AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
SAY
E I l H JM AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
Haziran 2008/06 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X123
yeni bir dünya gerek insanlığa, PANORAMA olmaz deme, bensiz olmaz de... İktidar dalaşı sertleşiyor
Kapitalist ölüm makinasının tipik bir örneği: Tuzla Tersaneleri
Myanmar: “Nergiz Siklonu” ve emperyalistlerin sahtekarlığı...
•
editÜrden - içindekiler
EditĂśrden...
İçindekiler AYLIK SİYASİ GAZETE
KarkerĂŞn jin Ăť mĂŞr! Ji xeynĂŽ zencĂŽrĂŞn we tiĹ&#x;tekĂŽ we yĂŞ wendakirinĂŞ tune! HĂťn dikanin cĂŽhanekĂŞ nu wergirin!
SAY
E I l H JM AR
KadÄąn ve erkek iĹ&#x;çiler! Zincirlerinizden baĹ&#x;ka kaybedecek birĹ&#x;eyiniz yok! KazanacaÄ&#x;ÄąnÄąz yeni bir dĂźnya var!
)B[JSBO t 'Ćž:"5* :5- ,%7 %")Ćž- t *44/ 9
yeni bir dĂźnya gerek insanlÄąÄ&#x;a, PANORAMA olmaz deme, bensiz olmaz de... Ä°ktidar dalaĹ&#x;Äą sertleĹ&#x;iyor
Kapitalist ĂślĂźm makinasÄąnÄąn tipik bir ĂśrneÄ&#x;i: Tuzla Tersaneleri
Myanmar: “Nergiz Siklonuâ€? ve emperyalistlerin sahtekarlÄąÄ&#x;Äą...
DeÄ&#x;erli Okuyucu, MayÄąs ayÄą Deniz'lerin, Ä°bo'larÄąn katledildiÄ&#x;i aydÄąr... TĂźrkiye'de devrimci hareketin temellerini atan Mahir'ler, Deniz'ler ve Ä°bo'lar birçok çevre tarafÄąndan çeĹ&#x;itli etkinliklerle anÄąldÄąlar... Bu bĂźyĂźk devrimciler içerisinde Ä°brahim Kypakkaya aynÄą zamanda KomĂźnist Partisi'ni MarksistLeninist temele oturtmasÄąyla ve TĂźrkiye devrimci ve sosyalist hareketi içerisinde KĂźrt Sorunu ve Kemalizm gibi konularda doÄ&#x;ru M-L gĂśrĂźĹ&#x;leri ilk defa ve cesurca dile getirmesiyle diÄ&#x;erlerinden ayrÄąlÄąyor. O genç yaĹ&#x;ta katledilmesine raÄ&#x;men geriye bugĂźn bile devrim ve sosyalizm mĂźcadelemize ÄąĹ&#x;Äąk tutan bir miras bÄąraktÄą. Bu mirasÄąn yeni nesillere taĹ&#x;ÄąnmasÄą,
iĹ&#x;çi sÄąnÄąfÄąna taĹ&#x;ÄąnmasÄą en Ăśnemli gĂśrevlerimizdendir. Ä°Ĺ&#x;te bu yĂźce gĂśrevin mĂźtevazi bir parçasÄą olarak, Ä°brahim'i deÄ&#x;iĹ&#x;ik etkinlikler ve pikniklerle andÄąk. Ä°brahim'i en iyi anmanÄąn ve savunmanÄąn yolu ise onun gibi yaĹ&#x;amaktan, onun gibi mĂźcadele etmekten, onun baĹ&#x;latmÄąĹ&#x; olduÄ&#x;u iĹ&#x;çi sÄąnÄąfÄąnÄąn kurtuluĹ&#x; mĂźcadelesini ileriye taĹ&#x;Äąmaktan, onun yĂźkseklere kaldÄąrdÄąÄ&#x;Äą M-L bayraÄ&#x;Äą daha da yĂźkseklere taĹ&#x;Äąmaktan, onun temellerini attÄąÄ&#x;Äą doÄ&#x;ru gĂśrĂźĹ&#x;leri daha da ilerletmekten geçiyor. Yani kÄąsacasÄą devrim ve sosyalizm mĂźcadelesi için ĂśrgĂźtlenmekten geçiyor. Ă–nĂźmĂźzde TĂźrkiye'deki iĹ&#x;çi sÄąnÄąfÄąnÄąn en Ĺ&#x;anlÄą mĂźcadelelerinden birisinin yaĹ&#x;andÄąÄ&#x;Äą Haziran ayÄą duruyor. 15-16 Haziran iĹ&#x;çi sÄąnÄąfÄąnÄąn gĂźcĂźnĂź gĂśsteren en Ăśnemli mĂźcadele sayfalarÄąndan biridir. GĂźnĂźmĂźzde hala ĂśÄ&#x;retmeye devam ediyor. Yeni 15-16 Haziran'lar için ileri! Haydi Ä°brahim Kaypakkaya'nÄąn çizmiĹ&#x; olduÄ&#x;u ve 15-16 Haziran DireniĹ&#x;inin de açmÄąĹ&#x; olduÄ&#x;u yolda ileri! YDÄ° ÇAÄžRI, 30 MayÄąs 2008 • DeÄ&#x;erli Okuyucu, geçen sayÄąmÄązÄąn baĹ&#x;yazÄąsÄąnda 301'den dava açmak için CumhurbaĹ&#x;kanĹ’nÄąn izin vermesi Ĺ&#x;artÄąndan bahsetmeĹ&#x;tik, doÄ&#x;rusu Adalet BakanÄąnÄąn onayÄąnÄąn gerektiÄ&#x;idir. DĂźzeltir, okurlarÄąmÄązdan ĂśzĂźr dileriz.
YDİ ÇAĞRI
GĂœNDEM Ä°ktidar dalaĹ&#x;Äą sertleĹ&#x;iyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEĹžLİĞİ İÇİN En çok ayrÄąmcÄąlÄąk onlara: Romanlar / Çingeneler . . . . . . . . . . . . . 4 KimliÄ&#x;ini arayan bir Rum‌. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 SoykÄąrÄąm paneli . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ä°Ĺ&#x;kence gĂśrenlerle dayanÄąĹ&#x;ma gĂźnĂź . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 MayÄąs'ta Ä°brahim'i andÄąk. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Gençler Ä°brahim Kaypakkaya'yÄą andÄąlar!. . . . . . . . . . . . . . . . .
YENÄ° KADIN DĂœNYASI Erkek egemenliÄ&#x;inin barbar yĂźzĂź: Cinsel Taciz! . . . . . . . . . . . . . . 8 YENÄ° İŞÇİ DĂœNYASI Kapitalist ĂślĂźm makinasÄąnÄąn tipik bir ĂśrneÄ&#x;i: Tuzla Tersaneleri. . . . . Limter-Ä°Ĺ&#x; basÄąn açĹklamasÄą yaptÄą. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ă–rgĂźtlenme konulu iĹ&#x;çi toplantÄąsÄą yapÄąldÄą. . . . . . . . . . . . . . . Eti Tam GÄąda’da Toplu Ä°Ĺ&#x; SĂśzleĹ&#x;mesi yapÄąldÄą . . . . . . . . . . . . . . SCT'de iĹ&#x;çiler iĹ&#x;baĹ&#x;Äą yaptÄą . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Pratiker Marketlerinde iĹ&#x;çiler sendikalaĹ&#x;tÄąklarÄą için iĹ&#x;ten atÄąlÄąyorlar. . . Devlet 1 MayÄąs 2008’de terĂśr estirdi . . . . . . . . . . . . . . . . . EskiĹ&#x;ehir’de 1 MayÄąs. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Amed'de 1 MayÄąs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bursa'da 1 MayÄąs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ĂœĂ§ Ăśrnek, bir gerçek‌ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1 EK:2 EK:4 EK:5 EK:5 EK:5 EK:6 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8
PANORAMA MYANMAR: "Nergiz Siklonu" ve emperyalistlerin sahtekarlÄąÄ&#x;Äą... . . . . . . 9 RUSYA : BaĹ&#x;kanlÄąk seçimi ve gĂśrev taksimi‌. . . . . . . . . . . . . . 10 KĂźba'da Halk SaÄ&#x;lÄąk Sistemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
11
YAĹžAMA TEMELLERÄ°NÄ° KORUMA MĂœCADELESÄ° BiyoyakÄąt dedikleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 DoÄ&#x;al felaketler yoksullarÄą vuruyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Kentsel dĂśnĂźĹ&#x;Ăźm mĂź, kentsel yÄąkÄąm mÄą?. . . . . . . . . . . . . . . . 14 DaÄ&#x; fare doÄ&#x;urdu!
301 deÄ&#x;iĹ&#x;ti, ama nasÄąl?. . . . . . . . . . . . . . . . 15 KayÄąplar anÄąldÄą. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
• ÇAÄžRI BasÄąn YayÄąn Ltd. Ĺžti AdÄąna Sahibi: Aziz Ă–zer • Sorumlu YazÄąiĹ&#x;leri MĂźdĂźrĂź: Ä°lyas Emir • YĂśnetim Yeri ve Adresi: HĂźseyin AÄ&#x;a Mah., Balo Sok. No: 29/5 BeyoÄ&#x;lu - Ä°stanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: TĂźrkiye Ä°Ĺ&#x; BankasÄą Galatasaray-Ä°stanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SayÄą: 123 ¡ Haziran 2008 • ISSN 1301-692X123 • FiyatÄą: TĂźrkiye: 2,00 YTL (KDV DAHÄ°L) TĂźrkiye DÄąĹ&#x;Äą: 2,50 Euro • BaskÄą: UÄ&#x;ur MatbaacÄąlÄąk ¡ Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. MatbaacÄąlar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 ¡ TopkapÄą - Ä°stanbul • YayÄąn TĂźrĂź: YaygÄąn SĂźreli
mail@ydicagri.org www.ydicagri.org
• 2
6 6 7 7
gündem
İktidar dalaşı sertleşiyor
İktidar uğruna, bir süreden beri yürüyen kavga giderek sertleşiyor. Karşılıklı bildiriler yayınlanıyor. Taraflar birbirini dinliyor. Birbirlerinin kirli çamaşırlarını açıklamakla birbirlerini tehdit ediyorlar.
D
evlet katında kavga var. Bu kavga başka kavga. Bu kavga iktidara, devlete kim sahip olacak kavgası. Dolayısıyla içeriği, yürütülüş biçimi itibariyle bu kavga kayıkçı kavgasıdır. İktidar uğruna, bir süreden beri yürüyen kavga giderek sertleşiyor. Karşılıklı bildiriler yayınlanıyor. Taraf lar birbirini dinliyor. Birbirlerinin kirli çamaşırlarını açıklamakla birbirlerini tehdit ediyorlar. İktidar dalaşının kimi görüntüleri bunlar. Kavga gizli kapaklı yürümüyor. Açıktan, cephe savaşı şeklinde yürüyor.
AKP’yi kapatma davası-ortam giderek geriliyor AKP Hükümeti ile Kemalistlerin köşe başlarını tuttuğu yargı arasında kavga had safhada. 21 Mayıs günü, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayınladığı bildiri de, “Hükümetin yargıya müdahale ettiği, yargının siyasallaştırılmak istendiği, Anayasa Mahkemesi’nin etkilemeye çalışıldığı, yargıya karşı sistemli saldırıların olduğu, yandaş yargı yaratılmak istendiği” vb söylenerek hükümete ağır suçlamalarda bulunuldu. Hükümet suçlamalara anında yanıt verdi. “Yargıtay Başkanlar Kurulu, görev ve yetkilerini aştığı, siyaset yaptığı, hukukun dışına çıktığı, muhalefet partisi gibi davranmakla” vb. suçlandı. Hükümet saldırıya karşı, saldırı ile cevap verdi. AKP hakkında açılan kapatma davasında süreç işliyor. Kapatma davasına karşı nasıl bir yol izleyeceğini tartışan, araştıran AKP savunma yapmaya karar verdi. Ön savunma Anayasa Mahkemesi’ne verildi. Parti kapatılmasını zorlaştıran Anayasa değişiklik paketi, muhalefetin destek vermemesi, patronların yaptıkları “ortamı germeme” çağrısı sonucu olarak da rafa kaldırıldı. AKP’nin kapatılması durumunda, yedek partinin kurulması, Mart 2009’da yapılacak yerel seçimlerin öne alınması vb. konuşulan konular arasında. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, kendisini takip eden sivil bir aracı durdurması, aracın polise ait çıkması ile yaptığı açıklama ortalığı karıştırdı. Osman Paksüt, “iki aydır takip edildiğini” ve “davadan çekilmesi için baskı yapıldığını” açıkladı. Bu açıklamanın ardından
Anayasa Mahkemesi üyelerinin “diken üstünde” olduklarına ilişkin sözleri, yargı ile hükümet kavgasının, diğer bir ifade ile egemenlerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesinin boyutlarını göstermektedir. Hükümetten, emniyetten anında yapılan açıklamalarla ‘takip’ iddiası yalandı. “Polis aracının başka bir görev nedeniyle orada olduğu” açıklandı. Ama olan olmuş, bulunan kılıf minareye uymamıştı! Gündeme bomba gibi düşen, bir kısım medyanın rağbet etmediği başka bir iddia şu: Fikri Sağlar, Birgün Gazetesi’ndeki köşesinde Dolmaba hçe Saray ı’nda May ıs 2007’de gerçek leşen Başba kan Erdoğan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt görüşmesinde, Erdoğan’ın, Büyükanıt’ın eşiyle ilgili bir dosyayı masaya koyduğunu ve o günden sonra Büyükanıt’ın Erdoğan ve AKP’yi doğrudan hedef alan açıklamalardan kaçındığı iddia etmesi oluşturdu. Genelkurmay ve Hükümet, iddianın Vatan gazetesi tarafından manşete taşınması ile iddiaya oldukça sert şekilde cevap verdi. Fikri Sağlar hakkında tazminat davası açıldı. Bu örneklerden de görüldüğü üzere ortalık toz duman. Bu görüntüler, egemenler arasındaki mücadelenin ne kadar sert yürüdüğünü gösteriyor.
Güney Kürdistan-ilişkilerde yumuşama Güney Kürdistan’da çeşitli bölgelerin bombalanması, içte de operasyonlar aralıksız sürüyor. Türk devletinin bir dönem kırmızı çizgi ilan ettiği, Güney Kürdistan’da Federal Kürdistan Yönetimini tanımama siyaseti, gelinen yerde yumuşamış, delinmiş durumda. 24 Nisan’da yapılan MGK toplantısında “Kürt gruplar dahil tüm Iraklılarla görüşme” kararı doğrultusunda, Başbakanlık Özel Danışmanı Ahmet Davutoğlu ve Türkiye'nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik'in yer aldığı bir heyet Irak’a gitti. Heyet, Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, Federal Kürdistan Bölgesi Başbakanı Neçirvan Barzani ve diğer hükümet yetkilileri ile Bağdat’ta görüştü. 1 Mayıs’ta yapılan görüşmeden sonra Kandil bölgesi Türk devleti tarafından bombalandı.
Türk Heyeti’nin temasları hakkında Neçirvan Barzani şunları söylüyor: “Kürt Bölgesel Yönetimi-Türkiye ilişkilerinde ileri doğru tarihi bir adım da atıldı. 1 Mayıs’ta Türkiye’yle yapılan ilk resmi iki taraflı görüşmede yönetimimi en üst düzeyde bizzat ben temsil ettim. Bağdat’ta yapılan görüşme samimi bir havada geçti ve her iki taraf da birçok konuda benzer görüşler öne sürdü. Biz Türk meslektaşlarımıza iyi komşuluk ilişkilerine verdiğimiz önemi tekrar vurguladık ve bunun, Kürdistan Bölgesi’nde gitgide artan Türk yatırımıyla altının çizildiğini belirttik. Ayrıca görüşmelerimizde PKK sorunu dahil olmak üzere çözülmemiş tüm meselelerde pratik adımların atılması ve diyalogun devam etmesi ihtiyacına da odaklandık.” (20 Mayıs 2008, Radikal) Bu görüşmeler, malumun ilanı olmasa da, Federa l Kürdista n Bölgesi’nin Türk devleti tarafından bir anlamda tanınmasıdır. Güney’de çeşitli bölgelerin bombalanmasına karşı çıkan, Mesud Barzani görüşmelerden sonra, Türk devletine karşı söylemini yumuşatmış, “Kürtler için savaş döneminin kapandığını” açıklamıştır.
Sınıf hareketinin durumukıpırtı var Sınıf hareketinde, 2007 yılının ikinci yarısından itibaren başlayan bir kıpırdama var. Bu kıpırdama 2008 yılında da sürdü. 14 Mart’ta Emek Platformu’nun SSGSS’na karşı yaptığı kitlesel eylemler, işçi sınıfının gücünü gösterdi. Türk-İş’in hükümet ile anlaşması, eylemlerden yan çizmesi, 1 Nisan eylemlerinin 14 Mart gibi kitlesel geçmemesine yol açtı. Türk-İş aynı tavrını 1 Mayıs bağlamında da gösterdi. 1 Mayıs’ın Taksim meydanında kutlanması yönünde, DİSK ve KESK ile birlikte irade beyan eden Türk-İş, son anda bu tavrından vazgeçti. Türk-İş bünyesinde yer alan bazı sendikaların, Türk-İş’in geleneksel tavrı dışında hareket etmeleri olumludur.
Sınıf hareketi hala genel olarak savunma pozisyonundadır. Sendika bürokrasisinin egemenliği, var olanı başarılı bir koruma mücadelesi verilmesini engellemektedir. Sınıf hareketinin savunmadan çıkıp, sermayeye karşı yeni hakların elde edilmesi ve iktidar perspektifli mücadele zeminine oturması, sosyalizm ile sınıf hareketinin birleşmesine bağlıdır.
Kapitalizm öldürmeye devam ediyor-iş cinayetleri sürüyor Tuzla cehenneminden iş cinayetleri haberleri gelmeye devam ediyor. Sigortasız, sendikasız, güvenlik önlemlerinden yoksun çalıştırılan işçiler birer birer ölüyorlar. Tuzla, kapitalist sistemin işçi düşmanı yüzünü gösteriyor. Tersane sahipleri muazzam kar ederken, işçileri düşük ücretler, sigortasız, sendikasız, iş güvenliği olmadan çalıştırıyorlar. Arka arkaya iki işçinin iş cinayeti sonucu öldüğü Selah Tersane’sinin kapatılması göstermeliktir. Sorun bu düzenin kendisinde yatmaktadır. Tuzla örneğinin de gösterdiği gibi kapitalist sistem barbarlıktır. Barbarlığın panzehiri ise devrimdir.
Çözüm devrimde! Egemenleri kendi gündemleri ile baş başa bırakalım! Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde şu veya bu kanadın figüranı olmayalım! Egemenlerin kuyruğuna takılmayalım! Kendi gündemimizi oluşturarak devrim mücadelesini yükseltelim! Açlık, yokluk, yoksulluk, işsizlik, sendikasızlık, sigortasızlık, düşük ücretler vb. bizim gündemimiz olmalıdır. Üretenlerin yöneteceği bir dünya için, baskının, sömürünün olmadığı bir dünya için mücadele edelim, örgütlenelim. G elecek kend i el ler i m i z i le şekillenecek! Gelecek devrim ile yaratılacak! Haydi mücadeleye, örgütlenmeye! 22 Mayıs 2008 ✓
3
halkların kardeşliği için
En çok ayrımcılık onlara:
Romanlar / Çingeneler
H
ayatın her alanından dışlanan, yetmişiki milletin buçuğ u olara k görü lüp horlanan, aşağılanan Romanlar/ Çingeneleri bu sayımızda anlatacağız. Dünyada en fazla ayrımcılığa ve ırkçılığa uğrayan Çingeneler; U l a ş ı l a b i l i r Ya ş a m D e r n e ğ i ve Edirne Çingene Kü ltürünü Araştırma Geliştirme Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile birlikte, geleneksel Kakava Şenlikleri çerçevesinde Edirne'de, 7-8-9 Mayıs tarihlerinde bir araya gelerek, uluslar arası Roman Sempozyumu düzenlerler. Dünyadaki ve Türkiye’deki Romanların durumuna dikkat çekilen bu sempozyuma katılmak için, Avrupa’da ve Türkiye’de katılımcılar Edirne Türkan Sabancı Kültür Merkezi'nde bir araya gelirler. Bu sempozyumda; Türkiye'den ya da yurtdışından katılan her konuşmacının ortak görüşü "Dünya'da en fazla ayrımcılığa ve ırkçılığa" uğrayan halkın Roman halkı olmasıydı. Bu baskı kendini Kakava şenliklerine katılmak üzere Doğu Avrupa ülkelerinden gelen Romanların otobüslerinin Kapıkule'den geri çevrilmesiyle göstermişti. Konferans katılımcılarının en ünlü siması Brüksel'de yaşayan ve Brüksel'deki Avrupa Roma n En for ma syon Merkezi Başkanı İvan İvanov da havaalanında iki saatlik bir arama sonunda kendisini karşılamaya gidenlerle buluşarak konferanstaki yerini almıştı. İvan İvanov, bu konferansta, Romanlara uygulanan ayrımcılıktan söz ederek, "Romanlar hayatın her alanından dışlanıyorlar, eğitim alanında, sağlık ve iş alanında. Hükümetler ve yerel yönetimlerin buna karşı savaşmaları gerekiyor" diye çağrıda bulunarak Romanların içinde bulundukları duruma dikkat çekmiş.
Eğitim hakları engelleniyor
4
Bianette yazan Tolga KORKUT’a göre; “Roman çocukların eğitim
hakları engelleniyor. okullarda ayrı sıralara oturtularak, dışlanarak, düşük kaliteli eğitime zorlanarak ayrımcılığa uğruyorlar. Roman çocukların "öğrenemeyeceğini" düşünen öğretmenler var”., “Kağıthane'de Roman çocuklarla Roman olmayan çocuklar karışık sınıf lara kaydediliyor. Ama Çingene çocuklar çoğunlukla ayrı dersliklere yerleştiriliyorlar. … Roman çocuklar dersliklerde diğer çocuklardan ayrılarak farklı sıralara oturtuluyor. … Kağıthane'de bir Roman genç özel bir Kuran kursuna yazılmak istediğinde Çingenelerin kabul edilmediği yanıtını alıyor.” Vs. Hayat ı n her a la nı nda d ışlanan, horlanan Romanlar yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her tarafından ötekileştirilmişlerdir. Yoğunlukla yaşadıkları yerlerin dillerini konuşan Çingenelere Amed de “Domlar”deniyor. Buradaki Domlar ağırlıkla Kurmanci, Zazaca ve Türkçe konuşuyor. Anadilleri Domari'yi (Domca) grup içinde gizli bir dil gibi konuşmayı sürdürüyorlar.
terip asimile etmeye çalışan kapitalizme ve onun bir sonucu olan milliyetçi, ırkçı, şoven zihniyete karşı, hem maddi, hem manevi varlıklarını sürdürebilmelerinin tek yolu, hep birlikte yaşayarak korudukları ve sürekli olarak yeniden ürettikleri kültürlerine, müziklerine daha da sıkı sarılmak. Romanlar; kendilerini özgürce ifade edebilecekleri dillerini, kültürlerini geliştirebilecekleri sosyalizm için devrim mücadelesini yaşadıkları ülkelerin halkları ile birlikte yürüttüklerinde özgürleşeceklerdir. Edirne'de 7-8-9 Mayıs tarihlerinde düzenlenen Uluslar arası Roman Sempozyumunun iki günlük sonuçlar şöyle: “* Dünyada yaklaşık 12 milyon Roman yaşamaktadır. * Romanlar'ın Türkiye'de yoğ un olara k yaşadı k ları yerler, Kırklareli, Edirne, Ankara, İstanbul, Düzce, İzmit, İzmir, Afyon, Tokat, Sivas, Denizli, Mardin, Gaziantep, Kahramanmaraş, Adana, Samsun da yaşarlar. * Türkiye'de Romanların nüfusu resmi makamlara göre 500 bin resmi olmayan makamlara göre ise yaklaşık 2 milyon civarındadır. Bu grubun % 95'i yerleşik yaşama geçmişlerdir. * Geçimlerini müzisyenlik yaparak, çiçek satarak, sepetçilik, kalaycılık, demircilik veya hurda eşya toplayarak sağlarlar. * Türkiye'de genel olarak "Çingene" sözcüğü kullanılır. Batı Anadolu ve
* İskan Yasası'nın 4. maddesine ilişkin 1993 yılında Edirne eski milletvekili Erdal Kesebir Türkiye büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı'na verdiği teklifle değişiklik önerisinde bulunmuş fakat öneri dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından reddedilmişti. * Polisin Disiplinine, Merasim ve Topluluklardaki Rolüne ve Polis Karakolları teşkilatı ile Vazifelerine Dair Talimatname'nin Madde 134. te yer alan ve gerekli tedbirlerin alınması gereken şahıslar bölümünün 5. bendinde "esaslı bir mesleği olmayan çingeneler" olarak halen geçerliliğini korumaktadır. * İç i ş l e r i B a k a n l ı ğ ı 2 0 0 2 782-700/13848 sayılı yazısında ilgili Nüfus müdürlüklerine gönderdiği genelgede yurttaşlık başvurusunda bulunanlar hakkında temel alınacak ölçütler arasında yer alan 12.madde "dilencilik ve çingenlikle ilişkilerinin bulunup bulunmadığına" ilişkin araştırma yapılmasını istemiştir. * 1995 yılında basılan Milli Eğitim Bakanlığına ait örnekleriyle Türkçe Sözlük ve Türk Dil Kurumuna ait sözlükte "Çingenece, Çingenelik, Çingeneleşmek" sözcükler, cimri, hasis, açgözlü, arsız, yüzsüz, hayasız, çığırtkan, alçak gibi sıfatlarla vasıflandırılmışlardır. Tepkile üzerine değiştirilmiştir. * Türk Ansiklopedisinin 54 ve 55 inci sayfalarında "Çingenelerin yaşamları, sosyal ve kültürel seviye-
Trakya'da "Roman", Van ile Ardahan arasındaki bölgede "Mutrip", Orta Anadolu'da "Elekçi", Erzurum ve civarında "Poşa" Adana'da Cano ismiyle anılırlar. * 1934 tarihli İskan Kanununun İskan Mıntıkaları bölümünde halen Türkiye muhacir olarak alınmayacaklar arasında Madde 4'de "A. Türk kültürüne bağlı olmayanlar" "B. Anarşistler", "C. Casuslar", "Ç, Göçebe Çingeneler", "D. Memleket Dışına Çıkarılmış Olanlar" yer alırlar.
leri düşüktür. Yetmişikibuçuk millet olarak bilinirler. Pis insanlardır. Çocuk ve hayvan çalıp satarlar, gizli fuhuş yaparlar" denilmiştir. Tepkiler üzerine değiştirilmiştir.” Kaynak (Bianet) Romanlar üzerindeki baskının kaynağı kapitalizmdir Halkların gerçekte özgür olduğu tek sistem sosyalizmdir. Halkların kardeşliği için tek yol ise devrimdir! Mayıs 2008 ✓
Roman Kadın Olmak Çifte Ayrımcılık Görmek Demek Ezilen kadın sınıfsal baskının yanında cinsel baskıya maruz kalırken, Roman kadınlar aynı zamanda, kadın olduğu için de baskıyı daha ağır görerek yaşıyor. Çalgı çalar, şarkı söyler, göbek atar, mutlu ve neşelidir. Kafalardaki Çingene kadın şablonu genel olarak bu. Ama kafalardaki bu şablona bu ülkede yaşayan Çingene kadının durumu uymamaktadır. En çok sıkıntı çeken ötekilerdir onlar. İstatistikler, dünyanın en yoksulu, cebine günde bir dolardan az giren o en yoksul kadın bir Çingenedir Bu aralar, sıklıkla, yıkılan evlerinden yükselen çığlıklarını duymamak için kulaklarımızı tıkadığımız Çingene kadınlar; erkek toplumun ötekileri... Oysa ne kadar zevkli, televizyonda çalgılı çengili kavgalarını izlemek! Romanlara sürgün yollarını gös-
halkların kardeşliği için
Kimliğini arayan bir Rum…
B
u ba ş l ı ğa ba k ıp “nü f u s cüzdanı”mı kaybettiğimi, aradığım şeyin de Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından bana verilen bu “nüfus cüzdanı” olduğunu düşündüyseniz, bilin ki, yanlış düşünmüşsünüz. Haddime düşmeden mektubuma böyle başlamamı af eyleyin! Bana bunu yazdıran şey, Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içinde varolan sorunlar arasında, en önemli sorunlardan birinin “kimlik” sorunu olmasıdır. “Kimlik”, bir kişinin adının, soyadının ortaya konduğu bir belge olduğu gibi, kişinin karakterinin, siyasi tavrının ifadesi de olabilmektedir. Fakat bu aynı zamanda bir milletin, milli azınlığın kimliği de olabiliyor. Yani kısacası, “kimlik” denince bir çok anlamları içeren bir ifade, kavram kullanmış olunur. Benim aradığım “kimlik”, ne nüfus cüzdanı, ne de kendi karakterim ya da siyasi tavrımdır. Karakterimi siyasi tavrım belirlemektedir. Siyasi tavrım ise, en başta değişik halklar üzerindeki baskıya, işçilerin, emekçilerin sömürülmesine karşı durma tavrıdır. Emek sömürüsü üzerine kurulu sistem olan kapitalizme düşmanım. Bu tavrıma bakarak siz bana devrimci, komünist kimliğini layık görürseniz beni onurlandırmış olacaksınız. Nüfus cüzdanı bağlamında ise, belge olarak öyle bir “kimliğim” var. Şu ya da bu eylemde, ya da kontrolde Türk polisinin “kimliğini ver” demesi karşısında, çıkarıp göstereceğim, bir Türkiye Cumhuriyeti, nüfus cüzdanım, “kimliğim” var. Böylesi bir “kimliği” de aramıyorum. Hayır hayır, ben kendimin ait olduğu, milli azınlığın kimliğini arıyorum. Hoş, diyeceksiniz ki, eğer sen Rum isen, o zaman senin milli azınlığın Rum milli azınlığıdır. Daha ne arıyorsun? Ya da benim “kör”lüğümden bile dem vurabilirsiniz. Ben kör değilim ve etnik kökenimin Rum milli azınlığı olduğunu da gayet iyi biliyorum. Buna rağmen ama Türkiye Cumhuriyeti devleti denen resmi sınırlar içinde milli kimliğimi arıyorum. Yeni Dünya İçin Çağrı derginizin 77. sayısında yayınlanan, benim önceden internetten de okuduğum Yorgo Baca’nın “Aranan bir kimlik” başlıklı yazısının girişinde şunlar söylenmektedir: “Yıllardır biz İstanbul Rumlarına acı veren sorunlardan biri de bizim kim olduğumuz ve Atina’nın Palio Faliro ve diğer semtlerinde kendimizi nasıl ansızın bulduğumuzdu.
İstanbul’dan iki bin beş yüz yıllık bir uygarlığın sonunda nasıl oldu da kendi kökenimizi dahi ifade edemez duruma düştüğümüz ve kontrol dışı değişik nedenlerden ötürü kendimizi ve ne olduğumuzu unutmamızın dayatıldığı bir yere geldiğimizdir.” (sayfa 17) Evet Yorgo’nun bu tespiti, biz Rumların aradığı kimliğin hangi kimlik olduğuna belli ölçüde cevap vermektedir. Binlerce sene bu topraklarda yaşayan bizlerin, neden bu toprakların “yabancısı” olarak görüldüğümüz sorusu cevap bekliyor. Neden kimliğimize hakaret edilirken “Rum tohumu” oluyoruz da, şu ya da bu başarı “Türk” hanesine yazılarak “Türk” ilan ediliyoruz? Neden? Kuşkusuz ki bu soruların cevabı uzun uzun yazmayı gerektiriyor. Ben burada sadece soruna dikkat çekmekle yetineceğim. Bütün geçmiş tarihi bir kenara bırakıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temeli sayılan Lozan Anlaşması’ndan günümüze dek, yani 85 yıllık bir tarihe kısaca baksak bile, milli kimliğimizin inkâr edildiği, diğer millet ve milliyetlere karşı olduğu gibi, bizlere de milli baskı ve zulüm uygulandığı açıkça ortaya çıkar. Bu arada vurgulamak gerekir ki, bu tarihi Lozan Anlaşması ile başlatmam, Birinci Dünya Savaşı sürecinde yüzbinlerce Rum’un katledilmesini bile tartışmadığım anlamına gelmektedir. Kuşkusuz ki sözkonusu katliamlar, genelde yaşanılan bir soykırımın –Ermenilere yönelik soykırımın– bir parçasıydı. Sonraki tarihi süreç, gerçek anlamda ve detaylı tartışılırsa, bu soykırım olgusu tartışılmadan anlaşılamaz. Buna rağmen ama bu mektubumda böyle geçerken değiniyorum. Lozan Anlaşması ile biz Rumlar da dini azınlık olarak kabul edilmişiz. Buna göre, sözkonusu Anlaşma’nın 37. - 44. maddeleri bizim kimi haklarımızı garanti altına almıştır. Avrupalı emperyalist güçlere bir nevi “taviz” olarak verilen bu haklar, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca gerçek anlamda uygulanmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi kuruluş belgesi anlamında olan Lozan Anlaşması’ndaki “temel yasaları”nı kendisi çiğnemiştir. Bizi “koruma” adına verilen bu haklar, milli, etnik kimliğimizin en baştan itibaren reddedilmesi temelinde verilmiş, bizim, devlet tarafından korunacağımıza, devlet bizi sürekli baskı ve zulüm altında yaşatmıştır. Hemen hemen tüm Rumları –şimdi sayımız tüm Türkiye çapında kimi verilere göre 3500-5000 olarak
İnsanın bazen “yahu madem ki milli kimliğimizi inkâr ediyorsunuz, bari şu Lozan Anlaşması’nda bize dini azınlık olarak verilen haklarımızı kısıtlamayın” diyesi geliyor. Rum “dini azınlığın” hakları da –bazen az bazen çok ama– sürekli biçimde, ayaklar altına alınmıştır. veriliyor– süreç içinde Türkiye’den kovmuştur. Örneğin, 1924 yılında İstanbul’un nüfusu 1.000.000 iken, İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı 280.000’dir. Kaba bir hesapla dörtten birden biraz fazla. Şimdi ise bu oran 1994 nüfus sayımına göre binde birin çok altındadır. İstanbul’da anda yaşayan Rumların sayısı 3000 civarında veriliyor. Bu azaltılma süreci ise nüfus değiş-tokuşundan, Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül 1955 katliamından, 1964 yılındaki sürgün kararına ve 1970’li yılların yasaklarına kadar uzanan bir süreçtir. İnsanın bazen “yahu madem ki milli kimliğimizi inkâr ediyorsunuz, bari şu Lozan Anlaşması’nda bize dini azınlık olarak verilen haklarımızı kısıtlamayın” diyesi geliyor. Rum “dini azınlığın” hakları da –bazen az bazen çok ama– sürekli biçimde, ayaklar altına alınmıştır. Örneğin Fener Rum Patrikhanesi’nin Patriği olabilmek için sözkonusu kişinin “Türk vatandaşı” olması kuralı dayatılmıştır. Bu kural 1950-1963 yılları arasında kaldırılmış olsa da, sorunun özünü değiştirmiyor. Bu konudaki baskıların en önemli verilerinden biri de Rumların kendi dini yöneticilerini eğitmesi hakkının Heybeliada Ruhban Okulu’nun 12 Ocak 1971 tarihinde çıkarılan bir yasa ile kapatılmasıdır. Sonuç itibariyle bu topraklardaki tarihimizin –binlerce yıllık bir tarih– yok sayılması, inkâr edilmesi gibi, bu topraklarda yaşayan biz Rumların da hemen hemen yok edildiği –bu ister katilamlarla, isterse de nüfus değiştokuşu ya da sürgünlerle olsun özde değişmiyor– bir durum sözkonusudur. Bunun gibi bugün de hâlâ Fener Rum Patriği’ne, Patrikhanesi’ne karşı, özellikle de ekümenlik tartışması bağlamında sürekli bir düşmanlık kışkırtılmaktadır. Açık ırkçıların, faşistlerin bu düşmanlığı körüklemesi, onların zihniyeti bilindiğinde insana fazla zor gelmiyor. Fakat bir yandan Rum azınlığın da eşit haklara sahip olan bir kesim olduğunun propagandasını yapanlar –bunlar genelde hep anda hükümette olanlardır– ve diğer yandan da Avrupalı güçlere karşı kendilerini “demokrat” gibi satanların açık ırkçı tavırları, Patrikhane’ye karşı düşmanlığı kışkırtması insana
zor geliyor. Çünkü bunlar açıkça sahtekârlık yapıyor. Yoksa bunların da aynı zihniyette olduğu açıktır. Bu kısa tarihimizin gösterdiği şey, ne milli kimliğimizin, ne de dini kimliğimizin özgürce ifade edildiği, sürekli baskı altında olduğumuz gerçeğidir. Bu koşullarda kimliğimi aramam en basit, temel insan hakkına sahip çıkmamdan başka bir şey değildir. Bize karşı –Rum olduğumuzdan– düşmanlığı kışkırtanlar, hatta bizi Pontus nedeniyle “terörist, bölücü” ilan edenler, bakıyorsunuz ki bizi “Türk” de ilan etmiş… Tabii ki bu acaip bir şey değil onlar için.
BANA BU MEKTUBU YAZDIRAN HABER! Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanan Time dergisi, her sene yaptığı gibi bu sene de “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı’nı açıkladı. Sözkonusu listede, ABD’de yaşayan Türk kökenli kalp cerrahı Mehmet Öz “bilimciler ve düşünürler” kategorisinde yer alırken, Fener Rum Patriği Bartholomeos “liderler ve devrimciler” kategorisinde yer aldı. Türk medyası bu haberi 2 Mayıs’ta, “TIME 100’de iki Türk” (Hürriyet) ya da “Dünyada en etkili 100’e 2 Türk girdi” (Sabah) gibi başlıklarla verdi. Doğrusunu isterseniz 2 Mayıs’ta sözkonusu gazeteleri 1 Mayıs eylemlerinin haberlerini okumak için almıştım. Daha sonra Başbakan Tayyip efendinin 1 Mayıs’ta işçilere, emekçilere saldırganlığı “devlet görevini yaptı” açıklamasıyla haklı göstermeye çalıştığında itirafta bulunuyordu. Gerçekte de bu devletin görevi, işçilere, emekçilere saldırmak, onlara yaşamı dar etmektir. Rum Patriği’nin “Türk” olarak gösterilmesi zihniyeti de bu tavırla doğrudan bağlantılıdır. Onlar görevini yapıyor! Esas mesele ezilenlerin, halkların kardeşliğini sağlamak için, egemenlerin halklar arasında düşmanlığı körükleme oyununa gelmemeleri ve halklara düşman olan tüm kesimlere karşı ortak mücadele ve birliği sağlamaya çalışmalarıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için kimliğimi arıyoRUM… 27 Mayıs 2008 Çağrı okuru bir RUM ✓
5
gündem
Soykırım paneli
T
ürkiye’de Nisan ayı Ermeni sor u nu nu n hem duya rl ı devrimci-demokrat kesimin, hem de egemenlerin gündemine geldiği aydır. Bundan bir kaç yıl öncesine kadar Ermeni kelimesinin bile tabu olduğu bu ülkede şimdilerde bunun üzerine daha fazla tartışılıyor. Tüm kesimler kendi açılarından 1915’de yaşananların ne olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Türkiye’deki sol hareketin ezici çoğunluğu son tahlilde sosyal şoven pozisyonları savunurken egemenler de örgütledikleri
çeşitli etkinliklerle ya da propagandalarla gerçek suçluları gizlemeye çalışarak zaten toplumda önemli ölçüde varlığını koruyan Ermeni düşmanlığını daha da körüklüyorlar. Bu yıl da bu konuda farklı bir durum yaşanmadı. İlkokul çocuklarının gözleri önünde sergilenen idam sahneleriyle “ermeni mezalimi” daha şimdiden o küçücük beyinlere sokularak yeni düşmanlıkların tohumları atıldı. Egemenlerin Ermeni düşmanı siyasetine proleter enternasyonalisti bir anlayışla karşı çıkmak ve halk-
İşkence görenlerle dayanışma günü
İ
6
şkence "güçlü benim" demenin bir yolu. Dünyanın en eski cezalandırma yöntemlerinden biri. Sonraki yıllarda cezalandırmanın yanı sıra sindirme ve bilgi alma maksadıyla özellikle diktatörlük ve cunta dönemlerinde yoğun olarak kullanılmış. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan acıların ardından daha demokratik bir dünya hayalini kuran yine II. Dünya Savaşı’nın mümessili olan devletler, aralarında toplanarak 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini imzalamışlar ve bu Beyanname’nin 5. maddesine de hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da onur kırıcı davranış veya ceza uygulanamayacağı hükmünü koymuşlar. Ardından 1952’de yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 3. maddesinde hiç kimsenin işkence, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabii tutulamayacağını belirtmiş, 26 Haziran 1987 tarihinde ise “İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme” Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş. Yine Birleşmiş
Milletler 26 Haziran’ı 1997 yılında “İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etmiş. Bir de 1987 tarihli İşkencenin, Gayri İnsani ya da Aşağılayıcı Ceza ve Muamelenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi var. Türkiye bu sözleşmelerin hepsine taraf, taraf olmasına da, Osmanlı’dan beri bir devlet geleneği olarak süren işkenceden egemenlerin kolay kolay vazgeçmesi söz konusu da değil. Atasözlerine bile dayağın cennetten çıkma olduğu, öğretmenin vurduğu yerde gül biteceği gibi saçmalıklar yansımış. Böyle bir toplumda işkencenin aydınlatılması da güç. Çünkü karakola giden kişi bir iki tokat yemeyi göze alarak gidiyor. Bunu toplum olarak içselleştirmişiz. Ancak artık neredeyse her köşe başında bir TV kamerasının veya fotoğraf makinesinin olmasından dolayı bu olayları saklamak o kadar kolay olmuyor. Mızrak çuvala sığmıyor yani. Bilindiği gibi Türkiye’nin işkence konusunda sicili hayli kabarık. Özellikle 1980 cuntası döneminde binlerce insan işkenceden geçmiş, bir kısmı işkencede ölmüş. Daha sonraki
ların kardeşliği için mücadele yürütmek dün olduğu gibi bugün de önemli bir sorun olarak ortada duruyor. Bu mücadelenin bir parçası olan bizler halklar arasındaki kardeşliğin yeşermesi için atılan adımlara bir adım daha katabilmek umuduyla 4 Mayıs Pazar günü Güney Kültür Merkezi’nde hem Ermeni soykırımını hem de genel olarak son yüzyılda yaşanan soykırım ve katliamları anmak ve bunların günümüzde ne anlama geldiğini tartışmak üzere biraraya geldik. Etkinlik Hitler faşizminin Yahudi soykırımında, 2. Dünya savaşı sırasında Dachau toplama kampında gerçekleştirdiği toplu katliamlarını gösteren, Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombaları öncesinde de Japonya’yı bombalaması ve bu bombardımanda yüzbinlerce insanın yanarak kömürleştiği karelerin yer aldığı bir sinevizyon gösterimi ile başladı. Sinevizyonda katliamın resimleri ile birlikte yer alan bilgilendirme notları ile kapitalizmin vahşeti gözler önüne serildi. Sinevizyon gösteriminin hemen ardından 1 Mayıs’ta Taksim’e girmek isteyen işçi ve emekçilere yönelik devlet terörünü gösteren ve kendi çekimlerimizden oluşan video izlendikten sonra verilen bir aranın ardından toplantının soru cevap bölümüne geçildi. Burada gelen esas sorular Ermeni soykırıyıllarda da bu tablo bu kadar şiddetli olmasa da devam etmiş. İşkence konusundaki çalışmaları uluslararası kabul gören TİHV İzmir Temsilcisi Prof. Dr. Veli Lök, 2000’lerin başından itibaren azalmaya başlayan işkence ve kötü muamele iddialarının 2006–2007 yıllarından başlayarak bir artış gösterdiğini belirtiyor. Lök, özellikle Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan değişiklikten sonra terörle mücadele şubelerinde değil fakat karakollarda adli suçlulara yönelik olarak kötü muamele iddialarının arttığını dile getiriyor. Yine 1 Mayıs’ta da gördüğümüz gibi sokakta, eylemlerde kullanılan şiddetin dozunun da arttığı görülüyor. Şiddeti uygulayan kamu görevlilerin ise tespiti neredeyse hiç mümkün değil. Bütün dünyada olduğu gibi işkence ve kötü muamele uygulamalarının önüne geçilememesinin bir diğer sebebi de şüphesiz cezasızlık. Bir diğeri ise işkencenin adli raporlara geçmesindeki sorunlar. İşkence davalarında kullanılacak olan tıbbi raporlamanın nasıl yapılacağını anlatan BM İstanbul Protokolü çoğu durumda dikkate alınmamakta. Kısacası işkenceye sıfır tolerans,
mının daha ayrıntılı ortaya konması, soykırımın ne olduğu, büyük çaplı katliamlar ile soykırım arasındaki farkın ne olduğu vb. sorulardı. Gelen sorulara verilen cevapların ardından tartışma bölümüne geçildi. Yürütülen tartışmalarda ise Ermeni soykırımının bugün nasıl bir tarihi öneme sahip olduğu anlatılırken halkların kardeşliğini sağlamak ve Türkiye’de yaşayan tüm milliyetlerden halkların ortak mücadelesi için proleter enternasyonalisti bir siyasetin yürütülmesi gerektiği üzerinde duruldu. Bunun dışında geçmişte soykırım yaşamış bir ulus olarak Yahudi ulusunun ve İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı katliamların nasıl yorumlanması gerektiği, soykırımlarda ezen ulustan işçi ve emekçilerin bir tarihi sorumluluğunun olup olmadığı, varsa bunun ne anlama geldiği üzerinde detaylı tartışmalar yürütüldü. Nisan ayındaki yoğunluk nedeniyle 4 Mayıs’ta gerçekleştirdiğimiz bu etkinlikle soykırımları lanetlerken kapitalizmin vahşet ve barbarlık demek olduğu, soykırımların, katliamların yaşanmaması için kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadele edilmesi gerektiği bilince çıkarılarak etkinlik sona erdirildi. 6 Mayıs 2008 ✓
Avrupa Birliği’ne uyum gibi laflarla işkencenin önüne geçilemiyor. Gerçekler bir yerde patlıyor işte. 1 Mayıs sonrası yaşananlara ilişkin “gereken yapıldı” diyenler de işkenceye sıfır tolerans diyenler de aynı kişiler. Sadece Türkiye’de değil, burjuva demokrasisi anlamında gelişmiş zengin Kuzey ülkeleri de bu konuda sabıkalıdır. Sorun düzen sorunu. Bu düzen olduğu sürece işkence de olacaktır. 20.05.2008 Bir YDİ Çağrı Okuru ✓
gündem
18 Mayıs'ta İbrahim'i andık
G
üney Kültür Merkezi ve Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak her yıl düzenlediğimiz 18 Mayıs pikniğini bu yıl da gerçekleştirdik. 18 Mayıs’ın Pazar gününe denk gelmiş olması İbrahim Kaypakkaya’yı katledilişinin 35. yılında aynı günde anmamıza olanak tanıdı. İstanbul Çatalca’daki piknik alanında yaptığımız pikniğe çevremizden yaklaşık 60 arkadaş katıldı. Sabahın erken saatlerinde vardığımız piknik alanına yaptığımız kahvaltının ardından bir arkadaş İbrahim Kaypakkaya ile ilgili hazırladığı 15 dakikalık konuşmasını aktardı. Konuşmada İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt sorunu bağlamındaki tavırlarına değindi. Kemalistlerin, ulusal kurtuluş savaşının ardından 1923 yılında iktidara gelmeleri ile birlikte, özellikle iktidarlarını sağlamlaştırdıkları 1925’li yıllardan itibaren sosyalistlere ve komünistlere karşı gerçek anlamda bir sürek avı başlattığını onların her türlü faaliyetini engellemeye çalıştığını, aynı şekilde işçi sınıfının da her türlü örgütlenmesinin karşısında durduğunu ve işçi sınıfının hareketini bastırmak için elinden geleni yaptığını belirtti. Yani Kemalist hareketin ve Kemalist iktidarın en başından itibaren işçilere, köylülere ve tüm ilerici, komünist muhalefete düşman bir burjuva hareketi olduğunu ortaya koydu. Buna rağmen Türkiye’deki sol hareketin – İbrahim Kaypakkaya dışta tutulduğunda - Kemalizm hayranlığının nereden kaynaklandığı sorgulanarak Kemalizm’de anti emperyalistlik, ilericilik, sosyalistlik vs. gibi onda olmayan özelliklerin onda varmış gibi görülüp gösterilmesinden kaynaklandığını belirtti. Kemalist harekete ve Kemalist iktidara karşı ilk köklü eleştirinin 1972 yılında İbrahim Kaypakkaya tarafından “Kemalizm” yazısında ortaya konduğunu, burada o Kemalizmin faşizm demek olduğunu, onun sosyalizmle bağdaştırılamayacağını ve Türkiye’deki devrimci hareketin önünde duran en büyük engelin hem ideolojik hem de pratik olarak Kemalizm ve Kemalist diktatörlük olduğunu ortaya koyarak onun bu konuda aynı dönemin diğer devrimci önderleriyle kesin bir şekilde ayrıldığını belirtti. İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt sorunu ile ilgili de o dönemde ulusal başkaldırı hareketleri olan Kürt isyanları bağlamında hem 1925’li yılların TKP’si hemde Komintern’den çok daha ileri bir pozisyonu savunduğunu vurguladı. Bunun dışında diğer devrimci önderler henüz Kürt ulusunun bir ulus olup olmadığını tartışırken, sorunu esas olarak ekonomik az gelişmiş doğu/güneydoğu/
anadolu sorunu olarak görürken ve bunu ilericilik, devrimcilik adına savunurken İbrahim Kaypakkaya’nın her ne kadar Kürt ulusu coğrafik olarak dört parçaya bölünmüş olsa da, bir ulus olarak varlığını koruduğunu, Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını savunduğunu, bu konuda doğru bir marksist-leninist siyaset izlediğini vurguladı. Bu iki nokta dışında örneğin, komünist bir partinin gerekliliği konusunda, faşizm, reform/devrim, silahlı mücadele/silahlı devrim konularında esasta doğru komünist pozisyonları savunduğunu dile getirdi. İbrahim Kaypakkaya’nın bu muazzam kazanımlarının yanı sıra bazı hata ve eksikliklerinin de olduğunu fakat bunların İbrahim Kaypakkaya’nın komünist bir önder olmasını, Türkiye’de uzun bir aradan sonra ilk defa doğru marksistleninist düşüncelerinin savunulması konusunda bir dönüm noktası olmasını değiştirmeyecek hata ve eksiklikler olduğunu söyledi. Ayrıca İbrahim’i değerlendirirken onun içinde yaşadığı tarihsel koşulların da gözönünde bulundurularak bir de-
A
ğerlendirmenin yapılması gerektiği dile getirildi. Bu tarihsel koşulların ne olduğu ortaya konuldu. Son olarak ise onun devrimci dayanışmaya verdiği önem ve polis ve işkencedeki ser verip sır vermeme komünist pratiği anlatıldı. Sunumun ardından soru-cevap ve tartışma bölümüne geçildi. Burada da esas olarak aradan geçen 35 yıla rağmen onun marksist-leninist düşüncelerinin yolumuzu aydınlatmaya devam ettiği, özellikle genç arkadaşların onu okuyup kavraması ve onun komünist düşüncelerinin pratikleri ile birleştirmeleri gerektiği belirtildi. Yaklaşık birbuçuk saat süren anma etkinliğinin ardından çeşitli oyunlarla, çekilen halaylarla ve kollektif bir şekilde söylenen türkü ve marşlarla 18 Mayıs İbrahim Kaypakkaya’yı anma etkinliğimiz sona erdi. Geri dönüş yolunda yapılan değerlendirmede hem sunumun hem de pikniğin eğlence kısmının beğenildiği ve çok eğlenildiği dile getirildi. Bu piknikte özellikle yeni ve genç arkadaşların varlığı sevindiriciydi. Piknik ile ilgili eksiklik olarak öne çıkan nokta tiyatro ve müzik grubu
gibi kültürel bir etkinliğin olmamış olması idi. Eksiklik olarak değerlendirilen diğer bir nokta ise İbrahim Kaypakkaya’yı sadece dar piknikler çerçevesinde değil daha geniş çevrelere taşımak için daha geniş piknikler yapmanın daha iyi olacağı noktasında idi. Güney Kültür Merkezi adına takınılan tavırda her iki konuda da getirilen eleştirilerin yerinde olduğu, fakat piknik öncesinde bir müzik grubuyla anlaşıldığını, fakat bunların son anda aptal etmeleri nedeniyle kısa sürede başka bir hazırlığın yapılamadığı belirtildi. Daha geniş pikniklerle İbrahim’in anılmasının bizim de istediğimiz birşey olduğu, pikniği dar tutmak için özel bir çabanın olmadığı bunun bizim andaki durumumuzla alakalı olduğu belirtildi. Her yıl, birisi dar birisi de geniş ve ikincisinde eğlenceye, kültürel faaliyete ağırlık verilen iki pikniğin düzenlendiği söylendi. Şimdilik bu kadarının yapılabildiği, fakat önümüzdeki pikniklerde İbrahim’i daha geniş kitlelere anlatabilmek için daha fazla çaba sarfetmemiz gerektiği vurgulandı. 19 Mayıs 2008 ✓
Gençler İbrahim Kaypakkaya'yı andılar!
nadolu yakası Çağrı okurları olarak Komünist Önder İbrahim Kay pak kaya’nın katledilişinin 35. Yıl dönümünü bir piknikle andık. Yaklaşık 35 kişinin katıldığı piknik, İbrahim’in temel görüşlerinin tartışıldığı ve Türkiye devrimci hareketindeki yerinin önemini vurgulayan konuşma ve tartışmalarla geçti. Katılımın çoğunluğunu gençlerin oluşturması tartışmaların daha da açılması ve sürdürülmesini sağladı. Bir çok katılımcı genç, Kaypakkaya’nın düşüncelerini ve hatta ismini ilk defa duyduklarını söylediler. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan ile ilgili belli düşünceler kafalarında var olmasına rağmen İbrahim hakkında hiçbir şey bilmediklerini ve çevrelerinden duymadıklarını belirttiler. Bu durumun sebepleri üzerine duruldu. İbrahim Kaypakkaya’nın bırakalım düşüncelerini isminin bile T.C. devleti tarafından yasak olması insanların İbrahim’i tanımalarının önünde en belirgin engeldir. Ayrıca devrimci çevrelerin Denizleri, Mahirleri anmanın yanı sıra İbrahim’i anmamaları, hatta bürolarında bir resminin bile olmaması, evet İbrahim’i şu ya da bu şekilde unutturmaya yol açmıştır… Burjuva medyasının Denizleri ve yer yer Mahirlerin katledilmesini gündemlerine almaları az da olsa tanınmalarına yardımcı olurken İbrahim Kaypakkaya'nın hiçbir şekilde gündeme alınmaması-
nın tabi ki bir sebebi vardır. Çünkü İbrahim'in düşünceleri T.C. devleti tarafından tehlikelidir. Bugün devlet İbrahim Kaypakkaya'nın ölüsünden bile korkmaktadır. P i k n i k t e K a y p a k k a y a ’n ı n “Kemalizm” bağlamında ortaya koyduğu düşünceler tartışmanın odağında yer aldı. O dönemde birçok devrimci önderin Kemalizm’i ilerici, anti-emperyalist ve hatta devrimci olarak değerlendirmesine rağmen İbrahim, Kemalizm’i faşizm olarak değerlendirerek, doğru M-L tavrı ortaya koymuştur. Kemalist ideolojinin, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana işçi ve emekçilerin karşısında olduğunu, her türlü sosyalist hareketlenmeyi kanla bastırdığını, emperyalistlerle sürekli işbirliği içerisinde olduğunu vb. yanlarından bahsedildi. Temel olarak savunmuş olduğu diğer M-L görüşler üzerine tartışıldı. Tartışılan diğer konular şunlardır; “Proletarya Diktatörlüğünün sosyalizm için mutlak gerekliliği, proletaryanın önderliğinde işçi-köylü ittifakı, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olarak yürütülmesi gerektiği ve sosyalizmi kurma yolunda mutlak bir komünist partisi, bu komünist partisinin işçi sınıfının partisi olması gerektiği” konuları tartışılmıştır. İbrahim’in bu doğru M-L görüşlerinin yanı sıra kimi önemli yanlışları da tartışıldı. Bu yanlışlarının onun genç olmasından kaynaklı
bir durum olduğu ve “Mao Zedung Düşüncesi”ni temel almasından kaynaklandığı üzerine duruldu. Piknik, genç arkadaşların İbrahim'i tanımaları açısından oldukça verimli oldu. Katılan herkes piknikten duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Müzik dinletisinin verilmesi ile piknik son buldu. Müzik dinletisinde İbrahim üzerine yazılmış türkü, marşların yanı sıra Denizler ve Mahirler ile ilgili türküler de söylendi. Bizler, sosyalizm yolunda İbrahim Kappakkaya’nın doğru M-L görüşlerini rehber edindik. İbrahim'i putlaştıranların karşısında İbrahim'i doğru kavrayarak, hata ve eksikliklerini de ortaya koyarak İbrahim'in doğru M-L görüşlerini ilerleteceğiz. Genç Bolşevikler İbrahim'in oportünizme ve reformizme karşı silah olan görüşlerini savunma görevine sahiptirler. İbrahim'in direngenliği ve devrimci kararlılığı örnektir. Yaşası n komünist önderimiz İbrahim Kaypakkaya! “Seni anlamak, yaşamaktır. Seni yaşamak, amansızlığa kavga ve postal sesleri altında direngenliğe durmaktır. Seni bilmek, yaşamı bilmek, silah omuzda toprağa düşmektir. Seni anlatmak, eylüllü günleri geçmişe yollamaktır”... Anadolu yakası Yeni Dünya Gençliği Okurları ✓ 7
yeni kadın dünyası
Erkek egemenliğinin barbar yüzü:
Cinsel Taciz! D
ünyanın neresinde olursa olsun üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortaya çıktığı tarihten bu yana kadınlara yönelik cinsel şiddet, taciz ve tecavüz erkek egemen toplumun ayrılmaz bir parçası olagelmiştir. Burjuva demokrasisinin yaşandığı bazı emperyalist ülkelerde erkek şiddetinin biraz daha törpülenmiş olması, ya da bizim gibi erkek egemenliğinin halen önemli oranda varlığını koruduğu ülkelerde kadınlara yönelik şiddetin daha açık ve vahşi bir biçimde ortaya çıkması işin özünü değiştirmiyor.
Cinsel Taciz nedir? Cinsel taciz dendiğinde aklımıza çoğu zaman yolda yürürken atılan cinsel içerikli bir söz, otobüsdeysek elle biryerlerimize dokunulması ya da gözle taciz edilmek geliyor. Halbuki cinsel taciz çerçevesi çok daha geniş olan bir kavram. Cinsel tacizin içeriğinin nasıl doldurulacağı, nasıl tanımlanması gerektiği konusunda tartışmalar yürütülüyor. Bu konuda kesin bir tanımlama yok. Ancak cinsel taciz; bazı uzmanlarca çok özet olarak; daha yaşlı ya da otoriter konumda olan birisinin, ya da güvenilen birisinin gerçekleştirmesi ve bundan cinsel doyum sağlaması şeklinde açıklanıyor. Bunun yanısıra cinsel taciz direkt ve in direkt olmak üzere ikiye ayrılıyor. Direkt cinsel taciz grubunda yer alanlar: Vajinal, anal, oral cinsel ilişki, göğüsleri, kalçaları okşamak, cinsel içeriği olan öpücükler vs. Endirekt cinsel taciz ise: Cinsel ilişki teklifi, açıkça cinsel organını gösterme, ya da kurbanın cinsel organını seyretme, çıplak fotoğraflama, ya da erişkinlerin cinsel ilişkisini seyretmeye zorlama vb. olarak tanımlanıyor. Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı gibi cinsel taciz kavramı altında tecavüz de dahil her türlü cinsel istismarı sayabiliriz.
Tacizin kimi güncel görüntüleri
8
Kadın-erkek eşitliğini sağlamakla övünen erkek egemen devletin, kadınlara yönelik cinsel şiddete karşı mücadelesi yasalarda yer verdiği göstermelik maddelerin ötesine geçmiyor. Bırakalım bu konuda ciddi bir çalışmanın yürütülmesini çoğu durumda cinsel istismara maruz kalan kadınlar suçlanıyor. Buna en iyi örnek gözaltında taciz ve tecavüze maruz kalan kadınlardır. Gözaltında tecavüze uğrayan kadınlar tecavüz-
cüler hakkında dava açtıklarında, tecavüzcüler cezalandırılacağı yerde, devletin askeri kurumlarını “rencide etmek, aşağılamak” suçlarından kendilerine davalar açıldı, açılıyor. Diğer bir örnek polisin geçtiğimiz yılbaşında Taksim Meydanında yaşanan taciz olayındaki tavrıdır. Bir grup erkek tarafından yabancı uyruklu kadınların Taksim Meydanında taciz edilmelerinin arkasından, tacizde bulunanların adeta ödüllendirilmesi anlamına gelen komik para cezalarının kesilmesi de bu devletin bütün kurumlarıyla ne kadar erkek egemen olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Devlet yapısının böyle olduğu bir ülkede, toplumda kadına yönelik şiddetin boyutlarının bu kadar yüksek olması anlaşılır bir durumdur. Çünkü çoğu zaman bir şekilde kadın suçlanmaktadır ve şiddeti uygulayanın yanına kalmaktadır. Türkiye’nin erkek egemen toplumunda çok yaygın olan bir anlayış yabancı uyruklu kadınların fahişe olarak damgalanmasıdır. Doğu blokunun çökmesinin ardından Türkiye’ye gelen kadınların önemli bir bölümünün fuhuş yapmak zorunda kalması ya da iş vaadiyle kandırılıp zorla fuhuş yaptırılması bu algının güçlenmesinde önemli bir rol oynuyor. Yabancı uyruklu kadınların rahat ve kendine güvenli tavırları nedeniyle, “namusu olmayan kadınlar” şeklinde değerlendirilerek onlara karşı her türlü cinsel şiddet normal görülüyor. Bunun en son örneğini Pippa Bacca’nın tecavüz edilerek öldürülmesinde yaşadık. İtalyan sanatçı Pippa Bacca, savaş mağduru ülkelere dikkat çekmek ve dünyaya barış mesajı vermek için giydiği beyaz gelinliğiyle İtalya’nın başkenti Milano’dan yola çıktı. İtalyan sanatçı 11 Nisan’da Gebze İlçesi'ne bağlı Tavşanlı Köyü yakınlarında tecavüz edildikten sonra öldürülmüş halde bulundu. 31 Mart’tan bu yana kendisinden haber alınamaması üzerine başlatılan araştırmada, Bacca'nın en son Murat K. isimli kamyon şoförü ile görüldüğü ve bu kişi tarafından tecavüz edilerek öldürüldüğü ortaya çıktı. Olay Türk medyasında günlerce yer aldı. Burjuva medya Bacca’nın öldürülmesinden çok her zaman olduğu gibi yine Türkiye’nin dış dünyaya karşı sarsılan imajı ile ilgilendi. İkinci olay ise Yozgat’ın Sorgun ilçesinde 10 Mayıs gecesi yaşandı. Bisikletiyle dünya turuna çıkan Danimarkalı 33 yaşındaki kadın turist, motorsikletli O.A. (17) ve Fevzi Ş. (22) tarafından durdurularak te-
cavüz edildi ve parasına el kondu. Danimarkalı kadın öldürülmediği için Pippa Bacca’dan daha "şanslı" sayıldı… Öyle ya geceyarısı tek başına bisikletle bir kadının, ya da üzerinde gelinlikle otostop çeken bir kadının dışarıda ne işi vardı?! Bu anlayışa sahip olan iğrenç erkek egemen toplum kadınların yaşam alanını daraltıyor. Kadınlara çizdiği çerçevede hareket etme izni veriyor. Eğer buna aykırı davranırsa bedelini yaşamı ile, tecavüz ile ödüyor!
Kadına yönelik cinsel şiddet her alanda Bunlar son dönemde medyada yer alan, kadınlara yönelik barbarlığın açığa çıkan bir kısmı. Aysberg’in görünen kısmı. Her gece binlerce yatak odasında binlerce kadın kocasının yani “yasal sahibinin” tacizi, tecavüzü ile karşı karşıya kalıyor! Cinsel taciz konusunda Türkiye genelini içeren bir istatistik olmamasına karşın değişik alanlarda yapılan araştırmalar kadınlara yönelik cinsel tacizin daha da arttığını gösteriyor. 6 bin kadınla yüz yüze yapılan bir araştırmaya göre kadını istemediği cinsel ilişkiye zorlamak, başka kişilerle cinsel ilişkiye zorlamak, cinsel olarak kişiyi korkutan ve kıran davranışlarda bulunmak, sürekli kadınlığını aşağılamak, telefon, mektup veya sözleriyle sürekli cinsel içerikli tacizde bulunmak, cinsel organlara zarar vermek, namus ve töre nedeniyle baskı uygulamak gibi cinsel şiddet içeren eylemlerde artış var. TÜBİTAK'ın 56 ilden 1800 kadınla yaptığı anket çalışmasına göre cinsel şiddet mağduru kadınların yüzde 9'unun akraba ya da tanıdığından şiddet gördüğü belirtilen araştırmada, cinsel şiddete maruz kalan kadınların yüzde 85'inin 'ara sıra', yüzde 15'inin 'nadiren' cinsel şiddete uğradığını ortaya koyduğunu; cinsel şiddete uğrayan kadınların sadece yüzde 15'inin doğrudan mahkemeye, yüzde 12'sinin de polis merkezlerine başvurduğu belirtiliyor. Cinsel şiddet mağduru kadınların bazıları, yaşadığı cinsel şiddeti söylediğinde dostları ve ailesini inandıramadığını söylüyor.
Kadınların yüzde 60'ı cinsel şiddetten sonra psikolojik ve tıbbi tedavi görmediğini belirtiyor. Pek çok kadının utanarak ya da korkarak cinsel şiddeti gizli tuttuğu da göz önüne alınırsa, gerçek rakamların çok daha vahim olduğu ortada. Kadın erkek arasındaki eşitsizlik, taciz ve tecavüze uğramış kadınların toplum tarafından suçlu olarak görülmesi, tacizci yerine taciz edilen kadınların suçlu olarak gösterilmesi, dışlanması, işyerinden uzaklaştırılması, başka işyerlerine de alınmaması, ya da özellikle kriz zamanlarında kadınların işlerini kaybetme korkusuyla cinsel tacize boyun eğmesi, sineye çekmesi üretim alanındaki kadına yönelik cinsel istismarı daha yaygın hale getiriyor. Ankara’da hemşireler üzerinde yapılan bir araştırmaya göre hemşirelerin yüzde 75’inin cinsel tacize maruz kaldığı ortaya çıkmış. Bir başka araştırmada da sekreterlerin önemli bir kısmına yönetici ve iş arkadaşları tarafından cinsel tacizde bulunulduğu saptanmış. Cinsel taciz daha 1930’larda çalışan kadınların işlerinin bir parçası olarak kabul ediliyor olacak ki aşağıdaki cümleler 1935’de basılan bir iş görgü kuralları kitabında genç kadınları işyerinde karşılaşacaklarına dair onları güya eğitmek amacıyla yer alıyor: “Cazibeli olan her genç kadın farkında olmasa da ve bunu hiç istememiş olsa bile tahrik edici olabilir. Bununla baş etmeyi öğrenmek kızların iş hayatındaki eğitimlerinin bir parçasıdır. Patronun/müşterinin ya da ustanın ‘ farklı niyetler’i olduğunu anlayınca uygulanabilecek standart teknik; bunları görmezden gelmek ve bu davranışlar ciddi değilmiş gibi davranmaktır. Oyunun kuralı şudur: Adam çizgisini aşmaz ve kızın kendisine karşı çıkmasını gerektirecek kadar ileri gitmez. Ama bazen adam kontrolünü kaybedebilir. İşte bu durumda kız gerçekten kötü bir durumdadır. Tamamen suçsuz olsa bile paçayı kurtarmak için işi bırakmaktan başka bir alternatifi yoktur.”
Alternatif vardır! Alternatif, erkek egemen kapitalist sistemi tüm pislikleri ile birlikte tarihin çöplüğüne atmakla yaratılacaktır! Bunun için şimdiden mücadeleye dört elle sarılmak, işçi ve emekçi kadınları bu bilinçle eğitmek ve mücadeleye çekmek gerekiyor. Bunu yaparken çevremizde cinsel şiddete maruz kalan kadınlara sahip çıkmak, onları ciddiye almak ve çözüm yollarını birlikte bulmaya çalışmak gerekiyor. Kahrolsun erkek egemen sistem! Mayıs 2008 ✓
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Kapitalist ölüm makinasının tipik bir örneği:
Tuzla Tersaneleri
T
uzla tersanelerinde işçi ölümleri hız kesmeden devam ediyor. İşçi, canı yemeye doymayan kapitalist azami kar hırsının Tuzla’daki örneğinin bu kadar gündeme gelmesinin nedenlerinin başında hiç kuşkusuz Tuzla tersanelerinde sendikal örgütlenme faaliyetini tüm tehdit ve engellemelere rağmen ısrarla sürdüren Limter-İş gibi yılmayan mücadeleci bir sendikanın varlığı gelmektedir. Ancak gözü kar hırsıyla dönmüş her tarafından kan akarak büyüyen sermayenin pervasızlığı ve acımasızlığı o kadar gelişmiş ki, bütün medyanın gözü önünde ardı arkası kesilmeyen işçi cinayetlerini hiç umursamıyor bile. Onlar için yeter ki hızla büyüyen piyasadaki siparişler aksamasın, zamanında yetişebilsin. Pişkince ölümlerden “eğitimi eksik”, “cahil”, “dikkat etmesini bilmeyen” işçileri sorumlu tutabiliyor onlar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ise soğukkanlıca ekliyor: “Ölümler sürecek!” Bir işçinin yaşamında, onu son iliğine kadar sömürmenin dışında hiçbir değer görmeyen sermaye ve onun temsilcileri için tabi ki suçlu eğitimsiz işçilerdir, onların ölümleri de normaldir. Tuzla tersane patron-
Bir işçinin yaşamında, onu son iliğine kadar sömürmenin dışında hiçbir değer görmeyen sermaye ve onun temsilcileri için tabi ki suçlu eğitimsiz işçilerdir, onların ölümleri de normaldir. ları feryat ediyorlar: “Ölümler sadece tersanelerde gerçekleşmiyor, diğer sektörlerde de gerçekleşiyor, oralarla neden ilgilenilmiyor!”. Evet, doğrudur, işçi sağlığının ve güvenliğinin hiçe sayıldığı tek sektör tersane sektörü değil. 2006’da kayıtlara geçen ölümlü iş kazalarının %25’i inşaat sektöründe, %10’u nakliyat sektöründe, %31’i ise “bilinmeyen” kategorisinde gerçekleşmiştir (Veriler Makine Mühendisleri Odası’nın Nisan 2008’de açıkladığı ve SSK verilerinin derlemesinden oluşan “İş Sağlığı ve Güvenliği Raporu”ndan, aktaran Taraf Gazetesi, 22 Mayıs 2008). Bunlar kayıtlara geçenler! Bir de kayıtlara geçmeyenler var tabi ki! Bu tablonun gösterdiği açık gerçek şudur: Kapitalist sistem işçi kanı emerek büyüyen bir canavardır! Kapitalizmin en barbar yüzü kuşkusuz emekçileri top mermisi olarak kullandığı savaşlarda görülür Ancak
kapitalizmin çok fazla görülmeyen (burjuva tekel medyası tarafından bilinçli olarak gösterilmeyen) diğer alanlardaki barbar yüzü, daha masum değildir. Dünyada gemi talebinin artmasına paralel olarak Türkiye’de de gemi inşa ve tamir sanayi hızla büyümüştür. 2005 ile 2007 yılları arasında reel üretim 331 dwt’den 1 milyon dwt’ye yükselmiştir, yani üç katına büyümüştür, ne var ki bu alanda istihdam edilen işçi sayısı aynı oranda artmamış ve ancak 24.000’den 33.000’e çıkmıştır, yani üçte birlik bir artış göstermiştir. Bu da işçilerden ilkel yöntemlerle daha fazla iş çıkarılmaya çalışıldığının açık göstergesidir. Bu durumu Taraf gazetesi şöyle aktarmaktadır: “İşi yoğunlaştırma, yani çalışma saatlerinin artırılması (22 saatlere varan, üç mesai üst üste çalışmalara rastlanmaktadır), iş ritminin hızlandırılması (en son halka olan
ustabaşı ve taşeronun artan baskısı ile), çabuk çabuk, 2013’e kadar dolu sipariş listesindeki gemilerin üretiminin veya tamirinin peşine koşulması, göz göre göre gelen ölümlere davetiye çıkarmaktadır.” (Taraf Gazetesi, 22 Mayıs 2008, Tuzla: Sorular ve Cevaplar) Konuyu gündeme taşıyan ve kamuoyunu bilgilendiren bazı burjuva liberal-demokrat gazetelerin bütün iyiniyetlerine karşın gözden kaçırdıkları nokta, yukarıda Taraf gazetesinden alıntıladığımız durumun kapitalist sistemde hiç de sıra dışı bir olay olmadığıdır, tam tersine onun doğasından kaynaklandığıdır. Büyüyen ekonomi – artan ölümler ve barbarlık! İşte kapitalizmin özeti! Her ne kadar mantıksız gözükse de, kapitalizmin her alandaki basit gerçekliğini ifade ediyor bu çelişki. Bu çelişkinin bir tek çözümü vardır: Merkezine aşırı kar hırsını değil de insanın mutluluğunu koyan bir düzen, bir yeni dünya, sosyalizm! Seçenekler ortada: Ya işçi sınıfı kapitalizmi bir devrimle yok edecek, ya da kapitalizm insanlığı ve dünyayı yokoluşa götürecektir. K ı s ac a sı : Ya B a rba rl ı k , Ya Sosyalizm! Başka seçenek yok! 23 Mayıs 2008 ✓
EK:1
Limter-İş basın açıklaması yaptı
C
umartesi 25.05.08 tarihinde Tuzla Tersanesi’nde basın açıklaması olacağını duyunca Tuzla’ya gittik. Basın açıklaması saat 16:00’da yapılacaktı. Biz bölgeye saat 14:0P0’de vardık. Amacımız Limter-İş’i ziyaret edip son gelişen olaylar hakkında bilgi almak idi. Tuzla köprüsüne vardığımızda çeşitli üniversitelerden gelen Öğrenci Kolektifleri’yle karşılaştık. Topluluk polis denetiminde tersane bölgesine yürüyerek basın açıklaması yaptı. Burada Limter-İş başkanı da bir konuşma yaptı. Başkan, 16:00’da yapılacak basın toplantısına kadar topluluğu sendika binasına davet etti. Sendikada yapılan toplantıda yetkililer son durum hakkında oradakileri bilgilendirdiler. 16 Haziran’da yapılacak grev hakkında bilgi verip, bu grev için bütün işçilerden, öğrencilerden, memurlardan ve diğer meslek örgütlerden destek istediler. Çağrı dergisinden gelen bir arkadaş sendikanın tersanelerdeki örgütlenmesini sorup, greve nasıl hazırlandıklarını sordu. 15 yıldır bu bölgede çalışma yapan sendikanın, hiçbir tersanede örgütlenmesi olmadığını öğrendik. Komiteler kurup evleri gezerek grevin propagandasını yaptıklarını anlattılar. Bu arada gelen bir haber, tersa-
nede yine bir kaza olduğu ve işçinin yaralanarak, hastaneye kaldırıldığı, durumunun iyi olduğu idi. Saat 16:00’da binada bulunan topluluk tersane bölgesine doğru yürüyüşe geçti. Tersane bölgesine gelindiğinde işçiler de yavaş yavaş tersanelerden mesailerini bitirip çıkmaya başlamıştı. Yapılan konuşmalarla, işçiler basın açıklamasını dinlemeye çağrıldı. Cuma günü patronların işçilerle birlikte yapmış oldukları yürüyüşe kanmamaları sendikanın işyerlerinin kapatılmasını istemediğini, işçilerin çalışma şartlarının düzgünleşmesi için mücadele ettiklerini anlatıldı. Bütün bu yapılan konuşmalara karşılık basın açıklamasında binlerce işçinin çalıştığı tersaneden ancak 200-250 kişi vardı. Zaten topluluğun yarısı da öğrenci kolektiflerindendi. Bu basın açıklaması başta işçi sınıfı olmak üzere sendika ve devrimci kuruluşların durumu hakkında bizleri düşünmeye sevk etti. Mesela Hamburg tersanelerinde değil onlarca işçilerin ölmesi, bir işçinin ölümü üzerine sendikanın yapacağı basın toplantısına binlerce işçi katılırdı. 16 Haziran’da Tuzla tersanesinin önünde buluşmak üzere. Bir YDİ Çağrı okuru ✓
İÇİNDEKİLER Kapitalist ölüm makinasının tipik bir örneği: Tuzla Tersaneleri. . . . . EK:1 Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Limter-İş basın açıklaması yaptı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Örgütlenme konulu işçi toplantısı yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Eti Tam Gıda’da Toplu İş Sözleşmesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:5 SCT'de işçiler işbaşı yaptı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Pratiker Marketlerinde işçiler sendikalaştıkları için işten atılıyorlar. . .
EK:5
Devlet 1 Mayıs 2008’de terör estirdi . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Eskişehir’de 1 Mayıs. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Amed'de 1 Mayıs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:7
Bursa'da 1 Mayıs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Üç örnek, bir gerçek… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
15–16 Haziran’a giden günler…
1
960'lı yıllar Türkiye işçi sınıfı için dönüm noktasıdır. Osmanlı İmparatorluğu ve ardından Cumhuriyet dönemi boyunca kendilerinden esirgenen haklarına nihayet ulaşabildikleri, haklarına militanca sahip çıkmaya başladıkları yıllardır. 1960–1963 yılları arasında gerçekleşen Açların Yürüyüşü, Kavelcilerin dillere destan direnişi gibi nice direniş ve eylemler sonucunda daha fazla dayanamayan devlet 24 Temmuz 1963'te 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu'nu kabul etmek zorunda kalmıştır. Böylece işçi sınıfı örgütlülüğü önündeki en büyük engellerden biri kalkar. Bu tarihten sonra grevler ve direnişler artarak devam eder. Bu dönemde Türk-İş tek konfederasyondur. Ancak 1952 yılında kurulan Türk-İş bu yıllarda işçi sınıfı hareketine dar gelmeye başlar. Toplumun genelinde yaşanan sosyal dalgalanma kendine işçiler içinde de taraftar bulur. Türk-İş grev ve direnişleri desteklemiyor, grev ve direnişleri işçilerden habersiz kırıyor, sendikaların/ işçilerin siyasetten uzak kalması yani partiler üstü olması gerektiğini savunuyordu. İşte bu ortamda “Türk-İş bir işçi örgütü olmaktan çıkmıştır. Türk-İş Amerikan Hükümeti'nin para yardımları ile ayakta durmaktadır. Türk-İş işçi haklarını ayaklar altına almıştır. Türk-İş partiler üstü politika diyerek işçi davalarını savsaklamıştır” diyen Türkiye Maden-İş, Lastik-İş,
Basın-İş, Türkiye Gıda-İş ve Türk Maden-İş sendikaları 1967 yılında Türk-İş'ten ayrılarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nu (DİSK) kurarlar. İşçi sınıfının kendiliğinden gelmeliğini temsil eden DİSK kurulduğu anda aşağı yukarı kırk bin işçiyi temsil eder. 1970 yılına gelindiğinde üye sayısı yüz bine ulaşmıştır bile. DİSK'in yürüttüğü sendikacılık ezber bozar. O güne değin alışılan sendikacılıktan çok uzaktır. Fabrikalar işgal ediliyor, işçilerin öz yönetim deneyimleri yaşanıyor, İstanbul'a gelen Amerikan 6. filo askerlerini kovalayanların arasında yer alıyorlardı. Artık DİSK'in ve bu militan sendikacılık anlayışının ipinin çekilmesinin zamanı gelmiştir. Burjuvazi, hükümet ve Türk-İş’in işbirliği öyle alenidir ki, örneğin Erzurum'da toplanan Türk-İş genel kurulunda konuşan Çalışma Bakanı Turgut Toker, “yeni değişiklik tasarısı ile DİSK'in çanına ot tıkanacaktır” diyebiliyordu.
İki sıcak Haziran günü… 1970 yılı Haziran ayında Sendikalar Kanunu ve Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu'nun bazı boşluklar ve eksiklikler taşıdığı, bunların Türkiye'de bir sendika bolluğu yarattığı, bunun çalışma ve iş hayatını etkileyerek emekçi sınıfa zarar verdiği ve güçlü bir sendika kurulmasının önünde engel oluşturduğu gibi sebeplerle aralarında Türk-İş kökenlilerin de olduğu bir grup milletvekili Meclis'e bu yasalarda değişiklik yapılmasına yöne-
dan dönerek değişiklik teklifini Anayasa Mahkemesi'ne taşıması üzerine büyük ölçüde iptal edilir. İşçiler kazanmıştır.
15–16 Haziran’dan öğrendiklerimiz…
yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor
önünde hiçbir şey duramaz. İki gün süren eylemlere Ankara'dan, İzmir'den, İngiltere'den destekler gelir. 16 Haziran öğleden sonra işlerin sarpa sardığını gören İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve DİSK yöneticileri bir toplantı yaparlar. Toplantıdan sonra açıklama yapan DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker girişilen “tahripkar eylemlerle!” ilgilerinin olmadığını söylerken Genel Başkan Kemal Türkler radyodan yaptığı duyuruda, “…aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler girebilirler.....Hatta kötüsü, göz bebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilirler… Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı olarak uyarıyorum” der. İşçilerin eylemsiz kalan sendikalarına karşın inisiyatifi ele almış ve kendi eylem biçimlerini belirlemiş olması burjuvazi kadar DİSK’i de rahatsız etmiştir. DİSK yöneticileri eylemlerin bir an önce durması için ellerinden geleni yapmışlardır. Olayların sonunda burjuvazi her başı sıkıştığında yaptığı gibi İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan eder. Eylemler sonunda Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak adlı işçilerle bir polis ve bir esnaf hayatını kaybeder. Takip eden günlerde eylemlere katıldıkları gerekçesiyle 4000 işçi işlerinden çıkarılır ve 21 DİSK yöneticisi gözaltına alınır. Bu arada TBMM’den geçen yasa değişikliği Cumhuriyet Senatosu’nda da ufak tefek değişikliklerle kabul edilir. Ardından Cumhurbaşkanı da onayladıktan sonra ilk anda yasaya destek veren CHP’nin bu kararın-
O günlerden bu günlere… Gelişen devrim mücadelesinin önünü kesmek için gerçekleştirilmiş olan 12 Eylül faşist darbesi sermayeye kuralsız ve esnek çalışmanın ortamını yaratabilmek için sendikal örgütlenmenin önünü anti-demokratik yasalarla keser. Bunun yanı sıra sendikaların da güncel mücadele ve örgütlenme yöntemleri geliştirememesi ve işçi sınıfına ulaşmada yetersiz kalması, gelişen teknolojiyle birlikte emeğin değişen ve parçalanan yapısı, bir de egemen sınıfın emekçilerin beynine doldurduğu milliyetçilik ve din ağusu eklenince sendikalar her geçen gün kan kaybetmeye başlarlar. Aslında bu durum 80'lerde başlayan küreselleşme olgusu ile birlikte dünyada genel bir eğilim olarak görülmekte. Son yıllarda gerek sendikalar gerekse çeşitli yapılar bu açmazdan çıkma yönünde arayışlar içindeler. (bu çalışmalardan biri de Mayıs ayı sonunda Türkiye’de yapılacak olan 4. Uluslar arası Sendikal Konferans’tır) Son yılda; emeğe 15-16 Haziran eylemlerine sebep olandan daha kapsamlı saldırılar Meclis’ten
19.05.2008 Bir YDİ Çağrı okuru ✓ Kaynakça: 1. İşçi Sınıf ı Hareketi Üzerine Yazılar, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları 2. Türk iye' de Send i ka l Kriz ve Sendikal Arayışlar, Epos Yayınları 3. Tü rk iye S end i k ac ı l ı k Ansiklopedisi 4. Türkiye'de İşçi Hareketleri 1908-1984, M. Şehmus Güzel, Kaynak Yayınları 5. Türkiye'yi Sarsan 2 Uzun Gün, Kemal Sülker, V Yayınları
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
lik bir teklif sundular. Bir işçi sendikasının Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki toplam üye sayısının üçte birini üye kaydetmiş olması, işçi konfederasyonlarının kurulabilmesi için daha önce sözü edilen sendika ve federasyonların en az üçte birini ve sendikalı işçi sayısının en az üçte birini üye olarak kaydetmiş olması, sendika kurmak için en az üç yıl işyerinde çalışmış olması gibi hükümler içeren teklifte sadece “bu memlekette Türk-İş'ten başkası sendikacılık yapamaz” cümlesi eksikti. 11 Haziran'da TBMM'de görüşülen değişiklik teklifi aynı gün kabul edilir. DİSK anayasaya uygun hangi eylemi yapacağını tartışır ve bir türlü karar veremezken 15 Haziran sabahı İstanbul ve İzmit'te işyerlerine gelen işçiler kendiliğinden işbaşı yapmazlar. İstanbul'da çok sayıda işçisi olan Vinylex, Sungurlar, ECA, Otosan, Silvan, Aljer, AEG-Eti, Tikbaş, Doğu Galvanez, Arıtaş, Arçelik, Singer, Türk Demirdöküm, Profilo, Rabak, Magirus, Kavel, İşsan işçileri, İzmit'te Good Year, Pirelli, Türk Kablo işçileri sokağa dökülmüşlerdir artık. Türk-İş'in tehditlerine rağmen yürüyüşlere Türk-İş üyesi işçiler de katılır. İlk gün sokağa inen işçilerin sayısı yetmiş bindir. İşçiler gözaltına alınmak istenen arkadaşlarını teslim etmiyor, alınanların ise bırakılması için karakollara yürüyorlardı. 16 Haziran günü eylemlere katılanların sayısı 150 bini bulur. İşçilerin karşısına polisin yanı sıra zırhlı birlikler de çıkarılır, barikatlar kurulur. Ama bir sel olmuş akan işçilerin
15 –16 Ha zi ra n işçi d irenişi İbrahim Kaypakkaya'nın da dediği gibi “gerçek kahramanın kitleler olduğunu”, işçi sınıfının devrimde önder güç olduğunu göstermiş ve işçi sınıfı içinde çalışmanın kaçınılmaz olduğunu öğreterek “bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük burjuva akımlarına ağır darbe indirmiştir”. 15–16 Haziran hayatı yaratanların istediklerinde aynı hayatı kolayca durdurabileceklerini göstermiştir. 15–16 Haziran, işçi sınıfı adına konuşanların sınıftan ne kadar uzak olduğunu göstermiş, yine Kaypakkaya’nın ifadeleriyle “işçiler bütün burjuva ve küçük burjuva revizyonist kliklerini tepeleyip geçmişlerdir.” İşçiler, o dönemde sol adına konuşanların büyük bir kısmına hakim olan cuntacı zihniyeti, 15-16 Haziran’da önlerine kurulan barikatlarla birlikte yıkmıştır. 15–16 Haziran, işçi sınıfı kazanıldığında hiçbir sarı sendikacının onu tutamayacağını göstermiş, sınıfın kendiliğinden hareketlerinde hazırlıklı olmayı ve kitlelerin kuyruğuna takılmadan onlara doğru önderlik yapmanın önemini öğretmiştir. 15-16 Haziran’ın temel dersleri bugün için de geçerlidir.
geçti. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, ardından İstihdam Paketi, sırada bekleyen Sendikalar Yasası değişiklikleri emeğe yönelen şiddetli saldırıların sadece bir bölümü. Şüphesiz daha lokal saldırılar da devlet politikası olarak uygulanmakta. Tabii bu durum işçiler arasında kendine muhalif bir hareket de yarattı ve tabandan sendika yönetimlerine uygulanan tazyik ister istemez yanıt buldu ve bir dizi grev ve eylemler gerçekleşti. Telekom Grevi, THY işçilerinin tavizsiz sürdürdüğü pazarlık süreci ve kazanımları, Novamed’in efsane kadın işçileri, SSGSS'ye karşı gerçekleşen 14 Mart ve 1 Nisan eylemleri, 1 Mayıs'ta sınıfın Taksim ısrarı gibi. Ancak Korkut Boratav'ın yaptığı bir çalışmada görüyoruz ki bu eylemlilikleri gerçekleştiren işçiler iktisat ve sosyal politika alanlarında sorulan sorulara karşı yaygın sol tutum takınırken ideolojik ve siyasal değer yüklü sorularda genel olarak gelenekçi bir çizgi izlemektedirler. Kısacası işçi sınıfı, siyaseti bir mücadele yöntemi olarak görmemektedir, hedefi iktidar olmak değildir. Bu da yıllarca Türk-İş'in ve devletin savunduğu yukarıda bahsettiğimiz sendikacılık anlayışına tıpatıp uyuyor. İşçi sınıfı bugün ne yazık ki 15-16 Haziranı yaratan moral değerlerden, örgütlülükten ve kendine olan güvenden çok uzaktır. Sermaye karşısında küçük muharebeler kazansa da savaşta genel olarak burjuvazi öndedir. Bundan tek kurtuluş ise; sosyalizm ile işçi sınıfı hareketinin birleştirilmesi, fabrika eksenli bir çalışmanın temel alınması, sınıf sendikacılığının yaratılması, işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirme perspektifiyle bir mücadele vb. yürütmesidir. İşçi sınıfının kendiliğinden bir sınıf olmaktan çıkarak, kendisi için bir sınıf haline gelmesi, Bolşevik öncünün sınıf içinde yürüteceği çalışma ile olacaktır.
EK:3
Örgütlenme konulu işçi toplantısı yapıldı
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
11
EK:4
May ıs 2008 tarihinde Güney Kültür Merkezinde sınıf mücadelesi açısından anlamlı ve öğretici bir etkinlik gerçekleştirildi. 30’un üzerinde kişinin aktif olarak katıldığı etkinlikte işçi sınıfını örgütlemenin önemi ve zorlukları ele alındı, çalışma gruplarıyla bizzat işyerleri nasıl örgütlenir, ne gibi zorluklar vardır, bunlar nasıl aşılabilir gibi sınıfa dönük çalışmada can alıcı konular pratik örnekleriyle irdelendi. Etkinliğe üç tane sendika örgütleme uzmanı katıldılar. Sendika uzmanları hem konuya ilişkin kendi pratik deneyimlerini de kattıkları sunumlar yaptılar hem de daha sonra oluşturulan çalışma gruplarında bizzat yer alarak oradaki sorunlarda yardımcı oldular. Slaytlı yapılan birinci sunumda örgütlenmenin önemi anlatıldı. Uzman arkadaş önce “niçin örgütlenmemiz gerekiyor” sorusuna cevap arayarak başladı konuşmasına. Bu soruya doğru cevap verilmezse, işçiler örgütlenmenin önemini hemen kavramıyorlar ve “örgütlenirsem işimi kaybederim öyleyse uzak durmalıyım” diye düşünebiliyor. Örgütlenmede sendikal mücadele –yasal olduğu için vb.- sınıfın örgütlenmesinde en kolay kısmı sayılabilir. Sermaye düzenine karşı mücadele kendini sendikal/yasal mücadele ile sınırlayamaz. Sermayeye karşı mücadele edilecekse sosyalizm hedefini koymak lazım. Sendikalar her ne kadar tabiatları gereği ekonomik/ demokratik örgütlenmeler olsalar da, tüzüklerine kapitalizmi yıkma hedefini koyabilirler, tarihte bir dizi devrimci sendika bunu yapmıştır, hatta DİSK’in bile tüzüğünde hala kapitalizme karşı olduğu yazmaktadır. Dünyadaki sermayenin gücü sendikal örgütlenmenin nitel ve nicel gücüne bağlıdır. Anda dünyada İCFTU/ İTUC gibi 180 milyon civarında üyesi olan sendikal birlikler var ancak bunlar üyelerini harekete geçiremedikleri ölçüde zayıftırlar, niteliksel güçleri yoktur. Ülkemizde de son dönemde SSGSS’ye karşı yürütülen mücadele güçlüydü ancak yeterli değildi, yasa bazı değişikliklerle yine işçi ve emekçilerin aleyhine çıktı. Bu yasa 15-16 Haziran gibi militan bir çıkışla engellenebilirdi. Son dönemde işyerini örgütlerken hep genç işçilerle karşılaşılıyor, bu olumludur. Gençler sendikaya ilk geldiklerinde hep ücretlerin düşüklüğü nedeniyle geliyorlar, bu anlaşılırdır da, çünkü bu yaşam standardı ile ala-
kalı. Önemli bir konu da, işçiler normal yaşamlarında çoğunlukla “sosyalizm”e tepki gösterirlerken, mücadele içinde çoğunlukla olumlu yaklaşıyorlar. Örgütlenmeye bir ülkede ne kadar önem verildiğinin bir göstergesi de bir kişinin kaç örgüte üye olduğudur. Yapılan bir araştırmaya göre örneğin İsveç’te işçiler ortalama 5 kuruma üyeyken, Türkiye’de iki kuruma üyeler (genellikle biri sendika, biri de yöre derneği oluyor). Ana sanayi/yan sanayi konusunda –yan sanayi gittikçe daha fazla önem kazansa da- öncelik belirleyici olan ana sanayiye verilmelidir. Örgütlenmede gizliliğe azami dikkat gösterilmelidir. Örgütlenecek işyerinin iyi araştırılması lazım. Örgütlenmenin ortaya çıkmasında genelde işten atmalar yaşanır. İşten atmalar karşısında sendikaların genel tavırları mücadeleci değil teslimiyetçi bir yaklaşımdır. Örgütlenmede yaşanan diğer bazı sorunlar da, çoğunluk tespitlerinin çok geç gelmesi, çok geç geldiğinde de patronun buna itiraz hakkının bulunması, bu hakkı da genelde kullanması, böylece süreci zamana yayarak işçilerde yılgınlık yaratmaya çalışması vb. Az sayıda büyüyen sendika var, Tez-Koop İş ve Birleşik Metal İş buna örnek gösterilebilir. Bir diğer sorun da, zaten az sayıda var olan mücadeleci sendikacının da birçoğunun önemli hatalar yaparak işçileri devrim ve sosyalizm mücadelesinden soğutmalarıdır. Evet örgütlenmenin önündeki en önemli engel sendikal bürokrasi ve sendika ağalarıdır fakat sol hataların da bunda payı azımsanamaz. *** İkinci sunumda işçi sınıfının dünyada ve Türkiye’de örgütlenme mücadelesi özetlendikten sonra, örgütlenmede kendini sosyalistler ve devrimciler olarak adlandıranlar açısından, tepeden bakmacı ve şabloncu yaklaşımların çok fazla olduğuna dikkat çekildi. Bu konuda çoğunlukla sınıfın ekonomik /sendikal sorunları yeterince bilinmeden ve öğrenilmeden, ona gidilip “gel bana katıl” türünden tavırlarla karşılaşılıyor. Bu tür tavırlar genellikle karşılık bulmuyor. Doğru olan yaklaşım, işçi sınıfı sosyalizm ve devrim mücadelesine kazanılmak isteniyorsa onun günlük sorunlarıyla ilgilenip ona güven vermektir.
Sonuncu sunumu yapan uzman arkadaş, örgütlenmenin yasal sürecini anlattı. Her şeyden önce “iş yasasını” bilmek gerekiyor. İşçilerin kafasında “sendika eşittir işten atılmak, işsizlik vb.” şeklinde bir resim var, öncelikle bu resmin yıkılması ve sendikanın bir hak olduğu anlatılması lazım. Anayasada bir hak olan sendikalaşma, yasalarla engellenmiştir. İşletme barajı: %51 ve işkolu barajı: %10. Bir sürü örgütlenmede aranmayan noter şart sendikal örgütlenmede vardır. Çalışma Bakanlığı çoğunluk tespitini onaylasa bile patron itiraz hakkını kullanıyor, bunun ötesinde işkolu itiraz hakkını da kullanıyor. İtirazlardan sonra mahkeme süreçleri başlıyor, bilirkişiler çağrılıyor vs. Bu bıktırıcı süreç ile işçiler yılgınlığa itilmek isteniyor. Direnişlerde sendika uzmanlarının tavrının ötesinde sendika başkanlarının tavrı belirleyici oluyor. Sendika yönetimi direniş kararını almazsa/onaylamazsa iş zor. İşçilerin arasındaki sosyalistler/devrimciler çalışmalarında çok dikkat etmeleri gerekiyor çünkü ilk atılanlar onlar oluyorlar. Devrimciler/sosyalistler “sendikalar bizi sattı” söyleminde de dikkat etmek zorundalar çünkü bu konuda bunu söyleyen patronlarla aynı paralele düşme tehlikesi var. Örgütlenmede bir şablon yoktur, her iş yerine, her işçiye ayrı ayrı yaklaşılmalıdır. Soru cevap bölümünde ana sanayi/yan sanayi, gizlilik, taşeron firmalarla ana firmaların ilişkisi gibi konularda gelen sorulara uzmanlar açıklık getirdiler. Bir genç arkadaş, sunumlarda sol sosyalistlerin hatalarının çok fazla öne çıkarıldığını, sendikal örgütlenmenin 10 yıl geriye atılmasının da bu hatalara bağlanmasını eleştirdi. Eğer esas tehlikenin sarı sendikalardan kaynaklandığını, onların işçileri nasıl sattıklarını işçilere anlatmazsak işçilere yanlış bilinç vermiş olacağımızı savundu. Devrimcilerin kendi sendikal birliklerini/sendikalarını kurmalarını nasıl değerlendirmek gerektiği sorusu üzerine verilen cevapta, bunun yanlış olduğu, bununla da sınıfın bölündüğü, en gerici sendikalarda bile girip çalışmak gerektiği vurgulandı. Gençlerin sendikal örgütlenmesi ise yine işçileri gereksiz yere böldüğü için yanlış bulunduğu söylendi. Bazı sol örgütlerin zorlamasıyla gündeme gelen GençSen daha sonra öğrenci örgütlenmesi olarak tanımlanmıştır fakat bu konuda da zaten öğrenci örgütlenmeleri vardır. Örgütlenmede gizlilikten ne anlaşıldığı konu-
sunda şu açılım yapıldı: Bir fabrikada ilişki çıkarıldığında en fazla üç işçiyi bir araya getirmek lazım, bu aslında işçileri koruma amaçlıdır. Diğer taraftan sendikalarda sosyalist kadroların da gizlenmeye ihtiyacı vardır çünkü hemen tüm sendikalarda sosyalistlerin temizlenmesi sözkonusudur. Bir uzman arkadaş SCT’de sosyalistlerin/ devrimcilerin hatalarının olduğunu, bu konuda Çağrı dergisinin örnek bir tavır içinde olduğunu söyledi. CHP’nin bile solcu geçindiği ve birçok işçi tarafından öyle algılandığı yerde bizim kendimizi ayrıştırmamız gerektiğine dikkat çekildi. *** Sunumlardan ve soru-cevap bölümünden sonra bir yemek arası verildi. Aradan sonra üç tane çalışma grubu oluşturuldu. Çalışma grupları 10’ar kişiden oluştu ve her çalışma grubunda bir uzman arkadaş yer alarak yardımcı oldu. Çalışma gruplarına daha önce hazırlanan değişik koşullardaki işyerlerini örgütleme görevleri verildi. Gruplar yaklaşık bir saatlik çalışmadan sonra tekrar bir araya gelerek sonuçlarını paylaştılar. Sonuçlar mukavvalar üzerine kısa notlar halinde yazılmıştı grubun belirlediği bir veya iki kişi tarafından sonuçlar bütün kitleye sunuldu ve en sonunda üzerine tartışıldı. Bu tarz bir çalışma bütün katılımcılar tarafından olumlu bulundu ve başka konularda da böyle yapılabileceği söylendi. Atölye çalışmasının amacının, bir işyerinin nasıl örgütleneceğini öğrenmek, kişileri bu konuda yetkinleştirmek ve pratik içine göndermek olduğunun altı çizildi. Bu toplantıda amacımızın örgütlenmeyi genel konuşmak yerine, somutta nasıl yapılacağını ele almak olduğunun altı çizildi. Bir arkadaş aslında bir başka toplantıda sadece “ilişki nasıl çıkarabiliriz”in üzerine tartışmanın çok yararlı olacağını savundu. Birçok arkadaş bu çalışmada “biz ne biliyoruz”u ortaya çıkardığımızı, GKM’nin başarılı bir işe imza attığını söylediler. Uzman arkadaşlardan birisi “bizim fabrikamız” söyleminin yanlış olduğunu, bunun işçilere yanlış bilinç verdiğini, patronların ve işçilerin aynı gemide oldukları savına hizmet ettiğini ve bizim “içinde çalıştığımız işyeri” söylemini tercih etmemiz gerektiğini savundu. Toplantı toplantıya katılanları memnun bırakarak bitirildi. 13 Mayıs 2008 ✓
Eti Tam Gıda’da Toplu İş Sözleşmesi yapıldı
T
ek Gıda- İş Sendikası ile Eti Tam Gıda arasında yaklaşık beş ay süren toplu iş sözleşmesi sonuçlandı. 2008 ve 2010 yıllarını kapsayan toplu iş sözleşmesi, 28 Kasım 2007 tarihinde yapılan ilk görüşme ile başladı. İşveren gayet rahat tavırlarıyla yasal olan 60 günlük süre içinde işçilerin aylık ücretlerine altı aylık enflasyon % 4.36 artı %2 de iyileştirme vereceğini açıkladı. Eskişehir Tek Gıda-İş Sendikası da ücretlere yapılacak zammın taslakta belirtilen 175 YTL’den aşağıda olamayacağını açıkladı. Karşılıklı görüşmelerden sonra 60 günlük sürenin bitiminde uyuşmazlık kararı alındı ve bölge çalışmaya raporlar sunuldu. Bölge çalışma 6 iş günü içerisinde Anadolu Üniversitesi’nden bir arabulucu tayin etti. Arabulucu yasal olan 15 günlük süre içerisinde iki kez tarafları bir araya getirdi. İşveren bu süre içinde de verdiği rakamların üstüne çıkmadı. Bu süre de bitti-
ğinde, tekrar uyuşmazlık raporu tutuldu. İşveren ve Tek Gıda-İş Sendikası tutulan uyuşmazlık raporunu Çalışma Bakanlığı’na sundular. Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkez yönetimi 14 Mart 2008 tarihli grev kararını işverene tebliğ etti. Bu tarihte başlayan 60 günlük grev sürecinde işveren iki kez Tek Gıda-İş Sendikası’na çağrıda bulundu. İki görüşmeden sonra işveren verdiği ücretin üstüne iki üç puan daha çıktı. Sendikaysa 175 YTL seyyanen istediği rakamı, 110 YTL’ye çekti. İşveren bu teklifi de kabul etmedi. Sendika son görüşmeden sonra greve çıkılacak tarih olarak 12.05.2008’i belirledi. 09.05.2008'de Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel Eskişehir’e gelerek son defa işverenle görüştü. Tam Gıda işçileri sendikanın önünde Mustafa Türkel’i karşılayarak haklarını almalarını ve insanca yaşamak istediklerini söylediler. Mustafa Türkel de haklarını alacağını söyleyip greve hazırlık
SCT'de işçiler işbaşı yaptı
15
moral kaynağı olmuştur. Yapılan sözleşmeye göre işçiler 1 Mayıs’ta işbaşı yaptılar. 1 Mayıs’ta sözleşmeli haklarını kullanan bazı işçilerin İstanbul ve Mersin’de yürüyüşlere katılmasından dolayı SCT işçileri, 5 Mayıs 2008’de davullu zurnalı çıktıkları grevi başarıyla sonlandırıp, sabahın erken saatinde fabrika önünde davullu zurnalı halaylar çekerek zaferlerini kutladılar. Fabrika önünde toplanan işçilere seslenen Birleşik Metal-İş Anadolu Şube Başkanı Seyfettin Gülengül, işçilerin mücadeleleri sonucu kazandıklarını söyledi. İşyeri Baştemsilcisi Erdinç Tümük de “742 gün süren mücadelemizin başarıyla sonuçlanması bütün işçi sınıfının onurlu bir direnişle neler kazanabileceğini öğretti” dedi. “Direne direne kazanacağız” dediklerini ve “kazandıklarını” ifade eden Tümük, “yeniden işbaşı yapmaktan dolayı mutlu olduklarını” söyledi. İşçiler daha sonra fabrikaya dönerek işbaşı yaptılar. 19 Mayıs 2008 Ydi Çağrı (Mersin) ✓
Pratiker Marketlerinde çalışan işçiler sendikalaştıkları için işten atılıyorlar
T
ürk – İş Konfederasyonuna bağlı kooperatif ve büro işçilerinin sendikası KOOP – İŞ sendikası İstanbul Şubesi üyeleri olan PRATİKER işçileri sudan gerekçelerle işten atıldılar. Patronun bu tavrını protesto etmek için 10 Mayıs 2008 günü Ümraniye İnkılap Mahallesi Küçüksu Caddesi’ndeki Pratiker Yapı Marketi önünde kitlesel Basın Açıklaması yapıldı Sendika Genel Merkez yöneticilerinin ve Türk–İş Bölge Temsilcisi’nin de katıldığı ve konuştukları bu açıklamada yıllardan beri İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Gaziantep ve Konya’daki Pratiker Yapı Marketleri’inde sendikal örgütlenme çalışmaları yürüttüklerini belirttiler.
tepkilerinden sonra pişman olduklarını, eleştirinin üslubunu iyi bilmek gerektiğini söylediler. Ayrıca 13 yıllık bir işçinin de işine son verildiğini, son verme nedenin yaşanan süreçte işçilere greve çıkmak gerektiğini, işçinin tek silahının bu olduğunu, bunu iyi kullanmak gerektiğini söylediği ve işçileri sürekli, bilgilendirip aydınlattığı için işine son verildiğini söylediler. Ülkemizde TİS akıbeti, bu sözleşmede de geçerliliğini korumuştur. İşçilerin bilinç eksikliği taşıması, bilinçlenememesi, araştırmaması, okumaması kendileri için önemli olan iş kanunlarını bile bilmemesi, öğrenmek için çaba sarf etmemesi ve sistemin bilinçli şekilde işçi sınıfına kendi egemen ideolojisini kabul ettirmesi, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olarak kalmasını sağlamaktadır. Fabrikalarda sınıf bilinci taşıyan işçilerin çoğalması, sınıf bilinci taşıyan kendine sosyalist diyen herkesin fabrikalarda çalışmaya aday olup, işçilerin kendisi için bir sınıf olduğunun bilincine ulaşmalarını sağlamalıdırlar. Bu sözleşme de şu gerçeği bir daha göstermiştir ki sadece sözleşme zamanı biraz duyarlılık yaşanmakta, sözleşmeden sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edilmekte ve sadece ekonomik talepler için adım atılmaktadır. Sınıf bilinci taşıyan herkes fabrikaya, Bolşevizmin yolunda kavganın kalbine, mücadeleye örgütlenmeye! Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın Sosyalizm! 18.05.2008 YDİ Çağrı Okuru ✓ İşverenin şimdiye kadar onlarca üyelerini “sendikal nedenlerden” dolayı işten çıkardığını bu durumun Yargıtay kararlarıyla tespit edilip patronun işçilere sendikal tazminat ödettirildiği anlatılan açıklamada bu saldırılarında başarılı olamayan patronun bu kez sendika üyesi işçileri tazminatsız işten atmak için çalıştıkları illerin dışına gönderdiğini, gidemeyen işçileri de tazminatsız işten attığını ifade ettiler. Açıklamada Pratiker işvereninin bu insanlık dışı ve hukuk dışı uygulamalarını protesto eden bu kitlesel Basın Açıklamasını işçilerin sendikal hak ve özgürlüklerini savunmak, yasal ve meşru haklarını kullanmak amacıyla yapacakları eylemlerin bir başlangıcı olduğunu söylediler. Basın Açıklaması sendika olarak işçilerle birlikte sendikal hak ve özgürlükler için bundan sonra yürütecekleri mücadelede sınıf dostlarının kendileriyle dayanışma göstermeleri çağrısı ile son buldu. Mayıs 2008 ✓
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Mart 2006’da patronunun ucuz işgücünü fütursuzca sömürebilmesi için, işçilerin sendikalı olarak örgütlenmesine karşı direnmesinin ardından SCT işçileri davullu zurnalı greve çıkmıştı. İşçiler bu mücadele içinde her türlü zorluğa göğüs gererek direndiler. Bir taraftan işçiler, patronun kanun tanımaz tutumuyla mücadele ederken diğer taraftan patronun bu keyfi tutumuna karşı direndikleri için, jandarmanın psikolojik ve fiili şiddetine maruz kaldılar. Grevdeki işçileri işten atarak kanunsuz ve keyfi uygulamalarını sürdüren patrona karşı işçiler, sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde açtıkları tüm davaları kazandılar. Bu mücadelede safları terk edenler de oldu, evine ekmeğini götürebilmek için ayrılmak zorunda kalanlar da. Grevin 742. Gününde patron, sendika ile oturarak sözleşmeyi imzalamak zorunda kalmıştır. Bu durum işçiler açısından büyük bir moral kaynağı olmuştur. Yalnız SCT işçisi açısından değil, tüm işçi sınıfı açısından direnildiğinde kazanılacağını göstermesi açısından
yapmalarını söyledi. Öğlen saat iki gibi başlayıp akşam yedi buçukta biten toplantıda toplu iş sözleşmesini imzaladı. İmzalanan toplu iş sözleşmesinde, 80 ile 90 YTL arası ücret artışı oldu. Aile yardımı ve çocuk parası tam olarak verilerek ve kademesi 1 -2 -3 olanların sosyal hakları %25 artırıldı. YDİ Çağrı’nın 112. sayısında uygulanan kademeyle ilgili bilgi vermiştik. Eti Tam Gıda’da çalışan işçilerle konuştuğumuzda; sürekli sendikaya gittiklerini grev için bastırdıklarını söylediler. Fabrikada yaklaşık 750 kişinin çalıştığını ve bunun ortalama 400’ün grevi istediğini, geri kalanın grevi istemediklerini söylediler. 1998’de greve çıktıklarını dört ay direndiklerini, ama dört ay sonra sendika başkanının on beş gün daha sabredin demesine rağmen grevi sonlandırdıklarını, bu yüzden de greve çıkma konusunda tereddüt yaşandığını ve bilinçli hareket edilmediğini söylediler. Ayrıca imzanın atıldığı günün akşamı fabrikada akşam ve gece vardiyasını ziyaret eden Genel başkan Mustafa Türkel’e işçilerin ağır hakaretler ettiklerini, alkışlarla beraber yuhaladıklarını söylediler. Bu yaşanan süreçten sonra işverenin fırınlardan işçi eksilttiğini, çalışma koşullarını zorlaştırdığını, ama son on yılda bu kadar alamadıklarını, kötüde olsa bunun bir başlangıç olabileceğini söylediler. Küfür konusunda Genel Başkan’dan özür dileyeceklerini, bunu ahlaki olmadığını, küfür edenlerin de anlık
EK:5
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
1
EK:6
Devlet 1 Mayıs 2008’de terör estirdi
Mayıs, 119 yıldır uluslararası işçi sınıfı tarafından, birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanıyor. Yaşadığımız coğrafyada ise tüm baskı ve engellemelere rağmen, çeşitli dönemlerde 1 Mayıs kutlandı, kutlanıyor. 1 Mayıs 1977’de Taksim’de, 1 Mayıs kutlamasına, işçilere saldırıldı. 34 kişi öldürüldü. Esasında belli olan failler bir türlü yakalanamadı. 1 Mayıs 1977 dosyası rafa kaldırıldı. Taksim meydanı işçilerin kanları ile sulandı. Böylece Taksim meydanının ismi gerçek anlamda 1 Mayıs Meydanı ismini aldı. 1 Mayıs’ın, 1 Mayıs alanında kutlanmak istenmesi ve bu bağlamda mücadele yürütülmesi doğru bir tavır idi. 1 Mayıs meydanı, devlet terörüne karşı, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yüksek sesle haykırıldığı bir alandır. Taksim'de 1 Mayıs kutlamalarına izin vermeyenlerle, 1977 1 Mayıs’ını kanlı 1 Mayıs haline getirenler arasında yakın bir bağ var. Taksim alanını “stratejik bir tepe” olarak gören ve “alınmasına asla müsaade etmeyeceğiz” diyen bir devlet var. 1 Mayıs’ın Taksim meydanında kutlama istemini “anayasal düzene başkaldırı” olarak yorumlayan Şahin bir Adalet Bakanı var bu ülkede. Ama Taksim’de ‘kutlama’, ‘şenlik’ vb. işler yapma ayrıcalığı sadece polise var. Konserler, yılbaşı eğlenceleri, futbol gösterileri yapılıyor Taksim’de. Taksim alanı sadece işçi ve emekçilere yasak. Bu yıl AKP 1 Mayıs’ı ‘emek’ bayramı ilan etti! ‘Emek’ bayramı ilan edilmesine rağmen, 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmedi. Resmi tatil ilan edilirse bunun, 2 katrilyon YTL ekonomiye zarar vereceği açıklandı. İstanbul valisi ve palabıyıklı Emniyet Müdürü, günler öncesinden 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına izin vermeyeceklerini ve “orantılı güç” kullanacaklarını açıkladılar. Ardından Başbakan “ayaklar başları yönetirse” kaos çı kacağını açı k ladı. Öyle ya Başbakana göre, işçiler, emekçiler, memurlar vb. ‘ayaklar’ idi. ‘Başlar’ ise, küçük bir azınlık olan, işçileri, emekçileri sömüren, karlarına kar katan, burjuvazinin çıkarlarını savunan, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekenler idi. Böylece Başbakan ve AKP Hükümeti, burjuvazinin çıkarlarını savunduklarını, işçilere, emekçilere düşman olduklarını kamuoyuna açıkladılar. Bu yıl 1 Mayıs kutlamalarına katılamadım. Çünkü tutsak olarak hapiste bulunuyorum. Oda arkadaşım Hüsnü Bitirmiş ile 1 Mayıs’ta televizyon karşısında idik. Kutlamalara katılamıyorduk, ama duygu ve düşüncelerimizle 1
İstanbul valisi ve palabıyıklı Emniyet Müdürü, günler öncesinden 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına izin vermeyeceklerini ve “orantılı güç” kullanacaklarını açıkladılar. Ardından Başbakan “ayaklar başları yönetirse” kaos çıkacağını açıkladı. Mayıs’ı kutlayanların yanındaydık. Kameralara yansıyan görüntüleri dehşet ile izledik. 1 Mayıs 2008’de İstanbul’da adı konmamış sıkıyönetim ilan edilmişti. Çeşitli illerden İstanbul’a polisler uçaklarla taşınmıştı. Taksim ve çevresi polis ablukasına alınmıştı. Çok sayıda jandarma da Taksim’e konuşlandırılmıştı. İnsanlar evlerden,
E
parti binalarından, sendika merkezlerinden çıkamaz hale getirildi. İnsanlar sendika ve parti merkezlerinde kuşatma altına alındı. İçeridekiler gaz bombaları yağmuruna tutuldu. Hızını alamayan polis, lösemili çocukların tedavi edildiği Şişli Etfal Hastanesi’ne de gaz bombaları attı. Vali ve palabıyıklı Emniyet Müdürü’nün talimatları
Eskişehir’de 1 Mayıs
skişehir’de 1 Mayıs yaklaşık 4 bin kişinin katılımıyla kutlandı. Geçen seneye oranla, katılımın fazla olması sevindiriciydi. Saat 17.30’da Anadolu Üniversitesi Tramvay Durağı’nda toplanan Türk-İş’e bağlı işçi sendikaları, KESK, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, Anadolu ve Osmangazi üniversitesi öğrencileri Sıhhiye Meydanına yürüdüler. Yürüyüş sonunda Sıhhiye Meydanına varıldığında, tertip komitesi tarafından alana girilirken okunan isim anonslarında sıra DTP’ye gelince özellikle Türk-İş’e bağlı işçi sendikalarına üye işçiler yuhaladılar. Özellikle bu yıl Türk bayraklarıyla sendikaların katılımı yoğundu. Tertip Komitesi tarafından bir dakikalık saygı duruşu ardından istiklal marşı okundu ve işçi sendikalarına üye işçiler “şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganını attılar. Türk-İş’in alana kocaman Türk bayrağını sokması, işçilerin histerik bir şekilde bayrağı tutup alanda dolaştırıp DTP ile çatışma ortamı yaratmaya çalışsalar da, bu istekleri olmadı. Türk-İş 2. Bölge Temsilcisi Nejat Kılıç Tertip Komitesi adına konuşma yaptı. Eskişehir CHP milletvekili Murat Sönmez de 1 Mayıs’a destek
verenlerdendi. 1 Mayıs’a son iki yılda azda olsa katılım giderek yükseliyor, ama 1 Mayıs ruhuna yakışır şekilde kutlanmıyor. Alanlara kızıl bayraklarla gelmek yerine, milliyetçilik duyguları ile Türk bayrakları ön plana çıkartılıyor. Biliyoruz ki sermayenin dini, toprağı, vatanı yoktur. Sermaye sömürüyü daha çok nasıl yaparımın derdindendir. Bu yüzden sendikaların bu tavrı işçi sınıfının çıkarlarına uzak, ama sistemin çıkarlarıyla uyuşan bir tavırdır. Biz bu oy unu bozacağız! 1 Mayısı ruhuna yakışır şekilde kutlayacağız. İşçi sınıfı kendi bilimsel ideolojisini sahiplenerek, Bolşevik yolda tarihsel görevini yerine getirerek sömürüsüz insanca bir dünyayı kuracak ve kurtaracak. Asgari ücretle hayatta kalma mücadelesi verenlerin sırtından kesilen sendika aidatlarıyla lüks içinde yaşayanlar, siz de sömürü çarkının içindeki sömürensiniz. İşçi sınıfının sendika bürokratlarını sırtından atacağı günler de gelecektir. Bir Mayıs Kızıldır, Kızıl Kacak! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Bıji Yek Gulan 05.05.2008 Eskişehir’den bir YDİ Çağrı Okuru ✓
ile, işçiler, emekçiler, devrimciler ve kısacası 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen herkes gaz bombaları ve tazyikli suyun hedefi oldu. ÇHD üyesi avukatlar çembere alınıp dövüldü. Cafelerde oturanlar bile polisin gazabından kurtulamadı. “Orantılı müdahale” adı altında turistler dahil, insanlar copla, sopayla, tekmeyle, yumrukla dövüldü. Yere düşenler, postallar altında ezildi. Galiba AB yolunda polise, insanlara karşı nasıl vahşet uygulanacağının dersi veriliyor! 1 Mayıs kutlamaları, İstanbul’da polis devletinin güç gösterisine dönüştü. Palabıyıklı Emniyet Müdürü, bir eli cebinde Taksim tepesini savunmak için, savaş alanını denetleyen bir komutan edasıyla sağa, sola emirler veriyordu. 1 Mayıs öncesi, Taksim’de 1 Mayıs kutlamalarına izin verilirse, provokasyon yapılacağı yalanı yaygınlaştırıldı. Başkalarının provokasyon yapmasına gerek yok. Çünkü provokasyonu bizzat devletin kendisi ve polisi zaten yapıyor. Birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs İstanbul’da istenildiği gibi kutlanamadı. 1 Mayıs enternasyonal proletaryanın birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmaktadır. Ama 1 Mayıs Türkiye’de, işçilere, emekçilere ve devrimcilere karşı, polisin şiddet uyguladığı, gaz bombaları attığı ve insanları dövdüğü bir gün olarak geçiyor. Gün gelecek, devran dönecek, “ayaklar” başların iktidar saltanatına, elbette son vereceklerdir. Gün gelecek 1 Mayıs Taksim’de de kutlanacaktır. O günler çok uzak değildir. Görev örgütlenmek ve mücadele bayrağını yükseltmektir. Mayıs 2008 Mehmet Desde İzmir/Tire Hapishanesi ✓
Amed'de 1 Mayıs
R
esim 29.04.08 tarihinde istasyon meydanının valilikçe işçilere verilmemesi üzerine yapılan basın açıklamasına ait. Diyarbakır Valiliği'nin “daha önce a lınan karar gereğince Newroz, Dünya Barış Günü ve 1 Mayıs mitinglerinin fuar alanında yapılması”nı gerekçe göstererek 1 Mayıs mitingine izin vermediği kentte polis geniş güvenlik önlemleri almıştı. Günün erken saatlerinde Büyükşehir Belediyesi ve bağlı ilçe belediyelerin önünde toplanan işçiler ve emekçiler kalabalık grup halinde basın açıklaması yapılacağı alana davul eşliğinde ve slogan atarak Dağkapı Meydanı'na geldiler. Burada toplanan işçi sendikaları ve üyeleri davul zurna eşliğinde halay çektikten sonra basın açıklaması yaptılar. DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, DTP Diyarbakır Milletvekili Selahattin Demirtaş, Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve Diyarbakır DTP il yöneticileri, ilçe belediye başkanları, Sur belediyesinin görevden alınan başkanı Abdullah Demirbaş, Emeğin Partisi İl başkanı işçilere destek vermek için alandaydılar. Dağkapı alanında saat 12.00’de toplanan işçi ve emekçiler çalan davul ve zurna eşliğinde halaylar çektiler. Alkışlarla miting izni vermeyenleri protesto ederken sloganlarla taleplerini dile getirdiler.
B
Basın açıklamasında en çok atılan sloganlar şunlardı: “Bijî yek gulan, Yaşasın 1 Mayıs, Bijî birtîya gelan, Katil Erdoğan, Bijî azadî, Yaşasın halkların kardeşliği, PKK halktır, halk burada” vb… Açıklama mitinge destek verenlerin tanıtılmasıyla başladı, ardından İstanbul’daki saldırıları kınamak ve oradakilere destek sunmak için üç dakikalık oturma eylemi yapıldı, oturma eylemi de sloganlarla devam etti. DTP eşbaşkanı Emine Ayna kısa bir konuşma yaptı: “Newroz’da halka saldıranlar, halkın barış taleplerini görmezden gelenler, bu 1 Mayıs’ta halkın alanlara çıkmasına izin vermemişlerdir… Sınırötesi ve sınıriçi savaş kararlarını yeni MGK toplantısında alarak analara göz yaşı sunmaktadır.” '1 Mayıs'la ilgili basın açıklamasını Türk-İş 7. Bölge Temsilcisi Bahri Karakoç yaptı. "Sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık ve demokrasi istiyoruz" dedi. Karakoç, sözlerini şöyle sürdürdü: "Türkiye'de var olan sorunların ana kaynağı Kürt sorunudur. Bu sorunun her kesimin gerekli sağduyu ve hassasiyeti göstererek barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesi için buradayız. Bu sorunu salt ekonomik olarak ele almak, sorunu çözmediği gibi daha da katmerleşerek kangren haline getirmekten başka bir anlam ifade etmiyor." Yaklaşık olarak beş bin kişi-
Bursa'da 1 Mayıs halinde parçalayarak grupların bir araya gelmesini her türlü araçgereçle engellemeye çalıştı ve bunu başardılar.Her defasında bir grup slogan atmaya kalksa saldırıya geçtiler. DİSK Gnl. Mrk.'ne CHP ve DSP temsilcilerinden sonra DTP'li milletvekilleri geldi. DTP'liler bölgeye gelişinde ''Yaşasın halkların kardeşliği'' ve ''Biji yek gulan'' sloganlarıyla dayanışma gösterisinde bulundular. DİSK Gnl. Mrk. yanındaki DSP seçim araçları da dikkatlerden kaçmadı. Anlaşılan DİSK yöneticileri DSP propagandası yapıyor. DTP yöneticilerinin gelmesinden 15-20 dk. sonra konfederasyon genel başkanları DSP otobüsüne çıkarak orada toplanan 150-200 kişilik gruba seslendi. ''Devlet terörü''ne lanet okuyan Çelebi Taksim'e çıkamayacaklarını söyledi. ''Seçim otobüsü'' üzerinden ''gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek'', ''Yaşasın 1 Mayıs'' slogan-
resmen yasaklı bazen de dolaylı yasaklama gerekçeleriyle karşı karşıya kalmıştır. İşçi ve emekçiler bu yıl izinli olan alanlarda bile hiçbir neden yokken polisin gazlı ve coplu saldırılarına maruz kaldılar. Sermaye sınıfının en korktuğu sınıf olan işçi sınıfının bu en anlamlı gününü kutlamasından rahatsızdır. Amed işçi ve emekçisi de bütün bastırma ve yok sayılmaya rağmen bu anlamlı günü çeşitli vesilelerle alanlarda kutlamış, bunun bedelini de vermiştir. Bu anlamlı günde yapılan bir basın açıklamasıdır, binler bu basın açıklamasına katılarak sermaye sınıfı ve onun işbirlikçilerine kendi gününe sahip çıktıklarını göstermişlerdir. İşçi ve emekçiler olarak 1 Mayıs’ı daha özgür kutlamak için sermaye için cennet olan sömürü düzenini dünyayı yaratan kollarımızla yıkıp onun yerine işçi ve emekçiler için sömürüsüz bir cennet olan sosyalizme devrimle varmalıyız. Yaşasın devrimci 1 Mayıs! Bijî şoreşe yek gulan! Bijî şoreş û sosyalizm!
ları atıldı. Çelebi'nin konuşması sonrasında gruptan ''yuh'' sesleri duyuldu. Yapılan konuşmaların sonunda işçiler olaysız bir şekilde dağıldı fakat sokak aralarında küçük gruplarla polis arasında çatışmalar devam ediyordu. Yapılan dağılma çağrısı sonrası görüşünü sorduğumuz BMİS Genel Bşk. Adnan Serdaroğlu ''görevimizi yerine getiremedik, Konf. Gnl. Bşk.'ları kendini avutmak için çıkıp konuştular'' dedi. BMİS Gnl. Sekreteri S. Göktaş ise ''ağzına fermuar çekerek'' tepkisini gösterdi. Şu kısa değerlendirmeyle biriki noktanın altını çizmek istiyoruz. Belki uzun yıllardan bu yana TÜRK-İŞ'in de Taksim'e çıkma konusunda diğer sendikalarla ortak tavır takınması bir ilkti ve olumluydu. Ama maalesef hepimiz biliyoruz ki sınıf davasına yakışmayacak bir şekilde TÜRK-İŞ Başkanı yine ihanet içerisindeydi. Bu olumsuz tavır işçilerin tavrını da etkiledi. Sınıf bilinçli işçiler olarak bizler bunun olacağını bekliyorduk. Diğer önemli bir eksiklik de şuydu, bu 1 Mayıs’ta devrimci solun geçen sene gösterdiği örgütlülük gücü yetersiz kaldı.
Belki bunda devletin çok yoğun; “buna fırsat vermeyeceğiz” tehdidi önemli rol oynadı. Türkiye sınıf hareketinin dün olduğu gibi (örneğin 15/16 Haziran’da olduğu gibi) bugün de ihtiyaç duyduğu sınıf hareketine önderlik edecek, sınıfın öncü kurmayı Bolşevik Parti’dir. Sınıf öncülerinin dikkatinin merkezinde durması gereken böylesi partilerin inşası sorunudur. Sorun böylesi partilerin sınıf temelinde, işletmelere oturtulması sorunudur. Parti inşası snıf temeline oturtulmazsa, gerisi hayaldir. Bunun için acil ve vaz geçilmez temel görev; sınıf öncülerinin bütün benliği ile bu göreve dört elle sarılmalarıdır. Sorun sınıfa gerçekten önderlik edecek böylesi partilerin inşası sorunudur. Ancak o zaman tarihi görevimizi yerine getirmiş oluruz.
Çağrı okurları ✓
Yaşasın işçi sınıfın birlik ve mücadele günü ! Yaşasın devrimci 1 Mayıs ! Biji yek gulana şoreşger ! Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm ve kurtuluş ! Bursa’dan Çağrı okurları ✓
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ursa'dan hareket eden işçi kafilesinin İstanbul'a varmak için yoğun polis ve asker kontrollerinden geçtikten sonra yolculuk 10-12 saat sürdü (normalde 2,5-3 saattir). Bu yolculuk sırasında polis ve jandarma tarafından yer yer yoğun provokasyon yaşandı. Şişli istikametine grup olarak hareket eden her gruba polisin biber gazlı, panzerden atılan renkli su ve joplu saldırısı oldu. Saldırılardan sonra işçiler dağılarak bireysel olarak hareket etmeye başladı. Bir daha toparlanmak gittikçe zorlaştı. Bir daha ancak geri dönüş için araçlarında buluşabildiler. Tüm cadde ve sokak başlarıyla beraber DİSK Genel Merkezi'ni çevreleyen devlet güçleri buralarda toplanan işçi-emekçileri dağıtmak için her defasında; ''açlık sınırında'' yaşayanları ''domates suyu'' ve ''biber'' gazıyla besledi. Çevre illerden gelen işçileri öylesine yönlendirdi ki işçileri 50-100 kişilik gruplar
nin katıldığı basın açıklamasında Belediye-İş, Tez-Koop İş, Genel-iş, Eğitim-Sen, Dev-Sağlık-Sen, SES, DTP, ESP pankartları vardı. Basın açıklamasına gelen kitlenin taşıdığı pankartlarda şu sloganlar yer alıyordu: “Yaşasın 1 Mayıs! Bijî Yek Gulan!, Yaşasın Halkların Kardeşliği! Bijî Biratîya Gelan!”. Bir dizi bayrak ve taleplerin yazılı olduğu döviz alanda açıldı. Bir grup genç “Yaşasın özgür, sosyalist Kürdistan!” sloganı atıyordu. Saat 13.00’de işçi ve emekçiler basın açıklamasının bitmesi üzerine dağıldı. Devlet işçi ve emekçilerin dayanışma, birlik ve mücadele gününün bayram olarak kutlanmasından rahatsız olduğu için bir dizi engellemeyle karşı karşıya bırakmaktadır. Amed’de 12 Eylül 1980 öncesinde sıkıyönetim yasası uygulanmaya konulduğu için, o tarihten beri 1 Mayıs işçi bayramını yasaksız kutlayamamıştır. Tek istisna 2003 tarihidır, o gün 1 Mayıs günü Bingöl’de deprem olmuştu. Depremde miting zaten yapılamazdı. İşte 30 yıla yakın bir zamandır, Amed çoğunlukla
EK:7
Üç örnek, bir gerçek… Kapıları kırarak içeri giren faşistler işyeri sahibini iki gün ayağa kalkamayacak derecede demir sopalar ve zincirlerle döverek komalık yapmışlar. Diğer gençlerin üçü de saldırıda yaralanmışlar. Faşistler saldırılarını tamamladıktan ve evin dışına çıktıktan çok sonra gelen polisler saldırganlara evin önünü terk etmeleri için ricada bulunup, gitmişler.
S
izlere anlatacağım bu üç olayda yaşananlar devlet güçlerinin devrimcilere ve Kürtlere karşı hangi taktiklerle nasıl saldırdığına, provokasyon ve linçlere destek verdiğine çarpıcı örnekler oluşturuyor.
Haziran 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Birinci olay:
EK:8
Bizim de Çağrı gazetesi olarak içinde yer aldığımız oniki demokrat ve devrimci çevrenin İstanbul’da oluşturduğu Devrimci 1 Mayıs Platformu 2005'de “Taksim’de 1 Mayıs yasağının kalkması, 1977 1 Mayıs katliamının faillerinin yargılanması ve 1 Mayıs gününün resmi tatil ilan edilmesi” için TBMM’ye gönderilmek üzere bir imza kampanyası yürüttü. İstanbul’un değişik semtlerinde stant açarak imza kampanyasını yürütmek için Valilik ve Emniyet Müdürlüğünden de izin alarak çalışmalara başladık. Bu bir haftalık imza stantlarında birçok yerde devletin resmi güçleri tarafından saldırılara uğradık. Bunlardan en ilginci ve ibret verici olanı Ümraniye’de yaşandı. Yıl 2005, günlerden 27 Nisan, Perşembe. Yer Ümraniye İGDAŞ’ın önü. Burada üç gündür açılmış olan imza standına, standın başında duran üç arkadaşa sözde standın “güvenliğini üstlenmiş” polislerin gözü önünde 25-30 kişilik sivil faşist bir grup tarafından saldırı yaşandı. Stant kırıldı arkadaşlar darp edildi. İmza toplanmaması, bildiri dağıtılmaması, oranın terk edilmesi istendi ve arkadaşlar tehdit edildiler. Polisler, bu saldırıyı engellemek için en ufak bir çaba göstermediler. İki gün sonra (27 Nisan’da) Devrimci 1 Mayıs Platformu olarak aynı yerde bu saldırıyı kınayacak bir Basın Açıklaması yapmak istedik. Çok erkenden gelen 100’ün üzerinde Çevik Kuvvet ve karakol polisi orayı ablukaya aldı. Açıklamayı yapacak olan biz 10-15 kişilik gruba önce polis şefi gelip burada Basın Açıklaması yapamayacağımızı söyledi. Bu 15 – 20 dakikalık bizi oyalama sırasında caddenin karşı kaldırımında bir anda -kimin polis kimin sivil
olduğu belli olmayan- 100’ün üzerinde sivil görünümlü faşist bizi faşist sloganlarla dakikalarca protesto etti. Basın Açıklaması metnini okumaya başlar başlamaz yine polis şefi bu kez “bakın, durum gergin, sizin can güvenliğinizi sağlayamayız, hemen burayı terk edin” diyerek gitti. Ardından karşıda gittikçe sayıları artan sivilleri bize saldırtmak için açık bir şekilde kışkırtıyorlardı. Önce yumurtalı taşlı saldırı oldu. Ardından da etrafımızda kurdukları çemberi kaldırarak bize saldırttılar. Bu linç saldırısına karşı koyuşumuz üzerine kaçmak zorunda kalan bu faşist güruhun saldırısının hemen ardından bize saldırmak için hazır bekleyen onlarca Çevik Kuvvet polisi üzerimize çullandı. Tekme, yumruk ve coplarla bizi linç eden ve bize saldıran sivil faşistlere öteye git demeyen polis bizi döverek gözaltına aldı. Arabalarda da işkenceler sürdü. Bu saldırıda standımız kırıldı. Tüm arkadaşlar darbe aldık, içimizde ciddi şekilde yaralanan oldu. Götürüldüğümüz Ümraniye Emniyet Müdürlüğü’nde bu kadar açık haksızlığa ve barbarlığa karşı ilgili tüm yerlerde hakkımızı arayacağımızı söyledik. Onlar, bizi “Duyarlı vatandaşlarının” saldırısından korumak için arabalarına aldıklarını, gözaltına almadıklarını, bizim terörist olduğumuzu, isteseler kendilerine karşı geldiğimiz için bizi gözaltına alabileceklerini belirtip hemen kayboldular. Böylelikle demokratik hukuk devleti maskeli faşist düzenin resmi ve sivil kollayıcıları tarafından ortaklaşa linç edilerek bize “demokratik haklarımız güven içinde” kullandırılmış oldu.
İkinci olay: Yine yer İstanbul – Ümraniye semtindeki bir mahalle… Kazım Karabekir Mahallesi Malatya Caddesi’nde demir hurda alım-satımı yapan bir işyeri. Bu işyeri Bingöl’ün bir ilçesine bağlı bir köyünden gelen yoksul bir Kürt emekçisine ait. Bu yoksul köylü köyünde 4 genç akrabasını açlık sınırının altında yaşayan ailelerine
bir parça ekmek parası kazansınlar diye yanına çağırmış. Birlikte beşi de hurda demir toplayıp satıyorlarmış. Türkiye’nin birçok büyük kentinde tersane, inşaat tarım işçiliği yapan işçilerin yaşadıkları zorlukların aynısını yaşayan ve yaşları 17 ile 25 arasında olan bu beş gençten 4’ü ile tesadüfen tanıştık. Bu iki katlı işyerinde üst katı barınma yeri, alt katında topladıkları hurdaları depolayan ve bir yıldan fazla kendi işinde gücünde olan bu Kürt gençleri gazeteci olduğumuzu öğrenince 2008 yılının Mart ayında uğradıkları ırkçı faşist bir saldırıyı anlattılar. Gençler, Mart ayının son pazar günü gece saat 01.00’de evlerinde uyurken bir grup MHP’li faşistin “bunlar PKK’li terörist, mahallede PKK bayrağı asıyorlar” şeklindeki propagandalarla kışkırtarak topladığı 80-100 kişilik mahalli kalabalığın saldırısına uğramışlar. Kapıları kırarak içeri giren faşistler işyeri sahibini iki gün ayağa kalkamayacak derecede demir sopalar ve zincirlerle döverek komalık yapmışlar. Diğer gençlerin üçü de saldırıda yaralanmışlar. Faşistler saldırılarını tamamladıktan ve evin dışına çıktıktan çok sonra gelen polisler saldırganlara evin önünü terk etmeleri için ricada bulunup, gitmişler. Sabaha kadar evin önünde bekleyen faşistler gençleri mahalleyi terk etmedikleri takdirde öldürecekleri tehdidinde bulunmuşlar. Sabaha kadar korkudan uyuyamadıklarını belirten gençler, ertesi gün hurda toplamaya çıkan iki arkadaşlarına yine saldırıldığını söylediler. Saldırının üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen halen olayın şokunu üzerlerinden atamadıklarını ifade ettiler. Bütün herşeyi bilen polislerin tavırlarından kendilerine saldırılmasına sevinir hallerine şaştıklarını belirten gençler, sivil faşistlerin polislerin yanında kendilerini tehdit ettiğini polisin buna ses çıkarmadığını söylediler. Faşistlerin kendilerini evden ve dükkandan çıkarttırmak için ev sahibini de tehdit ettiklerini belirten gençler ev sahibinin de kendilerinin yataklarını dışarı attığını
iki gün önce başka semte taşındıklarını belirttiler.
Üçüncü olay: İstanbul – Avcılar semtinde kurulu Aster Tekstil Fabrikası’nda yaşanıyor. Kadın giyimi üzerine tanınmış uluslararası markalara elbise üreten bu fabrikada çoğu kadın 420 işçi çalışıyor. Çalışan işçilerin TEKSTİL – SEN’de örgütlendiği bu fabrikada patron Mayıs ayı başından beri başta sendika üyesi işçiler olmak üzere birer ikişer işçileri işten atmaya başlamış. Son olarak sendika üyesi Selahattin Altınay’ı ücret alacağını ve tazminatını vermeden işten atınca sendika 8 Mayıs 2008 günü fabrika önünde işten atmaları protesto eden bir Basın Açıklaması yapmış. Daha açıklama bitmeden “eski solcu” ve şimdi ÖDP’li geçinen patron Sarı Kocali ve fabrikanın Güvenlik Amiri sendikanın Örgütlenme Uzmanı Düriye Sezgin ve Eğitim Uzmanı Huri Vayiç’e saldırarak saçlarından tutarak yerlerde sürüklemişler. Sendika bu saldırıyı yapanlar hakkında suç duyurusu yapmasına rağmen bu saldırganlar hakkında hiçbir işlem yapılmamış. Acaba alacağı ücret dahi verilmeden tazminatsız işten atılan işçi Selahattin Altınay patron Sarı Koçali’ye bir tokat atsaydı şimdi içerde olmaz mıydı? Bu işçi emekçi düşmanı devletin nasıl bir hukuka ve adalet anlayışına sahip olduğunu göstermiyor mu? Tekstil – Sen patronların ve devletin bu ve buna benzer saldırılarını protesto etmek için 14 Mayıs 2008 günü ASTER TEKSTİL Fabrikası’nın önünde bir Basın Açıklaması daha yaptı. Bizim YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak desteklediğimiz eylem, açıklamaya katılanların on katı kadar polisin ablukası altında yapıldı. Buna rağmen patron yaptığından korkmuş olacak ki fabrikanın önünü arabalarla kapattığı gibi tüm koruma görevlilerini de sıra sıra dizmişti kapıya! Bu üç örnek bir gerçeği bir kez daha ispatladı ve gösterdi: O da siz okuyucularımızın çoğunuzun bildiği bir durum. Bilmeyenlere bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Bu durum başka bir ifade ile “Taşların bağlanıp, itlerin salındığı” bir durumdur. Faşist düzenin gerçek yüzüdür. Bu durum sürecek. Taa ki tersi bir durum, yani işçilerin emekçilerin ve tüm ezilenlerin birleşip “itleri bağladığı, taşları çözdüğü” güne dek! Mayıs 2008 ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel./Faks: (0212) 620 67 57 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • SAYI 123’ün İşçi Eki · Haziran 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
panorama
"Nergiz Siklonu" ve
emperyalistlerin sahtekarlığı... - MYANMAR -
Kelimenin gerçek anlamıyla yaşanan bu felaket, kimi büyük kentler de içinde olmak üzere sayısız yerleşim alanını “haritadan” sildi.
A
dını Hindistanlı metereologlardan alan “Nergiz Siklonu” felaketi, Myanmar’da onbinlerce insanın yaşamına mal oldu. 3 Mayıs’ta saatte 230 kilometre hızla esen rüzgar, metrekare başına düşen 600 litre yağmur, 3,5 metreden yüksek deniz suyu birleşince, doğanın gazabının şiddeti kendisini gösteriyordu. Verilen haberlere göre yaklaşık 12 saat süren bu felaketten, ülkenin nüfusunun yarısına yakın insan –24 milyon rakamı veriliyor–, öyle ya da böyle etkilenmişti, zarar görmüştü. İlk günlerde ölü sayısı 4 bin, ardından 22 bin civarında verildi. Suların çekilmesiyle felaketin gerçek yüzü ortaya çıkmaya başlayınca ölü ve kayıp sayısı bağlamındaki rakamlar da yükselmeye başladı. Hâlâ kesin bir ölü veya kayıp sayısı yoktur. Ama artık üzerinde mutabık kalınan esas rakam, 130.000’in üzerinde olan bir rakamdır. Kelimenin gerçek anlamıyla yaşanan bu felaket, kimi büyük kentler de içinde olmak üzere sayısız yerleşim alanını “haritadan” sildi. Milyonlarca insan evsiz barksız kaldı. Ülkenin “pirinç tarlası” olarak da görülen İrravaddi Deltası sular altına kaldı. Ürün almayı bekleyen pirinç üreticilerinin bir bölümünün yaşamını, sağ kalanların da evini, kulübesini, tarlasını ellerinden aldı “Nergiz Siklonu”… Sağ kalanların kimi ifadelerinde onbinlerce insanı öldürenin kasırga değil, deniz suyunun kabarması ile ortaya çıkan “sel” baskını olduğu söylenirken, felaketin boyutu ise “kuşlar bile ötmüyor” ifadesiyle dile getirilmektedir. Felaket bölgesindeki yollar yol olmaktan çıkmış, bölgeye ulaşım neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Helikopter ve gemilerle ulaşılabilecek yerlere ise, felaketin ilk üç haftası süresince neredeyse hiç gidilmemiştir. Gönderilen tek gemi /vapur’un ise mazotu tükendiğinden yolda kalmıştır. Elektrik şebekesinin çökmesiyle
de cereyandan da yoksun kalınmıştır. Sonuçta felaketin tüm boyutlarını anlatmak mümkün değil. Temiz su yok, ekmek, aş yok, ilaç yok, çoğunun evi-barkı da yok ve felaket bölgesinin büyük bölümünde gerçek yardım da hâlâ yoktur. Ama tifus, kolera vb. hastalıklar, özellikle de çocukların ishal olması vb. durumlar felaketzedelerin sürekli yolarkadaşları durumunda. İşte felaketzedelerin durumunun kısa özeti böyle iken, önlemler alma ve halkı uyarma adına askeri yönetimin takındığı ilk tavırlardan biri: “Taze meyve yiyin, temiz tuvaletler kullanın ve çöpünüzü düzgün biçimde atın” biçimindeki tavır olmuştur. Çıplak canlarından başka ellerinde bir şey kalmayan yüzbinlerce insana taze meyve yiyin, temiz tuvaletleri kullanın vb. demek, gerçekte felaketzedelerle alay etmektir. Bu tavır Myanmar yönetiminin halkın yaşamından ne kadar kopuk olduğunu da gösteren bir örnektir. Askeri yönetimin halka düşmanlığı bu felaket döneminde de açıkça görüldü.
ANAYASA REFERANDUMU… 22 Ekim 2007 tarihli “SafranDevrimi neyin nesi” başlıklı ve dergimizin 116. sayısında yayınladığımız yazımızda Myanmar hakkında kimi bilgiler aktarmıştık. Buna göre 1992 yılından beri Myanmar’da güya bir “demokratikleşme” süreci yaşanıyordu… Bu sürecin ilk adımı olarak düşünülen yeni anayasa hâlâ ortaya konmamıştı. Fakat bunun üzerine tartışıldığı, yeni anayasanın hazırlandığı yönlü bilgiler medyaya yansıyordu. Bunun somut yansıması, 10 Mayıs 2008 tarihinde planlanan anayasa referandumu oldu. Böylece “demokratikleşme”nin ilk adımı atılmış olacaktı ve cunta kendisini demokrasi yanlısı olarak satmış olacaktı. Referandum 10 Mayıs’ta olsa
da “mektup” yoluyla oy verme işlemi Nisan ayında başlatılmıştı bile. Buna da “ön seçim” adını veriyorlardı. Cunta yeni anayasa ile askeri yönetimi meşru kılmak isterken, “demokrasiye” geçiş adına 2010 yılında yapılması planlanan parlamento seçimlerinde, parlamentonun %25lik oranını askerlere ayırma durumundadır. 1990 yılında seçimleri kazandığı halde Başbakan olamayan ve sürekli göz hapsinde tutulan Demokrasi için Ulusal Liga (NDL) lideri Aung San Suu Kyi gibi muhalif güçlere ise bu anayasa ile siyaset yasağı getiriliyor. Nisan ayında başlatılan kampanya ve oy verme işlemi, cuntanın halka yönelik baskıları, dayatmaları da gözönüne alındığında, sonuçta anayasanın kabul edildiği sonucunun çıkacağını gösteriyordu. Gerçekte halk anayasaya hayır da demiş olsa, sonuç belliydi. Sözkonusu bu kampanya tüm hızıyla sürerken, “Nergiz Siklonu” felaketi yaşandı. Cunta felaketzedelere yardımı bile, anayasaya evet deme koşuluna bağlıyordu. Yüzbinlerce insanın durumu meçhul iken, cunta 10 Mayıs’ta referandumu gerçekleştirmenin peşindeydi. Sonuçta, felaketin doğrudan yaşandığı bölgede referandum 24 Mayıs’a ertelenirken, diğer bölgelerde referandum 10 Mayıs’ta yapıldı. 10 Mayıs’ta yapılan referandumun sonuçları, %99 katılımla %92,4 evet oyu verildiği biçiminde açıklandı. Buna göre aslında 24 Mayıs’taki referandum bölümünün sonuçları, anayasanın kabul edildiği sonucunu değiştiremeyecektir. Referandumu birkaç ay bile ertelemeyi reddeden cunta, böylesi bir felaket ortamında 16 senelik bir süreçte yapmadığı işi halletmiş oluyordu… Cunta sadece felaket ortamında referanduma ağırlık vermesiyle değil, felaket öncesinde de önlem almayarak, ölülerin sayısının bu kadar yüksek olmasına neden olmuştur. Doğa felaketlerinin sonuçlarını alınacak önlemlerle değiştirmek, ya da verdiği zararları azaltmak mümkündür. Özellikle de insanların felaketlerden korunması ise çok daha kolay-
dır. Medyadan verilen haberlere göre, Hindistan metereoloji çalışanları beş gün önceden “Nergiz Siklonu”nu tespit etmiş ve en gecinden iki gün önce Myanmar yetkililerini bu konuda uyarmıştır. Cunta sözkonusu bölgedeki insanları acilen tahliye etme ve kitleleri uyarma yolu yerine, devlet televizyonlarında veya gazetelerinde anayasa referandumuna nasıl evet oyu verileceğinin propagandası yolunu seçmiştir. Evet, cuntanın halk düşmanı tavrı felaketin yaşanması sonrası süreçte de görüldü. Cunta, sadece felaketzedelere yardımı sürüncemede bırakmak ve yüzbinlerce –son haberlere göre acil yardıma ihtiyacı olan insan sayısı en az 2,5 milyon– insanı kendi kaderiyle başbaşa bırakmakla değil, dış ülkelerden yapılmak istenen yardıma engeller çıkarmakla da halka, emekçilere düşman yüzünü gösteriyordu. Devletin kendilerinin yardımına gelmediğini gören halk kesimleri, haklı olarak geçen sene sonbaharında rahiplere saldıranların nerede olduğunu soruyordu. Hatta kimileri de “polisleri mi görmek istiyorsun, o zaman meydana çık yönetimi protesto et, hemen yanına gelirler” biçiminde durumu ifade ediyorlar. Cuntanın dış ülkelerden giden yardımı ve uzmanları engellemesi tavrı ise hem felaketzedelere gidebilecek yardımı engellemesiyle ölülerin sayısının çoğalmasına yol açarken, hem de emperyalistlerin “yardımseverlik” adı altında sahtekârlıklarını sergilemesine ortam hazırladı.
EMPERYALİST SAHTEKÂRLIK… Somut sahtekârlığa değinmeden önce, kısaca Myanmar üzerinde emperyalistlerin dalaşını hatırlatmak gerekiyor. Myanmar, petrol, doğalgaz ve volfram, nikel, bakır ya da kömür gibi madenlere sahip bir ülke. Bu olgu özellikle Çin, ABD ve AB içindeki kimi emperyalist güçlerin, aynı zamanda Myanmar’a komşu Hindistan’ın da içinde olduğu bir dalaşın kaynağı olma durumunda. Anda öne çıkan güç Çin emperyalizmi. Hindistan Çin’e en
9
panorama
10
yakın rakip, ama ABD veya Fransız emperyalizmi gibi güçler de, tekelleri aracılığıyla Myanmar’da enerji kaynaklarını, yeraltı zenginliklerini talan etmektedirler. Myanmar cuntası özellikle ABD emperyalizminin ülkeyi askeri olarak işgal etmesinden çekinmektedir ve felakete yardım bağlamında özellikle de askeri gemilerin Myanmar’a çıkarma yapmasını reddetmektedir. Bu yaklaşım kendisini ilk başta uzman kişilerin de Myanmar’a girmesine vize vermeme biçiminde gösterdi. Yardımlar bağlamında ise, yardımların kendisine verilmesini, felaketzedelere Myanmar ordusunun sözkonusu yardımı dağıtacağı biçimindeydi. Emperyalistler arası dalaş, felaketzedelere yardım adı altında da yürüdü, yürütülüyor. Bu konuda özellikle Çin, biraz da Rusya’yı dışta tutarsak, batılı tüm emperyalist güçler birleşmiş görünüyor. Gerçekte ise herkes kendi çıkarı peşinde. Olgu, cuntanın halk düşmanı olduğu, felaketzedelere ciddi biçimde yardım etmediği gibi, giden yardımların da zamanında felaketzedelere ulaşmasını engellemiştir. Fakat, bu olgu, emperyalistlerin ezilenlerin dostu olduğunu, Myanmar’daki felaketzedeleri sevdiğini vb. göstermez. Halkın sefaleti ve yaşadığı felaket, kendi dalaşlarının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Medyadaki haberlere bakıldığında, batılı emperyalist güçlerin ne kadar da “yardım sever” olduğu yönlü propaganda öne çıkmaktadır. Aynı güçlerin, dünyanın kimi başka ülkelerinde doğrudan işgal ve savaş yürüttüğü, onbinlerce, yüzbinlerce insanın yaşamına son verdiği, katliamcı güçler olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Bırakın savaş ve işgallerle katliamları bir kenara, dünyanın gıdasını tekeline alarak milyarlarca insanın yoksuluğuna, günde onbinlerce insanın, açlıktan, yoksulluğun beraberinde getirdiği hastalıklardan ölümlerine yol açması gerçeğinin üzeri de örtülmektedir. Kendilerinin ne kadar “yardım sever” olduğunu propaganda ederken, diplomatik yollarla da cunta zorlanmaya çalışıldı. Sonuçta BM Genelsekreteri –ilk önce telefonuna bile cevap verilmedi– Myanmar’a gidip cunta başı ile görüşerek, yardımların –askeri gemilerin Myanmar limanlarına yaklaşması vb. dışında– engellenmeyeceği üzerine anlaştı. Böylece sayısı on, yirmi vb. olarak verilen kimi uzmanlara –toplam sayısı 200-300 civarında veriliyor– vize verilip Myanmar’a girişleri sağlandı. Yapılan, daha doğrusu açıklanan yardımlar neyin nesi? Açık olan şey, felaketten üç hafta sonra da hâlâ sözkonusu yardımlar felaketzedelere ulaşmış değildir. Myanmar’a komşu ülkelerin ilk etapta yaptığı malzeme yardımı ise, doğrudan Myanmar yönetimince dağıtılmaya başlanmıştır.
Çekiç ve keser ya da hızar –tamir işleri için–, sabun, ilaç ve sivrisineklerden korunma ağı vb. malzemeler dağıtılmaya başlandığı söylenen malzemeler arasındadır. Yardımların serbest bırakılması sonrasında ise batılı güçlerce birkaç temiz su aletinin işletilmeye çalışılması en önemli yardımlar arasındadır. Bunlar felaketzedelere ulaşmaya başlayan yardımlar. Peki ama onca propagandası edilen emperyalistlerin “yardım severliği” neyin nesi? Tek tek ülkelerin söz verdiği para yardımı miktarı toplandığında, sözkonusu yardım ilk anda yüksek görünüyor. Fakat somut ele alındığında, örneğin Myanmar’da dalaş içinde olan Fransız emperyalizminin ilk açıkladığı yardım miktarı 200.000 Avro’dur. Alman emperyalizmi ilk önce 500.000 Avro yardım yapacağını açıklarken, sonradan bunu 1 milyon Avro’ya çıkardı. Tüm AB toplamı olarak yapılacak yardım miktarı 2 milyon Avro olarak açıklandı. Kuşkusuz ki sonraki süreçte bu rakamlarda değişiklik oldu, olacak. Ama buna rağmen, emperyalist güçler için “bahşiş” düzeyinde bile olmayan yardım miktarları, yüksek yardımmış gibi kamuoyuna satılmaktadır. Kimi emperyalist tekellerin sadece şu ya da bu ihaleyi almak için verdiği rüşvetin yüksekliği bilindiğinde, bu bir-iki milyon yardımın gerçekte “bahşiş” bile olmadığını söylemek abartı olmayacaktır. Andaki hesaplara göre “Nergiz Siklonu”nun verdiği zarar 10 milyar dolar civarındadır. Fakat Birleşmiş Milletler üzerinden yapılan bağışların –daha doğrusu verileceği söylenen bağışların– andaki miktarı 201 milyon dolar. Bunun da 60 milyonu teslim edilmiş, arkası yarın… Cunta yardımları anayasaya evet deme koşuluna bağlı kılarken, emperyalistler de yardımları koşullara bağlıyorlar. Tüm bu propagandalar içinde ABD emperyalizmi başta olmak üzere batılı emperyalistlerin Birleşmiş Milletler aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı esas şey, BM-Doktrini’nin esnekleştirilmesidir. Bu, somut olarak şu ya da bu ülkenin bağımsızlığı, egemenlik hakkı hiçe sayılarak sözkonusu ülkeye müdahale etme anlamına gelmektedir. Gerçi pratik olarak düşündükleri bu şey yeni değildir. Örneğin Kosova’ya müdahale bunun örnekleri arasında sayılıyor. Ama buna rağmen yapılmak istenen genel anlayış düzeyinde yenidir. Buna göre halka karşı nasıl davranılacağı, sadece sözkonusu şu ya da bu ülkedeki iktidara bırakılamaz. Bu ise BM’nin üç sene önce kararlaştırdığı “koruma sorumluluğu ilkesi”ne dayandırılmaktadır. Böylesi bir durumda “hümanist müdahale” için BM-Güvenlik Konseyi’nin onayına gerek kalmadan müdahale yapılabilmesi istenmektedir. Yani işgal ve müdahaleler BM düzeyinde de meşru kılınmak istenmektedir. Bunun somut durumda perde arkasında yatan gerçeklik ise,
BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olarak Çin’in Myanmar’a yönelik alınmak istenen yaptırım kararlarını veto ederek engellemesidir. Emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşım dalaşında atmaya çalıştıkları adımlar, hep daha fazla militarizm, savaş, hep daha fazla saldırganlık demektir. Myanmar’lı milyonlarca felaketzedenin, 130 binden fazla ölünün bunlar için hiç bir önemi, değeri yoktur. Onlar bu felaketi bile kendi egemenlikleri, dalaşı için kullanmaktadırlar. Yardım adına ABD, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin savaş gemileri Myanmar kıyılarında hazır bekliyor. Bu arada BM ve Güney Asya Devletler Birliği (ASEAN) tarafından 25 Mayıs’ta Myanmar’da
(Rangun) gerçekleştirilen “yardım konferansı”na ise 50’den fazla ülkenin 500 civarında temsilcisi katıldı. Mali yardımların koordine edilmesi üzerine görüşüldü ve emperyalistlerin sahtekârlıklarının üzeri örtülmeye çalışıldı. Sonuçta, olan yine halka olmuştur. Myanmar egemenleri de emperyalist güçler de kendi iktidar ve çıkarlarının derdinde. Halkın öfkesi ama giderek birikiyor! Myanmar cuntası önümüzdeki süreçte, sınırsız egemenliğini sürdürmekte zorlanacağa benziyor. Emperyalistler arası dalaş da Myanmar’daki gelişmeleri doğrudan etkilemektedir. Gelişmelerin nasıl olacağını ise birlikte göreceğiz. 26 Mayıs 2008 ✓
Başkanlık seçimi ve görev taksimi… - RUSYA -
R
usya’da başkanlık seçimleri 2 Mart 2008 tarihinde gerçekleşti. Seçim sonucu ise önceden hemen hemen garantilenmişti. Putin üçüncü kez aday olamıyordu ama daha 2007 Aralık ayında, Putin’in kendi adayı olarak açıkladığı Medvedev’in açık arayla başkanlığa seçileceğine kesin gözle bakılıyordu. Bu arada ama başbakanın görev ve yetkilerinin çoğaltılması yönlü adımlar atılıyordu. Yani eğer Putin başbakan olursa, önceki başbakandan daha fazla yetkiye sahip olacaktı. Bu da bir nevi “garanti” sayılıyordu. 2 Aralık 2007 tarihli Duma seçimleri sürecinde Putin’in devlet başkanı olarak Birleşik Rusya Partisi’nin baş adayı olarak yaptığı propaganda ve seçim sonucu da, Putin’in başbakan olarak siyasete devam edeceği yönlü tahminleri onaylıyordu. Yani en gecinde Duma seçimleri ertesinde Medvedev’in başkan, Putin’in de başbakan olacağı genel kabul gören
değerlendirmeydi. Bu temelde 2 Mart 2008 tarihinde başkanlık seçimleri yapıldı. Başkanlığa toplam dört kişi adaydı. 107 milyon civarında kayıtlı seçmenin yaklaşık %70’i seçimlere katıldı. Medvedev kullanılan ve geçerli oyların %70,28’ini alarak açık farkla başkanlığa seçildi. Medvedev’i takip eden en yakın rakibi Rusya Komünist Partisi adayı Zuganov, oyların %17,72’sini aldı. Burada göze batan propagandanın biri seçim kampanyasında Zuganov’un Stalin döneminin propagandasını yapmasıdır. Bu durum kimi batılı gazetecileri “Zuganov Stalin döneminin hayalinde” biçiminde yorumlandı. Diğer iki adaydan açık faşist Jirinovski %9,34; Rusya Demokratik Partisi adayı Bogdanov ise %1,29 oy aldı. Seçim sahtekârlığı üzerine tartışmalar, ya da Avrupa Güvenlik ve Ortak Çalışma Örgütü’nün (OSZE) seçimlere gözlemci göndermemesi,
panorama
seçimlerin “adil” olmadığı vb. yönlü eleştiriler pek etkili olmadı. Seçimler planlandığı gibi yapılmış ve istenen sonuç elde edilmişti. Seçimlerden sonra gözler 7 Mayıs’ta Medvedev’in görevi devralmasına çevrilmişti. Her ne kadar Putin’in başbakanlığı kesinmiş gibi görünse de, spekülasyonlar, ya da farklı tahminler; acaba mı? soruları tümüyle ortadan kalkmamıştı. Birleşik Rusya Partisi Duma’daki en büyük güç olarak Putin’i başkanlığa kabul edecek miydi? Medvedev görevi devraldıktan sonra Putin’i başbakanlığa atayıp, hükümet kurma görevini verecek miydi? Birleşik Rusya Partisi 15 Nisan’da Putin’i, önceden üyesi olmadığı halde parti başkanlığına seçti. Diğer soruların cevabı ise ancak 7 Mayıs 2008 tarihinden sonra alınabilecekti. 7 Mayıs’ta Kremlin’de ve 2000 civarında “önemli şahsiyet”in şahitliğinde yapılan törenle başkanlık görevi Medvedev’e devredildi. Medvedev’in başkan olarak ilk işi ise Putin’i başbakanlığa atamak, yeni hükümeti kurma görevini vermekti. Bundan kısa süre önce ise Başbakan Viktor Subkov kendisinin ve hükümetinin geri çekildiğini /istifasını açıkladı. Böylece Putin’in başbakanlığı ve hükümet kurmasının önünde engel kalmamıştı. Duma, 8 Mayıs’ta, Medvedev’in de doğrudan tavsiyesiyle Putin’i başbakanlığa seçti. Bu görev taksimiyle Medvedev Başkan, Putin ise Başbakan oldu. Gelişmeler daha önceki beklentiler arasında egemen olan tahminin şimdilik doğru olduğunu gösterdi. Esas mesele ise bu görev taksiminin Rusya’nın uluslararası düzeydeki siyasetinde herhangi bir değişiklik getirip getirmeyeceğidir. Bu konuda Medvedev’in anda Putin’e göre biraz “sessiz” ya da “ılımlı” bir görüntü sergilemesi, özellikle batılı emperyalistler açısından, Rusya ile daha iyi ilişkiler kurma hesaplarının dayanağı oluyor. Emperyalistler arasında “daha iyi ilişkiler”, gerçekte hep şu ya da bu emperyalistin çıkarına, çıkarlarına göre hesaplanır. Nasıl ki şu ya da bu emperyalist ülkedeki başkan ya da başbakan değişse de, o emperyalist ülkenin genel siyaseti özde değişmiyorsa; Rusya’da da Putin yerine Medvedev’in gelmesi Rus emperyalizminin genel siyasetinde özde bir değişiklik getirmeyecektir. Ki, Putin’in doğrudan Rusya’nın yönetimi siyasetinden ayrılmaması, tersine “süper başbakan” olarak ülkenin yönetimindeki yerini almaya devam etmesi de, Rusya’nın Putin döneminin siyasetinden vazgeçmediğinin ispatıdır. Rus emperyalizmi Putin döneminde krizden çıkmış, yeniden güçlenerek dünya üzerindeki dalaşta yerini almıştır. Bu bağlamda iç kalkınma, ya da gelişme bağlamında
Rus emperyalizminin diğer önde gelen büyük güçlerle rekabeti sürdürebilmesinin önkoşullarından biri de –ki Medvedev bunu Rusya’yı dünya çapında yaşanacak en cazip ülke haline getirmek olarak da ifade ediyor– teknolojinin geliştirilmesidir. Teknolojik kalkınma bağlamında kendi çıkarlarına olan tüm ilişkilere açıktır Rusya ve bunu da Medvedev başkanlığında yapacaktır. Bu bağlamda eğer bu görev taksiminde yeni bir gelişme beklenecekse, bu yönde beklenmelidir. Bu ama Putin’in başkanlığı döneminde planladığı gidiş yönüdür ve Medvedev de bu gidişte yol arkadaşıdır. Bu temelde soruna yaklaşıldığında Rusya’nın genel siyasetinde özde bir değişiklik olmayacaktır. İplerin Putin’in elinde mi olacağı, ya da Medvedev, Putin’i devredışı bırakmak için koltuğunu mu kulanacak vb. sorular da işin özünü değiştirmiyor. Rus emperyalizmi vitrin değişikliğiyle dünyayı paylaşım dalaşında daha da güçlenmenin hesabı ve çabası içindedir. Medvedev’in görevi devralırken yaptığı konuşmada söyledikleri de bunları onaylamaktadır. Medvedev, Putin’in yaptığı uzun “veda konuşması”nda savunduğu görüşleri neredeyse kelimesi kelimesine savunmaktadır. Konuşmasında şunları da söyledi: “Başkan Putin, Rusya’nın dev bir hamle yapabilmesi için gerekli alt yapıyı hazırladı. Ondan devraldığım bu şanslı dönemi çok iyi değerlendirmek gerek. Rusya’ya hizmet yemini ederken hedefim Rus halkına layık olduğu daha fazla kişisel özgürlük ve ekonomik serbesti verilmesi şeklinde özetleyebilirim. Rusya’nın dünyada yaşanılacak en cazip ülkelerden biri haline gelmesi için gece gündüz çalışacağıma söz veriyorum.” (Hürriyet, 8 Mayıs 2008) Medvedev sadece bu yemini etmiyordu. Putin ile çalışmasını da Duma’da yaptığı konuşmada şöyle açıklıyordu: “Bizim ikili çalışmamız bundan sonra da derinleşerek devam edecek. Birlikte bir ekip olarak çalışmaya devam ederek ülkemiz için büyük işler başaracağımıza inanıyorum. Eski devlet başkanımız politikaların hayata geçirilmesinde kilit rol oynayacak.” (Hürriyet, 9 Mayıs 2008) Evet, Medvedev’in konuşmalarında da Putin’in konuşmalarında da Rusya’nın hangi yolda ilerleyeceği ortaya çıkmaktadır. Putin Başbakan olarak enflasyona karşı mücadelenin esas olduğunu vurgularken, bunu rüşvetçiliğe karşı mücadele ve ekonomik kalkınma bağlamında önümüzdeki kısa sürede İngiltere’yi geçme, ülke içinde vergi yükünü azaltma vb. yönünde verilecek mücadele ile tamamlıyordu. Bu yöndeki siyasetin ilk verisi, Medvedev’in Başkan olarak ilk ziyaretini Kazakistan ve Çin’e yapmasıydı. Çin ile Rusya arasındaki
ticaret alışverişi 2007 yılında %44 oranında yükselerek 48 milyar dolara çıkmıştı. Medvedev bunu yıllık olarak 70 milyar dolara çıkarmayı planlamakta ve Çin ile alışverişte özellikle yüksek teknolojik ürünleri alma ve Rusya’nın teknolojisini kalkındırmayı istemektedir. Çin ise en başta Rusya’nın petrol ve doğal gazı olmak üzere enerji ihtiyacını karşılama isteğindedir. Bu karşılıklı çıkarlar, Rusya ile Çin’in aynı zamanda batılı emperyalist güçlerle karşı karşıya gelmesinin de zeminini oluşturmaktadır. Anda Çin, AB’nin Rusya’dan gaz alma konusundaki en
önemli rakibi durumundadır. Rusya ise bir yandan Çin ile ilişkilerde Avrupa devletlerine aba altında sopa gösterirken, hem de Avrupa’daki bu pazarın egemenliğini koruma çabasında İran’ın Avrupa’ya gaz satmasını engellemeye çalışmaktadır. Bunu da “yakın ilişkiler” içinde İran’ın Çin ve Hindistan ile gaz alışverişi yapmasını destekleme yoluyla yapmaktadır. Tüm bunlar, Rusya’nın emperyalist güçler arasındaki dalaşta, daha da güçlenmeye çalıştığını ve çalışacağını göstermektedir. Görev taksimi yapılmış ama özde bir şey değişmemiştir. 27 Mayıs 2008 ✓
Küba'da Halk Sağlık Sistemi
K
üba Ankara Büy ü kelçisi Ernesto Gomez Abasca l 16 M ay ı s C u m a g ü nü Hatay’daydı. Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) ve Türk Tabipler Birliği (TTB) Hatay Şubesi’nin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte katılımcı büyükelçi, “Küba’da Sağlık Sistemi” başlıklı bir panel verdi. Panele ilgi gayet yoğundu. Ülkesinde devrim yaşanmış bir büyükelçinin buralara kadar gelip panel vermesi, alışıla gelmişin dışında bir etkinlik olduğu için katılımcı sayısının yüksek olması anlaşılır bir durum. Bu yazımızda Küba devrimini, ülkenin sosyalizm somutunda hangi noktada olduğunu, sosyalizmi uygulama aşamasında Küba’yı… vb konuları tartışmayacağız. Bu konu başka bir yazının konusu olur. Biz bu yazımızda panel üzerine ve ülkenin sağlık alanındaki uygulamalarına değineceğiz. Abascal konuşmasında; Küba Halk Sağlığı Sistemi’nin, uygulanabilirliği ve halk üzerindeki verimi açısından, tüm dünya ülkelerince tanındığını ve hatta ortaya çıkan veriler bakımından emperyalist ülkeleri gerilerde bırakan bir sağlık politikasıyla, insanlığa daha da iyi hizmet eder bir biçimde sağlık sistemini mükemmelleştirme hedefine doğru ilerlediklerini dile getirdi. Sağlığın günümüz dünya ülkelerinde ticarileştirilmesi ve insan sağlığının ekonomik çıkarların gölgesinde kaldığı bir zamanda, Küba’da uygulanan sağlık politikaları insanların refahı için, onların mutluluğu için olduğunu söyleyen Abascal,”biz insana yatırım yapıyoruz, çünkü insandan daha değerli bir şey yoktur” dedi.
Küba, devrimden sonra sağlığı şu temeller üzerinde uyguluyor: 1. Halk Sağlığı, ücretsiz ve evrenseldir, bir masraf değil aksine insan hayatının kalitesine yapılan bir yatırımdır. 2. Sistem, temelinde önleyicidir. 3. Sistem, aşı kampanyalarında, sağlık eğitiminde, kan bağışlarında, salgın hastalıkların gözlemlenmesinde halkın etkin katılımını gözetir. Küba’da Halk Sağlığı Sistemi özetle şu şekildedir: Öncelikle şunu göz önünde bulundurmak gereklidir: Küba nüfusu 11.382.830’dur. Ülkede 14 eyalet ve 168 ilçe mevcuttur. Sistemin temelini ülke geneline yayılmış Aile Hekimliği oluşturmaktadır. Halkın %98,3’üne ilk müdahale buralarda gerçekleşir. Böylelikle hastalıkların %80’nine daha fazla ilerlemeden müdahale edilip çözüm bulunmakta. Yurt genelinde toplam14.978 dispanser vardır. Aile hekimliği hastaların ihtiyacına uygun ev ziyaretleri de düzenlemekte. Bu dispanserler uzmanlık isteyen veya kronik hastalıkların tedavisi için hastaları polikliniğe sevk eder. Poliklinik her belediyede birkaç adet bulunur ve ülkede 444 adet vardır. Poliklinik bünyesinde aile hekimliğinin bir üst aşaması tedaviler gerçekleştirilir. Polikliniğin bir üst aşamasında ise Genel Hastaneler yer almaktadır. Poliklinikte çözülemeyen hastalıklar burada tedavi edilir. Ülke genelinde toplam 249 Genel Hastane bulunmaktadır. Buralarda ihtisas tedavileri ve cerrahi operasyonlar gerçekleşmektedir. Genel Hastanelerin haricinde İhtisas Hastaneleri ve Enstitüleri de mevcuttur. Araştırma
11
yaşam temellerini koruma mücadelesi ve çalışma yürüten üst düzey uzmanlar burada bulunmaktadır. Mevcut bu sistemle bazı istatistiki bilgiler şöyledir: • Devrim sonrası 50 olan ortalama yaşam ömrü, erkeklerde 78 ve kadınlarda 79 yaşa ulaşmıştır. • Çocuk ölüm oranı: binde 5,6 (Türkiye’de 2004 bilgilerine göre binde 21,5) • Anne ölüm oranı on binde 5.(Türkiye’de on binde 13) • İki yaşını doldurmadan çocukların %98.5 ‘ine aşı yapılarak 13 hastalığa karşı korunmakta. • Şu hastalıklar tamamen ortadan kalkmıştır: Çocuk felci, difteri, neonatal tetanoz, boğmaca, kızamık, sıtma. • AIDS: %0,07 oranında (Dünyanın en düşük oranlarından biri) • Her 1066 vatandaşa bir dişçi. (Türkiye’de her 4.007 kişiye bir dişçi) • Her 126 vatandaşa 1 hemşire. (Türkiye’de her 836 kişiye bir hemşire) • Gayri safi milli hâsılanın % 6,3 sağlığa ayrılmış.
12
Küba’nın sağlık alanındaki ve diğer birçok alandaki uygulamaları, dünya ülkelerindeki mevcut sistemlerle çelişmekte ve elde edilen sonuçlar bakımından burada yaşayan insanların refah düzeyi ile diğer dünya halklarının refah düzeyi arasında farklar olduğu görülmektedir. Bu durum, Küba’nın emperyalist güçlerce abluka altına alınmasını, onlarca “tehlikeli” görünmesinin nedenlerindendir. Emperyalist güçler türlü yollarla, türlü komplo teorileriyle, Küba’nın mevcut sistemini çökertmeye çalışmaktadır. Elbette ki Küba’da yaşam standartlarının yükselmesi, halkın en insani haklarını elde etmesi, refahın ve huzurun artması, yıllardır süren onurlu ve sert bir mücadeleden sonra yani devrimden sonra gerçekleşmiştir. Küba’daki bu gelişmelerin devrim ile geldiğini hiç kimse inkâr edemez. Fakat bugün Küba’da uygulanan “ sosyalizm”i bizler, doğrusuyla yanlışıyla sahip çıkıp, onun dünyada sadece ve tek başına “sosyalizm” bayrağını taşıdığı için ve eşi emsali olmayan bir ülke olarak gösterirsek hatalara düşmüş oluruz. Küba’daki “sosyalizm”i tartışıp, onun doğru taraflarına sahip çıkıp fakat eksik ve yanlış taraflarını da dile getirmemiz lazım. İnsanlık eğer özlenilen ve istenilen bir hayatı istiyor ve düşlüyorsa bunu kendi elleriyle ve çetin bir mücadele ile elde edecektir. Tarihte hiçbir zaman huzurun ve mutluluğun, gökten zembille indiği görülmemiştir. Bugünkü şartlarda insanca yaşamak istiyorsak, bu proletarya önderliğinde bir devrimle, sosyalizmle mümkündür. 20.05.2008 YDİ Çağrı/Hatay ✓
Biyoyakıt dedikleri
D
ünyada gıda fiyatları giderek artıyor. Bu durumun önemli nedenlerinden biri, tarım alanlarında biyoyakıt ürünleri yetiştirilmesi oluşturuyor. Tarım yapılan topraklarda, giderek daha fazla motorlu araçlar için yakıt olarak kullanılan biyoyakıt ürünleri yetiştirilmektedir. Petrolün bir gün tükenecek olması, tekelleri alternatif enerji kaynaklarına yöneltiyor. Petrol yerine geçecek yakıt arama, bulma işinde de temel dürtü kar olmaktadır. Kapitalist üretimin temel amacı hep daha fazla kar olduğu için, bulunan yeni enerji türleri de bu amaca hizmet ediyor. Gıda krizi bağlamında gündeme gelen biyoyakıtlar üzerine, biraz yakından bakmak istiyoruz. Şeker kamışı, mısır, soya fasulyesi, keten tohumu, kanola bitkisi, dallı darı vb.den biyoyakıt üretiliyor. Biyoyakıt üretilen kanola bir yağ bitkisidir. Kanola tanesinde bulunan %38-50 yağ ve %16-24 protein ile önemli bir yağ kaynağıdır. Kanola bitkisi dünyada, yağlı tohumlu bitkiler olan ayçiçeği, soya, pamuk ve yer fıstığı arasında üretim açısından üçüncü sırayı almaktadır. Dünya'da yıllık üretimi 22 milyon ton civarındadır. En çok üreten ülkelerden Çin 4.5, Hindistan 4.4, Kanada 2.8, Polonya 0.5, Fransa 0.47, Pakistan 0.4, Almanya 0.4, İngiltere 0.3 milyon hektar ekim alanına sahiptir.
Etanol Etanol, otomobiller ve diğer motorlu araçlarda, tek başına bir yakıt olarak ya da benzine karıştırılan bir katkı maddesi olarak kullanılmaktadır. Etanol; şeker kamışı, şeker pancarı, Gine mısırı, dallı darı, arpa, kenevir, patates, manyok, ayçiçeği, meyveler, melas, kesik süt, mısır, mısır koçanı, hububat, buğday, tahta, kağıt, saman, pamuk ve diğer biyokütleler ile çeşitli selüloz atıkları gibi pek çok farklı besin kaynağından elde edilebiliyor. Etanol yaygın olarak şeker kamışı ve mısırdan elde edilmektedir. Dünyada etanol üretiminde ABD ilk sırada bulunurken, onu Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya, Kanada, Güney Afrika, Tayland, Ukrayna izliyor. Brezilya etanol üretiminde esas olarak şeker kamışını kullanmaktadır. Dallı darı etanol üretiminde mısıra göre iki kat daha verimlidir. Etanolün benzinle karıştırabilmek için, en az %95.5 ile %99.9 arasında bir saflığa ihtiyaç duyulmaktadır. En
yaygın saflaştırma yöntemi, moleküler elek kullanarak fiziksel absorblama yöntemidir. Brezilya, 1980lerden bu yana, şeker kamışına dayalı çok yaygın bir etanol yakıtı endüstrisi geliştirmiştir. Yılda yaklaşık 4 milyar gallon etanol üretilmektedir. Brezilya’daki etanol üretim tesisleri, şeker kamışından kalan şekersiz atıkları yakarak %34 pozitif enerji dengesi elde ederler. Brezilya'da tüketilen tüm benzinin en azından %25'i alkol içermek zorundadır. Brezilya etanolün galonunu yaklaşık 1.000 dolardan üretmektedir. Brezilya'daki tüm yeni araçlar ya esnek yakıtlı ya da benzin yerine saf etanolü yakabilecek özelliğe sahip araçlardır. Brezilya'da etanol yakıtı ve elektrik üretiminde yararlanılan yan ürünleri, ülkenin petrole olan bağımlılığını ve hava kirliliğini azaltmada önemli katkıda bulunmaktadır. ABD, etanol elde etmek amacıyla, mısır üretmeleri için çiftçilere büyük mali destek veriyor; aynı zamanda Latin Amerika ülkeleriyle de ikili anlaşmalar yapmaya çalışıyor. Avrupa Birliği, 2020 yılına kadar karayolu taşımacılığı için kullanılan yakıtın yüzde 10'unu biyoyakıtlardan elde etme hedefi koymuştur. Saab, Volvo, Citroen, Renault gibi otomobil tekelleri biyoyakıt ile çalışan otomobil modelleri ürettiler. Şubat ayı içerisinde, havacılık tarihinde bir ilk olarak, yakıt depolarından biri biyoyakıtla dolu Boeing 747 tipi bir uçak Londra'dan Amsterdam'a deneme amaçlı bir uçuş gerçekleştirdi.
Biyo dizel Çeşitli yağlı tohum bitkilerinden elde edilen yağların veya hayvansal yağların bir katalizör eşliğinde kısa zincirli bir alkol ile (metanol veya etanol ) reaksiyonu sonucunda açığa çıkan ve yakıt olarak kullanılan bir üründür. Evsel kızartma yağları ve hayvansal yağlar da biyo dizel hammaddesi olarak kullanılabilir. Hatta donmuş yağ ve balık yağı gibi hayvansal yağlar da biyo dizel yakıt yapımında kullanılabilir. Biyodizel kimyasal olarak dizel yakıtlara benzediği için herhangi bir dizel aracın yakıt deposuna doğrudan biyodizel katılabilir. Biyodizel petrol içermez, saf olarak veya her oranda petrol kökenli dizelle karıştırılarak yakıt olarak kullanılabilir. Biyodizel’de HCl (Hidroklorik
Asit) ve HC (Hidrokarbon) emisyonları fosil yakıt emisyonlarından çok daha düşük değerdedir. Egzoz gazı emisyonu yönünden incelendiğinde CO, (Karbonmonoksit) HC, (Hidrokarbon) SOx, (Kükürt Oksit) PM (partikül madde) emisyonlarının motorinden daha az, NOx (Azot Oksit) emisyonlarından ise daha fazladır.
Biyoyakıtlar ve çevre Biyoyakıtların çevre üzerine etkileri, yararlı olup olmadıkları, fosil yakıtlara alternatif olup olmayacakları vb. konularında tartışma sürüyor. Biyoyakıtlar sera efektine yol açan sera gazlarına göre, daha az gaz salınımına yol açıyorlar. Yapılan bir araştırmada yakıt olarak kullanılan 26 farklı biyoyakıttan 21’nin ürettiği sera gazlarının, benzine kıyasla, yüzde 30 azaldığı gözlemlenmiştir. Biyoyakıtlar sıfır emisyona sahip değildir. Miktarı azalsa da, sera gazları atmosfere salınmaktadır. Biyoyakıtlar, biyo çeşitliliğe ve tarım alanlarına da zarar veriyorlar. Dünyada hızla biyoyakıtların üretimine yönelme söz konusudur. Büyük ölçekli tarım alanlarında giderek daha fazla biyoyakıt ürünleri yetiştiriliyor. Sermaye bu alanı karlı bulduğu için, bu alana yöneliyor. Tekeller biyoyakıt sektörünün vaat ettiği büyük kârlardaki paylarını artırmak için büyük bir rekabet içindedir. Tarım alanlarında giderek daha geniş biçimde biyoyakıt elde edilen bitkilerin yetiştirilmesine ayrılması şu sonuçlara yol açmaktadır: Gıda maddeleri giderek daha pahalı hale gelecek. Ormanların yok olma süreci hızlanacak. Küçük çiftçiler topraklarını kaybedecek. Yoksullar daha da yoksullaşacak. Gıda sıkıntısı artacak. vb. Sera etkisine yol açan gaz salınımı, çok daha az olduğu için tercih edilebilecek biyoyakıtlar, kapitalistlerin kar hırsı sonucu çevre açısından önemli tehlikeyi içinde barındırmaktadır. Kar uğruna biyoyakıtların üretimine yönelme gıda sıkıntısına, tarım alanlarına zarar vermeye neden olmaktadır. Enerji alanında; yenilenebilir, doğal enerji kaynakları kullanılmalıdır. Üretim alanında; planlı ve toplumun ihtiyacı kadar üretim yapılmalıdır. Dünyada bulunan doğal kaynaklar, doğa yasalarının bilincinde, doğa ile uyum içerisinde üretim yapılırsa, daha fazla kar için değil, toplumun ihtiyacı için üretim yapılırsa herkese yetecektir. Açlık, gıda sıkıntısı olmayacaktır. Eğer bu olmuyorsa, temel neden emperyalist sistemdir. Kapitalist üretim, her alanda barbarlık olduğ unu gösteriyor. Barbarlık dünyayı mahva sürüklüyor. Barbarlığa son vermenin yolu kapitalizmi yok etmekten geçmektedir. 14 Mayıs 2008 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
M
Doğal felaketler yoksulları vuruyor
ayıs ayı içerisinde, Çin’de meydana gelen depremden, Birmanya’yı vuran kasırganın yarattığı yıkımdan en fazla etkilenen yine emekçiler, yoksullar oldu. Emperyalist sistemden çektikleri yetmiyormuş gibi, doğal felaketler de emekçileri, yoksulları vuruyor. Çi n’ i n Siçua n eya let inde 12 Mayıs’ta meydana gelen 7.9 büyüklüğünde deprem tam bir yıkıma yol açtı. Siçuan eyaletinde şehirler, köyler yerle bir oldu. 20 Mayıs itibari ile resmi rakamlara göre 34 bin 73 insan hayatını kaybetti. Evsiz kalan, hala kayıp olan ve yaşamını yitirenlerle birlikte depremzedeler milyonları buluyor. Deprem bir doğa olayı. Depremi engellemek mümkün değil. Ancak gerekli tedbirleri alarak, depremden en az zararlı kurtulmak mümkün. Bu mümkünlük sermayenin egemen olduğu her alanda, tersine dönmekte, kara dayalı üretim, kar önplana çıkmaktadır. Yapılan binalar, kullanılan malzemeler, toprak üzerindeki rant vb. nin temelinde kar olgusu yatmaktadır. Sermaye için önce insan değil, kar gelmektedir. Eylül 2007 yılında başını Budist rahiplerin çektiği protesto gösterileri ile gündeme gelen Birmanya, yeniden gündemde. Bu sefer ülkeyi vuran Nergis kasırgası ile.. 3 M ay ı s Cu m a r t e si s a b a h ı Birmanya, cuntanın değiştirdiği adı ile Myanmar şiddetli bir kasırgayla uyandı. 20 Mayıs itibari ile resmi rakamlara göre, felaketteki ölü sayısı yaklaşık 78 bin, 55 bin kişi ise hala kayıp. Ölü sayısının 100 bini geçeceği, felaketten etkilenen insan sayısının 2,5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. “Safran devrimi”ni konu edinen YDİ Çağrı’nın 116. sayısında yayınlanan yazıda, diğer şeyler yanında Birmanya hakkında şu bilgiyi vermiştik: “Birmanya Güneydoğu Asya coğrafyasında olan, sınırları Çin, Hindistan, Tayland, Laos ve Bangladeş arasında bulunan bir ülke. Yüzölçümü büyüklüğü bakımından dünya sıralamasında 39. sırada (Türkiye 36. sırada) Nüfusu bağlamında ise 2004 verilerine göre 50 milyon, güncel haberlerdeki verilere göre ise 53 milyon civarında bir nüfusa sahip. Etnik köken bağlamında çok zengin ve bir “halklar hapishanesi” konumundadır Myanmar. Dini açıdan ise kimi verilere göre %87 Budist, gerisi de Hristiyan, Müslüman ve diğer inançlardan insanlar… Ülke, 1962’den beri askeri diktatörlükle yönetilmektedir. Zorunlu çalıştırma, siyasi takibatlar, muhalefetten dolayı zindanlara tıkılmalar, insan haklarının barbarca çiğnenmesi, yo-
Deprem bir doğa olayı. Depremi engellemek mümkün değil. Ancak gerekli tedbirleri alarak, depremden en az zararlı kurtulmak mümkün. Bu mümkünlük sermayenin egemen olduğu her alanda, tersine dönmekte,
kaynağını oluşturmaktadır.” Ülkeyi yöneten askeri faşist cunta, felaket sonrası takındığı tavırlarla uluslararası kamuoyunun tepkisini çekti. Cunta kasırga zedelere yardım için zamanında ve etkin bir şekilde harekete geçmedi. Ülke dışından gelen yardımlara sıcak bakmadı. Yardım için gelmek isteyen kurumlara zamanında izin vermedi. Nergis kasırgası yanında, Cunta da emekçiler, yoksullar için tam bir felakettir.
Doğal felaketler artıyor
ğun işsizlik, yoksulluk, etnik temizlik, uyuşturucu ticareti vb. başlıklar Myanmar’ın durumunun kısa özetidir. Çalışma koşullarının “insanlık dışı” olarak gösterildiği –sadece zorunlu çalıştırma bağlamında değil–, uluslararası kuruluşlarla karşı karşıya gelindiği; ama tüm dıştan baskılara rağmen durumun özde değişmediği de yine Myanmar’ı anlatan gerçeklik…
İşçi ve emekçilerin yoksulluğu ise ülkenin kaynak yoksunluğundan ileri gelmiyor. Myanmar yeraltı kaynakları zengin bir ülke… Sadece doğalgaz ve petrol değil, tungsten (volfram), kobalt, nikel, bakır ve kömür vb. madenlerin yanı sıra pazarda fiyatı çok yüksek olan yakut taşı madenleri bulunmaktadır. Yakut taşı gaz, petrol ve ağaç (kereste) ticaretinden sonra cuntanın en önemli gelir
Emperyalizm kar hırsı ile doğal kaynakları hoyratça talan etti, ediyor. Doğal denge bozuldu. Doğal dengenin bozulmasının sonuçları, küresel ısınma, iklim değişiklikleri, kasırgalar, buzulların erimesi, aşırı sıcaklar, aşırı soğuklar, fırtınalar, aşırı yağışlar, sel felaketleri vb. oldu. Doğa kendisine verilen zarar karşılığında bir nevi öç almaktadır. Bu öç maalesef doğal dengeyi bozan kapitalistleri değil, yoksulları vuruyor. Emperyalist sistem kendisi ile birlikte dünyayı yok oluşa doğru götürüyor. Bu gidişe karşı doğa alarm veriyor. Yaşanılan ve yaşanılacak olanlar doğanın insanlığa çağrısıdır: Alarm zillerinin sesini duyun! Doğaya verilen zararın sonuçlarını görün! Bu gidişi engelleyin! Bu gidişi engelleyemediğiniz taktirde, benimle birlikte siz de yok olacaksınız! Bu sese kulak vermek, gerekeni yapmak görevimiz olmalıdır. 20 Mayıs 2008 ✓
Bu kitapları isteyin, okuyun...
13
gündem
Kentsel dönüşüm mü, kentsel yıkım mı?
Ç
eşitli şehirlerde, kentsel dönüşüm adı altında, varoşlarda yoksulların oturdukları evler yıkılmakta, yıkılmak istenmektedir. Bir süreden beri İzmir’de de, Kürt emekçilerinin yoğun olarak oturdukları Kadifekale semtinde evler heyelan gerekçesiyle yıkılmak istenmektedir. 14 Mayıs günü Konak Büyükşehir Belediyesi önünde, yüzlerce kişinin katıldığı, Kadifekale Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Mardin Kutlubey Derneği, Mar-Der, Ege Mardinliler Derneği, Kızıltepeliler Derneği, Görentepe Derneği, Çiğli Ma rd i n l i ler Der ne ğ i, Ç a m l ı k Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği tarafından bir basın açıklaması yapıldı. Basın açık lamasında; “İzmir Büyükşehir Belediyesi, mahallelerimizde heyelan riski olduğu gerekçesi ile evlerimiz ve işyerlerimize yönelik
kamulaştırma ve yıkım kararı almıştır. İzmir Büyükşehir Belediyesince bize yapılan tebligatlara göre, 1978 yılından başlayarak yapılan zemin etüdü ve jeolojik araştırmalara göre evlerimizin ve işyerlerimizin yer altı suları nedeniyle heyelan riskine maruz kaldığı bilindiği ve buna önlem alınması gerekirken bu önlemlerin FAZLA KARLI olmadığı gerekçesiyle aradan geçen sürede önlem alınmadığı açığa çıkmıştır. Bundan yaklaşık 30 yıl önce, mahallemizin kurulu bulunduğu alanlarda gerekli tedbirleri alarak, altyapı, yer altı sularının çekilmesi ve ağaçlandırılma suretiyle yaşanması muhtemel riski engellemesi gereken belediye hiçbir şey yapmayarak, adeta adım adım insanlarımızın can ve malını tehlikeye atmış ve bu gün kendi ihmalini yine bizlere fatura etmektedir. İzmir Büyükşehir Belediyesi, yuka-
mü mü ü z l çöd�l çö?züçözümü � d aun a maüd�l ? n u n nunurunuknüunn ün mü ü? u n r u ort so üm ümk mkün m rK s o t ü s r m m ü ü t KürK zednüdzeednüdzeende m ü bu bu dbu
e ha ld liy i en geri ka r, i r gö le e in dü k lgesin olarakiy ir?ha ld lgör a k olu Böorunleuri,teennedgi eırni ıkna r a l k d sı rsdü çek sinina l k gyö-r u” o u Ana m agö gerölge r t h larnaikai ha lde n k u a ğ n o B iy r?n Sor ydo ” aollkaır udnuo”lu te oKrüunleıunri,, yean nleidngideeırni ık,nalde Güneor uı nvue k ut SAonr aerm ç eksı rsdkükekırnçenketısneinein k k gırna k nagöhualu gBköklgı ü r t hoala l al rraaikangyö-rer i n i bir de mıSşlıüğnei y“dKoüğur ”knaoulla k ” l n e aoynriuadnoaehkaıtesonKrauknlıuın,oyr uannketdair lelrer i nü zbir eüGk leSrşolırğuSı onvreu onğriut tSA e?n gem eetm iken s m ç t n u e a d y ü ı d n d ı r t r i te i y e m a k edk elionrdu- , elele r ünreid“eKr tauklkugın r rıin k g - ü z irm KüüG tHiken leka ğı oevrveulekn dyarinunnkhuab”kogyekurkçnınüdırentlehosal alkr aınkın d a r t ıa rkt ıakbuel dueılgree. tm k n n b i e e i a d a r a ışlıtı Sd KraüinsrıitntSo s aml aehk teücKaa k l ı ya nti aanyabr i alıdre.lttHiküler tdı- kzendm l kedkedaereadkaeruaak” rkvt ık , k e n eenü ıpKüü lu rerçğ i kmayknk ın ın ayrkrlekraoidl“m “dK.laH u üu üıulkoüyklk yu nyaruank”i ykveanbrdusnuizdaır duınr uelisonrdue-n o l d c t nlentuuk egdrdyaiin ı r n ha oy u nın d iı ş r tı Sdıonervı u e r r n ı ü r n n ıe oı koornuy unş”ikuyvea S azd“dKlarni d kıen m adıadrıantdSın ns ıivnta u s m l abhakükcadelıle ola r a k , SdaS ornuykneu ain ahyarl kk adlim ui açgdi e c e r ta l ılıpKü . i r a s e r t n ç e ü i u r y n r k l e o ü i fı r t edad anee ğykeiulndş k rK. souS az k“K “K“Ka“rK -ü r r t nd iı şa k tuk d iğ i km ay n a k du r u k t a n i d t taaüreadfirılansfı aoçgadireic e Kaükl ırent umlmayarlıkdı nevı nle s ın n vedr a n lnsei dd ğıkriusladşklaukrınK nelenrelenbrle em ublruta içian lu s a l b oy u adele sor u ad ir. Snaa kçgar-iri kuKrüılrıpt h ışa kolm lt eeldyeiedynileisneeileddaeel iealğım s m r il m a e e e g u g k m a a g e ı u d üc m nt u l r Keor ö e e rarka ka kkhkiçabç tiehin yei nekilaet l ın m lı a a i l k ın a iğ r s lk m - u r t ha d r r e v at laialıd amr la“rTına rköar kK r ı lraı lrauılnauurn”un”ue”htihtaiçtrarteierhsiinmini ekle in ü iç e im aa etnetDtareih lma k S oSroSrorhuuhruiyruirydiy a an D resrsimn ekakt lia d a r “ T kur t u m uC d da n D u g ü e k um um rhaırnının erör CC T a “ l n b r l . n r ayayna nala nır r.e.r i nn b u g üü n e k a d a isiysis l i uz zannı ır g ddadar argrueumzmaeeennl eler r in b u EEEggee m
BBB
14
rıda açıkladığımız gerekçe ile evlerimizi ve işyerlerimizi yıkmak, vatandaşlarımızı borçlandırarak şehir dışındaki (Uzundere’de) toplu konutlara göndermek istemektedir. Çoğu dar gelirli olan halkımızın yıllarca çalışarak sahip olduğu evleri ve işyerleri, 3, 5, 10, 15 ve 20 bin YTL gibi çok düşük değerle kamulaştırılarak, ancak adres olarak gösterdiği TOKİ konutlarını 38, 40, 42 ve 65 bin YTL varan konutlara vatandaşlarımızı borçlandırarak bizleri mağdur etmek istemektedir. Mahallelerimizde yıllarca esnaflık yapan ve işyeri bulunan insanlarımıza ise hiçbir çözüm üretmeden işyerlerini yıkarak insanlarımızı ekonomik olarak bitirmek istemektedir. Bizler bugüne kadar birçok girişimde bulunarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Hükümete durumumuz konusunda çözüm üretilmesi için görüşlerimizi ve önerilerimizi ilettik. Ancak İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Hükümet çözüm üretmek yerine evlerimizi ve işyerlerimizi yıkmak için mahkemelerde bize karşı dava açmak yolunu seçmiştir. Evlerimizi, işyerlerimizi ve orada yaşayan bizleri kentsel dokuyu bozan ‘BİRER LEKE’ olarak niteleyen yaklaşım çözüm üretmekten uzaktır.” tespitleri yapılarak, şu talepler dile getirildi. “1)Öncelikle mahallemizde yeniden ve kapsamlı bir zemin etüdü çalışması yapılmasını, kamulaştırma ve yıkım yapılmadan yerinden çözüm açısından kamulaştırmaya dayanak gösterilen heyelanın engellenmesi
için başka tedbirlerin alınmasını, 2)Kamulaştırma ve yıkım çözümü dışında başka bir önlem alınamadığı takdirde taşınmaz sahiplerini borçlandırmadan konut verilmesi veya başka bir yerde konut edinebileceği miktarda değer takdir edilmesini ve bu konuda uzlaşma olanağı sağlanmasını, 3)Kamulaştırma nedeniyle ekonomik yıkımla karşı karşıya kalacak esnafın ve ticarethanelerin ekonomik zararlarını oluşturulacak bir komisyon eliyle tespiti ve bu zararların giderilmesini veya esnaf/ticarethane sahiplerine işyeri olanağı sağlanmasını, 4) Kamulaştırma nedeniyle zarar görecek kiracıların en az bir veya iki yıllık kira yükünün giderilmesini ve karşılanmasını talep ediyoruz.” Kadifekaleliler evlerinin yıkılmasına karşı haklı olarak mücadele ederken, hafta başında Limontepe Ali Fuat Erdem Mahallesi'nde 2005 yılında kurulan Olimpiyat Köyü'nün karşısında bulunan gecekondular, sahiplerine haber verilmeden Balçova Belediyesi Zabıta Ekipleri tarafından yıkıldı. Kentsel dönüşüm projesi, Sulukule’de, Başıbüyük ’te, Kadifekale’de, Limontepe’de vb. emekçiler için yıkım getiriyor. Yıkımlara karşı çıkmak, evleri yıkılanlarla dayanışmak, duyarlı herkesin görevi olmalıdır. 16 Mayıs 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓
mlara, Biz bu düzende yapı lacak refor nlik le ulusunun ulusal kurn Kürt nudur. Ezile nudu r. Ezilen Kürt ulusunun ulusiyile ştirmelere karş ı mıyı z? Kesi hüal kurBiz de nuduur.soru ruz.yapı istiyo dedüze tuluşu sorutuluş bizbu nde lacakbirrefor mlara, l hayır, bunlarıBiz r. uluş nuudunası n kurt ulusununudu soruı nunu iyile r. Ezil kümetin ve Kürt karş ştirm Peki KürtPeki etinelere devl mıyı Kürt ulusunutunlukurt enu Knası uluş nı vez?buKesi nlik le ktır? ü ş l ması olaca hayı u soru “ulu sal r t usoru r, olara k tanı bunları mümkün mümkün olacaktır? n” biz de lu istiyo s ve n r unun tenle udur. sa-Biz de hüek i K vb.ruz. mücadelesini yürüP küm nmasını uya etin Kürt ulusal luve atma Kürt ü r t uyönd szorla e adım Kürt soru ulus a ldevl al müc sam da adele kuretin nun sini üm luşu yürü k nunu bir lu kuru tenle m gerçe n r ve toplu s nunu k “ulu u soru sal ü Kürt soru birçok sivil t n n n” olara k Btanı Faka u n z.k u birçok sivil toplu yoru onun iz adele lacavunu bom kuru ve bu ulus bması Kür tal luşu u dünı ktırsar teuldir. da Kürt halk ının müc n gibi, uğu yönd bugü ? lu Biz adım u vunduğu vund iy atma deği lu ş u n a s ya zorla ile şnma ndesamü bu sulus a l mçözü sınız evb. birhalk Kürt t TC t ir man kapi yapıl çtalis ıltılarhının uluş u, ücbookının al her kurtgibi, tan uruk e vunu a yoru le kırın s d yunduruk z. hak iv Faka e ek r a t yund bilec Kürt le e y il soru ır, bızda sini y ü tanmüd k a r şkı ac a k refor vuluş kurt tarihto u nTüm pile ür? ununu lutmalına talis duu,ğ ukapi kün nlanrınbgerçe TC aklım da müm m m rütebu çözü bile an mü bir k i koşu llarınkoşu k deği eğin ü ldir. bilec u g n m Biz alına llarında müm iz r ib bugü geri le u lu şu eti n sloda i, Kütarih ukoşu r ve konudaki adele de isti ıy ız? Ke sin la ra , ndmüd Tüm ki kapitalizmykün vne müc ulların nuiyoru tedirrmek r t rmak r uür? Bu alına yoruz devher göstermek nbilec ha lk ile ek kitkahak“ukırın göste lu sa tılar da z. a n klların çıka letian karın tedir ının ki kapi oşutaliz . Biz d li k le ınistem sadem kend lvesogern m ın koşu ulusl u n ll ezile K si r da a r mda okra u t geri u ü r anla k e hü u y alına ek lu ındaBu n” oızda rt s gerçe gerçek anlamda ezile öndan lu r: Gerç sbilec i bir a l boeğin ş u , şudu mız gösn e bile la ran ümganı k aprmak tenem arınmkend -ektir k ta n ımor u nu nu b ımaklım rulusl mekez. hakk ı gara ntile kiükaitimle tayin in v u!nz.uyBuadkonu atm a li s tistem gelec derin in derin nbarış terini iyoru devr müdçıka ir g d a tayin çek e a y ir hakk daki T o r s a ı kade sloi gara ç r ü k ın C ntile kend e u zorla n r? mız k anla nemi ez. ı ve kapit ulusların Bu im vez.sosTüimsarıl anca ganı Fa kat çdevr alım özek anca k veanca şudu r: Gerç hayd alizyse üm meşitk k, dem tarih ve anca k, dulus Öyle dai kade erer in si veKgerm ü buokra hak ların ürt so masını vb. bu tam ezilenrini kend kobarış in ta ve milliyetle şu llarsine! ınıhakk d çek il e r e tayin hakk devr ğ s u y u imle adele a a il tayin n müc gelec in lu m a lı d u ında necaalan ınıncey nektir sların ve milli alist ha k k ıyaliz abilokra kyetle tam e!ceksih ir. Biz bugü nun gerçek güve ve sosy eşitk dem geri aalım kkard Öyle eyse gHalk are liğini anay ndieşliğ hayd a ra nti nca k, hak sarıl liğinasal ların i anayasal ta lınabdevr yin ncey ka- i,igerçe im a k sosgüve ktır. k ırıntı n mücad lenem müc alan u kün holaca sosy lusla ileimle e müm alist ak keın k devr yaliz düzenind ceğinve anca ık mçsine! toplum toplu çözü adele la r e a adil ın ve z r liğeinmüm ş r ı m düzenind . barı m ın ve i v B k kı a e b ın her ele u il Hak k istem ir an b mktır. i a nakün anı İsma illiyetl endHalk iür! el Başkto GenK kadların yasaolaca KES K KES nımi,ızgerçe a il iyorokra erinikardgaeşliğ erekünd müm Gen pBaşk k dem l gbir el lutik, uz. B kçi ta siu e ak lımızd n şuduarlık eşitli üveHak m anı İsma , m okra il dem ç d ür, kı Barb Ya n e h “özg ve ü r barı k c a : ş z an Tombul, ve k e k adil eninmak barm ye a la çözü Tombul, “özgür,Kdem eşite!rçeimle k Gdevr ışSosy E Sarad de mkçi a yaşa danca k dem onuda k i slo tik, n sokünd eşitli evalizm Kokra e bir içind bir r ü e barış Ya müm G im Ö m s Türk iye’d ür! e o y y T k le n k Türk le a ün o om iye’de barış e l ıköy r list içind bul,e’da Ba ayaşa arad iran Haz ş k amak 1T yalizm yse haydi sa gelecektir! asi ve ger“bir herk özgKad n ı İ s mlacaktır. isteyenistey ürkmitin ü’da enesi” rılaarlık herkacak Ya Barb r,may müc1aHazi a ıköy esi” 1 Haz d iy katıl , ge iran lı e a e m m ran Kad il ’d d yapıl ok rati H elesine e barış ’nda dev rim Ha k k Meydanı Mey teokra danı’ndaisyapıl k, yeacak Sosy ı ve a lk ların kYa iç katıl n htik, ve sos dem de may ard2008!alizm! ermitin “Özg b b a eşit likç ke si”ge in çağı rdı. Mür, çağı eydin rdı. ür, “Özg adem 1 Ha z ir arada yaş i bir müma r ış ve ad il eşliği, gerç okra ann tik, ı’ iye”n n Türk bir d ikçi ek dem a a eşitl eşitl ikçi birç aTürk ir a n’d mak ç1özHazi k y ğ ırdiye”n ü a p n ü ıl d m ran a ü a in ok rasi ı. kün an- cak m r! müm K ad ık a “ imle n Ö devr c z e a cak bir g ş it cak bir devritimle ükün inge k öy r, de li kçibura 2008 k de v r im le müm bir da altı çizil olduğunu Tü rk iy mok rat ik, atılmaya a kirse oldun ğunu ncaltı b ir drse çizili z. dae”n in atarı de imza bizold e v rbura Ya Ba nenlere söylesöyle im a u nenl n ğ ude ere biz nle m nkast unimza z. ü m lmıy Ya So rbarlık, buakyapı aedile ltı çatarı öylenor, Ancak Anc syaliz busyapı izedile lmıy ilşirsen k ü n en or, barı kast e le TC’d t m! talis r kapi e A b nkü nkü kapi bugübugü nca ktalis t biz deidir. urada bunabi leceğe barı im z aş ag üyaşa yaTC’d b e bire arad p u içindiçind ata r ız ıl mşudu 1 Haz bir arad n ıy a r: k yaşa . o nabi ü iran r, kidir. anım k aızpit a leceğ içdaki daki inslog Bu konu tedil Bu konu de slog li T asr: 20 08 ir aanım ibiçin C ’d e en B ueşliğ kard r ad aızy s t şudu larınların HalkHalk k o neşliğ b a r ış kard a i için u ş d a n a H im! k i s lo a bile alk lar tek yol tek devr yol devr ın sokardeş g a n ım ız c e ğ id ir. tekr!yim! ık Yete “Art“Art oKürt liği için ık Yete lr!dKürt ş udu r etik sov ve r im okra : dem “A nda ! runu r tı kokra runu nda dem Y ve düetetik cut mev r u num”ü r çözü ! şçılşçıl barıbarı K ür t ek ndm”ü çözü a mev s cut o d dü-ba r ış rindeen moistem enle n egem zeni ç ıl zeni n egem at ik vek enle çödüşü rind ne enk ristem zü mnces z edevr im n in larıları ” ü minde halk halk egeim devr e düşü m nces cbaşk kten ut dnüa etme h e et n aya hizm ler ind vinde lk la yma alıko alıko r yma ı ya hizm dr.e v retimetmeekten n is başk aoyna lı koymıyo rolrol birbir dü ş ü temeka mmıyo ay r. bir oyna e sinde ri Müdürü: rol oy a h iz met e ncÖzer; Yazıile n n Aziz t Sahibi: a m Adına Şti ıy I Basın Yayın Ltd. m ÇAĞR tenBalo No: 29/5 or.Hüseyin AğaekMah. ÇAĞR I Basın Yayın baSok. Ltd. Şti Adına ve Adresi: Yeri m Sahibi: şk a Yöneti Aziz Emir; Özer; Yazıile Ç İlyas AĞR İlyas Emir; Yöneti I Bas m Yeri Tel.: / Fax: (0212) 620 67 57; ri Müdürü: ve l;Adresi: İstanbu u- Y Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. İlyas EBeyoğlın No: 29/5 ın Ltd l; dicagri.org; mir Beyoğl u-ay i.org; İstanbu ;Y ydicagr Tel.:www.y mail@ / Fax: (0212) 620 67 57; önet im Yer . Şti AFiyatı: dına 0,10 YTL (KDV DAHİL); 2008; Sah ydicagr i ve Haziran ·oğ i.org; www.y Bmail@ ib SAYI: 176 dicagri ey A ÖZEL i: A dr esTel.: zi.org; lu-Matbaa 501 ÖZEL SAYI: 176 · Haziran i: Hüs(212) z 81 Öze09 İstanb2008; cılık Uğur r; Fiyatı: ey Baskı: 0,10 Y ul in YTL ÖZEL Baskı: mail@ ; Te cılar Sitesi Ağa M(KDVaz DAHİL ıi ); Uğur Yolu / Fax(212) SAYI: Litros yd 2. Matbaa Matbaa ah. Bal leri M cılıkl.:Tel.: : (021501 81 176 · H icagri 09 l o Sok üdürü: .org-23 - İstanbu ı2) ; wwTopkap 620 Litros . No: 29 NA 4 az Yolu 2. Matbaa A Blok ir 8-10-11 6. KatBas w.ydi Sitesi /5 : Uğu4r an 2008; Fiycılar cagri.o 67 57; 6. Kat AkıBlok NA Mat8-10-11 rg; l at -23 Topkap ı: ı ba İstanbu 0, 10 ac 6. Kat Litros Yolu ılık Tel.: (2 YTL (KD A Blo k 4 NA 2. Matbaac 12) 501 81 V DAHİL); ılar 09 8-10-1 1-23 To Sitesi pkapı - İstanb ul
Artık Arr!tık Yete YeEd te�r! Artık Ed � Bese Ye!ter! Bese! Ed� Bese!
gündem
Dağ fare doğurdu!
301
değişti, ama nasıl?
5
237 sayılı TCK 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. TCK yürürlüğe girmeden önce, AKP kuyuya bir taş attı. Türkiye’deki tüm kişi ve kurumlar kuyuya atılan taşı çıkartmaya çalışırken, TCK meclisten geçti. Kuyuya atılan taş, zina suçunun TCK’da yer alıp almaması sorunuydu. Zina tartışmaları sürerken, baskıcı, özgürlük ve demokrasi mücadelesini engelleyen, içinde bir dizi tuzak maddeyi barındıran TCK yürürlüğe girdi. TCK yürürlüğe girdikten sonra, kimi insan hakları kurumları, TCK’da yer alan ve ifade özgürlüğü önünde engel olan maddeleri kamuoyuna duyurmaya başladılar. Tanınmış yazar ve gazeteciler hakkında dava açılması 301. Maddeyi gündeme getirdi. Kuşkusuz ifade özgürlüğünün önündeki engel sadece 301 değildi. Yazının konusu 301 olduğu için, şimdilik bunun üzerinde durmak gerekiyor. Orhan Pamuk, Ermeni tehciriyle ilgili İsviçre’de bir gazeteye yaptığı açıklamalar nedeniyle 301 sanığı olmuştu. Yayıncı Ragıp Zarakolu, George Jerjian’ın Ermeni soykırımını konu alan ‘Gerçek Bizi Özgür Kılacak’ kitabını yayımlayarak ‘cumhuriyeti tahkir ve tezyif’ etmekle suçlanmıştı. Öldürülen Hrant Dink, Agos’ta yazdığı bir köşe yazısı nedeniyle ‘mahkum’ olmuştu. Yazar Elif Şafak ‘Baba ve Piç’ romanındaki hayali kahramanının Ermeni tehciri ile ilgili sözleri nedeniyle 301. madde sanığı olmuştu. 301. Maddeden dava açılan tanınmış yazar ve gazetecilerin listesi uzayıp gidiyor. Bunun yanında 301. Maddeden dava açılan ve kamuoyu tarafından yeteri kadar tanınmayan ‘ünsüzler’ de var. 301 maddeden yargılanan ve ceza alan yüzlerce ünsüzden biri de, YDİ Çağrı ve Güney dergisi sahibi Aziz Özer’dir. Tanınmış yazar ve gazeteciler hakkında dava açılması, 301. maddeyi bir marka haline getirdi. AB ve sivil toplum örgütleri 301. maddenin değişmesi için AKP hükümetine baskı yapmaya başladılar. Basında yer alan ve Adalet Bakanı’nın açıkladığı verilere göre; 2005 yılında 301. maddeden 221 dava açılmış ve 1305 kişi yargılanmıştı. 2006 yılında, 328 dava açılmış ve 1533 kişi yargılanmıştı. 2007 yılının Ocak-Eylül arası dönemde ise, 185 dava açılmış ve 1189 kişi sanık olmuştu. Üç yıl aradan sonra AKP hükümeti 301. maddeyi değiştirir gibi yaptı. Ama özde değişen bir şey olmadı. Eski madde bilindiği için yeni
maddenin son şekli söyle: “MADDE 301: (1) Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini veya Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Devletin askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, 1. Fıkra hükmüne göre cezalandırılır. (3) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz. (4) Bu suçtan dolayı soruşturma yapılması, Adalet Bakanı’nın iznine bağlıdır.” Bu madde kamuoyunda tartışılırken, kimi hukukçular ‘aşağılamak’ terimi yerine daha açıklayıcı olan ‘hakaret etmek’ teriminin kullanılmasını önerdiler. Buna rağmen ‘aşağılama’ terimi madde metninde olduğu gibi bırakıldı. “Türklüğü aşağılamak”, “Türk Milletini aşağılamak”a çevrildi. “Cumhuriyeti aşağılama” terimi “Türkiye Cumhuriyeti devletini aşağılama” biçimine sokuldu. Türklük ile Türk milleti arasında ne fark var? Cumhuriyet ile Türkiye Cumhuriyeti arasında hangi ayrımlar var? “Suçun yabancı ülkede işlenmesi halinde cezanın üçte bir oranında artırılması” kaldırıldı. Cezanın üst sınırı 3 yıldan 2 yıla düşürüldü. Böylece veri-
1
len cezaların ertelenmesi veya para cezasına çevrilmesinin yolu açıldı. Değiştirilen kanunda ‘suçun’ soruşturulması Adalet Bakanı’nın iznine bağlandı. Bu kanunda devletin askeri ve emniyet teşkilatı, yani silahlı güçler özenle korumaya alınıyor. Polis ve askeri uygulamalarının eleştirilmesi veya hukuk dışı uygulamalara dikkat çekilmesi, dava açılması için yeterli. 301. maddede yapılan bu değişiklikler, uygulamada değişen bir şeyin olmayacağı anlamına gelmektedir. Kelimelerde yapılan bu değişiklikler, AKP hükümetinin demokrasi, ifade özgürlüğü ve insan hakları ile bir ilgisinin olmadığını gösteriyor. “Türklük” ve “Türk Milleti” terimleri bu coğrafyada yaşayan herkesi kapsamıyor. Hakim sınıfların baskıcı, asimilasyoncu bir anlayışla inşa ettiği, ırkçı özellik taşıyan bir devlet var. Türkiye bir halklar hapishanesidir. Bu ülkede Kürt milleti ve onlarca azınlık yaşıyor. Kürtleri, Lazları, Çerkezleri, Arapları vb. “alenen aşağılayan” kişilere karşı hangi yaptırımlar uygulanacaktır? Sadece “Türk Milleti”ni aşağılayanlara mı ceza verilecektir? Hakim sınıfların dillerine doladıkları ve her fırsatta açıklama gereği duydukları bir paranoya var. Vatan, millet, Sakarya, ülke
Kayıplar anıldı
995 yılından bu yana, gözaltında kaybedilenler her yılın 17-31 Mayıs tarihleri arasında çeşitli etkinliklerle anılmaktadır. “Başkalarının zor kullanarak yok ettiği, annelerinin, babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin, çocuklarının kayboldukları günden beri göremedikleri, seslerini duyamadıkları, hala belki gelir diye bekledikleri, umutlarını kaybetmedikleri, ama hep gizliden bildikleri ve kendilerine bile söylemedikleri… Ve onlar, bir daha geri dönemeyenler, hala nerede oldukları bilinmeyenler, kim bilir hangi özlemle, hangi yürekle yok olanlar…” (İHD Basın açıklamasından) 17 Mayıs Cumartesi günü, İHD İzmir Şubesi tarafından kayıpları anan bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Konak Pier önünde toplanılarak, Eski Sümer Bank önüne yüründü. Kısa yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın!, İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!, Yargılı, yargısız infazlara son!, MİT, JİTEM, Kontrgerilla dağıtılsın!, Faşizme karşı omuz omuza!, Susma sustukça sıra sana gelecek!” sloganları atıldı. Basın açıklamasını, İzmir İHD Şube Başkanı Lütfü Demirkapı okudu. Özellikle 90’lı yıllarda bir sindirme aracı olarak gözaltında binlerce kişi kaybedildi. Kaybettirenlerin, kaybetmesi için özgürlük, devrim mücadelesini yükseltmekten başka seçenek yok! 17 Mayıs 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓
bütünlüğü, üniter yapı vb. Güya her fırsatta “bölücülüğe” karşı mücadele ettiklerini söylüyorlar. Aşağıda vereceğimiz örneklerle kimin bölücü olduğu ortaya çıkıyor. Bu ülkede Müslüman olanlar Türk, Müslüman olmayanlar da yabancı olarak görülüyor. 1940’lara kadar Müslüman olmayanların ‘ecnebi’ olarak kayıtları tutuluyordu. Yargıtay, 1971, 1974 ve 1975 kararlarında Müslüman olmayanları, ‘yabancı’ olarak niteledi. 1988’de “sabotajlara karşı koruma yönetmeliği” çıkarıldı. Bu yönetmelikte sabotaj yapacak gruplar sayılırken, 5. Maddenin J bendinde “memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı)” da sayıldı. 17. 04. 1996 tarihinde İstanbul 2 Nolu İdare Mahkemesi verdiği bir kararda, bir Rum vatandaş için “yabancı uyruklu TC vatandaşı” terimini kullandı. 625 sayılı kanunun 24/2 maddesinde, azınlık okulları müdür başyardımcısının “Türk asıllı ve TC uyruklu” olması şartı var. 1960’lı yılların sonlarından başlayarak azınlık mallarına el konuldu. 2002 yılından bu yana azınlık vakıfları ile ilgili çıkarılan kimi yasalara rağmen, azınlık malları geri verilmedi. Resmi ideolojiye göre, Türkiye’de Türk milleti dışında hiç bir millet ya da milli azınlık yoktur. Türkiye’de yaşayan bütün Müslümanlar, Türk milletinin parçasıdır. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, Müslüman olmayanlarda ‘yabancı’ uyruklu TC vatandaşıdırlar! Resmi tez böyle olduğuna göre, Türk olmayanların ‘aşağılanması’ gayet normal görülüyor. Bu ülkede Ermenileri aşağılamak için kullanılan küfürleri herkes biliyor. “Kürt nüfus artışı durdurulsun”, “Kürtlerle ilişki kurmayın” vb. kampanyalar yürütülüyor. Merak eden Türk Solu dergisinin sitesine bakabilir. Özellikle büyük şehirlerde tüm kötülüklerin kaynağı olarak Kürtler gösteriliyor. Peki Kürtleri, Ermenileri ‘alenen aşağılayan’ kişi ve kurumlara karşı Türk yargısı neden gereğini yapmıyor? Yapmıyor, çünkü bu ülkede Türkler dışındaki halkların ‘aşağılanması’ mübah görülüyor. Evet Türkiye’de ve dünyada marka haline gelen 301 değişti. Dağ fare doğurdu! Maddenin özünde yapılan hiçbir değişiklik yoktur. Sadece kelime oyunlarına başvurulmuştur. Görev AKP’nin gerçek yüzünü anlatmaya devam etmek olmalıdır. Mayıs 2008 Mehmet Desde İzmir/Tire Hapishanesi ✓
15