç şöyle demektedir: “Günümüzde karşılaşılan ikilem şudur: (a) Emperyalizme umut bağ layan, bağımsızlığı ve ulusal egemen liği göz ardı ederek demokrasiden ve
yeni işçi dünyası işçi haklarından söz eden teslimiyetçi çizgi; (b) vatanımıza (bu “vatan”ın hangi ekonomik ve siyasi sisteme dayandığı ve bu “vatan”ın gerçek sa hibinin hangi sınıf olduğuna bilinçli olarak hiç değinilmiyor. BN.) yönelik saldırılara karşı en geniş antiemperya list ve ulusalcı bir cephenin oluşturul masına çalışılan, demokrasinin ve işçi haklarının ön şartı olan bağımsızlığı ve ulusal egemenliği korumayı temel kabul eden, vatanın bütünlüğünü ve Cumhuriyetin kazanımlarını işçi hak ları ve sendikal hak ve özgürlüklerle bütünlük içinde savunan mücadeleci bir çizgi.” (s. 12, altını biz çizdik) Bir başka yerde ise Koç şunları söy lemektedir: “Avrupa Birliği’nin talepleri, ülkeyi zayıflatmayı ve ulusumuzu ayrıştır mayı ve birbirine karşı saflaştırmayı hedeflemektedir. Avrupa Birliği’nin amacı Türkiye’yi yalnızca AB kapı sında bekleterek ekonomik olarak sö mürmek değildir; ABD emperyalizmi ile birlikte Türkiye’yi parçalamaktır. AB’nin talepleri, hem ulusumuza, hem de işçi sınıfımıza saldırı niteliğin dedir.” (s. 85) “Avrupa Birliği’nin bir grup talebi, Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslararası ilişkilerde zayıflatacak, Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını engelleyecek, Türkiye’nin uluslararası düzeyde itiba rını zedeleyecektir.” (aynı yer) (abç) Görüldüğü gibi Y. Koç’un işçi sını fına gösterdiği iki alternatif var: Ya açık AB’ci olunacak, ya da Türkiye’de egemen olan kapitalist sömürü siste minin, demokrasi kırıntıları ile yüzü gizlenmeye çalışılan faşist siyasal sis temin yapısında önemli bir değişik lik yapmadan emperyalizme bağım lılık ilişkisinin devamını savunan ha kim sınıf kesimleri ve onların temel dayanağı, düzen bekçisi devletle “en geniş” “ulusalcı bir cephe” kurmak. Bu “en geniş ulusalcı cephe”de işçi sı nıfı “işçi hakları ve sendikal hakları” öne çıkarmayacaklar, çünkü uzma nımıza göre, “demokrasinin ve işçi haklarının ön şartı” “bağımsızlık ve ulusal egemenlik”tir. “Ulusal çıkarlar” adına demokrasi ve işçi hakları mücadelesinden bile vaz geçirilmeye çalışılan işçi sınıfı peki ne için mücadele edecek: Buna da uzmanımızın yanıtı hazır ve açık: “Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını engelleyecek” güçlere karşı “ halkla devlet arasındaki çıkar bütünleşme sini” (s. 86) savunmak… AB emperyalist ve “Türkiye’nin ulusal çıkarları”na karşı olan bir güç olduğundan işçiler işçi hakları için mücadelede AB’ye umudunu bağ layamayacağına göre, nereye umut
bağlayacaklardır? Buna uzmanımı zın verdiği yanıt genel yaklaşımı ile uyumludur. “Türkiye İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi, çalışma mevzuatımızın de mokratikleştirilmesi ve geliştirilmesi konusunda umudunu Avrupa Birli ği’ne değil, ILO’ya ve Türk yargısına bağlamalıdır.” (s. 45) İşçi sınıfının sınıf bakış açısına değil de, işçileri sömüren ve baskı al tına alan, işçi sınıfını en gerici iş ve sendika hakları ile ağır bir mengene içine almış olan hakim sınıfların çı karlarını çıkış noktası alan uzmanı mız, işçi sınıfına ve onun sendikal örgütlerine demokratikleşme ve hak arama çabasında, umudunu sınıfın bağımsız, güçlü, kararlı, kitlesel ey lemlerinin geliştirilmesine değil, emperyalistlerin bir başka kuruluşu olan Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) ve ülkedeki sömürücü sınıf ege menliğini korumanın işçileri ve sen dikaları baskı altında tutmanın en başta gelen organlarından biri olan “Türk yargısına” bağlanmasını tav siye etmektedir. Uzmanımız ne de tutarlı antiem peryalisttir! AB emperyalizmine kar şıdır ama ILO gibi emperyalizmin bir başka kurumuna bel bağlamayı savunmaktadır! Uzmanımız çok tutarlı antiemper yalisttir! Bir yandan başka büyük em peryalistlerin büyük güç politikasına tavır takınılmasını talep etmekte, kendi devletinin “bölgesel güç” olma, yani daha küçük çaptaki kendi emper yalizminin yayılmacılığına destek ve rilmesini talep etmektedir. Uzmanımız çok tutarlı işçi ve sen dika hakları taraftarıdır! Bu nedenle işçilerin ve sendikaların hak arama mücadelesinin engellenmesinin ve baskı altına alınmasının en önemli organlarından birine “Türk yargı sına” umudunu bağlamasını savun maktadır. Yıldırım Koç gibi “ulusal cepheci ler”in savunduğu siyasetin antiem peryalizmle hiçbir gerçek bağı yok tur. Tutarlı bir antiemperyalist olabil mek için; a) Ülke içinde işçi sınıfı ve diğer emekçilerin “kendi” sömürücülerine, “kendi” sömürücü sınıf devletine karşı açık, bağımsız ve mücadeleci bir tavır takınması gereklidir. Başdüş manın kendi ülkesinde olduğu açık ve berrak olarak tespit edilmelidir. b) Ülke dışına yönelik olarak ise yalnızca şu ya da bu emperyalist güce ya da şu ya da bu emperyalist siyasete karşı değil, tüm emperyalist sisteme ve her türden emperyalist politika lara karşı olmak ve mücadele etmek
gereklidir. Sorunu böyle koymayanlar ve bu biçimde hareket etmeyenler –niyetle rinden bağımsız olarak- kaçınılmaz bir biçimde kendi hakim sınıflarının politikalarının peşine takılacaklar, onların siyasetlerinin bir parçası ha line geleceklerdir.
ULUSALCI ŞOVENİZM İşçi sınıfının değil de hakim sınıfların çıkarlarını çıkış noktası alan uzmanı mız Yıldırım Koç’un ülke içindeki ulu sal soruna yaklaşımının da tümüyle Türk hakim sınıflarının çıkarlarına uygun olduğu ortaya çıkıyor. Uzmanımızın Türkiye bağlamında kabul ettiği tek ulusal sorun, Türk ulusu ile bazı emperyalist büyük güç ler arasındaki eşitsiz ilişkilerden kay naklanıyor. Bizzat ülke içinde Türk ulusunun ve Türk hakim sınıfların kendisinin Türk olmayan ulus ve mil liyetlere uyguladığı ulusal baskıyı red detmekle kalmıyor, Türkiye’de başka ulusların varlığını ve başka ulusların ulusal haklarını da reddediyor. Uzmanımızın bu konuda istediği gibi konuşma ve şoven milliyetçi tezlerini istediği ölçüde savunma öz gürlüğü ve imtiyazı var, çünkü onun savunduğu Türk hakim sınıflarının ulusal baskı siyaseti ile tam olarak ör tüşüyor. Ülke içinde sorunu, gerçek olguları ortaya koyarak tartışmaya çabalayanların ya da resmi görüşün dışına çıkanların bu özgürlüğü yok. Aksi takdirde onları, uzmanımızın umut bağlanmasını istediği “Türk yargısı”nın ağır cezaları bekliyor. Bu noktada biz bu nedenle burada kısmi bir tavırla, uzmanımızın belir gin çelişkilerine değinmekle kendi mizi sınırlamak zorundayız. “İşçi sınıfı hareketi içinde sınıf ve ulus kimliğini reddederek ‘ümmet’ kimliğini öne çıkaranlar, ‘din özgür lüğü’nü savunan AB emperyalizmine yanaştı.” (s. 107) diye tespit yapan uz manımız, “sınıf kimliği”ni bir kenara bırakanın kendisi olduğunu unuttur maya çalışarak, aslında ümmetçilerin “ulus kimliği”ne sarılmamasına bo zuk çalıyor. Burada da uzmanımızın “ulusal kimliği”ne sahip çıkılmasını istediği tek ulus Türk ulusu. Bizzat Türk ulusu (daha tam ifade ile Türk hakim sınıf ları) tarafından ulusal kimliği reddedilen Kürt ulusundan ve diğer milliyetlerden insanların, işçilerin ve diğer emekçilerin kendi “ulusal kimliği”ne sahip çıkmasını reddediyor, bu yöndeki çabaları “et nik kimliği öne çıkaranlar” (s. 107) diye geri çeviriyor. Aynı kitapçığın, “Azınlıklar so runu-Bölücülük” alt başlığı altında
konuyu ele alan uzmanımız şunları söylüyor: “Avrupa birliği, farklı etnik köken lerden oluşan ulusumuzu ve işçi sını fımızı, etnik kökenlere göre bölme ve parçalama çabası içindedir. ‘İnsan hakları’ ve ‘demokrasi’ adına yapılan bu girişim, terör örgütlerini teşvik etme ve destekleme noktasına kadar gelmiştir. Aralarında Avrupa Birliği ülkelerinin de bulunduğu ülkelerce imzalanan Lozan Antlaşması’nda, Türkiye’de yalnızca Ermeni, Rum ve Musevilerin ‘azınlık’ olduğu açıkca be lirtmekle birlikte, Avrupa Birliği, ulu sumuzu ve işçi sınıfımızı oluşturan çeşitli etnisiteleri ‘azınlık’ başlığı al tında değerlendirmekte ve bölücülere destek vermektedir. Avrupa Parlamen tosu’nun cüretkarlığı, Güney Doğu Anadolu’ya ‘Kürdistan’ diyebilecek kadar fazladır. Avrupa Birliği’nin bu çabaları, işçi sınıfımızı da etnik kökene göre bölme ve saflaştırma sonucunu doğuracak, bağımsızlık ve demokrasi mücadele sinin temel dayanağı olan işçi sınıfı hareketini zayıflatacaktır.” (s. 94-95, altını biz çizdik) Uzmanımız bu görüşleri ile bir demokrat olmanın bile temel kıstas larından birisi olan, ulusal hak eşitli ğini ısrarla reddetmekle, ülkemizde var olan ve ulusal hak eşitsizliği üzerine yükselen siyasi sistemi bağ nazca savunmaktadır. O bu konumu ile ülkemizdeki en gerici kesimlerin safındadır. Biz bağnazca bir ulusun diğer uluslar üzerindeki imtiyazını savunanlara, kendi ulusunun diğer ulus ve milliyetlere uyguladığı ulusal baskıyı savunanlara karşı şu ilkede ısrar ederiz ve bunun tutarlı savunu culuğunu yaparız: “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz!” İşçi sınıfı, özellikle de Türk ulusun dan işçiler baskı altındaki diğer ulus ların ve bu uluslardan sınıf kardeşleri nin ulusal haklarını savundukları öl çüde ve yerde güçlü bir sınıf hareketi geliştirebilecek, demokrasi mücadele sinin çok yönlü bir savaşçısı haline gelecektir. Çeşitli emperyalist güçlerin Tür kiye içinde ulusal sorunu ve çelişki leri kullanarak politika yapma im kanı veren, Türk hakim sınıfları tara fından bağnazca korunan ulusal hak eşitsizliği ve ulusal baskı rejimidir. Kendileri ülke içinde ulusal baskı nın, ulusal hak eşitsizliğinin savu nucusu olanların, başka emperyali stlerin ve devletlerin var olan ulusal sorunu kullanmasına bozuk çalmaya hakkı yok demeyeceğiz, ama yaygara koparmaya hiç hakkı yoktur. Kasım 2005 ✓
yeni işçi dünyası
Uluslararası sendikal üst birlik UNI - Temel amaçları ve fonksiyonu -
B
10
ugün Türkiye sendikal hare keti içerisinde, hem anlayış hem de pratik tavır bakımın dan ülkedeki sendikal hareketin ulus lararası boyutu ve uluslararası sendi kal ilişkilerin önemi gerçekten kav ranmamıştır. Çok az sayıda sendika yöneticisinin ve yine çok küçük bir kesim uzmanın dışında sendikaların çoğunda yaygın olan bakış açısı şöyle özetlenebilir: – Uluslararası ilişkilere hemen he men hiç önem vermeyenler, bu so runa laf düzeyinde bile değinmeyen ler. – Uluslararası ilişkileri yalnızca kendi sendikası için uluslararası da yanışmaya ihtiyaç duyulduğunda ya rarlanılacak, daha doğrusu kullanıla cak bir araç olarak görenler. – Diğer ülkelerden sendikaları ve uluslararası sendikal hareketi “Türk” sendikacılık hareketinin düş manı olarak görüp “Türkün Türkten başka dostu yoktur” hakim sınıf ide olojisini açıktan sendikal hareket içe risinde temsil edenler. – Uluslararası ilişkilerden, Türki ye’deki sendikal hareket içerisinde “modern” bir sosyal reformist çizgi nin yerleşmesi ve ülkedeki açık ve kaba anti demokratik yasaların kalk ması amacı ile yardım umanlar. – Uluslararası ilişkileri zaten kaba rık olan maaşını daha da artırmak için bir fırsat olarak değerlendiren ve ülke dışındaki sendikal ziyaretleri gezmek, eğlenmek (özellikle kumar hanelere ve genelevlere gitmek için) önemli bir fırsat olarak görenler (ya da aldıkları bol harcırahlarla valizler dolusu alışveriş yapmayı sevenler). Uluslararası ilişkilere bakış açıları farklı olan azınlık bir kesim ise (ara larındaki çok önemli farklılıklara rağmen) diğerlerinden farklı olarak kapitalist dünyada, özellikle ulusla rarası tekellerin dünyadaki faaliyetle rinin büyük bir hızla yayıldığı zama
nımızda Türkiye’deki sendikacılık hareketinin kaderinin uluslararası alandaki işçi ve sendikal harekete daha fazla bağımlı olduğunu kavra yan, dünya çapında sermayeye karşı sendikal hareketin daha güçlü ve ni telikli bir birlik içerisinde gelişmesini savunan bir kesimdir. Özellikle son yıllardaki özelleştir melerde ve sendikal hak mücadele lerinde giderek çok fazla sayıda çok uluslu şirketin işçilerin ve sendika ların karşısına çıkması, uluslararası ilişkilere önem veren bu küçük azın lığın düşüncelerinin yaygınlaşması için daha fazla olanak yaratmıştır. Uluslararası işçi ve sendikal hare ketin yakın ilişkilerinin önemini ve uluslararası dayanışmanın rolünü kavrayan bu kesim içerisinde de, bu ilişkinin temeli ve amaçları hak kında sağlam bir görüş birliği yoktur. Bunun en başta gelen nedenlerinden birisi bu alan hakkında ilkeli bir tar tışmanın ve görüş alış-verişinin yapıl mamış olmasıdır. Biz bu yazımızda somut bir ulusla rarası üst birlik olan UNI’nin (Union Network International= U luslararası İşbirliği Ağı) son yapılan dünya kong resini, temel bazı ilkeleri ve amaçları bakımından ele alarak bu tartışmayı geliştirmek istiyoruz.
DÜNYA ÇAPINDA SOSYAL DİYALOG VE SOSYAL ORTAKLIK ARACI OLARAK UNI Union Network International (UNI) hizmet iş kolunda faaliyet gösteren sendikaların dünya çapındaki sendi kal üst birliğidir. Tek tek ülkelerde faaliyet bu işkolunda faaliyet yürüten 1.000’e yakın sendikayı ve (kendi in ternet sitesinde verdiği bilgiye göre) 15 milyona yakın sendikalı işçiyi temsil eden UNI, üye örgütlerinin ve üye işçisinin sayısı bakımından gerçekten de uluslararası bir güce sa hip olan bir üst örgüt. UNI içeri
sinde bir dizi sektör, genel hizmet iş kolu içinde toplanmış durumda. Bun ların içinde ticaret, mali işler, posta, telekom, endüstri ve işletmecilik mes lekleri, grafik, bakım ve güvenlik, medya ve eğlence, kumarhaneler, elektrik işletmesi çalışanları, berber ler ve kozmetik hizmetleri, sosyal si gorta işçileri, sağlık ve turizm çalışan ları bulunmaktadır. Türkiye’den UNI üyesi sendika lar olarak BASS, BASİSEN, TÜRKKoop-İş ve Tez-Koop-İş var. Bu dört sendikanın hepsi TÜRK-İş üyesi. DİSK’e ve HAK-İş’e üye sendikaların UNI içerisinde yer almaması bunla rın laf düzeyinde kendi aralarındaki sendikal anlayış farklılıklarına rağ men uluslararası ilişkiler alanındaki ortak yanlarına işaret etmektedir. TÜRK-İş’ten UNI üyesi 4 sendika içe risinde gerçekten UNI çerçevesinde aktif faaliyet yürüten tek sendika ola rak Tez-Koop-İş Sendikasının öne çıktığı gözlemlenmektedir. Diğer üç sendikanın pratik çalışması içe risinde ne genel olarak uluslararası ilişkilere, ne de UNI içerisinde verme
leri gereken önem görülmemektedir. Tez-Koop-İş Sendikası Türkiye’de faaliyet yürüttüğü iş kolu içerisinde METRO, CARREFOUR, TESCO gibi uluslararası ticaret devlerinin marketlerinde örgütlenmeye sistemli olarak girişen, bu alanda önemli adımlar atan ve UNI ile daha sıkı, or tak bir çalışmanın önemini kavrayan bir sendika olarak öne çıkmaktadır. UNI’nin internet sayfası içerisinde (union-network.org) Türkiye’den faaliyetleri ve uluslararası ticaret şir ketlerine karşı örgütleme çabaları ile sık sık hakkında bilgi verilen ve daya nışmaya çağrılan tek sendika da TezKoop-İş’tir. Tez-Koop-İş’in UNI içerisinde ak tif olarak faaliyet yürütmesi, uluslara rası ilişkilere pratikte önem vermesi, özellikle üyesi işçiler arasında ulus lararası dayanışma bilincinin geliş mesine katkı sağladığından olumlu bir tavırdır. Fakat bu olumlu yön ol dukça sınırlı kalmaktadır. Bunun ne deni, Tez-Koop-İş’in UNI üyesi sen dikaların ezici çoğunluğunun sahip
olduğu ve UNI’nin kararlarına çok açık yansıyan uluslararası ilişkilerin temeline ve amaçlarına yaklaşımında yatmaktadır. UNI’nin 22-25 Ağustos 2005 tarih leri arasında ABD’nin Chicago ken tinde yapılan dünya kongresi belge ve kararlarında UNI kendisini “global sendika” olarak değerlendirmekte ve bu değerlendirmeye bağlı olarak önüne görevler koymaktadır. “Global sendika UNI” başlıklı bir broşürde UNI dünya çapında sen dika hareketinin önünde duran gün cel temel sorunları ve görevleri şu şe kilde değerlendirmektedir: “Döviz pazarlarında işlem gören günlük ticari boyut 1,900 milyar Do lar’dır. İşletmeler, hisse senetlerinin değerini en yükseğe çıkarmak amacı ile çeşitli işleri ya yakın bölgedeki başka yerlere, ya da yurt dışına taşı makta ve binlerce işyerini yoketmekte dir. İşletmeler için esneklik propagan dası yapan ve özel işletmeleri kamu işletmelerine tercih eden hükümetler, en büyük işletmelerin müşterisi ha line getirilmektedirler. Tek tek sanayi lerde, giderek daha güçlü bir biçimde, ekonomik önemleri çoğunlukla faali yet yürüttükleri ülkelerinkinden daha yüksek olan çok uluslu az sayıdaki te kel egemenlik kurmuşlardır. UNI’nin buna yanıtı, insancıl nite likli globalleşmeyi mümkün kılacak global bir sendika ajandasıdır (progra mıdır BN.). Bu ajandanın temel parça ları global örgütlenme, çalışanların ve sendikaların hakları, insan onuruna yakışır iş ve uluslararası işletmelerde çalışan üyeleri temsil eden sendikalar arasında ittifaklardır. Biz, ödenebilir sağlık hizmetleri ve fırsat eşitliğini ga ranti altına alan bir dünya, insanın odak noktada durduğu bir dünya isti yoruz.” Eğer tekellerin faaliyetine yön ve ren ilke, hisse senetlerinin değerini en yükseğe çıkarmak ise, aynı tekel ler hükümetleri bile kendi müşterisi haline getirmişse, bunlar binlerce işi yok ediyorlarsa, tekellerin gücü çoğu kez faaliyet yürüttükleri ülkelerin ekonomik gücünü bile aşıyorsa (ki bunlar olgudur!), o zaman bu tespitler den çıkarılan sonuç ve ortaya konan program, çalışan sınıfın, yani işçi sı nıfının çıkarlarını merkeze koyan, iş çilerin sermaye sınıfına, özelikle ulus lararası tekellere karşı sınıf mücadele sini geliştiren bir program olmalıdır. UNI yukardaki tespitlerden böyle bir sonuç çıkarmıyor ve programı da böyle bir program değil. Aslında UNI işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki gizlenmesi müm kün olmayan çıkar zıtlığını kabul
yeni işçi dünyası ederken, bu zıtlığı aşmanın biricik yolu olan sınıf mücadelesini kabul etmeyi ve sınıf mücadelesini örgütle meyi değil, tam tersine sınıflar arası işbirliğini örgütlemeyi amaçlamak tadır. Bu amacı bir çok resmi belge sinde açıkça da ifade edilmektedir. “Kendi içerisine hem bir sonuç hem de diğer hedeflerin gerçekleştirilmesi olan sosyal diyalog, hükümetlerin ve sosyal ortakların değişimi ve eko nomik ve sosyal gelişme ile baş ede bilmelerini mümkün kılan esnek bir araçtır. Modern toplumun karşılaştığı çeşitli talepler bir dizi diğer grupları da harekete geçirmektedir. Küresel si vil toplum, tüketici grupları, kadın ör gütleri, çevre koruyucular vb. Bunlar sosyal diyaloğu şekillendirmektedir ve sendikalar bunlara yönelik ölçülü bir ilişki kurmalı ve geleneksel ortakları (işverenler ve hükümetler) yeni ilişki ler yaratmalıdırlar ve kadınların rolü ve yeri bakımından bu ilişkilerde yeni biçimler geliştirmelidirler.” “UNI Eylem Planı” başlıklı kararda dört “stratejik hedef” belirlenmekte dir: İstihdamın geliştirilmesi, işye rinde haklar, sosyal güvenlik ve sos yal diyalog. UNI’nin tüm faaliyetlerinin temeli iki programatik düşüncede yatmakta dır: Sosyal diyalog ve sosyal ortaklık.
Bu iki kavram son yıllarda ülkemi zin sendikacılık hareketi içerisinde de iyice yerleşmiştir. Bir çok sendika nın ve federasyonun açıklamalarında ve belgelerinde sık sık bu kavramlar, kendi içerikleri ile yer almaktadır. Örneğin DİSK Genel Başkanı Sü leyman Çelebi, ülkemizin önde gelen sermaye kuruluşlarından MESS’in
Uluslararası sendikacılık hareke tinde “sosyal diyalog” ve “sosyal ortaklık” kavramları tarihi olarak sosyaldemokrasinin egemenlerle uz laşma siyasetinin sendikacılık ala nındaki yansıması olmuş, sınıf sen dikacılığına karşı olan anlayışının içeriğini özetleyen kavramlar olarak ortaya çıkmışlardır. Bir yanda, ser
dergisi MERCEK’e gönderdiği 21 Ha ziran 2005 tarihli, “Sosyal diyalogda temel ölçüt samimiyet ve haklara say gıdır” başlıklı yazısında, “sosyal diya log son yıllarda öne çıkan bir kavram dır. DİSK olarak sosyal diyaloğu, işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinin, konuları özgürce tartışmak ve müza kere etmek, farklı yaklaşımları ortaya koymak ve mümkünse ortak çözüm lere ulaşmak amacıyla çalışma haya tının her düzeyinde ortak platformlar oluşturmaları olarak tanımlıyoruz.” demektedir.
mayeye ve sermaye hükümetlerine (daha doğrusu sermaye devletlerine karşı) sınıf sendikacılığını savunan ve sermaye sınıfını ve onun siyasi kurumlarını sınıf düşmanları olarak gören komünist ve devrimci sendika cılık anlayışı, diğer yandan ise serma yeyi ve onun hükümetlerini işçi sınıfı ile arasındaki kimi farklılıklarına rağmen çıkar ortağı olarak gören, bu nedenle aralarındaki ilişkiyi ortaklar arasında ilişki olarak değerlendiren sınıf uzlaşmacısı sosyaldemokrat sendikacılık anlayışı. Sınıf sendika
Akdeniz Belediyesi’nde işçi ve çevre kıyımı!
M
ersin Akdeniz Belediyesi’nin uygulamaları kafa larda bir sürü soru işareti bırakacak cinsten. 31.12.2004 tarihinde belediyenin temizlik işle rini yürüten taşeron firma Ceysan A.Ş. tarafından 69 işçinin işine son verilmiş. İşten çıkarılan işçilerin açtıkları davalar so nucunda ise işe iade edilmelerine karar verilmiş. Ancak bele diyenin ve taşeronun işçileri işe almaması sonucunda Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kararı gereğinde işçilerin alacağı olan 300 milyar lira için icra takibi başlatılmış. Bu tazminatların ise işçileri işten çıkaran taşeron firma tarafından değil, Akdeniz Belediyesi tarafından ödenmesi gerekiyor. Yani Ceysan A.Ş. işçileri atıyor, işçilerin hakları olan tazminatları ise yine işçi ve emekçilerin sırtından geçinen belediye ödüyor? Konu ile ilgili görüştüğümüz Belediye Meclisinin (DEHAP’lı, seçim ittifakı dolayısıyla) SHP’li üyesi Hasan ARIK belediye başkanı ile birçok kez görüşmelerine, olayı basına duyurmak için çaba sarf etmelerine rağmen bir so nuç alamadıklarını belirtiyor. Hasan Arık 110 işçinin mağ dur edildiğini, bu işçilerin hak ve alacaklarının faizleri ile birlikte yaklaşık 1 trilyonu bulduğunu ve bu paranın yine halkın sırtından karşılanacağını ifade etti. İşten atılan işçiler ise Genel-İş Sendikasına üye. Genel-İş Sendikası yöneticileri işçilerin hakları ile ilgili yasal işlem yap tıklarını ve şu anda belediyeden alacaklarını taksitler halinde tahsil ettiklerini belirtiyor. Tüm bunlar belediye ile taşeron firma arasında çıkar ilişkile rinin bulunduğunu, bu durumdan yine işçilerin ve emekçilerin zararlı çıktığını gösteriyor. Ancak olanlar bununla da bitmiyor. Karaduvar Mahallesinde Opet’e ait bir Akaryakıt Dolum
Tesisi bulunuyor. Belediye meclisi 21.06.2002 tarihinde 143 sayılı karar ile tesisin bulunduğu alanın “güneyinde en fazla 45, en az 40 m; kuzeyinde en az 35, en fazla 70 m; doğusunda 70 m; batısında en az 55, en fazla 70 m” Sağlık Kuruma Bandı bulunması gerektiğini kabul ediyor. Koruma bandının içerisinde ağaç ve çiçek dışında hiçbir şey bulun maması, yapı veya tesis kurulmaması gerekiyor. Opet’in başvurusu üzerine yapılan incelemede ise tesisin Sağlık Koruma Bandı olarak ayrılan alanı üzerinde bir idari bina nın, trafonun, bazı yapıların ve üç su tankının bulunduğu tespit ediliyor. Bu nedenle belediyenin Planlama-İmar ve Fen İşleri Komisyonu başvuruya 07.02.2005 tarihinde red kararı veriyor. Ancak aynı belediye meclisi, 5 üyenin muhalefetine rağ men üzerinde idari binanın, trafonun ve su tanklarının bu lunduğu Sağlık Koruma Bandını onaylıyor. 04.10.2005 tari hinde onaylanan koruma bandının Büyükşehir Belediyesi tarafından da onaylanması gerekiyor. Akdeniz Belediyesi Meclisi 31 üyeden oluşuyor. Seçimlerde meclise 15 CHP’li, 6 AKP’li ve 10 SHP’li üye seçiliyor. Bilindiği gibi DEHAP, EMEP ve SHP seçim ittifakı yaparak SHP çatısı altında seçime katılmışlardı. Bu nedenle meclise seçilen 10 SHP’li üyenin 6’sı DEHAP’lı. Ancak seçimler son rasında 4 SHP’li üyeden 3’ü istifa ederek CHP’ye geçiyor. Halkın sağlığını korumakla görevli belediye “belli ol mayan” nedenlerle anlamsız uygulamalara imza atıyor. Kapitalist çürümenin ve çıkar ilişkilerinin hüküm sürdüğü sistemden başka bir şey de beklenemez zaten! 10.11.2005, YDİ Çağrı/Mersin ✓
cılığını değil de sınıf uzlaşmacılı ğını savunan sosyal diyalog anlayışı, işçi sınıfının en geniş kesimlerinin çıkarlarına tümüyle ters bir anlayış tır. Zira bu anlayışı savunanların ve gerekçelendirmeye çalışanların tüm çabalarına rağmen, işçi sınıfı ile ser mayedarların ve ortakları arasında çıkar birliğinin nerede yattığını ispat edememişlerdir. Edemeyeceklerdir de. Çünkü böyle bir çıkar birliği yok tur ve eşyanın tabiatına uygun olarak böyle bir çıkar birliği olamaz da. Sendikal mücadelede işçilerin çı karlarını savunma adına öne sürülen “sosyal diyalog” ve “sosyal ortaklık” kavramları ile ifade edilen ve savu nulan çıkar birliği, gerçekte sermaye ve onun hükümetlerinin, sistemin egemenlerinin çıkar birliğidir. Aynı zamanda yaşam tarzları, gelirleri, dü şünce biçimleri ile işçi ve sendika ha reketinin küçük ve imtiyazlı tabakası olan ve tümüyle burjuvalaşmış olan işçi aristokrasisi ve sendika bürokra sisinin gerçekten de sermaye ve onun hükümetleri arasında sosyal temeli olan bir çıkar birliği de vardır. Aynı sermaye ve onun hükümetleri ile bir likte işçi sınıfının en geniş kesimleri nin en yaygın biçimde sömürülmesi ve baskı altına alınması ile işçi aris tokrasisinin ve sendika bürokrasisi nin yüksek gelirleri, arpalıkları ve burjuva yaşam biçimi garanti altına alınmaktadır. İşte bu burjuvalaşmış işçi tabakalarının temel ortak çıkar lar çerçevesinde sermayeye ve onun hükümetlerine yönelik politikasını “sosyal ortaklık” ve “sosyal diyalog” olarak ifade etmesi kendi çıkarlarına tamamen denk düşen kavramlardır. UNI ve üyesi sendikaların ve diğer uluslararası sendikal üst kuruluşla rın önderliğini işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi oluşturduğun dan, bunların temel programatik he deflerinin sosyal diyalog ve sosyal or taklık olarak konulması da anlaşılır bir ideolojik bakış açısıdır. Bugün uluslararası sendikacılık ha reketinde ve ülkemizde yaygın olan sınıf işbirlikçisi, sosyal diyalogcu an layışlara karşı örgütlü, çok yönlü ve tutarlı bir mücadele yürütmek sınıf sendikacılığını tutarlı olarak savu nan sınıf bilinçli işçilerin ve mücade leci sendikacıların önünde görev ola rak durmaktadır. Ülkemizdeki sınıf bilinçli işçilerin ve mücadeleci sendi kaların sınıf sendikacılığı yönündeki çabaları uluslararası platformlara da taşınmalı ve sınıf uzlaşmacısı sendi kacılık anlayışına karşı sınıf sendika cılığı anlayışı için uluslararası müca dele bayrağı yükseltilmelidir. Kasım 2005 ✓
11
yeni işçi dünyası
Eğitimcilerin büyük yürüyüşü…
K
E SK ’e b a ğ l ı , E ğ it i m ve Bilim Emekçileri Sendikası Eğitim Sen’li emekçilerin, “Parasız, nitelikli eğitim, insanca yaşam ve demokratik Türkiye” şiarla rıyla Öğretmenler Günü 24 Kasım’da İstanbul’da ve değişik illerde başlattığı “Büyük Eğitimci Yürüyüşü” 26 Kasım Pazar günü Ankara’da sona erdi. Eğitim emekçilerinin üç günlük yü rüyüşlerinde öne çıkardıkları talepleri şunlardı: • İkili eğitimden tekli eğitime geçilmelidir; • Sınıf mevcutları 60 değil, 24 kişilik olma lıdır; • Tüm anaokulu ve ilköğretim öğrencile rine ücretsiz süt verilmelidir; • Tüm çocukların yılda iki kez sağlık tara masından geçirilmesi; • Eğitimde kadrolaşma değil, demokratik yönetim anlayışı benimsenmelidir; • Eğitimde hazırlık ödeneği tüm eğitim ve bilim emekçilerine ödenmelidir; • Hizmetli ve memurlar için özel hizmet tazminatı ödenmelidir; • Ek ders ücretleri günün şartlarına uygun olarak belirlenmelidir; • Tüm eğitim ve bilim emekçilerine yaka cak parası verilmelidir; • 4688 sayılı kamu çalışanları sendika ya sası grevli toplu iş sözleşmesi olarak yeni den düzenlenmelidir.
12
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik eğitim emekçilerinin yürüyüşünü en başından itibaren gayri meşru ilan ederek, polisin emekçilere yönelik ba rikat kurmasına, panzerli, coplu ve gaz bombalı saldırısına yeşil ışık yaktı. Milli Eğitim Bakanının ve Ankara Valiliğinin bütün tehditlerine rağmen eğitim emekçileri kararlı tutumların dan taviz vermediler. Öğretmenler Günü 24 Kasım’da İstanbul İstiklal Caddesinde yaklaşık bin eğitim emekçisi, Tünel’den Taksim Meydanı’na kadar yürüdü. Yürüyüş sı rasında atılan sloganlarda parasız, ni telikli eğitim, insanca yaşam talepleri dile getirilirken, Şemdinli’de yaşanan olaylara da tepki gösterildi. 26 Kasım Cumartesi günü İstanbul, İzmit, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ, Karabük, Zonguldak, Bartın, Bolu, Sakarya, Düzce, Balıkesir, Bursa ve Yalova’dan 8000’e yakın öğretmen Ankara’ya doğru otobüslerle yola çıktı. Kamu emekçilerinin Ankara’ya girişi Jandarma barikatıyla engellenmeye çalışıldı. Bu sırada İstanbul-Ankara otoyolunu trafiğe kapatan bir gruba Jandarmanın saldırması sonucu 18 ey
lemci yaralandı. Aynı gün Ankara’da “Büyük Eğitimci Yürüyüşü” için bir araya gelen EğitimSen’li emekçiler de polis barikatıyla karşılaştı. Yaklaşık 2000 Eğitim-Sen’li emekçi polis barikatlarını aşarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın önüne yürüdü. Eylemcilerin Atatürk Caddesi’ni trafiğe
E
kapatması üzerine polisin saldırısında 4 Eğitim-Sen’li emekçi yaralandı. Bu emekçilerin bir kısmı halen çe şitli hastanelerde tedavi altındadır. Bu saldırılar ile ilgili olarak Eğitim Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer 27 Kasım’da bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında:
Eğitim’deki kadrolaşmaya karşı eylem!
ğitim-Sen Adana Şubesi 22.10.2005 tarihinde, eği tim ve sağlıktaki kadrolaşma ve özelleştirme politikalarını protesto yürüyüşü düzenlendi. Saat 12:30’da Eğitim-Sen Adana Şubesi önünde toplanan yaklaşık 400 eğitim emek çisi, buradan istasyon meydanına sloganlar eşliğinde yürüdü. İstasyon Meydanı’nda yapılan basın açıkla masında AKP hükümetinin sık sık
dile getirdiği eğitim sistemindeki sorunları çözeceğine ilişkin açıkla malarına rağmen “eğitim ve sağlık sisteminde kadrolaşma”ya gidildiği, “paralı eğitimi özendirmek için özel okullara mali kolaylıklar sağlan dığı” belirtildi. Eylem basın açıklamasının okun masından sonra sona erdirildi. Ydi Çağrı / Adana ✓
Yıllardır eğitim ve bilim emekçile rinin sorunlarını görmezden gelenle rin, taleplerine kulaklarını tıkayanla rın, dün olduğu gibi bugün de çözüm üretmek yerine, haklarını arayanları suçlamayı, üzerlerine panzerlerle gide rek saldırmayı tercih ettiklerini, Milli Eğitim Bakanı’nın Türkiye’nin dört bir tarafında, en ücra köşelerde, fedakarca çalışan öğretmenleri aşağılarcasına “öğretmenler sadece iki gün çalışıyor!” deme cesaretini gösterdiğini, ardından Bakanlık tarafından okullara genelge gönderilerek, eğitim emekçilerinin sendikal haklarını kullanması baskı ve yıldırma ile engellenmeye çalışıldığını dile getirdi. Tüm bu baskı ve tehditlere rağmen taleplerinin takipçisi olarak Ankara’ya gelen on binin üzerindeki eğitim emekçisinin üzerine panzerler ve gaz bombaları ile gidildiğini be lirten Dinçer, Avrupa’ya her gittikle rinde, demokratikleşiyoruz havaları atanlar, Eğitim Sen’in parasız, nitelikli eğitim, insanca yaşam ve demokratik Türkiye için başlattığı büyük yürüyüşe bile tahammül edemeyerek ne kadar demokratik olduklarını gösterdikle rini vurguladı. Ya ş a n a n s a l d ı r ı l a r ı n , A K P Hükümeti’nin eğitim emekçilerinin taleplerinden ve bu talepler üzerinden yürüttükleri mücadeleden ne kadar ra hatsız olduklarını gösterdiğini, bütün bu yaşananlardan Milli Eğitim Bakanı ve Ankara Valisinin sorumlu olduğunu söyleyerek emekçileri tehdit eden Milli Eğitim Bakanının derhal istifa etme sini ve Ankara Valisinin de görevden alınmasını talep ettiklerini belirtti. Ayrıca Eğitim Sen’li emekçiler, Ankara Valisi, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Ankara İl Jandarma Komutanlığı’na kamu davası açılması isteğiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına başvuruda bulunarak yapılan pervasızca saldırı lara karşı sessiz kalmayacaklarını gös terdiler. Kamu emekçilerinin demokratik ta leplerine yönelik bu saldırılar sadece bu hükümetin ve bakanlarının değil, şimdiye kadarki bütün hükümetlerin uygulayageldikleri, kapitalist faşist sis temin saldırılarıdır. Hangi hükümet gelirse gelsin azami kar üzerine kurulu kapitalist sistem var olduğu sürece ezi lenler en ufak hakları için çetin müca deleler vermek zorunda kalacaklardır. Bu nedenle bütün işçi ve emekçiler, demokratik haklar ve insanca yaşam için yürüttükleri mücadeleyi emekçi düşmanı kapitalist sisteme karşı, sos yalizm mücadelesi ile birleştirmek zo rundadırlar. Bu bilinçle verilecek bir mücadele ancak zafere ulaşacaktır. Yaşasın Eğitim Sen’li emekçilerin haklı mücadelesi! ✓
yeni işçi dünyası
B
NEFA Tekstil Fabrikasında sendikalaşmak için örgütlenen işçiler işsiz bırakıldılar...
üyükçekmece bölgesinde penye üretimi yapan tekstil işçilerin den 19 tanesi işveren tarafından kapı önüne koyuldu. Daha önce çeşitli gerekçelerle üç işçiyi kapının önüne koyan işveren, aldığı duyumlar üzerine örgütlenmeye yatkın olan işçilerden ve diğer işçilerden 19 kişiyi çıkardı. Bir süredir, sendikalaşmak için örgüt lenen işçiler belli sayıda üyeyi örgütle mişlerdi. Fabrikada yaklaşık olarak 130 işçi çalışmaktaydı. Patron 25.11.2005 tarihinde çoğu sendikaya üye işçi ve öncüleri gruplar halinde tazminatla rını ve iki maaş fazlasını vererek işten attı. İşçilerin çok hazırlıklı olmadık ları bu durumda; NEFA patronu SABA Tekstil işvereninin desteğini de alarak planlı bir şekilde işçilerin iş akitlerine son verdi. Patron işçilerin sendikal faa liyette bulunduklarını belirterek, gere
kirse fabrikayı boşaltacağını ama sen dikalaşmayı kabul etmeyeceğini açıkça belirtti. İlk çıkarılan işçiler çıkışlarını im zaladıkları için diğer işçiler de direniş göstermeden çıkışlarını alarak ayrıldı lar. Bizim örgütlülüğümüzde öne çıkan kimi derslerin olduğunun bilincine var dığımız için bunu paylaşmak istedik: 1.
2.
3.
Öncülük yapan işçiler çıkışlarını aldıktan sonra bir direniş gösterme şansımız kalmadı. Her ne kadar sendika bizi dire niş koyma noktasında uyardıysa da, biz buna uygun davranmadık. İşverenin ani saldırısına hazır ol madığımızdan sendikayla yeterli dayanışma sağlayamadık. Kötü iş koşulları işçilerin çoğunlu ğunda işyerinden ayrılmak isteme
NEFA Tekstil işçilerinden...
“
Adım Ayşegül, NEFA Tekstil’de 11 yıl çalıştım, küçüklüğüm ve gençliğim bu işyerinde geçti. İşverenimiz Ahmet Erkan Över, penye işi yapmaktaydım ve kalite-kontrolcu olarak çalışmaktaydım. İşyerimizde çalışma koşulları bir dizi işyeriyle aynı, sigortamız var ve yemek ve servis dışında yılda bir kez işverenin verdiği ücret artışına talim etmekteyiz. Çıktığımda 430 YTL al maktaydım, mesailerle bu 600-650 YTL olmaktaydı. Kalite-kontrolcular olarak gün aşırı ayakta çalışmakta ve olduğunuz yerde sabit durmaktası nız, böylece artık varislerimiz oluş muş, bacaklarımızın ağrıları olağan bir durum haline gelmiştir. Şeflerin bağırtıları ve hakaretleri de yine ola ğan bir durum halini almıştı. Kadın olarak güçsüzlük, acizlik ve ezilmişlik -buna artık ne derseniz deyin- ifade etmekte zorlandığım bu durumu ya şamaktaydım. Örgütlenme denen birlikte hareket de, dayatmalara karşı artık bir şeyler yapmanın en son nok tasında öğrendiğimiz durumdu. Bunlarla da bitmiyor, işyerindeki sömürüyü de kabaca örneklendi reyim: Çalışma saatlerimiz resmen 8.30-18.30 arası olmasına karşın, fiilen her gün 22.00’ye kadar sürü yor. Şimdi bir muhasebe yapalım. Hergün üçbuçuk saat mesai, haftada
17 buçuk saat yapar, buna Cumartesi 7 buçuk saat daha eklersek, toplam 25 saat mesai ediyor. Üç ayda bir 5 hafta var, biz ayı 4 hafta olarak ala lım. 100 saat mesai ediyor. Pazar ça lışmaları da olmakta, bunu hesaba katmıyorum. Ayda kaldığım mesai 60-70 saat olarak hesaplanır, buradan çaldıkları bu kadar açık. Hafta içi ve Cumartesi çalışmalarını %50 olarak hesaplayarak ayrıca bir kazanç elde etmektedirler. Ayda 240 saat çalıştı ğım halde, ücret hesaplamalarını 30 gün üzerinden günlük hesapladıkla rından, yine kağıt üzerinden 30 gün üzerinden günlük 14.33 YTL yapar, ama 240 saat üzerinden günlük üc ret 17.92 YTL olacaktır, bu durumda hesaplamalarla kazancımızdan yine çalmaktadırlar. Yemekler kötü ve aç kalmaktaydık, bunu ifade ettiğimizde bize hakaret edilerek kapılar gösteril mekte. Kadir ustanın vb. bizi çalışan makineden daha değersiz gördüğü, hiç bir isteğimizin karşılanmadığı bir durumla karşı karşıya bırakıyor lardı. Korkumuzdan çalışma arka daşımızdan iş dahi isteyemiyorduk. İşveren sigortalı olan işyerinde si gorta şirketlerinden para almak için, yağışlı olan 2004 Ocak ayında işleri bizlere ıslattırarak sigorta dan yüklü miktarda paralar aldı. Ya da kendisi çelik para kasasını kır
4. 5.
leri fikrini oluşturdu. Örgütlülüğü daha da pekiştirerek, iş koşulla rımızı bu örgütlülük üzerinden düzeltme şansımız varken, kolay olanı, yani direniş koymamayı ter cih ettik. Kazanımsa; ilk kez bu işyerinde kı dem ve ihbar tazminatı aldık. NEFA Tekstil işçileri olarak müca dele yolunu seçmeyerek diğer üye arkadaşlarımızı yalnız bıraktık.
Örgütlü olan işveren bize tim sah gözyaşları dökerek ve aldatma calara başvurarak bizi zayıf düşür müştür. Bu olaydan öğrendik. İleride daha iyi örgütlenerek hatalarımızdan da öğrenerek başarıyı yakalayacağız. Yaşasın işçi sınıfının örgütlü mücadelesi! Bir grup NEFA tekstil işçisi ✓
dırtarak sigortadan paralar aldı. Bugün geldiğim noktada, işveren lere bir cennet kurulmuş olduğunu, bizi de kendi cennetlerinin ücretli köleleri olarak çalıştırmakta olduk larını görüyorum. En ufak hak is teğimize, örneğin yasal olan sen dika hakkımıza tahammül göster memektedirler. Bundan böyle hak alma mücadelesinde benim için ör gütlülük esastır. En büyük güçtür.”
“
Ben Mehmet Emin, 7 aydır NEFA Tekstil’de çalışmakta yım, çeşitli direnişler yaşadım. Sendikalı işyerinde çalıştım. 13 yıldır çalışmaktayım. İşyerlerinin hemen hepsinde zor koşulların olduğunu biliyorum ama mücadeleyle sendika laştırılan işyerlerinde yasal haklarını kullanma şansın vardır. Evli ve bir çocuk babasıyım, eşim de çalışmakta. Örgütsüz işyerlerinin örgütlenmesi için çabalarım var ve o yüzden işsiz kalmaktayım. Bu bir mücadele hattı dır, emeğime sahip çıkmam gerekti ğini düşünüyorum ve bunun çabasını veriyorum. Bu işyerinde örgütlülü ğün bir ucundan tuttum, yanlışları mız da oldu, yanılarak yeniden öğ renmem gerekti. Birlik çok önemli. İşyerinde çalışma koşulları çok ağır ve tabiri caizse ayakta uyumaktayız. Emek cephesindeki çabalarınız için siz YDİ Çağrı çalışanlarına teşekkür ederim.” ✓
“Bu bir mücadele hattıdır, emeğime sahip çıkmam gerektiğini düşünüyorum ve bunun çabasını veri yorum. Bu işyerinde örgütlülüğün bir ucun dan tuttum, yanlışları mız da oldu, yanılarak yeniden öğrenmem gerekti. Birlik çok önemli. İşyerinde çalışma koşulları çok ağır ve tabiri caizse ayakta uyumaktayız. Emek cephesindeki çabaları nız için siz YDİ Çağrı çalışanlarına teşekkür ederim.”
13
yeni işçi dünyası
M
14
Direnen SCT Filtre işçisi kazandı!
ersin-Tarsus yolu üzerinde faaliyette bulunan SCT Filtre işçilerinin karşılaş tığı oyunlar son buldu. Temmuz ayında işçileri zora başvu rarak kendi çıkarları açısından DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikasına üye yapan SCT Filtre yöneticilerinin bir bölümü daha sonra işçileri sendi kadan istifaya zorlamışlardır. SCT Filtre işyerinin müdürü ve iş yerindeki ustalar yabancı patronla aralarındaki sorunları çözmek için işçilerin DİSK’e bağlı Birleşik-Metalİş sendikasına üye olmasını hem teş vik etmiş, üye olmak istemeyenleri ise “işinize son veririm” tehdidiyle (işçile rin bir bölümünün verdiği bilgi tamı tamına budur) sendikaya üye olmaya zorlamıştır. Fabrika müdürü bu işi ba şardıktan sonra yabancı patrona ken disini pazarlamış ve tekrar fabrikanın başına müdür olarak dönmüştür. Bu süreçte sendika bakanlıktan yetki almış ve patronla toplu sözleşme masa sına oturmuştur. Sendikanın işçiler için öne sürdüğü haklı talepleri fazla bulan fabrika mü dürü ve ustabaşılar kendi emirlerine boyun eğmeyen bu sendikadan kurtul mak için 14 Kasım tarihinden itibaren istifaları gündeme getirmiş; bu sefer de “ya sendikadan istifa edersiniz, ya da iş durumunuzu gözden geçiririz” mi sali tehditlerle işçilerin bir bölümünün sendikadan istifa etmesinde başarılı olmuşlardır. Birleşik Metal İş Sendikasının Genel Merkezi ve şubesinin kararlı ve tutarlı karşı tepkisiyle istifalar durdurulmuş, istifa eden bir bölüm işçi tekrar sendi kaya üye olmuşlardır. Bu süreçte sekiz işçi işten atıldı. Bunun üzerine harekete geçen işçiler 23 Kasım’da vardiya değişimi sırasında bir eylem gerçekleştirdiler. “Sendika hakkımız engellenemez”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek” sloganla rını atan işçilere fabrika yönetimi jan darmayı çağırarak müdahale etmeye çalışmıştır. Fabrika yönetimi ayrıca ustabaşılardan eyleme katılan işçilerin isimlerini isteyerek tehditler savur muştur. Ancak sendika yetkilileri ile fabrika müdürünün bir gün sonra gö rüşmesinin kararlaştırılması ve işçileri taşıyan servislerin hareket etmesine izin verilmesi üzerine 70-80 işçinin katıldığı eylem sona erdirilmiştir. Daha sonra işçiler sendikada top lanarak neler yapılacağını tartıştılar. Birleşik Metal-İş uzmanlarının, bir
merkez yöneticisinin, şube başkanının ve sendika avukatının da bulunduğu toplantıda işçiler kararlı olduklarını, sendikasızlaştırmaya karşı direnecek lerini ifade ettiler. Yaklaşık 50 işçinin katıldığı toplantıda konuşmalar sık sık “Ölümüne sendika, ölümüne DİSK” sloganları ile kesildi. Sendika yöneticileri de bundan sonra “mücadelenin seyrine göre hare ket edeceklerini”, “işten atılanlar geri alınana” kadar işyerinde mücadeleyi sürdüreceklerini, kendilerinin de so nuna kadar işçilerin yanında oldukla rını söylediler. İşten atılan işçiler de işe iade davası açarak yasal takip başlatacaklarını söylediler. İşten atılan sekiz işçi 28 Kasım Pazartesi gününden itibaren fabrika önünde oturma eylemine başlattılar. İşçiler kendilerini işten çıkaran fabrika müdürünün aksine patronun çözüm sağlayacağını ümit ediyorlardı. Alman vatandaşı olan fabrika sahibi o anda yurtdışında bulunuyordu. Patronun müdür Kenan Beyaz’dan farklı bir tutum takınacağını düşünen işçiler patronun döneceği güne kadar ses siz bekleyişlerini sürdürdüler. Ayrıca Birleşik Metal-İş Sendikası ile fabrika müdürü arasında görüşülen toplu söz leşme de patronun dönmesi ile birlikte imzalanacaktı. Toplu sözleşmenin im zalanmasından sonra atılan işçilerin işe alınmaması ve baskıların devam etmesi halinde eylemler sürecekti. Direnişin ikinci gününde ziyaret et tiğimiz işçiler kararlı olduklarını, ken dilerinin tekrar işe alınmasalar dahi fabrikada sendikanın sağlamlaşaca ğını ve daha sonra yapılacak toplu söz leşmelerin işçiler adına daha kazançlı
olacağını belirtiyorlardı. Buna rağmen işe alınana kadar direnişlerini farklı biçimlerde sürdüreceklerdi. İşten atılan 8 işçi patronun yurtdı şından dönmesiyle birlikte işe tekrar alındılar. İşçileri direnişin 5. gününde fabrika önünde bekledikleri yerde zi yaret eden SCT patronu, işçilerin işten atıldıklarını bilmediğini ve sendikaya karşı olmadığını açıklayarak işçilerin tekrar işe başlamalarını istedi.
Saat 15:30’daki vardiya değişiminde ziyaret ettiğimiz direnişteki işçileri çalışan arkadaşları tebrik etti. İşe alın dıkları için mutlu olan işçiler 3 Aralık Cumartesi günü işe başlayacaklardı. Her ne kadar işçilerin işten atılması ve tekrar işe alınmaları müdür ve pat ron arasında çıkan anlaşmazlıklardan dolayı olsa da, işçiler bu şartlar altında sendikalaşmak için mücadele etme ve direnme kararlılığını gösterdiler. İşçiler bu zor sınavı başarı ile geçtiler. Birleşik Metal-İş Sendikası birçok işyerine göre SCT Turbo’da çok rahat şartlar altında örgütlülüğü sağlamıştı; ancak bu örgütlülüğü baskılar altında korumak, geliştirmek ve sağlamlaş tırmak için çok çaba gösterdi. İşçilere yönelik baskılar arttığında ve işten at malar başladığında sendika yönetimi ve uzmanları çok kısa bir sürede mü dahale ettiler. Direnişteki işçileri yal nız bırakmadılar. İşyerinde toplu iş sözleşmesi görüş meleri devam ediyor. Sözleşmenin yakın bir zamanda imzalanması bek leniyor. Ydi Çağrı/Mersin, 03.12.2005 ✓
Kotçular Sanayisinde bir grup işçi...
B
izler kotçular sanayi sitesinde çalışan işçileriz. Sizlere çalıştığımız iş yerinden yazmak istedik. Çalışma koşullarımız şöyle: akşam 23.00- sa bah 11.00 olarak çalışmaktayız. Eskiden cumartesi tam gün iken şimdi cumartesi yarım gün olarak çalışmaktayız. Bizim iş verenimiz demokrat oldu ğundan diğer iş yerlerine oranla daha iyi koşullarda çalışıyoruz. Yine bizde de eksiklikler var. Koşulların düzelmesiyle bizim durumumuz da düzelecektir. Yaptığımız iş kot ağartma işi olduğundan kimyasal maddeler kullanmakta yız. Diğer iş yerlerinde kot yıkama ve kum rodio ve traş işleri yapılmaktadır. Bizim işyerinde orta halli maskelerimiz var ama diğer iş yerlerinde bu yoktur. Çalışanların çoğunluğu genç ve mevsimlik çalışmaktadır. Kullanılan kimyasal maddeler tedavisi zor hastalıklara yol açan riski çok yüksek olan kimyasal lardır. Kotçular sitesinde su ısıtmak için kullanılan kok kömürü ve mazotlu dev kazanların patlama riski çok yüksek. Buna karşı iş verenin aldığı herhangi bir önlem yok. Bu kazanların yanında çalışmaktayız. Bu sitelerde patlayan ka zanlardan ölen işçi arkadaşlarımız olmaktadır veya sakat kalanlar da oluyor. Sigortasız çalışmakta olduğumuzdan tedavimizi yaptıramıyoruz. Usta başılarının diğer işçilere ettiği hakaretler göz ardı edilemez. Çalışanların büyük çoğunluğu vasıfsız ve gurbetçi olduğundan asgari ücretle çalıştırılmak tadırlar. Biz de az da olsa işçi arkadaşlarımızı bilinçlendirme çabasındayız. Bizim uğradığımız bir kültür merkezi var, onlarla dayanışma içindeyiz ve on ların yardımlarıyla biz de işçi hakları konusunda duyarlı oluyoruz. Sanayi si tesindeki rezaleti dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık, aslında koşulların nasıl değişeceğini yeni yeni öğreniyoruz. Kotçular sanayi sitesinde çalışan işçi lerin birlikte hareket etmesiyle daha iyi koşullarda çalışacağımızı biliyoruz. YAŞASIN İŞÇİLERİ BİRLİĞİ! YAZANLAR: İŞÇİ ARKADAŞLAR
yeni işçi dünyası
B
Özelleştirme Manzaraları!
ilindiği üzere Mersin Limanı 12.08.2005 tarihinde, 36 yıllığına işletme hakkının devri usulüyle Singapur-Türk ortak girişimine peşkeş çekildi. 24.08.2005 tarihinde ise Mersin İdare Mahkemesi ihale konusunda yü rütmeyi durdurma kararı verdi. Bu kez ise 28.09.2005’te Adana İdare Mahkemesi “Rekabet Kurulunun gerekçesinin daha sonra bildirileceği” gerekçesiyle yürüt meyi durdurma kararını kaldırdı. Bu ge rekçe ile verilen kararın siyasi bir karar olduğu son derece açık! Mersin İdare Mahkemesi, Rekabet Kurulu’nun 06.05.2005 tarihli raporunda Mersin Limanının “ayrı bir paket olarak iki farklı teşebbüs ve/veya teşebbüs bir liğinin işletmesine verilmek üzere özel leştirilmesine” karar vermiş olmasına rağmen tek bir firmaya devredilmesini gerekçe göstererek yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Rekabet Kurulu ise daha önce kendi verdiği 2 parça halinde satış kararına bakmaksızın Mersin Limanının tek bir firmaya devrini onayladı! Adana İdare Mahkemesi ise Rekabet Kurulunun bu onayına dayanarak ve “Rekabet Kurulunun onay gerekçesinin daha sonra mahkemeye bildirileceği” gerekçesini öne sürerek Limanın devrinde usulsüz bir du rum olmadığına karar verdi. Tüm bunların yanı sıra Mersin Limanını devralan firma yetkilileri ise Emniyet Müdürlüğü’ne başvurarak 18 Ekim’de limanı “ziyaret” edeceklerini bil
dirmiş ve güvenlik önlemi alınmasını is temişler. Emniyet Müdürlüğü ise durumu Liman-İş Sendikasına bildirerek gerekli tüm önlemleri alacaklarını ve bu nedenle bir olay yaşanmamasını istemiş. İşçiler bunun üzerine Limanın A ka pısında toplanarak firma yetkililerini limana sokmayacaklarını bildirdiler. Ancak firma yetkilileri “ziyarete” gelme diler. İşçiler ise bir süre sonra dağıldılar. Ekim ayı içerisinde daha önce de buna benzer şeyler yaşandığını aktaran Şube Başkanı Recep Özbey ihale sürecinin he nüz tamamlanmadığını ve gerekli tüm girişimlerde bulunacaklarını bildirdi. Recep Özbey daha önce de Denizcilik İşletmelerine bağlı limanların özelleşti rilmesi sırasında tüm mahkeme kararla rının sendika lehinde olmasına rağmen bu kararların uygulanmadığını ve bu nedenle Liman-İş Sendikasının örgüt lenme hakkının ihlal edildiğini söyledi. Bu nedenle sendika olarak AİHM’nde dava açtıklarını bildirdi. Mersin Limanı önümüzdeki günlerde de hareketliliğini sürdürecek. İşçilerin özelleştirme saldırısından, yoksulluk ve işsizlik tehlikesinden tek kurtuluşları, birleşik bir örgütlenmeyi sağlamaları ve sermayeye karşı topyekün mücadele etmeleri ile olacaktır. İşçi sını fının gerçek kurtuluşu; işsizliğin, yok sulluğun ve tüm sömürü biçimlerinin yok edileceği devrimde, sosyalizmdedir. Ydi Çağrı / Mersin ✓
İleri ve Birsinler Deri Fabrikalarındaki Direnişler Sürüyor!
H
er iki fabrikadaki işçiler Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası’na üye ol dukları için işten atılmışlardı. Direnişlerinin 230. gününde bir kez daha ziyaret ettiğimiz İleri Deri fabri kası işçilerini, defalarca polis tarafından yıkılmış/yakılmış derme çatma naylon çadırlarında soğuğa ve yağmura rağ men büyük bir kararlılıkla mücadelele rini sürdürdüklerini gördük. İşçiler hem işe iade hem de sendika yetki davasını kazanmış olmalarına rağmen, patronun TİS görüşmelerine gelmediğini fakat mutlaka geleceklerini söylediler. İşçiler ayrıca, her zaman patronla rın başvurduğu yöntemlerden biri olan direnişin süresini uzatarak böylelikle işçileri usandırıp mücadeleden vazgeç melerini sağlamaya çalıştıklarını, fakat 34 kişiyle başladıkları direnişlerini ka zanana kadar sürdüreceklerini belirtti ler. Desteğin zayıf da olsa devam etti ğini, iki gün sonra İstanbul’da ilerici ve
demokrat fotoğraf sanatçılarının ken dilerini ziyarete geleceğini söylediler. Aynı şekilde çadırları defalarca yıkı lan fakat her defasında eskisinden daha iyi yapılan çadırlarında 130. gününde Birsinler Deri Fabrikasının 17 direnişçi işçisini ziyaret ettik. İşçiler devlet ve patronlara rağmen direnişlerini büyük bir disiplinle sürdürüyorlar. Her iki fabrikadaki işçilere verdiği miz YDİ ÇAĞRI gazetemizden kendi leri ile ilgili yaptığımız haberi ilk ola rak okumak için sabırsızlanıyorlardı. Direnişteki bu işçilerin tek isteği kendi leri ile daha fazla dayanışma gösterilmesi. Biz de YDİ ÇAĞRI olarak İstanbul ve çevre illerinde kalan tüm sınıf dostla rını anda süren grev ve direnişlerle da yanışmaya çağırıyoruz. Unutmayalım: BİRLİKTE GÜÇLÜYÜZ ! Ekim 2005 ✓
A
Mensa işçisi hakkını istiyor!
dana’da kurulu bulunan Mensa Mensucat A.Ş.’nde çalışan yak laşık 1000 işçi maaşlarını ala madıkları için yaklaşık 2 haftadır iş bı rakma eylemindeler. Yetkili olan DİSK-Tekstil Sendikası MENSA Şubesinde ve yetkisiz diğer sen dikalarda örgütlü bulunan, 170’i taşeron firmada, yaklaşık 1000 MENSA işçisi 27.10.2005 Perşembe günü saat:16:30’dan beri üretimden gelen gücünü kullanıyor. Ancak Ramazan bayramının araya girme sini fırsat bilen Mensa patronu, resmi tatil olmayan günlerde de işçileri yıllık izne göndererek eylemi kırmaya, işçilerin ken diliğinden gelişen birlikteliğini bölmeye ve böylece zaman kazanmaya çalıştı. Patronun bir buçuk yıldır ücretleri za manında ödemediğini, vergi iadelerini ve ikramiyelerini alamadıklarını belir ten işçiler, Eylül ayı maaşlarının sadece %25’ini, bir günlük iş bırakma eylemin den sonra ise %50’sini alabildiklerini açıkladılar. İşçiler Ekim maaşlarının da hala verilmediğini, taşeron ESPA firma sında çalışan 170 işçinin ise 4 maaş ve vergi iadesi alacaklarının bulunduğunu belirttiler. Tüm bunlar olurken Mensa Patronu medyaya, hiç bir işçinin alacağı olma dığı, işçilerin eyleminin provokasyon olduğu ve ülke ekonomisine zarar ver diği yalanını söyledi. Daha sonra Mensa patronu Mehmet Ulutaş işçilere alacak larına karşılık Çetinkaya Mağazasında geçerli alışveriş çeki verip, diğer ücret alacaklarını uzun bir takvime bağla maya çalıştı. Ancak işçiler tüm bunlara karşı koyuyor ve alacaklarının en azın dan 2005 sonuna kadar ödenmesini ta
lep ediyorlar. Patron bu anlaşmaya dahi yanaşmıyor. Taleplerinin sadece alacaklarının ödenmesi, maaş ve sosyal haklarının günü gününe verilmesi olduğunu söyle yen işçiler, aksi takdirde ne kadar sürerse sürsün iş bırakma eylemlerine kararlı lıkla devam edeceklerini ifade ettiler. Ancak sonraki günlerde patronla ya pılan anlaşmayla eylem sona erdirildi. Ekim ayı maaşlarının 25 Kasım’da ödenmesi şartı ile çalışmaya devam eden işçilerin bir kısmı yapılan anlaşmadan memnun değil. Bazı işçiler eylemin bir süre daha devam ettirilmiş olması ha linde haklarının tamamını alabilecekle rini düşünüyor. Şüphesiz ki direnişi sür dürmeye yönelik bu düşünce doğrudur. İşçilerin birliği ve kararlılığı karşısında patron geri adım atmak zorunda kala cak ve işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalacaktı. Bizler Ydi Çağrı gazetesi okurları olarak işçilerin haklı mücadelesini gü cümüz oranında sonuna kadar destek liyoruz. Bir bütün olarak kapitalizmde sermaye sahipleri işçilerin sırtından yüksek karlar elde etmekte ve karları ile yeni yatırımlar yaparak daha fazla iş çiyi sömürmektedir. Bizlerin sermayeye karşı, sömürülmemize karşı birleşerek ve örgütlü mücadelemizi yükseltmemiz, insanın insan tarafından sömürüsünün son bulduğu sosyalizm için mücadele et memiz gerekmektedir. Aksi halde bizler yoksulluk içerisinde sömürülmeye mah kûm kalacağız. İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! Yaşasın örgütlü, birleşik mücadelemiz! 26.11.2005, Ydi Çağrı / Adana ✓
Çocuk işçilerin emeğinin sömürülmesi...
Ç
alıştığım fabrika altın işleme ciliği yapmakta. Fabrikada 200 işçi çalışmakta, bunla rın yarısından biraz fazlası “meslek” edinme adı altında düşük ücretle ça lışmaktadır. Aldıkları ücret 200-260 YTL ara sında değişmektedir. Çıraklık si gortası adı altında sigortaları düşük ödenmekte. Günlük çalışma saat leri 8.15-18.45 arasında (çoğunlukla 19.30’u bulmakta). Bu durum bununla sınırlı değil, mesai olarak çalışma dayatılmakta dır. Böyle durumlarda genel olarak 23.00- 24.00 saatini bulmakta. Bu me sailer sabahlamalar şeklinde devam etmekte, işlerin yoğunluğunu söyleye rek ertesi gün de evine gitmesi gere kirken çalıştırılmakta. Gün içinde paydos saatimiz yarım
saat yemek ve iki 15 dakika çay pay dosları olmasına rağmen, çay paydos larını yapamamaktayız, çaylarımız işbaşında dağıtılmakta, böylece işe devam etmekteyiz. Günboyu altına şekil vererek insan ların beğenisine sunmaktayız. Altın işlemeciliği çok ince ve dikkat gerek tirdiğinden gözlerimizi bozmakta, ba zen gözlük almak durumunda kalan arkadaşlarımız olmakta. Yaptığım işle ve gördüğüm kada rıyla benim ve çalışan arkadaşlarımın emeğinin ne kadar çok sömürüldü ğünü anladım. Bir işçi olarak gazete nizi detaylı okumadım. Dostlarımın aracılığıyla işçi haberlerine önem ver diğinizi düşünerek yazımın tarafınız dan yayınlanacağını düşünüyorum. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. 19-11-2005, İstanbul’dan bir işçi ✓
15
yeni işçi dünyası
Sendikalaşan konut işçileriyle söyleşi…
16
YDİ ÇAĞRI: Kendini tanıtırmısın? Ramazan: İsmim Ramazan Turan. Mardin Nusaybin doğ umluy um. Buraya çalışmaya geldim. Beş tane çocuğum var. Buraya geldikten sonra onları da getirdim. Sendikalı olmak istedim. Öyle bir hakkım olduğunu duydum. YDİ ÇAĞRI: Nereden duydun? Ramazan: Arkadaşlarımdan duy dum. Bu hakkım olduğunu duyduk tan sonra çok sıkı takip ettim. Peşini bırakmadım. YDİ ÇAĞRI: Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydun? Ramazan: Çünkü biliyorsun mem leket günden güne kötüye gidiyor. Özelleştirmeler var. Büyük patronlar bu ücrete çalış ya da terk et diyorlar. İnsanlar örgütlendiği zaman, sendi kalı oldukları zaman haklarını alabi liyorlar. İşe başladığımda asgari ücret alıyordum. Şu anda 560 lira alıyorum. Burada toplam 7 blok var. Buraya iki arkadaş bakıyoruz. Bir arkadaş bu ranın muhasebe işlerine bakıyor. Sendikalı olan üç kişiyiz. Buranın çöpü olsun, havuzu olsun, bahçesinin gübrelenmesi olsun vs. yani buranın genel işleri bizden sorulur. Mesela elektrikler kesiliyor, eğer yapabilirsek yapıyoruz, yapamazsak elektrikçi ça ğırıyoruz. Toplam altı dönüm arazisi var. Tüm işleri biz yapıyoruz. YDİ ÇAĞRI: Günde kaç saat çalışı yorsunuz? Ramazan: Sendikalı olduktan sonra sabah saat 8 ile akşam 17’ye kadar ça lışıyoruz. Fakat diyelim acil bir durum oldu, mesela biri asansörde kaldı, ya da su patladı, ister saat gece oniki olsun, isterse bir olsun yardıma koşuyoruz. YDİ ÇAĞRI: Nerede kalıyorsun? Ramazan: Evim burada, sitenin kendi dairesi olduğu için kira vermi yorum. YDİ ÇAĞRI: Yani bu anlamda gü nün 24 saati işe hazır bulunuyorsun? Ramazan: Evet öyle. YDİ ÇAĞRI: Buradaki insanlar size nasıl yaklaşıyorlar, nasıl davranıyorlar? Ramazan: Bazıları sendikalı olma mıza pek hoş bakmıyorlar. Bilmiyorum neden. Kendileri de genellikle sendika lıdır. Fakat bizim sendikalı olmamızı istemiyorlar. YDİ ÇAĞRI: Şimdi sendikalı oldun. Sendika ne yapıyor sence? Ramazan: Şu anda bizi arayıp soru
yorlar. Bir sıkıntınız olursa, yasalar ne diyorsa size yardımcı olalım diyorlar. Mesela diyelim işten çıkarma vs. ol duğunda geliriz, işverenle konuşuruz, halederiz diyorlar. Fakat şu an bu ko nuda bir sıkıntımız olmadı. YDİ ÇAĞRI: Peki sendikalı olma dan önceki iş koşulları ile karşılaştır dığında durumunuzda bir değişme oldu mu? Ramazan: Ekonomik olarak belli katkıları oldu. Mesela izin döneminde eskiden sorun yaratıyorlardı. Ya da iş saatlerinde saat 7’de de çalışmaya baş lasan adam neredesin diyordu. Ama şimdi diyemiyorlar. Biz de diyoruz ki, bizim belli bir iş zamanımız var. Tabii ki acil bir iş olduğunda gidip yaparız. Acil olmayınca kalsın diyoruz. Yani adam bize zorla yaptıramıyor. Sendika geldiğinden beri kendimizi daha gü vende hisediyoruz. YDİ ÇAĞRI: Şu anda patronunuz kim? Ramazan: Her sene burada seçim olur ve site başkanı seçilir. Şu anda site başkanı Uğur Yavuz. Yönetim Kurulu üç kişiden oluşuyor. Tabi bunları de netleyen insanlar da var. YDİ ÇAĞRI: Onların size karşı sendi kalaşma konusunda bir baskısı oldu mu? Ramazan: Bazıları karşı çıktı. Sonra görüşüldü vs. sonunda razı oldular. YDİ ÇAĞRI: Çocukların ne yapıyor? Ramazan: En kücüğü hariç hepsi oku yorlar. Amacım hepsini okutmak. Zaten tek amacım, burada çalışmamın nedeni, bu çocukları bir türlü okutmak. YDİ ÇAĞRI: Türkçe okuyorlar. Sen onların Kürtçe de okumasını istiyor musun? Ramazan: Evet. Eğer öyle bir imkan olursa okutmak isterim. Biz zaten ço cukların annesi Türkçe bilmediği için evde hep Kürtçe konuşuyoruz. Onun için bizim çocuklar hem Türkçe, hem de Kürtçe biliyorlar, konuşuyorlar.
YDİ ÇAĞRI: Sen de kendini kısaca tanıtırmısın? Berna: Adım Berna. Burada muha sebe işlerine bakıyorum. Tahsilat ya pıyorum. Dersim’liyim. Arkadaşlarla birlikte sendikalı olmaya karar verdik. Ben arkadaşın anlatmadığı yerleri an latayım isterseniz. Ben arakadaşlardan çok sonra girdim işe, üç yıldır çalışı yorum. Araştırma yaptık. Bize ilk önce üç kişi ile sendikalı olamayacağımızı
söylediler. Araştırırken, Genel-İş’e konut işçileri olarak müracaat edebi leceğimizi öğrendik. Sendika temsil cileriyle, yöneticileriyle, yani yetkili insanlarla görüştük. Müracaat ettik. Sendikalı olduk. Fakat bizim için sa dece sendikalı olmak pek bir şey değiş tirmiyordu. Bunun için TİS’e başvur duk. Belli bir süre geçti. TİS’de kendi taleplerimizi dile getirdik. Yönetim geldi, sendika temsilcileri geldi ve Toplu İş Sözleşmesine oturduk. Yani istense de istenmese de biz bir şekilde sendikalı olduk. TİS imzaladık. TİS’li sendikalı olmamız çok iyi oldu. Bizim için belli bir örgüte bağlı olmak çok iyi bir avantaj. Şu anda üçümüz de birbi rimize danışmadan bir şey yapmıyo ruz. Birbirimize bağlıyız. Her konuda birlikte karar alıyoruz. Sendika bir anlamda bizim yaşam tarzımızı ve yaşam seviyemizi değiştirdi. Daha bi linçli bakıyoruz. Şu anda Esekent’teki işçi arkadaşlara da yardımcı oluyoruz. Yeri geldiğinde onlarla oturup sohbet ediyoruz. Sendikayı anlatıyoruz, iş kanununu anlatıyoruz. Sadece kendi mizin değil diğer insanlarında örgüt lenmesini istiyoruz. Çünkü gerçekten Esenkent’te çalışan bir sürü kapıcı ar kadaşımız var. Bunlar çok zor koşul larda çalışıyorlar. Bunlara haklarını anlatıyoruz ve biz anlattıkça onlar da örgütlenme yoluna gidiyorlar. Ben sendikaya biraz farklı bakıyo rum. Benim gerçekten çok uğraşmak istediğim bir alan. İnsanların yanında olmak, insanları örgütlemek benim için çok önemli. İnsanlar hakları ko nusunda çok bilinçsizler, biz de an latmaya çalışıyoruz. Mesela çıkış taz minatımızı aldığımız zaman 40 gün üzerinden alacağız. Normalde 30 gün üzerinden hesaplanıyor. Ya da izinlere çıktığımızda bir ile beş yıl arası 15 gün ise, biz yirmi gün izin kullanıyoruz. Ya da hastalık, ölüm vs. durumlarında da bize faydası oluyor. Ben ileriki süreçte sendikada çalışıp bu alanda uzmanlaş mak istiyorum. İnsanlara bu alanda yardımcı olmak istiyorum. Şunun da altını çizmek istiyorum. Bu sitede oturanlar arasında EğitimSen’de sendikalı olup ta bizim sendi kalı olmamıza tepki gösteren öğret menler oldu. Bizim sendikalı olmamızı bir türlü sindiremediler. YDİ ÇAĞRI: Eğitim-Sen ile ilişki ne? Berna: Buradakilerin çoğu öğret men ve bunlar Eğitim-Sen’de örgütlü dür. Bunlarla sıkıntı yaşıyoruz. YDİ ÇAĞRI: Peki bunların gerek çesi ne? Berna: Siz burada iyi koşullarda çalışıyordunuz, biz size hiçbir şekilde sıkıntı vermiyorduk, sizi kendimizden ayırmıyorduk, ama siz neden kalkıp sendikalı oldunuz, diyerek bunu prob lem yapıyorlar. Biz de onlara şunu söy lüyoruz; biz size karşı örgütlenmedik, bu sisteme karşı örgütlendik. Çünkü
bu sistemde örgütlü olmak gerekiyor. Biz de bunun mücadelesini veriyoruz. Buradaki insanlara karşı değil, örgüt lenmemiz gerektiği için örgütlendik. Biz Esenkent genelinde sadece üç insan olarak değil, çoğunluk olarak örgüt lenmek istedik. Bunu bir türlü anlata madık. Fakat sonuçta birlikte hareket ettiğimiz için, birlik olduğumuz için, bunun üstesinden rahatlıkla gelebili yoruz. Sıkıntı yaşadığımızda ise sen dikaya müracaat ediyoruz. YDİ ÇAĞRI: Sendikaya rahat gidip gelebiliyor musunuz? Berna: Sendikaya genellikle biz git miyoruz. Sendika başkanımız geliyor. Yanında sekreter ile birlikte. Görüşmek istediğimiz zaman telefon açıyoruz. Onlar gelip burada bizimle görüşüyor lar. Takıldığımız yerlerde danışıyoruz. Kitaba ihtiyacımız olduğu zaman ge tiriyorlar. Zaten temsilci arkadaşımız haftada bir gidip sendika ile görüşü yor. Ondan sonra gelip bize anlatıyor. Biz de diğer arkadaşlara anlatıyoruz. Bu şekilde iletişim kuruyoruz. YDİ ÇAĞRI: Kadın işçi olarak söy lemek istediğin bir şey var mı? Berna: Kadın olarak tabii ki şunu söyleyebiliriz: biz kadınlar Türkiye ça pında şu ya da bu şekilde sorun yaşıyo ruz, eziliyoruz. Kadın olduğumuz için bu toplumda her zaman eziliyoruz. Bu nedenle kadınların daha çok örgüt lenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Kadınlar artık evlerde kalmamalı, daha çok alanlara dökülmeli, sendika laşmalı. Çünkü biz kadınlar artık her alandayız. Örneğin, konfeksiyonlarda, tekstil alanında, boya fabrikalarında, bürolardayız. Sedece çalışmak adına değil, başka şeyler de yapabilmek için çalışmalı. Kadınlar erkeklerin kölesi değil. Bu sistemde kendilerini ezdir memelidirler diye düşünüyorum. YDİ ÇAĞRI: Bu kadar küçük bir iş yerinde grev hakkınız da var mı? Berna: Grev hakkımız var. Biz bu rada üç kişiyiz. Fakat üç kişinin yaptığı iş çok fazla. Bir gün kapıcı arkadaşla rımız çöpü almasalar ya da ejanjörlere (ısı dağıtım aleti) bakmasalar çok kötü olur. Örneğin bir gün ejanjörlere bak masalar milyarlarca paranın yok ol ması anlamına geliyor, çünkü ejanjör çok pahalı bir şey. Ya da bir su patlasa ve bu onarılmasa, bu onlar için çok dezavantajlı bir durum olur. Ben de burada para topluyorum örneğin. Ben bunu yapmasam ne kadar iş yapabile cekler. Biz üç kişiyiz ama siteyi tama men çeviren biziz. Yönetenlerimiz sa dece talimat vermek için buradalar. ✓
yeni kadın dünyası
25
“Şiddete Karşı Yürüyoruz”!
Kasım Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Gününün çıkışı 1960 yılına dayanır. 25 Kasım 1960 yılında Dominik Cumhuriyetinde, General Trujillo faşist diktatörlüğüne karşı mücadele eden Patria, Minerva ve Maria Mirabel kardeşler kontrage rilla tarafından işkenceyle katledilir ve ölümlerine kaza süsü verilmeye çalı şılır. Bu katliama karşı özellikle Latin Amerikalı kadınlar harekete geçerek seslerini tüm dünyaya duyururlar. 1981 yılından itibaren 25 Kasım, kadınlara yönelen şiddete karşı uluslararası mü cadele günü ilan edilir. Bu yıl bir kez daha Türkiye’nin çe şitli illerinde biraraya gelen kadınlar, 25 Kasım’da sokağa çıkarak kadınlara yönelen her türlü şiddete hayır dediler. Bu eylemlerden birisi de onaltı tane kurumdan kadınların eylembirliği ile İstanbul’da gerçekleştirildi. Kadınlar, Taksim Tramvay dura ğından Galatasaray Lisesi önüne ka dar kısa bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yürüyüşe yaklaşık 80 kadın katılmıştı. Bu eylem birliğine Yeni Dünya İçin Çağrı dergisinden kadınlar olarak biz ler de katıldık. Bu yılki 25 Kasım’da uzun zamandan bu yana ilk defa, ey lem birliğinde yer alan her kurum kendi imzası ve dövizi ile eyleme ka tıldı. Bizler de bu eyleme YDİ Çağrı
imzalı dövizlerle katıldık. Yürüyüş akşam saatle rinde ve yağmurun yoğun bir şekilde yağdığı bir za manda gerçekleştirildi. Yoğun yağmura rağmen eyleme katılan kadınlar çoşkularından birşey kay betmediler. Eylembirliği adına üzerinde “Kadınlar Şiddete Karşı Yürüyor” yazılı bir pan kart taşındı. Yürüyüş boyunca ortak
atılan sloganlar şunlardı: “Evde, işte sokakta şiddete son”, “cinsel, ulusal,
KADINLAR “ŞİDDETE HAYIR” DEDİ
25
Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ol ması nedeniyle 25.11.2005 tarihinde kadınlar bir eylem gerçekleştirdi. Yaklaşık 80 kadının katıldığı eylem, İnönü Parkı’nda saat 18:00’de başladı. Meşaleler ve coşkun sloganlar eşliğinde Ahmet Kalfa Kültür Sokağı’na yürüyen kadınlar, burada bir basın açıklaması yaptılar. Açıklamada 25 Kasım’ın doğuşundan bahsedildikten sonra, bugüne kadar geçen 45 yıl süresince kadına yönelik şiddetin farklı biçimlerde kendini gösterdiği ifade edilerek, Türkiye ve Dünya’da kadına yönelik şiddetten örnekler verildi. Kadınlar, hayatlarını yaşanır hale getirecekleri ve kendilerini geliştirip daha çok söz sahibi olacakları sosyal ve siyasal hak talebinde bulundular. Daha sonra eylem, “Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son”, “Jin jiyan azadi”, “Kadınlar yürüyor, dayanışma bü yüyor”, “Tacize tecavüze hayır”, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop, inadına isyan, inadına özgürlük”, “Kimsenin namusu olmayacağız”, “MİT, JİTEM, Kontrgerilla dağıtılsın” sloganlarıyla son buldu. Eyleme İHD, EKB, DÖKH, AMARGİ, DKH, EMEP, ÖDP, İşçi Mücadelesi, AKSM, SES, EĞİTİM-SEN ve YDİ ÇAĞRI katıldı. 25.11.2005, Ydi Çağrı/Adana ✓
sınıfsal sömürüye son”, “Yaşasın ka dın dayanışması”, Jin jiyan azadi”, Biji yekitiya Jinan”, “Şemdinli’li kadınlar yalnız değildir”, “Yaşasın örgütlü mü cadelemiz”, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet gelsin cop, inadına isyan inadına isyan, inadına özgürlük!” Bizler hazırladığımız dövizlerde şu sloganlara yer verdik. “Erkek ege men düzene vur gitsin, bu çile bitsin”, “Evde, işte sokakta, kahrolsun erkek egemenliği”, “Erkek egemen düzenin alternatifi: Sosyalizm”, “Yeni bir dünye bizim ellerimizde”, “Görünmeyen emek sesini yükselt”, “Ucuz işgücü ol maya hayır”. Galatasaray Lisesi’nin önünde eylem birliği adına hazırlanan basın metni okundu. Basın metninde kısaca 25 Kasım’ın tarihçesi anlatıldıktan sonra kadınların gerek ev içinde, gerek işye rinde gerekse devlet tarafından kadın lara yönelen şiddet teşhir edildi. Basın metninin okunmasının ardından beş kadın arkadaş yüzlerine geçirdikleri beyaz maskelerle, şiddete, tacize ve te cavüze uğramış kadınların kendi dil lerinden kısacık öykülerini okudular. Bu gösteri oldukça ilgi topladı. Yaklaşık yarım saat süren eylemin ardından kadınlar, attıkları slogan larla eylem yerinden ayrıldılar. Kasım 2005 ✓
Güney Kültür Merkezinde 25 Kasım Toplantısı...
27
Kasım Pazar günü, Güney Kültür Merkezi Kadın Komisyonu 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayı sıyla bir toplantı düzenledi. Toplantı salonu son bir yıllık dönem içerisinde kadınlara yönelik yaşanan şiddetin so mut örneklerinin yer aldığı gazete kü pürleri ile ve üzerinde “Erkek egemen düzeni orakla biç, çekiçle ez” yazılı bir pankartla donatılmıştı. Toplantıya, 25 Kasım 1960 yılında Dominik Cumhuriyetinde katledilen Mirabel kardeşler ve genel olarak dev rim mücadelesinde düşenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşu ile başlandı. İlk olarak iki bayan arkadaş yaklaşık 40 dakikalık bir giriş konuşması yaptı
lar. Konuşmanın başında 25 Kasım’ın tarihçesini kısaca anlattıktan sonra, esas olarak kadınlar üzerindeki ulusal, sınıfsal ve cinsel baskıya değindiler. Verilen canlı örneklerle konuşma daha da zenginleştirildi. Bu konuların yanı sıra Avrupa Birliği’nin işçi ve emekçi kadınlar açısından bugün ne anlama geldiği üzerinde de kısaca duruldu. Yapılan sunumun ardından tartışma bölümüne geçildi. Bu bölümde bazı kadın arkadaşlar somut olarak yaşa dıkları şiddet olaylarını paylaştılar ve kadınların kendilerini ezdirmemeleri gerektiğini vurguladılar. Ayrıca bazı kadın arkadaşlar, çocukların büyütül mesinde bugün halen esas öneme sahip olan annelerin çocuklarına cinsiyetçi eğitim vermemeleri gerektiğini ve bu konuda çok bilinçli hareket edilmesi gerektiğini belirttiler. Toplantıda yürütülen tartışmanın esasını “bireysel kurtuluş mu, toplum sal kurtuluş mu?” meselesi oluşturdu. Tartışmayı özetleyecek olursak, ka dınlar içinde yaşadıkları çevrede (aile,
akraba vs.) şu ya da bu şekilde şiddet görüyorlarsa buna karşı mutlaka baş kaldırmalıdırlar ve bu şiddet ortamın dan kurtulmalıdırlar. Çevremizde olan bu tür kadınlara yardım edilmelidir. Bu yönde propaganda edilmelidir. Bu atılacak ilk adımdır. Fakat kadınların bir bütün olarak, şiddetten, baskıdan vs. kurtulmaları yaşadığımız erkek egemen kapitalist toplumda mümkün değildir. Azami kar üzerine kurulu olan bu kapitalist sistem kadınların hem ulusal, hem sınıfsal, hem de cin sel baskı altında olmalarının temelini yaratıyor. Bu nedenle kadınların tam kurtuluşu ancak kapitalist sistemin yokoluşu ile mümkündür. Kapitalizmi yıkıp kuracağımız yeni toplum, sos yalist toplum, kadın-erkek eşitliğinin tek garantisidir. Bu toplum için daha şimdiden mücadele edilmeli, örgütlü mücadelede yer alınmalıdır. Tartışmaların ardından iki ka dın arkadaş slayt gösterisi eşliğinde “Sosyalistlerden kadınlara çağrı” şiirini okudular. İlgi ile izlenen bu bölümün
ardından yine Güney Kültür Merkezi çatısı altında tiyatro faaliyeti yürüten kadın arkadaşların oynadığı “7 bölge 1 evrensel” oyunu sergilendi. Oyun, ka dınların ulusundan, dininden, sosyal konumundan kaynaklı olarak yaşadığı şiddeti teşhir eden ve kadınları başkal dırıya çağıran bir oyun idi. Yaklaşık 35 kadın arkadaşın katıldığı etkinlik tiyatro oyunu ile sona erdi. Bir kültür kurumu olan Güney Kültür Merkezi’nin kendisini sadece kültür sorunu ile sınırlamaması, ka dın sorununda da duyarlı olması ve bu konuda üzerine düşeni yapması örnek bir tavırdır. Kendisini sadece kültürel faaliyetlerle sınırlayan ve geniş işçi ve emekçi kadınların sorunları ile ilgilen meyi esas olarak siyasi örgütlere havale eden kültür kurumlarının bu konuda öğrenecekleri çok şey olduğunu düşü nüyoruz. Güney Kültür Merkezine önümüz deki dönem çalışmalarında da başarı lar diliyoruz. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI okuru ✓
17
gündem
“Devrimci ve demokratik yapılar arasında şiddete karşı çözüm deklarasyonu” üzerine
2005
18
’in Ocak ayında “ Yu r t s e v e r Gençli k ” i le HÖC arasında yaşanan sorun üze rine, bu sorunu çözmek amacıyla bir platform oluşturulmuştu. Bu plat form sorunun çözümünden sonra da, genel olarak devrimci ve demokratik yapılar arasındaki şiddete karşı bir platforma dönüştürüldü. Bu süreçte platformdan ayrılanlar olduğu gibi platforma yeni katılanlar da oldu. Platformun deklarasyonu Ekim ayı içerisinde, içinde yer alan kurumlar tarafından yayınlandı. “Devrimci ve Demokratik Yapılar Arasında Şiddete Karşı Çözüm Deklarasyonu” şu kurumlar tarafından imzalan mıştır: HÖC, DEHAP İstanbul İl Örgütü, BDSP, DHP, Kaldıraç, TKP, Sosyalist Barikat, EHP, Devrim, Devrimci Hareket, SODAP, SDP, Proleter Devrimci Duruş, TÖP, ÖDP, İşçi Mücadelesi, SEH, ODAK. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı olarak, Platformun başlarında platforma katıldık. Platformda da yaptığımız açıklamada, bizim için konunun önemini dile getirdik ve gerekirse bazı pozisyonlarımızdan tavizler de vererek, ilkesel olarak sol içi şiddeti reddeden bir platformda yer almak istediğimizi belirttik. Platforma katı lırken, böylesi bir platformun sorunu tümden çözebileceği hayallerine hiç kapılmadık, ancak ileriye doğru atıl mış olumlu bir adım olabileceği ko nusundaki ümidimizi de koruduk. (Bazı gruplar bu platformun sol içi şiddete karşı kalıcı bir platforma dönüştürülmesine olumlu bakma dıkları için platformdan ayrıldılar. Örneğin Partizan platformun başla rında, her kurumun kendi geçmişiyle bir hesaplaşması olmadan böyle bir platformun sorunu çözemeyeceği ge rekçesiyle platformdan ayrılmıştır). Platformda yer aldığımız süre içeri sinde, platformun olumlu yönde ilerle yebilmesi için gayret gösteren gruplar dan biri olduk. Bazı grupların rahatsız lığı pahasına belli konularda (örneğin yakın geçmişte yaşanmış sol içi şiddet konularında) dobra dobra konuşmayı seçmiş olsak da, hep yapıcı ve dostane bir tutum içerisinde olduk. Biz platform toplantılarının sonla rına doğru belli bir aşamasında ay rılma gerekçelerimizi yazılı olarak tüm bileşenlere dağıtarak platform dan ayrıldık. (Bu belgeyi aşağıda ol duğu gibi yayınlıyoruz.) Bizim platformdan ayrılmamıza üzülenler olduğu gibi, sevinenler de oldu. Sevinenler içerisinde galiba en
çok sevinen HÖC oldu. HÖC süreci değerlendiren “OLUMSUZLUKLARI OLUMLULUĞA DÖNÜŞTÜRME GELENEĞİ BİZİMDİR! “ başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda sadece bi zimle ilgili söylenenlere tavır takına cağız, yanlış bulduğumuz tüm değer lendirmelere tavır takınmayacağız. Orada şöyle deniyor: “ÇAĞRI ise platforma daha sonra katılmış, ancak katıldığı günden itibaren hep bozgunculuk yapmaya çalışmış, platform toplantılarında darbecilerin borazanlığına soyunmuştur. Bu konuda çok sert tartışmalar yaşanmış, HÖC tarafından ÇAĞRI’ın platformdan atılması talep edilmiştir.
D
ÇAĞRI, tartışmaların sonuçlanmasına yakın bir dönemde, tamamen suni ve subjektif bir tutumla o güne kadar onayladığı tüm maddelere itiraz ederek platformdan ayrılmıştır. Gözlemci olarak platformda kalma talebi ise platform tarafından haklı olarak reddedilmiştir.” ÇAĞRI’nın (YDİ ÇAĞRI’nın) ka tıldığı günden itibaren bozgunculuk yaptığı değerlendirmesi gerçekler den uzak, olguları tamamen tersyüz eden bir değerlendirmedir. Yazıda “bozgunculuk ”tan neyin anlaşıl dığı ise cümlenin hemen devamında “darbecilerin borazanlığına soyun muştur” biçiminde açıklanmakta
Sol-içi şiddet sürüyor!
evrimci-demokrat güçler ara sında yaşanan şiddet olayları azalmak bilmiyor. Sol-içi şid det dar-grupçu anlayışların, demokrasi bilincinin kavranmadığının en açık göstergesi. Bir zamanlar “yoldaş”lık ilişkisi ile birbirlerine bağlı olanların kısa bir zaman içerisinde birbirlerini yok edecek, şiddet uygulayabilecek bir konuma düşmeleri, kendilerini “ko münist” olarak gösterenlerin aslında “devrimci yaşamı” anlayamamaları nın bir örneği. Türkiye devrimci hare keti bu hatanın bedelini çok ağır ödedi ve halen ödüyor. Bu konuda yaşanan son olay ise ESP içerisinde. ESP içerisinden ayrılan bir gruba yönelik “hain”lik, “ajan”lık suçlama ları, ayrılanlara yönelik sorgulamaya, alıkoymaya ve şiddete kadar vardı. Nisan/2005 sonrasında ayrılan grup ayrılığını ve gerekçelerini Mayıs ayı içerisinde açıkladı. ESP’den aldığımız bilgiler sonu cunda ESP’ye; ayrılanlarla, kendi lerine şiddet uygulandığını iddia edenlerle görüşeceğimizi, olayı bir de onlardan dinleyeceğimizi belirttik. ESP’liler ise “doğru bilgiyi” sadece kendilerinin verdiklerini, ayrılanlarla görüşmemize gerek olmadığını, yine de görüşmemiz halinde bize ve gö rüşen diğer devrimci gruplara karşı tavır alacaklarını belirttiler. Biz buna rağmen her iki tarafı da dinlememiz gerektiğini, dinleyeceğimizi ve ya şanan şiddete karşı tavır alacağımızı ifade ettik. Ayrılanlar ile yaptığımız görüş melerde ayrılığın ideolojik olduğu ve ESP’den ayrı olarak devrimci müca deleyi sürdürecekleri açıklandı. ESP taraftarları ise ayrılanları hain, ajan olarak nitelendiriyor, onları gördük leri yerde “yüzlerine tükürecekleri”ni ifade ediyorlar.
ESP’liler tarafından, ayrılan grup tan bazıları alıkonulmuş, baskı uy gulanmış, kapılar kilitlenerek evden çıkmaları engellenmiş, tartaklanmış, bir kadın ve bir erkek sokak ortasında dövülmüş, tabana gitmemeleri konu sunda uyarılmış. ESP ise şiddet uy gulandığını inkar etmiyor, ancak bu olayların önceden planlanmadığını iddia ediyor. ESP şiddetin gerekçesi olarak ayrılanların elinde bazı mal zemelerin olduğunu ve bunları iade etmemelerini gösteriyor. Gerekçeler arasında ayrılanların ESP tabanı ile görüşmeleri de gösteriliyor. Ayrılan arkadaşlar ise ellerinde malzeme olduğunu ve bu malzeme lerin kendilerine gerekli olduğunu, tabanlarına da açıklama yapmayı ge rekli gördüklerini belirtiyorlar. ESP’lilerin ayrılanlara karşı dev rimci pratiğe uymayan davranışları, ESP’den ayrılanlara gördükleri yerde takındıkları tavırları bizim tarafımız dan da gözlemlendi. Gruplar arasında kimin haklı, ki min haksız olduğuna ilerleyen dö nemdeki tartışmalarda devrimci-de mokrat kamuoyu karar verecektir. Devrimci örgütler arasındaki tüm sorunlar açık-ideolojik mücadele yön temleri ile çözülmelidir. Bu tür sorun ları, bir dizi gerekçe göstererek şiddet yolu ile çözmeye çalışmak devrimci harekete zarar vermekten başka bir işe yaramamaktadır. Bizler sol-içi şiddetin devrimci ha rekete yeterince zarar verdiğini, ar tık bu hatadan dönülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda taraf lara sol-içi şiddeti mahkum eden sağlıklı bir tartışma ortamını sağlamaya ve sorunu devrimcilere yaraşır bir şekilde demokratik yöntemlerle çözmeye çağı rıyoruz. Bir kez daha Sol-içi şiddete HAYIR! Ydi Çağrı Adana
dır. HÖC’e göre Devrimci Çözüm’ü karşı-devrimci değerlendirmemek, ona karşı şiddet uygulanmasını eleş tirmek “darbecilerin borazanlığını” yapmak oluyor. Biz YDİ Çağrı olarak, devrimci hareketin bütününe karşı duyduğumuz sorumluluk gereği, toplantıların başında sorunun genel tartışıldığı yerde, yakın geçmişte sol içi şiddetin kimi örneklerinden de bahsetmiş, tutarlılık açısından tüm kurumların geçmişin muhasebesi nin son derece önemli olduğunu sa vunmuş ve fakat bu talebimizi plat forma kıstas olarak dayatmayacağı mızı söylemiştik. İşte bu çerçevede söylenenleri HÖC “bozgunculuk” ve “darbecilerin borazanlığı” olarak de ğerlendirmiş ve tüm platform süreci boyunca her fırsatta YDİ Çağrı’ya çamur atarak, saldırgan bir tutumla bizi platformdan dıştalamaya çalış mışlardır. (Platformun diğer bileşen lerinin bir çoğunun tavrı ne yazık ki hiç de devrimci gruplardan beklenen sorumluluk çerçevesinde olmamıştır, en iyi halde ne şiş yansın ne kebap tavrı olmuş ama çoğunlukla HÖC’ü kızdırmama adına birçok durumda ya susulmuş ya da HÖC desteklen miştir. En hafif deyimle buna fayda cılık denir ancak.) Bütün bu olumsuz tavırlara rağ men, YDİ Çağrı platformu terket memiş ve doğru görüşlerinin savu nusunu yapmaya devam etmiştir. Ayrılma gerekçelerimiz arasında da HÖC’ün bu tavrı yoktur. ÇAĞRI’nın tavrını “bozgunculuk” olarak değerlendiren HÖC’ün kimi tavırlarına değinmek istiyoruz. HÖC daha toplantıların başlarında değişik gerekçelerle ÖMP’nin platformdan atılmasına öncülük etmiş; TKP’nin atılmasını talep etmiş ve bunun için platformu özel toplantıya çağırmış tır (bizim de karşı çıkmamız sonucu TKP platformda kalmıştır); bizim atılmamız için ise sonuna kadar uğ raşmış fakat başarılı olamamıştır. “Olumsuzlukları olumluluğa dö nüştürme geleneği”ne tek başına sa hip olduğunu iddia eden HÖC, daha platform toplantılarının devam ettiği bir süreçte, yaşanan bir dizi siyaset yasakçılığı, tehdit ve şiddet olayları ile ilişkilendirilmiştir. Sosyalist Barikat dergisi platforma dağıttığı iki sayfa lık bir yazıda, HÖC’ün 1 Mayıs hazır lıkları sırasında Çayan Mahallesinde Barikat’ın masa açmasına yasak koyduğunu ve bir kitapevlerinde Devrimci Çözüm’ün bir kitabını sattıkları için tehdit aldıklarını eleş tirmişti. Yine Devrimci Demokrasi gazetesinin Okmeydanı’nda yapmak
gündem istediği bir basın açıklamasına HÖC çevresinden yasak konmuştur. Metin Kahraman’a Grup Yorum dinleyicisi olduğunu söyleyen bir grubun şiddet uygulaması sahiplenilmiştir. vb. Platform tartışmaları sürecinde önemli gördüğümüz bir kaç noktaya burada tavır takınmak istiyoruz. ESP’nin platformdan ayrılmasına ilişkin HÖC değerlendirmesinde şun lar söyleniyor: “ESP ise adeta kendisine “gerekçe” yaratmaya çalışmış, hukukun bağlayıcılığından kaçmak için “Devrimci 1 Mayıs Platformu”nda yaşanan bir sorunu öne sürerek ve ÇAĞRI Dergisi’ni gerekçe göstererek ayrılmıştır.” Buradan ESP’nin ÇAĞRI dergisi yüzünden platformdan ayrıldığı imajı yaratılıyor, yine olgular çarpıtılıyor ve üstü örtülü bir çamur atmayla konu geçiştirilmeye çalışılıyor. Ciddiyetten uzak bir yak laşım. Olgular ne? “Devrimci 1 Mayıs Platformu”nun bir toplantısına hem Devrimci Halkın Birliği hem de ESP çağrılmıştır. ESP, 1 Mayıs Platformunu terketmesine, ken disinin çağrıldığı bir toplantıya onun karşı devrimci vb. olarak değerlen
dirdiği Devrimci Halkın Birliği’nin de çağrılmış olmasını gerekçe gös termiştir. Peki bunun devrimci ve demokratik kurumlar arası şiddete karşı platformla alakası ne? Alakası şu: Her iki platformda da aşağı yukarı aynı gruplar yer almaktadır, ESP’ye göre, nasıl olur da “kendine kocaman örgüt diyenler” orada tavırsız kalmış lardır ve Devrimci Halkın Birliği’ni o platformdan dışlamamışlardır! YDİ Çağrı’yla alakası ise şu: DHB’yi top lantıya YDİ Çağrı çağırmıştır. (Bu konuda şunu da belirtelim, 1 Mayıs Platformu oluşum aşamasındadır, genişleme kararı almıştır ve şu veya bu kurum çağrılamaz gibi bir kararı da yoktur.) ESP devrimci ve demok ratik kurumlar arası şiddete karşı platformda yer alan kurumlardan 1 Mayıs Platformundaki durumdan dolayı özeleştiri vermesini talep et miştir, platform bu konuda tartışmayı ve özeleştiri vermeyi haklı olarak red dedince (özeleştiriyi reddenlerden bi risi de HÖC’tür) ESP bu platformu da terk etmiştir. Kasım 2005 ✓
Aşağıda platforma dağıttığımız yazılı ayrılma gerekçelerimizi bir belge olarak olduğu gibi yayınlıyoruz:
Sol İçi Şiddete Karşı Platform Girişimi’ne eleştirilerimiz ve ayrılma gerekçelerimiz
Y
eni Dünya İçin Çağrı olarak, BAGEH ve HÖC arasında yaşa nan sorunun çözümü için oluş turulan çözüm platformunu olumlu bir adım olarak değerlendirdik ve başın dan beri içinde aktif olarak yer aldık. Sorunun taraflar arasında diyalog yo luyla çözülmesi sonrasında platformu kalıcılaştırma konusunda atılan adım ları da olumlu değerlendirdik, bu amaç için oluşturulmaya çalışılan “Sol İçi Şiddete Karşı Çözüm Deklarasyonu” taslağı üzerinde yürütülen tartışmalara katılarak görüşlerimiz doğrultusunda bu belgenin en iyi şekilde çıkması için çaba sarf ettik. Bunun için tartışmala rın tıkanmaması için gerektiğinde çok önemli gördüğümüz noktalarda taviz ler de verdik. Ne yazık ki gelinen yerde pratikte çok fazla işe yaramayacağını düşündüğümüz, altına imza atamaya cağımız derecede çok zaaflar ve yanlış lar barındıran bir belge ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Bu belgede neleri eleştirdiğimizi ve neden bu plat formdan ayrıldığımızı gerekçeleriyle ortaya koymaya çalışacağız. En başta bir konuda özeleştiri ver mek istiyoruz. Toplantılara başlangıçta katılan Alınterimiz gazetesinden ar kadaşlar, bir yazıda kullanılan üslup nedeniyle eleştirilmiş ve kendilerinden bu konuda özeleştiri yapmaları talep edilmiştir. Özeleştiri yapmadıklarında ise bu gruptan platformu terketmesi is tenmiştir. Bu grubun gözlemci olarak platformda kalma talebi de reddedile rek grup platformdan çıkarılmıştır. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak
platformun bu yanlış tutumunu eleşti recek ve karşı duracak yerde bu kararı onaylayan bir tavır takındık, yanlış yap tık ve bu nedenle özeleştiri veriyoruz. Bu platformun görevi sol içi şiddete ta vır takınmaktır, yoksa ideolojik tartış manın bastırılmasının bir aracı olarak da kullanılabilecek bir yöntemle dil ve üslubu sorun haline getirip bu konuda kararlar almak değildir. Biz daha toplantıların başından beri, grupların samimiyetinin ve ciddiyeti nin bir göstergesi olarak geçmişleriyle hesaplaşmaları ve özeleştiri vermeleri koşulunun taslakta yer almasını savun duk, bu konunun genel kabul görme mesi üzerine toplantıları tıkamaması için, bu talebimizi kıstas haline getir medik. Ancak bu konunun taslakta yer almaması büyük bir eksikliktir. Bölüm A- 2-)’de formülasyona “... il kesel olarak şiddeti reddederler...” bölü münün girmesi tartışmalar sonrasında platform tarafından ortak karar altına alınmasına karşın, taslağın yeniden kaleme alınmasında eski formülasyon olduğu gibi bırakılmıştır, daha sonra bu hatırlatıldığında iki formülasyon arasında o kadar büyük fark olmadığı gerekçesi getirilmiştir. Bu yöntemi red dediyoruz, ortak karar altına alınan bir şeyin sonradan yeniden kaleme alınır ken hangi mantığa dayanarak eski bi çimde bırakıldığını anlamakta güçlük çekiyoruz. Bölüm A- 3-)’de “Ancak bu kimseye diğer siyasi yapının kurum, etkinlik ve eylemlerini bozucu, provoke edici davranış içine girme hakkını vermez.
Bir devrimci ve demokratik yapı, başka devrimci ve demokratik yapıların ku rumlarına ve tüm, etkinliklerine ancak o devrimci ve demokratik yapının izin vermesi durumunda ve izin verdiği öl çüde katılabilir kendi etkinliklerini gerçekleştirebilir. Tersi durumlar ya şandığında sorun diyalog yoluyla ya da platforma taşınarak çözülür.” bölümü uzun tartışmalar sonrasında taslağa sokulmuştur. Bu formülasyonun ‘si yaset yasağını’ (‘siyaset yasağı’= bazı kurumların ‘burası benim faaliyet alanım, bana sormadan burada faali yet yürütemezsiniz’ gibi açıklamalarla başka kurumlara faaliyet yasağı koy maları pratiğine verilen kısa ad) haklı çıkarabileceği gerekçesiyle platform çoğunluğu uzun bir süre bu ekin yapıl masına karşı çıktı. Biz de aynı gerek çeyle bu formülasyonu yanlış bulduk, buluyoruz. Ancak bir grubun diretme siyle bu formülasyon biraz değiştirile rek bu haliyle taslağa sokuldu. (İlginç olan bir gelişme, daha bu tartışmalar sırasında Barikat dergisinin platforma dağıttığı iki sayfalık bir yazısında, ‘si yaset yasağının’ yaşandığına ilişkin somut yaşanan örnekler verilmesine rağmen, bu konu üzerine platform git mediği gibi, bu sorunun yaşanmasına rağmen bu madde platform tarafından kabul edilerek taslağa alınmıştır.) Bölüm A- 4-)’te dil ve üslup sorunu tartışılmaktadır. Tartışmalarda savun duğumuz görüşlerde de dile getirdi ğimiz gibi, sol içi şiddetin temel konu olduğu böyle bir belgede dil ve üslupla uğraşan böyle bir formülasyona gerek yoktur. Bunun da ötesinde bu formü lasyonun burada yer alması en azından iki açıdan yanlıştır da. 1. Açık ideolojik mücadeleyi engelleyici bir yana sahip. 2. Şiddete karşı formüle edilen tavırları zayıflatan bir yana sahip. Bölüm B- 3-)’teki “Platformun so rumluluk kapsamı, kuşkusuz kendi bileşenleri arasındaki sorunlara iliş kindir.” tespiti yanlıştır, böyle bir plat formun hiç bir sol içi şiddete kayıtsız kalamayacağı hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak biçimde açıkça belirtil melidir. Bölüm B- 4-)’te “Ancak platformun özgün amacından ötürü “gözlemci” statüsü kabul edilemez.” tespiti genişle meyi amaçlaması gereken bu platforma getirilen yanlış bir sınırlamadır ve “öz gün amaçtan” neyin kastedildiği de belli değildir. Böyle bir platform sınır lamasız her türlü gözlemci statüsünü kabul etmelidir. Bölüm C- 1-)’de “Platform toplantı ları açık tartışma yöntemiyle yürütü lür; kararlarda ikna yöntemi esastır.” tespiti her ne kadar yeni taslakta ar kasından gelen “Çözümsüzlük duru munda 5/4’lük nitelikli oy çokluğuyla karar alınır.” tespitiyle düzeltilmeye çalışılsa da, o biçimiyle yanlıştır ve çı karılmalıdır. Doğrusu basit çoğunluk, veya nitelikli çoğunluk vb. çoğunluk kararının esas alınmasıdır. İkna yön teminin esas alınması ya platformu iş levsizleştiren, ya da işlerini zora sokan bir rol oynar. Bölüm D- 3-)’te öncelikle şiddete ma ruz kalan taraftan sorunu diyalog yo
luyla çözmesi beklenmektedir. Şiddeti uygulayanların çoğunlukla kendilerini haklı gördükleri bilindiğinde burada çözüm önerisinin yanlışlığı da ortaya çıkmaktadır. Doğrusu platformun doğrudan tavır takınmasıdır. Sol içi şiddete karşı olduğunu söy leyen bir platformun her şeyden önce karşı çıktığı şeyi tanımlaması gerekir, bu somutta sol içi şiddetin karşı dev rimci bir edim olduğu, sol içi şiddeti gündeme getirenlerin karşı devrimci bir pozisyonda durdukları açıkça tespit edilmeli. Böyle bir tespit taslağın hiçbir yerinde yapılmamaktadır. Sol içi şiddet karşı devrimci bir edim olarak mah kum edilmemektedir. Yaptırımların tartışıldığı Bölüm E‘de ise yaptırımların özgün duruma göre “sorunun ağırlığına göre; tarafla rın durum ve yaklaşımına, samimiye tine vb. bakılarak platform tarafından karar altına” alınacağı söylenmektedir. Oysa yaptırım böyle bir platformun en önemli yanlarından birini oluşturur. Yaptırım konusunun bu kadar muğlak formüle edilmesi yanlıştır. Doğrusu şiddeti uygulayanlara karşı teşhir ve tecridin asgari yaptırımlar olarak ka rar altına alınmasıdır. Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi ola rak platformda başından beri yer al dık, tartışmalara yapıcı bir biçimde, toplantının tıkanmaması için gerekti ğinde önemli tavizler de vererek aktif olarak katıldık. Platformun, Türkiye Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin en önemli kanayan yaralarından birisi olan ‘sol içi şiddet’ konusunda kesin bir çözüm değilse de, önemli bir adım olması konusundaki umudumuzu ko ruya geldik verdiğimiz önemli tavizlere rağmen kabul edilebilir bir belgenin çıkması için uğraştık. Toplantılarda görüşlerini en dobra dobra söyleyen, bazı grupların hoşuna gitmeyen şeyleri söyleyen bir grup olarak yer yer ciddi tepkilerle karşılaşmamıza rağmen ya pıcılığımızı koruduk. Bir sürü emek vererek buraya kadar getirdiğimiz toplantılardan ayrılma mızın esas nedeni, platform taslağını ‘sol içi şiddet’ konusunda çözüm ola bilecek bir belge değil de, tam tersine sorunun esas sorumlularının işini ko laylaştıracak bir sürü yanlışları içinde barındıran bir belge olarak görmemiz dir. Gelinen yerde dönüp yanlışları düzeltmenin imkanının kalmadığı, belgenin sonuna şerh koyma imkanı mızın da olmadığı bir durumda, yan lışlara ortak olmak yerine platform dan ayrılmayı ve bu konudaki doğru görüşlerimizin mücadelesini platform dışında sürdürmeyi doğru buluyoruz. Bu ileride somut durumlarda doğru gördüğümüz konularda hiçbir şekilde platformla birlikte bir iş yapmayacağı mız anlamına gelmiyor. 01-08-2005, Yeni Dünya İçin Çağrı ✓ (Ayrıca bu konuya ilişkin Şubat 2005' de YDİ Çağrı Sayı 87' de yayınladığımız "Sol içi şiddete hayır" ve 1 Mart 2005 tarihli "Sol İçi Şiddete Karşı Mücadele Platformu’na Platform Taslağımızdır: Sol İçi Şiddeti Ret Ve Mahkum Edelim!" başlıklı yazılarımıza da bakılmalıdır.)
19
panorama
PANOR AMA
Irkçılık kapitalizmin yol arkadaşıdır, ırkçılığa karşı isyan haklıdır! FRANSA
K
20
asım ayı başlarından beri Av rupa medyasının gündemini işgal eden olaylardan biri Fransa’da yaşanan olaylardı. Araç kundaklama, yakma; işyerleri veya okul, kreş gibi yerleri yakıp-yıkma vb. biçiminde kendisini gösteren eylem leri gerçekleştirenler hakkında neler söylenmedi ki? İçişleri Bakanı Sarkozy onları “ayak takımı” olarak adlandır mış ve “pislikleri sokaklardan temiz leyeceğim” tehdidinde bulunmuştu… Bunun için de önce 12 günlük Olağa nüstü Hal, sıkıyönetim ilan edildi, ar dından da 3 aylık bir süre için 1955’te Cezayir’deki savaşta gündeme getiri len yasa, yeniden uygulanmaya kondu, OHAL üç ay uzatıldı. İsyancıların eylemleri şimdilik din miş olsa da, yaklaşık üç haftalık süreçte ortaya, 9000 civarında aracın kundak landığı, bir ölü ve 126 kolluk gücünün yaralandığı (sivillerden ne kadar yaralı olduğu konusunda bilgi yok) ve 3000 civarında asinin gözaltına alındığı bir
bilanço çıktı. Olaylar şimdilik dinmiş durumda. Ama sokağa çıkma yasağına, sıkıyöne time ya da OHAL’e rağmen eylemlerini yaklaşık üç hafta sürdürenler kimdi? Neden isyan etmişlerdi? Sorunun çö zümü nedir? vb. sorular soruldu ve bu sorunlar üzerine tartışma yürüdü, yürüyor. Her kesim kendisine göre doğru-yanlış birşeyler söylüyor… Egemenlerin temsilcileri dikkatleri “yabancı” olmaya, “İslam dinine ait” olmaya, “yeteri kadar Fransızlaştırıl mamaya” vb. yönlere çekerek sorunu esas olarak “güvenlik” ve zora daya nan asimilasyon temelinde ele alma konusunda birleşmektedir. İsyancıla rın yaşadığı banliyölerdeki sorunlara cevap aranacağına, sözkonusu banliyö ler “sorunlu banliyöler” olarak gösteri liyor. Bunların sayısının yüzlerle ifade edildiği de bilinçlere çıkarıldığında “so runlu banliyöler” meselesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Tıpkı egemenler yoksulluğa karşı mü
cadele yerine nasıl ki yoksullara karşı mücadele ediyorlarsa, sözkonusu banli yölerde yaşayanların sorunlarına karşı değil, oralarda yaşayanlara karşı ön lemler almaktadırlar. Sözkonusu banli yölerde yaşayanların büyük çoğunluğu ise göçmen. Göçmen kökenli olmayan lar ise yoksul Fransız halkı. Egemenler için hepsi de “ayaktakımı”…
OLAYLARI TETİKLEYEN GELİŞME NEDİR? Medyaya yansıdığı kadarıyla olayla rın başlaması için bardağı taşıran son damla 27 Ekim 2005 tarihinde yaşa nan ve iki göçmen aile kökenli gencin ölümüyle sonuçlanan olaydı. Sözkonusu olay, Paris’in varoşların dan biri sayılan Clichy-Sous-Bois ban liyösünde yaşandı. Top oynadıktan sonra eve gitmeye çalışan ve polisin kimlik kontrolünden kurtulmak için (kimliklerini evde bıraktıkları için ve karakola götürülmekten kurtulmak için de) polisten kaçan iki genç tra
foya saklanmaya çalışırken elektrik çarpması sonucu yaşamını yitirdi ve bir genç de yaralandı. Sözkonusu genç lerin ölüm haberini ve bu ölümün po lisin baskısından, takibinden kaynak landığını duyanlar artık yeter diyerek eylemlere başladılar. Polisin bir camiye gözyaşartıcı bomba atması ise tepkileri daha da yoğunlaştırma rolünü oynadı. İki gencin ölmesi ve camiye gözyaşar tıcı bomba atması olayı gerçekte sadece bardağı taşıran bir rol oynamıştır. Bar dak önceden dolmuştur aslında! Bunun perde arkasında, Fransız em peryalizminin Fransa’daki göçmen lere, göçmenlerin artık Fransız olan çocuklarına ve evet ikinci sınıf Fransız olarak gördüğü yoksullara karşı ırkçı siyaseti gerçeği yatmaktadır. Eylemcilere karşı devlet yetkilileri nin takındığı tavırlar gibi kimi siyasi parti temsilcilerinin takındığı tavırlar da Fransız şovenizmini, ırkçılığını, “be yaz”ların egemenliğini ortaya koyan ta vırlardı. Dikkatler Sarkozy’nin “ayak
panorama takımı” vb. açıklamalarına yöneltilse de, gerçekte ırkçılık sadece Sarkozy’nin tavrıyla sınırlı değil. Irkçılık bir bütün olarak Fransız emperyalizminin, devle tinin temel siyasetlerinden biridir. Bu siyasete göre ya Fransızsınız, “Grand Nation”un (Büyük Ulus) bir ferdisiniz, o zaman da Fransızlara uy gun davranışlar içinde olacaksınız. Ya da Fransızlara uygun davranışlar (ki bunları da egemenler belirlemektedir) içinde değilsiniz, o zaman da o top luma ait değilsinizdir. Ne iş yaşamında, ne eğitim alanında ne de diğer sosyal alanlarda size yer yoktur. Son dönemde Türkiye’de çokça tartışılan “üst kim lik” Fransa’da gerçekte Fransız ulusu dışındaki etnik azınlıkların ulusal kim liğinin reddi üzerine kuruludur. Bu siyaset fakat göçmen ailelerin Fransa’da doğan, Fransız kimliğine sahip ve evet kendini Fransız olarak görenleri ikinci sınıf insan görmesini dıştalamıyor, tersine. Bu siyaset tam da ırkçılık üzerine kurulduğu için “beyaz” Fransız egemen düşüncesiyle rengi siyah, ya da “orijinal” Fransız ol mayan bir rengi olan insanları ikinci sınıf Fransız olarak görmektedir. Bu nun en açık ölçeği kökeninin göçmen olmasıdır. Araya sınıflama konduktan sonra da birinci sınıf Fransızların ikinci sınıf Fransızlara karşı egemenliği, yönet mesi ve onlara hakim olması da doğal bir sonuç olarak görülmekte ve buna uygun da davranılmaktadır. Sınıfla mada kimi yerlerde en yoksul Fransız emekçilerinin de ikinci sınıf Fransız olarak görülmesi gerçeği ama esas ay rımın etnik köken temelinde yapıldığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Irkçılığın sözkonusu banliyölerdeki görüntüsünün başında sıkı ve yoğun polis denetimi gelmektedir. Sözkonusu göçmen kökenlilerin yoğun olduğu ban liyölerde yaşayanlara potansiyel suçlu gözüyle bakılmaktadır. Polisin keyfi davranışı, kimi zaman günde birçok kez kimlik kontrolünden geçmeyi gerektir mektedir. Yanında kimliği olmayanlar, özellikle de gençler önce karakola götü rülmekte, bu arada polislerin gerekli bulduklarında “işkence” kategorisine sokulmayan dayak atma eylemlerine maruz kalmaktadırlar. 18 yaş altı genç ler ise ancak anne-babalarının onları karakolda almaya gelmelerinden sonra serbest bırakılmaktadırlar. Bu baskıların, devlet terörünün sü rekliliği gözönüne alındığında ve genç lerin polisin baskılarından sonra aile lerinin baskılarıyla da karşılaşmamak için polisin kontrolünden kaçması da anlaşılır olmaktadır. Örneğin birlikte top oynayıp ve polisten kaçan gencin biri, arkadaşına “Polise yakalanırsam
babam beni Cezayir’deki köyüne gön derecek.” diye korkusunu dile getir mesi de bunun bir göstergesidir. 27 Ekim’de sonu ölümleriyle biten gençlerin polisten kaçışının perde ar kasında da, karakola götürülmekten ve ebeveynlerinin fırçalarından kur tulmak istemi vardır. Bu gerçeklere bakıldığında sözkonusu gençlerin ölü münden Fransız devletinin ve somutta da polisinin sorumlu ve suçlu olduğu açıktır.
Banliyölerde gettolaştırma da esas olarak Fransız devletinin bilinçli ola rak ırkçılık temelinde yürüttüğü siya setin bir sonucudur. Daha 1960’lı ve 1970’li yıllarda özellikle Afrika kökenli göçmenlerin çocuklarının meslek eğiti minden ve iş yeri bulmaktan mahrum bırakılması, insan onuruna ters koşul lardaki evlerde ikamet ettirilmeleri vb. siyaseti, gelinen yerde meyvesini ver mektedir. Entegrasyon adına gerçekte yürütülen zoraki asimilasyon siyaseti konusunda şimdiye kadar “Fransız usu
İSYAN EDENLER KİM?
lü”nün methiyesi yapılırdı. Ama somut yaşanan isyan eylemleri, bunun hiç de methedildiği kadar “iyi ve başarılı” ol madığını ortaya çıkardı. Bu olaylar, devletin ırkçılık teme linde yükselen “entegrasyon” gerçekte ise zorla asimilasyon siyasetinin yanlış olduğunu gösterirken, egemenlerin çö züm arayışları daha çok hangi yol ve yöntemlerle asimile edileceği yönünde oluyor. Fransa’da gençler arasındaki işsiz lik oranı %21.3’tür. Bu oran İtalya’dan sonra Avrupa’daki ikinci en büyük gençler arasındaki işsizlik oranıdır. Bu oran ama özellikle göçmen köken lilerin yaşadığı banliyölerde %50 civa rındadır. Yine OECD verilerine göre tüm Fransa çapında 20-24 yaşları arasındaki gençlerin %14.4’ü, okul, iş yaşamından dışlanmıştır. Bunlar doğ rudan devletin iş-eğitim ve genelde sos yal alandaki siyasetinin kurbanlarıdır. Ve bu olgulara eklenmesi gereken bir diğer gerçek ise, bu gençlerin büyük ço ğunluğunun göçmen kökenli gençler olduğudur. Bir kez daha vurgulanması gerekirse, isyan eden gençler, devletin ırkçı siyase tinin de bir sonucu olarak toplumdan dıştaladığı, polis ve genel kolluk güç leriyle sürekli taciz ve terörize ettiği gençlerdir. Türkiye’deki kavramıyla konuşulursa isyan, varoş gençlerinin devletin ırkçı siyasetine karşı bir isya nıdır ve bu isyan haklıdır.
Her şeyden önce vurgulanması ve bi lince çıkarılması gereken şey, isyan edenlerin esas olarak gençler olduğu ol gusudur. 10 ile 25 yaş arası olan gençler eylemlerde yer alsa da, bunların esası nın yaş ortalaması 14-16’dır. Bu gençler göçmen kökenli ailelerin çocukları olduğu için, burjuva medya nın önemli bölümü, tabii ki öncelikle de Fransız egemenleri, bunları hemen “yabancı” kategorisine sokmaya çalıştı. Kimi de “yabancı” kategorisi yerine daha ılımlı olan ifade ile “göçmen” ka tegorisine soktu bunları. İşin gerçeği ise, bunların ne “ya bancı” ne de “göçmen” olduğudur. Bu gençler göçmen kökenli olmasına rağmen Fransız’dır. Doğdukları yer Fransa, kimlikleri Fransız, konuştuk ları dil Fransızca, yaşadıkları ülke de Fransa… vb. Kimileri ailelerinin geldiği ülkelerde konuşulan ve bu an lamda “anadili” olan dili Fransızcadan sonra öğrenmiştir, kimi de hiç öğren memiştir. İsyan eden gençler esas olarak göç men kökenli olmaları nedeniyle devlet tarafından dıştalanan, ırkçı siyasete tepki gösteren, devletin ırkçılığının he defi olan; aynı zamanda ekonomik ve sosyal olarak da toplumdan dışlanan gençlerdir. Bu gerçeği dile getirmek için kimi siyasetçiler açıkça “sosyal Apartheid”tan bahsetmektedirler ve bu tespit olguları dile getirmektedir.
DEVLETİN İSYANA YANITI: DAHA ÇOK BASKI-TERÖR VE OHAL… Fransa, burjuva demokrasisinin be şiği olan bir ülke. 1789 Burjuva Dev rimi’nin temel sloganları “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”ti. Ne de güzeldi öz gürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin savu nulması! Burjuvazi feodalizme karşı mücadelede kendi iktidarını sağlamak için mücadele ediyordu ve o zaman burjuva demokrasisinin savunuculuğu toplumun gelişmesi bağlamında ilerici bir rol oynuyordu. Halkımızın bir deyimiyle ifade eder sek iki asırdan fazla bir sürede “köp rüler altında çok sular geçti”. Serbest rekabetçi kapitalizm döneminden te kelci kapitalizm (emperyalizm) döne mine geçmekle birlikte burjuvazi ve burjuva demokrasisinin savunuculuğu ilerici rol oynama karakterini yitirdi. Gelişmeler, Lenin’in burjuva demokra sisinin bir çizgi boyunca gericilik oldu ğunu hep yeniden onaylamaktadır. Fransa’daki gelişmeler bir kez daha, çağımızda burjuva demokrasisinin fa şist önlemlere başvurmadan, uygula madan yaşayamayacağını gözler önüne sermektedir. Evet, burjuvazinin iktidar biçimlerinden ikisi olan burjuva demok rasisi ile faşizm arasında çok önemli farklılıklar olsa da, bu gerçeklik, bur juva demokrasisi ile faşizmin içiçe geç mesini, aralarındaki sınırların giderek incelmesini dıştalamıyor. Burjuva demokrasisi bir bütün çizgi olarak gericileşmiştir. Fransa burjuva de mokrasisinin egemen olduğu bir ülke. Almanya ile birlikte AB projesinin ba şını çeken büyük emperyalist güçlerden biri. AB projesi ise Türkiye’de, özellikle AB’ci kesim tarafından “demokrasinin, insan haklarının” sağlanacağı bir proje olarak gösterilmektedir. Fransa ya da burjuva demokrasisi nin olduğu Avrupa ülkelerindeki du rumun, Türkiye’de hâlâ egemen olan faşist iktidar yönetiminden, durumun dan daha iyi olduğu doğrudur. Fakat, burjuva demokrasisinin de işçiler, emekçiler için gerçek kurtuluş olma dığı, olamayacağı gerçeğinin üzeri hep örtülmeye çalışılmaktadır. Fransa’da yaşananlara bakıldığında, burjuva de mokrasisinin işçilerin, emekçilerin kurtuluşunu sağlayamayacağı gerçeği açıkça ortadadır. Devletin ırkçı, gettolaştırma, sosyal Apartheid siyasetine karşı isyan eden birkaç bin genç. Bunlar esas olarak önceden örgütlenmiş, birlikte hareket etmeyi planlamış değil. “Artık yeter” deyip kendiliğinden gelişen bir isyan sözkonusu. Bu isyan, ilk başlarda sadece Paris’in “kenar bölgeleri”nden bazılarında ya
21
panorama
22
şanmaktadır. Ancak bir hafta sonra is yan, daha doğrusu araba kundaklama eylemleri Paris’in merkezine, daha sonra da başka şehirlere sıçrama duru mundadır. Devletin iktidar sahipleri gerçek bir tehdit altında değil. Yani söz konusu olan anda varolan iktidarı de virip yerine başka bir iktidar kurmak için verilen mücadele de değil. Buna rağmen ama devlet tüm güç leriyle saldırıya geçmektedir. Gece sokağa çıkma yasağı yetmiyor, 12 gün
– Yetkililer, tiyatro, sinema, bar ve tüm buluşma mekanlarını geçici ola rak kapatabiliyor. – Düzeni bozması olası toplantılar ya saklanabiliyor. (Tabii ki düzeni bozma olasılığı olup olmadığını da egemenle rin kendileri belirliyor. BN) – Silah bulunduğundan şüphelenilen evlere gece ya da gündüz baskın düzen lenebiliyor. (Bu bağlamda da neyin si lah olduğu sorusu önemli. Örneğin ara baları yakmak için kullanılan benzin,
lük olağanüstü hal, ya da sıkıyönetim yetmiyor, 3 aylık bir OHAL gündeme getiriliyor. Polise ve evet askeri güçlere “sorunlu banliyölere” karşı baskıda sı nırsız yetki tanınıyor. Burjuva demokrasisinin olduğu bir ülkede savaş dönemi için hazırlanan yasalar uygulamaya konuyor. Gözal tına alınanlara karşı neredeyse savaş suçlusu gibi davranılıyor ve jet hızıyla mahkemeye çıkarılıp tutuklama kararı veriliyor. 3 Nisan 1955’te Cezayir’deki savaşa karşı hazırlanan yasa, Cezayir savaşın dan başka 1984 yılında Fransız sömür geciliğine karşı mücadele eden Yeni Kaledonya’da uygulandı. Üçüncü kez uygulanışı ise şimdi Fransa’da gerçek leşiyor. Bu yasanın esas olarak sömürgeci siyaset temelinde ortaya konması ger çeği ama, bunun içte kullanılmasını dıştalamıyor. Buna göre yöneticilere verilen kimi yetkiler şöyledir. – Kamu düzeninin ciddi tehdit al tında olması halinde yerleşim bölgele rinde, Cezayir ve deniz aşırı bölgelerde kısmi ya da tam olağanüstü hal ilan edilebiliyor. (Şimdi bu, kamu düzeni gerçekten tehdit altında olmadığı halde uygulanmaktadır. BN) – Yerel temsilciler (devleti temsil eden valiler), insan ya da araç hareket lerine sınırlama getirebiliyor. – Kamu güçlerinin eylemlerine nasıl olursa olsun engel olmaya çalışan her hangi bir kişi bölgeden uzaklaştırılabi liyor. – İçişleri Bakanlığı, kamu güvenliği ve düzeni için eylemleri tehdit oluşturan kişiler için ev hapsi emri verebiliyor.
molotof vb. de silah olarak görüldüğün den, tüm “sorunlu banliyöler”deki evle rin her an basılmasının önünde engel yoktur. BN) Bu gelişmeler, zaten daha önce de özel likle göçmen kökenlilerin ve göçmen kö kenli Fransızların ikamet ettiği banliyö lerde varolan yoğun devlet baskısının, terörünün üzerine OHAL’in eklenme siyle de burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü ortaya koyan gelişmelerdir. Ege menler soruna kendi güvenlikleri so runu olarak yaklaşmaktadır. Ezilenlere karşı savaş halindedirler.
KİMİ SAHTEKÂRLIKLAR… Egemenlerin sahtekârlıklarının başında gelen bir konu, kendilerinin tüm imkân larını kullanarak sahip oldukları silah larla her türlü şiddete, teröre başvurduk ları halde, ırkçılığa, bu ırkçı siyasetin uy gulayıcısı devlet güçlerine karşı isyanda kullanılan şiddete karşı olmaktır. Bu noktada ayrımsız tüm burjuva iktidarı nın savunucuları birleşmektedirler. Ne büyük sahtekârlık ama? Biz ezilenlerin tavrı bu konuda açık tır: Irkçılığa, haksızlığa karşı isyan haklıdır, meşrudur. Kapitalist sisteme karşı mücadelede şiddeti reddetmek, sisteme boyun eğmenin siyasetidir. Egemenler sisteme boyun eğmemizi is tedikleri için, ezilenlerin şiddet eylem lerine karşı çıkmaktadırlar. Kendileri ama tüm silahlarıyla şiddete, teröre başvurmaktan geri kalmıyorlar. Ezi lenler için belirleyici olan şiddete baş vurulup başvurulmadığı değil, taktik olarak şiddetin hangi biçiminin uygun olup olmadığıdır. Bir diğer sahtekârlıkları ise entegras
yon ile ilgilidir. Entegrasyondan bahset tiklerinde egemenlerin gerçekte kastet tikleri zora dayanan asimilasyondur. Gençlerin ikinci sınıf vatandaş ola rak görülmeye, ırkçı temelde dıştalan maya karşı isyanı haklı görüleceğine, devletin ve sistemin ırkçı siyaseti he defe konacağına, zorla asimile etmenin yeni yol ve yöntemlerinin üzerine kafa yorulmaktadır. Yeteri kadar asimile et mediklerinden yakınmaktadırlar. Irkçılığın kendisi çok açık gösterdiği sahtekârlıklardan biri ise, gençlerin “yabancı” ya da “göçmen” olarak gös terilmesi ve bunların Fransız vatandaş lığının ellerinden alınıp sınırdışı edil mesi yönlü tartışmalar ve taleplerdir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, olaylara karışanların ortalama yaşları 14-16’dır. 25 yaşlarında olanların da olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Bunların hemen hemen hepsi, göçmen kökenli ailelerin çocukları olsa da Fransa’da doğmuş, Fransız vatandaşlı ğına sahip, Fransızca konuşan ve evet bunun da ötesinde kendisini Fransız olarak gören insanlardır. Bunların Fransız olma vatandaşlık hakkının ellerinden alınması düşün cesi hukuken ne kadar saçma olsa da, esas olarak ırkçı kafanın bir ürünüdür. Çünkü bunlar “saf” ya da “beyaz” Fran sız değil. Kökenleri göçmen insanlara dayanıyor. Sürgün edilmesi istenen insanların doğduğu yer, ülke Fransa, ama buna rağmen “ülkelerine sürgün” edilmesi düşüncesi öne sürülebiliyor. Yani dedesi ya da babasının, ninesi ya da annesinin geldiği ülke ile, kökeni dı şında hiçbir bağı olmayan insanlar, ger çekte kendi ülkelerinden, annesininbabasının ülkesine sürgün edilmek isteniyor. Dikkatleri başka yöne çekme konu sundaki sahtekârlık ise, yaşanan so
tifa etmesi talebi de kendi başına ele alındığında doğrudur. Fakat yaşanan sorunların Sarkozy’nin istifasıyla çözü lebileceğini savunmak büyük bir sahte kârlıktır. Bugün Fransa’da yaşanan sorunlar, daha doğrusu gençlerin isyanının ger çek nedeni, kaynağı, Fransız devleti ve onun ırkçı siyasetidir. Sarkozy yerine bir başkası gelse de uygulanan ırkçı si yaset sürecektir. Belki daha iyi kılıfına uydurulmuş olacaktır ama özde bir şey değişmeyecektir. Devletin almaya çalıştığı önlemler bile onun ırkçılığını ortaya koymaya yetiyor aslında. İşin kötüsü Fransa halkının “beyaz” Fransız kesiminin önemli bölümünün devletin bu sahtekârlıklarını destekle mesi, OHAL’e ve evet olaylara karışan ların sürgün edilmesi siyasetine onay vermesidir. Sonuçta söylenecek şey, Avrupa met ropollerinde yaşanmakta olan ırkçılık, ırkçılık temelindeki dıştalanmışlık va rolduğu sürece, bu ırkçılığa karşı mü cadelenin de varolacağıdır. Bugün özel likle Fransa / Paris’te yaşanan olayların başka biçimlerde ve başka emperyalist metropollerde yaşanmasının maddi te meli vardır ve yaşanacaktır da. Irkçılığın kapitalizmin yolarkadaşı olduğu gerçeği kavrandığında, ırkçılığa karşı mücadelenin de kapitalizmin kök lerini kurutmaya yönelik verilmesi ge rektiği gerçeği günışığına çıkmaktadır. Özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin ger çekleştirilmesi görevi, uluslararası pro letaryanın ve ezilen halkların omuzla rına binmiştir. Sorun bu gerçeğin değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin bi lincine kazınması ve kapitalist sisteme karşı sosyalizm için, insanın insan ta rafından sömürülmesine son verildiği,
runların sorumlusu ve suçlusu olarak sadece İçişleri Bakanı Sarkozy olarak gösterilmesi ve onun istifa etmesiyle sorunun çözülebileceğinin savunulma sıdır. Kuşkusuz ki Sarkozy takındığı ta vırlarıyla açıkça ırkçı bir siyasetin savunucusu konumundadır. Onun is
sınıfların ortadan kalktığı, herkesin ye teneğine göre topluma katkı sunduğu ve ihtiyacına göre tükettiği komünist topluma varmak için mücadeleye kaza nılması sorunudur. İşte o zaman gerçekte özgürlük, eşit lik ve kardeşlik yaşanacaktır. 22 Kasım 2005 ✓
panorama
"Turuncu devrim" beklentisi şimdilik tutmadı AZERBAYCAN
"
Turuncu devrim" kavramı özellikle Ukrayna’daki yönetim değişikliği sonrasında çokça kullanılan bir kav ram. Gürcistan’da yönetim değişikliği nin adı "gül" ya da "kadife" iken Ukray na’da "turuncu" ya da "kestane" oldu. Kır gızistan’da da benzeri biçimde "limon"i bir yönetim değişikliği yaşandı. Batılı emperyalist güçler, sıranın Belarusya ve Moldovya’ya geldiğini açıkça dile getirse ler de, sözkonusu ülkelerde beklentileri şimdilik boşa çıktı. Bu yönetim değişikliklerinde başvuru lan yöntem, yol hemen hemen aynı. Seçim ler yapılmakta, muhalefet seçim sonuçla rını, seçim sahtekârlığı yapıldı iddiasıyla reddetmekte, harekete geçirebildiği kitleyle eylemlere başlamakta ve seçim sonuçları iptal edilip seçim yenilenene, ya da seçimi kazananlar muhalefet tarafından yönetim den indirilene kadar da eylemler sürdürül mektedir. Kuşkusuz bu benzerliğin yanı sıra, ülkeden ülkeye farklılıklar da var. İç güçler dengesi, dış güçlerle ilişkilerin farklı lığı vb. yönetimin değişip değişmemesinde rol oynamaktadır. Değişmeyen esas şey, sözkonusu muhalif güçlerin, hareketlerin destekleyici gücünün sivil toplum örgütü adı altında, esas olarak ABD emperyaliz minin finansörlerinin, sponsorlarının yer alması gerçeğidir. Bu yönetim değişikliklerinde benzer olan bir yan da, esas olarak SSCB döne minde köşe başlarını tutan bürokrat bur juvazinin –Doğu Bloku’nun dağılması sonrası dönemde de iktidarı elinde tutan ve batılı emperyalistlerin isteğine tam ce vap vermeyen, daha çok Rusya ile ilişki leri sürdüren burjuva kesimin– iktidarı nın, liberal ve Batı yanlısı burjuvazinin eline geçmesi biçiminde olmasıdır. 6 Kasım tarihinde Azerbaycan’da par lamento seçimlerinin gündemde olması ve muhalefetin "turuncu devrim"den bah setmesi gibi olgular, dikkatleri Azerbay can’da yapılacak seçimlere çevirdi. Seçim ler öncesinde Azerbaycan Başkanı Aliyev kendinden çok emin biçimde "Turuncu devrim iddialarına gülüyorum" diyerek
açıklamasını da şöyle yapıyordu: "Çünkü insanları sokaklara toplama olayı Azer baycan’da bitti ve hiçbir zaman tekrarlan mayacak." (Zaman, 31 Ekim 2005) Buna karşı muhalefetin önde gelen ve dolandırıcılıktan dolayı Azerbaycan’dan kaçan, ABD’de sürgünde yaşadığı söyle nen Resul Guliyev’in "dışardan gazel" okuyarak "turuncu devrim"den bahset mesi, seçimler öncesindeki tartışmaları kızıştıran bir rol oynadı. Seçimlerin "demokratik bir ortamda" gerçekleşmesi için Azerbaycan yöneti mine baskı uygulama görevini öncelikle Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi emperyalist ku rum ve kuruluşlar üzerlenmişti. Bunun sonucu olarak da Azerbaycan yönetimi, muhalefete getirilen gösteri yasağı ve kimi muhalif siyasetçilerin gözaltına alınması nedeniyle eleştirildi. ABD em peryalizmi ise Bakü’deki Büyükelçisi aracılığıyla yakın takipte bulunurken "PA Consulting Group" adlı kuruluşu aracılığıyla "sandık çıkış anketi" yaparak seçimlerde sahtekârlık yapılıp yapılmadı ğını kontrol etme görevini üzerlenmişti. Bir bakıma seçimler Azerbaycan’daki re jimin ABD’nin ve Avrupalıların "demok ratik" ölçülerine ne kadar uyup uymadı ğının bir ölçüsü olacaktı. Seçim öncesi "üst düzey yetkililerin ka rıştığı bir darbe girişiminin ortaya çıka rıldığını" öne süren yönetim, tutuklanan ların seçimler için Bakü’ye dönmek iste yen muhalefet lideri Guliyev’in adamları olduğunu açıkladı. Böylece esas tehdit olarak görülen muhalefet liderinin adam larının safdışı bırakıldığı bir durum oluşturuldu. Guliyev ise Azerbaycan’a bı rakılmadı. Yönetim bir yandan bunları yaparken, aynı zamanda ABD ve AB’nin baskıları karşısında kimi geri adımlar da attı. Seçimlerde doğrudan temsil sistemi geçerli kılındı. Seçim barajı konmadı. Oy kullanacak seçmenlerin parmakları nın boyanması kabul edildi vb. Ayrıca değişik ülkelerden gözlemcilerin seçimi
gözlemesine de izin verildi. 125 koltuklu meclise seçilmek için 2000 civarında aday ismini kayıt etti. Fakat gerek yönetimin baskılarıyla, ge rekse de değişik gerekçeler ileri süren adayların geri çekilmesi sonucu, 1500 civarında aday yarıştı. Parlamentoda çoğunluğu Aliyev’in partisi Yeni Azer baycan Partisi (YAP) elinde tutuyordu. Yarışın esas olarak YAP ile üç muhalefet partisinin oluşturduğu "Azatlık” bloku arasında geçmesi bekleniyordu. Diğerle rinin gücünün çoğunluğu elde edeceği beklenmiyordu. Seçimlerin geçerli ol ması için ise katılım oranında bir taban oranı konmadı. Yani katılım ne kadar olursa olsun, seçimler geçerli olacaktı. Bu durumda büyük ölçüde seçim sahte kârlığı yapılmadığı koşullarda seçimle rin yenilenmesi, ya da yinelenmesi müm kün değildi. Seçimler 1500 civarında adayın yarış tığı, 4,6 milyon kayıtlı seçmenin olduğu, yaklaşık 5 bin seçim sandığının kurul duğu ve1326 gözlemci ile 260 civarında gazetecinin izlediği bir seçim oldu. Seçime katılımın ise % 40 civarında ol duğu açıklandı. Kesin sayılar verilmese de 125 milletvekilinin çoğunluğunun YAP tarafından kazanıldığı bilgisi ba sına yansıdı. Seçim öncesinde "seçimlerde büyük sahte kârlık yapılmazsa, sonuçları kabul ederiz” biçiminde açıklama yapan "Azatlık Bloku”, seçim sandıklarının kapanmasından önce sonuçları tanımayacaklarını açıkladı. ABD Büyükelçisi seçimlere hile karıştığı iddiası nın aceleci bir tavır olduğunu açıklarken Rusya gözlemci grubunun başkanı Vladi mir Ruşaylo ise, kimi sıkıntılara karşın se çimlerin adil ve özgür geçtiğini açıkladı. Bunların bu açıklamalarının karşısında ise AGİT temsilcileri seçimlerin adil olmadığı değerlendirmesini yaptı. Sonuçta, seçim komisyonu kimi böl gelerde yeniden sayım yapılmasına ka rar verdi ve sayım yapıldı. Muhalefet bu arada gösteriler yapmaya çalışsa da önemli ölçüde bir kitleyi harekete geçi remedi. “Turuncu devrim” şimdilik tut madı Azerbaycan’da. Fakat iktidar da laşı bitmiş değil tabii ki! BİLİNÇTE TUTULMASI GEREKEN BİRKAÇ NOKTA Siyasi olarak parlamento seçimleri, ger çekte iktidara gelmek için pek önemli de ğil. Gerçek iktidar Başkan’da. Kim seçi lirse seçilsin, başbakan ve bakanlar Baş kan’ın kendi tercihine bağlı olarak atan maktadır. Pratikte Başkan’ın istemediği hiçbir yasanın kabul edilmesi mümkün değil. Kağıt üzerindeki yasama yetkisi gerçekte parlamentonun elinde değil. Parlamento seçimi esas olarak halkın si yasi eğilimini belirleme, partilerin gövde gösterisi yapma açısından önemli görülü
yor. Muhalefetin hesaplarından biri, çok sayıda koltuk sahibi olması durumunda Aliyev’i erken başkanlık seçimlerine zorlamaktır. Kısacası iktidar dalaşı esas olarak başkanlık seçimlerinde yaşandığı için parlamento seçimleri esas olarak bir hazırlık olarak görülebilir. Anda Aliyev’e karşı olan muhalefet kit lelerin önemli bölümünü harekete geçire bilecek güçte değil. Aliyev’in siyasetine alternatif bir siyasete de sahip değiller. Durum böyle olduğu için de Aliyev "tu runcu devrim iddialarına" güldüğünü rahatlıkla söyleyebiliyor. İç güçler dengesinin böyle olduğu bir ortamda "dış" güçlerin de kime oynaya cağı konusunda iyi düşünmesi gerekiyor. Bu bağlamda da şu gerçeklik bilince çı karılmalıdır: Doğu Bloku’nun dağılma sından sonra Azerbaycan yönetimi ABD ve genelde batılı emperyalistlere en hızlı biçimde yönelenlerden. Rusya ile ilişki leri belli bir düzeyde koruma temelinde de olsa esas olarak ABD emperyalizmine kapılarını açmıştır. Kuşkusuz ki sadece ABD emperyalizmine kapıları açmamış tır. Genelde yabancı sermayenin ülkeye girmesinin, yatırımların yapılmasının önü açılmıştır. Yabancı sermayenin yatı rım alanı ise esas olarak petrol ve doğal gaz alanlarında olmuştur. Baba Aliyev ’in attığı adımlar oğul Aliyev tarafından korunmaktadır. İç güçler dengesinin Aliyev’in lehine olduğu ve anda emperyalistlerin istek lerine daha uygun cevap verebilecek güçlü bir muhalefetin olmaması vb. du rumu, özellikle ABD emperyalizminin Azerbaycan’daki istikrarı bozmama yönünde tavır takınmasına yolaçmakta dır. Andaki yönetim esas olarak zaten kendileriyle işbirliği yapmaktadır. Onlar daha fazla istemekte ama, bunu verecek kimse yok… Yani kısaca söylenirse, "tu runcu devrimin" tutmamasının bir ne deni de emperyalistlerin, başta da ABD emperyalizminin andaki çıkarlarını kaybetmeme, rizikoya girmeme hesabı dır. ABD emperyalizmi muhalefeti bir kenarda tutmakta, gelecek için hazırla maktadır. Rusya ve AB’nin başını çeken büyük emperyalistlerin, özellikle Alman emperyalizminin de dalaş içinde olduğu bilindiğinde, Azerbaycan’da son sözün söylenmediği ortaya çıkmaktadır. Azerbaycan bağlamında emperyalist ler dalaş içinde. Bu dalaş gelişmeleri önemli ölçüde belirlemektedir. Yerli si yasi partiler de kendi aralarında iktidar dalaşı içinde. Bu dalaşlarda arada kalıp ezilenler ise Azerbaycan halkı, halkları oluyor. Ezilenlerin kendi durumlarının bilincine varmaları ve Aliyev’e "insan ları sokaklara toplama olayının” bitme diğini pratikte göstereceği günler gele cektir mutlaka. 19 Kasım 2005 ✓
23
panorama
“4. Amerika Zirvesi” yapıldı… ARJANTİN
"
24
4. Amerika Zirvesi" 4-5 Kasım 2005 tarihinde, Arjantin’in Mar del Plata kentinde gerçekleşti. Kı saca özetlemek gerekirse, "Amerika Zir vesi" esas olarak ABD emperyalizmi nin tüm Amerika kıtasını egemenliği altına alma hedefiyle, Baba Bush tara fından 1994’te Miami/Florida’da oluş turulan bir zirve toplantılar sistemi. Bunun hedefi tüm Amerika’y ı kap sayan bir serbest ticaret alanı oluştur mak. Tabii ki ABD emperyalizminin önderliğinde düşünülen bir proje. Söz konusu "Zirvelerin" amacı da bu hedefe varmak için bu konuda Amerika ülke lerinin liderlerinin biraraya getirilmesi ve görüşmeler yürütmesidir. Küba lideri Castro bu zirvelere davet edilmeyen tek Amerikalı lider. Toplam 34 ülkenin lideri bu yılki zirveye davet edildi ve katıldı. Sözkonusu zirveler her dört senede bir yapılıyor. 2. Zirve 1998’de Santiago’da (Şili), 3. Zirve ise 2001’de Quebec’te (Kanada) gerçek leşti. Quebec’te yapılan 3. Zirvede bek lenti "Panamerika" serbest ticaret böl gesi hedefine 2005’te varılmasıydı ve sözkonusu anlaşmanın –FTAA (İspan yolcası ALCA)– 34 Amerika ülkesi ta rafından imzalanmış olarak yürürlüğe girmesiydi. Bu hedefe varılmadığı 4. Zirve önce sinde belliydi tabii ki. ABD emperyaliz minin yayılmacı siyasetine karşı Latin Amerika’nın kimi ülkelerinde gelişen mücadeleler ve ALCA projesine karşı tavırlar bu hedefe varılmasını engelle mektedir. Zirveye katılan 34 ülke arasında esas olarak üç farklı eğilim var. Biri ABD emperyalizmi ve onu destekleyenler, ikincisi ALCA üzerine görüşmeler den yana olan, ama bunun ABD em peryalizmi ile Kanada’nın çıkarlarıyla esasta sınırlandırılmasını yanlış bulan kesim, üçüncüsü ise ALCA’ya karşı olan, bunun yerine daha dar bölgesel birlikten ve lafta da olsa karşılıklı daya nışmadan yana olan kesim. ALCA’ya karşı olma tavrının başını anda esas olarak Venezüella çekmektedir. Bre zilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay Venezüella kadar açık olmasa da AL CA’ya karşı olan ülkeler. Bu dört ül kenin kendi aralarında ortak hareket etmeleri durumu ve anlaşmaları var. Bu anlaşmaya atfen bunlara "Merco sur-Devletleri” adı verilmektedir. Bu
devletlerle AB arasında iyi ilişkiler var. AB bu ilişkiler üzerinden ABD’nin nü fuz alanlarına girmeye çalışmaktadır. Venezüella da bunlara katılmaya hazır olduğunu açıklamış durumda. “Amerika Zirvesi”ne paralel ve al ternatif olarak 1998’de oluşturulan “Halklar Zirvesi” ise esas olarak “Neo Liberalizme” karşı olan ve bu temelde de ABD emperyalizminin Latin Ame rika’ya yönelik yayılmacı siyasetine karşı çıkan bir konumdadır. Bu zirve “Alianza Social Continental” (Sosyal Kıta Birliği) tarafından örgütlenmekte ve içinde değişik sivil toplum örgüt leri, sosyal hareketler yer almaktadır. Herhalükârda bunlar hem ALCA’n ın hem de NAFTA’nın halkların çıkarla rına olmadığını, bilakis bunların ABD emperyalizmi ile Kanada’n ın emper yalist burjuvazisinin çıkarlarına geldi ğinin bilincindeler ve bu emperyalist projelere sistem içi de olsa karşıdırlar. 4. Amerika Zirvesi’ne paralel olarak Halklar Zirvesi de gerçekleşti. Amerika Zirvesi’ne ABD Başkanı Bush’un katılması protesto edildi. Pro testo eylemlerinin başını ise uluslara rası tanınmış kişiler çekti. Diego Ma
radona, Emir Kusturica, Bolivya’n ın tanınmış simalarından ve Aralık ayın daki Başkanlık seçimlerinin adayı Evo Morales, ABD’li savaş karşıtı Cindy Sheehan gibileri. Venezüella Başkanı Chavez ise hem Amerika Zirvesi’ne katılıp ABD’nin ALCA projesine karşı tavır takındı, hem de Halklar Zirve si’ne katılıp uzunca bir konuşma yaptı. ALCA konusunda Amerika Zirvesi’nde anlaşmanın çıkmamasını Chavez, "AL CA’yı gömdük, şimdi sıra kapitalizmi gömmede” biçiminde de propaganda edip kendisini sosyalist olarak göster mekten de geri kalmadı. Halklar Zirvesi’nin katılımcılarının yaptığı protesto eylemine 50.000 civa rında insan katıldı. Bir yandan “Bir başka Amerika mümkündür” slogan ları atılırken, diğer yandan da “Faşist Bush, terörist sensin” vb. sloganlar atı lıyordu. Kimi Arjantinli siyasetçiler ise zirve öncesinde Bush’a Arjantin’e gelmemesi için mektup yolluyor ve Bush’un Latin Amerika’da demokra siye karşı bir tehdit oluşturduğunu söylüyorlardı. Uluslararası mali kuru luşların da bağımsız olmadığı, tersine ABD’nin siyasetine bağlı olduklarının
altını çiziyorlardı. Egemenler, protesto eylemlerinden korktukları için 600.000 nüfuslu şe hirde iki gün sıkıyönetim uyguladılar. Dört değişik güvenlik bölgesi oluş turuldu. 10.000 kadar polis ve asker Amerika Zirvesi’n in yapılacağı alanı korudu. ALCA projesi hedefine varmak bu zirvede de gerçekleşmedi. 29 ülkenin liderleri görüşmelerin gelecekte de sür dürülmesinden yana. ABD emperyalizmi bir bütün olarak Amerika’nın serbest ticaret alanı olma sını şimdilik sağlayamasa da, ülkelerin çoğunluğuyla tek tek özel anlaşmalar yaparak bu konuda önemli ölçüde nü fuzunu genişletmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda da sonuçta söylenecek şey ALCA’nın baştaki biçimiyle hedefe varması işi yatmıştır. Tüm 34 ülkenin ortaklaşa üzerinde anlaşacağı bir nok tada buluşulmadığı yerde, hedefe var manın yolları da değişmektedir. Yukarıda ALCA’ya karşı olan ve adını verdiğimiz beş ülke Aralık ayı ortalarında Hongkong’da yapılacak Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) top lantısını beklemektedirler. Kendi arala rındaki birliği oradaki gelişmelere ba karak da ilerletip ilerletmeyeceklerine karar verecekler. Amerika Zirvesi’ndeki dalaş ve pa zarlıklar WTO’nun toplantısına ve gelecek senenin başlarında yapılacak "Davos Zirvesi" ya da G8 toplantıları gibi emperyalistlerin zirvelerinde de sürecek. Latin Amerika’daki gelişme ler bağlamında önemli olan bir şey de yaklaşık bir senelik süreç içinde 11 ül kede başkanlık seçimlerinin yapılacağı olgusudur. Eğer seçimlerde ABD em peryalizmine karşı olanlar kazanırsa, o zaman ABD emperyalizminin işi daha da zorlaşacaktır. Kuşkusuz ki esas mesele sadece em peryalistlerin işini zorlaştırmak değil, emperyalizmi kökünden kurutmaktır. Bu ise dünya halklarının sistem içi mü cadeleden kopup bir bütün olarak em peryalizme, emperyalist sisteme karşı mücadele vermesiyle mümkün olacak tır. Bu da örneğin somutta solcu, sos yalist görünen, ama gerçekte kitleleri sistem içi mücadeleye bağlayan Chavez gibi siyasetçilerin peşinden gitmekten kurtulmayı, bunlara karşı da mücadele etmeyi gerektirir. 20 Kasım 2005 ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
G
Maç ulusal, sorun uluslararası…
enelde spor, özelde de takımla rın maçları hakkında konuşul duğunda, sporun değişik halk lar arasındaki ilişkileri sağlayan bir araç olduğu ya da olması gerektiği düşüncesi dile getirilir. Bu, sadece gerçekten sporu halklar arası ilişkileri geliştirmenin aracı olarak görenler tarafından değil, milli yetçi yaklaşımlara sahip kişiler tarafın dan da laf düzeyinde savunulmaktadır. Gerçek durum ise bu savununun ter sini ortaya koymaktadır. Spor halklar arası ilişkileri sağlamanın bir aracı ola rak değil, değişik ulusların karşılıklı re kabetinin, bu rekabette milliyetçiliğin, şovenizmin yaygınlaştırıldığı bir araç olarak ele alınmaktadır. Sporda milliyetçiliğin, şovenizmin yay gınlaştırıldığı dalların başında futbol dalı geliyor. Tribünlerde amigoların kış kırttığı ve seyircilerin eşlik ettiği ırkçı tavırlar, sözkonusu maça bakanların çıp lak gözle görebileceği tavırlardır. Maç ön cesi, sırası veya sonrasındaki holiganla rın çatışmaları da perde arkasında yatan milliyetçi fanatizmin birer yansıması. Irkçılık, şovenizm veya milliyetçilik ama tribünlerdeki fanatik seyircinin, ho liganların tavrıyla sınırlı değil. Bu tavır kulüp yöneticilerinden, antrenörlere ka dar, varsa o ülkedeki spor bakanlığına ka dar uzanmaktadır. Yani spor, somutta da futbol halklararası ilişkilerin geliştirilme sinin bir aracı olarak değil, rekabetin, şo venizmin yaygınlaştırılmasının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Her şeyin meta olarak görüldüğü, alınırsatılır olduğu düşünüldüğü ve ilişkilerin azami kâr üzerine kurulu olduğu kapitalistemperyalist sistemde, sporun böyle kullanıl ması “normal” bir sonuçtur. Bu “normal” sonuçlardan biri de spo run bir eğlence, dostça yarış olarak algı lanması değil de para, gelir, kâr kaynağı olarak görülmesidir. Spor alanı, speküla tif kazançların en yüksek olduğu, kara paraların en çok aklandığı alanlardan biri olma durumundadır. Futbol ise bu alanlar içinde öne çıkan dallardan biridir. Öyle bir duruma gelmiş ki futbol, artık hemen hemen her kulübün arkasında bir mafya bulunuyor. Bir bakıma takımların mücadelesi de sözkonusu mafyalar arası mücadele oluyor… Futbol dalında sadece seyircilerin ırkçı olmadığını, ırkçılığın, şovenizmin yöne ticilere, antrönerlere ve medyaya kadar uzandığını sonunda Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ) de keşfetti. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun BM Genel Kurulu için hazırladığı “yabancı düşmanlığı” üzerine raporunda, genelde sporda, ama özelde de futbol dalında ırk çılığın yükseliş gösterdiği, ırkçılık teme lindeki çatışmaların, şiddetin arttığı ve ırkçı temeldeki saldırıları küçümseyen medyanın da ırkçılıktan nasibini aldığı ifade ediliyor. Irkçılığın varlığına örnek olarak göste rilen milli takım Fransız milli takımıdır. 1998’de dünya şampiyonu, 2000 yılında da Avrupa şampiyonu olan Fransız milli
takımında yer alan oyuncuların önemli bölümünün göçmen kökenli olması du rumu, Fransa’nın “çokkültürlü entegras yon” siyasetinin başarısı olarak gösterildi. Ama gerçekte Fransa’da yaşananların bu görüntüye uygun olmadığı; örneğin sözkonusu göçmen kökenli futbolculara “Fransızca bilmeyen ve ulusal marşı bile söyleyemeyen yabancı paralı askerler” ola rak küfür edildiği ortaya konmaktadır. Bu tür sorunlara karşı tavır takınmaya çalışan BM, Ekim ayında aldığı bir ka rarla sporu “kalkınmanın ve barışın bir aracı” olarak kullanma çağrısında bu lundu. Buna paralel olarak yapılan bir çağrı da, Almanya’da yapılacak olan 2006 yılı Dünya Şampiyonası’nda “Irk ayrımcı lığından, ırkçılıktan arı bir spor dünyası oluşturma” yönündedir. Evet buraya kadar aktardıklarımızdan çıkan sonuç aslında başlıkta ifade edilen düşüncedir. Maçlar ulusal ama sorun ulus lararasıdır. Özellikle futbol dalında ırkçı lık, ayrımcılık, şovenizmin varlığı, yaygın laştırılması uluslararası bir sorundur. Bu soruna biraz yakından bakarsak, Türkiye’de de futboldaki şovenizmin bo yutlarını biraz da olsun görebiliriz. Bu nun için Türkiye’nin genel futbol tarihine bakmamıza gerek yoktur. Sadece 2006 Dünya Kupası’na katılmak için İsviçre ile oynanan iki maça bakmak yetiyor.
TÜRKİYE-İSVİÇRE MAÇLARININ YORUMLARINDAN…
Türkiye futbol milli takımı, 2006 yılında Almanya’da yapılacak Dünya Kupası’na katılmak için grup maçlarını bitirdi ve ikinci oldu. Bu sonuçla bir başka grupta ikinci olan bir takımla oynaması, kazan dığında ise dünya kupasına katılma im kânı doğdu. Sözkonusu takım çekilen kura sonucu İsviçre milli takımıydı. İlk maç İsviçre’nin Bern kentinde oy nandı. Türkiye milli takımı 2-0 yenildi. Gözler İstanbul’da yapılacak rövanş ma çına çevrildi. Rövanş maçını Türkiye 4-2 kazandı ama bu sonuç onun Dünya
Kupası’na katılmasına yetmedi. Dünya Kupası’na İsviçre katılacak… Tüm bunları tabii ki biliyorsunuzdur. Amacımız da zaten “90+1”, “Üçüncü Devre” türünden programlar yapmak de ğil. Futbol maçı yerine savaşa gider gibi davrananlara getireceğiz sözü… İsviçre’deki maçın skoru açıktı. Yetki liler, yenilgiyi, “kötü oynadık, yenildik” diye kabul etme yerine, faturayı hakeme çıkardılar (zaten her yenilgide hakem yenilen takım için biraz “taraflı davran mıştır”!) ve rövanş için hem futbolcuları, hem de seyircileri intikam duygularıyla yüklemek için ellerinden geleni ardla rına koymadılar. Efendim, bizim kutsal ulusal marşı mızı söylediğimizde tribünlerdeki ıslık lamalar da neydi? Bir ulusa böyle haka ret edilir miydi? Futbolcularımızın gece uykuları kaçtığında uyuyamamasının sorumlusu ve suçlusu İsviçreliler değil miydi yani? Bir gelsinler de Türkiye’nin kaç bucak olduğunu onlara gösterelim… vb. vb. Tüm bunları futbolculara em poze etmek için de takım çalışmalarına bir psikolog götürüldü ve gazetelerin ak tardığına göre sözkonusu psikolog “eki bimizin maça tam olarak hazır duruma gelmesi için seferber” oldu… Tarafsız Türk kökenli gözlemcilerin yazdıklarına göre, İsviçre’de “olumsuz” olarak görülen tek tavır, ulusal marşın söylenmesi anında kimi seyircilerin ıs lık çalma olayı olmuştur. Ama ulusal gu ruru zedelenen ve geceleri uykusu kaçan ların seyircileri kışkırtmak için havayı zehirlemesi gerekiyordu, zehirlediler de. Milliyetçilik içlerine işlemişti iyice… Türk tarafı/medyası bunu yapar ken İsviç re basını da işin gırgırında, Avrupa merkezci bakışla Türkiye ile alay ediyordu. Blick gazetesi ilk maç öncesinde yayınladığı bir haberde Türkleri sevmenin 33 nedenini okurla rına sundu… Bunlardan birkaçı şöyle: Çünkü: “Türkiye bu akşam oynanacak karşılaşmayı kaybederek Dünya Kupası
finallerinin kapısını İsviçre’ye açacak.” “TC, Lozan’daki anlaşmayla kuruldu; dünyaya göbek dansını, laleyi, Türk kah vesini, baklavayı hediye ettiler.” “Orhan Pamuk gibi yazarları var; bayrakları bi zim gibi kırmızı-beyaz; bizim gibi fazla bilinmeyen bir başkentleri var; bize Ku bilay ve Yakın kardeşleri kazandırdılar; yoğurdu buldular; Asya’ya köprü kurdu lar…” vb. İsviçre ile oynanan ilk maç sonrasında Türk yetkililerin kışkırtıcı tavırlarına dik kat çeken Milliyet gazetesi spor yorumcu larından Mehmet Demirkol ikinci maç öncesinde şunları da yazdı: “Takım top oynamamış, hedefi saptır, rakibi düşman yap, ortalığı ger. Oh ne rahat! Bu ülke zaten 10 yıllardır böyle yönetilmiyor mu? Ekonomi, siyaset, kül tür, sanat ve spor. İşi beceremeyince, yarat bir düşman, halkı ger, çıldırt, sür düşmanın üstüne. Oh ne güzel. Yıllarca Eurovizyon’dan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kadar her alanda aynı taktikle germediler mi bizi?” (Milli yet, 15 Kasım 2005) Ayne böyle! Ülke içinde birşeyler ters yürüyorsa sorumlusu suçlusu “dışar dan” aranır… Devlete-millete uymayan her şeyin kökü dışardadır… Böylece bir yandan gerçek sorunların görülme sinin engellenmesine, dikkatlerin başka yönlere çekilmesine çalışılırken, Türk olmayan milletlere karşı da düşmanlık yapılmakta, Türk şovenizmi yaygınlaştı rılmaktadır. Milliyet gazetesi adına yapılan açıkla mada da hem İsviçrelilere karşı propa ganda yapılmakta hem de ama Türki ye’nin konumunu zora sokmamak için “sükunete” çağrı yapılmaktadır. “Öfke, şiddet ve intikam duyguları bize sadece utanç getirir, unutmayalım…” biçiminde bitirilen çağrıda, öfkenin ya da intikam duygularının varlığı teslim edilmekte dir. Biraz da olsa inceltilmiş milliyetçilik gösterisi yapılmaktadır. İşte sükunete çağrı yapılan yazının bir paragrafı: “İsviçre uygar görüntüsünün altında tıpkı bankalarında sakladığı ‘kara para lar’ gibi komplekslerini, ayrımcılığını, orta çağdan kalma ilkelliklerini taşı yor. Buna şaşırmamak gerekli. Ermeni kıyımı iddiaları ile ilgili yasalar ve Tür kiye karşısındaki negatif tavırları da ak lımızda…” (aynı yerden) Eh, onların Türkiye’ye karşı negatif tavrı olur ve bunu aklımızda tutuyorsak, kimse bize lades diyemez! Biz sadece ve sadece Türkiye’nin yüzü-gözü çamura bulaşmasın diye oyuncuları ve seyirci leri sükunete davet ediyoruz. Yoksa… gösteririz onlara “bir Türk’ün kaç İsviç re’ye bedel” olduğunu… Futbolcuların psikolojik yüklenmeyle ikinci maça hazırlandığı dönemde, özel olarak amigoların örgütlendiği bilgisi de basına yansıdı. Türkiye çok yönlü bir ha zırlık içindeydi. İsviçre takımı İstanbul’a gelip Atatürk Havalimanı’na indiğinde, ilk zorluk pa saport kontrolünde çıkarıldı ve Türki
25
halkların kardeşliği için
26
ye’nin misafirperverliğinin ne demek olduğunu gösterdiler. Başka takımlara uygulanan özel pasaport kontrol nokta sında geçiş prosedürü, İsviçrelilere uy gulanmadı. Bilinçli olarak 100 kişiden fazla olan sıraya eklendiler… İki saate yakın bir süre pasaport kontrolü ve eşya kontrolü yapıldı. Bunu yapanlar stadyumlardaki amigo lar ya da holiganlar değildi. Hayır, devle tin resmi memurlarıydı bunu yapanlar. Havaalanındaki sürpriz sadece bu de ğildi. Kimi havaalanı çalışanı –bunların sayısı 100 civarında–, İsviçre takımını “Cehenneme hoşgeldiniz 5-0” gibi pan kartlarla karşılayıp protesto etti. İstik lal marşı eşliğinde “Buradan çıkış yok” sloganı da atıldı. Hem suçlu hem güçlü deyimine uygun olarak “öfkelenen ta raftarlar” takımı otele götüren otobüse yumurta ve pet şişe attılar. İsviçreliler daha Türkiye’ye ayak basmadan korku tulmak, sindirilmek istenmişti. Onlara, ulusal marşımızın söylendiği sırada ıs lıklamanın ne olduğunu göstermeye baş lamışlardı ve ardı arkası da gelecekti… Maçın sonucunu biliyoruz: 4-2. Maç sı rasında seyircinin memleket aşkı, futbol federasyonu sorumlularının her sandal yeye/koltuğa bıraktığı bir Türk bayrağı nın ellerde sallanmasıyla doruğuna ulaş mıştı. 40 bin civarında bayrak sallandı o gün Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda… Bu da neydi ki… İsviçrelilere onların ulusal marşı söylendiğinde ıslık çalarak, “anaavrat” küfür ederek bir kez dersleri ve rildi. Sahaya “yabancı madde” atıldı vb. İsviçreliler ise önceden sözleşmiş gibi –tabii ki karşılaştıkları atmosfer onları buna zorlamıştır, kimbilir?– hakemin maçı bitiren düdüğü çalmasıyla so yunma odasına koştu. Ne olduysa bundan sonra oldu! Kimin başlattığı tam belli olmayan bir tekme tokat, birbirine girişmeler… Sahadaki maç bitmiş, sıra sahadışı mücadeleye gel mişti. İsviçrelilerin de Türklerden aşağı kalır yanı yoktu yani. İsviçreli FIFA başkanı Sepp Blatter’in Türkiye’ye yönelik sert açıklaması ise Tür kiye’nin ağır cezalara maruz kalabileceği yönlü tartışmalara yol açtı. Sözkonusu tar tışmalar bir yandan Blatter’e karşı onun, daha raporlar eline geçmeden, tarafları dinlemeden Türkiye’ye tehdit savurması yönlü tavrı haklı olarak eleştirilirken, so run yine Türklük, Türkiye’nin resminin “dışardan” kirlenmemesi temelinde ele alındı. Avrupa basını Avrupa merkezci tavırlarla Türkiye’ye karşı tavır takınır ken, Türk tarafı da “kökü dışarda” yakla şımına uygun olarak herkesi düşman ilan etmeye çalıştı. Hatta kimileri hakemlerin Almanya’da yapılacak Dünya Kupası maçlarında hakemlik görevi alabilmek için Türkiye’yi sattıkları yönlü komplo te orileri de üretildi. Tartışmalar sadece spor sayfalarında yapılan yorumlarla sınırlı kalmadı. Ne de olsa ulusal mesele değil mi? O zaman tüm Türkiye’nin meselesi olarak sorun ele alınmalıydı… Bu arada Şemdinli’de patlayan bomba, yakalanan tetikçiler, Yüksekova’da protestocuların kurşunlan ması ve benzeri sorunların üstünün örtül mesi için de bu maç birebirdi… Hürriyet gazetesine mektup yazan Koray C. isimli bir okur şunları söylemektedir: “Futbol, futbol, futbol. Yetti be!! Milli takım da kulüp takımları da sağlam bir ceza alsın da Türkiye’nin gerçek sorun
larıyla ilgilenilsin artık. Türkiye’de gü venlik sorunu var. Hırsızı, katili kol gezi yor.” (Hürriyet, 21 Kasım 2005) Türkiye’nin futbol maçı nedeniyle alacağı cezanın AB’ye üyelik görüşmele rinde olumsuz rol oynayacağı, futbolun popüler kültürün bir parçası olarak AB anayasasını oylamada referandumu etki leyebileceği vb. düşünceler de dile geti rildi. Vatan gazetesinden Necati Doğru’nun tavrı ise, bize “1 Türk’ün dünyaya be del” olmadığını, “1 İsviçrelinin 14 Türk” ettiğini öğretti. Hesabı şöyle yapıyor: “14 Türk biraraya geliyor, çalışıyor çabalıyor; işini büyütüyor ancak 1 İsviçreli kadar mal hizmet üretebiliyordu. 14 Türk… 1 İsviçreli ediyordu.” Futbol maçına, spora değil de savaşa hazırlanır gibi hazırlanan futbolcular ve taraftarların bu “mücadeleci” yanını or taya koyan kimi yorumlar ise şöyledir: “Ama sahada oynayan her futbolcu dişleriyle mücadele etti. Her damla akıt tıkları ter helal terdi. Bir futbol savaşı, ancak bu kadar olur. Mohaç mı desek, Malazgirt mi desek, Çanakkale mi de sek. İşte öyle bir şey.” (Milliyet, 18 Ka sım, Halil Özer) “Seyircimiz, Kadıköy’ü İsviçre için adeta cehenneme çevirip, milli takıma müthiş bir destek verdi. (aynı gazeteden) “Hakan’ın maçtan sonraki ‘helalleş tik’ sözlerinden de anlaşılıyor ki, savaşa gidercesine sahaya çıkmış futbolcular.” (aynı gazeteden, Derya Sazak) “Bu maçtan sonra artık gerçeklerle karşı karşıyayız. Almanya’da biz yokuz. Psikolojik savaşı kazanamadık.” (Osman Şenher, Posta) Bu kadar yeter! Maçı savaş olarak gören zihniyetin, diğer takımı düşman görme mesi ve buna uygun davranmaması bek lenemez. Bunların yüklendiği psikoloji, savaşa göredir. Bu fanatizm o kadar ileri gidiyor ki, kimi ılımlı Türk milliyetçile rini bile rahatsız ediyor. Örneğin Milliyet gazetesi spor yazarlarından Atilla Gökçe, “Türk milli takımı hepimizindir, hepimiz sahip çıkalım”, “yapılanlar bize zarar veri yor” düşüncesiyle şu çağrıyı yapıyor: “Ve ne olur değişelim. Futbolda gecik tiğimiz kültür devrimini yapalım. Ne olur sadece futbol oynayalım. İnsanların ulusal duygularıyla değil, popülizmle, de magojiyle, duygu sömürüsüyle değil…” (Milliyet, 18 Kasım 2005, Atilla Gökçe) Olursa iyi olur tabii ki. Ama Türk şo venizmiyle yüklü yöneticilerin, futbolcu ların ve taraftarlarının, kısacası bilimum “erkek takımının” bu “kültür devrimi”ni kolay kolay yapamayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. İsviçrelileri gönderirken, Türkiye’ye verilebilecek cezaları indirmek hesabıyla olsa gerek, bu kez özel polis kordonundan oluşan konvoyla havaalanına götürüp özel açılan bankodan pasaport konrolleri yapılıp bekletilmeden gönderildiler. Ki barlık gösterisi gecikmişti… “Yabancı” basından seçme haberler den biri şöyledir: “Teknik direktör Terim ise futbolcula rını ‘Milletimiz sizden onlara hesap sor manızı istiyor. Türkiye’nin şerefi için oy nayın’ diye motive ediyor. Türklerin aşırı milli gururunun altında aslında aşağılık kompleksi yatıyor.” (akt. Hürriyet, 19 Ka sım 2005, Süddeutsche Zeitung) “Kökü dışarda” bir doğru analiz yap mış gazete…
Tartışmalar, maçlarda nasıl tavır takı nılması gerektiğinden çok Türkiye’nin na sıl bir ceza alabileceği ve bu cezanın Türk tarafınca nasıl en aza indirilebileceği te melinde yürüyor. Maç sonunda soyunma odalarına giderken İsviçreli futbolculara çelme taktığı fotoğraflarla belgeli milli takım antrenörlerinden Mehmet Özdilek istifa etti. Federasyonda kimi yetkililer de istifa ettiklerini açıkladı. Hatta ki mileri federasyon yönetiminin tümden istifa etmesi gerektiğini filan da söyledi. Bütün bunlarla “Türk tarafının daha az ceza alması” amaçlanıyor… Son olarak Sepp Blatter’in milli maç larda, milli marşın çalınmaması yönün deki önerisinin kabul edilir bir öneri olduğunu söyleyelim. FIFA Sepp’in bu önerisini görüşmeli ve tüm zamanlar için maçlardan önce milli marş çalın
ması kuralını yasaklamalıdır. Bu, hem ıs lıklandığında “ulusal gururu” zedelenen fanatiklerin azmasını önlemek için, hem de “ulusal” marş eşliğinde milliyetçiliğin yaygınlaştırılmasına karşı olanların sinir lerinin bozulmaması için işe yarar bir ka rar olacaktır. Ancak bu tür şeyler yapılsa bile futbol bir bütün olarak ırkçılıktan, şovenizm den, milliyetçilikten, holiganizmden, maçoluktan… arınmış olmayacaktır. Hayır; ırkçılığın, şovenizmin kaynağının sömürü sistemi olduğu bilindiğinde, bu sistem varlığını sürdürdükçe de sporun ırkçılıktan, şovenizmden arınması müm kün değildir. Halkların spor alanında da kardeşliğini sağlamak, sömürü sistemine karşı mücadeleyle mümkündür. 23 Kasım 2005 ✓
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM “Ulusal sorunun çözümü nedir? Nasıl olur?” konusunda
Lenin’den güncel bir yorum
“
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca, siyasal anlamda bağımsızlık hakkı, ezen ulustan siyasal bakımdan ay rılma özgürlüğü hakkı demektir. Siyasal de mokrasinin bu talebi somut olarak, ayrılma için tam ajitasyon özgürlüğü ve ayrılma so rununun ilgili, yani ezilen ulusun referandu muyla çözülmesi demektir, ki bu istem, ay rılma, parçalanma, küçük devletler kurma talebiyle eşit değildir. Bu yalnızca, her türlü ulusal boyunduruğa karşı savaşımın man tıki ifadesidir. Devletin demokratik örgütlenmesi tam ayrılma öz gürlüğüne ne kadar yakınsa, ayrılma özlemi pratikte o ölçüde daha seyrek ve zayıf olur, çünkü büyük devletlerin üstünlüğü, hem ik tisadi ilerleme bakımından, hem yığınların çıkarları bakımından tartışmasızdır, ve bu üstünlükler, kapitalizmin gelişmesiyle artar. Kendi kaderini tayin hakkının tanınması, federasyon ilkesinin ta nınmasıyla aynı anlama gelmez. Bir kimse bu ilkeye kesin olarak karşı olup, demokratik merkeziyetçilik yanlısı olabilir, ama tam demokratik merkeziyetçiliğe varan biricik yol olarak, yine de, fede rasyonu, ulusal hak eşitsizliğine yeğ tutabilir. İşte tam da bu bakış açısıyladır ki, merkeziyetçi Marx, İrlanda ile İngiltere’nin federasyonunu, İrlanda’nın İngilizler tarafından zorla boyunduruk altında tutulmasına yeğ tutmuştur. Sosyalizmin amacı yalnızca küçük devletlere (bölünmenin – ÇN) ve ulusların her türlü tecridinin kaldırılması değil, sadece ulusla rın yakınlaştırılması değil, aynı zamanda onların kaynaştırılması dır da. Ve tam da bu amaca ulaşmak için biz, bir yandan kitleleri, Renner ve Otto Bauer’in fikrinin («ulusal kültürel özerklik» de nilen şey) gerici karekteri konusunda aydınlatırken, öte yandan, ezilen ulusların kurtuluşunu, genel boş sözlerle, içi boş lafebelikle riyle, sosyalizmle avutarak değil, bilakis berrak ve tam bir şekilde formüle edilmiş siyasi bir programda, hem de ezen ulusların sosya listlerinin iki yüzlülüğü ve korkaklığı üzerinde özellikle durarak talep etmeliyiz. Nasıl ki insanlık, sınıfların ortadan kalkmasına ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün geçiş dönemiyle ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz kaynaşmasına da ancak tam kurtuluşun, yani tüm ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünün geçiş dönemiyle varabilir…” (Lenin, Leninizm Dizisi, Defter 6, sayfa 74-75, İnter Yayınları)
Yeni Dünya İçin Çağrı yayın hayatını tüm güçlüklere, sermayenin devletinin baskılarına ve maddi zorluklara rağmen sürdürmektedir… Bu sesten sermayenin güçleri, sermayenin devleti, polisi, yargı organları korkmaktadır. Yeni Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güçler ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar. Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde kararlıdır. Aşağıda Yeni Dünya İçin Çağrı'yı susturmak için açılan davaların ve cezaların bir listesini yayınlıyoruz: Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan davalar: İstanbul 5 Nolu DGM . 2001 / 145 Esas, ÇAĞRINisan 2001- 46. Özel Sayı: “1 Mayıs’ ta Devrimci Saflara“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2-son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL. sı Ağ. Para Cezası Karar Yargıtay tarafından ONANADI. *** ( AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 4 Nolu DGM . 2001 / 102 Esas, ÇAĞRI -Mart 2001- 42. Özel Sayı: Sayfa 17: “Ulusal Baskılara Son“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL. sı Ağ. Para Cezası Karar Yargıtay tarafından ONANDI. *** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 2 Nolu DGM. 2002/ 190 Esas, ÇAĞRI- Haziran 2002- 6. Sayı: Sayfa 5-6-7: “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi..” Sayfa 17: “Halkımıza” başlıklı yazılar., 3713 sayılı yasanın 6/2son mad. 5680 sayılı Yas. Ek 2/1. mad., KARAR Aziz ÖZER: 218.103.000 TL. sı Ağır Para Cezası (15 Gün Kapatma) Karar Yargıtay tarafından ONANDI. *** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 2 Nolu DGM. 2003/ 285 Esas ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm..” başlıklı yazı., TCK. nun 312/2-son maddesi 5680 sayılı Yas. Ek 2/1. mad. Son durum: Dosya İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ ne gönderildi. Yargılama bu Mahkemede 2004 / 1197 Esas sayılı dosya üzerinden yapılıyor. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu
Y
DGM.) 2005/ 40 Esas, ÇAĞRI- Ocak 2005- 1. Sayı: Arka kapak “Cezaevlerindeki Tecritle İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad. Görevsizlik kararı verildi. Dosya İstanbul Asliye Ceza Mahkemesine gönderildi) Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2004/ 305 Esas ÇAĞRI- Şubat 2001-42. Özel Sayı: Sayfa 13-16: “Operasyonland” ve ”Cezaevlerine Devlet Saldırısı“ başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER TCK. nun 159/1. maddesi, Aziz ÖZER hakkında, TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 1 Yıl Ağır Hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 854 Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da. Dosya No: 2004/ 269 Esas ÇAĞRI- Ekim 1999- 27. Sayı: Sayfa 17: “Cezaevinde Yargısız İnfaz…“ başlıklı yazı. ÇAĞRIOcak 2000- 30. Sayı: Sayfa 29: “ Bu Kadarı da Olmaz” başlıklı yazı. Sanık: Aziz ÖZER - TCK. nun 159/1. maddesi. Son durum: Aziz ÖZER hakkında TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 2 Yıl hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 907 Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da. Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2002 / 375 Esas ÇAĞRI- Haziran 2002- 57. Sayı: Sayfa 18-26 “Şövenist Çenelerini tutmayı Bilmeyen…” ve “ABD nin Taşeronu, TC. Ordusu” başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER - Sevk maddesi: TCK. nun 159/1. maddesi Son durum: Yargılama devam ediyor.
Dosya No: 2002 / 204 Esas ÇAĞRI- Şubat 2002- 53 Sayı: Sayfa 12 “Susma, Devrimci tutsakların Taleplerini sahiplen“ başlıklı yazı. TCK. nun 159/1. maddesi , KARAR Aziz ÖZER: 6 Ay Hapis Cezasına mahkum edildi. Karar Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da BOZULDU. Yeni Dosya No: 2005 / 420 Esas *** Tuzla Sulh Ceza Mahkemesi 2003 / 671 Esas ( Afiş davası ) Sanık: Aziz ÖZER: TCK. 536. maddesi. Karar: Para cezasına Mahkumiyet-tecil. (Yargıtay’ da bozuldu) İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2003 / 938 Esas , ÇAĞRI- Temmuz 2003- 7. Sayı Sayfa 12: “Gülbahar’ a Saldırı Hepimizedir “ başlıklı yazı.. Dosya No: 2003 / 1192 Esas, ÇAĞRI- Eylül 2003- 70. Sayı Sayfa 12: “ Tecavüzü Yapana Değil,Yazana dava “ başlıklı yazı.. Karar: Aziz ÖZER hakkında …Para cezasına mahkumiyet kararı verildi. Dosya No: 2004 / 64 Esas, ÇAĞRI- Ekim 200371.Sayı: Sayfa 3-5 “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm “ başlıklı yazı.. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 65 Esas, ÇAĞRI- Kasım 200372.Sayı: Sayfa 3-5 “Irak’ta İşgal Ortaklığına Hayır“ başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 162 Esas , ÇAĞRI-Aralık2003-.Sayı: Sayfa 4-5 “AKP. nin Ampulü Kimin için yanıyor” ve Sayfa 8 “ 19 Aralık katliamını Unutmadık, unutmayacağız“ başlıklı yazılar. TCK. nun 159. maddesi Yazarlar: Mustafa DURMAZ – Ali Kamber KARAAĞAÇ
Dosya No: 2004 / 1197 Esas , ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm.” başlıklı yazı. (İstanbul 2 Nolu DGM. den gelen 2003 / 285 esas sayılı dosya) TCK. nun 312/2-son maddesi Dosya No: 2004 / 1271 Esas, ÇAĞRI-Haziran2004-.79.Sayı- Sf. 10 “Enternasyonalizm Bayrağı İle Alanlara” başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 1563 Esas (Çağrı- 2004 Eylül Sayısı) 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası. Dosya No: 2004 / 1570 Esas (Çağrı- 2004 Kasım Sayısı) 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası. Dosya No: 2005 / 24 Esas 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: 500 Milyon TL. sı Para cezası verildi. Dosya No: 2005 / 164 Esas, ÇAĞRI- Nisan2005-.Sayı:Sayfa 3-5 “Tarihle Yüzleşme Zamanı: Unutma mı? İnkar mı? Yazar olarak bildirilen ERKAN AKAY hakkında dava açıldı Dosya No: 2005 / 350 Esas, ÇAĞRI- Ocak 20051. Sayı: Arka kapak “ Cezaevlerindeki Tecritle İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu DGM.) 2005/ 40 Esas Görevsizlikle bu Mahkemeye geldi)
Yeni Dünya İçin Çağrı’yı destekle!
eni Dünya İçin Çağrı siyasi bir gazete. Ülkemizde si yasi gazete çok sayıda var. Özellikle sermaye medyasının elinde bir çok gazete bulunmakta. Bunların hepsinin ortak özelliği var olan sö mürü ve baskı düzenini savunmak onu hoş göstermektir. Sermaye basını işçilerin, emekçi gençlerin, emekçi kadınların ve emekçi köylülerin so runlarının dile getirilmesi, onların çıkarına bir siyasi çizginin izlenmesi için değil, yalnızca ve yalnızca ser mayenin çıkarları için uğraşıyorlar. Sermaye basının arkasında büyük paralar, büyük sermayedarlar var. Bu yüzden onların maddi açıdan işçi lerin ve diğer emekçilerin desteğine pek ihtiyacı yok. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi ser maye basının tam tersine işçilerin ve emekçilerin haklı mücadelesinin bir sesi, onların davalarının bir bayrağı. Yeni Dünya İçin Çağrı işyerlerinde her gün patron baskısı altında sınıf bilinci kinlenen, grev ve diğer dire nişlerde onurlu mücadeleye atılan, sendikal örgütlülüğüne sahip çıkan, sendikal mücadelenin demokratik ve devrimci bir seviyeye yükseltilmesini savunan işçilerin sesidir.
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, emperyalist barbarlığın tek alterna tifi olan sosyalizmi kurma ve yeni bir dünya yaratma çağrısıdır! Yeni Dünya İçin Çağrı demokratik bir lise eğitimi, demokratik, özerk ve bilimsel ilkeleri temel alan bir yüksek eğitim mücadelesi veren üniversite gençliğinin basındaki temsilcisidir. Yeni Dünya İçin Çağrı yaşam te mellerini her gün daha fazla kâr dür tüsü ile büyük oranda yok eden, işçi ve diğer emekçilerin beslenme araç larını kimyasal zehir deposu haline getiren, işçilerin ve diğer emekçilerin sağlığını ancak ticaret aracı olarak gören kapitalist sömürü düzeninin reddidir. Yeni Dünya İçin Çağrı insanın in sanca yaşayacağı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratma çağrısıdır! Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, işçi ve diğer emekçi kadınlar üzerinde estirilen cinsiyet baskısına, onun aşağılanmasına karşı mücadelenin, işçi ve emekçi kadınların hayatın her alanında eşit haklara sahip olması nın tutarlı bir savunucusudur. Yeni Dünya İçin Çağrı her türden milli ve dinsel baskının, imtiyazların tutarlı bir düşmanıdır. O, her türden
milliyetlere ve dine bağımlı insanla rın birarada, kardeşçe ve eşit haklara sahip özgür bir dünyada yaşamaları nın taraftarıdır. Yeni Dünya İçin Çağrımız bu amaçları doğrultusunda yayın haya tını tüm güçlüklere, sermayenin dev letinin baskılarına ve maddi zorluk lara rağmen sürdürmektedir… Bu sesten sermayenin güçleri, ser mayenin devleti, polisi, yargı organ ları korkmaktadır. Yeni Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güç ler ellerinden gelen her çabayı göste riyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar. Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılı yorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde kararlıdır. Çağrımız sana işçi arkadaş! Bu bayrağın, bu sesin daha da güç lendirilmesi gereklidir. Yeni Dünya İçin Çağrı senin gazeten, senin da van, senin mücadelendir. O’nu des tekle, O’na bağış ver! Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi se nin desteğinle, senin bağışın ve maddi yardımınla sermaye basının karşısına daha gür bir sesle çıkacaktır. Bağış kampanyasına katıl!
Yayın Türü: Yerel Süreli º ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer º Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Okmeydanı/ Şişli - İstanbul Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com www.ydicagri.com º Banka Hesap No: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul Hesap No: 1022 0 738654 º Yurtdışı Temsilciliği: Güney Kitabevi Frohlinder Strasse 60 44577 Castrop-Rauxel Tel.: (02305) 542846 Fax: (02305) 542845 º SAYI: 95 · ARALIK’2005 ISSN 1301-692X95 º Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro º Baskı: Maya Matbaası (501 22 99)
27