1
GÜNDEM
Nasuh Mitap’tan İzlekler Eşliğinde Devrimcilik Devrimi tanımlayan bir şiirin dizeleri gibi çoğaldık. Ölüm bizi eksiltemez!
Mehmet Yeşiltepe
MÜTEVAZILIK, BİR DEVRİMCİLİK ÖZELLİĞİDİR Devrimcilik, başkaldırı ve alternatifin iç içe geçmesidir; yeni insanın tanımlanması ve somutlanması sürecidir. Kapitalizmin bireycileştirici, yarış ve rekabet üzerine bina edilmiş ilişkilerinin, benmerkezci küçük burjuva kişilik özelliklerinin aksine devrimcilik, mütevazılığı gerektirir. Böyle bir kimlik, “dostlar alışverişte görsün” diye değil, bireysel kimlik öne çıksın, ego doyumu gerçekleşsin diye de değil, toplumsal işlev gerçekleşsin diye sorumluluk almayı, iş yapmayı ve bedel ödemeyi gerektirir. Devrimci mütevazılık, “ben yaptım” demeden iş yapmaktır; kişisel başarının değil toplumsal başarının gözetilmesidir; parçanın bütüne içerilmesi; “ben”in “biz”i sevmesidir; yarış, didişme ve rekabetten uzak, vericilik ekseninde ilişkiler kurmaktır; halkla yoldaşlaşmaktır. Mütevazılığıyla bilinen Nasuh Mitap, mide dâhil çeşitli organlarının alındığı o zorlu ameliyattan önce, durumunun kimseye duyurulmamasını istemiş, hastaneden en kısa zamanda çıkıp işine dönmeyi temenni etmiştir. Buna rağmen yoldaşlarının durumu öğrenmesi ve istemediği halde hastaneye akın etmesi karşısında
2
ise, ince/dolaylı bir serzenişle yetinmiştir. Ameliyat sonrasında ise, hızla iyileşeceğine, eski sağlığına kavuşacağına ve işine döneceğine inanmış, buna göre davranmış, bırakalım hastalık istismarını, zayıflık görüntüsü bile vermemeye çalışmıştır. Küba’ya tedavi için götürme önerimizi de aynı mütevazılıkla karşılamış, gülümseyerek reddetmiştir.
DEVRİMCİLİK, ANIN DOĞRU OKUNMASI VE HALKA KARŞI SORUMLULUKTUR 77 Mayıs iradesinde, Devrimci Yol’un doğumunda belirleyici rol oynayan Nasuh Mitap; aklın, bilimin ve insanlığın gereği en doğru ve en güzel yol olarak değerlendirdiği devrimciliğin gereklerini bir reçete, bir kalıp olarak görmedi. Aksine, antiemperyalizmin öne çıktığı 68’li yıllardan farklı olarak 78’li yıllarda faşist tehdidin öne çıktığı tespitini yapmış ve haklılığı, yasal sınırlarla değil meşruiyetle tanımlamıştır. Bilinir ki faşist saldırıların olduğu yerde faşizme karşı durmak bir insanlık görevidir; devrimcilik, bu görevi uzun vadeli hedeflerle karşı karşıya getirmeyi değil, sorumluluk üstlenip güncel olanı gelecek olanla bütünleştirmeyi gerektirir. Dev-
3
rimci Yol’un yaptığı, Nasuh Mitap’ın mahkemede ifade ettiği buydu. Öyle ki Nasuh Mitap, ezen ezilen çatışmasının en sert biçimleri aldığı o tarihsel dönemde, insan ve toplumu ilgilendiren sorunlar karşısında tarafsız ya da ilgisiz kalmayı insan olmamakla eş anlamlı görür. “Tarih önünde Devrimciliğimin gereklerini yerine getirememekten dolayı yargılanacağımı biliyorum,” diyen bir sorumluluk ve tutarlılıkla hareket etmesi; bunu sadece mahkeme karşısında değil, işkencehanede veya yaşamın en sıradan anlarında da gözetmesi, devrimciliği bir yaşam biçimi olarak görmesiyle doğrudan ilintiliydi.
NASUH MİTAP, YARGILANIRKEN YARGILAYAN BİR DEVRİMCİYDİ Devrimciliğin bir yaşam biçimi olarak görülmesi, her an her koşulda gereklerinin yerine getirilmesini gerektirir ve mücadelesiz hiçbir alanın/ anın olmayacağı anlamına gelir. Buna rağmen işkencehane, değerlerin test edilmesi ve davaya bağlılığın sınanması açısından özel bir yerdir, bir çeşit laboratuardır. Nasuh Mitap, bu sınavı başarıyla geçen devrimcilerdendi. Benzer şekilde hapishaneler veya mahkemeler de insanın değerlerine bağlılığının ölçüldüğü zeminlerdir. Yargılanırken yargılamak; “Tarih Beni Beraat Ettirecektir” diyen ve yargılanırken emperyalizmi/diktatörlüğü yargılayan Fidel Castro’dan, faşizmi kendi mahkemesinde mahkûm eden Dimitrov’dan öğrendiğimiz bir duruştur. Bu duruşa, Nasuh Mitap’ın savunmalarında da tanık olduk. Mahkeme karşısında duruşunu eğip bükenlerin aksine o, “yapmadıkla-
Nasuh Mitap’ı Devrimci Yol’umuzda Yaşatacağız! Ey bu yolu bizden önce yürüyenler; Ey bedeli güzelleştirerek ödeyenler; Biz, tarihte sağ kalan yanlarıyla ölülerini yaşatanların, Omuzlarında apolet değil sorumluluk taşıyanların yoldaşlarıyız. Tarihsel diyalektikle aklımız, Devamlılık zinciriyle stratejik ufkumuz 77’ye uzanıyor. Göğsümüzde özgürlüğüne ulaşmış bir halkın heyecanı, Dilimizde “Mahir-Hüseyin-Ulaş” sloganı, Yumruğumuzu yıldızına değdiriyoruz. Devrimci YOL’da ısrar andımız olsun ki, Sınıflar mücadelesi denizinde hiçbir kulacı boşa atmayacağız. Bizden önce giden hiçbir yoldaşımızın yerini boş bırakmayacağız. Uzun süredir hastalıkla mücadele eden, Devrimci Yol’un önderlerinden yoldaşımız NASUH MİTAP, tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. O sessizliği, durgunluk veya beklemeyi bile anlamlı yaşayan, kimlik değerlerini yaşama içeren bir devrimciydi. Onun için devrimcilik bir yaşam biçimiydi; işkencede değerlerini savundu, yargılanırken “Ben devrimciyim, halkıma ve bütün insanlara sömürüsüz, baskısız, özgürlük, bolluk ve mutluluk dolu bir gelecek sağlamak için mücadele etmeyi insanlığın ulaşabileceği en yüce ideal ve dava olarak görüyorum. Ve böyle bir davanın saflarında yer almaktan onur duyuyorum.” diyerek, devrimciliğe içerilmiş onura ve anlama dikkat çekti. Onu yalnızca sloganlarla, sembol ve törenlerle değil, miras bıraktığı değerlerle yaşatacak, her an omzunu omuzbaşımızda hissedeceğiz. DEVRİMCİ HAREKET rımla değil yaptıklarımla; düşünmediklerimle değil düşündüklerimle yargılanmak isterdim” dedi.
DEVRİMCİLİK, MEŞAKKATLİ VE SABIR GEREKTİREN BİR SANATTIR Mücadele, çok boyutlu ve çok alanlıdır; tekdüze değildir; kimileyin haykırmayı kimileyin susmayı gerektirir. Bu, “susma hakkı” olarak da gündeme gelebilir; dilinin varmadığı yerde sözü gönül diline çevirmek, dolaylı anlatımı tercih etmek biçiminde de olabilir. Devrimcilik, yaratıcılığı ve dolaylı anlatımı içeren bir çeşit sanattır; kolaya kaçılamayacak, öğretilmiş yanlışlara düşmeden ilerlenmesi gereken bir yoldur. Devrimcilik, yalnızca red değil aynı zamanda alternatiftir; kapitalizmin en kesif kokuları arasında bile gelecek düşü görmektir; düşleri anda somutlayabilmektir; uzlaşmaz çelişmelerin sert üslubundan halk içi çelişmelerin uzlaşır üslubuna geçiş yapabilmektir; düşmanlığı da dostluğu da layıkıyla yerine getirmek; her iki rolü de hafife almamaktır. Küçük burjuva kimlik, nasıl kaygan zeminde kolay yer değiştiren, doyumsuz bir duruşu ifade ediyorsa, devrim-
cilik bunun antitezidir; en hareketsiz anlarda ruhunda fırtınalar hissedebilmek, en hareketli anlarda sakin olabilmektir; gerektiğinde hücrede bile çoğalabilmek, zindancıyı ve yöntemlerini zindanda yenebilmektir. Hele de bugün, F’nin hapishanelerden ibaret olmayıp dışarıya taştığı, yaşamın hemen her kesitinde faşizmle özdeş bir anlam kazandığı koşullarda, devrimcilik başlı başına bir ustalık işidir; sevgide de öfke ve sitemde de kaliteyi koruyabilmektir.
DEVRİMCİLİK, ZAMAN AŞIMINA UĞRAMAYAN BİR YOLDAŞLIK GEREKTİRİR 1980 sonrasında yaşanan kuşak kopmasına ve devamlılık problemlerine rağmen, 77 Mayıs’ından 2013 Haziran’ına uzanan bir değer aktarımı, bir diyalektik bağ söz konusudur. Bunda vaktinde toplumsal toprağı tohumlayan iradenin olduğu kadar, zaman aşımına direnen aklın, dilin ve hafızanın da rolü vardır. Bazen, özellikle de tarihsel silginin hoyrat ellerde işlev kazandığı dönemlerde, var olanı korumak, yaşamıyla örnek olmak bile büyük önem taşır. Çünkü devrimcilik, aynı zamanda geniş bağlamlı bir yoldaşlık-
4
tır; Haziran’ı önemsemek, aynı nabız atışlarında da olsa buluşabilmek, farklara rağmen ortaklaşabilmektir. Bu bağlamda, 68’den bugüne tüm zamanların devrimcisi, isabetin ve devamlılığın güvencesi Nasuh Mitap’ın Haziran yoldaşlığıyla ölümsüzlüğe uğurlanması, bir tesadüf değildir. Onun sabırla taşıdığı nitelikler, Haziran Hareketi’nde yeniden üretilmiş, güncellenmiştir. Haziran Hareketi, kolaya kaçmamanın, sorumluluk üstlenmenin, günü kurtarmakla yetinmemenin ifadesidir; devrimin ciddiye alınmasıdır. “Az olsun benim olsun” eğiliminden uzak durmaktır. Duygusal veya psikolojik değil, programatik hareket etmektir. Güncel olanı gelecekle ilişkilendirebilmek, parça-bütün ilişkisi kurmaktır; hem orak hem çekiçtir; hem yıldız hem yumruktur. Nasuh Mitap, zaman aşımına uğramayan, dar tanımlara sığmayan devrimciliğin sembolü oldu; binlerce dost/yoldaş yürek tarafından değerlerinin sembolüne, yumruğunda taşıdığı yıldıza uğurlandı. Rahat uyu yoldaş! Emeğin, üretkenliğin, samimiyet ve mütevazılığın sahipsiz kalmayacak.
Devrimci Yol, Nasuh Mitap’ı Yıldızlara Uğurladı Devrimci Yol’un kurucu önderleri arasında yer alan Nasuh Mitap’ı kaybettik. Dev-Genç’ten THKP/ C’ye, Devrimci Gençlik’ten Devrimci Yol’a mücadele içinde geçen bir ömür 1.5 yıl süren kanser tedavisinden sonra sona erdi. ‘Evet ben devrimciyim. Halkıma ve bütün insanlara sömürüsüz baskısız özgürlük bolluk ve mutluluk dolu bir gelecek sağlamak için mücade etmeyi insanlığın ulaşabileceği en yüce ideal ve dava olarak görüyorum’ demişti. 12 Eylül Faşizmi’ne karşı cezaevlerindeki yoğun işkence ve sorgulara karşı direngenliğiyle mücadele içindeki yerini almış ve genç kuşaklara devrimci tarzın nasıl olduğunu hem cezaevi hem de normal yaşamındaki mütevazılığı ve sadeliğiyle göstermişti. Nasuh Mitap’ın cenazesi 6 Kasım
Perşembe günü saat 9:30’da Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi’nden binlerce yoldaşının sloganları ve alkışları eşliğinde Gaziosmanpaşa Meydanı’na getirildi. ‘Devrimci Yolumuz Çayanların Yoludur’, ‘Devrim İçin Tek Yol Devrimci Yol’, ‘Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş’, “Nasuh Mitap Onurumuzdur!”, “Devrimci Yolumuz Nasuhların Yoludur!” sloganları sokaklarda yankılandı. Binlerce dostu ve yoldaşı oradaydı. Burada Cahit Akçam, Ali Alfatlı ve Akın Dirik konuşmalarıyla Nasuh Mitap’ın devrimci mücadelesini anlattılar. Buradan cenaze otobüsler eşliğinde Kırklareli’ne götürüldü. Nasuh Mitap yoldaşlarının omuzlarında Kırklareli Merkez’den mezarlığa sloganlarla marşlarla götürüldü. 15 bin kişinin katıldığı görkemli ce-
5
naze töreninde sık sık sloganlar atıldı. Nasuh Mitap’ın toprağa verilmesinin ardından Hakkı Zabcı bir konuşma yaptı. Ardından cenaze töreni sona erdi. Cenaze törenine gösterilen yoğun katılım bu topraklarda Devrimci mücadelenin bitmediğini/ bitmeyeceğini bir kez daha göstermiş oldu. Nasuh Mitap’ı ölümsüzlüğe, yumruğunu birleştirip ufkunda taşıdığı yıldıza uğurladık. Ama ona karşı sorumluluğumuz bitmedi. 1977 değerlerini, bilinç ve perspektifini güncelleyerek yürüdüğümüz YOL’da, onun yerini boş bırakmayacak, unutmayacak ve unutturmayacağız. Rahat uyu yoldaş! Emeğin, üretkenliğin, samimiyet ve mütevazılığın sahipsiz kalmayacak.
Faşizm Devlet Biçimidir Sınıfsal Öğelerle Tanımlanmalıdır “Eleştiri, zincirlerin üstündeki hayali çiçekleri koparıp atıyor. Bunu, insanlar zincirleri fantezileri ya da tesellileri olmaksızın taşısınlar diye değil, fakat zincirlerin kendisini kaldırıp atsınlar ve sahici çiçeği çekip alsınlar diye yapıyor.” (Marks)
Nasuh Mitap Londra’da Anıldı Londra’da 1982 yılından beri faaliyet yürüten Türk Eğitim Birliği’nde dün (9 Kasım 2014 Pazar) Devrimci Yol’un önder kadrolarından Nasuh Mitap için bir anma yapıldı. Türk Eğitim Birliği Fikri Sönmez Salonu’nda yapılan anmaya çok sayıda insan katıldı. Salon tamamen dolarken bazı insanlar etkinliği ayakta izlemek zorunda kaldı. Etkinlikte ilk olarak Nasuh Mitap şahsında devrim yolunda hayatını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ardından etkinliği organize eden TEB Fikir Kulübü’nun metni okundu. Metinde şu düşüncelere yer verildi: Sevgili dostlar, Türkiye Devrimci Hareketi’nin en önemli insanlarından birini, Nasuh Mitap’ı anmak için toplandık bugün buraya. Nasuh Mitap, kendisinin de içinde yer aldığı, Kızıldere’de öncü kadrolarını yitiren THKP/C çizgisinin, toparlanıp güne uygun yeni bir biçimde varedilmesi mücadelesinin en önünde yer almış kişilerden biriydi. Bu noktada, THKP/C çizgisinin Devrimci Gençlik üzerinden Devrimci Yol’a ulaşmasındaki rolü ve emeğinin belirleyiciliğine tarih tanıktır. Nasuh Mitap’ın mütevaziliği, sa-
mimiyeti ve her şeyden önemlisi gündelik hayatının her anında kendisini gösteren devrimciliği de çok belirleyiciydi. Devrimi uzun bir yolun sonunda varılacak hedef değil, her gün, her an yaşanan ve insanı derinden kavrayan bir olgu olarak içselleştiren tarzı derin izler bıraktı. Öncü kadroların sahip olduğu özelliklerin siyasal hareketlerin taşıyıcı kadroları üzerindeki etkileri bilinir. Bu anlamda sosyalizmi, hemen şimdi oluşturulan her ilişkide kendisini göstermesi gereken bir olgu olarak kavrayan bir Devrimci Yol’cu kimlikten bahsediyorsak bugün, bunda onun payı çok büyüktür. Necdet Erdoğan Bozkurtlar, Behçet Dinlerer’ler, Soner İlhan’lar, Zekeriye Aydemirler gibi gittikleri her alanda kişilikleri ve tutumları ile hareketi hızla ileriye taşıyan kadroların oluşmasındaki payı da öyle. 12 Eylül sonrasında da mücadelenin sürmesi gerektiğine ilişkin hiçbir tereddüdü olmadı ancak kendi tabiriyle artık gençlerin direksiyona geçmesi gerektiğini inanıyordu. Görece sessizliği, durgunluğuyla bile “Nasuh Abi”miz olmayı sürdürdü. Yaşantısı, mücadeleye kattıklarıyla hep hatırlanacak. 12 Eylül cellatlarına karşı; “Ben
6
B devrimciyim, halkıma ve bütün insanlara sömürüsüz, baskısız, özgürlük, bolluk ve mutluluk dolu bir gelecek sağlamak için mücadele etmeyi insanlığın ulaşabileceği en yüce ideal ve dava olarak görüyorum. Ve böyle bir davanın saflarında yer almaktan onur duyuyorum.” diyen Nasuh Mitap yoldaşın önünde saygıyla eğiliyoruz. Onu uğruna hayatını verdiği devrim kavgasında yaşatacağız. Nasuh Mitap Ölümsüzdür! TEB Fikir Kulübü Metnin okunmasının ardından içinde Nasuh Mitap’ın mücadelesinin anlatıldığı ve cenaze töreni görüntülerinin de yer aldığı 15 dakikalık bir sinevizyon gösterildi. Etkinlikte daha sonra Nasuh Mitap’ı tanıyanların anılarını da aktardığı geniş katılımlı bir sohbet gerçekleştirildi. Sohbetde Nasuh Mitap’ı anmanın en doğru yolunun onun hayatını verdiği devrimci mücadeleye bağlılıktan geçtiği ve bu noktada Birleşik Haziran Hareketi eksenli çaba başta olmak üzere mücadeleyi ileriye taşıyacak girişimlere omuz verilmesi gerekliliğinden bahsedildi. Etkinlik resmi olarak bitirildikten sonra da Nasuh Mitap’ın anısına türküler, marşlar söylendi.
ilinir ki temel teorik tezler, duygusallığa veya öznelliğe kapılmadan ve görüngülerle (biçimsel veya ikincil öğelerle) yetinmeden, ülkenin sosyo-ekonomik yapısına, sınıf ilişki ve çelişkilerine dayanarak tanımlanır. Ülkemizde faşizm, tekelci sermayenin geçmişi kadar eskidir; süreklidir. Bu süre boyunca sürekli gelişmiş, kurumlaşmış ve yaygınlaşmıştır. Deyim yerindeyse, devlette faşist olmayan bir kurum, faşist olmayan bir yasa ve yönetmelik kalmamıştır. Faşizme karşı mücadele de, genel anlamda devrim mücadelesi de öncelikle sınıfsal ilişki ve çelişmeleri doğru kavramayı gerektiriyor. Bu, yaşama içerilmiş tehdidi anlayıp ona karşı mücadelenin önemini kavramak için de, devrimin/devrimciliğin önemini kavrayıp gereğini yerine getirmek için de gereklidir. Günlük kimi pratikler veya görüngülerle yetinildiğinde, faşizmin varlığı konusunda yanılgıya düşme olasılığı artar. Tayyip Erdoğan’ın “Ben diktatör olsam, bana ‘diktatör’ diyemezdiniz,” biçimindeki yönlendirmesi böyle bir algıya dönüktür. Faşizm koşullarında yaşamanın direnmekle eş anlamlı olduğunu kavrayanlar, dirençte de yaşama anlam katma sürecinde de eksik kalmaz, üzerine düşeni yapar. Ancak bu, “baş aşağı” duran günlük akılla anlaşılabilecek basitlikte değildir. 12 yıllık iktidarı döneminde sermaye güçlerinin istediği her düzenlemeyi, her dönüşüm ve saldırıyı gerçekleştiren, bölgede emperyalizmle bütünleşen, ülkede faşizmi güncelleyerek tahkim eden AKP, toplumun büyük bir kesiminde tepkiyi büyüt-
müş, hatta sınıf ilişkilerinden öte (öznelleşmiş biçimde ve dar bağlamda) parti olarak varlığına, kadrolarına, dönük öfke ve tanımların da çoğalmasının müsebbibi olmuştur. Bizzat uygulayıcı olması itibariyle AKP’ye tepki/öfke duyulması elbette gerekiyor. Ancak sınıfsal bir algıyla sisteme yönelmesi gereken tepkinin AKP ile sınırlı kalması, “AKP giderse her şey düzelir” gibi ufuk daraltıcı bir etkiye sebep oluyor. Bu durum, devrimci yapıların böylesi konularda daha kapsayıcı, sınıfsal tanımlamalar yapmasını gerektiriyor. Ne var ki, çeşitli nedenlerle devrimci yapıların da önemli bir kısmının faşizmi AKP ile açıkladığını, “AKP faşizmi”, “dinci faşizm”, “mezhepçi faşizm” gibi tanımlamalar kullandığını görüyoruz. İşte gerek bu durum, gerekse Kobanê’ye yönelik saldırılar sonrasında Türkiye’de yaşanan olayların ortaya çıkardığı gerçekler, bir kez daha faşizmin bugünkü niteliği üzerine tartışmayı ihtiyaç haline getirmiştir. İlkin, seçimler sonrasında AKP’ye dönük olarak yaptığımız değerlendirmeyi anımsayalım. “AKP, bugüne kadar karşılaştığımız partilerden farklı olarak daha köklü ve kalıcı ilişkilere sahiptir. Geçmişte faşist parti denince; milliyetçi çizgisi, tekelci burjuvazinin o dönemki en örgütlü vurucu militan gücüne sahip olması ve emperyalizmin ülkedeki egemenlik araçlarıyla organik ilişkisi bağlamında akla ilk gelen MHP oluyordu. Ama o yapılanma bile, sermayeyle, devletin üst düzeydeki organlarıyla bu boyutta iç içe geçmemişti. Kısacası, bugüne dek AKP gibi bir faşist partiyle karşılaşılma-
7
dı. Bu, doğrudan Hitler’in Almanya’daki faşist partisiyle büyük benzerlikler gösteren, toplum yaşamını tüm boyutlarıyla parti egemenliği altına almaya çalışan, bunun için devlet kurumlarıyla özdeşleşmekten SA türü (Nazilerin yarı askeri milis gücü) yapılar oluşturmaya kadar her yola başvuran bir yapılanmadır. AKP’nin bu nitelikleri, onun yürütme gücü olduğu, yer yer özdeşleştiği sistemle nasıl baş edilebileceğinin, hangi yöntem ve araçlarla karşı durmak gerektiğinin, bu yolun neden seçim olamayacağının göstergesidir.”
DİNCİ/MEZHEPÇİ FAŞİZM, SINIFSAL NİTELİĞİ ISKALAYAN BİR TANIMLAMADIR 1980 öncesinde devlet destekli sivil faşist çetelerden söz edildiğini biliyoruz. Bugün genelde devlet özelde AKP eliyle sokağa dökülen, hemen her ilde çok yaygın ve saldırgan biçimde varlık gösteren güçlere bakıldığında, adına ne dersek diyelim bu karşıdevrimci potansiyel, gerek sayıca gerekse nitelik olarak 1980 öncesinden çok daha güçlü görünüyor. Bu, AKP’nin ihtiyacı ve marifeti olduğu kadar sistemin de ihtiyacıdır. Bunu, genel boyutuyla sınıflar mücadelesinden koparıp salt AKP ile ilişkilendirmek nasıl eksik ve dolayısıyla yanlış bir değerlendirme olacaksa, dinci/mezhepçi faşizm tanımı da bu bağlamda eksik ve yanlıştır. Din, eğitim dahil toplum yaşamının hemen her kesitinde egemen sınıflar tarafından, sınıf bilincini gölgeleme ve itaatkarlık oluşturma amacıyla hemen her dönem kullanılan bir olgudur. Gerçekte bu ye-
DEVRİMCİ HAREKET
ni de değildir. Geçmişte olduğu gibi bugün de gerek din dersi gerekse fetvalar, vaazlar vb. devlet eliyle veriliyor. Ve sonuçta halk, kaderciliğe, mevcut gidişata rıza göstermeye, kanaatkâr/itaatkâr bir yaşam çizgisine yönlendiriliyor. Böylece yukarıdan aşağı devlet eliyle empoze edilen din, sınıfsallığı örten, rıza üreten ve gerçekte eşitsizlik üzerine kurulu ilişkilerin, egemenden yana devamını güvenceye alan bir işlev görüyor. Ezilenin ezene karşı muhtemel tepkisini yumuşatmaya/etkisizleştirmeye yarıyor; sahte bir eşitlik/sınıfsızlık algısı oluşuyor. Ancak dün nasıl milliyetçiliği kullanan emperyalizme “milliyetçi emperyalizm” demediysek veya yeşil kuşak projesine rağmen “dinci emperyalizm” tanımı yapmadıysak, sadece “emperyalizm” demeyi sınıfsal niteliğine en uygun kavram olarak gördüysek bugün de faşizm tanımına “dinci, mezhepçi” vb. eklemeler yapmaya ihtiyaç yoktur. Bu tür ekler, günübirlik akılla ilgi çekiyor, tepkiyi ortaklaştırıyor gibi görünse de gerçekte sınıfsal kavrayışın oluşumunu güçleştirmekte ve bir çeşit perspektif bozulmasına sebep olmaktadır.
PERSPEKTİF BOZULMASI, ÜRETİM VE BİRİKİMDE DEVAMLILIĞI KOPARIYOR Türkiye’de faşizmin sistem açı-
Faşizm Üzerine
sından yapısal bir nitelik olduğu ve hükümetlerin niyetinden bağımsız olarak bir süreklilik arz ettiği değerlendirmeleri yapıldığı halde, bugün sistemin bu niteliğinin değiştiğine dair bir saptama yapmadan “diktatörlüğe doğru gidiliyor,” “faşizan politikalar uygulanıyor” dendiğinde, objektif olarak, 1980 öncesinde (TİP, TSİP, TKP vb. tarafından) yapılan “Faşizm tırmanıyor” tespitine denk bir noktaya düşülmüş; dolayısıyla Mahir’den de sömürge tipi faşizm tespitinden de uzaklaşılmış oluyor. O tespitin, faşizmin reddi anlamına geldiği ve gerek kısa gerekse uzun erimli mücadelede zincirleme etkilerinin oluştuğu hatırlanırsa, bugün için de ayrıntıdan öte temel önemde bir mesele olduğu görülür. Bugün elbette 1980 öncesinin veya Mahir’in söylediklerinin aynısını tekrar etmeye gerek yok. Ancak tespitlerde bir içsel tutarlılık gerekiyor. Eğer devlet biçimi AKP ile beraber faşizm olmaktan çıkmadıysa, dünden bugüne bu konuda bir devamlılık söz konusuysa ve faşizm zaten bir diktatörlük ise, “diktatörlüğe doğru gidiliyor” demenin bir anlamı/mantığı kalmıyor. Örneğin, 1980 öncesi koşullarında üretilen “Zam, Zulüm, İşkence İşte Faşizm” sloganı, faşizmin sermayeyle ilişkisini dolayısıyla sınıfsal niteliğini ortaya koyar. Yani
8
faşizm denince akla öncelikle sermayenin şiddeti gelse de faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin agresif politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir. Nazi ordularının Moskova önlerine dayanması da, Pinochet’in darbesi de Mussolini veya Franko’yla anılan süreçler de faşizmdir. Biçimleri aynı değil ama özü aynıdır; tekelci sermayenin ihtiyaçlarına bağlı olarak, devlet-toplum ilişkisinde şiddetin, iktidarın asli öğesi haline getirilmesidir. Yani faşizm, herhangi bir şiddet değil tekelci sermayenin şiddetidir; yaşamın tepeden tırnağa sermayenin ihtiyaçlarına göre, tavizsiz biçimde (gerektiğinde kendi yasalarını da çiğneyerek) düzenlenmesidir; dolayısıyla sınıfsal bağlamından koparılmadan yapılması gereken bir tanımlamadır. Dikkatle ayrıştırılıp bakıldığında görülecektir ki dinin en çarpıcı biçimde kullanıldığı yerde (örneğin din dersinin zorunlu olmasında) bile mesele, soyut/dar anlamda bir dincilikten çok, dinin sermayenin ihtiyaçları bağlamında kullanılması hatta istismar edilmesi biçiminde gündeme geliyor. Bu konudaki tartışmalar, AKP’nin parti olarak nasıl değerlendirildiğiyle, genelde emperyalizm özelde sermaye bağlamındaki ilişkileriyle doğrudan ilintidir.
AKP NASIL BİR PARTİDİR; AKP’YLE YAŞANAN SÜRECİN NİTELİĞİ NEDİR? AKP, emperyalizmin özel yetkili partisidir. Uygun bir operasyonla zemin hazırlanmış ve iktidara özel görevlerle getirilmiştir. Ilımlı İslam projesi, AKP’nin ürünü bir proje değildir; tersine AKP, böyle bir projenin uygulanması için seçilmiş bir araçtır. Evet, AKP bir şeyleri değiştirip dönüştürme rolü oynadı, hala oynuyor. Zaten önemli olan da bu rolün liberal söylem ve etkilenmelerden uzak, doğru biçimde okunabilmesidir. Liberal etkilenmeler sadece AKP’den
DEVRİMCİ HAREKET
demokratik dönüşümler bekleme, ona ilerici sıfatlar atfetme konusunda değil, onun sınıfsal niteliğini gölgeleyen tanımlar kullanılması noktasında da gündeme gelmektedir. AKP, sadece dini değil, akla gelebilecek her aracı halka karşı sermaye egemenliği için kullanan bir partidir; “Arap Baharı” döneminde pek çok ülkede ısmarlanan partilere isim ve program ilhamında bulunmuş, emperyalizm mamulü özel bir örgütlenmedir. Geçmişte kontrgerilla ile anılan özel örgütlenmeleri de devletin meşru/yasal organları kapsamına almış, kendiliğinden değil mevcut iktidar hiyerarşisi içinde hareket eden bir güç olarak güncellemiştir. Kobanê protestoları sırasında görüldü ki, sokağa dökülen karşıdevrimci güçler, tüm heterojenliğine rağmen bir bütünü ifade etmekte, iktidarın komutlarıyla hareket etmektedir. Bu bağlamda, “artık faili meçhuller olmuyor” diye övünenler bilmeli ki, bugün çok daha tehlikeli failler örgütlü halde, verilecek komutları bekliyor. Azadiya Welat çalışanı Kadiri Bağdu’ya yapılan saldırı da Hizbullah’ın Kobanê protestoları sırasında üstlendiği işlev de 24 saat içinde 25 kişinin yaşamını yitirmesi de devletin güncellenen faşist niteliğinin potansiyeline dair işaretlerdir. Ayrıca Kobanê protestolarından hemen sonra hükümet tarafından gündeme getirilen hak gaspı eksenli “güvenlik paketi”nin içeriği, faşizmin ihtiyaca göre nasıl güncelleneceğine dair öğretici bir örnektir.
Faşizm Üzerine
rine getiriyor. Eğer faşizm, tekelci sermayenin ihtiyaçları bağlamında her an her konuda yasa koyarak toplumu zapturapt altına almaksa; bunu, Kobanê olayları sonrasında hızla gündeme sokulan “güvenlik paketi”nde gördük. Dikkat edilirse mevcut saldırganlığın veya önlem paketinin hiçbir noktasında din geçmiyor ama faşizmin gereği yerine getiriliyor. İşte din, bu kapsamda kullanılan öğelerden sadece biridir. Yani olgunun bütünüyle kendisi değil, bileşeni veya parçasıdır. Bu bağlamda dinci/mezhepçi faşizm tanımı, aynı zamanda var olanlı daraltıp mevcut saldırganlığın çapını anlamayı zorlaştıran bir işlev de görmüş oluyor.
FAŞİZMİN SINIFSAL TANIMI MÜCADELENİN BAŞARISI İÇİN DE ŞARTTIR Faşizme karşı mücadelenin başarısı, doğru faşizm tanımı yapmayı, tehlikenin niteliğini doğru okumayı gerektirir. Sermaye, bugün artık, siyasal mücadelenin düşük seviyelerde seyrediyor olmasının ve dolayısıyla güçlü bir halk hareketi yaratılamamış olmasının etkisiyle, geçmişte kazanılmış hakları da gasp etmekte, kâr ve rant kokusu aldığı her yere girmekte, bunun için gerekli yasaların çıkarılmasını sağlamakta, bu da olmazsa fiili durum yaratarak amacına ulaşmaktadır. Bu toplam resimde din de araçlardan biridir; ama olguya niteliği-
FAŞİZM, TEKELCİ SERMAYENİN İHTİYAÇLARINA GÖRE GÜNCELLENİYOR Eğer faşizm, tekelci sermayenin ihtiyaçları bağlamında ölçüsüz saldırganlıksa; bunu, AKP’nin ilahiyat profesörü milletvekili Emrullah İşler, “IŞİD öldürüyor ama işkence bari yapmıyor,” yorumuyla; Numan Kurtulmuş, “Elleri, beyinleri kırılacak ve ezilecek,” ifadeleriyle; Başbakan Davutoğlu, “Yakılan her TOMA’nın yerine gerekirse beş TOMA on TOMA alınacak,” biçimindeki yaklaşımla ye-
9
ni veren temel öğe değildir. Tekelci sermaye, sistemi yeniler ve araçlarını güncellerken, din olgusunu da AKP eliyle ihtiyaca bağlı olarak öne çıkarmıştır; bu elbette bilinmeli ve önemsenmelidir. Ancak sınıfsal mücadele bir bütündür; bu bütünün içerdiği parçalardan sadece biri olan din öne çıkarıldığında, diğer nitelikler gölgelenir veya görülmez hale gelir. Bu nedenle, tanımlamalar sınıfsal öze bağlı kalınarak yapılmalıdır; bu, dost-düşman ayrımının doğru yapılması ve mücadele hedeflerinin bulanmaması açısından da önemlidir. Faşizme karşı mücadele, faşizmin niteliği ile doğrudan ilintilidir. 1980 öncesinde soldaki ayrışmanın temel nedenlerinden biri de faşizm konusundaki değerlendirme farklılığıdır. Faşizmin olmadığı, kimi ırkçı, faşist kişi veya yapıların olduğu toplumlarda faşizmle mücadele, faşistlere karşı mücadeleye veya faşizmin kitle tabanı oluşturmasını önleme noktasına kadar daralabilir. Temel önemde veya devrimsel bir mesele değildir; ikincildir, daha kolaydır. Ama faşizmin bir devlet biçimi olduğu, yaşamın kılcallarına dek uzandığı; devletin yasaları dahil tüm kurumlarıyla faşistleştiği koşullarda, faşizme karşı mücadele bir devrim sorunudur, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. 29 Ekim 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Faşizm Üzerine
DEVRİMCİ HAREKET
İçinde Bulunulan Şartlara Nereden ve Nasıl Müdahale Edilmeli? Devrimciliğin, her türlü bedel ödeme olasılığından uzak, steril bir yolu yoktur. Brecht’in dediği gibi eğer bütün ırmaklarında ve bütün denizlerinde yüzeceksek yeryüzünün; fırtınaya yakalanma ve dalgalarla boğuşma olasılığını göze almak durumundayız. Aksi takdirde, Yüzme fiilinin dışında kalacağız. Ve kendimize yüzücü desek de Denizin bizden haberi bile olmayacak. (Devrimci Hareket, 2008)
S
ınıf mücadelesinin katı yasaları, daha önceki benzer süreçlerde de olduğu gibi bir ayrışma ve giderek saflaşmayı zorluyor. Öyle görünüyor ki, yapay veya sübjektif ayrım çizgileri, karşı karşıya olunan bu fiili sınavda silinecek ve yapılar gerçek niteliklerinin gerektirdiği yerde saf tutacaktır. Mevcut toplu durum, yenilgi dönemlerine has nitelikler yansıtıyor. Hem bir teorik keşmekeş söz konusu, hem de bir değer erozyonu ve sisteme öykünme durumu yaşanıyor. Daha da önemlisi, siyasal iktidar, yaşamın hemen her kesitinde gerek ideolojik gerekse fiziki olarak varlığını hissettirmekte, konjonktürel avantajlarını, hemen her gelişmeyi kendi lehine halkın ise aleyhine kullanabilmektedir. Bu durumu, sansasyonel bir eylemin, kimin yaptığından bağımsız olarak kim güçlü ise onun tarafından kullanılmasına benzetebiliriz. Soma’nın da TOMA’lı ve gazlı saldırıların da AKP’nin aleyhine sonuç doğuracak şekilde değerlendirilememesi, aksine AKP’nin tapeleri bile deyim yerindeyse ters çevirmesi; konjoktürün onun lehine olması ve devlet gücünü, halkın örgütlü gücünü etkisizleştirebilecek şekilde kullanabilme avantajına sahip
olması sebebiyledir. İktidar, tüm iç çelişmelere rağmen örgütlü ve güçlü duruyor. Halka öncülük iddiası taşıyan sol yapılarda ise, 1974-75’i anımsatan biçimde bir parçalanma ve dağınıklık söz konusu. Geleceğe inançsızlık ve özgüven problemi yaşandığı için, halkta da güven oluşturulamıyor. Bunun nedenleri çeşitli açılardan tartışılabilir. Ama seçim, referandum, vb dönemlerde sıkça işaret ettiğimiz gibi, devrimci zeminlerde bir çeşit sosyal demokratlaşma olunca, halkın onlar yerine gerçek sosyal demokratları tercih etmesi doğaldır. Artık mahallelerde, okullarda, vb çalışma alanlarında; alanın özgünlüğü, hedef kitlenin beklentileri, koşulları, vb dikkate alınarak veya stratejik hedefle an arasında bağ kurularak değil, çalışma yapanın öznel ihtiyaçlarının veya dar pratikçi ezberinin belirleyici olduğu türden çalışmalar yapılıyor. Gezi sürecinin oluşturduğu ve devam eden tüm avantajlara rağmen bu tablo düşündürücüdür. Böylesi dönemlerde bir toparlanma yaşanmadığında, bölünmeler de öznelleşme ve mesafeler de artar. Kızıldere sonrasında nasıl geçmiş değerleri karalamak kimileri tarafın-
10
dan marifet addedildiyse, bugün de sınıflar mücadelesinin gereğini yerine getiremeyenler, bunun bedelini değerlere ve o değerlerin temsilcilerine ödetmeye çalışıyor. Çözülme ve çözümsüzlük kaynaklı “arayış”, örgütsüzlüğü ve giderek hiçleşmeyi beraberinde getiriyor. Dünün Marksist geleneğinden gelen yapıların pek çoğunun, sınıf bilincini, kimlik siyasetinin tekilleştirici ve ayrıştırıcı tarzıyla ikame etmesi, durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bunun felsefi tezahürü, metafiziktir; pratik karşılığı da tekyanlılıktır; geçmişi inkar ve geleceksizliktir. Bu fikri karmaşa ve yönsüzlük ortamında, içinde bulunulan şartlara nereden ve nasıl müdahale edilmesi gerektiği, ancak birikim ve yöntemin devamlılığını gözetenlerce doğru tespit edilebilir. Bu, 1975’te Devrimci Gençlik’tir; 1977’de Devrimci Yol’dur. 1975’te Devrimci Gençlik dergisinin “Gençliğin Devrimci Eyleminin Birliği” şiarıyla ortaya çıkmasının nedenlerinden biri de, soldaki ideolojik ayrılıkların kısa vadede bir birliği olanaksız kılmasıydı. Bu nedenle bir taraftan ideolojik mücadele ile sol hareket saflarındaki burjuva öğeler deşifre edilirken, diğer taraftan genç-
liğin eylem birliği, devrimci hareketin birliği için bir adım olarak görüldü. O gün olduğu gibi bugün de dünya ve ülke özgülündeki gelişmelere paralel olarak sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, bir saflaşmayı koşulluyor. Ne söylediğiyle değil, ne yaptığı ve dünyayı nasıl algıladığıyla kimlik oluşturan yapılar, kendilerine benzeyen kimliklere yakınlaşıyor. Süreç, devrim ufukluları aynı siperde buluştururken, günü kurtarma eksenli politika yapanları da sisteme öykünmenin şu veya bu biçiminde ortaklaştırıyor. Bugün devrimcilere düşen görev, bu saflaşmayı sosyal pratiğin kendiliğinden akışına bırakmadan duruma müdahale etmek, irade koymaktır. Bu bağlamda dönemin gerektirdiği program ve taktikler konusundaki netleşme öncelenmelidir. Bu, aynı zamanda saflaşmayı da hızlandıracaktır. Bugünkü tabloda en çarpıcı yönelimlerden biri de ideolojik olarak ne söylendiğinden bağımsız olarak, çok sayıda yapının fiilen uzun süreli bir evrimci çalışmayı önüne stratejik bir hedef olarak koymuş olmasıdır. Artık pek çok yapı için devrim, bu uzun süreli evrimci çalışmanın finalindeki kalkışmadır. Halbuki Mahir’in bugün de geçerli olan tezleri, ülkemizde evrimle devrimin iç içe geçtiğine işaret eder. Ülkemizde devrimin objektif koşulları vardır, eksik olan sübjektif koşullardır. Bu koşullar da, yani örgütsel yeterlilik de politik pratiğin dışında değil, bizzat içinde oluşturulur. Başka bir ifadeyle söylersek, nicel birikim-nitel patlama biçiminde değil, nicel birikimle nitel sıçramanın iç içe geçtiği diyalektik bir süreçtir söz konusu olan. Deyim yerindeyse, her an kendimizde ve koşullarda devrim yaparak, uzun süreli irili ufaklı devrimlerle, ileri ve geri düşüşlerle ilerleme sağlanır; Mahir’in tarif ettiği, özetle budur. Bu, aynı zamanda bir devrim anlayışı ve çalışma tarzı konusudur. Evrim ile devrim aşamalarının
Açık faşizm, öylesine yapılmış bir tespit, duygusal bir refleks veya ajitatif bir ifade değildir. Aksine, gerek emperyalizm gerekse Türkiyeli sermaye tarafından tercih edilen ve değişimi kolay olmayacak bir devlet biçiminin varlığına dikkat çekmektir. ABD’nin geniş bağlamlı bölge çıkarları da, oligarşinin kriz koşullarındaki politikaları da açık faşizmi gerekli kılıyor. birbirinden ayrıldığı, birinin diğerini hazırladığı biçimindeki çalışma tarzı, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrim anlayışının gereğidir; iktisadi temelden sosyal ve siyasal şekillenmeye kadar farklı koşulların gerektirdiği programatik duruşun ifadesidir. Bu anlayış Türkiye koşullarına taşındığında, stratejik olarak halk savaşının, dolayısıyla da ona uygun mücadele anlayışının reddi gündeme gelir. Aslında vaktinde yapılmış ve doyuma ulaşmış olan bu konudaki tartışmalar, dün ile bugün arasında yaşanan fikri kopukluk nedeniyle, deyim yerindeyse yeniden ama daha geri bir zeminde yapılıyor. Bu konuda Mahir’in Mao’dan yaptığı alıntı, devrim stratejisinin tayinindeki ülke koşulları farkını/rolünü tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. “İçerde, burjuva demokrasisini (feodalizmi değil) uygulayan kapitalist ülkeler, faşist değillerse, ya da savaş halinde bulunmuyorlarsa,… proletarya partilerinin ödevi, işçileri eğitmek ve uzun bir yasal mücadele ile kuvvetlenmek ve böylece, kapitalizmin kesin yıkımına hazırlamaktır. Savaşmak istedikleri bir savaş varsa o da hazırlandıkları iç savaştır. Ama bu isyan ve savaş, gerçekten aciz kalıncaya kadar, proletaryanın çoğunluğu silaha sarılıp dövüşmeye azmedinceye kadar ve kırsal yığınlar proletaryaya seve seve yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle bir isyanı ve savaşı başlatma zamanı gelince, atılacak ilk adım kentleri işgal etmek ve sonra kırsal bölgelere doğru ilerlemektir… Ve bundan başka bir yola başvurmamaktır. Büt-
11
ün bunlar, kapitalist ülkelerin komünist partileri tarafından başarı ile yapılmaktadır ve Rusya’da Ekim Devrimi ile doğrulukları sınanmıştır.” değerlendirmesini yapan Mao, Çin’in farklılığına dikkat çeker. “Ama Çin farklıdır. Çin’in ayırıcı özellikleri, bağımsız ve demokratik olmaması, ama yarısömürge ve yarı-feodal olması yani içeride demokrasinin bulunmaması... emperyalizmden baskı görmesidir... Temelde, komünist partisinin buradaki ödevi, isyan ve savaş boşlatmadan önce uzun bir yasal mücadele döneminden geçmek değildir. ...önce kentleri ele geçirmek ve ondan sonra kırsal bölgeleri işgal etmek değildir... Çin’de, savaş, mücadelenin temel şekli; ve ordu örgütlenmenin temel şeklidir. Yığın örgütleri ve yığın mücadelesi gibi öbür şekiller de son derece önemlidir... ama onların amacı savaşa hizmet etmektir... Çin proletarya partisinin temel ödevi, partinin hemen hemen başlangıcından beri karşı karşıya kaldığı ödevi... silahlı mücadeleler örgütlemektir.” (Mao Ze Dung, Askeri Yazılar, abç) Bu saptamaların yapıldığı/aktarıldığı dönemde Devrimci Gençlik, kimilerinin emperyalizmin 3. bunalım dönemini inkar ettiğine, kimilerinin de 4. bunalım dönemine girildiği gibi bizatihi 3. bunalım dönemi tahlilini inkara ve işi abesleştirme noktasına vardırdığına dikkat çeker. O tarihlerde TDAS (Türkiye Devriminin Acil Sorunları) broşürü ile sahneye çıkan Acilcilerin, söz konusu broşürde yaptığı 4. bunalım dönemi tespiti daha sonra kimi yapılar
DEVRİMCİ HAREKET
(Halkevleri çevresi, vb) tarafından da çeşitli biçimlerde savunuldu. Acilciler, 4. bunalım dönemi tespitini fokocu duruşlarına gerekçe yaparken, Halkevleri reformist/evrimci çalışma tarzına gerekçe yaptı. Bugün yapılması gereken, ne bu türden zorlama dönem tahlilleri eşliğinde çalışma tarzını günübirlik hesaplara kurban etmek, ne de yapının kendi ihtiyacı olan dar pratikçi yöntemlerle halkla aradaki mesafeyi açmaktır.
NASIL YAPMALI? Her insanın tek tek (ruhuyla, zihniyle, yüreğiyle), toplumun bir bütün halinde paramparça edildiği, tüm toplumsallaşma dinamiklerinin ya etkisizleştirilip dağıtıldığı ya da birinin diğerine değmez hale getirilip kendi tekil bağlamı içine hapsedildiği bu koşullarda yapılması gereken; iktidarın kutuplaştırıcı politikalarına alet olmamaya özen göstermektir. Bunun da koşulu, refleksel değil programatik bir duruş sergilemektir. İktidarın kutuplaştırıcı hiçbir hamlesi, duygusal, kişisel veya hesapsız değildir. Sanıldığının aksine, çok planlı hareket edilmekte; AKP, emperyalizmden işbirlikçi tekellere kadar uzanan politik çıkar örtüşmesinin gerekleri dahilinde rolünü oynamaktadır. Yer yer kimi çeliş-
Faşizm Üzerine
melerin yaşandığı doğrudur. Ancak bunlar, ilişkinin özünü belirleyecek nitelik ve kapsamda değildir. Hele ki insan hakları, vb konularda ABD’den AKP’ye yönelen tepkiler, bütünüyle dünya halkları karşısında meşru görünme, güvenirliğini yitirmeme kaygısı sebebiyledir. Ve iki taraf da bunun bilincindedir. Aksi takdirde Suriye ve Libya dahil dünyanın pek çok ülkesinde uygulanan vahşette ortaklaşmalarını açıklamak mümkün olmazdı. Bu nedenle, mevcut çelişmelerin tayini ve durum tespiti, görüngülerle değil, arka plan okunarak yapılmalı,günübirlik söylemlere ve gerilim politikalarına karşıtlık üretme yarışı içine girip iktidarın koşulladığı gündemin peşinden sürüklenir duruma düşülmemelidir. Örneğin, iktidar sahipleri bir dinin, bir mezhebin veya bir milliyetin adını öne çıkardığında, biz karşıtını öne çıkarırsak, amaçlanan kutuplaştırmaya alet olmuş oluruz. Elbette, ezilen konumdaki tüm kimlikleri, tek tek ve bir arada sahipleneceğiz; ama çok daha önemlisi, ezenin bir avuç olduğunu, kutuplaştırmayı başaramazsa yalnız kalacağını bilerek hareket etmeliyiz. Bu aynı zamanda, Leninist devrim anlayışının gerektirdiği bir duruştur. Mahirlerin de Devrimci Yol’un da yaptığı buydu. Dönemin iktisa-
12
di olduğu kadar sosyal ve siyasal değerlendirmesi yapıldı; bir avuç zorba dışındaki tüm halk kesimlerini aynı programda buluşturan bir ufukla hareket edildi. Devrimci Yol’un yol göstericiliğinde hayata geçirilen direniş komiteleri, gelecek toplumun örnek biçimiydi. İçinde sağ partilerin tabanından insanlar da yer aldı. O zaman da iktidar Alevi-Sünni, TürkKürt farklarını kaşıyordu. Onun karşısına, kutuplaştırmaya alet olunan politikalarla değil, ezilenlerin sınıf kardeşliğiyle çıkılabildiği için başarı sağlanmıştı. Evet, AKP/ Erdoğan çok saldırgan ve tahrik edici, öfkemiz çok büyük; Hitler dahil her türlü diktatörlük benzetmesi yanlış değildir. Ancak bununla kalındığında, hedef de çalışma alanı da daralır. Dönem, programda isabeti, taktiklerde yaratıcılığı gerektiriyor. Bugün belki de öncelikle kaçınılması gereken duruş; iktidarın tekilleştirip parçalayıcı politikalarına hizmet edecek olan geniş veya dar bağlamdaki “ben” duygusunun, “biz” duygusunun karşısına çıkarılmasıdır. Bu, mülkiyet ilişkileri sebebiyle, çeşitlilik içeren ve yaşamın hemen her kesitinde üreyip çoğalma zemini bulan bir sorundur. Kişinin “ben” eksenli duruş ve eğilimlerinden bir örgütün grupsal çıkarları öne çıkarmasına veya ezilen bir kesimin demokratik taleplerini, diğer tüm demokratik meselelerin önüne çıkarak tekil bir duruş sergilemesine kadar çok geniş yelpazede karşılaştığımız bu eğilim, demokratik devrim programını uygulanamaz hale getirecek denli önemli ve güncel bir sorundur. Bugün ne yapılması gerektiği, gerek toplumsal dinamiklerin potansiyel duruş ve eğilimleri, gerekse egemen güçlerin sınıf mücadelesine bağlı olarak rejimi tahkim etme yöntemleri üzerine yaptığımız değerlendirmelerden bağımsız değildir. Örneğin seçim sonrasında yaptığımız değerlendirmede, “Bugün gelinen aşamada; askeri bir cunta söz konusu değilse de, bu türden bir müdahaleye ihtiyaç bırakmayacak
DEVRİMCİ HAREKET
şekilde fiili ve sürekli bir darbe hali oluştuğu ve hemen tüm kamuflajların kalktığı, doğrudan müdahale edilir hale getirilen mahkemelerin dahi kararlarının uygulanmadığı bu koşullarda; faşizmin gizliliğinin kalmadığını, açık bir nitelik kazandığını söyleyebiliriz.” demiş ve AKP’nin niteliğine dikkat çekmiştik. “Bugüne dek AKP gibi bir faşist partiyle karşılaşılmadı. Bu, doğrudan Hitler’in Almanya’daki faşist partisiyle büyük benzerlikler gösteren, toplum yaşamını tüm boyutlarıyla parti egemenliği altına almaya çalışan, bunun için devlet kurumlarıyla özdeşleşmekten SA türü (Nazilerin yarı askeri milis gücü) yapılar oluşturmaya kadar her yola başvuran bir yapılanmadır. AKP’nin bu nitelikleri, onun yürütme gücü olduğu, yer yer özdeşleştiği sistemle nasıl baş edilebileceğinin, hangi yöntem ve araçlarla karşı durmak gerektiğinin, bu yolun neden seçim olamayacağının göstergesidir.” (Bakınız, 30 Mart Seçimleri Dersler ve Sonuçlar) Açık faşizm, öylesine yapılmış bir tespit, duygusal bir refleks veya ajitatif bir ifade değildir. Aksine, gerek emperyalizm gerekse Türkiyeli sermaye tarafından tercih edilen ve değişimi kolay olmayacak bir devlet biçiminin varlığına dikkat çekmektir. ABD’nin geniş bağlamlı bölge çıkarları da, oligarşinin kriz koşullarındaki politikaları da açık faşizmi gerekli kılıyor. Bu, gerçekte AKP’nin karakteri veya ihtiyacı olmaktan çok, sermayenin karakteri ve ihtiyacıdır. ABD politikaları, bölgede kuralsız ve saldırgan olmayı gerektiriyor. Tekelci sermaye Türkiye’de her türlü talanı ve sömürüyü engelsizce uygulamak istemektedir. Kriz koşullarının gerektirdiği her yasanın çıkması, ama buna karşı her itirazın da bastırılması, açık faşist bir rejimi ihtiyaç haline getirmiştir. Okmeydanı’ndaki olaylardan hemen sonra, basına düşen haber, polisin mahkeme kararı olmadan “eylem yapma hazır-
Faşizm Üzerine
lığı/olasılığı” iddiasıyla insanları gözaltına alabileceği, yüzünü örtmenin suç sayılacağı, vb biçiminde bir yasa hazırlığı içinde olunduğunu gösteriyor. İktidarın bu çaba ve arayışlarının (gerçekte toplumu zapturapt altına alma yönteminin) sermayenin güncellenen ihtiyaçları çerçevesinde devam etmesi beklenmelidir. Bugün ekonominin çökmemesinin nedeni de bu açık faşist uygulamalardır. İktidar, devlet güvencesi eşliğinde yüksek faizle borçlanmakta, bunun gereğini yerine getirirken de sadece Atatürk Orman Çiftliği’nde Başbakanlık binasını korsanca yapmakla yetinmemekte; 3. Köprü’den Kanal İstanbul’a, Bozcaada’nın yüzde doksanının imara açılmasından bir başka projeye kadar kural/engel tanımayan bir politika izlemektedir. Sermaye düzeninin bu toplu görünümü, faşizmin açık yüzüne neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmaktadır. Kriz dönemleri, sermayenin en saldırgan dönemleridir. 1929 krizini takip eden yıllarda Avrupa’da faşizmin yükselişi bir tesadüf değildir. Bugün, uygulamaya sokulan dev projelerden dışarıda yaygınlaştırılan F tipinin tehdidine kadar hemen her uygulama, birbirini tamamlamakta, açık faşizmin neden oligarşinin bir ihtiyacı olduğunu anlatmaktadır. Tahkim edilen faşist kurumlaşmanın ve kitle tabanının geriletilmesi, kısa sürede beklenmemelidir. Faşizmin bir insanlık suçu olmasına bağlı olarak, süreç “insanım” diyen herkese görev ve sorumluluklar yüklemekte, bir avuç zorbaya karşı halkın en
geniş kapsamdaki birlikteliğini zorunlu hale getirmektedir. Süreç bu biçimiyle, baş çelişmenin niteliği ve yüklediği sorumluluklar çerçevesinde algılanmadığında, niyetten bağımsız olarak, iktidarın kutuplaştırıcı politikalarına alet olma olasılığı artar. Örneğin AKP’nin, Suriye’de yapmaya çalıştığı biçimde Türkiye’de Aleviliği hedef göstererek amaçladığı kutuplaştırmaya karşı, Alevililerin bir karşı kutup oluşturarak tepki vermesi sonuç alıcı olmaz. Aksine, yapılacaksa bir kardeşlik mitingi yapılmalı, mezhep ayrımı gözetmeyen bir duruş üzerinden tepki verilmelidir. Sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü tanımına denk biçimde tekellerin gerçekleştirdiği saldırılara uygun biçimde kurumsallaşan AKP’nin, bundan sonra kökleştiği yerlerden sökülmesi kolay olmayacaktır. Şu veya bu şekilde hükümet değişikliği olması halinde de, sistemin kılcallarına dek belirleyici olan tekellerin etkisinde, dolayısıyla devlet biçiminde kendiliğinden bir değişim beklenmemelidir. Bu kökleşme ve kurumsallaşmadan sonra faşizmi geriletmenin tek yolu, güçlü bir halk hareketi oluşturmaktır. Bu bağlamda, halkın potansiyel tepkisinin sistem kanallarına akmasını beraberinde getirecek her çalışma, son tahlilde açık faşizmin devamına hizmet edecektir. 2 HAZİRAN 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Ülkemizde devrimin objektif koşulları vardır, eksik olan sübjektif koşullardır. Bu koşullar da, yani örgütsel yeterlilik de politik pratiğin dışında değil, bizzat içinde oluşturulur. Başka bir ifadeyle söylersek, nicel birikim-nitel patlama biçiminde değil, nicel birikimle nitel sıçramanın iç içe geçtiği diyalektik bir süreçtir söz konusu olan. Deyim yerindeyse, her an kendimizde ve koşullarda devrim yaparak, uzun süreli irili ufaklı devrimlerle, ileri ve geri düşüşlerle ilerleme sağlanır; Mahir’in tarif ettiği, özetle budur.
13
DEVRİMCİ HAREKET
IŞİD Kimin Düşmanı? Irak’ta katledilen bizden, Suriye’de ağlatılan bizden, Rojava’da ve Şengal’de direnen bizden; Kafa kesen IŞİD’linin, Elindeki bıçak sizden, Dilindeki gerekçe sizden, Yol haritası da sizden; Bu durumda IŞİD kimin düşmanı?
I
rak’ta Nuri el-Maliki’nin üçüncü kez başbakan olmaması için gösterilen ve deyim yerindeyse tüm kesimleri kapsayan direnç, 2005’te Caferi’nin gönderilmesine benzer şekilde devreye İran’ın da girmesiyle sonuç verdi ve nöbeti Haydar elİbadi devraldı. Bilindiği gibi İbadi de Caferi gibi Maliki’yle aynı partiden. Bu bağlamda ona verilen desteğin özünü, Maliki’ye karşıtlığın oluşturduğunu söylemek mümkün. İran’la ilişkisini hiçbir dönem kesmeyen, hatta Suriye ile İran arasında hava köprüsü kurulmasına aracılık eden Maliki’nin Irak’taki desteği büyük oranda Basra ve çevresindeki ticaret burjuvazisinden aldığı biliniyor. Bunun dışında Ayetullah Sistani’nin ona 2011’den beri randevu vermediği, Irak İslam Yüksek Konseyi dahil Şiilerin büyük çoğunluğunun tavırlı olduğu Maliki’nin, iktidar olma avantajlarını da kullanarak her dönem çoğunluğu sağlamaya yeterli bir ittifak oluşturması, ona karşı giderek kapsam büyüten kesimleri farklı arayışlara itti. İşte IŞİD’in Musul müdahalesi böyle bir sürece denk geldi. Ve ilerde farklı problemleri beraberinde getirecek de olsa, IŞİD’in saldırılarına, Maliki’yi çekilmeye zorlayacak bir faktör olması bağlamında göz yumuldu (dolaylı bir destek verildi). Dikkat edilirse ABD, Erbil’e dayanana dek IŞİD’e ses çıkarmadı, hatta her gelişmeyi Maliki’ye fatura etmeyi tercih etti. Gerçi IŞİD’in niteliği, amaçları vb düşünüldüğünde, onun da sınırlarının olduğu görülür. Bu bağlamda ABD’nin müdahalesinin IŞİD’in bütünlüğüne değil yayılma-
sına olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki IŞİD artık 2005’teki örgüt değil; ABD bugün istese de, böyle bir yapıyı ilk kurulduğu dönemdeki gibi geriletip belirli sınırlar içine çekmek kolay olmayacaktır. IŞİD’in Musul’a müdahalesi, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile Irak Merkezi Hükümeti arasında ihtilaflı olan noktalarda fiili bir çözüm zemini oluşturdu. Sünni federal bölge oluşumu da büyük oranda tamamlanmış gibi. Ancak bunlar, Irak’ın parçalanmaması, Kürt bölgesinin (şimdilik) bağımsızlaşmaması gibi noktalarda isteneni sağlamış olsa da ABD, Suudi Arabistan, İsrail vb aktörlerin istekleri bununla sınırlı değil. Özellikle Şii Hilali kapsamında tanımlanan güçlerin süreçten daha bütünlüklü ve güçlenerek çıkması, Gazze’de İsrail’in yenilmesi ve Filistin’in bir kez daha İran-Suriye-Hizbullah denklemine doğru çekilmesi; bir hesaplaşma zeminine dönen Irak’ta ABD’nin Maliki’nin istifasıyla yetinmeyeceğini veya IŞİD’i, tüm kabul edilemez niteliklerine rağmen, şimdilik bütünüyle boy hedefi yapmayacağını/yapamayacağını gösteriyor.
EMPERYALİZM İÇİN ARACIN KİRLİLİĞİ DEĞİL İŞLEVİ ÖNEMLİDİR Vaktinde Rooswelt’in Somoza için “o bir orospu çocuğudur ama bizim orospu çocuğumuz” dediği bilinir. Yani emperyalizm için, aracın kirliliği değil işlevi önemlidir; ABD, bugün bu denli sıkıştığı bölgede, işlevli olduğuna inandığı sürece IŞİD dahil hiçbir aracı kullanmaktan geri durmayacaktır.
14
Bugün, ABD’nin IŞİD’e yönelik büyük operasyonlar yaptığına inanıldığı bir süreçte, aynı örgütün Kobanê, Halep vb. pek çok noktada yerel dirençler dışında bir engelle karşılaşmaması, IŞİD’in bölgede ABD politikaları açısından hala işe yaradığını gösteriyor. Erbil’in savunulmasına dönük müdahale ve sınırlı orandaki bombalamalar, bu gerçekliği değiştirmiyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, gerek İsrail gerekse ABD, bölgedeki uzun vadeli politikaları açısından büyük önem veriyor. Irak Kürdistanı’nın Şii Hilali’nin orta yerinde olması, bu coğrafyada işbirlikçi bir rejimin tesis edilmesinin önemini artırıyor. Maliki’nin 3. kez başbakan olmasının önlenmesi konusunda işlevsel kılınan IŞİD’in, gerek Suriye’deki gerekse Irak’taki varlığı, Suudi Arabistan’ın da, İsrail, ABD ve Türkiye’nin de hala işine yarıyor. Emperyalist aktörlerin bölgedeki işbirlikçi ağıyla beraber parçalamayı varsayarak müdahale ettikleri Şii Hilali’nin daha da güçlenmiş, etkisini artırmış olması, sürecin daha çok şeye gebe olduğunu gösteriyor. Nitekim Esad’ın Suriye içindeki büyük çatışmaların bu yılın sonuna kadar biteceğini söylemesinin ardından, IŞİD’in önce Rakka kırsalındaki 17. Birliği ve ardından Humus – Tell el-Şaer ile 93. Birliği ele geçirmesi; IŞİD’in Suriye’deki, ABD ve işbirlikçilerinin bölgedeki hesaplarından vazgeçmediğini gösteriyor. Bu bağlamda, Irak ve Suriye Kürdistanı’ndaki dirençler de süreçteki olası gelişmeler de büyük resimden kopa-
rılmadan (parça-bütün ilişkisi içinde) ele alınmalıdır. Aksi takdirde, kimin dost kimin düşman olduğundan gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğine kadar hemen her şeyin yanlış değerlendirilme olasılığı belirir. Son gelişmeler ABD’nin bundan sonra kimi adımlar için BM Güvenlik Konseyi’ni bypass ederek kararlar çıkaracağını, bunun için “teröre karşı koalisyon” vb. yöntemlerin tercih edileceğini gösteriyor. Bu yöntem daha önce de Irak’ın işgalinde, Afganistan’a müdahalede vb. denenmişti. Bu kez de 40’ı aşkın ülke ile kurulan koalisyon söz konusu. Bunlar fiili oluşumlardır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin’in engelini aşma atraksiyonlarıdır. ABD, işin psikolojik yanına öylesine önem veriyor ki, Obama bölgeye yeni müdahale planlarını dünyaya 11 Eylül saldırılarının yıldönümünde duyurdu. Ve IŞİD tehdidini adeta süsleyerek, yeni planlamalar çerçevesinde bir meşruiyet gerekçesi olarak öne çıkardı.
GELİŞMELER, SORUNU ÜLKESEL DEĞİL BÖLGESEL KILIYOR Musul baskınıyla beraber hesaplaşma, Suriye’den Irak’a kaymış gibi göründüyse de, Şii Hilali’nin boyutu, IŞİD’in Suriye’de de önemli bir yer tutması ve Irak’la sınırlı olmayan Kürt dinamiği, sorunu ülkesel değil bölgesel kılıyor. Türkiye egemenleri şu ana dek Bölgesel Kürt Yönetimi’ne ve IŞİD’e verdiği destekle Maliki’nin istifasını hızlandıran aktörlerden biri olarak rol aldı. Ancak bundan sonraki süreçte gerek Kürtlerle gerekse de IŞİD’le ilişkilerinde, sanıldığından da öte zorlanacak gibi görünüyor. Peşmergelerin IŞİD karşısındaki sınavda düştüğü durum, bugüne dek
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
peşmerge ordusunun Kürtleri ve gerekirse tüm Irak’ı koruyabileceği iddialarının ne denli gerçeklikten uzak olduğunu ortaya koydu. Bu durum, belki ABD’nin yaptığı gibi Erbil’e askeri desteği artıracaktır. Ama mesele bundan öte sorunların da habercisi. Süreç, PKK’nin Şengal’i korumak üzere devreye girmesiyle, değerlerini koruyan bir yapının (PKK’nin), halkına bile yabancılaşmış bir yapı (KDP) ile arasındaki farkı ortaya koydu. Ancak ABD ve İsrail’in bölge politikalarında Kürt bölgesine biçtikleri rol ile PKK’nin niteliği arasındaki fark, bırakalım Kürtlerin ulusal bütünlüğünü, aradaki açıyı giderek büyütecek gibi görünüyor. Türkiye oligarşisinin tüm tasfiye temennilerine ve çabalarına rağmen, KDP’nin işbirlikçi tutumunun ve IŞİD’in Türkiye desteğiyle Rojava’ya/ Kobanê’ye dönük saldırılarının, saflaşmaları da ayrışmaları da hızlandıracağını söyleyebiliriz.
TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI REHİNDİR Sadece konsolosluk görevlileri değil, doğrudan dış politikası IŞİD tarafından rehin alınan Türkiye, Kürt sorunu bağlamındaki oyalayıcı duruşunu, hem görüşme masasına oturup hem de IŞİD’i Rojava’ya/Kobanê’ye saldırtan tutumunu sürdüremez noktaya gelmiştir. Ortadoğu’nun çok bileşenli ve kaygan zemininde, zaten önemli bir rolü olan Kürt dinamiği, bugün daha da öne çıkmıştır. Ancak Kürtleri de kendi içinde ayrıştıran, KDP eksenli oluşuma her türlü desteği sunarken PYD’yi sınırlayan duruş, gerçekte IŞİD’ten öte bağlamlara ve bölgede ABD eksenli kurulmakta olan yeni denklemlere dayanıyor. Bugüne dek Kürt Ulusal Konferansı’nın toplanamaması; KDP’nin Türkiye’deki seçimlerde HDP’den, Suriye’deki çatışmalarda
15
PYD’den uzak durması, içlerindeki dar bağlamlı çelişmelerle açıklanmaya kalkıldığında, resmin bütünü ve dolayısıyla asıl nedenler göz ardı edilmiş olur. Türkiye’nin sıkışma noktasını konsolosluk görevlilerinin rehin alınmış olmasıyla açıklamak, basite almak anlamına gelir ve bütünün görülmesini zorlaştırır. Türkiye, Esad’ın düşürülmesine ve dolayısıyla IŞİD’in desteklenmesine öylesine angaje oldu ki, bugüne kadar devlet düzeyindeki çabalar sonucu deyim yerindeyse IŞİD’le iç içe geçti; aradaki ilişki, “ha” deyince kesilip atılacak türde bir ilişki olmaktan çıktı. Dış politikasının rehin alınması anlamına gelen bu sıkışmanın yanında, emperyalist blokla yaşanmakta olan açı farkı, mesafe vb. sorunlar, basına yansıtıldığı gibi “yok edilmek istenen IŞİD konusunda Türkiye’nin farklı duruşu”yla açıklanmayacak denli kapsamlı hesap ve denklemlere dayanıyor. Bu arada ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel’ın geçtiğimiz günlerdeki Ankara ziyaretinden sonra basına düşen, TSK’nın Suriye ve Irak sınırının bir kısmında tampon bölge oluşturulması için taslak çalışma hazırlamakta olduğu haberleri, meselenin IŞİD’e karşı önlemden öte boyutlar taşıdığını anlatmaya yetiyor.
IŞİD, ABD İÇİN BİR HEDEFTEN ÇOK BİR GEREKÇEDİR Ortadoğu gibi çok bileşenli ve kaygan bir zeminde gelişmeleri doğru okuyabilmek için, olguların dar bağlamıyla yetinmeyip büyük resme bakmak gerekiyor. Bizzat ABD ve işbirlikçileri tarafından beslenip büyütülen IŞİD, Musul müdahalesiyle beraber bölgede (Maliki’nin gidişini sağlamanın yanında) ABD’nin kimi hesaplarına meşru gerekçe oluşturma işlevi de görmeye başladı.
DEVRİMCİ HAREKET
Son dönemde IŞİD’e karşı kurulan koalisyon da, gerçekte işaret edildiği gibi IŞİD’i bitirmeyi değil onun oluşturduğu tehdidi kullanmayı amaçlayan atraksiyonların bir parçasıdır. Basına yansıyan haberlerin ortaklaştığı içerik, yani IŞİD’in NATO eksenli saldırılarla bitirileceği iddiası, bir an için doğru olsa dahi, askeri anlamda gerçeği yansıtmaktan uzaktır. NATO’nun böyle bir yeteneği olsaydı bunu Taliban’a karşı kullanır, 13 yıllık işgalin sonunda Afganistan’da çaresizliğe düşmezdi. “IŞİD’e dönük bitirici operasyonlar” iddiasının gerçekçi olmadığını gösteren olgulardan biri de Esad’ın hala “baş düşman” kabul edilmesidir. Bu “baş düşmanı,” Rakka vb. yerlerde geriletebilen bir güç ne denli bitirilmek istenebilir? Olsa olsa bu zemin ABD’ye, bölgede kaybettiği itibarı geri kazanmak üzere, yeni roller üstlenme şansı verir. IŞİD’in, ABD’nin yeni kurmaya çalıştığı denklemlerin hedefi değil gerekçesi olması gibi gerçekte Türkiye ile ABD arasındaki mesafenin sebebi de, Suriye’deki Cihatçı yapılara dönük politika farkından çok iktisadi zemindeki yönelim ve tercihlere bağlı olarak oluşan açıdır. Bir süredir AB ile ABD arasında sağlanmaya çalışılan ayrıcalıklı ticari anlaşma tamamlanmış sayılır. Bu, ister istemez Türkiye egemenlerinin Kuzey Irak’a ilgisini artırmakta; Rusya, İran vb ülkelerle ilişki arayışını hızlandırmaktadır. Türkiye’nin, ABD’nin bölge denklemlerinde ikincilleşmesi bu bağlam içinde değerlendirilmelidir. Yoksa mesele, “ortada IŞİD diye bir canavar var. Tüm dünya ülkeleri işini gücünü bırakmış bunu nasıl bitireceğini tartışıyor, Türkiye ise direniyor” biçiminde ele alınırsa, hem gelişmelerin arka planı görülemez hem de basına düşen günübirlik yönlendirmelere alet olunur. Örneğin son olarak PYD ile ÖSO arasında imzalanan ittifak, IŞİD’e karşı bir çeşit lokal güvenlik özelliği taşımaktadır. Bu bağlamda rahatlıkla diyebiliriz ki IŞİD, onu besleyip büyüten ABD’nin veya işbirlikçi rejimlerin değil bölge halklarının düşmanıdır. Dün olduğu gi-
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
bi bugün de kullanılmaktadır. Bunun doğrudan veya dolaylı olması bir ayrıntıdır. ABD için Irak Kürdistanı, bölgedeki konumlanması ve politikaları için büyük önem taşımaktadır. Silah yardımını Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yapması bu nedenledir. Evet, emperyalizmin bölgedeki, faşizmin de ülkedeki saldırıları giderek ölçüsüz biçimler almakta ve kapsam büyütmektedir. Bunun yanında IŞİD gibi besleme yapılar da birer tehdittir. IŞİD’in Rojava’ya/ Kobanê’ye, Şengal’e veya bölge halklarına olduğu gibi Türkiye halklarına da saldırma olasılığı vardır. Buna karşı doğru yerde durmanın, önlem almanın ve direnç geliştirmede başarılı olmanın öncelikli koşulu, düşmanı yani tehdidin niteliğini doğru tanımlamak; dost-düşman ayrımında isabetli davranmaktır.
REHİNE SORUNU AŞILDI AMA TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI HALA REHİN IŞİD İŞE YARAMAYA DEVAM EDİYOR Bu yazıyı hazırlamakta olduğumuz süreçte, rehinelerin bırakıldığı haberi basına düştü. Ekranlarda, söylediklerine kendisi dahi inanmayan, rehine çocuklarıyla oynayarak durumu kurtarmaya çalışan bir başbakan gördük. “Sabaha karşı operasyon”, “kurtarma”, vb söylemlere rağmen ortada ne bir kurtarmanın ne de bir operasyonun olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Aradaki işbirliğine rağmen rehineleri elinde 100 küsur gün tutan IŞİD, kendi deyimiyle iki devletin masada yaptığı müzakere sonucu, elindeki rehineleri Musul’dan Rakka’ya oradan da Urfa açıklarına getirip teslim etmişti. Mevcut veriler, ortada bir takasın olduğunu gösteriyor. Bunun dışında değişen bir şey olmamış, Kobanê’ye yapılan saldırıya bakılırsa, IŞİD cesaretlendirilmiş, hatta bu tür saldırılar için teşvik edilmiştir. Bunun yanında, IŞİD’in Türkiye’deki varlığı, Türkiye ile aralarındaki kuraldışı ilişkiler, iç içe geçmişlik vb. devam etmektedir.
16
Dikkat edilirse ABD, Irak’a meşru bir gerekçeyle (adeta alkışlanarak) geri döndü; Suriye semalarında cirit atma şansı yakaladı. Ama Kobanê’ye yönelik saldırıları seyrediyor; yani IŞİD işe yaramaya devam ediyor. Şimdi IŞİD tehdidi gerekçe edilerek oluşturulan fiili koalisyonla Suriye’ye müdahale ediliyor. Hatta Türkiye’nin hazırlıklarına bakılırsa, tampon bölge gibi muhtemel işgaller de IŞİD’le gerekçelenecektir. T. Erdoğan’ın “Terör örgütünü sadece karadan bitiremezsiniz. Bir defa mütemmim gücü karadır. Eğer karayla bağlantısı dışında bir de deniz varsa, deniz de buna dahil olur,” sözleri IŞİD gerekçesinin Suriye işgaline kadar vardırılabileceğini, en azından böyle bir eğilim olduğunu gösteriyor. Demek ki olup-biteni anlamak için, TV’nin veya bilgisayarın karşısına geçip servis edilen haberleri izlemek yetmiyor. Gelişmelerin arka planını okumaya imkan tanıyan bütünlüklü yaklaşımlar, aynı zamanda dost-düşman ayrımını doğru yapıp doğru yerlerde saf tutmak için de şarttır.
KOBANÊ EZİLEN TÜM HALKLARIN ONURUDUR Evet Kobanê büyük bir risk altındadır; işgal, katliam ve oradaki örgütlülüğün tasfiyesi dahil her türlü tehlike yakındır. Bunun için hiçbir destekten kaçınılmamalı, mümkün olan tüm önlemler alınmalıdır. Ancak bunun yolu, sorunun müsebbibinden çözüm beklemek/istemek değil, ona karşı durmak olmalıdır. Kobanê ezilen tüm halkların onurudur. Şimdi bölgenin kalbi bu coğrafyada atmaktadır. Kobanê kazanırsa, ezilen halklar kazanacak; Kobanê kaybederse, emperyalizm ve işbirlikçileri kazanacak. Bu nedenle Kobanê, devrimci demokratik güçler dahil tüm halk kesimlerini sınava sokuyor. Bu sınavın gereği, kimi teorik tartışmalarla ertelenecek, geçiştirilecek türden değildir. Herkes, imkânlarının sınırlarını zorlayarak Kobanê’nin yanında olmalıdır. 27 Eylül 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Güncellenen Tezkerenin Haber Verdiği Gerçekler* Ezilenler cephesinde duyguların, beklenti ve kaygıların kolektifleştiği bir süreçten geçiyoruz. Nedenler gibi sonuçlar da toplanabiliyor. Parmaklar aynı kötülüğü işaretliyor. Programın yarısını ret diğer yarısını alternatif oluşturuyor. Sınıf kardeşliği, bileşik mücadelenin mayasını oluşturuyor. Birleşik mücadele umudun meşalesini tutuşturuyor.
Mehmet Yeşiltepe
IŞİD, BİR HEDEF OLMAKTAN ÇOK BİR GEREKÇEDİR Hükümete yurtdışına asker gönderme yetkisi veren tezkere, ABD’nin Ortadoğu’yu bir kez daha uzun vadeli çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek üzere harekete geçtiği bir süreçte, emperyalist politikalara denk düşecek biçimde güncellenerek gündeme getirildi. ABD, bir süredir, BM’yi de devre dışı bırakarak oluşturduğu IŞİD gerekçeli fiili koalisyonla tekrar bölgeye yeni planlamalar eşliğinde yoğunlaşmış durumda. Bir taraftan sınırlı da olsa IŞİD bombalanmakta, diğer taraftan toplantılar, ziyaretler, ikili görüşmeler yapılmakta ve yarım kalan Suriye hesapları güncellenmeye çalışılmaktadır. IŞİD’in bu hesap ve planlamalar içinde bir hedef olmaktan çok bir gerekçe olduğu, tüm manipülasyon çabalarına rağmen gizlenememektedir. ABD’nin, çıkardığı tüm gürültülere rağmen yaptığı bombalamalar sembolik olmaktan öteye geçmiyor; Türkiye’nin ise, IŞİD’le iç içeliği ve ondan beklentileri devam ediyor. Bugüne kadarki deneyimler, savaşın havadan çok karada sürdüğünü, havadan yapılan bombardımanların kara desteği olmadan etkili olamadığını göstermiştir. İşte tezkere, tam da bu amaca/ihtiyaca denk düşecek biçimde, emperyalist koalisyonun kara gücü ihtiyacının TSK tarafından karşılanmasını sağlayacak biçimde güncellendi. ABD sözcüsünün,“Onlar da aktif bir partner olmak istediklerini söylediler,”diyerekmemnuniyetle ifade ettiği işlev, Ortadoğu’nun yeniden
biçimlendirilmesinde Esad önderliğindeki Suriye rejimini devre dışı bırakacak bir sürecin parçası olarak Türkiye’nin kullanılmasıdır. Süreç, bölgede yalnızlaşan ve tehlikeli sularda arayışa yönelen AKP ile Suriye’deki tercihleri sınırlı olan ABD’nin zorunluluklar etrafında bir araya geldiğini gösteriyor. Daha önce çeşitli biçimlerde dillendirilmiş olsa da, Türkiye belki de ilk kez dış politikada bu denli radikal adımlar atmaya hazır, hatta gönüllü görünüyor.
FİİLİ TAMPONDAN GÜVENLİKLİ BÖLGELERE ADIM ADIM İŞGAL Bugüne dek, Suriye topraklarında fiziki bir işgalle tampon bölge vb. oluşturmak yerine, patriotlar yerleştirerek, angajman kurallarını değiştirerek, sınıra yaklaşan uçakları tehdit ederek, hatta sınırı geçtiği iddiasıyla Suriye uçağını düşürerek belirli bir alanda fiili olarak uçuş yasağı uygulanıyordu. Bugün artık bu fiili durumun daha da ileri boyutlara taşınması gündemde. Örneğin 13 sınır kapısını kapsayacak şekilde ceplerin oluşturulmasından söz ediliyor. A-
17
maç, Suriye’deki taşeron çeteler için bir çeşit koruyucu şemsiye oluşturmak, hareket ve saldırı kabiliyetlerini artırarak Şam’a doğru bir kuşatma gerçekleştirmektir. Böyle bir kuşatmanın Güney boyutunu bir süredir İsrail başlatmış durumda. Golan tepelerinde belirli bir alanı işbirlikçi çeteler kontrol ediyor. Buraya Suriye güçlerinin saldırısı söz konusu olunca İsrail devreye giriyor; füze bataryalarını veya saldırı için yaklaşan uçağı vuruyor. Bu şekilde hem Kuzey’den hem Güney’den hava koruması da verilerek çetelerin işgal alanlarını genişletmesi amaçlanıyor. Türkiye’nin bu kez kerhen değil gönüllü olarak böyle bir misyon üstlendiğini, ABD’nin bölgedeki öncelikli müttefiki konumunu yeniden kazanabilme beklentisiyle hareket ettiğini, dolayısıyla önceki süreçlere oranla daha radikal bir duruş sergileyeceğini söyleyebiliriz. Böylece Türkiye egemenleri, 1 Mart tezkeresiyle yapamamış olduğu taşeronluğu bu kez gönüllü olarak yapmış olacak, emperyalist aktörlere karşı sorumluluk telafisinde bulunacaktır.
DEVRİMCİ HAREKET
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
Salih Müslim’in “Şu anda Kobanê üzerinde uluslararası bir konsept var” sözleri, bu kolektif yaşam deneyiminin elbirliğiyle ezilmek istendiğinin işaretidir. Süreç, bu bağlam içinde değerlendirilmeli, dost-düşman ayrımı günübirlik söylemler üzerinden değil sınıfsal ölçeklerle yapılarak doğru yerde saf tutulmalıdır. Şimdi, kötülüğün mevzisinde imkan biriktiren halk düşmanlarına karşı, vakit kaybetmeden “Her yer Kobanê her yer direniş”perspektifiyle direnişi büyütme, birleşik mücadeleyi örgütleme zamanıdır. KRİZ KOŞULLARINDA SERMAYEYLE UZLAŞMA VE TEHLİKELİ SULARDAKİ ARAYIŞ Emperyalizmin kriziyle birlikte daralmaların yaşandığı bir ortamda, en kırılgan ülkelerden biri olarak kabul edilen Türkiye ekonomisinde sınırlı da olsa bir hareketlilik gözleniyor. Bu hareketliliği sağlayan, konjonktürel durum ve Türkiye’nin içinde bulunduğu stratejik konumdur. Örneğin bölgede petrol üzerinden oluşan devasa birikimin sınırlı bir kısmının dahi Türkiye’ye akması, sermaye ihtiyacını karşılamada önemli bir işlev görüyor. İkincisi, ambargo altında olan Rusya, İran vb. ülkelerin dolaylı yönden ambargonun etkilerini aşabilmesinde Türkiye kullanılıyor. Bu ülkelerle yapılan ticaret, Türkiye’nin krizin etkilerini geciktirmesine yardımcı oluyor. Bunun yanında Türkiye egemenlerinin bölgede Suriye müdahalesiyle beraber tıkanan alanları açma arayışı devam ediyor. Hatırlanacak olursa Türkiye, Suriye müdahalesi öncesinde bölgede gerek üretim gerekse tüketim alanında emperyalist kapitalist sistemle enteg-
rasyonda başat rolü oynamak üzere önemli adımlar atmış; Suriye, Irak vb. ülkelerle bu kapsamda ilişkiler geliştirmişti. Ancak daha sonra değişen dengelerle beraber bu avantajını yitirdi. Bugün Türkiye burjuvazisinin bölgede Güney’e doğru açılmasının önündeki en önemli engel Esad olarak görülüyor. Esad’a olan tahammülsüzlüğün altında yatan neden budur. Bu bağlamda, Esad’ın tasfiyesinde aktif rol almak, hem burjuvazinin Güney’e açılma beklentisine hem de ABD’yle yakınlaşma hesaplarına denk düşmektedir. Türkiye’nin daha radikal işlevlere talip olduğunu gösteren tezkerenin içeriği bu hesaplara bağlı olarak şekillenmiştir. Tezkere, ABD emperyalizminin bölgedeki tercihlerine olduğu kadar, Türkiyeli sermayenin beklentilerine de denk düşüyor. Son günlerde TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer’in “Gezi Parkı eylemlerinden bu yana 15 ay Türkiye için boşa harcandı,” ifadeleriyle basına yansıyan yakınlaşma, AKP’nin Türkiyeli tekelci sermayeyle büyük oranda bütünleştiğini, bir çıkar örtüşmesi içinde olduğunu gösteriyor. Bu tür yakınlaşmaların iktisadi ifadesi daha çok kâr, daha
18
çok rant ve talandır; bu, aynı zamanda emperyalizmle bütünleşme ve işbirliğidir; siyasal ifadesi, bölgede taşeronluk halklara saldırıdır; Türkiye’deki siyasal ifadesi ise gericiliktir, faşizmdir.
AKP, KÜRT HALKININ DEĞİL IŞİD’IN DOSTUDUR Mevcut tablo, AKP’nin neden Kürt sorununda çözüm üretmeyeceğini, PYD’nin değil IŞİD’in dostu olduğunu ve sadece Kobanê’nin değil bütün Rojava’nın düşmesi için elinden geleni yapacağını gösteriyor. “Bizim için IŞİD ne ise PKK odur” diyen, Süleyman Şah Türbesi’ni düşünülen güvenli bölge içinde sayan ve “Bugün Kobani’de olanlar, yarın Haseke’de, Afrin’de olacak,” değerlendirmesini yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve sınıf kini kusarak konuşan Arınç, tezkereye içerilmiş niyeti özetlemiş oldu. Gerçekte tezkere, etnik ve dini farkları kaşıyan, halkları birbirine kırdıran emperyalizmin politikalarına göre hazırlanmıştır; bölge halklarına düşmanlığın belgesidir; genelde Suriye’yi özelde Rojava’yı işgali amaçlamaktadır. HER YER KOBANÊ HER YER DİRENİŞ Kobanê, tesis etmeye çalıştığı alternatif yaşam sebebiyle, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin hedefi haline gelmiştir. Onların insandan, özgürlükten, kolektif yaşamdan yana bir filize bile tahammülleri yoktur. Salih Müslim’in “Şu anda Kobanê üzerinde uluslararası bir konsept var” sözleri, bu kolektif yaşam deneyiminin elbirliğiyle ezilmek istendiğinin işaretidir. Süreç, bu bağlam içinde değerlendirilmeli, dost-düşman ayrımı günübirlik söylemler üzerinden değil sınıfsal ölçeklerle yapılarak doğru yerde saf tutulmalıdır. Şimdi, kötülüğün mevzisinde imkan biriktiren halk düşmanlarına karşı, vakit kaybetmeden “Her yer Kobanê her yer direniş”perspektifiyle direnişi büyütme, birleşik mücadeleyi örgütleme zamanıdır. *Bianet - 8 Ekim 2014
Kobanê’nin de Baas Rejiminin de Tasfiyesi Amaçlanıyor Kobanê’yi sahiplenmek de Suriye’ye karşı yapılmakta olan saldırı hazırlıklarına Türkiye’nin katılmasını önlemek de, Türkiye’de halk kesimlerinin yaşamakta olduğu diğer sorunlara dönük adımlar da birinin diğerini yadsımadığı, bütünlüklü bir yaklaşımla ve birleşik mücadele perspektifiyle ele alınmalıdır. Unutmamak gerekir ki ancak güçlü bir halk hareketiyle bu gidişat durdurulabilir.
A
BD ve işbirlikçileri, güncelledikleri planlar eşliğinde halkların geleceğini karartacak adımları hızlandırmış durumda. Önce IŞİD’in katliamlarına dair en vahşi görüntüler medya üzerinden bol bol servis edildi; böylesine canavarlaşmış bu örgütle ancak ABD’nin baş edebileceği kanaati beslendi. Sonra da geçmişten “Suriye’nin Dostları Grubu” olarak bildiğimiz ülkeler, “IŞİD’e Karşı Koalisyon” adı altında biraraya geldi; böylece hem Birleşmiş Milletler bypass edildi, hem de Suriye’de bile cirit atmak için meşruiyet zemini oluşturuldu. Eş zamanlı olarak Türkiye de sınır dışına asker göndermeye imkan tanıyan tezkereyi, moda haline gelmiş IŞİD tehdidi üzerinden çapını büyüterek güncelledi; ama tezkerede IŞİD’in adı satır arasında şöyle bir geçti. Öyle ki, Kobanê dahi tezkereye gerekçe edildi ama gerçekte koalisyon güçleri dahil tüm ülkeler Kobanê’nin düşmesi için fırsat kolladı. Gelinen aşamada IŞİD Kobanê’de ilerlemeye devam ediyor; Türkiye ve ABD ise Suriye’ye dair yeni planlama çerçevesinde toplantı üstüne toplantı yapıyor. ABD’den yapılan son açıklamada, “Türkiye, ılımlı Suriyeli muhaliflerin eğitilmesi ve teçhizatlandırılması çabalarını desteklemeyi kabul etti.” dendi. Dikkat edilirse yine gündemde IŞİD yok. Ama ABD dahil 40 küsur ülkenin güçleri Suriye’de IŞİD gerekçesiyle cirit atıyor. Ve süreç bir yanıyla da Kobanê’nin tasfiye edilmesi yönünde ilerliyor.
IŞİD İŞE YARAMAYA DEVAM EDİYOR Aslında başından beri meselenin
IŞİD olmadığını; IŞİD’in hala işe yaradığını ve hatta yer yer sınırlanmak istense de çeşitli biçimlerde desteklenmeye devam edildiğini bilmek/ görmek zor değildi. Yeter ki halkların başına yeni belalar sarmak üzere bölgeye dönen ABD ve işbirlikçilerinin söylediğine değil yaptıklarına bakılarak süreç okunabilsin. Bir daha gözden geçirelim; IŞİD sayesinde ABD, 1 milyon insanın ölümüne sebep olduğu Irak’a ve hatta her türlü düşmanlığı yaptığı
Suriye’ye, meşru gerekçeler eşliğinde döndü. Benzer şekilde Türkiye de Suriye’ye dönük planlamada işgal dahil her adımın öznesi olmayı IŞİD’le gerekçeliyor. Ve yine IŞİD’le gerçekte ne ABD’nin, ne Türkiye’nin, ne de Kürt Bölgesel Yönetimi’nin varlığından hoşnut olmadığıRojava’nın/ Kobanê’nin tasfiyesi veya en azından ezilmesi amaçlanıyor. IŞİD’in işe yaradığı bir diğer önemli mesele de bir taraftan Suriye’ye en büyük tehdidi oluşturan güç olması, dolayısıyla Koalisyon güçlerinin objektif olarak ortağı ol-
19
ması diğer taraftan Irak’ta Sünni federal bölgenin oluşumunu sağlayıp giderek kalıcılaştıran yönde rol oynamasıdır. ABD ve işbirlikçileri açısından Şii Hilali tehdidinin devam ediyor olması, Sünni federal bölgenin önemini artırıyor. Bu bölge, İran’la Irak’ın Şiilerini ve Suriye’yi ayıran bir noktada yer alıyor.
TÜM HAZIRLIKLAR SURİYE’DEKİ BAAS REJİMİNE KARŞI İşte bu fotoğraf bütünlüklü olarak incelendiğinde görülür ki tüm hazırlıklar, gerekçe ve atraksiyonlar Suriye’deki Baas rejiminin düşürülmesi içindir. Bugün bunun görülmesi, öne çıkarılan yapay sorunlarla oyalanmamak ve doğru yerde durup doğru tavrı vaktinde alabilmek için önemlidir. Süreç ilerledikçe hazırlıkların gerçek amacı ve yönü görünür hale geliyor. Ancak bu netleşmenin kendiliğinden olması, görmeyi olduğu kadar tavır almayı da geciktiriyor. Bu nedenle, sorunların birini diğerinden koparan, halk güçlerini parçalı hale getiren veya ayrıştıran tüm yaklaşımlar terk edilmelidir. Kobanê’yi sahiplenmek de Suriye’ye karşı yapılmakta olan saldırı hazırlıklarına Türkiye’nin katılmasını önlemek de, Türkiye’de halk kesimlerinin yaşamakta olduğu diğer sorunlara dönük adımlar da birinin diğerini yadsımadığı, bütünlüklü bir yaklaşımla ve birleşik mücadele perspektifiyle ele alınmalıdır. Unutmamak gerekir ki ancak güçlü bir halk hareketiyle bu gidişat durdurulabilir. 12 EKİM 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Irak’ta Neler Oluyor?
Tezkere Ne İçin; Kime Karşı?
Tüm bu veriler gösteriyor ki tezkere, IŞİD’e değil Rojava direnişine ve Suriye rejimine karşı hazırlanmıştır. AKP’nin “güvenli bölge”den kastı, halk güçlerinin direnişinden ve Suriye devletinden arınmış, çetelere eğitim dahil her türlü imkanı sunan bölgedir.
T
aşeronlukla bölge ülkelerine dönük işgal ve saldırganlığı iç içe barındıran “tezkere”, bir kez daha Meclis’in ve Türkiye halklarının gündeminde. Daha önceki oylamalarda olduğu gibi bu kez de halklara düşmanlık ve saldırganlık belgesi, çeşitli demagojiler eşliğinde sunulmaktadır. Örneğin Başbakan Davutoğlu, tezkereyi sanki IŞİD’e karşıymış gibi gösterip Meclis’teki oylamada kimlerin IŞİD’e karşı olup olmadığının ortaya çıktığını söylüyor. Bu türden hileler, yalan ve manevralar hükümet için yeni bir şey değil. “Terörü bitirme yasası” çıkarıp buna “çözüm yasası” demekten farklı olmayan, gerçekte halkın demokratikleşme yönündeki beklentilerini istismar edip faşist baskı yasalarına destek oluşturmayı amaçlayan bu duruş, şimdi de emperyalizme hizmeti ve işgali meşrulaştırmak üzere (tamamen göstermelik olarak) IŞİD’le gerekçelenmektedir.
Onların varlık sebebi ezen sınıflara hizmet etmektir. Onlar nasıl bir ve aynıysa, güç ve imkanlarını birleştiriyorsa, ezilen halklar da onlara karşı güç ve imkanlarını birleştirmeli, tüm zenginlikleriyle bir toplam oluşturarak zorbalığın karşısına dikilmelidir.
TEZKERE, IŞİD’LE PKK’Yİ EŞİTLİYOR; GENELDE SURİYE REJİMİNİ ÖZELDE ROJAVA ÖRGÜTLÜLÜĞÜNÜ HEDEF ALIYOR Öyle görünüyor ki gerek iç gerekse dış politikada sıkışan AKP, daha da tehlikeli sularda yüzme arayışına girmiş durumda. Türkiye’nin Suriye sınırı zaten fiili bir tampona dönüştürülmüştür. Bu uygulamanın IŞİD gibi çetelere yaradığı bilinmektedir.
IŞİD EMPERYALİZMİN ÜRÜNÜ BÖLGE HALKLARININ DÜŞMANIDIR IŞİD ve benzeri çeteler; ABD, AB, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Katar vb. güçler tarafından beslenip büyütülmüş, halkların başına bela edilmiştir. Daha geçen gün Suriye’de ilkokul bombalayan bu çetelerle, halkların başına bomba yağdıran, yüz binlerce insanı katledip milyonlarcasını yerlerinden eden ABD ve işbirlikçileri aynı sınıftandır; aynı çıkar zeminini paylaşmaktadır. Yer yer birbirleriyle çelişmeleri, aynı safta oldukları gerçeğini değiştirmemektedir.
20
Bu türden adımları meşrulaştırma ve büyütme amacı taşıyan tezkere, aynı zamanda işgalci emperyalist güçleri Türkiye topraklarına çağırma niteliği taşımaktadır. Tüm bu veriler gösteriyor ki tezkere, IŞİD’e değil Rojava direnişine ve Suriye rejimine karşı hazırlanmıştır. AKP’nin “güvenli bölge”den kastı, halk güçlerinin direnişinden ve Suriye devletinden arınmış, çetelere eğitim dahil her türlü imkanı sunan bölgedir. Süreç, dostu düşmandan net çizgilerle ayırmayı, emperyalist odaklara karşı halkların kardeşliğini, güç ve eylem birliğini geliştirmeyi acil bir ihtiyaç haline getirmiştir. 20 EKİM 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Ülke ister Türkiye, İster Irak, Suriye veya Filistin olsun ve çatışma hangi görünüm altında olursa olsun; dostu düşmandan ayırıp doğru yerde saf tutabilmenin koşulu, dışa vuran problemlere kaynaklık eden çelişmeleri sınıfsal perspektifle değerlendirebilmektir. IŞİD bağlamlı gelişmelerin özetle anlattığı budur. I-BAAS İKTİDARINDAN YIKIMA Bugün Irak’ta yaşanan gelişmeleri anlamak için, Irak’ın genel boyutuyla niteliklerine ve bugüne gelinmeden önce, son 35 yıl içinde neler yaşandığına bakmak gerekiyor. Irak, Suriye gibi Baas Partisi’nin iktidarda olduğu bir ülkeydi. Toplumun yaygınlıkla aşiretler biçiminde örgütlendiği Irak’ta, Saddam döneminde (Suriye’nin tersine) iktidarda Sünni kesimlerin ağırlığı söz konusuydu. Bütünüyle bir sınır koymak mümkün değilse de ekonomiden ayrıcalıklı olarak yararlanan kesimin Sünni aşiretler olduğunu söylemek mümkün. Irak, o dönemde de gelişmiş bir sanayi toplumu değildi. Daha çok prekapitalist ilişkilerin egemen olduğu, devasa petrol gelirlerinin devlet eliyle yukarıdan aşağıya dağıtımına dayalı bir ekonominin işlerlik kazandığı bir modeldi. Fırat ve Dicle etrafında özellikle de Güney’de, tarımsal üretimin yaygın olduğu yerlerde ekonomik hayat canlı olsa da, bunun dışında petrolün ve petrole dayalı ekonominin yukarıdan aşağıya şekillenmesinde ve dağıtımında Sünni aşiretlerin öne çıktığı ve bundan nemalandığı bir ekonomik model söz konusuydu. Saddam’ın başkanlığındaki Baas iktidarı, nüfusun büyük bir çoğunluğuna karşı egemenliğini, devletin toplum üzerindeki baskısına dayalı olarak (Kürtler üzerinde etnik farklılık ve baskı, Şiiler üzerinde mezhepsel baskı kurarak) sürdürüyordu. Ancak yine de Irak’ta mezhepçilikten çok aşiretlerin ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Saddam döneminde Irak, rejimin baskıcı niteliklerinin yanında, yetişmiş iş gücüne, entelektüel aydın
çevresine sahip bir toplumdu; ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti veriliyor, halk petrol gelirlerinden belirli oranlarda yararlanabiliyordu. Bunun yanında tüm işbirliği eğilimine rağmen Irak’ın sistemle tam bütünleşmiş olmaması, ileride bu yarı-feodal kapalı toplumu kapitalizmin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden biçimlendirmek (gerçekte yeni sömürgeleştirmek) amacıyla ABD’nin müdahalesini ihtiyaç haline getiren nedenler arasında sayılabilir. 1979’daki İran Devrimi’nden sonra başlayan ve 8 yıl (1980-1988) süren İran-Irak savaşında, ABD tarafından sağlanan muazzam silah desteğiyle, Saddam yönetimindeki Irak neredeyse bölgesel bir güç haline geldi. İşte ABD, hem Irak’ın bu gücünü sınırlayıp petrol üzerindeki hegemonyasını engellemek amacıyla, hem de Ortadoğu’nun bütününe ilişkin çıkarları doğrultusunda, yeni sömürgeleştirme perspektifiyle bu yapıya 1990’da ilk müdahalesini yaptı. Irak’a yönelik ilk saldırının; ABD’nin, Yeni Dünya Düzeni’nden, globalleşmeden söz etmeye başladığı, emperyalist politikalar çerçevesinde yeterince nüfuz etmemiş olduğu bölgelere yönelme konusunda koşulların daha uygun hale geldiği 90’lı yıllarda olması bir tesadüf değildir. 1990 saldırısı, aynı zamanda 2003 saldırısını hazırlayan bir işlev de gördü… Kuveyt işgali gerekçe gösterilerek 1990’da yapılan saldırı sonrasında Irak’a konulan ambargo, Irak ekonomisini önemli oranda etkilemiş, 2003’e kadar ki süreçte 500 bin çocuğun ölümüne sebep olduğu kayda geçmişti. Aynı süreçte başlayan 36.
21
paralelin kuzeyinde uçuş yasağı uygulaması ise, hem ilerde daha küçük devletçiklere parçalanması öngörülen Irak bağlamında Kürt Bölgesel Yönetimi’nin oluşumunu hazırladı, hem de Saddam yönetimindeki Irak’ı güçten düşürdü. Bu adım, aynı zamanda Kürt bölgesiyle giderek boyutlanacak işbirliği ilişkileri için tayin edici önemde bir adımdır. Irak’a yönelik ilk emperyalist saldırıda, “tarafsızlık” adı altında (“Ne Sam Ne Saddam” denilerek) emperyalist saldırı karşısında yanlış yerde saf tutanların olduğunu gördük. Daha sonra 2003’te de, “Arap Baharı”, Suriye müdahalesi vb süreçlerde de çeşitli versiyonlarına rastlayacağımız bu duruş, Marksizm’in “emperyalizm ve savaş” konusundaki tespitlerinden ne denli uzaklaşılmış olduğu bağlamında ve dolayısıyla bugünkü yansımalarını anlamak açısından dikkate değerdir. 11 Eylül 2001; BOP’un işaret fişeği… 2000’li yılların başında ABD, BOP içerikli saldırılara öylesine hazırdı ki, 11 Eylül’ün üzerinden 1 ay geçmeden 7 Ekim’de Afganistan saldırısını başlattı. İleride IŞİD’ten söz edeceğimiz bu yazıda, ABD’nin Afganistan saldırısını El-Kaide liderlerinin bu coğrafyada yaşamakta olduğu üzerine bina ettiğini anımsatmakta yarar vardır. Pentagon’da yapılan hesapların Orta Asya’ya uymadığını görmek çok uzun sürmedi; buna rağmen ABD, “Şer ekseni” olarak ilan ettiği ülkelerden biri olan Irak’a müdahaleden, BM kararı çıkartamamış olmasına rağmen vazgeçmedi. Ve önceden çeşitli araç ve yöntemlerle işbirliğine razı ettiğine inandığı çoğunluk nüfu-
DEVRİMCİ HAREKET
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
Suriye’de emperyalizmin halkların iradesi karşısındaki çaresizliği de, Irak’ta gözlenen ABD’nin bocalamaları da, gerçekte Marksizm’in sınıfsal eksenli perspektifini doğruluyor. Bu direnç, planlı ve örgütlü bir yol göstericilikle birleştiğinde, emperyalizmin yenilmesiyle kalmaz, nihai özgürlüğe varacak sonuçlar doğurur. Bu nedenle, süreç doğru okunmalı ve çok daha ileri kazanımlar, pragmatizmle malul günü kurtarma atraksiyonlarına feda edilmemelidir. sa sahip Şiilerden büyük destek beklentisi eşliğinde 20 Mart 2003’te saldırıya geçti.
II-YIKMAK KOLAY YAPMAK ZOR Aşiret sisteminden devlet organizasyonuna geçişin güçlükleri… Şiilerden beklediği desteği alamayan ve deyim yerindeyse sadece Kuzey Irak’ta işbirliği beklentileri karşılanan ABD, elindeki vurucu güçlerle dağıttığı Irak devletini, çeşitli biçimlerde karşılaştığı dirence rağmen, planladığı şekilde yeniden biçimlendirme hesaplarıyla 2005’te “sivilleşme” yönünde attığı ilk adımda gerçekle yüzleşti. ABD’nin siyasi süreçlerle ilgili yol haritasının önemli aşamalarından biri olan anayasanın yapımı için, sivil yönetici Paul Bremer tarafından, Iraklılardan oluşan bir kurul seçilecekti. Paul Bremer daha bu ilk adımı atmadan Ayetullah Sistani, “işgalcilerin hazırlattığı anayasa gayrimeşrudur, anayasayı hazırlayacak kurul seçimlerle belirlenmelidir” biçiminde bir fetvayla sürece müdahale etti ve devamında milyonlarca kişi Kerbela’ya doğru yürüyüşe geçti. Ve giderek ABD’nin tüm hesaplarını bozacak sürecin ilk adımları atılmaya başlandı. Buna göre ilkin, 30 Ocak 2005’te meclis seçimleri yapılacak; meclis aritmetiği doğrultusunda kurulacak geçici hükümet, yönetimi Paul Bremer’den devralacak; Anayasa, meclis aritmetiği gözetilerek her kesimden temsilcinin yer alacağı bir kurul tarafından hazırlanacak; Anayasa referandumunu, kalıcı hükümeti ve parlamentoyu belirleyecek 15 Aralık seçimleri geçici hükümet ta-
rafından gerçekleştirilecekti. Bu şekilde başlayan siyasal kurumsallaşma sürecine Sünni çevreler, “işgal altında seçim gayrimeşrudur” argümanıyla karşı çıktı ve 30 Ocak 2005’te yapılan seçimleri boykot ederek, Suudi Arabistan’ın da desteğiyle silahlı direnişi boyutlandırdı. Ancak boykota ve silahlı direnişe rağmen seçimler yapıldı. Seçimin ortaya koyduğu sonuçlardan biri de, Sünnilerin nüfus olarak ağırlıkta oldukları kentlerde bile (boykot nedeniyle) hem il meclislerinde hem de parlamentoda tüm sandalyeleri Kürtlerin almasıydı. Bu nedenle, Sünni kesimler 15 Aralık 2005 seçimlerine katılma kararı aldı. Anayasayı hazırlayan kurulda da Sünnilere (boykota rağmen) belirli oranlarda yer verildi. 15 Aralık seçimlerini Şiilerin oluşturduğu “Birleşik Irak İttifakı” adlı koalisyon kazandı. Ve ilk kriz, bu koalisyonun başbakanı olarak seçilen İbrahim Caferi konusunda yaşandı. Sünniler, Kürtler, liderliğini El Hakim’in yaptığı Şii partisi Irak İslam Yüksek Konseyi, İbrahim Caferi’nin başbakanlığına itiraz ettiler. ABD de henüz ilk etabında olunan siyasal süreç sekteye uğramasın diye Caferi’ye çekilmesi çağrısında bulundu. Ancak, Dava Partisi üyesi İbrahim Caferi, işgal sürecinin başından beri Mehdi ordusu oluşturmuş ve ABD’ye karşı direnen Arap Milliyetçisi Şii Sadr grubundan ve tabii İran’dan aldığı destekle çekilmemekte ısrar etti. Bu tıkanma, İran’ın Caferi’yi, “şiddetin ve kaosun büyümemesi için” çekilme konusunda ikna etmesiyle aşıldı. Bu sürecin bir özelliği de ileride IŞİD adını alacak olan Irak İslam Devleti (IİD) adlı örgütün bu aşa-
22
mada Suudi Arabistan desteği ile kurulması ve Sünni aşiretlerce Caferi’ye karşı direnişi büyütmek üzere desteklenmesiydi. Aradan yaklaşık 10 yıl geçti, bugün bir kez daha, çeşitli yönleriyle Caferi konusunda yaşanan tıkanmayı anımsatan bir süreç yaşanıyor. Bu kez “istenmeyen adam”, iki dönemdir başbakanlık yapan ve Caferi ile aynı partiden olan Nuri el-Maliki. Aslında iktidarlarının hiçbir döneminde Maliki’in ABD’yle ilişkileri çok sıcak olmadı. Deyim yerindeyse ABD zamana oynadı. Ancak Suriye müdahalesi sonrasında yaşanan gelişmeler, çelişmeleri keskinleştirip süreci hızlandırdı.
III-2011 SURİYE MÜDAHALESİ VE IRAK’A ETKİLERİ Suriye müdahalesi, süreci değiştirip hızlandırdı… ABD’nin dağıtmak istediği Şii hilali içerisinde özel bir yeri bulunan, Lübnan’la da Irak’la da sınırı olan Suriye’ye müdahale, deyim yerindeyse tüm bölgeyi sürecin içine şu veya bu biçimde kattı. Şii blok, kenetlenip direnirken, karşı bloku Sünnilik etrafında örgütlemekte bir sakınca bulmayan emperyalist aktörler ve işbirlikçileri, halkların hafızasına hakaret edercesine bugüne dek görülmüş (ve hatta görülmemiş) her türlü vahşeti, kirli yöntemi deneyerek bu direnci kırmaya çalıştı. Suriye halkından beklenen destek alınamayınca, dışsal faktörler sonuna dek zorlandı. Dünyanın dört bir yanından taşeron kiralık savaşçılar, Suriye’ye taşındı, silahlandırıldı ve Suriye’ye sınır ülkelerin (özellikle Türkiye’nin) toprakları cephe gerisi haline getirildi. Körfez ülkeleri para, silah ve savaşçı desteğinde bulunurken; Suudi Arabistan, bölgedeki Sünni kesimlerin temsiline soyunmak gibi ek bir rolle sürece angaje oldu. İşte Irak’ta örgütlü Irak İslam Devleti (IİD) adlı örgütün, Suriye’de de örgütlenip Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ismini alması bu süreçte oldu. IŞİD, Suriye’de Irak’taki gibi bir taban bulamadı; ama Afganistan, Çeçenistan, Kosova,
DEVRİMCİ HAREKET
Libya gibi ülkelerde savaşmış özel eğitimli kadrolarla, muazzam silah ve para desteğiyle hızla büyüyüp güçlendi. Türkiye’nin özel desteği ve yönlendirmesiyle Rojava’ya karşı hep bir tehdit oluşturdu; Rakka, Haseke gibi yerleri ele geçirip emirlik ilan etti. Suriye’nin doğusu ile Irak’ın kuzeybatısı arasındaki bölgede, özellikle Irak’taki Sünni aşiretlerden aldığı destekle hareket kabiliyetini artırdı. Suriye’ye müdahalenin bölge üzerindeki etkisi, Şii hilali bağlamında da gözlendi. Bir taraftan Lübnan Hizbullahı çeşitli biçimlerde destek sunarken diğer taraftan İran, sürecin hiçbir aşamasında Suriye’yle bağını koparmadı. Bu süreçte, Maliki’nin İran’la var olan ilişkisi, giderek askeri işbirliğini de içeren tarzda gelişti. İran üzerinden Suriye’ye yapılacak yardıma aracılık etme, hava köprüsü kurdurma vb bağlamda ilişkileri arttı. Batı’nın Maliki’yle köprüleri koparma noktasına gelmesi biraz da bu nedenle oldu. Zaten Irak halkının büyük çoğunluğu tarafından sevilmeyen Maliki, Batı’nın da hedef tahtasına kondu. 2011; Sünni federal bölge konusunda somut adımlar atıldı… Emperyalizmin Suriye’ye müdahalesiyle beraber, 2011 yılı aynı zamanda Türkiye’nin Irak’ın bütünlüğü ısrarından vazgeçtiği, Kürt bölgesiyle entegrasyonu hızlandırdığı ve “Sünni federal bölge” oluşumunu açıktan dillendirip destek vermeye başladığı yıl oldu. Hatırlanacak olursa, çeşitli askeri eylemleri organize ettiği iddiasıyla aranan Irak eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi, 2011’de Türkiye’ye sığınmıştı. Aynı yıl, Türkiye’nin Irak’ta bir Sünni federal bölge kurmak için Sünni liderlerle temas kurduğu yönündeki haberlerden sonra Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi, Sünni federal bölge konusunu görüşmek için Ankara’ya gelmiş, Ankara ile arası iyi olan Şii Irak İslami Yüksek Konseyi de Türkiye’yi bölücülükle suçlamıştı. Aslında ABD, daha sürecin başlangıcında Kuzey’deki Kürt bölge-
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
sini Türkiye üzerinden emperyalist kapitalist sisteme entegre etmek gibi bir amaç gütmüştü. Buna bağlı olarak Sünni ağırlıklı Musul çevresi de Türkiye üzerinden ticaret sistemine entegrasyona zorlandı. Hatta giderek Kuzey’deki Sünni bölgede, Kürtlere benzer tarzda bir ekonomik hareketlilik ve otonom bölge oluşturma gibi eğilimler ortaya çıktı. Bunu daha çok aşiretler organize ediyordu. Kaldı ki bugün bile Irak’ta tayin edici olan, sanıldığının aksine mezheplerden çok aşiretlerdir. Çatışmalar da birliktelikler de büyük oranda aşiretler ekseninde gerçekleşiyor. Ve aşiretlerle birlikte Irak ekonomisi içerisinde yer alma eğilimi yaşanıyor. Bu bağlamda, Saddam dönemindeki konumunu kaybeden Sünni kesimlerin, yeni ayrıcalıklar edinmiş olan Güney’deki Şii kesimlere karşı tepkisi de gözleniyor.
IV-MUSUL MÜDAHALESİNİ HAZIRLAYAN KOŞULLAR 30 Nisan 2014; Maliki’nin 3. kez başbakan olması istenmiyor. Yukarıda aktardığımız tablo sonrasında aslında tüm dönemlerde, çoğunluk hükümetleri değil, meclis aritmetiğini gözeten ulusal uzlaşma hükümetleri kuruldu. Örneğin Başbakan Şiilerden olurken, Cumhurbaşkanı Kürt; Başbakan Yardımcısı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Meclis Başkanı Sünni oldu. Ancak buna rağmen bugüne kadarki süreçten, ABD dahil hemen hiçbir kesimin memnun kalmadığını söyleyebiliriz. Irak’taki seçim sistemi, Lübnan’da-
23
kine benzer biçimde en küçük yapılara bile kendini temsil şansı tanıyor. Buna bağlı olarak her seçim sonrasında çok bileşenli, parçalı bir parlamento oluşuyor. İşte bu durumu Maliki, küçük siyasal yapıları sınırlı kaynaklarla ikna edip etrafında toplama biçiminde değerlendirebiliyor. Dolayısıyla mevcut temsil sistemi, sembolik olmaktan öteye gitmedi ve ipler genellikle Maliki’nin elinde oldu. Maliki’nin arkasına aldığı ve gerek ekonomik destek gerekse oy potansiyeli sağlayan asıl güç ise, Irak’ın güneyindeki ticaret burjuvazisidir. Emperyalizmin 2003’teki müdahalesiyle beraber, özellikle 2004-2005’lere gelindiği zaman petrol ticareti büyük oranda durdu. Bunun üzerine, Güney’deki (özellikle Basra çevresindeki) Şii bölge, ihtiyaca bağlı olarak yerel ekonominin hareketlenmesiyle İran’la ticari ilişkiler geliştirdi. İlk etapta sınır ticaretiyle başlayan ilişki, giderek daha da güçlendi. İran’ın rafinerileri büyük oranda yok edildiği için ihtiyaç duyduğu petrol ve petrol ürünleri ihraç edilirken, oradan üretilen çeşitli ürünler ithal edildi. Bu şekilde Irak’ın güneyi ile İran arasında, mezhepsel ilişkinin de ötesine varan yoğun bir ticaret ortaya çıktı. İşte Maliki, Irak’taki geniş Şii blokun muhalefetine rağmen, İran’la süren ticari ilişkiden büyük oranda nemalanan Güney’deki burjuva kesimlerin desteği ile iktidarının sürekliliğini sağlayabildi. Son iki dönem kerhen desteklenen veya göz yumulan Maliki’nin, 3. kez başbakan olmasına pek çok kesi-
DEVRİMCİ HAREKET
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
Genelde Ortadoğu’da, özelde Suriye ve Irak’ta emperyalizmin açık yara haline getirdiği süreç devam ediyor. Yarayı açanın kapatması beklenmemelidir. Çıkarlara bağlı olarak tercih ve yönelimler değişebilir; ama sınıf ilişki ve çelişmelerinin dolayısıyla da sınıflar mücadelesinin özü değişmiyor; birlik, dostluk ve dayanışma ilişkileri halklar arasında olur; emperyalist güçlerden ve işbirlikçilerden dost olmaz. min tahammülü yoktu. Beklenti, 30 Nisan 2014 seçimlerinde Maliki’nin kaybetmesi yönündeydi. Ancak, gerek seçim sistemi gerekse yukarıda saydığımız nedenlerle, Maliki bir kez daha çoğunluk oluşturmayı başardı. Bu durum, onu istemeyen geniş zeminli direnci harekete geçirdi. İşte IŞİD’in Musul müdahalesi tam da bu sürece denk geldi. Bu müdahalenin zamanlamasından, IŞİD dahil hangi kesimin süreçten ne beklediğine ve gelişmelerin nasıl bir seyir izleyebileceğine kadar mevcut resmi bütünlüklü olarak okuyabilmek için, aktörlerin tek tek durumuna da yer veren kapsamlı bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır. ABD: İstediği petrol yasasını bile çıkarttıramadığı, Suriye’yi destekleyen ve İran’la işbirliği yapan bir Maliki’yi istemiyor. Suudi Arabistan: Şii hilalinin parçalanmasını en çok isteyen ülke olarak, İran’la işbirliği içinde olan ve Suriye’yi destekleyen Maliki’nin bir an önce gitmesini istiyor. Sünni federal bölge oluşumunu da IŞİD’i de açıkça destekliyor. Türkiye: Suriye sürecinden beri Irak’ın bütünlüğünü savunmaktan vazgeçmiş durumda; Sünni aşiretlerle açıktan ilişki kuruyor ve IŞİD’e her türlü desteği sunuyor. Özellikle Barzani üzerinden kurduğu ilişkiler çerçevesinde de kendi çıkarı gereği Kürt bölgesinin Merkezi Hükümet’le ihtilaflarında, Maliki’ye karşı duruyor. Kürt Yönetimi: Maliki’yle, Kerkük meselesinden petrol gelirlerinin paylaşımına kadar çeşitli konularda anlaşamıyor ve gitmesini istiyor. Ayetullah Sistani: Irak’taki Şiilerin en etkili dini lideri olan Sistani, iki yıldır Maliki’ye randevu dahi ver-
miyor. Irak İslam Yüksek Konseyi: Liderliğini El Hakim’in yaptığı ve Şiilerin en etkili partilerinden biri olan konsey, Maliki’yle hiçbir süreçte ittifak yapmadı. Mukteda El Sadr: 2003’te Mehdi Ordusu’nu kurup işgalcilere karşı savaşan Arap milliyetçisi Şii lider Sadr, Irak Merkezi Hükümeti’nin 2008’de yoğun saldırıları sonucu, askeri birliklerini dağıtmak zorunda kalmıştı. Bu nedenle o da Maliki’nin gitmesini istiyor. Bu şekilde hemen her kesimin istemediği Maliki’nin, 3. kez başbakan olmaması için arayışlar yoğunlaşmışken ve Maliki çekilmemekte ısrar ederken, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’de olduğu ve ılımlı İslam arayışına destek söylemlerinde bulunduğu bir süreçte, IŞİD’in Musul müdahalesi gerçekleşti. Müdahaleyi önceleyen günlerde Musul’da bulunan Cemaat’e ait üç okulun tatil edilmesi veya THY’nin seferlerini iptal etmesi, müdahaleden
haberdar olunduğunun göstergesidir. Tabii MİT’in de haberinin olmaması düşünülemez. Buna rağmen konsolosluk görevlileri için önlem alınmaması, basit bir “tezgah”tan çok, Türkiye’nin IŞİD’le pek çok noktada iç içe geçen ilişkileri nedeniyle kendi görevlilerine zarar vermeyeceği beklentisiyle açıklanabilir. Kimilerine birdenbire ortaya çıkmış gibi görünse de gerçekte IŞİD, Suriye’dekinden farklı olarak Irak’ta Sünni kesimler içinde bir taban oluşturabilen ve özellikle Musul çevresinde alan tutarak hakimiyetini artırma yönünde yıllardır faaliyet yürüten bir örgütlenmedir. Bu bağlamda IŞİD’in kendine ait amaçları olsa da, zamanlama itibariyle yaptığı saldırı, Maliki’yi istemeyenlerin işine gelmiş, fiilen bir çıkar örtüşmesi yaşanmıştır. IŞİD, niteliği gereği Sünni aşiretlerin bile uzun süre tahammül edemeyeceği bir yapıdır. Ancak bugün bölgedeki varlığı, Sünni federal bölge oluşturmak isteyen kesimlerin işini kolaylaştırıyor. Görünen o ki, IŞİD’in saldırılarından rahatsız olunsa da Maliki’nin gitmesini hızlandırabileceği beklentisiyle, ABD dahil aktörlerin çoğu zamana oynuyor.
V-IŞİD GERÇEĞİ VE OLASI GELİŞMELER IŞİD, devletleşme amacıyla hareket eden bir örgüttür… Çeşitli pratiklerinde de görüldü-
IŞİD’in Rojava’ya saldırıları, sürecin bütünü içinde değerlendirilebilirse, çeşitli açılardan öğretici sonuçlara varılır. Birincisi IŞİD, “kim olduğu önemli değil yeter ki günlük çıkarlarıma denk gelsin” pragmatizmiyle kurulan işbirliklerinin ortaya çıkardığı bir güçtür. Farklı bağlamlarda da olsa Kürt ulusal hareketinin de bu türden ortaklaşmalara girdiği biliniyor. Örneğin, Türkiye egemenlerinin bir taraftan PKK’yle “barış süreci” bağlamında diyalog içinde olması, diğer taraftan örgütlediği IŞİD’i Rojava’ya saldırtması, ortaklaşmaların da uzlaşma arayışlarının da ilkeli ve bütünlüklü olması gerektiğini gösteriyor; süreç ortaya bu türden öğretici sonuçlar çıkarıyor.
24
DEVRİMCİ HAREKET
ğü gibi IŞİD, alan tutmakta, hakimiyet kurduğu yerlerde emirlik ilan etmekte, vergi toplayıp elektrik, petrol vb satışı yapmaktadır. Yani işbirliği içinde olduğu güçlerle beraber onların çıkarını gözeterek hareket etse de, kendine ait amaçları olan ve ona göre yol haritası çizen bir yapılanmadır. IŞİD’in önceli olan yapının ilk örgütlendiği yer, Irak’ın kuzeybatı bölgesidir. Bu bölgede yaklaşık 10 yıldır varlık göstermesi, aşiretler arasında da organik anlamda ilişki oluşturmasına dayanıyor. Irak koşullarında böyle bir örgütün yapılanıp kökleşmesi için 10 yıl, hafife alınmayacak önemli bir süredir. Buna, Suriye müdahalesiyle beraber sağlanan avantajlar da eklenerek düşünülürse, ortaya nasıl bir örgütün çıktığı tahmin edilebilir.
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
kadrolarının bir kısmının bu örgütlenme içinde yer almasıdır. Ayrıca, eski Irak ordusundan kalma cephane (patlayıcı, silah vb) imkanlarına da sahip olduğu biliniyor. IŞİD kimi konularda bir turnusol etkisi yaptı… Musul, IŞİD saldırısından önce, halkların aralarındaki etnik, mezhepsel vb farkları bir zenginliğe çevirerek yaşayabildiği bir kentti. IŞİD’in saldırısı ve katliamlarından sonra bir daha eski Musul’a dönmek olanaksız görünüyor. Bu gelişme, özgürlüğün etnik, dinsel vb nitelikler yerine, tüm farkları kapsayan sınıf kardeşliğinde aranması gerektiğini ortaya çıkaran öğretici bir örnek olmuştur. IŞİD’in Rojava’ya saldırıları, sürecin bütünü içinde değerlendirilebilirse, çeşitli açılardan öğretici so-
Musul, IŞİD saldırısından önce, halkların aralarındaki etnik, mezhepsel vb farkları bir zenginliğe çevirerek yaşayabildiği bir kentti. IŞİD’in saldırısı ve katliamlarından sonra bir daha eski Musul’a dönmek olanaksız görünüyor. Bu gelişme, özgürlüğün etnik, dinsel vb nitelikler yerine, tüm farkları kapsayan sınıf kardeşliğinde aranması gerektiğini ortaya çıkaran öğretici bir örnek olmuştur. Cihatçı niteliği ve buna uygun savaşçı kadro yapısı gereği her türlü vahşete başvuran IŞİD, bu niteliğiyle yarattığı korku üzerinden de istediği yeri boşalttırıp ilerleme güçlüğü çekmiyor. Musul’un işgaline dair çeşitli yorum ve değerlendirmeler söz konusu. İddialardan biri, Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin kardeşi olan Musul Valisi Esil Nuceyfi’nin Musul’daki Merkezi ordu askerlerinin kenti boşaltmasını sağlamış olduğudur. Bu, yabana atılacak bir iddia değil. Ancak, sonradan yapılandırılan Irak ordusunun Musul’daki askerlerinin yıllardır tatbikat bile yapmadığı, maaş almakla yetindiği düşünülürse, IŞİD gibi profesyonel bir örgüt karşısında savaşmadan dağılması da şaşırtıcı olmaz. IŞİD’in güç ve imkanlarını büyüten olgulardan biri de, Saddam döneminden kalma özel eğitimli Baas
nuçlara varılır. Birincisi IŞİD, “kim olduğu önemli değil yeter ki günlük çıkarlarıma denk gelsin” pragmatizmiyle kurulan işbirliklerinin ortaya çıkardığı bir güçtür. Farklı bağlamlarda da olsa Kürt ulusal hareketinin de bu türden ortaklaşmalara girdiği biliniyor. Örneğin, Türkiye egemenlerinin bir taraftan PKK’yle “barış süreci” bağlamında diyalog içinde olması, diğer taraftan örgütlediği IŞİD’i Rojava’ya saldırtması, ortaklaşmaların da uzlaşma arayışlarının da ilkeli ve bütünlüklü olması gerektiğini gösteriyor; süreç ortaya bu türden öğretici sonuçlar çıkarıyor. Irak’ta olası gelişmeler… Bugün Irak’ta, ABD’nin 2003 sürecinde tasarladığı 3 bölgeli federatif yapı fiilen oluşmuş durumda. IŞİD müdahalesi, hem Kürt Bölgesel Yönetimi ile Merkezi hükümet arasın-
25
daki ihtilafların, şimdilik ve fiili biçimde de olsa çözülmesini, hem de Sünni federal bölge oluşumunu hızlandırdı. Irak’ta bugün Maliki’nin başbakanlık ısrarı ile onu istemeyenler arasında yaşanan gerilme, 2005’te Caferi ile ilintili olarak yaşanan gerilmeye benzetiliyor. O süreçte, kurulan ve IŞİD’in önceli olan IİD, Caferi’nin çekilmesini hızlandırmak üzere Sünni aşiretlerin de desteğiyle eylemlerini yoğunlaştırmıştı. Devamında İran devreye girmiş ve Caferi’yi “şiddet ve kaosun büyümemesi için” çekilme yönünde ikna etmişti. Hatta Caferi çekildikten sonra Sünni aşiretlerin, IİD’in büyümemesi için yer yer silahlarını ona çevirdiği de gözlendi. Bugünün koşullarında yaşanan tıkanma belirli oranlarda 2005’e benzese de IŞİD, ilk kurulduğu süreçteki gücünü çokça aşan bir niteliğe ulaştı. İkincisi bugün müdahale edilmiş halde bir Suriye var ve Türkiye, Irak’ın bütünlüğü ısrarından vazgeçmiş, hatta Sünni federal bölgenin kurulması için elinden geleni yapıyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, IŞİD’e uzun vadede Sünni aşiretler dahil hiçbir kesim tahammül etmez; ama şu aşamada aşiret güçlerinden onunla çatışma cesareti göstermesi de beklenemez. Ancak Maliki’nin çekilmesi sonrasında Irak ordusu belirli desteklerle güçlendirilip IŞİD’i geriletebilen saldırılarda bulunursa, o aşamada içeriden de (aşiretler vb) IŞİD’e yönelik müdahaleler gündeme gelebilir. ABD’nin yaklaşık 3 aydır İran’la çeşitli temaslar içinde olması, nükleer program konusunda belirli bir uzlaşma noktasına gelinmesi vb gelişmeler, Maliki’nin çekilmesini sağlamak için, Caferi dönemindekine benzer şekilde İran’ın devreye sokulması ihtimalini akla getiriyor. İran’ın bu süreçte Maliki’ye desteğini sürdürmesi, hatta 1990 yılından bu yana elinde tuttuğu Irak’a ait 130 savaş uçağını silah ve mühimmatıyla iade etmesi, bir çeşit elini/insiyatifini güçlendirme hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Hatırlanacak olursa, 1990
DEVRİMCİ HAREKET
yılında Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak yönetimi, ABD’nin saldırısından önce çok sayıda sivil ve savaş uçağını İran’a nakletmişti. Tabii Irak Silahlı Kuvvetler Genel Komutanlığı Sözcüsü Korgeneral Kasım Ata, “Bu uçaklar, modern silahlarla donatılarak IŞİD’e karşı yürüttüğümüz savaşta kullanılacak” dese de, Irak ordusunun problemleri uçak sayısını artırmayla aşılacak gibi görünmüyor. Emperyalistler “şeytan”la da uzlaşır… ABD’nin bir dönem şer ekseni içinde gördüğü bir güçle bir başka dönem uzlaşması, sınıf niteliği gereği şaşırtıcı değildir. Sürece bütünlüklü bakanlar için, Libya’da kullanılan güç ve yöntemler, Suriye’deki saldırının kimlerle, nasıl tasarlanmakta olduğunun habercisi oldu. Bu gerçekliğin ayırdında olanlar, halklara karşı böylesine kirli yöntemlerle açılan bir savaşın bileşenleriyle hiçbir nedenle uzlaşmaz. Böylesi anlarda Marksist öğreti, dolayısıyla da sınıf bilinci, doğru yerde doğru biçimde saf tutmak için en isabetli yol göstericidir. Kısacası ABD, Afganistan’da kendi eliyle örgütlediği El Kaide’nin güncel türevleriyle bugün bir şekilde uzlaşabilir. Ancak ezilenler adına hareket edenlerin irili ufaklı tüm adımları, temsil ettikleri değerlere uygun bir tutarlılıkta olmalı, ittifaklarda da di-
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
yaloglarda da ilkeli davranılmalıdır. Genelde Ortadoğu’da, özelde Suriye ve Irak’ta emperyalizmin açık yara haline getirdiği süreç devam ediyor. Yarayı açanın kapatması beklenmemelidir. Çıkarlara bağlı olarak tercih ve yönelimler değişebilir; ama sınıf ilişki ve çelişmelerinin dolayısıyla da sınıflar mücadelesinin özü değişmiyor; birlik, dostluk ve dayanışma ilişkileri halklar arasında olur; emperyalist güçlerden ve işbirlikçilerden dost olmaz. Ortadoğu’da atılan hemen her adımın petrolle ilişkilendirilmesi sebebiyle söylemek gerekirse, bugün Irak’ta hangi bölgenin petrol rezervleri açısından zengin olduğu veya Suriye’nin kıt olanaklara sahip olduğu bilgisi, 40 yıl öncesinde yapılan taramalara dayanıyor. Son olarak uzaydan yapılan tespitler bile, Irak’ın petrol üzerinde yüzdüğüne dair işaretler veriyor. Bu bağlamda son teknolojiyle tetkiklerin yapılması halinde, Suriye’de de Irak’ta da çok daha zengin rezervlere ulaşılabileceği artık çeşitli kesimlerce dillendirilen bir gerçeklik haline gelmiş durumda. Bölgeye dair hesap ve yönelimlerde bu gerçekliğin rolünün olduğu yadsınamaz. Bölgedeki gelişmeler, Sınıfsal eksenli perspektifin gerekliliğine işa-
26
ret ediyor… Suriye’de emperyalizmin halkların iradesi karşısındaki çaresizliği de, Irak’ta gözlenen ABD’nin bocalamaları da, gerçekte Marksizm’in sınıfsal eksenli perspektifini doğruluyor. Bu direnç, planlı ve örgütlü bir yol göstericilikle birleştiğinde, emperyalizmin yenilmesiyle kalmaz, nihai özgürlüğe varacak sonuçlar doğurur. Bu nedenle, süreç doğru okunmalı ve çok daha ileri kazanımlar, pragmatizmle malul günü kurtarma atraksiyonlarına feda edilmemelidir. Günlük siyasal gelişmeler bağlamında söylemek gerekirse, direklerden Türk bayrağı indirme senaryoları gerekçe gösterilerek bizzat T. Erdoğan’ın ağzından HDP’nin kapatma yönünde tehdit edilmesi; kimlerle ve kime karşı, nerede nasıl saf tutmak gerektiğini yeterince açık biçimde ortaya koyuyor. Ülke ister Türkiye, İster Irak, Suriye veya Filistin olsun ve çatışma hangi görünüm altında olursa olsun; dostu düşmandan ayırıp doğru yerde saf tutabilmenin koşulu, dışa vuran problemlere kaynaklık eden çelişmeleri sınıfsal perspektifle değerlendirebilmektir. IŞİD bağlamlı gelişmelerin özetle anlattığı budur. 20 Temmuz 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Musul’u Anlamak Suriye’de Olup Biteni Anlamaktan Geçiyor “…Bu süreçte taşların nasıl oturacağı henüz netleşmiş değil, ancak El Kaide’nin, Irak’ın Kuzeyinde Musul’un batısından başlayarak Suriye’nin doğu kesimlerini içine alan, Sünnilerin yoğunlukta olduğu bölgede yerleşmek istediği biliniyor. Maliki’nin El Kaide eksenli saldırıları önleyebilecek gücü yok. Bu olasılığın gerçekleşmesi halinde, El Kaide’yle anılan yapılar, Mali’nin Kuzeyinden sonra ilk defa siyasal bir yönetim oluşturabilecekleri bir alan tutmuş olacaklardır.” (Devrimci Hareket, 2013) IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti’nin) Musul’a yaptığı kapsamlı saldırı sonrasında yoğunlaşan tartışmalar bir bütünlük oluşturmasa da, yaşanan gelişmelerin Suriye’de olup bitenden koparılarak ele alınamayacağı genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bugün kimileri NATO’yu göreve çağırıyor, kimileri de Özel Harekât, MİT, vb ile operasyon yapmaktan söz ediyor. Hâlbuki IŞİD’i büyüten etmenlerin başında NATO ve MİT/Türkiye gelmektedir. Kısa bir süre önce “Türkmenlere gıda malzemesi” adı altında TIR’lar dolusu silah taşındığını, bunun önlenmemesi için MİT’in yasalardan gücünü alan hareket kabiliyetinin artırıldığını hemen herkes biliyor. Bugüne kadar ki politikalar, “iyi cihatçı”, “kötü cihatçı” ayrımının pek de anlamlı olmadığını, desteklerin direkt veya dolaylı devam ettiğini gösteriyor. Yukarıda yaptığımız alıntıda da dikkat çekildiği gibi örgüt, bir süredir alan hâkimiyeti sağlayıp emirlik kurmaya yönelmiş durumda. Ele geçirdiği bölgelerde vergi toplayarak, elektrik satarak, vb devlet gibi hareket etmektedir. Örneğin IŞİD, ele geçirdiği Suriye’nin Deyr el Zor bölgesinde ilkel yöntemlerle rafine ettiği petrolü Türkiye’de satıyor. Bugüne kadar, Suriye’nin Afganistan’laşmasından, dolayısıyla Türkiye’nin Pakistan’laşmasından söz edenler oldu. Suriye’de Esad’a ve Rojava’da Kürtlere karşı savaştığı için desteklenen IŞİD, Rakka kentinde emirlik ilan edecek noktaya geldi. Her ne kadar IŞİD’in sorunu salt Suriye değilse de Musul’u anlamak, Suriye’de olup biteni anlamaktan geçiyor. Kaldı ki IŞİD’in Musul’daki varlığı yeni değil. Musul’da yerleşip Güney’deki Sünni Anbar bölgesine,
oradan da Suriye’ye geçip Fırat boyunca Türkiye’ye uzanan bir hat izlediği biliniyor. Desteklenen bir yapının bir süre sonra bumeranga dönüşmesi de yeni bir olgu değildir; özellikle ABD buna alışkındır. Ancak, yürütülen politikaların niteliği/kirliliği, bu türden sonuçları kaçınılmaz kılıyor. 100’e yakın ülkenin müdahalede rol aldığı, sayıları 1500’ü bulan örgütlerin türediği; yeter ki Baas rejimi yıkılsın, Şii hilalinde bir halka kopsun diye her yola başvurulduğu Suriye’de, özel gayretlerle oluşturulan bu savaş ve fırsat iklimini IŞİD kendi lehine değerlendirdi. Ve an geldi, ufukta beliren tasfiye ihtimalini boşa çıkarmak için karşı hamleler geliştirmeye başladı. IŞİD, Türkiye’yle öylesine iç içeydi ki, Suriye’nin Türkiye’ye sınır kasabalarını ve kapıları ele geçirdi. Hatta toplantıları Türkiye’de yapıp alınan kararları Suriye’de uygular noktaya geldi. Güçlendiği oranda, cihatçı militanlar için çekim merkezi oldu. Suriye’de kontrol altına aldığı Rakka, Haseke ve Türkiye sınır bölgelerine ek olarak, Irak’ta da kimi kasaba ve şehirleri ele geçirmesi, palazlanmasında rol alan güçleri düşündürmeye başladı. IŞİD’in petrol kenti Musul’u ele geçirmiş olması, sorunu Maliki meselesinden çıkarıp daha kapsamlı bir hale getirdi. Bu durumda Maliki’nin yetersizlikle malul ordusu, peşmergelerle ittifak yaparak sorunu aşmaya çalışabilir. Kürt yönetimi de bu durumu, Irak Merkezi Hükümeti’yle ihtilaflı oldukları konuları kendi lehine aşmak üzere değerlendirebilir. Ancak bunlar şimdilik olasılık düzeyindedir. Bu sorunların asli sorumlusu ABD, Irak’ta
27
veya Suriye’de hangi krizle baş edebildi ki, kendisi veya işbirlikçileri bu sorunu kolaylıkla aşabilsin? Süreci bütünlüklü okumayan ve çelişmeleri daraltıp çatışmayı tek rauntluk güreş gibi gören milliyetçi hezeyanları, Musul sevdasına bağlı Osmanlıcılık hikâyelerini bir tarafa bırakacak olursak, IŞİD’in Musul’da çakılı kalmayacağını, ama elde ettiği ağır silahlarla emirlik ilan ettiği Rakka’ya ve büyük olasılıkla Rojava’ya yöneleceğini söyleyebiliriz. Bu olasılıklar, Bölgesel Kürt Yönetimi’yle Bağdat arasındaki ihtilaflı (Kerkük referandumu, petrol gelirlerinin paylaşımı, vb) konuları da gündeme taşıyabilir. Bunun bir boyutunu da IŞİD’e destek veren Sünni aşiretlerin beklentileri oluşturuyor. Hatta diyebiliriz ki Sünni aşiretlerin dışlanmışlığı devam ettiği sürece, IŞİD ve benzeri yapıların etkisinin kırılması çok zor. Maliki’nin bu sorunda Kürtler kadar Sünni aşiretlerin de desteğine ihtiyacı var. Ancak Erbil, Türkiye, Bağdat, Batı, Sünni Aşiretler, vb aktörler arasındaki dengelerin uzlaşmaya dayalı olumlu sonuçlar doğurması kolay görünmüyor. Süreç bir kez daha halkların özgücüne dayalı olmayan hesap ve projelerin iflasını ortaya koyuyor. Savaşın, barışın, haklılığın ve hatta (uzun vadede) kimin güçlü olduğunun hangi ölçeklerle ele alınması gerektiğine dair, ağır bedellerle de olsa Ortadoğu halkları ders vermeye devam ediyor. Kardeşlik tanımı, dostdüşman ayrımı güncelleniyor. Ve halklar, onları özgürlüğe taşıyacak basamaklardan geçerek kendi tarihini yazıyor. 13 HAZİRAN 2014 DEVRİMCİ HAREKET
DEVRİMCİ HAREKET
Filistin’de Neler Oluyor?
“Filistin, akıllarda da gönüllerde de meşru olan bir güçtür. Orada 54 yıldır süren bir işgal söz konusu. Bu işgale karşı mücadelede ise Filistin, haklı ve mağdur konumdadır. Dünyanın tüm Yahudilerini Filistin topraklarında bir araya getirme fikri olan Siyonizm; işgali, yayılmayı, soykırımı koşulluyor. Filistin halkı, tüm kayıplarına rağmen İsrail’in belirli ölçülerde kalan varlığına razı olmuşken; dağdan gelip bağdakini kovan, kendi durumuna razı değil, Filistinlileri bütünüyle yok etmek istiyor. Ancak tarih, yediden yetmişe bütünüyle direnen bir halkın yenilmezliğine tanıklık ediyor.” (Devrimci Hareket, 2005) İsrail faşizminin ölüm, nefret ve ırkçılık kusan niteliğine bir kez daha tanık oluyoruz. Bugüne dek Filistinlilere saldırmak, tutsak almak ve öldürmek gerektiğinde bahane arama ihtiyacı duymayan, işkenceyi bile meşru/yasal gören, niteliğinde ırkçılıkla faşizmi harmanlayan, emperyalizmin işbirlikçisi bir yapılanmayla karşı karşıyayız. Temmuz’un başından beri devam eden saldırıları önceleyen süreçte, 3 İsrailli yerleşimcinin kaybolması meselesi, İsrail devleti tarafından böyle bir saldırının planlanması için adım adım kullanıldı. Mevcut veriler, İsrail’in 3 yerleşimcinin öldüğünü bildiği halde, kamuoyundan gizleyip haftalarca arama yaparak, bu topye-
de çatışmalar devam ediyor.” Özellikle 15 yaşındaki bir Filistinli çocuğun kaçırılıp diri diri yakılması, süreci tüm noktalarda ateşledi.
kun saldırı için psikolojik zemin hazırladıklarını gösteriyor.
İSRAİL’İN BARIŞ DİYE BİR AMACI YOK… İsrail’in hiçbir zaman barış yapmak gibi bir niyeti olmadı. Çünkü onlar “barış”tan, teslim olmuş, kimliğini yitirmiş bir Filistin anlıyor. Filistin’in kadın direnişçilerinden Rula Abu Duhou, bu durumu şöyle özetliyor: “Barış dedikleri daha fazla zorluk, ekonomik zorluk, sosyal zorluk, toplumsal hareketin önündeki zorluklar, duvar, yerleşimler, ambargolar, hepsi.” Gerçekte amaçları, Gazze’ye yaptıkları gibi Batı Şeria’nın da dışarısıyla bağlarını kesmektir. Bu çerçevede İsrail; etrafa ördüğü duvarlarla, Filistinlilerin birbirinden yalıtılmış birkaç şehre hapsedilmesi ve hatta her Filistinlinin sıkıştırılarak yarı-tutsak hale getirilmesi biçimindeki hedeflerini, çeşitli gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışıyor. Bir gecede 500 Filistinlinin tutsak alınması, bu niyeti doğruluyor. Toplamda tutuklananların sayısı 1000’i geçti. İçlerinde 25-30 yıl tutsak kalıp Oslo sürecinde bırakılanlar da var. Ölüm sayısı ve yıkım oranı da giderek artıyor. BİRLİK HÜKÜMETİ İSRAİL’İ RAHATSIZ ETTİ… Bilindiği gibi kısa bir süre önce Hamas ve El Fetih anlaşarak, Rami Hamdallah önderliğinde bir birlik
hükümeti kurdu. Mevcut tablo, Filistinlilerin uzlaşarak birlik hükümeti kurmuş olmalarından İsrail’in rahatsız olduğunu ve müdahalenin bir yanıyla da bu sürece yapıldığını gösteriyor. Bu yöntemle halkın Filistinli yöneticilere karşı taşıdığı güvensizliği de derinleştirmek istiyorlar. Yaşanmakta olan sürecin bir niteliği de, bu kez sokaktaki İsraillinin de medyanın ırkçı yayınları eşliğinde saldırgan bir konuma geçmiş olmasıdır. Bu bağlamda adeta her noktada Filistinlilere saldırılıyor. İsrail parlamentosundaki faşist milletvekillerinden Ayelet Şakid’in, öldürülen Filistinli siviller için kullandığı aşağıdaki ifadeler, nasıl bir yönlendirme yapıldığını gösteriyor: “Bütün teröristlerin arkasında onları destekleyen onlarca kadın ve erkek var. Onların desteği olmadan bu teröristler amaçlarına ulaşamaz. Onların hepsi bizim düşmanımız ve onların kanı bizim elimizde olmalı. Bu öldürülen teröristlerin anneleri için de geçerli. Annelerin oğullarının peşinden gitmeleri adil olur. Ölmeliler ve evleri yıkılmalı ki bir daha terörist yetiştiremesinler.” İsrail’in saldırısı 3 yerleşimcinin ölümüyle açıklanıp Gazze’den ateşlenen füzelerle gerekçelense de, gerçekte Filistin’in (Kudüs dahil) her yerinde tüm kesimler direnişe geçmiş durumda. İsrail polisinin ifadesiyle “Filistin’in 38 şehir, kasaba ve köyün-
İnsanlık onuru bir kez daha Filistin’de sınava giriyor. Bu mesele, salt vicdanlara seslenerek, nutuklarla veya bağışlarla aşılacak bir mesele değildir. Dünya ölçeğinde bir sahiplenmeyi ve mücadeleyi gerektiriyor. Bu bağlamda coğrafi uzaklık sebebiyle etkili olunamayacağı tereddüdü yaşanmadan, “Filistin halkının yalnız olmadığı” mümkün olan tüm araç ve yöntemlerle gösterilmeli, İsrail ve işbirlikçilerinin geri adım atması sağlanmalıdır.
28
İSRAİL’İN HEDEFİNDE ÖNCELİKLE BATI ŞERİA VARDI… Gerçekte İsrail’in ilk müdahalesi, yapımına 2002 yılında başlanan ve büyük ölçüde bitmiş olan, Batı Şeria’nın dünyayla bağını kesecek olan duvar içindi. Ancak, İsrail bu boyutta bir direniş beklemediği için, planını değiştirip Gazze’ye yöneldi. Böylece Gazze’yi savaşa çekerek, hem muhtemel bir intifadayı önlemeye, hem de yükselen uluslararası tepkilerin önüne geçmeye çalışıyor. Dikkatler Gazze’ye çekilmiş de olsa, yerleşimcilerin Batı Şeria’daki saldırıları ve buna karşı halkın direnişi devam ediyor. Ve gelişmeler; Kudüs, 48 Filistin’i, Batı Şeria dahil topyekun bir intifadayı haber veriyor. DİRENİŞÇİLERDE FİLİSTİNLİ YÖNETİCİLERE KARŞI GÜVENSİZLİK… Bu arada İsrail’in Gazze’ye kara harekatı başlattığı gece, Kahire’de bir araya gelen Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas ve Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, “Gazze’nin yeniden inşası için bağış konferansı düzenlenmesi” çağrısı yapmakla yetindi. Filistin liderinin mücadeleden uzak bu uzlaşmacı niteliğini kadın direnişçi Abu Duhou, şu ifadelerle ortaya koyuyor: “Bugünkü liderimiz Filistin yanlısı değil İsrail yanlısı bir lider. (…) zayıf olabilirsin, güçsüz olabilirsin. Ama zayıflık ayrı, onursuzluk ayrı.” Buna rağmen Filistin halkının İsrail’i de şaşırtan boyutta ve hiç beklenmedik noktalarda direnişe geçmesi, uzlaşmayla gerçekliğin üzerinin örtülemediğini gösteriyor.
IŞİD Ortadoğu Suriye Rojava Dosyası
maddi desteğine borçluyuz.” sözleri, İsrailin yaptığı her saldırıdan neden ABD’nin de sorumlu tutulması gerektiğini ortaya koyan bir itiraftır. Özellikle Suriye sürecinde bir kez daha ABD ile İsrail arasında nasıl bir işbirliği olduğunu, bu kirli ittifakın her koşulda devam ettiğini, tüm dünya halkları gördü. Aynı süreç, sanki Türkiye egemenleri ile İsrail arasında büyük sorunlar/mesafeler varmış gibi Erdoğan’ın üzerinden kopartılan gürültülerin de ne denli gerçeklikten uzak olduğunu ortaya koydu. İsrail’in saldırılarına yönelik olarak ABD’nin “sivilleri gözetme” yönündeki çağrısı da, T. Erdoğan’ın rahatsızlık belirten ifadeleri de kamuoyuna yönelik zorunlu açıklamalar olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Yapılan araştırmalar, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin görünenden öte olduğunu, en sorunluymuş gibi yansıtıldığı dönemde dahi ticari olanın yanında askeri ilişkilerinin de sürdüğünü gösteriyor.
SİYONİZMİN GERÇEK ANLAMI… Daha önce yaptığımız bir açıklamada, “Siyonizme gerçek karakterini veren, tasarının uygulama sürecidir. Bu süreç, başından sonuna kadar; soykırım, işkence, işgal ve zorbalığın mümkün olan tüm biçimleri eşli-
İSRAİL’İN SALDIRGANLIĞI İŞBİRLİKÇİLERİNİ DEŞİFRE EDİYOR… İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun “Askeri kapasitemizi Amerika Birleşik Devletleri sayesinde geliştirdik; başarımızı onların
29
ğinde yürümüştür. Siyonizmin gerçek anlamı budur. Bugün İsrail egemenleri, halen işgalci konumlarına rağmen, zorla benimsettikleri duruşları ile yetinmeyip, her Filistinliyi kurşunlamayı ve tüm Filistin’i ele geçirmeyi amaçlayabilmekte ve İsrail siyonizminin, İsrail faşizmi ile aynı anlama geldiğini göstermektedir.” demiştik. Bu tanımı doğrulayan mevcut gelişmeler, İsrail’in kimliğini de onunla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de ortaya koyuyor. İnsanlık onuru bir kez daha Filistin’de sınava giriyor. Bu mesele, salt vicdanlara seslenerek, nutuklarla veya bağışlarla aşılacak bir mesele değildir. Dünya ölçeğinde bir sahiplenmeyi ve mücadeleyi gerektiriyor. Bu bağlamda coğrafi uzaklık sebebiyle etkili olunamayacağı tereddüdü yaşanmadan, “Filistin halkının yalnız olmadığı” mümkün olan tüm araç ve yöntemlerle gösterilmeli, İsrail ve işbirlikçilerinin geri adım atması sağlanmalıdır. YAŞASIN FİLİSTİN HALKININ ONURLU DİRENİŞİ! YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ! İSRAİL SİYONİZMİ YENİLECEK FİLİSTİN KAZANCAK! 19 Temmuz 2014 DEVRİMCİ HAREKET
DEVRİMCİ HAREKET
Dosya: Birleşik Haziranı Örgütlemek
Neden Birlik?
Mehmet Yeşiltepe
Nikos Kazancakis, “Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin?” diye sorar ve “Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir.” cevabını verir. Sonra da “Sonuna kadar git be insan!” diye haykırır. İşte tam da bu bağlamda birlik, yarım iş yapmamak ve devrimcilikte sonuna kadar gitme niyeti ortaya koymaktır.
H
alk güçleri arasındaki birliğin, saldırgana karşı güç ve imkânları birleştirme kaygısıyla yapıldığı hemen herkes tarafından biliniyor. Ancak “Neden birlik?” sorusuna yanıt için bu tanımlama yeterli değildir. Evet, Brecht “Faşizme karşı birleşmeyenler faşizmin zindanlarında birleşirler” demiştir; doğrudur ama tek başına birlik için yeterli bir neden değildir. Evet, ittifakların geniş tutulması programatik bir zorunluluktur; demokratik devrimin temel nedeni en geniş halk kesimleriyle ittifak yapma zorunluluğudur; ama bu da “neden birlik” sorusu için yeterli bir cevap değildir. Evet, insanın insanlaşma yolunda ilk toplumsal refleksi, ilk ortak hareketi tehlikelere karşı güç ve imkânlarını birleştirmek olmuştur; ama bu da sorumuza yeterli bir yanıt değildir.
BİRLİK, DEVRİMCİLİK TANIMI VE ALGISIYLA DOĞRUDAN İLİNTİLİDİR Yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi birlik, genellikle güçleri ortaklaştırma ile ilişkilendirilir, kötülüklere karşı savunmayla bağlantılı bir olgu olarak ele alınır. Bu, bir yanıyla doğru ise de iki boyutlu olan olgunun bir boyutunu eksik bırakmaktadır. Çünkü devrimcilik, itirazla alternatifi bir arada barındıran bir kimliktir. Alternatif dendiğinde, kapsama alanının ve niteliğin doğru tanımlanması için kapitalizmin, yani alternatifi geliştirilmekte olan kötülüğün niteliklerine vurgu yapılmalıdır. Kapitalizm, eğer ilişkilerin odağına didişme, yarış ve rekabeti koymuşsa; bu nitelikler, insan ilişkilerinde yabancılaşmayı büyüten bir işlev görüyorsa; alternatifi, bu ayrıştırıcı duruş ve kimyanın antitezini içermelidir. Devrimcilik, ânın sosyalizmidir;
30
sosyalizme dair güzelliklerin, yarını beklemeden bugünden mevcut ilişkilerde somutlanmasıdır; sınıfsal kardeşliğin yoldaşlığa taşınması ve gerek bireysel gerekse ortaklaşmış kimlikte devrim yapılmasıdır. Böyle bir devrimin gereklerinin başında, kapitalizmden kaynaklanan insanlar arasındaki kutuplaştırıcı/ayrıştırıcı niteliklerin, sınıflı topluma dair alışkanlıkların aşılması gelir. Gerçekte kapitalizm, ne sadece para ne sadece yasadır. Yönteme dair bir soyutlamayla söylemek gerekirse, “devrimcilik tepeden tırnağa değişimdir.” Bunun pratik karşılığı, yöntemsel alternatifin anda yeniden üretilmesidir. Sanıldığının aksine sistem, insanları sadece yasayla, silah veya üniformayla kontrol altında tutmaz. Bir de günlük rutine içerilmiş halde meta ve mülkiyet ilişkileri var ki, insanın kontrol edilmesinde yasadan veya sopadan daha etkili sonuç verir.
İnsan, günün 24 saati, bu ilişkilerin biçimlendirici etkisi altındadır. İşte ânın sosyalizmi, sisteme her an direnebilmek ve alternatifi her an üretim halinde canlı tutabilmektir. Devrimcilik, bir yaşam biçimidir. Bu, yaşamın kılcallarına dek sinmiş mülkiyet ilişkileriyle 24 saat yüzleşmek, her an her durumda mücadele halinde olmak, direnmeyi yaşamın odağına koymaktır. Aynı zamanda kapitalizmin yalnızlaştırıcı iklimine karşı çıkmayı da gerektiren bu duruş, niteliği gereği kolektiftir. Devrimcilik, gökkuşağına sekizinci rengi eklemektir. Bunu, onların bizi daraltıp sıkıştırmasına karşı, var olanla yetinmeyip farklı ufuklara açılmak bağlamında düşünmek gerekiyor. Bir yanıyla Che’nin imkânsızı istemesi durumudur; diğer yanıyla gerçeğe düş katmak, yaşamı şiirselleştirmektir. Tüm bu tanımlar, aynı zamanda bir yönteme, ânla yetinmeyen rutine yenilmeyen bir duruşa, devrimciliğin stratejik ufkuna işaret eder; devrimciliğin “itiraz+alternatif ” olarak algılanmasını gerektirir. O halde sadece gücümüzü, itiraz kabiliyetimizi değil, güzel şeyler üretebilme kapasitemizi de birleştireceğiz. Yarını bugünden kuracaksak, bunu hiçbir yapı tek başına gerçekleştiremez. Bu amacın bizzat kendisi, yarın denen olgu; çokluktur, toplumsal zenginliktir, tahammülden öte bir uyumdur; sadece dertlerin değil sevinçlerin/güzelliklerin paylaşılmasıdır.
STRATEJİK UFUK RUTİNİ YENMEYİ GEREKTİRİR Devrimciler, yenilgi dönemlerinde veya mücadelenin genel boyutuyla zayıf düştüğü hallerde stratejik ufuktan uzaklaşır, sol değerlere bireysel noktalardan dokunmaya başlar; günü kurtarma eğilimi ön plana çıkar. Böyle dönemlerde dar pratikçilik ve pragmatizm gibi rekabet ve kutuplaşma, kendine daha fazla yer bulur. Bu eğilimlere, egemenlerin insanın planlı-programlı düşünüp yöntemli hareket etmesini önleme yönündeki müdahalelerini eklediğimizde, stratejik ufukla veya temel teorik tezlerle
Birleşik Haziran Dosyası
an arasında bağ kurabilmenin, güncel gelişmeler karşısında doğru yerde saf tutup, kolektif tavır alabilmenin ne denli önemli olduğu ortaya çıkar. Sistem, birey eksenlidir ve bir yanıyla da rutindir. Sistemin dışına çıkmak için rutini ve sahip olduğumuz bireyci-rekabetçi alışkanlıkları yenmek şarttır. Tersine çoğu kez rutine yenildiğimiz için, devrimciliğin gereklerini yerine getirmekte zorlanırız. Rutin, bir yanıyla azla yetinmek ise, diğer yanıyla kanaatkârlıktır; giderek ehven-i şer’i koşullar. Günlük hayhuy içinde, farkında olmadan kötünün iyisine alışırız. Bu, aynı zamanda sisteme alışmaktır; öğretilmiş yalnızlıktır. Halbuki stratejik ufuk, yalnızlığın, ayrıştırıcı ve parçalayıcı eğilimlerin kökenine dek inmeyi ve bir avuç egemen dışında kalan tüm halkın bütünüyle ortaklaşabilmesini gerektirir.
YA ALTERNATİF YAŞAM YA SİSTEME UYUM Bilinir ki devrimciler, alternatifini üretemedikleri her konuda, var olanı ölçü alır, yani sistemi taklit eder. Demek ki sistemle mücadele, salt ücretli köleliğe karşı mücadeleden ibaret değildir. Çünkü kapitalizm salt emek sömürüsü değildir. Baskının, sömürünün; rekabet, yarış ve bencilliğin kaynağında olan, davranışlarımızı belirleyen sistem, günlük yaşamda neyi, nasıl yapacağımız üzerinde etkili olur. En dar örgütlü zeminde yaşadığımız sorunlarla okulda, evde, fabrikada yaşadığımız sorunlar birbirinden ayrı/ kopuk değildir. Bir başka deyişle söylersek, egemenler çeşitli yöntem ve araçlarla eşitsizliğin, baskı ve sömürünün devamı için toplumun onayını/rızasını almaya çalışır. Kapitalizm elbette ilkin emek sömürüsüyle, yani ücretli kölelikle akla gelir. Ama ücretli kölelik nasıl, daha kaba kölelik biçimlerinin kamufle edilmesi ve sömürünün inceltilmesi ise, yönetme ve toplumsal rıza oluşturma konusunda da egemenlerin yöntemini giderek inceltip geliştirdiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle alternatif yaşam, neden-sonuç ilişkisi bağlamında sistemin niteliklerini görünür kılmayı
31
ve dost-düşman ayrımını isabetli biçimde yapmayı gerektirir.
BİRLİK, İTİRAZIN DA DÜŞSEL GÜZELLİĞİN DE BİLEŞKESİDİR Mevcut durum bugün mücadele dinamiklerini bir araya getiren, onlara kendini temsil ve ifade etme şansı tanıyan yöntem ve araçlara ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Gerçekte birlik ve ittifaklar, sanıldığından da öte güç ve bileşenlerin sayıca çok ve parçalı durumda olan kesimlerin bir arada hareketine zemin oluşturur. Bu bağlamda sorun, birkaç sol/devrimci yapının birliğini sağlamak değildir; amacımız bununla sınırlı olmamalıdır. Ancak bizim çekim odağı olmamız, güven vermemiz, kendi içimizde birliği başarabilmekle doğrudan ilintilidir. Aslında hepimiz, geniş kitleleri kapsayarak hayata daha örgütlü müdahale etme derdindeyiz. Sistemle (bir avuç egemen dışında) hemen herkesin sorunu var. Biriken bir öfke ve bir toplam oluşturamayan parçalı halde tepkiler var. Bu bağlamda tepkinin, öfkenin ve eylemin birliğine ihtiyacımız var. Her şeye rağmen varlığını sürdüren mesafelerin eritilmesinde pratiğin önemli bir rolü olacaktır. Bu, hem Birleşik Hareket için hem de bu hareket ile diğer başka yapılar arsındaki ilişki için de geçerlidir. Örneğin, Kürt sorunu konusunda sahiplenen tutum ve eylemler, HDK/HDP ile bir rakip değil dost bir bileşen olduğumuz algısını besleyecek ve belki fiilen bir araya geliş zeminini büyütecektir. Son Vişnelik toplantısından sonra süreç; sözü eyleme geçirme, amacı adım adım somutlama aşamasına gelmiştir. Ancak daha işin başında olduğumuz, bu türden süreçlerin doğasına içerilmiş sorunlar eşliğinde yürümemiz gerekeceği unutulmamalıdır. İşin güzel olan ve iyimser olmayı gerektiren yanı, yaşayan/canlı bir süreçten geçecek olmamızdır. Hareket yoldaşlığının oluşturulması ile hayata geçirilmesi, bir ve aynı sürecin ürünü olacak; ürettikçe büyüyecek büyüdükçe üreteceğiz.
DEVRİMCİ HAREKET
Başarırsak Halk İnanır, Yanımıza Gelir Öylesine tamamlamalı ki omuzlarımız birbirini Birimizin sözü diğerimizin dilinde şiirleşmeli Değerlerimizin öz suyu Hayatın kılcallarına dek ilerlemeli.
K
apitalizm bölücü ve dağıtıcıdır. Sistemin, hemen tüm ilişkileri; arkadaşlıktan dostluğa, aile ilişkilerinden örgütsel ilişkilere kadar tüm ortaklaşma noktalarını dağıtıcı yönde zorladığı bir süreçten geçiyoruz. Bu parçalayıcı ve yalnızlaştırıcı saldırının amacı, insanları savunmasız-güçsüz kılmak, itiraz potansiyelini yok edip teslim almaktır. Bu nedenle, dağıtılmak isteneni korumak ve mümkünse büyütmek, başlı başına bir dirençtir. Ancak bu, salt tören, güzelleme ve övgü yapma noktasında tutularak başarılacak bir olgu değildir. Bugüne kadarki deneyimler, aceleye getirilmiş ortaklaşmaların, şaşaalı başlayıp hızla tükenen evliliklere benzer sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, odağına emek ve üretkenlik konmadığı sürece, ne denli iyi niyetlerle ve iddialı amaçlarla başlamış olursa olsun, birliklerin devamlılığının sağlanması, hemen hemen olanaksızdır. Kapitalizmin, dolayısıyla bireyci ve mülkiyetçi ilişkilerin, toplumun kılcallarına dek işlediği günümüz koşullarında, kapitalizmin (ve etkilerinin) doğru kavranması, karşı direnç geliştirebilmek için bir zorunluluktur. Kapitalizm parçalayıcı, bölücü ve dağıtıcıdır; yalnızlaştırıcı ve hiçleştiricidir. Ona karşı birlik, sadece omuzların değil fikirlerin, tecrübenin, birikim ve enerjinin birbirine değmesini, yan yana gelmeyi ve bir sinerji oluşturabilmeyi gerektirir. Birleşik Muhalefet’in bu kapsam ve içerikte bir oluşum olduğunu söylemek için henüz yeterli veriye sahip değiliz; ama pozitif ön kabullerimiz var; umut ediyor ve inanıyoruz. Devrimcilik, bilimsel yöntem bağlamında kuşkuculuğu gerektirse de biz
güvenmeyi kuşkunun önüne koyuyoruz. Öznelleşme ortaklaşmayı güçleştir İçinden geçmekte olduğumuz dönemde halk kesimleri, belki de tarihinin en kapsamlı saldırısı altında direnmeye, çözüm/çare aramaya çalışıyor. Bir avuç egemen dışında toplumun hemen her kesimi gidişattan rahatsız; ülkenin dört bir yanında çeşitli tepkiler gündeme geliyor. Ancak, mevcut gidişata “dur” diyebilecek toplumsal kesimlerin potansiyel gücü, ne sandıkta ne de sokakta etkili bir sonuç/toplam oluşturamıyor; sesler yükseliyor ama nefesler birbirine değmiyor; acılar, yokluklar, hak gaspları ve saldırılar aynı kaynaktan besleniyor olmasına rağmen, tepkiler ortaklaşamıyor; parçalı, dağınık ve etkisiz konumda kalıyor. Sistem, gerek havuç gerekse sopa yöntemiyle toplumsal potansiyeli sindirip veya dağıtıp dinamik bir toplam oluşturmasını önlüyor. Bunun nedenlerine dair çok şey söylenebilir; ama biz bu nedenler içinde en ağırlıklı olanın soldaki öznelleşme olduğunu düşünüyoruz. Gezi’de oluşan komünal zemin ve fiili yoldaşlaşma potansiyeli, öznelleşmenin aşılması yönde olumlu bir etki yaratmış ise de yeterli olmamıştır. Bugün o potansiyel yok olmuş da değildir. Ancak devrimci yapıların, o enerjiyi kuşanması ve doğru bir önderlikle daha sonuç alıcı mecralara akıtması, bu yöndeki tüm temennilere rağmen gerçekleşmiyor. Bu ihtiyacı karşılamak üzere, çeşitli platformlarda çeşitli öneriler gündeme geldi, dillendirildi. Bugüne kadarki başarısız pratiklerden edinilen deneyimlere bağlı olarak, “güncel, asgari, uygulanabilir bir program” vurgusu öne çıktı. Birleşik Muhalefet Hareketi de
32
Mehmet Yeşiltepe bu kapsamda bir arayışın ürünü olarak gündeme geldi. Solda birlik emeksiz olmuyor Bugüne dek birlik adımları, birinin diğerini asimile ettiği veya baskın olanın ortamı bir bütün halinde domine ettiği türden ilişkiler yaratmış, genellikle de başlangıç noktasının gerisine düşen sonuçlar doğurmuştur. Halbuki birlik adımlarının tümünde, genişleme ve çoğalma iddiası içkindir. Buna rağmen genellikle tersine sonuçlar doğurması konusunda bir genelleme yapmak gerekirse, sorunun yaşamın kılcallarına dek sinmiş kapitalizmle yani mülkiyet ilişkileriyle doğrudan ilintili olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekte demokrasi kültürü, farklılıklara tahammül ve birlikte iş yapabilme alışkanlığı, böylesi süreçlerin olmazsa olmaz ön koşuludur. Birleşik Muhalefet Hareketi’nin geleceği konusunda yargı geliştirmek için henüz erken; ancak, pozitif bir dille, kapsayıcı ve esnek bir yaklaşımla karşılandığımızı söyleyebiliriz. Bu, ilk adım için önemlidir. Hiçbir şey, hele ki sol içi ortaklaşmalar veya ittifaklar emeksiz olmuyor. Bu elbette en doğru (mutlak) yol değildir. Bunu dostlarımız da böyle ifade etmiyor. Ama bir yerden başlamak ve ilkin solun, devrimcilerin ortak iş yapabildiğini, birbirini asimile etmeden yan yana durabildiğini göstermesi gerekiyor. Biz başarırsak, halk bize inanır, güvenir ve yanımıza gelir. Biz, meselenin Gezi’yle veya Gezi’nin dilinden anlamayla sınırlı olmadığını; öncüde de kitlede de sistemin ayrıştırıcı, bireycileştirici ve yalnızlaştırıcı etkilerinin gözlendiğini, hemen her zeminde mülkiyet ilişkilerinin (ben olgusunun) yeniden üretildiğini; bunun birlikte üretip
Birleşik Haziran Dosyası
birlikte yapmanın önündeki en önemli engellerden biri (içsel engel) olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda dünden öğreneceklerimizin olması gibi, bugün yeniden üretmemiz gerekenler de var. Sosyal süreçlerde hiçbir dönem bütünüyle bitmez, hiçbir dönem de sıfırdan başlamaz. Hatta Gezi’nin öğreticiliği olduğu yadsınamaz; ama devrimcilerin dağarcığındaki birikim yöntemsel olarak yol göstermedikçe, o öğreticiliğin yanlış/farklı kanallara akma olasılığı, sanıldığından da yüksektir. Bu nedenle, kendiliğindencilik-irade ilişkisi doğru kurulmalı; devrimciler elbette kendini dayatmamalı ama halka inme adına sürecin devrimci ilkelerin eşliğinde yürütülmesi (bu bir çeşit devamlılık ve başarı güvencesidir) sakatlanmamalıdır. Unutmamak gerekir ki devrimciler, aynı zamanda binlerce yılık birikimin yöntemsel öznesidir; savrulmalara, yanılsamalara karşı bir sigortadır. Stratejik ufuklu bir asgari program Gerçekte asgari program stratejik ufuktan kopuk bir çerçeve değildir. Bu yaklaşım ilk bakışta paradoks çağrışımı yapabilir ama meseleye ikilemden öte kapsamlı baktığımızda; asgari programın azami programdan bağımsız olmadığını, onu önceleyen ilk adımları (bugünden yapılabilecekleri) içerdiğini, arada bir tutarlılık ilişkisini olması gerektiğini görürüz. Bu ilişkiyi şöyle de ifade edebiliriz; gerçekte ittifaklar, baş çelişmenin çözümlenme biçimindeki tercihlerde ortaya çıkan benzerlikler ve ortak noktalar üzerine oturur. Bu bağlamda baş çelişmenin hayata, güne izdüşürülmüş daha alt kesitlerdeki karşılığının asgari programda somutlandığını söyleyebiliriz. Kısacası asgari program, ilkesizlik, normsuzluk değildir; daha dar bir kapsamı ifade etse de bir disiplin içerir. Gerçekte solun en çok zorlandığı konulardan biri de budur. O soyut, uzak tanımlar güne uyarlanama-
dığında, halkın mücadeleye katılımı gecikiyor veya gerçekleşmiyor. Veya adına güncel de dense, programlar alışkanlığın da etkisiyle azami hedeflerle tanımlanınca geniş kapsamalı ortaklaşmalar gerçekleşemiyor. Birleşik Muhalefet’ten ne anlaşılmalıdır? Aslında Birleşik Muhalefet’le anılan, amaçlanan bütünlük, Gezi sürecinde sokakta sağlandı. Bu bağlamda, amaçladığımız ortaklaşmaya dair çağrının sahibi, Gezi kitlesidir; Ethem’den Berkin’e tüm düşenlerdir. Ve sonuçta çağrıya uyup gelen herkesin omuzlarına sorumluluk yüklüyor; onu da daha kapsamlı buluşmalar için çağrıcı hale getiriyor. Birleşik Muhalefet, HDP/HDK biçimindeki ortaklaşmanın karşıtı değildir; ancak, mevcut nitelikleri, şim-
toplumsal muhalefetin bütünlüğünü sağlamanın, ortak duruş ve ortak refleks geliştirmenin önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Gerçekçi çözüm, Kürt sorununu diğer demokratik talepleri de içeren bütünlüklü bir program içinde ele almayı gerektiriyor. Gezi’nin işaret ettiği de budur. HDP’nin böyle bir kapsamı tanımladığını söyleyemeyiz. Ancak eleştirel yaklaşıyor olsak da, bu tür zeminlerin bizim nezdimizde her zaman için bir anlamı, değeri vardır. Hemen bugün olmasa da daha kapsamlı ortaklaşmalar için bir potansiyel olarak görüyoruz. Paket programlar, hazır reçeteler değil canlı bir süreç Ortaklaşmalar, aynı zamanda demokrasi kültürünün ve birbirine/ farklılığa tahammülün gelişmesi zeminidir. Biz, Birleşik Muhalefet zeminini, bir taraftan şekillenen, diğer taraftan arayışını sürdüren canlı bir süreç olarak algılıyoruz. Yani söz konusu ortaklaşma, birkaç toplantı dizisiyle tamamlanan değil, yaşayan bir süreç olmalıdır. Bizce Birleşik Muhalefet’in farkı özellikle bu noktadadır. Bitmiş, tamamlanmış programların uygulanması için bir zemin değil; birliğin işleyişinin nasıl olacağının da üretildiği bir zemindir. Bu nedenle, kimi dostlarımızın “eşit ilişki kuran, her şeyiyle birleşik” vurgularını önemsiyoruz. Paket programlarla, hazır reçetelerle bu tür süreçler yürütülemiyor. Tartışmalar, biçimden çok içerik üzerine olmalıdır. Oturmuş bir içerik, zaten ona uygun bir biçimi de büyük oranda ortaya çıkarır. Birleşik Muhalefet, sözün ve eylemin, güç ve enerjinin ittifakı olduğu kadar, birikim ve yeteneğin de ittifakı olmalı; “Nasıl yapmalı?”ya birleşik akılla yanıt aranmalıdır. Bu, bizi belirsizliğe götürür mü, tartışamadan tartışma ürer mi? Amaçlı ve pratiğin ihtiyaçlarına bağlı olarak yürütülürse, böyle olmaz, tersine sonuç verir diye düşünüyoruz.
Ukrayna’da Neler Oluyor?
dilik söz konusu zeminin Muhalefet Hareketi kapsayıcılığında olmadığını gösteriyor. Süreç böyle bir iletişimi doğurur mu? Birleşik Muhalefet ilkesel olarak buna kapalı değildir; olmamalıdır. HDP’nin oluşum hızı ve bugüne kadar ortaya koyduğu pratik, böyle bir kapsamı kucaklamaya denk bir yapı olmadığını gösteriyor. Kısaca anımsatmak gerekirse Kürt sorunu, Türkiye’nin temel meselelerinden biridir ama tek meselesi değildir. Bu sorununun çözümünün AKP’nin veya daha dar anlamda Erdoğan’ın iradesine bağlanması, onların iktidarının devamına anlam yükleyen ve güç katan bir duruşu koşulluyor. Deyim yerindeyse Kürt halkının potansiyel gücünü ipotek altına alıyor. Bu yaklaşım/duruş,
33
DEVRİMCİ HAREKET
hürü doğru okunup ona uygun çözümler üretilebilsin. Gerek anlama gerekse uygulama kolaylığı açısından devrimcilik, güncel dile çevrilebilmeli, oluşturulacak programlar, ezilenlerin aklına yatmakla kalmamalı, mümkünse duygusuna ve acısına da değmelidir.
Birleşik Muhalefet Hareketi’nin Program Taslağına Dair Değerlendirme Ve Öneriler 14 Eylül 2014 Tarihli Birleşik Muhalefet Hareketi İstanbul Forumu’nda Tartışılan Program Taslağına Devrimci Hareket’in Sunduğu Eleştiri ve Önerileri İçeren Değerlendirmedir.*
O
rtada bir program taslağı var. Ona atıfta bulunarak bir çerçeve çizmeye çalışacağız. Ancak program meselesine girmeden önce, bu ortaklaşma zeminini neden önemsediğimizi kısaca aktarmak istiyoruz. Sol içi birliğin ve ittifakların genel boyuttaki önemine değinme ihtiyacının olmadığına inanıyoruz. Bu konuda genel bir kabul söz konusu. Ancak bu genel kabule, hemen herkesin sıkça birlik vurgusu yapmasına rağmen, pratiğin çoğu kez tersi sonuçlar doğurması, Türkiye solunun birlikle değil ayrışmayla anılması, birlik konusuna güzelleme yapmaktan çok başarısızlık nedenlerine dikkat çekmeyi gerektiriyor. Bugüne dek yaşanan birlik deneyimleri, ortaklaşmaların “çatıda” da “masada” da olamayacağını, pratiğin ihtiyacına bağlı olarak gelişmesi gerektiğini, tartışmaların soyutta entelektüel çerçevede değil mücadelenin sorularına cevap arayan bir içerik ve zeminde yapılması gerektiğini gösterdi. Son zamanlarda “uygulanabilir asgari bir program” vurgusunun öne çıkmasının bu öğretici pratiklere dayandığını düşünüyoruz. İşte Birleşik Muhalefet Hareketi de henüz doğum aşamasında olsa
da, bizlerde bugüne kadarki deneyimlerden edinilen derslerle hareket edildiği izlenimini oluşturdu. Bu, aynı zamanda yaşayan/canlı bir süreç amaçlandığını, hazır/donmuş kalıplarla hareket edilmeyeceğini/edilmemesi gerektiğini gösteriyor. Bu bağlamda bizler, aktif gözlemci olarak katıldığımız bu süreçte, solun tarihine başarısızlıkla sonuçlanmış bir birlik deneyimi daha eklenmesin diye de elimizden geleni yapacağız. Biz ayrıca bu birlik çağrısını, Ethem’den Berkin’e Gezi’de düşenlerin çağrısı olarak değerlendiriyor, onlara karşı bir sorumluluk olarak kabul ediyoruz. Programa gelince… Öncelikle bu ittifakın adlandırılmasının “Birleşik Halk Hareketi” olarak değiştirilmesini öneriyoruz. Bu, güçlü bir halk hareketi yaratma amacına da denk düşecektir. Program, önceliklerin tespitidir; planlı, amaçlı hareket etmenin zorunlu koşuludur. Ancak bilinir ki programlar kendi başına iş görmez. Bunun için uygun bir zemin ve örgütlü ilişkilerin yanında, programın anlaşılabilirliğine de ihtiyaç vardır. Biz bu bağlamda “günlük dile çevir-
34
me” ve “bağları görünür kılma” ifadelerini yapacağımız sunumun anahtar cümleleri olarak belirledik. Programın bütününde dikkatimizi çeken olgu, kendimizi halka anlatma, dilimizi halkın diline çevirme konusunda yaşanan kimi problemlerin baskılanmasıyla olsa gerek, sınıfsal duruşu riske sokabilecek kavram, söylem ve içeriklere yönelinmiş olmasıdır. Halbuki devrimcilerin dili, konu ister sistemin reddi isterse alternatifi olsun, her boyutta ve her zaman anlaşılır olmalı; muhatap kitle, ortaya konan programın uygulanabilirliğine inanmalıdır. Gelecek toplum için genel geçer güzellemeler nasıl yeterli değilse, alternatifin bugünkü ilişkilerde ete kemiğe büründürülmesi gerekiyorsa; mevcut sistemin tüm kötülüklerin kaynağı olması gerçekliği de güncel yaşam kesitleri içinde somutlanarak anlatılabilmelidir. Örneğin, “Baş çelişmenin çözümlenme biçimindeki tercihlerde ortaya çıkan benzerlikler ve ortak noktalar ittifakların temel nedenini oluşturur,” demek, güncel ortaklaşmaların önünde engel değildir; tersine, olguya uzun erimli ve programatik bir ufuk kazandırır. Yeter ki baş çelişmenin andaki teza-
* “Otoriter muhafazakârlık”, AKP’nin niteliğini tanımlamaya uygun/yeterli bir kavram değildir. AKP; geleneksel tabanının niteliği, kullandığı ideolojik motifler ve emperyalizm tarafından bölgede “ılımlı İslam” bağlamlı olarak işlevlendirilmiş olması sebebiyle kaba bir bakışla dinci bir parti olarak tanımlanabilir, muhafazakâr vb niteliği öne çıkarılabilir. Ancak gerçekte AKP’nin kimliğini belirleyen, kullandığı propaganda öğeleri veya etkileyebildiği kitlelerin dinsel kimliği değil, hangi güçlerin temsilcisi ve hangi politikaların uygulayıcısı olduğudur. AKP, egemen sınıfların tıkandığı bir noktada sürece müdahalenin bir aracı olarak bizzat emperyalizm tarafından gündeme getirilmiş, özel yetkili olarak görevlendirilmiş bir partidir. İslami öğelerin bölgede emperyalizm tarafından kullanılması, nasıl ki emperyalizmin niteliğini dinciliğe indirgemiyorsa, bu politikaların uygulayıcısı partinin niteliğini de dincilikle sınırlamıyor. AKP, emperyalizmin bölgede saldırılarının organize edilmesi ve ülkede faşizmin daha yaygın biçimde kurumsallaşması hedefiyle kurulmuş bir partidir. “Otoriter muhafazakârlık”, bu sınıfsal kimliği karşılamakta yetersiz bir kavramdır. Hatta bu tür kavramların, bir yanıyla da sınıfsal özü gizlemeye hizmet eden bir yanı vardır. Genel kabul gördüğü biçimiyle anımsatmak gerekirse, emperyalizm siyasal gericiliktir; bunun yeni sömürge ülkelerdeki iktidarlar nezdindeki dışa vurumu faşizmdir. AKP döneminde, ilkin “darbe karşıtlığı” sonradan da “Cemaat karşıtlığı” istismar edilerek yaratılan destek eşliğinde faşist kurumlaşma, bugüne dek görülmemiş boyutlarda yaygın-
Birleşik Haziran Dosyası
laştırılmıştır. Sorun, yalnızca kavram veya tanımlama değildir, amacımız bu gerçekliği içeren/ıskalamayan bir ifadenin tercih edilmesidir. * Benzer bir kullanım hassasiyeti/özeni, cumhuriyet kavramı için de gereklidir. “Cumhuriyet dönüşümleri”, AKP’nin saldırı hedeflerini, değiştirmeye veya gasp etmeye çalıştığı kazanımlarını açıklamaya yetersiz, yanlış anlamalara açık, tartışmalı bir ifadedir. Cumhuriyet, kullanım bağlamına göre değişen ve nitelik belirleyici olmayan bir kavramdır. Çeşitli konularda olduğu gibi bu konuda da sınıfsallığı gizleyen kullanım ve içeriklerin giderek yaygınlaşması, bizlere sınıfsal perspektif ışığında açık, net bir duruş geliştirme sorumluluğunu yüklüyor. Bu çerçevede demokrasi kavramının/mücadelesinin öne çıkarılması daha uygun olacaktır. Devrimcilik, sistemi de alternatifini de anlatmaya en elverişli kimlik, en kapsayıcı duruştur. Mesele, AKP’nin uygulamalarıyla somutlanan sorunlara dikkat çekmek ve AKP’ye karşı biriken tepkiyi/öfkeyi örgütlemekse, cumhuriyet kavramı bu çerçeveyi ve alternatif ufkunu kapsamaktan uzaktır. Eğer amaç, halkın güncel problemlerine dokunmak, anlayabileceği açık bir dille konuşmaksa, bunun yolu, hedeflerimizi liberalize etmek değil; devrimciliği halkın diline çevirmek, sistemle çelişmeleri anda görünür kılmak ve nihai amaçların bugüne denk ilk adımlarını somutlayabilmektir. Hatırlanacak olursa, Direniş Komiteleri, cephesel örgütlenmenin örgütsel alt birimleriydi; halk iktidarı organlarının nüveleri, bugünden atılmış ilk adımlarıydı; halkın günlük diline çevrilmiş mücadele zeminleriydi. Direniş Komiteleri’ndeki angelecek tutarlılığına benzer bir tutarlılığa, yani hem anlaşılır olmaya hem de stratejik ufukla çelişmemeye ihtiyacımız var. Cumhuriyet, bu konuda uygun değil tuzak bir kav-
35
ramdır; sanıldığının aksine, kapsayıcı değil perspektif bozucudur, daraltıcıdır. *Kitleselleşme veya halka gitme adına da olsa Gezi, bizleri kimilerinin yaptığı gibi kolaycılığa, varolana yedeklenmeye (veya hazırı tüketmeye) sevk etmemelidir. Ortada bir dil veya iletişim kopukluğu varsa, bunun giderilmesine uğraşılmalıdır; ama bunun yolu yakalanan bir dinamiğin fetişizminde stratejik ufku boğmak değil, anla o ufuk arasındaki bağı güncellemektir; günlük dile çevirip görünür kılmaktır. Kapsamlı düşünüldüğünde görülecektir ki Direniş Komiteleri, baş çelişmenin yaşam alanlarındaki karşılığına işaret eden ve ona uygun yerel/ asgari programların uygulanmasına göre şekillenen bir araçtı. Hedeflerini, o günün düzen partileriyle karşıtlık üzerinden değil, sisteme yönelik görünür çelişmeler üzerinden şekillendirdi. Pragmatizm, geleceği ana feda eden, yöntemsizlikle malul bir duruştur. Gezi, tüm olumlu niteliklerine rağmen, bir yanıyla da kendiliğindenci nitelikler taşıyan ve sisteme bir başka noktadan dönmeye elverişli bir hareketti; yani tek başına yeterli olacak bir nitelikte değildi. Bu nedenle Gezi’yle ilişkilenme biçimi yedeklenme, eklenme değil, nitelikleri ortaklaştırma olmalıdır. Bu konuda düşülen hataların özünde pragmatizm yatmaktadır. Devrimciler, Gezi gibi süreçlerin hem mayalayıcısı hem de sisteme öykünmeden yol almanın yani programatik duruşun dolayısıyla da devamlılığın güvencesidir. Bu temel niteliklerin kitleselleşmeye veya Gezi’yle empati kurmaya engel görülmesi/sanılması, bir özgüven problemine işarettir. Gezi bağlamlı olarak öne çıkarılan “meydan” vurgusu; mücadelenin gösterici, protestocu (dolayısıyla kendiliğindenci) bir sınırlılıkta anlaşılmasına sebep olmamalıdır. Aslında Gezi, önemsenmesi ve bir
DEVRİMCİ HAREKET
kazanım olarak kayda geçirilmesi gereken niteliklerinin yanında, mücadeleyi meydana çıkıp gösteri yapmaktan ibaret gören bir algıyı da beslemiştir. Mücadelenin çok alanlı ve çeşitli olması, bu çeşitliliğin birbirini tamamlayan bir bütünsellik gerektirmesi, yani birinin diğerini yadsımaması, başarının koşuludur. Belki bu, bir yanıyla da devrimci önderliğin sorunudur; ancak Gezi’nin devamında dışa vuran, protestoculukla sınırlı (kalıcı olmayan) mücadele tarzlarıyla yetinme eğiliminin aşılması hepimizin sorunudur. Son dönemlerde moda haline gelen ve pek çok yapıyı etkisi altına alan (Feminizm, dinci faşizm, laikliğin daraltılmış yorumu vb) kavram ve yönelimlerin büyük çoğunluğunda pragmatizm ve yedeklenmenin izleri görülüyor. Gerçekte, asgari program yerine azami programı geçirmek/dayatmak nasıl yanlışsa, asgari program adına temel öneme sahip “faşizm, demokratikleşme vb” kavramlardan vazgeçmek veya onları liberal olanlarla ikame etme ihtiyacı duymak da yanlıştır. *Laiklik, otoriter muhafazakârlığın karşıtı değil, demokratikleşmenin bileşenlerinden biridir. Laiklik kavramının devlet tarafından, kimi toplum kesimlerinin inançlarının baskı altına alınmasında kullanıldığına pek çok biçimlerde tanık olduk. Ayrıca yaratılan laik-antilaik ikilemi, sınıfsallığı gizleyen kısır bir kutuplaştırma işlevi görmüştür. Bu nedenle, bu kavrama yer verilirken, egemen kullanımla aradaki farkın anlaşılır biçimde vurgulanmasına (inanç özgürlüğü anlamında) özen gösterilmelidir. Laiklik konusunda yaşanan problemlerin demokratik devrimin tamamlanmamış olmasıyla doğrudan ilintisi vardır. Demokratik laiklik, tüm din ve mezheplerin güvenceye alınmasını, inanç ve ibadet özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılmasını gerektirir. TC devleti laik değildir. Öncelikle yanıltıcı, daraltıcı laiklik tanımına
Birleşik Haziran Dosyası
müdahale edilmeli ve laikliğin doğru uygulanması halinde dinin, inanan ile inanılan arasında bir ilişkiye dönüşeceği ve devletin ideolojik aygıtı olmaktan çıkarılmış olacağı bilinmelidir. Emperyalizmin 3. bunalım döneminde toplumdaki değer yargılarına müdahale edildiği, emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden yorumlanıp biçimlendirildiği bir süreçte AKP, Sünni İslam’ın ilk çıkış dönemine ait değerlerini ters yüz edip, tekelci burjuvazinin en acımasız, en saldırgan politikalarına geniş kitleleri yedekleyebilmenin bir aracı olarak kullandı. Öne çıkardığı dini motiflere ve yapmış olduğu örgütlenmeye karşı çıkılmasını dine karşı çıkmakla özdeşleştirerek, geleneksel tabanından çok daha geniş bir kesimi arkasına almayı başardı. Bugün artık, Sünni İslam’ın en gerici yorumu, AKP eliyle, faşizme kitle tabanı yaratılmasına araç olabilecek şekilde halka dayatılmakta, bunun dışında hiçbir inanç kesimine kendini ifade hakkı tanınmamaktadır. Sünni vatandaşların inancı da istismar edilerek, en gerici yorum eşliğinde kendisi gibi düşünmeyenin düşman kategorisinde sayıldığı bir kutuplaştırma yaratılmakta ve bu iklimin etkisine sokulabilen kitlelerin faşizme yedeklenmesi sağlanmaktadır. Böylece faşizme yedeklenmeyen inanç kesimlerinin devlet eliyle daraltılıp itibarsızlaştırılması yoluna gidilmekte, kendilerini ifade etme, inançlarını yaşama ve kültürlerini geliştirme şansı bırakılmamaktadır. Gerçekte demokratik laiklik, özgürlük ve eşitliği de içerir. Devletin tüm inanç kesimlerine karşı eşit mesafede durmasını ve dine bireysel özgürlük temelinde yaklaşmasını gerektirir. Bu bağlamda devletin laik olmadığı vurgulanmalı, AKP eliyle yürütülen ayrıştırıcı, dışlayıcı ve darlaştırıcı politikalar teşhir edilmeli; inanç özgürlüğü, kardeşlik ve dayanışma motifleri öne çıkarılmalıdır. Zorunlu din dersi uygulamasına, Diyanet İşleri’nin ve İl
36
Müftülükleri’nin varlığına karşı çıkılmalı, bu konuda hem teşhir hem de bilinçlendirme faaliyeti yapılarak devletin/AKP’nin yüzü açığa çıkarılmalıdır. Laikliğin gereği olarak, inanç gruplarının kendini ifade etmesinin ve ibadetini gerçekleştirmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı; bu konudaki asimilasyon ve tasfiye girişimlerinden vazgeçilmelidir. * Gerçekte azami programın konusu olan ve belirli bir soyutluk halinde ifade edilen emperyalizm, asgari programda somutlanarak ele alınmalıdır. Emperyalizme karşı mücadelenin siyasal hedefler içinde sayılması doğru ve gereklidir. Ancak, dikkatle bakılırsa görülecektir ki bu konuda sıralanan 3 madde, bir azami programda yer alıyormuş gibi ifade edilmiş; güncel yaşamda halkın yüzleşmediği, karşısına somut olarak çıkmayan noktalardan ele alındığı için soyut kalmıştır. Halbuki asgari programda emperyalizm, yaşamın içinde halkın her gün karşılaştığı somut olgular üzerinden ifade edilmelidir. Aksi takdirde, örneğin sürece stratejik bir ufukla bakmayan kimi katılımcılar, metinde geçtiği biçimiyle bir antiemperyalist mücadeleye karşı çıkabilir. Bu nedenle antiemperyalist mücadeleyi, devrimin stratejik hedefi olabilecek amaçlar üzerinden açıklamak yerine, hemen herkesin güncel yaşamında yeri olan boyutlarıyla ele almak gerekiyor. Yeni sömürgeciliğin, derinlemesine sömürü gibi emperyalist kültürün derinlemesine yayılması anlamına da geldiği gerçekliğinden hareketle, yaşamın kılcallarına dek uzanan sömürgeciliğe dikkat çekmek, güncel program açısından daha anlamlı olacaktır. Emperyalizme karşı mücadele, günlük dile çevrilmeli, işgal görünür kılınmalıdır. Emperyalizm, yeni sömürgecilikle beraber içsel bir olgu haline gelmiş olsa da ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel her boyutta derinleşip kökleşmesi zaman aldı. Bugün artık
DEVRİMCİ HAREKET
kökleşme, kanıksamayı da beraberinde getirmiş; genel boyutuyla varlığından haberdar olunsa da emperyalizmin ne olduğu, nerede olduğu, dolayısıyla ona karşı nasıl mücadele etmek gerektiği daha zor ve karmaşık bir konu haline gelmiştir. Bunun için öncelikle derinliğine sömürü ve derinliğine işgal demek olan yeni sömürgeciliğe dikkat çekmek gerekiyor. Bu da yeni sömürgecilik ilişkisini doğru anlamayı gerektiriyor. Yeni sömürgeciliği doğru kavrarsak, bugünkü tezahürünü de doğru kavrarız; emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesinin sendikalar, dernekler, vakıflar aracılığıyla da olduğunu, iktisadi ve siyasal işgalin yanında kültürel ve ideolojik işgalin de yaygınlaştığını görür, anlarız. Bunu anladığımızda, yeni sömürgecilik ile Balkanlaştırma arasında bir bağ olduğunu, toplumsal dinamiklerin ehlileştirilerek sisteme yedeklenmesi sürecinin de yeni sömürgecilikten bağımsız olmadığını anlarız. Bugün artık emperyalizm Türkiyeli egemenlerle o kadar iç içe geçmiş durumda ki, içinde bizzat yer almadığı hemen hiçbir üretim ilişkisi kalmamıştır. Geçmişte şu veya bu oranda yerli malını yerli olmayandan ayıran kıstaslar vardı. Bugün böyle bir ayrım yapmak fiilen olanaksız hale gelmiştir. Günlük yaşantımıza girmiş hemen hiçbir ürün yoktur ki, üretiminden pazarlanmasına kadar hemen her aşamada emperyalizm bir bileşen olarak varlık göstermesin. Benzer şekilde emperyalizm, sadece coğrafyayı değil insanı, insanın beynini ruhunu işgal etmiş, girmediği hemen hiçbir alan kalmamıştır. Emperyalizmin dünya ölçeğinde kurduğu hegemonya dışında, emperyalist tekellerin finansal, teknolojik vb. desteğini almadan kapitalizmin var olma şansı kalmamıştır. Ekonomik kontrolün yanında, siyasi iktidarların emperyalist tekellere nasıl bağlı olduğu (dikkatli bakıldığında), en basit politikaların bile onlar tarafından şekillendirilmesinde izlenebiliyor. Emperyalizmin görünür kılınma-
Birleşik Haziran Dosyası
sı ve teşhir işlemi, NATO üsleri veya askeri sözleşmelerden çok insanların doğrudan muhatap olduğu örnekler üzeriden yapılmalı; işçi maliyetlerinin düşüklüğünün de işsizliğin de emperyalizmle ilintisi somutlanmalıdır. Emperyalizmin niteliğinin daha kolay görüldüğü alanlardan biri de bölgeye müdahaleleridir. Hem bu müdahalelere hem de siyasal iktidarın emperyalizmin bölge politikalarına yedeklenmesine, kurulan taşeronluk ilişkisine karşı çıkılmalı; bölge halklarıyla enternasyonal bağları gözeten bir dayanışma içinde olunmalı, teşhir ve mücadele bir arada yürütülmelidir. Emperyalizmin en kapsamlı saldırılarından biri de tarıma yöneliktir. Ülkemizde geleneksel tarım olan ve ürün çeşitliliğini sağlayan küçük üretimin tasfiyesine yönelik müdahaleler devam ediyor. Son olarak birbirine bitişik tarım arazilerinin birleştirilmesine yönelik olarak çıkarılan yasa da bu kapsamdadır; emperyalistlerin bölgeye ilgisini arttırıp geleneksel tarımı yok etmeye yönelik bir adımdır. Kaşla göz arasında çıkarılan ve gündemleşmemesine özen gösterilen bu yasalar-müdahaleler teşhir edilmeli, emperyalizmin insan sağlığını tehdit eden GDO’lu ürünlerine de yerel/gerçek tohumların tasfiyesine de karşı çıkılmalıdır. Yeni sömürgecilik, aynı zamanda emperyalist kültürün derinliğine yayılması, eğitimden sanata kadar bu alandaki hemen her faaliyeti belirlemesi, yozlaşmanın ve değersizleşmenin yukarıdan aşağı dayatılmasıdır. Yozlaşmaya karşı durulurken bu nedenler mutlaka teşhir edilmeli; mücadele, halkın öz değerlerini koruyan ve alternatif kültürü geliştiren çalışmalar eşliğinde yürütülmelidir. * Emeğin, toplumun çıkarlarını savunmak için demokratik kamuculuk; günümüze uygun bir öneri midir? Söz konusu bölümde çözüm olarak önerilen demokratik kamuculuğun, kısaca KİT’lerin yeniden kamulaştırılması anlamında kulla-
37
nıldığı görülüyor. Halbuki özelleştirilmesine, devamında sebep olacağı hak kayıpları nedeniyle karşı çıksak da KİT’ler, üzerinden çözüm üretilebilecek kuruluşlar değildir. KİT’ler, farklı/özel tarihsel ve ekonomik koşullarda ortaya çıkmış kurumlardır. Çeşitli işlevlerinin yanında, yeni bir sınıf olarak burjuvazinin yaratılması için gerekli olan kaynak aktarımında bir aracı olarak kullanılmıştır. Bu işletmelerde üretilen ürünler, desteklenmekte olan firmalara devlet eliyle kaynak olarak aktarılmıştır. Örneğin kömür, demir vb.nin halka satışı ile fabrikaya satışı arasında daima fark olmuştur. Bu şekilde aktarılan kaynaklarla burjuva sınıfı yaratılmıştır. Türkiye’de özel gayretlerle yetiştirilen burjuva sınıfı, daha başlangıçta devletle iç içe olmuştur. Bugün, 3. bunalım döneminde, emperyalizmin sistemin bütününe egemen olduğu bir süreçte, ekonomik yaşamın yeniden devlet eliyle düzenlenmesini istemek, “emekçilerin demokratik üretim, denetim ve yönetimi”nden bahsedilse de emperyalizmin sınıfsal niteliğini, ülke ekonomisindeki yerini ve tekelleşmede gelinen aşamayı yadsımak anlamına geliyor. Yani, günümüz koşullarında “kamuculuk” gerçekçi bir öneri değildir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik hayatın %80’nini bu sektörler oluşturuyordu. 1929’daki dünya kapitalizminin krizi, devletin ekonomide daha da yoğun bir şekilde yer almasına yol açtı. Bu, hızlı bir sanayileşme aracı olarak da kullanıldı. 1960’lara gelindiğinde KİT’lerin ekonomik yaşam içindeki yeri %60’lar civarındaydı. Ama o tesislerin bugünkü işlevine bakıldığında, mevcut ekonomi içinde ancak %10’lar civarında bir kapasiteyi karşıladığı görülüyor. Yani artık ekonomide bunun önemli bir işlevi veya belirleyiciliği yok. Tam da bu nedenle bugün, bu tesisleri tekrar kamulaştırıp orada demokratik bir iş yaşamı kurmayı düşünmek yerine, henüz devlet kontrolünde olan KİT’ler dahil bütü-
DEVRİMCİ HAREKET
nüyle iş yaşamındaki demokratikleşmeyi savunmak; önüne iş güvenliği, grev hakkının uygulanması vb. dahil emekçi sınıfların ekonomik demokratik haklarını kazanmayı öngören bir mücadele ve örgütlenme hedefi koymak daha doğrudur. Bütünüyle güvencesizlik demek olan taşeronlaştırmanın hemen her alana yaygınlaştırılmakta olduğu günümüz koşullarında, kazanılmış olanı korumak ve sahip olunmayanı talep etmek bağlamında söylenecek çok söz ve güncellenecek pek çok mesele var. Bu çerçevedeki işsizleri de kapsayan acil talepler, doğru ifade edildiğinde emekçi kitlelerde hızla karşılık bulur. İş yaşamında mevcut gidişatı özetleyen en güncel ve kapsamlı kavram taşeronlaştırmadır. Bütünüyle güvencesizlik demek olan taşeronlaştırma, sömürünün yoğunlaşması ve niteliksiz iş gücünün yaygın biçimde kullanılmasıdır. Niteliksiz iş gücünün daha yoğun kullanılması, toplumsal birçok soruna ve olumsuzluğa davetiye çıkartılması demektir. Bu aynı zamanda ucuz işgücüdür, temel neden değilse de iş kazalarını arttıran bir faktördür. Bu bağlamda Taslak Program’daki “Taşeronluk sistemi koşulsuz kaldırılmalıdır” ifadesi doğru ve gereklidir. Yakın vadede sonuç vermese de çalışan kesimlerin en yakıcı problemlerinin kaynağını teşkil ettiği için, yoğun katılımın sağlandığı aktif bir mücadeleyle geriletilebilir. Türkiye’de iş yaşamı, sıkça iş cinayetleri üreten bir düzeydedir. Bu ko-
Birleşik Haziran Dosyası
nuda hemen hiçbir önlem almayarak işveren önemli bir maliyet girdisinden kurtulmuş oluyor. Tabii bu pervasızlıkta patronun karşı bir tehdit hissetmiyor olmasının da rolü vardır. İş cinayetleri, öne çıkarılmalı, Taslak Program’daki “işçi güvenliği işçi örgütlerine devredilmelidir” ifadesi “iş güvenliği işçi örgütlerinin denetimine verilmelidir” biçiminde düzeltilmelidir. Yani güvenliği bizzat işçi örgütünün alması yerine, güveliği alanı denetlemesi daha gerçekçi olur. Programdaki “İşçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır” ifadesi, “örgütlenme özgülüğünün önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır” biçiminde değiştirilebilir veya salt işçiyle sınırlı olmayan daha kapsamlı bir ifade kullanılabilir. Yasalarda grev hakkı bulunsa da uygulamada bu hak, erteleme, işten çıkarma tehdidi vb yöntemlerle büyük oranda önleniyor veya boşa çıkarılıyor. Bu bağlamda bu hakkın kullanımının önündeki engellerin kaldırılması talep edilmeli, mücadelesi verilmelidir. Anayasada güvence altına da alınmış olan sosyal güvenlik hakkı, örgütlenme, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı, ücret hakkı, dinlenme hakkı, iş sağlığı ve güvenliği hakkı ve işsizlik sigortası, angarya yasağı vb. hakların bugün çeşitli biçimlerde gasp edilmiş ve fiilen boşa çıkarılmış olması, hemen tüm çalışan kesimlerin sorunudur. Bu sorun, muhatap kitlenin anlayacağı şekilde net ifadelerle ortaya konmalı, daha ileri kazanım-
38
DEVRİMCİ HAREKET
Birleşik Haziran Dosyası
lar için mücadelenin iş yaşamının bütünüyle demokratikleştirilmesi perspektifiyle ele alınmasının önemine vurgu yapılmalıdır. * 7. sayfada IV numaralı başlık altında kullanılan “otoriter muhafazakarlığın kurumsallaşması tehdidine karşı laiklik” ifadesi, AKP’nin salt muhafazakar-dinci bir yapı olarak anılması eğilimini güçlendiriyor. “Otoriter muhafazakârlığın kurumsallaşması” ifadesi yerine, muhafazakârlığı da kapsayan “faşizmin kurumsallaşması” ifadesinin kullanılması, daha uygun olacaktır. Aslında AKP’nin neden “toplumun %99’unun Müslüman olduğu” ibaresini öne çıkararak bir politik hat oluşturmaya çalıştığı üzerinde düşünmek gerekiyor. Gerçekte toplumu bu şekilde, sadece dinsel inançlarıyla tanımlamak, emperyalizmin yaygın politikasıdır. Bu tanımın içinde sınıfsal bütün farklar yok oluyor. Toplumun %99’u Müslüman olduğunda, bunun birliğini sağlamak adı altında sınıf uzlaşmacılığı savunuluyor ve tabii ki farklı inanç grupları da baskılanmış oluyor. Bu, yalnızca AKP’nin değil, emperyalizmin/faşizmin başvurduğu bir araçtır; toplum içindeki sınıf çelişmelerini örtbas etmek, gözden kaçırmak için kullanılan bir motiftir. Bir taraftan “toplumun büyük çoğunluğu Müslüman’dır” denilerek o kapsam içinde sınıfsallık eritilmeye çalışılıyor; diğer taraftan toplum Müslümanlar, Müslüman olmayanlar, dinliler, dinsizler vb. biçiminde bölünüp etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Laiklik, böylesine kapsamlı bir saldırının karşılanması için yeterli bir tanım/zemin değildir; daha kapsamlı bir karşı duruş tarif edilmeli veya laikliğin demokratik devrimdeki yerine daha net vurgularla yer verilmelidir.
* 9. sayfada 23 sayılı paragrafta “LGBTİ ve çocuk cinayetleri de hızla artmakta, fail ve katiller hak ettikleri cezalara çarptırılmamaktadır,” denilmektedir. Bu vurguyu yadırgadığımızı ifade etmeliyiz. Cezaya bu denli anlam yüklemek, ceza yükseldikçe çözüm olur diye düşünmek, alternatif bakış açısına sahip olanların ölçüsü olmamalıdır. Devrimcilerin yapması gereken, kimlik siyaseti zemininde oluşmuş yapıların ürettikleri (sorunun özüne inmekten uzak) günübirlik çözümleri programlarına olduğu gibi almak değil, güncel ihtiyaçlar dahil her konuda ortaklaşılabileceğini, devrimci zemin ve kavrayışın buna uygun olduğunu anlatmak ve buna denk öneriler geliştirmektir. Kimlik ekseni dahilinde bir duruşa sahip (Kürtler, Feministler vb dahil) kesimlere bir anda sınıfsal bakış açısı kazandırılamayacak ise de, kimlik siyasetinin ayrıştırıcı niteliği dikkate alınarak hareket edilmeli, ortak noktalar öne çıkarılarak birlikte hareket imkanları artırılmalıdır.
*8. sayfanın ilk paragrafındaki “Alevilerin inanç, kültür ve siyasal hakları kayıtsız koşulsuz tanınmalı” ifadesinin “Aleviler dahil tüm inanç grupları…” diye değiştirilmesi daha kapsayıcı olur.
* Muhalefet Hareketi, kuruluş amaçları ve tanımı gereği, sol yapılar arasında yaşanan sorunlarda da çözüm üretmek üzere sorumluluk üstlenmelidir. Genelde halk içinde özelde sol ya-
pılar, grup ve bireyler arasında bir dizi sorun yaşanabiliyor. Bu sorunlar lokal de kalsa, sorunun muhatabı yapıların adıyla da anılsa sonuçta tüm solu bağlamakta, güven yitimi ve teşhirin çapı sanılandan da büyük olmaktadır. Muhalefet Hareketi, halk kesimlerinin ve dost yapıların farklarına rağmen bir arada yaşam sürmesine dair örnek oluşturan bir yapılanma olmalı; ortaya çıkan sorunların çözümü ve tekrarının önlenmesi için sorumluluk üstlenmelidir. Solda bugün en yakın siyasal yapılar bile ayrı durmakta, uzlaşmamakta, ortak kültür ve refleksler oluşturmamaktadır. Halk kesimleri için de benzer bir durum söz konusu. Halk kesimleri zaten ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı merkezi politikanın baskısı altında bulunuyor. Devrimciler gerçekte birliği mayalama ve dayanışma eğilimlerini geliştirme potansiyeline sahip güçlerdir. Ancak bugün böyle bir bütünlüğü kendi aralarında sağlayamadıkları gibi halk içi çelişmelere de uygun çözümler geliştiremiyorlar. İşte bu koşullarda gündeme gelen Muhalefet Hareketi, bir taraftan kendi örgütlülüğünü geliştirirken diğer taraftan halk içindeki ve sol yapılar arasındaki çelişmelerin çatışmalara dönüşmeden çözülmesi yönünde sorumluluk üstlenmelidir.
39
* Faşizmin, toplumun kılcallarına dek yayıldığı, kurumsallaşıp kökleşerek taban oluşturduğu, saldırganlığını çeşitli biçimlerde artırdığı bu koşullarda, faşizme karşı mücadele de Muhalefet Hareketi’nin hedefleri arasında yer almalıdır. Belki, programdaki 6 madde zaten faşizme karşı mücadeleyi ifade ediyor denecektir. Ancak faşizmin bu denli kurumsallaşıp saldırganlığını artırdığı ve toplumun büyük kesiminin bu saldırıların doğrudan muhatabı olduğu koşullarda, antifaşist mücadele vurgusuna ihtiyaç var gibi görünüyor. Faşizm, tekelci burjuvazinin egemenliğini baskı ve zor temelinde sürdürme tercihidir. Çeşitli yapısal zorunluluklar eşliğinde bu tercihin kurumsal, kalıcı biçimler aldığı bizim gibi ülkelerde; toplumsal muhalefeti baskılama, yönlendirme, kontrol altına alma vb. nedenlerle başvurulan araç ve yöntemler alabildiğine çeşitlilik gösterir ve ihtiyaca göre güncellenir. Bu bağlamda, sistemin günlük yaşamdaki dışavurumu ile faşizm arasındaki bağı görünür kılmak, faşizme karşı mücadelede başarının olmazsa olmaz koşullarından biridir. Son olarak AKP eliyle yapılan güncellemeler, faşizmin açık icrasına denk biçimler aldı. Ve bu güncel-
DEVRİMCİ HAREKET
lemeye bağlı olarak, oligarşinin beklentileri bağlamında ihtiyaç duyulan her yasa çıkarıldı, daha önce çeşitli biçimlerde kazanılmış hemen tüm haklar tırpanlandı. Kuvvetler ayrılığını da yok sayan bu fütursuzluk, gerçekte kriz koşullarındaki sermayenin ihtiyacıdır. Bunun Cemaat’e yönelik bir düzenlemeden ibaret olduğunu sanmak veya bu bağlamda oligarşi içinde büyük çelişmeler aramak yanıltıcı olur. Sanıldığının aksine bugün AKP, Cemaat karşıtlığını da kullanarak geleneksel sermaye kesimleriyle de uzlaşmış durumdadır. Emperyalizmin Ortadoğu’daki saldırgan politikalarının gerektirdiği taşeronluğun Türkiye’deki izdüşümü faşizmdir; ölçüsüz ve dizginsiz saldırıdır. Emperyalizmden Türkiye oligarşisine uzanan bu işbirliği ve çıkar ilişkisi, bir liderin veya partinin değil egemen sınıfların ihtiyacıdır, dolayısıyla öznel değil sınıfsaldır. Bir taraftan kurumsallaşan diğer taraftan kitle tabanı yaratarak yaygınlaşan faşizm, kullandığı ideolojik motiflerle değil sınıfsal niteliğiyle ele alınmalıdır. Dinden futbola, ırkçılıktan milliyetçiliğe kadar pek çok aracı kullanarak kendine taban oluşturan faşizmin, bu öğelerle değil hangi sınıfların ihtiyacı olduğuna bağlı olarak anılması, adlandırılması Marksist kesimlerde geleneksel bir ölçüdür. Bu bağlamda, şiddetin miktarına değil hangi sınıfın şiddeti olduğuna bağlı olarak Dimitrov tarafından yapılan tanımlama, AKP için de geçerlidir. Faşizmin bu kapsamlı saldırısını engellemenin öncelikli yolu, halk güçlerini bölen, direnişini zayıflatan her türlü eğilimle mücadele etmek; halk içinde farklılaşma, kutuplaşma ve ayrışmaya yol açan dayatmaları boşa çıkarmak ve halk içi çelişmelerin uzlaşmaz noktalara gelmeden çözümü için rol almaktır. Bu yapılabildiği yani etnik, dini, cinsel vb kimlikler ayrı durma gerekçesi olmaktan çıkarılabildiği ölçüde, halkın bir ortak güç olarak sistemin karşısına dikilmesi olanaklı hale gelir. Faşizmin, en küçük demokratik talebe bile tahammülü olmayan, her
Birleşik Haziran Dosyası
türlü talebi şiddetle bastıran bir rejim olması, direnmenin olanaksızlığı fikrini beslememeli, aksine toplumdaki hiçbir tepki yüzeysel basit olarak algılanmamalı, en küçük birimlerdeki direnme eğilimleri dahi önemsenerek güçlendirilmeli, ortaya çıkan kendiliğindenci hareketler, içinde yer alınarak doğru hedeflere yönlendirilmelidir. Halk kesimlerinin en geniş zeminde ve çeşitlilikte faşizme karşı mücadeleye katılımını sağlamanın yollarından biri de, yaşamın hemen her kesitinde karşımıza çıkan sorunlarla, muhatap edildiğimiz engellerle, uğradığımız baskı ve saldırılarla faşizm arasındaki bağı görünür kılmaktır. Bunun için, sistemin ve araçlarının tarifi de, geliştirdiğimiz taleplerle beraber mücadele araç ve yöntemleri de günlük dile çevrilebilmeli, anlaşılır kılınmalıdır. Bu, bir trafik kazası, bir binanın çökmesi, kültürel bir hoyratlık, bir fiyat artışı veya dini dayatma vb olabilir; olgunun dışa vurduğu anla sistem arasında bağ kurulabilmeli, hem teşhir edilmeli hem de alternatif gösterilebilmelidir. Faşizm, yalnızca çıplak zor ve saldırganlık değildir; halk içi farklılıkları ve çelişmeleri kaşıyarak büyütmek, ayrıştırıp yalnızlaştırmak da faşizmin başvurduğu yöntemlerdendir. Bu nedenle, bir taraftan ayrımcılık içeren her türlü yasa ve uygulamaya karşı çıkılmalı, diğer taraftan halk içi çelişmelerin uzlaşma temelinde çözümü için, hem bilinçlendirici hem de fiili rol alınmalıdır. Faşizme karşı demokrasi mücadelesi bir devrim sorunudur. Ancak bunun güncel gerekleri de vardır. Örneğin faşist bir yasa, bir yönetmelik bugünden yarına kaldırılamıyorsa da geriletilmesi ve uygulanamaz hale getirilmesi sağlanabilir. Güncelasgari program ile azami program arasındaki ilişki bu şekilde kurulabildiğinde, hem programatik tutarlılık sağlanmış hem de mücadele gerçekçi talepler üzerinden yürütülmüş olur. Rejimi değiştirmek, faşizmi yok etmek bugünden yarına mümkün değilse de, faşizme kitle tabanı o-
40
luşturan her türlü gericiliğe, yanıltıcıyönlendirici olgulara karşı mücadele edilebildiği, halkın çıkarlarının faşizme yedeklenmekten değil faşizme karşı durmaktan geçtiği anlatılabildiği oranda, rejimin uygulamaları geriletilebilir, kitle tabanı daraltılabilir. * 3. sayfada “AKP hükümeti, toplumda kutuplaşmalara neden olan, toplumsal çatışma dinamiklerini harekete geçirme riski içeren birçok temel sorunda…” (abç) deniliyor. Burada kast edilen Kürt sorunu ve Alevi sorunudur. Hâlbuki egemen müdahalelerin, kışkırtma ve kutuplaştırmaların olmadığı yerde halkların tüm farklarını sorunsuz biçimde yaşadığı genel kabul gören bir olgudur. Buradaki “kutuplaştırmalara neden olmak”, “risk içermek” ifadeleri anlatılmak istenenden öte bir anlam ifade ediyor. Gözden kaçmış olsa gerek.
SONUÇ YERİNE Birlik olgusu bir ihtiyacın ürünüdür. Eğer insanlar birlik olmaya ihtiyaç duyuyorsa, bunun yöntem ve araçlarını yaratırlar. Türkiye’de 70’li yılların özellikle ikinci yarısında, antifaşist mücadelenin hayatın her alanına yayıldığı koşullarda devrimciler, bu ihtiyacın ürünü olarak, düşüncelerindeki farklılığa bakmaksızın faşizme karşı olan herkesle yan yana geldi. İşte Direniş Komiteleri, böyle bir ihtiyaca bağlı olarak hayata geçirildi. Dernek, sendika vb kapalı mekânlarda en sert ideolojik tartışmalara giren kesimler, sokakta faşizme karşı savaşta aynı mevzide yer aldı. Mücadelenin olduğu yerde dayanışma eğilimi de olur. Ama ortada pratikten uzak, soyut, entelektüel bir tartışma varsa, o tartışmanın birliğe ihtiyacı olmaz. Tersine, soyut tartışmalar ayrıştırıcıdır, ortak tavır geliştirme zemini oluşturmaz. Kaldı ki soyut tartışmalarla bir birlik oluşturulsa dahi bu suni olur ve hayatta hiçbir karşılığı, fonksiyonu olmaz. Türkiye’de siyasal ayrışmaların en güçlü olduğu yıllar 68-70 arasıdır. Bu süreçte, reformist bir çizgide olan veya Kemalist devleti destekleyen bir soldan, Marksizm’in en ince detay-
DEVRİMCİ HAREKET
lı konularını irdeleyip buna göre ayrışan bir sola, devrimci bir zemine geçiş yaşandı. THKP-C çizgisinin oluşumu sürecinde gündeme gelen ayrışma ve netleşmeye benzer kapsamda bir süreç, Türkiye’de sonraki süreçlerde yaşanabilmiş değildir. O günün temel siyasal eğilimlerini ifade eden hareketler, devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzlarıyla gerçekten farklı yapılardı. Ama siyasal pratiğin örgütlenmesine gelindiği zaman, bu farklı yapılar bir araya gelebildi. Kısacası, bir yerde mücadele varsa, mücadelenin birlik, bütünleşme ihtiyacı olur. Yani insanlar, siyasal pratiğin örgütlenmesi için bir araya gelir. Bugün de içinden geçilmekte olan dönemde, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin güncel gereklerinin tanımlanması ve hayata geçirilmesi bağlamında bir birliğe ihtiyaç vardır. Türkiye solu, eğer mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda tartışmıyorsa, örgütlenmesini bu zeminde geliştirmiyorsa, her zaman için ayrışır. Her tartışma ayrışmayı getirir. Bu aynı zamanda öznelliğin mücadele ihtiyaçlarının yerine geçmesidir. Küçük problemlerin büyük çatışmalar ve ay-
Birleşik Haziran Dosyası
rılıklar doğurmasının sebebi budur. Tam da bu bağlamda diyebiliriz ki siyasal yapılar, aralarındaki farklar yerine mücadelenin birliğini öne çıkarttıkları sürece sol içi çatışmalar yaşanmaz. Sol içinde çelişmeler olur ama bunlar uzlaşır çelişmelerdir, doğru bir yöntem kullanılırsa çatışmaya dönüşmeden çözülebilir. Siyasal pratiğin güçlü olduğu yerlerde, pratik zaten devrimci sorumluluk çerçevesinde bir çözümü zorlar. Asıl mesele pratiğin çok düşük düzeylerde seyrettiği veya durma noktasına geldiği zeminlerde de bu sorumluluk bilinciyle hareket etmek, tartışma zeminleri dahil hiçbir alanda öznel ihtiyaçları mücadele ihtiyaçlarının önüne geçirmemektir. Bugüne kadar Türkiye’de temenni edilen türde bir birlik yaratılamadı. Bunda örgütlülüklerin zayıf, siyasal pratiğin düşük olması etkili oldu. Birlik çağrıları da tartışmalar da mücadelenin ihtiyaçlarından uzak soyut zeminlerde yaşandı veya mücadelenin bütünlüğü yerine bir kesimin konjonktürel ihtiyaçları öne çıkarıldı. Bu nedenle çoğu kez birlikler ya sonuçsuz kaldı ya da başlangıç noktasından daha geriye düşü-
41
ren ayrışmalara sebep oldu. Birliğe, ortak harekete olan inanç zayıfladı. Bu bağlamda bugün atılacak birlik adımlarının, bu konudaki beklentileri boşa çıkarmama ve yeni hayal kırıklıkları oluşturmama bağlamında sorumlulukları vardır. Ezilenlerin direnmek dışında bir koşulu kalmamıştır. Bugün artık dünya ve ülke koşulları, hiçbir şeyin eskisi gibi gitmesinin mümkün olmadığı bir noktaya kadar gelmiş durumda. Ezilenler teslim olsa dahi saldırılar durmayacaktır; emperyalizmin saldırılarına karşı direnmek dışında bir yol kalmamıştır. Bu mücadele aynı zamanda değerlerini, kimliğini koruma mücadelesidir; başarı için, aynı konumda olan tüm kesimlerle beraber yürütülmesi bir zorunluluktur. Dolayısıyla bugün mücadelenin ihtiyaçları, birlikte hareketin imkanlarını büyütmeyi başka bir dönemle kıyaslanmayacak boyutta kaçınılmaz kılıyor. 14 Eylül 2014 DEVRİMCİ HAREKET *http://www.devrimcihareket.net’ten taslak metne ulaşabilirsiniz.
İttifaklar, Yöntemsel Bir Zorunluluktur
Birleşik Haziran Hareketi Yola Çıkıyor
1
9 Ekim 2014 günü ODTÜ Vişnelik’te yapılan toplantı sonrası çeşitli siyasi yapı, aydın ve bireyler Birleşik Haziran Hareket’i ismiyle aşağıdaki ilkeler etrafında yola çıkma iradesi gösterdi.
Bu, Ethem’den Berkin’e, Gezi’de düşenlerin çağrısıdır. Dosta karşı sevgi, Faşizme karşı taş biriktirme sürecidir. Bu, düşene karşı sorumluluk, Kalanla yol alma bilincidir. Farklarımızı ayak bağı olmaktan çıkarıp Zenginliğe dönüştürme iradesidir. Hem teori hem eylemdir. Yıkma ve yapma diyalektiğidir.
D
ostlar, yoldaşlar; Biz, devrimi ciddiye aldığımız, devrimciliği boş vakitlerin uğraşı bir hobi olarak değil bir kimlik ve yaşam biçimi olarak gördüğümüz için, faşizme karşı atılan her taşı, mücadeleyi geliştirip güçlendirecek her ortaklaşmayı önemsiyoruz. Bu nedenle, “devrimciler hiçbir birlik önerisini peşinen reddetmez,” genel kabulünden hareketle, Birleşik Muhalefet Hareketi’ne katılım konusunda aldığımız çağrıyı olumlu karşıladık ve şimdilik, “aktif gözlemci” olarak katılmaya karar verdik. Bu oluşumun nasıl bir seyir izleyeceği ve Birleşik Hareket’ten ne anlaşılması gerektiği dahil olmak üzere, sürecin her aşamasında gelişmeleri sizlerle paylaşacağız. Buna rağmen, girilen bu ittifak ilişkisinin doğru yorumlanması ve yanlış anlamalara düşmemek açısından, ittifaklar meselesine dair kimi genel doğruları anımsatma ihtiyacı duyduk. *Siyasal programları, hedefleri çok farklı sınıf ve katmanları demokratik devrim hedefine kanalize etme-
yi amaçlayan bir siyasal hareket, öncelikle soldaki çeşitliliği anlamak ve hoşgörmek zorundadır. Aralarındaki bir dizi farklılığa rağmen; önce devrimci eylemin birliğini, giderek devrimci demokratik tüm güçlerin birliğini sağlama hedefi temel bir görev kabul edilmelidir. *Kimlerle ittifak yapılabileceği, keyfi, kişisel veya psikolojik ölçülerle değil, kimin dost kimin düşman olduğuna bağlı olarak tayin edilir. Bunun dışında, öznelleşmiş nedenlerle veya yapıların sahip olduğu kimi eksikler gerekçe gösterilerek mesafe koymak, yöntemsel kavrayışta bir soruna veya devrim bilincindeki eksikliğe işarettir. *İttifaklar, örgütsel duruşu da, program ve değerleri de değiştirmek değil, farklara rağmen ortak iş örgütleyebilmektir. Bu, her yapının mücadelesini (şimdiye kadar olduğu gibi) sürdürmesine engel değildir; onu zayıflatmaz, aksine güçlendirir. *İttifaklar, tarafların birbiriyle aynı düşünmesi değil, tanımlı bir program ve mücadele hedefleri etrafında bir araya gelmesidir. Bu bağlamda it-
42
tifaklar, yapılarda bir değişimi veya birleşmeyi değil, mevcut güç ve imkanlarla mücadele birliğini örgütlemeyi ifade eder. *İttifaklar, yapıların ideolojik-politik hattını değiştirmeyi gerektirmediği gibi eleştiri yapmaya ve ideolojik mücadeleye de engel değildir. *İttifaklar, aynı zamanda, yoldaşlığın geniş zeminde farklı bağlamlar içinde yaşanması deneyimidir; farklılıklara tahammülü geliştirmenin yanında, gelecekte daha kapsamlı ve daha karmaşık biçimde gündeme gelecek ortaklaşmalara hazırlık zeminidir; değerlerin somutlanması ve sorumluluk bilincinin gelişmesi bağlamında da işlev görür. *İttifaklar; çoğalmak, zenginleşmek, vuruş sayısını ve niteliğini artırmak vb. için yapılır. Bu, ne denli başarılabilirse, güzellik ortama o denli hakim olur. Bu nedenle, hem birlik hem de gard almak, aynı yerde bulunmaması gereken olgulardır. 11 Eylül 2014 DEVRİMCİ HAREKET
BİRLEŞİK HAZİRAN HAREKETİ Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, kamucu, dayanışmacı, laik, bağımsız, toplumcu bir cumhuriyet ve ülke için gericiliğe, faşizme, emperyalizme, piyasacı yağma düzenine ve bunları temsil eden AKP rejimine karşı birlikte yola çıkıyoruz. Ülkemiz emperyalizmin bölge politikalarıyla uyum içinde, mezhepçi faşist bir diktatörlüğe sürükleniyor. AKP iktidarı baskı ve hileyle, sokak çeteleri kurup, devlet şiddetini sonuna kadar kullanarak bu yolda ilerliyor. Bu gidişata dur demek, yarınımızı AKP’nin pençesinden kurtarmak için bir araya geliyoruz. Ülkemizin bugününe ve geleceğine sahip çıkmanın direnmekten ve halkın birleşik örgütlü mücadelesinden geçtiğini biliyoruz. 2013 Haziran’ındaki büyük direnişin izinde şimdi de birleşik bir mücadeleyi birlikte yaratıp, Haziran barikatlarını ileri taşıyacağız. Bu toprakların ortaya çıkarttığı ilerici ve devrimci birikimi sahiplenerek özgür bir geleceği bu birikimle Gezi-Haziran direnişini buluşturarak kurabileceğimize inanıyoruz. ÇAĞRIMIZDIR Birleşik Haziran Hareketi, anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-faşist ve gericiliğe karşı aşağıdaki ilke ve amaçlar doğrultusunda harekete geçecek bir halk örgütlenmesinin çağrıcısıdır.
- Ülkemizin faşist ve dinci/mezhepçi zorbalığa sürüklenmesine dur diyoruz. - Emekçilerin insanlık dışı çalışma koşullarına mahkum edilmesine, taşeronlaşmaya ve güvencesizliğe karşı, insanca bir yaşamı savunuyor, iş cinayet ve katliamlarının önlenmesi için mücadele ediyoruz. - Piyasacı talan ekonomisine karşı çıkıyor, özelleştirme yağmasına karşı halkçı-kamucu bir ekonomiyi savunuyoruz. - Dinin siyasal ve toplumsal yaşamı belirlemesine karşı laik ve özgür bir yaşam için bir araya geliyoruz. - Bölgemizdeki emperyalist boyunduruğa karşı direnen halkların yanında yer alıyor, ülkemizin Ortadoğu’da savaşa sürüklenmesine karşı barışı savunuyor, bağımsız bir ülke ve kardeşçe bir bölge istiyoruz. - Kürt sorununun çözümünde özgürlük temelinde kardeşlik ve birlikte yaşama iradesine dayalı, adil, onurlu bir barışı ve eşit yurttaşlığı esas alan bir çözüm için güçlerimizi birleştiriyoruz. - Her tür cinsel ayrımcılığa, şiddete ve baskıya karşı duruyor, kadın cinayetlerine son vermek için harekete geçiyoruz. - Doğanın tahribine, kentlerimizin ve yaşam alanlarımızın kar amacıyla yağmalanmasına karşı mücadeleyi her alana yayıyoruz. - Halkın söz ve karar sahibi olacağı Meclisleri her alanda kurup, geliştireceğiz. Bu amaçlar doğrultusunda sokak ve mahallelerde, işyerlerinde ve okullarda, köylerde ve kentlerde biraraya gelelim. Her yerellikte bir Meclis oluşturalım. Forumlarla kararlarımızı hep birlikte alalım. - Meclisler yukarıdaki amaçları
43
paylaşan herkese açıktır. - Yerel Meclisler kendi alanlarında yukarıdaki ilkeler çerçevesinde halkın mücadele aracı ve karar organıdır. - Yerel Meclisler kendi koordinasyon kurullarını, sözcülerini ve Türkiye Meclisi delegelerini belirler. - Türkiye Meclisi her yerel meclisten tüm cinsel yönelimlerin temsiliyeti ile toplanır ve Birleşik Haziran Hareketi’nin ortaklaştırıcı iradesini temsil eder, genel politik doğrultusunu belirler, ülke çapındaki siyasal görevleri, hareketin merkezi temsiliyetini ve koordinasyonunu sağlamak üzere organlar yaratır. - Yerel Meclislerde ve Türkiye Meclisinde seçilen kurulların üyeleri, sözcüler ve delegeler kendilerini seçenler tarafından her an geri çağrılabilir. - Birleşik Haziran Hareketi’nin tüm işleyişinde ikna olmaya açık tarafların tartışma ve birlikte üretmeleri yöntemi esastır. Şimdi bu anlayışla biraraya geliyor, Haziran’da TOMA’ların önündeki direnişimizi, barikatların ardında büyüttüğümüz yeni yaşam filizlerini, umutlarımızı ve hayallerimizi birlikte çoğaltmak için yola çıkıyoruz. HAYDİ O ZAMAN! Evimizi, ocağımızı, ekmeğimizi, doğamızı, aşımızı birlikte savunalım. Sokaklarımızı, okullarımızı, derelerimizi, özgürlüğümüzü geri alalım. Bu köhnemiş düzeni zalimlerin başına yıkalım. Eşitlikçi, özgürlükçü, bağımsızlıkçı, laik, kamucu, dayanışmacı yeni bir toplumsal düzenin kurucu iradesini birleşik direnişimizle inşa edelim. Sokaklarda, Meclislerde, Forumlarda buluşalım.
DEVRİMCİ HAREKET
“Tarihle Söyleşiler” mi Tarihin Öznelliğe Kurban Edilmesi mi? Devrimci Yol’un geçmiş değerlendirmelerini veya Mahir anlatımlarını anımsayalım; tek bir yerinde dahi kişiselleştirme söz konusu değildir. O halde Devrimci Yol’un Mahir’e yapmadığını biz de Devrimci Yol’a yapmamalıyız.
Ö
zgür Açılım yayınlarından “Tarihle Söyleşiler” isimli bir kitap yayınlandı. İnsanların bu kitaptan ne anladığı, nasıl değerlendirdiği; duyduğu kaygı veya biçtiği anlam, nerede durduğuyla (sadece Devrimci Yol’u değil) sınıflar mücadelesini nasıl değerlendirdiği ile doğrudan ilintili olacaktır. Amacımızın geçmişi değerlendirmekten kaçınmak veya kimi gerçeklere fener tutulmasını önlemek olmadığını, bugüne kadarki duruşumuz inanıyoruz ki yeterince ortaya koymuştur. “Tarihle Söyleşiler” ne bir tarih yazımıdır, ne de geçmiş değerlendirmesidir. Bir olguya dair aktarımda salt biçim bile bazen dedikodu ile objektif aktarımı birbirine yaklaştırır. Tarih yazımı zordur; fotoğraf çekmeye veya konuşana kaset tutup kayıt yapmaya benzemez. Evet, bir döneme dair öncelikli sorumluluğu olan kimi kadroların, geçmişe dönük değerlendirmeyi (vaktinde ve gerektiği gibi) yapmadığı doğrudur. Ancak bunun telafisi, kesinlikle “Tarihle Söyleşiler” değildir. Yukarıda belirttiğimiz gibi kimileri, durduğu yer itibariyle bu yayını çok önemseyecektir; sınıflar mücadelesi açısından önemini değil, merak giderme ihtiyacının karşılanmasını ölçü alacaktır. Devrimci Yol’un ideolojik muarızları açısından nasıl bir istismarın söz konusu olacağını ise, önümüzdeki günlerde göreceğiz. Tüm bu nedenlerle, Özgür Açılım’a, kitabın editörü Cahit Akçam’a ve kitabı anlamlı bulanlara, “Bu neyin ihtiyacıdır?” diye soruyor
ve bu kitabın sebep olabileceği hiçleştirici etkiye, kafa karışıklığına veya yanlış arayışlara karşı bir çeşit panzehir olabileceğine inandığımız bir değerlendirmeyi kamuoyuyla paylaşıyoruz.
TARİH YAZIMI, BİREYSEL DEĞİL TOPLUMSAL, KEYFİ DEĞİL BİLİMSEL OLMALIDIR Bilinir ki tüm tarih yazımları şu veya bu oranda özneldir. Bu konudaki hemen tüm üretimler, sınıflar mücadelesinin ihtiyaçlarından kişiselleştirmeye ve giderek magazinleştirmeye kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde yer alır. Ürünün niteliği, üretenin niteliği ile doğrudan ilişkili olsa da, dönemin hemen her insan (hatta örgütlü yapı) üzerinde etkili olan özelliklerinin de ortaya konan çalışmalar üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkün. Bu etkiyi, yenilgi dönemlerinde ortaya çıkan ilgi alanları, konular vb ile moralin yüksek olduğu dönemlerde öne çıkan konular arasındaki seçim ve anlatım farkında gözlemek mümkün. Resmi tarih incelendiğinde görülür ki, olgular ya kişiselleştirilmiş ya da bugünkü sistemi meşru ve kalıcı göstermek için oluşturulan milli değerleri besleyecek yönde biçimlendirilmiştir. Brecht “Okuyan Bir İşçi Soruyor” adlı şiirinde “Genç İskender Hindistan’ı zaptetti!/ Bir başına mı?/ Sezar, Galyalıları yendi!/ E bir aşçı olsun yok muydu yanında?” dizeleriyle tarih anlatımlarındaki kişiselleştirmelere dikkat çeker. Tabii tarih yazımındaki sorunlar kişiselleştirmeyle sınırlı değil. Bazen niyetten bağımsız olarak, neyin na-
44
sıl anlatılması gerektiği konusundaki eksiklik/yetersizlik sebebiyle de ortaya yanıltıcı/çarpık sonuçlar çıkar. Tabii konu gelip yöntemde düğümleniyor. Marksist yönteme göre, tarihi yapan kitlelerdir, bunun motoru ise sınıflar mücadelesidir. Ancak, bunu böyle söylemek/bilmek tarihi doğru okuyup doğru aktarmak için yetmez. Lenin’in dikkat çektiği bizim de Teoman yoldaşı anlatırken aktardığımız boyut, bu konuda yöntemsel isabet açısından, uyulması gereken bir çeşit zorunluluktur. “Lenin, Devlet ve Devrim adlı eserine, ‘devrimci önderler ölmeyegörsün’ diye başlar. Ve egemen sınıfların ‘yaşadıkları dönemde rahat yüzü göstermedikleri’ devrimcileri, ölümlerinden sonra ‘zararsız putlara’ dönüştürmeye çalıştıklarını, devrimci teorilerinin içini boşaltıp devrimci uçlarını törpüleyip bayağılaştırdıklarını söyler. Bu nedenle, yitirdiğimiz devrimcileri doğru anmak gibi doğru anlayıp anlatmak da sırtımıza önemli bir sorumluluk yükler. En yaygın yöntemlerden biri magazinleştirmedir; ‘şu yemeği, şu müziği severdi; cesurdu, kahramandı, vb’ anlatımlar eşliğinde asıl niteliklerini, geleceğe aktarılıp yaşatılacak yanlarını gölgelemektir. Gerçekte yapılması gereken, büyük resmin içinde tüm dönemleriyle, yaşayan bir nitelik olarak aktarmaktır.” Devrimcilerin tek tek geçmişi de bir bütün halinde geçmiş de elbette ele alınmalıdır. Ancak, kişiler de hareketler de içinde var oldukları tarihsel kesitten ve mücadelenin bütünlüklü tablosundan koparılarak ele alındığında, istense de objektif olu-
namaz ve okuyanın sübjektif aynasında kırılmaya müsait bir anlatım ortaya çıkar. Devrimci Yol’un geçmiş değerlendirmelerini veya Mahir anlatımlarını anımsayalım; tek bir yerinde dahi kişiselleştirme söz konusu değildir. O halde Devrimci Yol’un Mahir’e yapmadığını biz de Devrimci Yol’a yapmamalıyız. Genelde 1980 öncesi süreç, özelde o döneme damgasını vuran bir hareket olarak Devrimci Yol, pek çok yanlarıyla bugüne aktarılması gerekir. Üstelik bu, bir paket anlatıma sığmayacak denli zenginlik ve çeşitlilik içeren bir birikimdir. Ancak, gerek sınıf düşmanlarının bilinçli çarpıtmaları gerekse de Devrimci Yol’a dair farklı yaklaşım ve değerlendirmeler sebebiyle 1980 öncesi süreç anlatımları, genel olarak tarih anlatımlarının gerektirdiğinden de öte bir özen gerektirmektedir. Bu özenin, hangi nedenle olursa olsun ihlali, sahibinin ufkunu aşan düzeyde zarar verebilir. Çok bilinen bir yöntemdir; Lenin’in Stalin için “kaba” dediğini aktarmakla yetindiğimizde veya Rosa Lüksemburg’un bir cümlesinden hareketle Lenin’in merkeziyetçilik anlayışını “Zaptiye Çavuşluğu”na benzettiğini söyleyip geçersek, her iki tarafa da haksızlık etmiş oluruz. Gerçeğin bir başka anlatımı bize, Lenin’in en zor koşullarda Stalin’i aradığını, Rosa’ya “Dağ Kartalı” dediğini ve her birinin bir diğeriyle on yıllarca süren çok özel yoldaşlık ilişkisi içinde olduğunu aktarır. Bu iki örnek, tartışmaya konu olan meselelerin hangi dönem ve bağlam içinde gündeme geldiğini bilmenin, üzerinden atlanamayacak denli önemli olduğunu gösteriyor. Bu bağlam çeşitli nedenlerle koparıldığında, sistemin tasarlayarak gerçekleştirdiği “Kuşak Kopması”na benzer sonuçlara sebep olunur. Benzer bir durum Mahir için de geçerlidir. O’nun hiçbir ayrılığı, sübjektif veya duygusal değildir. Örneğin, Mihri Belli ile yollarını ayırma nedenlerini içeren ASD’ye Açık Mektup, farklı bir devrim anlayışı ve
Tarihle Söyleşiler
çalışma tarzına işaret eder. Siyasi olarak aynı konumda olmadığı kız arkadaşıyla ayrılığı da devrim bağlamlıdır. Ayrılığının nedenini “Ben bu davaya kafamı koydum. Onun için seni yanımda sürüklemek istemedim. Bir gün gazetelerden benim öldüğümü okuyacaksın” biçiminde açıklar. Aktardığımız yaşam kesitleri, elbette bir şablon değildir ve gündeme geldikleri bağlamlardan koparılmadan değerlendirilmelidir. Felsefe için geçerli olan olgunlaşma süreci, ilişkiler için de mücadele araç ve yöntemleri için de geçerlidir. Bir dönem, tutsak düşenlerin “çözülmemek için” kafalarında birtakım intihar yolları oluşturmaları
veya dışarıda kalan eşe/sevgiliye ayrılığın daha doğru olacağını telkin etmeleri, neyin nasıl yapılması gerektiğinin arayışına dair örneklerdir. Nitekim süreç içinde bu örnekler giderek aşılmakta ve savrulmanın yaşanmadığı, değer üretiminde bir sürekliliğin olduğu zeminlerde daha ileri yöntemler, kavrayışlar üretilmektedir. Önemli olan, her olguyu, ortaya çıktığı tarihsel bağlamdan koparmadan ve neden-sonuç ilişkisi içinde ele alabilmektir. Bunlar, magazinleştirici veya çarpıtıcı bir anlatıma düşmemek için asgari ölçütlerdir.
45
Gerçekte sosyal bilimler, birikim devriyle oluşmuş yöntemsel bütünlüklerdir. Bu bağlamda, birikimde devamlılık, bugünün sorularına geçmişin içinde cevap bulabilme şansı verir. Örneğin, 1980 öncesinin en önemli niteliklerinden biri de Kürt, Alevi, emekçi vb dinamiklerin, devrimciliğin yol göstericiliğinde ve hatta doğrudan örgütsel bağlarla sınıfsal bir zeminde ortaklaşmasıdır. Bunun sağlandığı, dolayısıyla da umudun büyütüldüğü o iklimde, hemen hiçbir yapı tek tek kimlikleri öne çıkararak çalışma yapma ihtiyacı duymadı. Bugün 1980 öncesinin tam tersine pek çok yapının, kimlikleri öne çıkaran çalışmaları tercih etmesi, özgüven problemi ve dolayısıyla mutsuzluk iklimi sebebiyledir. Bunun tek tek insanlardaki yansıması, kişisel dünyalar kurmak, bireysel kurtuluş ve mutlanma yolları aramaktır. Dün, bir başkasının yerine gönüllü olarak işkence görmek, tutsak düşmek ve hatta ölmek mümkünken, bugün bu türden örnekler istisna denecek denli azalmış durumda. Zaten değerler tablosu değişip öznelleştiğinde, kişinin kendi öznel hesapları dışında bir hesabı kalmaz. Bugün devrimci bir yapının çatısı altında olunsa da burjuva değerler sistemiyle etkileşim sebebiyle ikili bir durum oluşuyor; demokrasi, özgürlük vb konularda sistemden öğrenilmiş olanla devrimci olan yan yana varlık gösterebiliyor.
TARİHSEL MATERYALİZM OLGULARIN GEÇİRDİĞİ EVRİMİ DİKKATE ALIR Tarih anlatımı, bir çeşit belgeleme veya fotoğraflamadan ibaret olursa, bütünü de değişimi de ıskalar. Her olgu, ortaya çıkış koşullarıyla beraber ele alınmalı ve bugüne dek geçirdiği evrim dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Böyle bir inceleme yapıldığında görülecektir ki devrimciliğin nasıl algılandığından eğitime, direnmeden disipline kadar hemen her konu, 68’den 78’e ve bugüne cid-
DEVRİMCİ HAREKET
Tarihle Söyleşiler
Dün, bir başkasının yerine gönüllü olarak işkence görmek, tutsak düşmek ve hatta ölmek mümkünken, bugün bu türden örnekler istisna denecek denli azalmış durumda. Zaten değerler tablosu değişip öznelleştiğinde, kişinin kendi öznel hesapları dışında bir hesabı kalmaz. Bugün devrimci bir yapının çatısı altında olunsa da burjuva değerler sistemiyle etkileşim sebebiyle ikili bir durum oluşuyor; demokrasi, özgürlük vb konularda sistemden öğrenilmiş olanla devrimci olan yan yana varlık gösterebiliyor. di bir evrim geçirmiştir. 1968’de kadro eğitimi konusunda en yaygın eğilim, eğitimin askeri boyutlarla sınırlanmasıdır. Bunun için genellikle Filistin’de yapılan askeri eğitim yeterli görülürdü. Bunun bir başka versiyonu, aynı eğitim ihtiyacının, ülke içinde bir biçimde karşılanmasıdır. Filistin veya Vietnam pratiğinin yanlış yorumuna da dayanan bu eğitim şekline dair yanılgının aşılması, ülkemiz koşullarında bir devrimci kadrodan ne anlaşılması gerektiğinin kavranmasından geçiyor. Savaşın ileri boyutlar aldığı ve toplumun önemli bir kesimini kapsar hale geldiği, bunun yanında sorunun açık biçimde seyrettiği işgal, iç savaş vb koşullarda sadece askeri ihtiyaçları karşılamak için teknik ağırlıklı hızlandırılmış bir eğitim yapılması normaldir. Ancak, bizimki gibi ülkelerde devrimciliğin, dolayısıyla da mücadelenin bir yaşam biçimi olarak algılanması gereken koşullardaki eğitimin bu biçimde algılanması, sınırlanması doğru değildir. Che’nin “bir gerillanın askeri değil politik bir kişilik olduğu” yönündeki değerlendirmelerine, politik yazılarına rağmen onu askeri olanla sınırlı biçimde değerlendirmek, (bir zamanlar yapıldığı gibi) ona öykünüp ülkemiz koşullarında gerilla günlüğü tutmak, yanlış bir kavrayışa işarettir. Eğitim meselesinin askeri sınırlılık içinde ele alınması gibi teorik eğitimin de yanlış, sınırlı biçimler aldığı oluyor. Bu, devrimcilik algısı ve kadro anlayışıyla doğrudan ilintilidir. Örneğin devrimciliğin nasıl bir yaşam biçimi olduğunu öğretmeden
önce, nasıl bir disiplin gerektirdiğini öğretip, kimi davranış normlarına indirgemek, dar pratikçi kavrayışın eğitimdeki karşılığıdır. Hangi marka sigaranın içileceğinden, hangi kıyafetin giyilmesi gerektiğine kadar pek çok konu devrimciler arasında tartışılabilir. Ama bu, özünden koparılarak yapıldığında kaba bir şekilcilik ortaya çıkarır. Henüz saflara yeni katılmış bir kişiden ilk istenenin disiplin olması ile fedakarlık ve bedel boyutunun abartılması, aynı devrimcilik kavrayışının ürünüdür. Bir değerin önce kavratılması sonra da gereklerinin yerine getirilmesi, bir disiplinin eğitim sonucu oluşması gibidir. Biri diğerini önceler. Aksi takdirde ya biçimsel bir kavrayış/duruş ortaya çıkar ya da başarısız olunur. Bu ters kavrayış, devrimciliğin gerektirdiği yaşam biçimini içselleştirememiş olanların o zemine ve hatta yaşam biçimine kendini dayatması, günlük akılla veya sezgilerle hareket edip verilmeye çalışılan kültüre direnmesi biçiminde de gündeme gelebilir. Hatta bu daha da yaygındır. Kişi, ya devrimci yaşam biçimini kavrayamadığı için ya da öznel nedenlerle bireysel eğilimlerini/beklentilerini doğruluk adına dayatır. Devrimci zeminde geçmişten bugüne en çok rastlanan tartışmalardan biri de örgüt içi demokrasi bağlamında özgürlük-merkeziyetçilik ikilemidir. Sistem tarafından da “sizi birer robota çeviriyorlar, örgüte giren bir daha çıkamaz,” yakıştırmalarıyla kamçılanan bu yaklaşımın, eğitimin doğru yapıldığı ve kavrayışın geliştiği yerlerde bıraka-
46
lım etkili olmasını, ciddiye bile alınma olasılığı yoktur. Bilgi, tecrübe ve birikimin örgütsel ilişkiler içinde yukarıdan aşağıya aktarılması, bürokratikliğin değil, tersine değerleri güvenceye almanın ifadesidir. Sistem içinde aileden okula, iş yerinden orduya hemen her alanda bir bürokratikleşme ve irade dayatma söz konusuyken, ona alternatif düzlemde, tamamen doğru uygulamayı güvenceye alma bağlamında oluşturulan işleyişe antidemokratik yakıştırmalar atfetmek, deyim yerindeyse, demokratiklik iddiasıyla demokratik işleyişe direnmektir. Zaten sistem, saldırılarını her zaman doğrudan yapmaz. Bunun yollarından biri de algıya/kavrayışa sızıp, kişiyi devrimci zeminde bile yönlendirebilmektir. İşte tam da bu nedenle sınıflar mücadelesinin örgütsel zeminde de sürdüğü bilinciyle hareket edilmelidir. Deneyimler göstermiştir ki inanç da bağlılık ve bedel ödeyebilme karalılığı da bir süreç sonucunda oluşur. Bu süreç eğitimi olduğu kadar birikimi, teorik ve pratik gelişimi gerektirir. Kişi öğrendikçe uygular, uyguladıkça öğrenir ve giderek değerlerle bütünleşir; onları yeniden üretir hale gelir. O artık söz konusu değerlerin bir parçası, hatta kendisidir. Tekrara veya öykünmeye ihtiyaç duymadan bizzat kendi yaşamında o değerlerin gereğini yerine getirir. Kapitalizm koşullarında direnmek bir yaşam biçimidir. Direnci sorgudaki dirence, mücadeleyi eyleme, eylemi de kimi çatışa biçimlerine indirgemek ise; ortaya parçalı, dolayısıyla da biçimsel bir duruş çıkarır. Bu, kavrama ve uygulama diyalektiğiyle ilintili bir olgudur. Direnmenin yalnızca sorgu/işkence anlarına özgü bir duruş/davranış olduğu kanaati, sistemin saldırılarının ya yeterince görülememesine ya da yanlış değerlendirilmesine bağlı bir kanaattir. Gerçekte sistem, fiziki kurum ve araçlarından kültürel olana kadar pek çok biçimde, hayatın tüm kesitlerinde karşımıza çıkar, kendini dayatır. Bu nedenle direnmek, öncelikle saldırının ayırdında olmayı
DEVRİMCİ HAREKET
gerektirir. Kişi kapitalizmi tanıdıkça, yaşamına sinen en örtük biçimlerini deşifre ettikçe, direnmesi için bir komuta bir zorlamaya ihtiyaç kalmaz; kendi yaşam kalitesi, hatta onuru ve ahlakı için direnir; direnmemeyi eksiklik sayar; direnmek ise güç ve moral verir. Direnmek, kültürel üretim için de geçerlidir; sevgi, egemen kültürün antitezidir; direnç zeminlerinde biriken güzellikleri tüketmeyi değil üreterek çoğaltmayı gerektirir. Bu alan sanıldığından da derinlikli, geniş ve çeşitlidir. Meselenin anlık paylaşımlara, kişisel etkileşim ve saflaşmalara indirgenmesi, devrimciliğin bağrındaki o zengin ufkun kıyısında takılıp kalmaya ve hatta geri dönüşlere sebep olur. Bu durum genellikle, kişinin kendini ifade etme, var olma eğilimleri yönündeki zorlamaları sonucu gündeme gelir. Gerçekte ise devrimcilikte var olmak için zorlamaya, kendini dayatmaya ihtiyaç yoktur. Çünkü her iş anlamlı, güzel ve doyurucu; yeter ki o anlam ve güzellik kavranabilsin. Böyle bir kavrayış zemininde her kişi değerli/yoldaş olur; yaşanan alanda potansiyel tüketimi değil, çoğalma/çoğaltma ve yeniden üretim gündeme gelir. Unutmamak gerekir ki egemenler de öğreniyor ve dünya ölçeğinde tüm deneyimleri birbirine aktarıyor. Yasalar, eğitim, yönlendirmeler, sorgu süreçleri ona göre biçimleniyor; Saygon zindanlarından E tipine, E tipinden F tipine böyle gelindi. Bu egemen saldırıya karşı direnç, bugüne dek üretilmiş olanı yeterli görüp tüketmeyi değil çoğaltmayı gerektiriyor. Bilinir ki bir şeyin aslını yapamayanlar, biçimsel benzerliklerle yetinir, taklide yönelir. Bu, illegalite dahil örgütsel işleyiş için de, mücadele araç ve yöntemlerindeki seçim için de geçerlidir. Devrimci ilişkiler sevgi ve güven üzerine bina edilmelidir. Kimi önlemlerin alınması, güvensizlik değil değerlerin gözetilmesi olarak görülmeli ve en büyük güvencenin devrimciliğin/yoldaşlığın içselleştirilmesi olduğu unutulmamalıdır.
Tarihle Söyleşiler
ÖZNELLİKLE MÜCADELE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜMÜN BİR PARÇASIDIR Yukarıda hemen tüm tarih yazımlarının öznel olduğuna dikkat çektik. Gerçekte sadece tarih yazımları değil, tüm biyografiler, özgeçmiş değerlendirmeleri, vb de özneldir. İnsanlar, bugün herkesin gözü önünde yaşanan olayları bile çoğu kez öznel pencereden aktarıyor. Geçmişte kalmış olayların aktarımında kişisel bakış açısının ağırlığının hissedilmesi çok daha büyük bir olasılıktır. Hele ki söz konusu olan, çatışmalar eşliğinde yürüyen örgütsel bir yaşamsa, neyin neden böyle söylenip yapıldığı, 40 yıl sonra değil, anında bile özenli biçimde anlatılmadığında, yanlış anlama ihtimali artar. Devrimci yapıların tabanının yaygınlıkla küçük burjuva kökenli olması, o zemindeki kültürel eğilimlerde ve davranış normlarında kendini gösterir. Ayrılıklar da yaşanan uyum problemleri de genellikle aşılması güç bu farklara dayanır. Mesele yalnızca farklı düşünmek değildir. Küçük burjuva kendini dayatır; hata kabul etmez. Bilinir ki kabul edilmeyen hata büyür, kabul edilmeyen hastalık ilerler, kabul edilemeyen eksiklik derinleşir. Öznellik tek yanlı bakmayı ve çifte standardı da beraberinde getirir. Bu nedenle küçük burjuva, aynı zamanda duygusal ve metafiziktir. Girdiği ilişkilerde hızlı yer edinir, ama tatmin olmayarak mesafe oluşturması da hızlı olur. Üretken değildir, dolayısıyla var olanı, hatta potansiyel olanı tüketir. Kişilerle de zeminlerle de bütün halinde
değil bir niteliği sebebiyle yakınlaşır, dolayısıyla uzaklaşması da bütünü tanıyarak değil kişiselleşmiş veya spekülatif nedenlere dayanır. Aynı zamanda benmerkezci olan küçük burjuvanın bulunduğu ortamlara kendini dayatma özelliğini, sadece bir konuya çalışmış öğrencinin sınavlarda hep o konunun çıkmasını istemesi durumuna veya sadece futboldan anlayan bir kişinin ikide bir konuyu futbola getirmesine, bunun dışındaki tüm hallerde sıkılmasına benzetebiliriz. Örneğin geçmişte, küçük burjuvanın bu toplam nitelikleri bağlamında yaşanan bir davranış; ortaya çıkan bir mesafe, sorun, tartışma, vb salt “filanca şunu yaptı” sınırlılığında aktarılırsa, okuyanların meseleyi doğru anlama ihtimali kalmaz. Küçük burjuvaya dair aktardığımız özellikler, sadece yoldaşlık için değil, sevgili, arkadaşlık vb için de geçerlidir. Bir üretime değil bir çekime veya kişiyi bir bütün halinde anlatmayan şu veya bu niteliğe dayanarak başlayan ilişki, yaşamın bütünsel seyri karşısında hızla sınava girer. Ve kişilikler bütünsel yapılarıyla karşı karşıya gelir. O andan itibaren ya ortaklaşmış emekle ilişki yeniden üretilip biçimlenir ya da çatışmalarla tüketilir. Bu nedenle diyebiliriz ki tanımaya dayanmayan, anlık/daraltılmış ortamların ürünü olan ilişkiler çoğu kez yanlış başlar; tanımaya bağlı olarak da süreç içinde biçimlenir veya tükenir. Hareketin kişilerden oluştuğu, kişilerin kültür ve alışkanlıklarıyla hareketin içine geldiği, eğitim sürecinin
Devrimci zeminde geçmişten bugüne en çok rastlanan tartışmalardan biri de örgüt içi demokrasi bağlamında özgürlük-merkeziyetçilik ikilemidir. Sistem tarafından da “sizi birer robota çeviriyorlar, örgüte giren bir daha çıkamaz,” yakıştırmalarıyla kamçılanan bu yaklaşımın, eğitimin doğru yapıldığı ve kavrayışın geliştiği yerlerde bırakalım etkili olmasını, ciddiye bile alınma olasılığı yoktur. Bilgi, tecrübe ve birikimin örgütsel ilişkiler içinde yukarıdan aşağıya aktarılması, bürokratikliğin değil, tersine değerleri güvenceye almanın ifadesidir.
47
DEVRİMCİ HAREKET
Tarihle Söyleşiler
Bilinir ki bir şeyin aslını yapamayanlar, biçimsel benzerliklerle yetinir, taklide yönelir. Bu, illegalite dahil örgütsel işleyiş için de, mücadele araç ve yöntemlerindeki seçim için de geçerlidir. Devrimci ilişkiler sevgi ve güven üzerine bina edilmelidir. Kimi önlemlerin alınması, güvensizlik değil değerlerin gözetilmesi olarak görülmeli ve en büyük güvencenin devrimciliğin/yoldaşlığın içselleştirilmesi olduğu unutulmamalıdır. sonuna dek devam edeceği; kişinin de olguların da iyi ve kötü yanlarının olduğu, bunun diyalektik bakış açısıyla ele alınması gerektiği, yöntemsel olarak ilk anlatılanlar/öğretilenler arasında yer alır. Ancak, bir şeyi bilmek ile uygulamak arasındaki açının kapanması zaman alır. Bu, kişinin bizzat kendine uygulaması gereken bir disiplini gerektirir. Yoksa salt yoldaşlarının telkini, onlarca yıl içinde oluşmuş alışkanlıkları terk etmesi için yeterli olmaz. Gerçekte dar pratikçilik de küçük burjuva niteliklerin devrimci zemindeki yansımalarındandır. Kişi, hareketin ve mücadelenin ihtiyaçlarına göre değil kendi beklentileri, eğilim ve alışkanlıklarına göre hareket eder, görevleri iyi ve kötü diye tasnif eder. Kişiselleşen bakış açısıyla, yoldaşlardan yoldaş beğenir ve ilişkileri giderek kişiselleşir, daralır. Yani dar pratikçilik, sanıldığının aksine, mücadeleyi bir eylem çeşidinden ibaret görmekle sınırlı olmayan, daha yaygın biçimlere sahip bir duruş ve kavrayış biçimidir; kadro nitelikleri de taşısa, bireyin hareketle bütünleşmesini güçleştirir. Devrimciler elbette mükemmeliyetçi değildir. Hatta sürecin ilk etabında bir “çocukluk” evresi geçirilebileceğini, kimi dönemlerde devrimciliğin karikatürünün de söz konusu olabileceğini bilir. Bu nedenle, toplumdaki/kişilerdeki embriyon halinde olan sol eğilimleri, toplumsallaşma dinamiklerini önemser. Bu niteliklerinin yanında devrimciler, pervane gibi ışığa koşmaz; popülistçe değil seçici ve planlı davranır. Örneğin Gezi’de öne çıkan küçük burjuva nitelikli kimi kişileri, Çarşı veya LGBTİ gibi grupları, ilkesizce davra-
narak her şeyin önüne çıkarmaz. Söz konusu grupların yok sayılmasını veya değersizleştirilmesini biz de doğru bulmuyoruz. Ancak taşlar, ikincil öneme sahip bu kesimlere göre değil, temel önemdeki olgulara göre düzenlenmeli ve ölçüsüz/pragmatist kabul yerine gerektiğinde eleştirilmelidir. (Örneğin, “Sen yoksan çok eksiğiz” sloganıyla 22’ncisi düzenlenen “İstanbul LGBTİ Onur Haftası” yürüyüşüne Sosyalist Eşcinsel Biseksüel Trans Hareketi’nin “Biz yokuz siz eksik kalın” diyerek katılmaması ve “Eşcinsel ve transların sokağa kitlesel olarak çıkabildiği yegane gün olan Onur Günü’nün içi boşaltılıyor; küfür savurmak slogandan sayılıyor; kakafoniyle tepki gösteriliyor; fuhuş meşrulaştırılıyor; danslı, kostümlü şovlar normların yıkılması kabul ediliyor; yürüyüş katılımının artması başlı başına bir hedef haline geliyor.” biçimindeki eleştirisi, işaret etmeye çalıştığımız ölçüsüzlüğe dikkat çekme bağlamında önemlidir; yaklaşımımızı doğrulamaktadır.) Devrimci kadrolar, planlı programlı hareket eder; günü birlik parıltılara göre değil temel önemde olana göre görev ve yön tayini yapar; seçicidir. Bu nitelik, devrimciliğin kimlik gereği olarak yaşamın tüm kesitlerine taşınabilmelidir. Tutarlılık ve kalite, devrimcinin kimliğinde iç içe geçer. Hiçbir şey yapay ve-
ya zorlama olanıyla ikame edilmez. Böyle bir nitelik yakalanabildiği oranda, başarı ve mutluluk için kural dışı yöntemlere ihtiyaç kalmaz. Devrimcilik yaşamın bütününe içirileceği için, direnme ve mücadele anları, “özel anlar” olmaktan çıkacak; aynı durum, üretilecek güzellikler, başarı ve mutluluk için de geçerli olacaktır. Bu kimliğin, sisteme öykünmeye ihtiyacı yoktur; çünkü hem sistem, nitelikleriyle beraber tanınmış, hem de çözümün nerede aranması gerektiği kavranmıştır. Dikkat edilirse, bu değerlendirmede kitaptaki tek tek olaylara/kişilere değinmek yerine, bir bakış açısı sunmakla yetindik. Çünkü kitabın eksik ve yanlışları, “hayır o şöyle değil böyle olmuştu” denilerek aşılacak türden değil. Bütünüyle bir yöntem sorunuyla karşı karşıya olunduğu için, sorunun yöntemsel boyutuna ve panzehirinin ne olması gerektiğine dikkat çekmeyi tercih ettik. 1980’nin üzerinden 34 yıl geçtikten sonra yapılmış olan “söyleşiler”in içerdiği öznelliğe ve tarihin neden böyle yazılamayacağına, yukarıda aktardığımız bu toplu bakış ve hatırlatmalar ışığında, bir kez daha kafa yoralım. Bu kitabın, merak giderme ve düne dair magazin açlığını doyurma beklentilerini karşılamak yerine, başka hangi ölçülerle ve nasıl yazılması gerektiği üzerinde duralım. Örgütlü bir bilinçle ve buna denk kaygılarla yaklaşılması halinde, bu tür bir söyleşide soruların da cevapların da “şurada şu oldu, filanca şöyle dedi.”den öte bir tarz gerektirdiği ve anlatılacak olgunun mutlaka yaşandığı tarihsel kesit içine oturtularak aktarılması gerektiği görülecektir. 1 Temmuz 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Örgütlü bir bilinçle ve buna denk kaygılarla yaklaşılması halinde, bu tür bir söyleşide soruların da cevapların da “şurada şu oldu, filanca şöyle dedi.”den öte bir tarz gerektirdiği ve anlatılacak olgunun mutlaka yaşandığı tarihsel kesit içine oturtularak aktarılması gerektiği görülecektir.
48
Cumhurbaşkanlığı Seçiminde Devrimci Tavır Ne Olmalıdır? Bulutların hoşgörüsüne sığınmaktansa, ıslanarak yaşamayı seçenler; er ya da geç, kızıl bir güneşin eşliğinde, bronz bir yolculuğa çıkacaktır...
I- ERDOĞAN’A MAHKÛM, EKMELEDDİN’E MECBUR DEĞİLİZ “Ekmeleddin İhsanoğlu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayı değil. CHP’nin, Türkiye’nin yüzde 55’inden oy alabileceği beklentisi, planlaması ve umuduyla aday olarak önerdiği bir kişi. Cumhuriyet Halk Partisi olarak Türkiye’nin hem iç hem dış politikada daha tatsız bir sürece sürükleneceğini düşünüyoruz. Zaten biliyorsunuz Musul’la ilgili yayın yasağı geldi. Orada olanları Türk halkının bilmesi istenmiyor. Neredeyse Türkiye’deki pek çok olayla ilgili de benzer bir tablo yaşanacak. O nedenle biz bu tablo karşısında 76 milyon insana hitap edebilecek bir yanıyla Nazım Hikmet’i Arapçaya çevirmiş bir yanıyla İslam Konferansı Örgütünde İslam ülkeleriyle hemhal olmuş, bir yanıyla batı ile ilişkilerini çok iyi kurmuş, bir yanıyla Suudi Arabistan’la ilişkilerini kurmuş, bir yanıyla da Bülent Ecevit’ten devlet nişanı almış bir kişiyi Türkiye’yi temsil edebilen bir kişi olur beklentisi içindeyiz.” (Mustafa Balbay) Balbay’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığını gerekçelerken söyledikleri, bir çeşit itiraf niteliği taşıyor. Israrla CHP’yi sol veya sistemden ayrı bir yapılanma olarak görmek isteyenlere bir ders niteliğindedir Balbay’ın açıklamaları. Özetle, ABD’nin Ortadoğu bocalamaları çerçevesinde son dönemlerde dillendirmeye başladığı geniş çaplı uzlaşma projelerinden vazife çıkarıldığı görülüyor. Balbay’ın yaptığı açıklama içinde kullandığı, “en geniş uzlaşma” ifadesini, emperyalizmin en geniş çıkarı; kimilerinin kullandığı “bir daha darbe
olmaması için” ifadesini de sermaye güçlerinin taleplerinin bir daha darbeye ihtiyaç duymayacak denli karşılanması olarak okumak gerekiyor. Bu duruşun/tercihin basit bir oy aritmetiğinden ibaret olmadığını, Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisiyle de, Cemaat-AKP gerilmesiyle de, Türkiyeli sermayenin bir kesiminin beklentisiyle de ilintisi olduğunu söylemek mümkün. CHP’nin yaptığının bir diğer anlamı, AKP karşıtlığı temelinde biriken ve giderek sistem karşıtlığına dönüşme potansiyeli taşıyan öfkeyi, emperyalizme yedekleyerek sistemin potasına akıtmaktır. Egemenler, sistem içindeki seçenekler arasında bile renk farkı istemiyor… Bir yanda, emperyalizmin özel yetkili partisi olarak 12 yıldır ülkede ve bölgede görev yapan AKP’nin tüm zamanlarının Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, diğer yanda Kemal Derviş’in ifadesiyle, “Küresel değerlere bağlı” Ekmeleddin İhsanoğlu… Bir kez daha burjuva seçim ve temsil sisteminin antidemokratik niteliği ile karşı karşıyayız. Aday gösterebilmek için yüzde 10 oy barajının veya 20 milletvekiline sahip olmanın zorunlu olması, seçim olgusuna içerilmiş olan eşitsizliği daha da derinleştiriyor. Bu tablo, egemen sınıfların nasıl bir sistem tesis ettiklerinin, muhalefet olarak halkın karşısına çıkarılan kesimin bir stepne olmaktan öte bir anlam ifade etmediğinin, göstergesidir. Bu sistemde siyaset/yönetim olgusu, egemen sınıfların ihtiyaç duyduğu çerçevede, bu iş için uzmanlaşmış kadrolar tarafından yürütülür. Halk, bu kurumun öznelerinden değil nesnelerindendir; ka-
49
rar veren değil biat edendir; o yönetmez, sadece yönetilir… Bugüne dek başbakan veya cumhurbaşkanı seçilenleri anımsayalım. Hiçbiri halkın içinden gelmiş veya halkın temsilcisi değildir. Ehven-i şer, yedeklenmenin bir başka biçimidir; seçeneksizliktir… Çeşitli zeminlerde yaratılan “yetmez ama evet” eğilimi, “ehven-i şer”in bir başka ifadesidir; seçim parodisine halkı yedeklemek için uydurulmuş zorlama bir duruştur. Benzer şekilde, başka bir bağlam içinde de olsa devreye sokulan “akil insanlar” formülü, halkın aklını devre dışı bırakmanın bir başka versiyonudur. Gerçekte halk, egemen sınıfların müdahalesini bertaraf edebildiği yerlerde kendi doğal önderleriyle beraber üretimi de tüketimi de yönetmeyi de çok daha iyi, insana yakışır biçimde örgütlediğini, “ehven-i şer”e ihtiyacı olmadığını çeşitli biçimlerde kanıtlamıştır. Gelişmeler bir kez daha göstermektedir ki, burjuva partileri arasındaki fark, sistemin bekası söz konusu olduğunda yok olur ve aralarında ciddi çelişmeler varmış gibi görünenler (CHP, MHP, BBP, DP vb) uzlaşır. Bu tablo, aynı zamanda inanç sorunundan etnik sorunlara, azınlık meselelerinden ezilen cins meselesine kadar sistemin sebep olduğu hiçbir sorunun, kimlik bağlamında, kendi içine kapanarak çözülemeyeceğini; alternatif tek zeminin sınıf kardeşliği olduğunu bir kez daha gösteriyor. Diğer bir ifadeyle sistemin, sınıfsal bilincin bulandığı zeminlerde sonuç alma, başarılı olma olasılığı bizden(devrimcilerden) daha yüksektir; dolayısıyla o zeminler bir çeşit tuzaktır.
DEVRİMCİ HAREKET
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Dosyası
Bir kez daha görülüyor ki, Roboski’den Soma’ya, Gezi’den Lice’ye kadar pek çok meseleyle ilgili hesap sorma ihtiyacı, seçimden öte bir ufku gerektiriyor. Gündem doğru okunduğunda ve egemenlerce oluşturulan “ya kırk katır ya kırk satır” ikilemi reddedildiğinde, görülecektir ki devrimciler/halk hiçbir koşulda alternatifsiz değildir. Bunun ilk adımı, “biz bu demokrasicilik oyununda yokuz” diyerek tavır koymak olmalı; devamında da vakit kaybetmeden en geniş zeminde ezilenlerin güç ve eylem birliğini oluşturmak üzere sorumluluk üstlenilmelidir. Faşizmin/diktatörlüğün sebebi emperyalizmdir… Evet, Tayyip Erdoğan bir diktatördür; onu var edip büyüten emperyalizmdir; dolayısıyla Ortadoğu’da emperyalizmle “hemhal” olmuş biri, onun alternatifi olamaz. Diğer bir ifadeyle, hiçbir diktatörün alternatifi, ona bu niteliği sürdürmesine imkan tanıyan sistemin devamını sağlayacak kişi veya araçlar değildir. Bu konuda, Bush’a alternatif olarak Obama’nın nasıl, hangi söylemler/vaatler eşliğinde hazırlanıp iktidara taşındığının anımsanmasında yarar vardır. Solun tarihsel anlamı, kırıntıların peşinde koşup umudu tüketmek değil, alternatif dünyalar oluşturmaktır. Bunun yolu, tüm kötülüklerin kaynağı olan sistemle uzlaşma değil hesaplaşmadır; rıza değil itirazdır; ölüm ile sıtma arasında tercihte bulunmak değil, irili ufaklı devrimler gerektiren stratejik ufukta ısrardır. Tayyip Erdoğan’ın karşısına Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çıkarılması, alternatifin burjuva siyaset zemininde aranmaması gerektiğine dair öğretici bir gelişmedir. Bu kez her şey böyle çıplak biçimde ortaya çıkmışken, seçim ve alternatif olgusuna sistem dışı bakmaktan ne anlaşılması gerektiği kavranabilirse, cumhurbaşkanlığı seçiminin en azından bu açıdan yararı olacaktır.
hayal kırıklığı gözlendi. Tayyip Erdoğan gibi elbette Ekmeleddin de değerlendirme konusu yapılmalıdır. Ancak, bu değerlendirme, o alandan umut beklenerek değil alternatifin nerede nasıl aranması gerektiğini ortaya koyan bir içerikte olmalıdır. Emperyalizmin kadim dostu, bölgede yıpranmamış, tanınan-bilinen Ekmeleddin, belki seçilmeyecek ve emperyalizmin bölgede giderek büyüyen dertlerine merhem olmayacak; ama seçilip seçilemeyecek olmasından çok, kimlerin ondan ne beklediği ile ilintili olarak değerlendirilmelidir. Bu, emperyalizmin tercih ve yönelimlerini, bağımlı ülke siyasetinin nasıl biçimlendiğini anlamak açısından somut bir göstergedir; bir turnusoldur.
büyütülmemesi gerektiği ve emperyalizmin Erdoğan’la da yola devam edebileceği gerçekliği ile beraber yapılmalıdır. Hatta Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ortaya çıkan bu tablo, egemen sınıfların gözünü ne denli kararttığının, düzen içi muhalefet çerçevesinde bile farklı seslere tahammülünün kalmadığının göstergesi olarak da okunmalıdır. Asimilasyon ve ehlileştirme, yeni sömürgeciliğin güncellenmiş ifadesidir… Egemen sınıflar uzun süredir tüm muhalif dinamikleri asimile ederek aynı renge boyamanın, ehlileştirerek sisteme katmanın çabası içerisinde. Bu konuda mesafe almadığı da söylenemez. Aynı yön ve içerikteki çaba, cumhurbaşkanlığı seçimi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın devam edecektir. Bu tablonun gerek bütünlüklü görülüp doğru okunması ve alternatifin doğru yerde aranması için, gerekse mücadele araç ve yöntemlerinin tayininde isabet için, perspektifi daraltmayan, cumhurbaşkanlığı seçiminin öncesini de sonrasını da gören bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi sınıflar mücadelesi bütünlüklüdür; kendine ait ilkeleri/ yasaları vardır. Bu yasalar, eğilip bükülmeyi değil, yeniden üretim eşliğinde uygulamada yaratıcılığı gerektirir. Sistemle sorunu olan, kendini farklı biçimlerde ifade etmek isteyen kesimleri, büyük oranda kapsayarak temsil eden bir adayın olmadığı bu koşullarda, Erdoğan’a mahkum ve Ekmeleddin’e mecbur olmadığımızı göstermek için, “bu seçim parodisini reddediyoruz” deyip, bugünden tavır konmalı, çeşitli araç ve yöntemlerle hem itiraz hem de alternatif arayışı beraber seslendirilmelidir. Bu alandaki başarı, olgunun doğru kavranışıyla başlar. Cumhurbaşkanlığı seçimi elbette önemlidir; ancak bu önem, “laik-antilaik” ikilemine veya “iki aday da dinci” söylemine sıkıştırılmadan daha kapsamlı biçimde değerlendirilmeli, duruş
Katledilişinin 10. Yılında Önder Yoldaş Anıldı
II- ALTERNATİF NEREDE ve NASIL ARANMALIDIR? Ekmeleddin’in adaylığı kesinleştikten sonra, MHP ve CHP’den başka türlü bir alternatif bekleyenlerde
Ekmeleddin’in kimliği de bayrağı da siyaseti de var… Ekmeleddin şahsında yapılmak istenen, egemen ideoloji potasında tüm fark ve renklerin eritilmesi; milliyetçiliğin, gericiliğin ve taşeronluğun meşrulaştırılması ve sonuçta sınıfsal bilinç ve duruştan uzaklaştırmadır. Ekmeleddin’in seçim mitingi yapmayacak ve kampanyada parti bayrağı kullanmayacak olması, onun bir siyasal kimliğinin olmadığı anlamına gelmiyor. Seçime dönük kimi açıklamalarda rastladığımız, Ekmeleddin’in “bir yanıyla da emperyalizmin bölgesel müdahale politikaları paralelinde, Erdoğan’a alternatif olarak gündeme getirildiği” biçiminde özetlenebilecek değerlendirme doğrudur. Ancak bu değerlendirme, aradaki farkın
50
DEVRİMCİ HAREKET
buna göre tayin edilmelidir. Yerel seçimler öncesindeki yapay heyecanları, ilkesiz ve hatta tekelci saflaşmaları anımsayalım. “Sol”un belki de tarihi boyunca hiç bu denli bulanmadığını söyleyebileceğimiz bir süreç yaşandı. “Düzenin solu”nun temsilcisi olarak Kılıçdaroğlu “kurt” işareti, düzenin en sağının/ırkçılığının temsilcisi Bahçeli “zafer” işaret yaptı. Bu aynılaştırma ve ehlileştirme sürecinden “sistem dışı” olduğunu söyleyen sol da nasibini aldı. Sınırlı sayıdaki bileşenlerle oluşturulan güç birliklerinin adayına “solun adayı” denmesinden, bir yerde birlik yapanların bir başka yerde birbirinin çalışmasını engellemesine kadar, çeşitli biçimlerde dışa vuran olgu, bir yanıyla seçim çalışması bağlamında sisteme öykünüldüğünü, diğer yanıyla geleneksel değerlerin (devrimcilerin ortak değerlerinin) yeniden üretilmesi yerine aşınarak tüketilmekte olduğunu ortaya koydu. Devrimci zeminde de bir güncelleme ve yeniden üretim ihtiyaç haline gelmiştir… Süreç bir kez daha genelde Türkiye solunu, özelde devrimci yapıları sınava sokuyor; sınıflar mücadelesi, doğru yerde saflaşmaya ve doğru tavır almaya çağırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimini önceleyen ve seçimden sonra devam edecek olan bu süreçte cephe de, birlik de, ittifak da yapılabilir. Önemli olan, ortaklaşmaların dilinden ruhuna, ilkesinden işleyiş ve amacına kadar doğru tanımlanması; mülkiyet ilişkilerini, rekabet ve yarışı an’da yeniden üretmek üzere değil, güç-imkan ve değerleri büyütmek üzere gerçekleştirilebilmesidir. Böyle bir niyet, duruş ve perspektifle yaklaşılmadığı sürece, ortaya nelerin çıktığını, alternatif cumhurbaşkanı adayı belirlemek için atılan sınırlı adımlarda da, “Birleşik sol muhalefet” olarak isimlendirilen pratiklerde de gördük. Halbuki Gezi’nin 2013 Haziran’ında ve Berkin’in giderken ortaya koyduğu resim, ne yapılması gerektiğine; kimlerle, nerede, nasıl birlikler oluşturulabileceğine dair yeterince öğreticiydi.
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Dosyası
On binlerle başlayıp yüz binlere sonra da milyonlara ulaşan o ortaklaşmalar, yalnızca bir sinerjiyi değil, ülkemize özgü devrim programının ittifak haritasını ortaya koyuyordu. İncelendiğinde görülecektir ki, o kapsayıcılığın gereğine çeşitli biçimlerde direnen yapıların pek çoğunun devrim programında, benzer bir kapsayıcılığa işaret ediliyor. Bu çelişkinin aşılmasının sorumluluğu, öncelikle devrimci yapıların omuzlarındadır. Dikkatle bakıldığında görülecektir ki, günü kurtaran pragmatik tercihler, öznellikle malul (devrimcilerden devrimci beğenerek yapılan) sınırlı sayıdaki ortaklaşmalar, gerçekte mücadeleye yarardan çok zarar vermekte, sonuç almak için zorunlu olan programatik buluşmaları geciktirmektedir. Örneğin ÖDP’nin,“HDP halkın seçeneksizliğe mahkum edilmeye çalıştığı bu ortam içerisinde adaylık sürecini gerçek anlamda bir ortak adaylık süreci olarak geliştirmeyi tercih etmemiştir. Yapılması gereken toplumsal muhalefetin tüm kesimlerini, sosyal demokratlardan Alevilere uzanan tüm dinamiklerin ortak inisiyatifi ile AKP düzenine karşı yeni bir Türkiye programı etrafında bir ortak adaylık sürecinin geliştirilmesiydi. (…) ÖDP, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Erdoğan ve AKP’ye karşı mücadelesini parçası olduğu birleşik muhalefet hareketini tüm toplumsal muhalefet kesimleri ile birlikte geliştirme doğrultusunda sürdürecektir.” (abç) biçiminde açıklamalar yapması, gerek ortak aday meselesinde gerekse birleşik sol muhalefet oluş-
turma sürecinde, ÖDP’nin bizzat kendisinin pek çok kesimi dışarıda tutan daraltıcı bir seçicilikle hareket etmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Egemen sınıflar bir kez daha, sınırlarını kendilerinin çizdiği bir alanda, eşitsiz bir yarış zemini oluşturarak, hem demokrasicilik oyunu oynuyor, hem de sistemi güçlendirme adımlarına halkı yedekleyerek elini güçlendirmeyi amaçlıyor. Evet, T. Erdoğan kimliğinde emperyalizmin de faşizmin de niteliklerini taşıyan bir diktatördür; bırakalım cumhurbaşkanlığını, halk mahkemelerinde yargılanmayı hak ediyor. Ancak bu gerçekliğin açığa çıkarılmasının da, gereğinin yerine getirilmesinin de yolu, seçim potasına onunla girip, halka başka seçeneğin olmadığı çaresizliğini yaşatmak değildir. Bir kez daha görülüyor ki, Roboski’den Soma’ya, Gezi’den Lice’ye kadar pek çok meseleyle ilgili hesap sorma ihtiyacı, seçimden öte bir ufku gerektiriyor. Gündem doğru okunduğunda ve egemenlerce oluşturulan “ya kırk katır ya kırk satır” ikilemi reddedildiğinde, görülecektir ki devrimciler/halk hiçbir koşulda alternatifsiz değildir. Bunun ilk adımı, “biz bu demokrasicilik oyununda yokuz” diyerek tavır koymak olmalı; devamında da vakit kaybetmeden en geniş zeminde ezilenlerin güç ve eylem birliğini oluşturmak üzere sorumluluk üstlenilmelidir. 13 Temmuz 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Çeşitli zeminlerde yaratılan “yetmez ama evet” eğilimi, “ehven-i şer”in bir başka ifadesidir; seçim parodisine halkı yedeklemek için uydurulmuş zorlama bir duruştur. Benzer şekilde, başka bir bağlam içinde de olsa devreye sokulan “akil insanlar” formülü, halkın aklını devre dışı bırakmanın bir başka versiyonudur. Gerçekte halk, egemen sınıfların müdahalesini bertaraf edebildiği yerlerde kendi doğal önderleriyle beraber üretimi de tüketimi de yönetmeyi de çok daha iyi, insana yakışır biçimde örgütlediğini, “ehven-i şer”e ihtiyacı olmadığını çeşitli biçimlerde kanıtlamıştır.
51
DEVRİMCİ HAREKET
Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Ardından Bulutların hoşgörüsüne sığınmaktansa, ıslanarak yaşamayı seçenler; er ya da geç, kızıl bir güneşin eşliğinde, bronz bir yolculuğa çıkacaktır...
S
eçim sonrasında değerlendirmeler, genellikle seçim öncesinde söylenenlerle ve oluşturulan beklentilerle ilişkilendirilerek yapılır. Öncelikle sonuçlarda bir sürprizin olup olmadığına bakılır. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir özelliği de başından beri sonuçların büyük oranda biliniyor olmasıydı. Daha önceki seçimlerde de olduğu gibi Erdoğan/AKP, devlet imkanlarını, medya tekelini ve 12 yıllık iktidarı döneminde biriken tüm avantajlarını kullandı ve beklenen sonuç ortaya çıktı. Gerçi mevcut sonuç kendi içinde çeşitli oy kaymalarını da barındırıyor. Örneğin, MHP’nin oy oranının yüksek olduğu Osmaniye, Adana gibi yerlerde oylarda Erdoğan tercihine doğru bir kayma gözlendi. Oy oranları üzerinde etkili olan olgulardan biri de seçime katılımdaki düşmedir. Bu bağlamda, il il ince bir hesap yapmak yerine mevcut resmin ne anlattığını okumak daha anlamlı olacaktır. Çıkarlarıyla ve ideolojik-kültürel motifleriyle ortak hareket eden bir taban… AKP oyları içerisinde bizzat Erdoğan’ın kendi oyları olsa da toplamda 12 yıllık AKP iktidarı döne-
minde, daha önce de belirttiğimiz gibi çıkarlarıyla (mevcut yağma ve talan ekonomisinden nemalanan) ve düşünsel yapısıyla ortak hareket eden örgütlü bir taban oluşmuştur. Bu, elbette bir daha çözülmeyecek, başka zemine kaymayacak bir taban değil; ama bugün için faşizmin kitle tabanını oluşturması bağlamında, egemen sınıfların ihtiyaç duyduğu rejimin tesisi ve devamı için önemli bir olgudur. Sandığa gitmeyen seçmen sayısındaki artışa rağmen, Erdoğan’ın 30 Mart seçimlerindeki 20 milyon küsur oyu alması; oy sayısındaki düşmenin, boykotun vb AKP dışındaki düzen partileri için geçerli olduğunu gösteriyor. Bunun böyle devam edip etmeyeceği, başında Erdoğan’ın olmadığı bir AKP’de tabanın aynı bütünlükte hareket edip etmeyeceği, süreç içerisindeki çeşitli olgulara bağlı olacaktır. Ekmeleddin potasında aynılaştırılmak/ehlileştirilmek istenen seçmenin tavrı… Burjuva siyasetin en bildik niteliklerinden biri de seçmenin, iradeli bir özne değil işaret edilen her yöne razı edilebilecek iradesiz bir nesne olarak görülmesidir. İçine CHP’yi de alan merkez sağ bir blok oluşturup,
AKP oyları içerisinde bizzat Erdoğan’ın kendi oyları olsa da toplamda 12 yıllık AKP iktidarı döneminde, daha önce de belirttiğimiz gibi çıkarlarıyla (mevcut yağma ve talan ekonomisinden nemalanan) ve düşünsel yapısıyla ortak hareket eden örgütlü bir taban oluşmuştur. Bu, elbette bir daha çözülmeyecek, başka zemine kaymayacak bir taban değil; ama bugün için faşizmin kitle tabanını oluşturması bağlamında, egemen sınıfların ihtiyaç duyduğu rejimin tesisi ve devamı için önemli bir olgudur.
52
bırakalım tabanı, Muharrem İnce gibi parti kurmaylarını bile şaşırtacak bir adayı adeta şapkadan çıkarıp seçmenin önüne koymak, burjuva siyasetin kurallarına ve bu kapsamdaki temsil olgusuna dair önemli veriler sunan bir deneyim olarak tarihteki yerini almıştır. Ekmeleddin adaylığında yaşanan olgu, daha önce “boş bir sandalye de koysam seçtiririm” diyen mantığın bir başka ifadesi olmasının yanında, aynı zamanda alt etmeyi düşündüğü rakibine öykünmesi, onunla aynı yöntemleri kullanması bağlamında sorunludur. Nitekim 13 partinin bir araya gelerek oluşturduğu blok, bırakalım bu partilerin aritmetik toplamını sandıkta bir araya getirmeyi, oy kaymalarına, ayrışmalara ve tabanlarında çeşitli biçimlerde tavır alışa sebep olmuştur. MHP seçmeninden AKP’ye doğru kayma olduğunu gösteren gelişmelerin yanında, CHP tabanında seçim sonrasına da yansıyacak tepkilerin oluşması sürpriz olmayacaktır. Sisteme alternatif zemin, yüzde 10’un ötesinde bir potansiyeldir… Selahattin Demirtaş’ın adaylığı üzerinden öne çıkarılan öncelikli hedef, barajla da ilintili olarak, yüzde 10 oy oranına ulaşabilmekti. Kürt nüfusun yoğunluğu, Türkiye içindeki yaygınlığı ve devrimci demokrat güçlerin azımsanmayacak potansiyeli düşünüldüğünde çok da uzak olmayan bu amaca, bugüne dek çeşitli nedenlerle ulaşılamamıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde de ortak aday konusundaki çabalar çok sınırlı kalmış ve sonuçta Demirtaş, HDP’nin iradesi/programı dahilinde aday olmuştur. Ancak
adaylığın kararlaştırılma sürecindeki (masadaki) bu sınırlılığa rağmen, Demirtaş’ın seçim çalışması boyunca Türkiye devrimci demokratik hareketinin adayıymış gibi, bu bilinç ve söylemle hareket etmesi, deyim yerindeyse masada eksik bıraktığını sahada tamamlaması, hem başarı oranını artırmış hem de seçim sonrası için daha kapsamlı ve programlı ortaklaşmalar yönünde umut oluşturmuştur. Mevcut gelişmeler, Selahattin Demirtaş’ın; sol kesimlerin yanında, CHP tabanından da, bugüne dek Kürt sorununu çözeceği beklentisiyle AKP’ye inanmış ve ona yedeklenmiş Kürtlerden de oy aldığını gösteriyor. Bu potansiyelin, fiili ve eksikli de olsa ortak zeminde buluşması, neyin nasıl yapılması gerektiği bağlamında bir işaret olarak algılanmalıdır. Süreçte hesaba katılması gereken olgulardan biri de boykot oylarıdır. Bugüne dek, muhalif zeminde bile, “kullanılmayan oy boşa gider” kanaatinin yaygın olması sebebiyle, çeşitli nedenlerle ihtiyaç olduğunda dahi seçmeni sandığa gitmemeye ikna etmek zor oluyordu. Bu kez, blok halinde ve örgütlü bir tavır biçiminde olmasa da sandığa gitmeyen seçmen oranında ciddi bir artış oldu. Bu kesim, yapılacak alternatif çalışmalarda dikkate alınması gereken bir potansiyel olarak görülmelidir.
SÜREÇTE MUHTEMEL GELİŞMELER AKP, Erdoğan’ın adaylığı üzerinden bir kez daha seçim/başarı kazanmış görünse de, 10 Ağustos’ta sandığa yansıyan olgular bütün içinde incelendiğinde görülecektir ki AKP, kendi tabanında önemli bir rahatsızlık, boykot vb olmadığı, tersine başka partilerden ona doğru kaymalar yaşandığı halde o bilinen 20 milyon civarındaki rakamda kalmıştır. Bu, söz konusu rakamın AKP için mümkün olan en yüksek sınır olduğunu, o sınıra gelindiğini gösteriyor. Bundan sonraki süreçte, partinin Erdoğan’sız kalmasından veya Cemaat sorunundan öte, artık ötelenemeyecek noktaya gelen ekonomik ne-
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Dosyası
Süreçte hesaba katılması gereken olgulardan biri de boykot oylarıdır. Bugüne dek, muhalif zeminde bile, “kullanılmayan oy boşa gider” kanaatinin yaygın olması sebebiyle, çeşitli nedenlerle ihtiyaç olduğunda dahi seçmeni sandığa gitmemeye ikna etmek zor oluyordu. Bu kez, blok halinde ve örgütlü bir tavır biçiminde olmasa da sandığa gitmeyen seçmen oranında ciddi bir artış oldu. Bu kesim, yapılacak alternatif çalışmalarda dikkate alınması gereken bir potansiyel olarak görülmelidir. Süreçte hesaba katılması gereken olgulardan biri de boykot oylarıdır. Bugüne dek, muhalif zeminde bile, “kullanılmayan oy boşa gider” kanaatinin yaygın olması sebebiyle, çeşitli nedenlerle ihtiyaç olduğunda dahi seçmeni sandığa gitmemeye ikna etmek zor oluyordu. Bu kez, blok halinde ve örgütlü bir tavır biçiminde olmasa da sandığa gitmeyen seçmen oranında ciddi bir artış oldu. Bu kesim, yapılacak alternatif çalışmalarda dikkate alınması gereken bir potansiyel olarak görülmelidir. denlerle (Avrupa’da ve Ortadoğu’da ihracat kapılarının giderek kapanmasıyla) ve bölgedeki Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren sorunlar sebebiyle (IŞİD, Kürt sorunu vb) AKP’nin giderek bir gerileme, yıpranma sürecine girmesi beklenmelidir. AKP, bugüne dek çeşitli manevralarla, gerek ekonominin gerekse bölgede uyguladığı yanlış politikaların sonuçlarıyla yüzleşmekten kaçınabildi. Ancak iki ticaret kapısının da (Avrupa ve Ortadoğu) büyük oranda kapandığı, IŞİD’in sadece konsolosluk çalışanlarını değil Türkiye dış politikasını rehin aldığı, Atatürk barajı için Türkiye’yi kastederek “onlar barajı açmazlarsa, biz onu İstanbul’dan açarız” diye tehdit edebilecek noktaya geldiği koşullarda artık AKP’nin gerçeklikten kaçınma, manipülasyon ve manevralarla süreci idare etme şansı kalmamıştır. Irak’ta, Suriye’de, Türkiye ve Kürdistan’da kendisinin de bizzat müsebbibi olduğu sorunlarla yüzleşecektir. Ancak, bilindiği gibi hiçbir iktidar, yalnızca iç çelişmeleriyle veya kimi dışsal faktörlerin basıncıyla kendiliğinden çökmez. Daha önce de söylediğimiz gibi örneğin ABD ile AKP
53
arasındaki soğukluk, alternatif oluşturamayınca ilişkiyi kaldığı yerden devam ettirmekten öte bir sonuç doğurmaz. Nitekim seçimden hemen sonra basına, “Washington’dan ilk mesaj geldi, ‘Erdoğan ile çalışmak için sabırsızlanıyoruz’ denildi. Erdoğan ile Obama arasında iki ayda tam üç görüşme yapılacağı öğrenildi,” biçiminde haberler düşmeye başladı. Tam da bu koşullarda, AKP’nin bu denli sıkıştığı bir konjonktürde, devrimci demokrat güçlerin ne yapması gerektiği (tartışma ve hazırlık dahil), bu konuda atacağı adımlar büyük önem taşımaktadır. Hiçbir öznenin kendini dayatmadığı, sürecin ruhuna uygun bir ortaklaşma, devrimci demokratik güçler için acil bir ihtiyaçtır… Devrimci sorumluluk, dost güçlerle ortak hareket söz konusu olduğunda, farkları değil ortaklaşabilme potansiyelini öne çıkarmayı; yanlış veya eksik bağlamında geçmişte yaşananları, bir engel değil tekrarını önleyen bir deneyim olarak görmeyi gerektirir. Seçimin ortaya koyduğu, bir pratiğin öğrettikleri bağlamında da olsa, ortaya çıkan bir potan-
DEVRİMCİ HAREKET
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Dosyası
Demirtaş’ın almış olduğu başarı, beraberinde bir güven duygusu da getirecektir. Buna bağlı olarak, Kürt hareketinin Türkiye devrimci demokratik hareketiyle kapsamlı ve programlı biçimde ortaklaşmasının kendi önünü de açabileceği, hatta Kürt halkının sorunlarının kalıcı biçimde çözümünün de buradan geçtiği anlatılabilirse; Türkiye solunun, “Kürt sorununda çözüm süreci”nin önünde bir engel olduğu biçimindeki yanılgı/kanaat bütünüyle aşılmış olacak, daha nitelikli ortaklaşmaların önü açılacaktır. siyeli boşa harcamamak veya öznel nedenlerle heba etmemek için, her özneye düşen sorumluluklar vardır. Süreci bütünlük içinde doğru okumak, bu sorumlulukların başında gelmektedir. Başka bir yazının (uzunca bir değerlendirmenin) konusu olsa da, son zamanlarda IŞİD bağlamlı olarak Irak Kürdistanı’nda ve Rojava’da gündeme gelen sorunlar, yaşanan çatışma ve saflaşmaların açığa çıkardığı gerçekler, “çözüm süreci” dahil, Türkiyeli devrimci demokrat güçlerin, acilen yeni bir değerlendirme ve ortaklaşma süreci yaşamasını gerektiriyor. IŞİD’in, gücünü ve imkanlarını tahkim ettiği oranda hedeflerini büyütmesi, sadece Şiileri değil, Hıristiyanları, Ezidi halkı, Mahmur’u ve Rojava’yı hedefi haline getirmesi, bir süre daha ona bölgedeki çıkarları gereği desteği kesmeyecek (en azından yaptıklarına büyük oranda göz yumacak) olan ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan’dan çok bölge halklarının sorunudur. Bu halklar içerisinde de Kürtlerin özel bir yeri/konumu vardır. IŞİD, ABD’nin müdahalesiyle de beraber Erbil’e saldırmakta ısrarcı olmayacaktır. Ama nitelikleri ve stratejik hedefleri gereği (Bu konu ileride daha kapsamlı biçimde değerlendirilecektir.) ve Türkiye oligarşisinin de yönlendirmesiyle, Rojava’ya saldırılarını daha da artırması uzak bir olasılık değildir. Bölgede yaşanan pratik, sınırlardan öte bir coğrafyayı iç içe sok-
muş, süreci bütünleştirmiştir… Türkiye’de bir “çözüm süreci” içinde olduğunu iddia eden AKP iktidarının, Rojava’dan gelen yaralı PYD’lilere sınırları kapatması hatta kurşun sıkması, bunun yanında saldırgan IŞİD çetesine kucak açması, “Bu oyalama ve yanıltma süreci bu haliyle daha fazla ne kadar sürdürebilir?” sorusunu beraberinde getiriyor. Tabii ki bu sorunun yanıtı, büyük oranda sürecin muhatap öznesi PKK’nin süreci/gelişmeleri değerlendirmesinde yatıyor. Ancak, Ortadoğu’da mücadelenin kuralları, tartışmaya yer bırakmayacak bir açıklıkta işliyor. Süreç, taktik kimi manevralarla veya zamana oynayarak sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Gelişmeler doğru okunabilirse, önümüzdeki süreçte çok daha kapsamlı saldırılara maruz kalma ihtimali olan Rojava için, oraya gidip savaşmanın dışında da yapılabilecek çok şey olduğu görülür. Gelişmeler, KDP’nin işbirlik-
çi niteliğini de, 1991’den beri savaşa girmemiş peşmergelerin savaşçı kabiliyetlerindeki zaafları da ortaya çıkarmıştır. AKP, KDP’yi Türkiye Kürdistanı’nda oy deposu, Irak ve Suriye Kürdistanı’nda da her türlü alternatif yaşam belirtisini boğmak üzere işbirlikçi bir özne olarak görmektedir. Mevcut konjonktür, tüm tuzakların ve olumsuzlukların yanında, umut verici gelişmeleri de bağrında taşımaktadır. Demirtaş’ın almış olduğu başarı, beraberinde bir güven duygusu da getirecektir. Buna bağlı olarak, Kürt hareketinin Türkiye devrimci demokratik hareketiyle kapsamlı ve programlı biçimde ortaklaşmasının kendi önünü de açabileceği, hatta Kürt halkının sorunlarının kalıcı biçimde çözümünün de buradan geçtiği anlatılabilirse; Türkiye solunun, “Kürt sorununda çözüm süreci”nin önünde bir engel olduğu biçimindeki yanılgı/kanaat bütünüyle aşılmış olacak, daha nitelikli ortaklaşmaların önü açılacaktır. Savaşlar, havada değil yerde; teknolojinin gücüyle değil, haklılıkla, inanç ve kararlılıkla kazanılıyor. Suriye’de ABD’nin, Filistin’de İsrail’in yenilmesi, Rojava’da da IŞİD’in yenilebileceğini gösteriyor. Bu pratikler, Türkiye coğrafyasında mücadelenin nasıl örgütlenmesi ve kimlerle beraber yürütülmesi gerektiğini öğretiyor. 13 Ağustos 2014 DEVRİMCİ HAREKET
AKP, bugüne dek çeşitli manevralarla, gerek ekonominin gerekse bölgede uyguladığı yanlış politikaların sonuçlarıyla yüzleşmekten kaçınabildi. Ancak iki ticaret kapısının da (Avrupa ve Ortadoğu) büyük oranda kapandığı, IŞİD’in sadece konsolosluk çalışanlarını değil Türkiye dış politikasını rehin aldığı, Atatürk barajı için Türkiye’yi kastederek “onlar barajı açmazlarsa, biz onu İstanbul’dan açarız” diye tehdit edebilecek noktaya geldiği koşullarda artık AKP’nin gerçeklikten kaçınma, manipülasyon ve manevralarla süreci idare etme şansı kalmamıştır. Irak’ta, Suriye’de, Türkiye ve Kürdistan’da kendisinin de bizzat müsebbibi olduğu sorunlarla yüzleşecektir.
54
Bir Soma Yolculuğu “Bizleri Yalnız Bırakmayın’’ Ülkeyi koca bir kömür bulutu kapladı o gün. Vicdanlarımız göçük altında kaldı. Unutamadıklarımız kömür bulutunu ateşe çevirecek. İşte bu ateş yakacak acıları yüreğimize salanları, Toma’yla Soma’yı söndüreceğini sananları.
M
ayıs ayının 13. gününde tüm ülke kömür bulutunun arasında kaldı, bütün bir ülke sadece kömür kokuyordu. 13 Mayıs sabahı acılarımıza bir acı daha eklenmişti. Biraz vicdanı olan insanlar olarak acıları dindirmenin ağlayan çocukları susturmanın görevini en içten hissetmiştik. Televizyondan kucaklayamadığımız çocuklara gitme kararını almak hiçte zor olmadı Sekiz kişilik ekip için. Velhasıl, Soma’ya gidilecekti! Yolculuk gergin, heyecanlı ve buruktu elbette. Başka türlüsünü ummuyorduk ama nasıl “merhaba” diyecektik? Biz bunları düşünürken ilk kapıya gelmiştik bile. İlk kapısını çaldığımız ev eşini SOMA katliamında kaybeden Zeynep Abla’nındı; Zeynep Abla, 8 ve 10 yaşlarında iki kızı olan eşinin annesiyle yaşayan, neredeyse hiç konuşmayan, çocuklarına baktıkça endişesi gözyaşlarına yansıyan Zeynep Abla... Tek mesajı “Bizi yalnız bırakmayın.” olan Zeynep Abla. Sahi, nasıl yalnız bırakacaktık Zeynep Abla’yı! Maden işçisi Engin Abi ise yıllarca madende çalışmış ve şuan böbrek hastası. Haftada bir diyalize giriyor. Engin Abi çalışamayacak durumda, ama mecbur olduğu için kendini zorluyor. Sağlık koşullarından dolayı emekliliğini istemiş ancak olumlu yanıt alamamış. Hastaneden rapor almaya çalışıyor ama bu konularda bilgili olmadığı için ve nereye nasıl başvuracağını bilemiyor ve yardım istiyor. Bizler de oradaki arkadaşlarımıza durumu anlatıyoruz. Engin Abi’nin 3 çocuğu var. Eşi tarlada domates toplayarak evin geçimini sağlıyor. Aldığı günlük ücret 30 TL ancak 10 TL’sini yola gidiyor.
Soma Maden Katliamı’nda abisini kaybetmiş güzel gözlü Nazlıcan. Yengesi abisi öldükten sonra çocuğunu alıp gitmiş, kendisi annesi ile kalıyor. Kendisi ile sohbet ettiğimizde mavi gözlerinden akan gözyaşları ile bize şunları söyledi; ‘’ Bizim durumumuz bir çoğuna göre iyi. Asıl şuanda bu madende çalışıp da ölmeyen işçilerin durumları daha kötü. Devlet madenin kapalı olduğu sürede verdiği maaşları bu aydan itibaren vermeyecek’’ diyerek bizim çalışmamıza destek vererek yapılan ziyaretlere kendisi de katıldı. Aynur Abla, 19 yaşındaki oğlunu kaybetmiş. Oğlu Erkan, Ege Üniversitesi’ni kazanmış. Okul harçlığını çıkarmak için madende çalışıyormuş. 13 Mayıs günü, annesi hasta olduğu için oğlunun çalışmaya gitmemesini söylemiş ancak kendisi ‘’ Eğer ben gitmezsem benim işimi diğer çalışanlara yükleyecekler insanlar çok zor koşullarda çalışıyor birde kendi yükümü o insanlara taşıtamam ‘’ diyerek evden çıktı ve geri gelemedi. Aynur Abla, işverenlerin ve Hükümete yakın insanların evlerine zarf dolu para ile gelerek ‘’ Allahın takdiri, Kader sakın ola isyan etmeyin, hükümete karşı gelmeyin zaten zor durumdasınız yoksa devlet bu yardımları da size yapmaz. Sahip çıkanınız yok bakın hükümetimiz sizlere sahip çıkıyor diyerek’’ AKP propagandası yapıp insanları korkutarak haklı davalarından vaz geçirtmeye çalışıyorlar, kısmen de başarılı oluyorlar diye oradaki koşullarını ve yapılan baskıları bizlere anlattı. Bir de sosyal paylaşım sitelerinde çok dolaşan Manisa’da AKP’ye çıkan oy oranından dolayı SOMA halkını e-
55
Yılmaz Bal Okur Mektubu
leştiren insanlara sitemlerini de şu şekilde anlattı. ‘’ Çaresizliğin ne demek olduğunu bilir misiniz, burada bize yapılan baskıdan haberiniz var mı? Oralardan bizleri eleştiriyorlar. Bizler zaten acı çekiyoruz. Bir de bu tarz yazıları okudukça bizler daha çok üzülüyoruz.’’ ve bize son olarak yine “bizleri yalnız bırakmayın” diyor. Maden işçisi Murat abi ile konuştuk. Kendisi şuan faaliyette olan bir madende çalışıyor. Tatil günlerinin olup olmadığını ve neler yaptıklarını sorduk. Bize söylediği “Tatil günlerinde ben uyumak zorundayım. Çünkü ben uyumazsam ertesi gün ölürüm.’’ Madenciliğin çok zor olduğunu, çalıştığı madende bulunan çeşmelerin sadece denetlemelerde açık olduğunu, iş veren için iş kaybı olduğundan dolayı çalışanlar susayıp su içmeye gitmesinler diye çeşmeleri kapattıklarını anlattı. İnsanların psikolojilerinin çok kötü olduğunu maden faciasından arkadaşlarını kaybeden işçi arkadaşlarından bir tanesinin gece çığlıklar atarak eşini ‘’Seni bu madenden çıkaracağım’’ diye kucaklayıp dışarı çıkarmaya çalıştığını anlattı. Madende eşini kaybeden, biri 8 yaşında diğeri 6 aylık olan 2 çocuğu olan Ayşe, eşinin ailesinin evine yerleşmek zorunda kalmış. Çocukları o kirin pasın içinde güzelliğini kaybetmemiş. Ayşe’nin bizlere söylediği “burada bu tarz ölümler hep oluyordu, ilk defa olan bir şey değildi. Değişen tek şey ölü sayısının yüksek olması.’’ Bu da ölümlere ne kadar alışık olduklarının acı gerçeğini hissettirdiler bize.
DEVRİMCİ HAREKET
Eşini madende kaybeden 8 ve 10 yaşlarında iki kızıyla eşinin annesiyle yaşayan Zeynep Ablayı, maden işçisi Engin Abi’yi, domates toplamaya giden ve aldığı 30 liralık yevmüyenin 10 lirasını yola veren eşini, okul harçlığını kazanmak için çalıştığı madenden çıkamayan oğlu Erkan’ı bir saniye bile aklından çıkarmayan
Okur Mektubu - Açıklama - Haber
Aynur Abla’yı, «Ölümlere alıştık ki.” diyen Ayşe’yi. Daha kimleri daha neleri nasıl bırakacağız? Nasıl unutacağız? Ülkeyi koca bir kömür bulutu kapladı o gün. Vicdanlarımız göçük altında kaldı. Unutamadıklarımız kömür bulutunu ateşe çevirecek. İşte bu ateş yakacak acıları yüreğimize
salanları, Toma’yla Soma’yı söndüreceğini sananları. Geçici yardımlarımızı ulaştırdığımız ailelerden, çocuklardan, Soma’dan böyle döndük. Yapacak çok şey var, yol uzun yük ağır.
Halkların İhtiyacı Törensel Bir Kutlama Değil Barış İçin Mücadeledir
S
ilahın bir sektöre, savaşın yaygın ve sürekli bir araca dönüştüğü, talan ve sömürü için de silah satmak için de savaşların çıkarıldığı bir dünyada; IŞİD gibi kirli araçların meşru gösterilebildiği bir tarihsel kesitte, bir “Barış Günü” daha kutlanıyor. 1 Eylül’ün, tarihsel bağlamı içinde ve Reichtag’a dikilen orak çekiçli bayrağın içerdiği anlam eşliğinde kutlanması elbette anlamlıdır. Ancak bugün halkların ihtiyacı olan şey, törensel bir kutlama değil, barışın doğru tanımına uygun olarak yaşanması, somutlanmasıdır. Aksi takdirde ters amaçlara yani barışın savaşa, savaşın müsebbiplerine hizmet etme olasılığı yüksektir. “Hiçbir anlama gelmeyen, hiçbir yükümlülük getirmeyen barışçı dilekleri imanla tekrarlayan biri, demokratik bir barışın gerçek taraftarı değildir; demokratik bir barışın gerçek taraftarı, bugünkü savaşın emperyalist karakterini, bu savaşın hazırladığı emperyalist barışı teşhir eden ve halkları kendi cani hükümetlerine karşı bir devrime çağırandır.”(Lenin) Emperyalizm ve faşizm var olduğu sürece, barıştan söz etmek olsa olsa bir temenni olabilir ve ancak mücadele ile kazanılabilir. Böylesi koşullarda, emperyalizmle ve faşizmle savaştan bahsetmek, barış karşıtlığı değil, gerçek barışa gidecek yolu işaret etmektir. Hatta bu-
gün Stalingrad ruhunu hayatın her alanında yeniden üretmek, yaşamın her kesitinde, haramilere karşı direnmek, en onurluca duruştur/yöntemdir. Barış, soyut bir tanım olmaktan çıkarılmalı ve savaşın niteliğine, nedenlerine bağlı olarak, mücadeleyle ilişkilendirilerek ele alınmalıdır. Savaşların olmaması, barış, çatışmasızlık elbette iyidir; ancak savaş ve nedenleri olduğu gibi dururken yapılacak barış güzellemeleri, var olan duruma yani savaş nedenlerine, yürütücülerine hizmet eder. Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bugün dünyanın dört bir yanında savaş kokan ve savaş üreten politikalar, barış söylemini dilinden düşürmeyen aktörlerce sürdürülüyor. Barış, deyim yerindeyse bir istismar aracı haline gelmiş, 2. Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyaya yayılmış savaşlar içinde, o büyük savaştan daha fazla insan ölmüş; küresel saldırı aracı NATO kurulmuş ve savaşlar, spesifik silahlar eşliğinde daha da çeşitlenmiştir. Savaşa ve Barışa Sınıfsal Tanım… İşte Marksizm bu kavram karmaşasına, kullanım yanılgısına çözüm getirmiş, savaşa da barışa da sınıfsal bir tanım, içerik kazandırmıştır. Buna göre haklı savaş, haksız savaş vardır; karşı çıkılması gereken haksız savaştır. Ezenin ve askerlerinin elindeki silah, insanlığa
56
12 Eylül Devam Ediyor Bulutların hoşgörüsüne sığınmaktansa, ıslanarak yaşamayı seçenler; er ya da geç, kızıl bir güneşin eşliğinde, bronz bir yolculuğa çıkacaktır...
T dönüktür; çirkindir, haksız ve gereksizdir. Ezilenin ve özgürlük savaşçılarının elindeki silah zalime dönüktür; haklı ve gereklidir. İnsanlığı bir bütün halinde güzelliğe, sınıfsız mülkiyetsiz bir yaşama taşıyan mücadelenin bir aracıdır. Bu bağlamda “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş) Doğru yanıt almanın anahtarı doğru soru sormaktır; barış konusunda bulanıklığı giderecek soru, “Kim için, nasıl barış?” sorusudur. Bugün emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından saldırıya uğramış Suriye için barış, emperyalist ve işbirlikçi tüm güçlerin o coğrafyadan çekilmesidir. Kürt halkı için barış, çatışmaların bir an için durması değil, ödenen bedellerin karşılığını bulması, demokratik tüm taleplerin karşılanmasıdır. Ülkemizde faşizmin yenildiği, emperyalizmin kovulduğu gün, gerçek barış zemini oluşacak, kutlamalar daha anlamlı olacaktır. O güne dek Stalingrad’ın mirası, haramilerin karşısında bir adım dahi geri çekilmemeyi, yaşamın her noktasını sisteme karşı bir direnç mevzisi haline getirmeyi gerektiriyor. 1 Eylül 2014 DEVRİMCİ HAREKET
ankların ve postalların sokaklarımızı, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin daha haki renklerle ülkemizi işgal edişinin üzerinden 34 yıl geçti. 12 Eylül, çeşitli biçimlerde varlığını sürdürüyor. 1980’de, sermayenin kâr hırsı, parlamenter rejim tarafından doyurulamayınca; 24 Ocak Kararları kapsamındaki düzenlemeler, parlamenter rejim tarafından gerçekleştirilemeyince, devreye her türlü engeli ortadan kaldırmak üzere cunta girdi. Bu bağlamda, 12 Eylül, sermayenin dizginsiz saldırılarının ve ölçüsüz hegemonyasının askerileştirilmiş biçimidir; Türkiye’nin tüm imkânlarının emperyalizme peşkeş çekileceği süreçlere açılan kapıdır.
ABD’NİN ÇOCUKLARI 12 Eylül, öylesine Amerikancıdır ki, askeri müdahale gerçekleştiğinde dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze, darbe haberini Başkan Jimmy Carter’a “Our boys did it (bizim çocuklar becerdi)” cümlesiyle vermişti. Cunta öylesine sermayenin tercihidir ki, askeri rejim eliyle yerel bağlamdaki iktisadi tüm duvarlar kaldırıldı. İthal ikameciliğin yerini emperyalist sermayenin engelsiz girişi aldı. Ülkenin sadece ekonomik değerleri, işgücü, vb değil akla gelebilecek tüm imkânları emperyalizmin hizmetine sunuldu. Anayasa dâhil her şey sermayenin ihtiyaçları dâhilinde düzenlendikten sonra, üniformalıların yerini smokinliler aldı. Ve 12 Eylül bugüne dek, adı değişen ama özü ay-
nı kalan hükümetler tarafından devam ettirildi.
EMPERYALİZMİN ÖZEL YETKİLİ HÜKÜMETİ AKP AKP, cuntaya ihtiyaç bırakmayacak denli ayrıntılı düşünülmüş özel yetkili bir hükümettir. Ülkeyi emperyalizm için bir cennet, halk için bir cehennem haline getirme proje-
sidir. Açık faşizmin icracısı, Hitler’in 21. yüzyıl versiyonu AKP; 12 Eylül’ü önce kalıcılaştırmış, sonra da Kenan Evren şahsında yargılıyor görüntüsü meşrulaştırmış, toplumun önemli bir kesimini cuntanın sivil versiyonuna yedeklemiştir. Türkiye’de rejimin niteliği, emperyalizmin bölge politikalarındaki ölçüsüz saldırganlığından bağımsız değildir. AKP’nin işbirliğinin bölgedeki
57
karşılığı taşeronluk, ülkedeki karşılığı faşizmdir. Gerçekte 12 Eylül, daha da kökleşmiş biçimde devam ediyor. Darbe dönemlerine özgü uygulamalar, bir sisteme dönüştürülerek kalıcılaştırıldı. İdamların yerini sokak infazları aldı. Hıdır-İlyas’ı asanlar, Ethem’den Berkin’e pek çok insanı sokakta katletti. Torunlar Holding’in asansör katliamı, sermayenin dizginsiz egemenliğinin ne anlama geldiğinin ve nasıl bir sürece doğru gidilmekte olduğunun özetidir.
FAŞİZM SERMAYENİN İHTİYAÇLARINA GÖRE GÜNCELLENİYOR Bugün artık faşizm, yalnızca saldırganlık değil, insanların çeşitli araç ve yöntemlerle kıpırdayamayacak hale getirilmesi, böylece teslim alınarak sistemin devamlılığının sağlanmasıdır. Bu konuda şiddet, gerekli araçlardan sadece biridir. Güncellenen faşizmin niteliklerinden biri de kitle tabanı yaratmak ve bu tabanı hem oy potansiyeli olarak hem de toplumun diğer kesimlerine karşı tehdit unsuru olarak kullanmaktır. Şimdi artık faşizme karşı mücadele, “yaşamak direnmektir” bilinciyle, faşizmin saldırılarına maruz tüm kesimlerle bütünleşmeyi, tek yumruk olabilmeyi gerektiriyor. 12 Eylül 2014 DEVRİMCİ HAREKET
Ali Turan Sonsuzluğa Uğurlandı...
1
2 Eylül öncesi Devrimci Yol hareketi içerisinde mücadele etmiş olan Ali Turan’nı yakalandığı amansız hastalık nedeniyle kaybettik. Yaşamı boyunca egemenlere karşı sınıf kavgasında ön safta bulunmuş olan Ali Turan toplumsal mücadelenin gereklerini her daim yaşamının önüne koyan bir devrimciydi. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Adana Şube Sekreterliği ve ÖDP Adana İl Başkanlığı görevlerinde de bulunan Ali Turan için İMO önünde bir tören düzenlendi. Sonrasında cemevinde düzenlenen törenin ardından Kabasakal Mezarlığı’nda sonsuzluğa uğurlandı. Mezarlıkla dostları, yoldaşları Ali Turan’ı anlattı. ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş Ali Turan’ın devrimci, mücadeleci kişiliğine vurgu yapan bir konuşma yaptı. Cenaze töreninde ÖDP, Gençlik Muhalefeti, Devrimci Gençlik ve Devrimci Hareket, birçok DKÖ temsilcisi ve mücadele arkadaşları hazır bulundu.
Adana’da Mustafa Özenç Anması
2
0 Ağustos 1981 ‘de idam edilerek katledilen Mustafa Özenç Adana’da yoldaşları tarafından anıldı. Adana Asri Mezarlığı girişinde bir araya gelen Özenç’in yoldaşları Mustafa Özenç’in mezarı başına kadar bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yürüyüş sırasında sık sık sloganlarla yıldızlara yürüyen tüm Devrimci Yol şehitlerinin isimlerini okuyarak yaşıyor sloganlarını haykırdılar. Mezar başında gerçekleşen anmada saygı duruşundun ardından Özenç yoldaşın kendi şiirleriyle birlikte, yoldaşlarına ve babasına yazdığı mektuplar okundu. Anma etkinliğini Devrimci Gençlik ve Gençlik Muhalefeti birlikte organize etti.
58
Mustafa Özenç İstanbul’da Anıldı
M
ustafa Özenç İstanbul’da anıldı. 20 Ağustos 1981’de oligarşi tarafından idam edilerek katledilen Mustafa Özenç İstanbul Okmeydanı’nda yoldaşları tarafından anıldı. Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda toplanarak açılan “Mustafa Özenç Devrimci Yol’umuzda Yaşıyor” pankartıyla başlayan yürüyüş, Anadolu Işıklar’a kadar atılan sloganlar ve söylenen marşlarla coşkuyla gerçekleşti. Yürüyüş’ün ardından ise Mustafa Özenç adına hazırlanan basın açıklaması okundu. Ardından Devrimci Hareket Dergi bürosunda gerçekleşen anma ektiğinde ise hazırlanan sinevizyon izlendi ve anma hep birlikte okunan marşlar ve türkülerle sonlandırıldı. Anmada okunan metin aşağıdadır: “Mustafa Özenç, pratiğiyle 77 mirasının dünden bugüne uzanan pusulasıdır. Devrimci Yol’u yaratan sürecin niteliklerini bağrında taşıyan kadrolarındandır. Mustafa Özenç, Devrimci Yol’un hem gövdesi, hem meyvesidir. 80 öncesinde sol içindeki ÇinSovyet kutuplaşmasında taraf olmayarak kendi ülke gerçekliğinden hareket ederek o dönem faşist saldırılara karşı yürüttüğü anti-faşist mücadeleyle Devrimci Yol Fatsa’yı, Çeltek’i, Tariş’i ve Direniş Komiteleri’ni yarattı. Üretenin yöneten olabileceğini tüm halka göstermiş oldu. Mustafa Özenç de Devrimci Yol’u o dönem çalışma yürüttüğü Çukurova bölgesinde yaratan, kısa yaşamında dahi öğreticiliği bugüne uzanan zengin pratiklere imza atarak şehit düşen önderlerimizden biridir. 1976-77 öğrenim yılında Yüksek Mühendislik Okulu için Samsun’dan Adana’ya giden Özenç yoldaş, Devrimci Harekete burada katılmış, okulundaki faşist işgalin kırılması ve sonrasında devrimcilerin etkinliğinin artmasında Mustafa Özenç’in büyük etkisi olmuştur. Özenç, devrimci yaşamı boyunca karşısına çıkan her sorunu hareketinin tayin ettiği temel
siyasi görevle ilişkilendirerek anda sosyalizmi yaratmayı daimi kılarak çözmüştür. Özenç kişiliğiyle çevresine örnek olan ve pratik içinde kendisini geliştirirken hareketi örgütlemesini bilen, yeni Özenç’lerin tohumlarını atan bir devrimciydi. Türkiye’de emperyalizmin dönüşümünü sağlayacak 24 Ocak Kararları 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’yle topluma dayatıldığında bedel ödemekten geri durmayan Özenç yoldaş, Devrimci Yolcu kimliğin gereğini yerine getirmiş, idam sehpasında devrimci bir anıta dönüşmüştür. “O büyük gün geldiğinde, o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla, kara toprağın altından ben de haykıracağım” diyen Özenç, dün ile bugün arasında yıkılmaz bir köprüdür. Bugünün devrimcileri için Mustafa Özenç, bir onur abidesidir. Bugün özellikle devrimcilerin tarihsel mirasını da yok etmeyi ve genç devrimci kuşakların algısını teslim almayı önüne koyan sistem için Mustafa Özenç büyük bir engeldir. Bu nedenle Özenç’i anmak sistem tarafından suç olarak kabul edilmekte ve onu ananlara davalar açılmaktadır. Sistem Özenç şahsında beliren niteliklerin kitlesel bir karşılık bulmasından korkmaktadır. O, 33 sene önce aramızdan ayrılmış olsa da yaşamı ile bugüne ışık tutmakta; bir devrimcinin nasıl yaşaması gerektiğine dair
59
çok net bir duruş sergilemektedir. Mustafa Özenç uyuşturulmuş, yozlaşmış, iradesi teslim alınmış bir kuşağın antitezidir. Mustafa Özenç Dev-Gençlidir. Bugün Özenç’i anmak; sahip olduğu kimliğin gereklerini yerine getirmektir. Bugün Özenç’i anmak; itaati değil örgütlü itirazı ve alternatifi yaratmayı gerektirmektedir. Bugün Özenç’i anmak; emperyalizmin işbirlikçisi faşizmin/AKP’nin her türlü talanına karşı mücadeleyi yükseltmektir. Bugün Özenç’i anmak; ezilen kürt halkının, ezilen kadınların, ezilen Alevilerin ve sömürülen işçi ve emekçilerin, köylülerin ve tüm ezilen kesimlerin hak ve özgürlük mücadelesini yükseltmektir. Katledilişinin üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen ondan devralınan değerler bugün hala devrimci mücadelenin farklı alanlarında yeşertilmekte ve bıraktığı mirasa sahip çıkılmaktadır. Yoldaş omuzlar kavgasını sırtlanmış, adını yeni kuşaklara hak ettiği biçimde taşımaktadır. Mustafa Özenç onurumuzdur. O’nu unutmayacak ve unutturmayacağız. Özenç gibi mücadele edecek ve hesap soracağız. MUSTAFA ÖZENÇ ÖLÜMSÜZDÜR! 20 Ağustos 2014 DEVRİMCİ HAREKET”
Hıdır Aslan ve İlyas Has Okmeydanı’nda Anıldı
1
984 yılı Ekim’inde 12 Eylül cuntası tarafından idam edilen Devrimci Yol militanları Hıdır Aslan ve İlyas Has ÖDP, EHP ve Devrimci Hareket tarafından 18 Ekim 2014 günü saat 19:00’da düzenlenen yürüyüş ve basın açıklamasıyla anıldı. Dikilitaş (Mehmet Ayvalıtaş Parkı) Parkı’nda toplanan kitle, sloganlarla (“Hıdırİlyas Devrimci Yol’umuzda yaşıyor”, “Devrimci Yol’umuz Çayanların yoludur” vb) Sağlık Ocağı’nın önüne doğru yürüyüşe geçti. 12 Eylül’ün AKP ile sürdüğünün ajitasyonlarla ifade edildi. Kobane Direnişi selamlandı. Sağlık Ocağı önünde gerçekleşen anma saygı duruşuyla başladı. Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın son mektubu okundu. Ardından basın açıklaması gerçekleştirildikten sonra anma sona erdi. Köz Dergisi okurları da anma programına destek verdi. “Sehpadan Ölümsüzlüğe HIDIR VE İLYAS Bir devrimci katledildiğinde; Çiçekler tomurcuğunu, Anneler çocuğunu, Sevdalar sıcağını yitirmiş gibi olur. Hıdır ve İlyas idam edildiğinde; Umut ipe çekilmiş gibi olur. Ama süreç bitmez. Onların sehpadaki halleri, Son sözleri ve vücut dilleri Yeniden dirilişin mayası olur. Atılan her devrimci sloganda yerini, Dalgalanan her kızıl bayrakta rengini bulur. Ölümsüzlük onların hem adı hem de mirası olur. Bir devrimcinin katli, geleceğin katlidir; umuda ateş edilmiş gibi insanlığın düşleri tamamlanmadan kesilir. Katledilen devrimcinin şahsında topluma mesaj verilir. İşçi haklarını talep etmesin, kadın ataer-
killiğe direnmesin, Kürt kimliğini istemesin, Alevi inancında ısrarcı olmasın diye; yani ezilenler başkaldırmasın diye, yol ve yöntem gösterenlere en acımasız biçimde saldırılır. Ezenlerin tarihi, aynı zamanda ezilenlere uygulanan zorbalıkların da tarihidir. Bu tarih boyunca, çarmıha germeden yakmaya, işkenceyle öldürmeden idama kadar her yol denenmiş; ama Bedreddin’ce yürümenin, Mahir’ce önderleşmenin önü alınamamış; 1984’te Hıdır-İlyas’ın idamı da mücadeleyi sonlandıramamış, Devrimci Yol’un tüm zamanlara yayılan yol gösterici bir ufka dönüşmesi önlenememiştir. AKP Eliyle Darbenin Kurumsallaşması ve Sermayenin Kalıcı Tahakkümü 12 Eylül 1980’de, askeri renklere bürünmüş cunta görünümlü faşizm, sermaye tahakkümünün en açık biçimi olarak gündeme gelirken, devamında faili meçhuller idamın yerini almış, daha sonra yöntemler inceltilmiş olsa da faşizmin özü aynı kalmıştır. 12 yıldır özel yetkili AKP eliyle yeniden tesis edilen sistem, gerçekte yine sermayenin ihtiyaçları bağlamında bir müdahaledir. Ancak bu kez, bir darbeye ihtiyaç bırakmayacak nitelikte sistem kalıcı biçimde organize edilmiş, faşizm toplumun kılcallarına dek taşınmıştır; aynı amaca bağlı olarak, bir taraftan örgütlü faşist kitle tabanı yaratılmış, diğer taraftan Gezi’de olduğu gibi gerektiğinde halka saldırtılmak üzere paramiliter güçler oluşturulmuştur. AKP bugün artık, hem Türkiye coğrafyasının uluslararası tekellere peşkeş çekilmesinin işbirlikçi gücü, hem de emperyalizmin bölge politikalarının taşeron öznesidir. Libya’dan Mısır’a, Suriye’den Irak’a emperyalizmin her müdahalesinde, işgal ve katliam senaryolarında başat rol oynamak için özel gayret sarf eden AKP,
60
şimdi de Suriye Kürdistanı’nda tasfiye ve katliam girişimlerine ortak olmakta, emperyalizmin beslemesi IŞİD’e her türlü desteği sunarak sonuç almaya çalışmaktadır. Ancak, emperyalizmin ve faşizmin devamlılık arz eden saldırılarına rağmen halklar teslim alınamıyor; özgürlük talepleri ve gelecek güzel günlere olan inanç bastırılamıyor. Gelecek Güzel Günlerin Bestecileri Tüm saldırılara, sindirme, tasfiye ve ideolojik yönlendirme çabalarına; oluşturulan örgüt fobisine, bireycileştirme ve hiçleştirme organizasyonlarına rağmen, mücadele devam ediyor. Yaratılan değerlerde devamlılık ve yeniden üretim önlenemiyor. Devrimcilik tanımının da, sahip olduğu onur ve anlamın da içi boşaltılamıyor. Değerlerde de mücadelede de ortaklaşma devam ediyor. Bugün de aynı bilinçle diyoruz ki Devrimciler; Hıdır Aslan gibi, zafer şarkısının söylendiği günlerin de geleceği inancıyla, yaşam türküsünü en güzel biçimiyle söylemiş olmanın huzuru ve onuruyla, ölüme giderken bile başı dik yürür; İlyas Has gibi ardından, “Kendi tekmelemiş sandalyesini. Dikmiş başı. Yiğitmiş,” diye yazdırır. Hıdır ve İlyas, yıldızlaşan yumrukla göndere çekilen değerlerin, 1977 bilincinin ifadesi, stratejik ufuklu devrimciliğin ölümsüz özneleridir. Onların mirasları, dünden bugüne uzanan mücadele ve bilinç diyalektiğidir. Onlara yakışmak, uğrunda bedel ödedikleri değerlerle örülü bir dünyayı örgütlemektir. Bunun da yolu, 77’den bugüne uzanan teorik ve pratik üretimde devamlılıktır. HIDIR-İLYAS YOL GÖSTERMEYE DEVAM EDİYOR YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA! EMEKÇİ HAREKET PARTİSİ ÖZGÜRLÜK VE DAYANIŞMA PARTİSİ - DEVRİMCİ HAREKET”
Fatsa ve Ünye Halkı: Siyanüre Hayır!
2
8 Eylül 2014 günü Galatasaray Lisesi önünde Fatsa Ünye Doğa Koruma Platformu tarafından yapılan basın açıklamasında Fatsa’ya bağlı Engiz Tepesi’nde Altıntepe Madencilik şirketinin siyanürlü altın işletmesinin kapatılması istendi. Açıklamda şu metin okundu: “Basına ve Kamuoyuna Doğasıyla cennetten bir köşe olan Karadeniz son yıllarda emperyalizmin işbirlikçisi egemenlerin bölgeyi sermayenin talanına açmasıyla ciddi bir tehlike altındadır. Karadeniz’in doğal dengesini bozacak HES projelerini hayata geçirerek derelerimizi nasıl kuruttuklarını yaşanan örneklerle görüyoruz. Halkın olan suyu tekellerine alarak pazarlamaya çalışanlar bu su kaynaklarından beslenen ağacı, ormanı, kurdu, kuşu ve bölge halkını hiçe saymakta. Ciddi doğa tahribatlarına sebep olmaktadır. Bölgeye has, sadece o bölgede yetişen endemik bitkiler derelerin kurumasıyla birlikte değişecek iklimle yok olacaktır. Elektirik üretimi işin bahanesidir. Bölgeyi talan etmek, suya, yerüstü ve yer altı zenginliklerine el koymak için uydurulmuş bir gerekçedir. Karadeniz’e yönelen sermaye çevreleri sadece suya göz dikmiş değildir. Bölgenin yeraltı kaynakları el değmemiş bir şekilde durmaktadır. Bölgeyi mercek altına alan sermaye çevreleri HES vb bahanelerle girdikleri bölgelerde yer altı analizleri de yapmakta ve bölgenin maden zenginliğini tespit etmektedirler. Suyumuzdan sonra şimdi de Karadeniz’in yer altı zenginliklerine göz dikiyorlar… Son olarak Fatsa’nın Yukarı Bahçeler Mahallesi Engiz Mevkii’nde yabancı ortaklı Altıntepe şirketi, altın madeni çıkarmak üzere çalışma başlatmış durumda. 1 yıl önce başlayan çalışma kapsamında şirket 100 dönümlük alanda bulunan ağaçları kesmiştir. 900 ton civarı altın olduğu iddia edilen alanda açacakları kuyularda siyanürle altın ayrıştırılmaya
başlanacağı ifade ediliyor. Siyanür herhangi bir madde değildir. Siyanür etkileri yok olmayan bir zehirdir. Siyanür yüksek konsantrasyona sahip olduğundan toprağa ve suya geçer ve yok olmaz. Ayrıca havadan, topraktan ve sudan meyve ve sebzelere geçerek insan vücuduna da alınır. Çok ciddi hastalıklara hatta ölümlere yol açar. Yer altı sularına derelere karışarak içtiğimiz suya yetiştirdiğimiz fındığa, hayvana nüfuz eder ve bizleri zehirler. Doğa ve canlı yaşamında geri dönüşü olmayan tahribatlara neden olur. Siyanürün etkisi çok uzun yıllar kullanıldığı alandan silinmez. Bu nedenle Fatsa ve Ünye’yle birlikte tüm Ordu tehdit altındadır. Bizler daha önce siyanürle yapılan maden çıkarma işleminin nelere mal olduğunu biliyoruz. Kütahya Gümüşköy’de gümüş madeninde siyanür havuzunda yaşanan çökme çevre felaketine yol açmış, bölgedeki köylü ayaklanmıştı. Valiliğin siyanürün baraj suyuna karışmadığını söylemesine rağmen, Çevre Mühendisleri Odası’nın yaptığı araştırma sonucu insan sağlığını tehdit eden sınırların üzerinde siyanürün içme suyuna karıştı tespit edilmişti. Yine Uşak Eşme’de Tüprag Maden İşletmesi’nin neden olduğu zehirlenme vakasında Türk Tabipler Birliği’nin yöre halkından aldığı kan örneklerine kaymakamlık el koymuştu. Bu olayda 1500 kişi zehirlenmişti.
61
Bizler Fatsa ve Ünye’de de benzer bir durum yaşanmaması için “Toprağımızın üstü altından değerlidir” diyoruz. Siyanürle altın aranmasına, doğal zenginliklerimizin ve doğamızın talan edilmesine karşıyız. Doğamıza, ormanımıza, suyumuza sahip çıkmak için elimizden geleni yapacağız. Bizler o doğanın bir parçası olduğumuz gibi güzelim Karadeniz’in bir ürünüyüz de. Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi hırçın olmayı da biliriz. Bergama köylüsünün verdiği mücadeleye de tanığız. Yargı yollarının sonuçsuz kaldığını birçok örnekte gördük. Bu nedenle fiili ve meşru varlığımızla canımıza, suyumuza, ormanımıza, doğamıza kastedenlerin karşısında nasıl durulması gerekiyorsa öyle duracağız. Karadeniz halkı geçmişte nasıl ki karaborsacıya ve tefeciye karşı direndiyse bugün de doğasına, yer altı ve yerüstü zenginliklerine göz diken sermayenin karşısında gerektiği gibi durmayı da bilir. Fatsa ve Ünye’de siyanürlü altın işletmesine karşı çıktığımızı haykırıyoruz. Siyanürle altın aranan madenin bir an önce kapatılmasını, Hes projelerinin, doğayı katleden termik ve nükleer santral projelerinin durdurulmasını istiyoruz. Tüm duyarlı halkımızı 6 Ekim günü “Toprağımızın üstü ‘altın’dan daha değerlidir” sloganıyla Fatsa’da düzenlenecek olan mitinge davet ediyoruz. FATSA ÜNYE DOĞA KORUMA PLATFORMU”
DEVRİMCİ HAREKET
Fatsa ve Ünye’de Siyanüre Geçit Yok!
F
atsa Ünye Doğa Koruma Platformu 9 Kasım pazar günü saat 13:00’te İstiklal Caddesi Galatasaray Lisesi önünde düzenlediği basın açıklamasıyla Fatsa’da siyanürle doğanın talan edilmesine karşı olduğunu açıkladı. “Direne direne kazanacağız!”, “Birleşe birleşe kazanacağız!”, Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” sloganları atıldı. Soma’nın Yırca köylülerinin direnişi selamlandı. 14. gününe giren madenin yanındaki çadır direenişi selamlandı. Basın a.ıklamasının sonunda sanatçı Mehmet Gümüş’le öncülüğünde kitle hep birlikte Hekimoğlu isimli yöre türküsünü söyledi. Basın Metni: “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. N Hikmet
Tıpkı Soma’nın Yırca köylüleri gibi zeytin dikeceksin. Yaşamı ciddiye aldığın için. Yaşam ve doğa sevgisi ağır bastığından. Buradan Soma’nın Yırca köylülerinin Termik santrale karşı vermiş oldukları mücadeleyi selamlıyor ve onların yanında olduğumuzu ifade ediyoruz. Yırca köylüsü kazanacak… İktidar son 12 yılda gerçekleştirdikleri icraatlarla ülkemizi bütünüyle sermayenin rant ve talanına açtı. İş yaşamının taşeronlaştırılması ve güvencesiz çalıştırmanın sonuçlarını hergün yaşanan iş cinayetleriyle görmekteyiz. Küçük köylülüğün tasfiyesini bir fiil yaşamaktayız. Köylünün üretimine konulan kota ve üretim yasakları, düşük taban fiyatı ve destekleme(me) politikalarıyla zaten borç batağında olan köylümüzün toprağını terk ederek göç etmesi isteniyor. Tarımsal üretim ve hayvancılık gün geçtikçe tekellerin denetimine giriyor. Tüm bunlara ilave olarak doğamıza ve yaşam alanlarımıza göz diken sermaye çevreleri ormanımızı katletmekte, akarsularımıza el koymakta, bir parçası olduğumuz doğal yaşam alanlarımızda geri dönüşü olmayan tahribatlara sebep olmaktadır. Ülkemizin her köşesinde olduğu gibi doğal güzellikleriyle bilinen Karadeniz bölgesine sermaye duble yollarıyla girerek rant ve talan projeleriyle halkı ve doğayı hiçe sayarak karına kar katmayı hedefliyor. Karadeniz’in doğal dengesini bozacak HES projelerini hayata geçirerek enerji bahanesiyle suyu tekellerine alıp derelerimizi nasıl kuruttuklarını yaşanan örneklerle görüyoruz. Termik ve nükleer santral projelerinden doğaya ve insana verdiği zararlardan ötürü gelişmiş ülkelerin vaz geçtiğini biliyoruz. Ancak emperyalizmin işbirlikçisi egemenler doğaya ve insana zararlı olduğunu bile bile bu projeleri ülkemizde ve özelde Karadeniz’de
62
hayata geçirmek için her yola başvuruyorlar. Sermayenin kar hırsı doymak bilmiyor. Suyumuzdan sonra şimdi de Karadeniz’in yer altı zenginliklerine göz dikiyorlar. Son olarak Fatsa’nın Yukarı Bahçeler Mahallesi Engiz Mevkii’nde yabancı ortaklı Altıntepe şirketi, altın madeni çıkarmak üzere çalışma başlatmış durumda. 1 yıl önce başlayan çalışma kapsamında şirket 100 dönümlük alanda bulunan binlerce ağacı kesmiştir. 900 ton civarı altın olduğu iddia edilen alanda açacakları kuyularda siyanürle altın ayrıştırılmaya başlanacağı ifade ediliyor. Bizler siyanürün zararlarını çok iyi biliyoruz. Kütahya Gümüşköy’de, Uşak Eşme’de neler yaşandığını biliyoruz. Siyanür etkileri yok olmayan bir zehirdir. Siyanür yüksek konsantrasyona sahip olduğundan toprağa ve suya geçer ve yok olmaz. Ayrıca havadan, topraktan ve sudan meyve ve sebzelere geçerek insan vücuduna da alınır. Çok ciddi hastalıklara hatta ölümlere yol açar. Yer altı sularına derelere karışarak içtiğimiz suya yetiştirdiğimiz fındığa, hayvana nüfuz eder ve bizleri zehirler. Doğa ve canlı yaşamında geri dönüşü olmayan tahribatlara neden olur. Siyanürün etkisi çok uzun yıllar kullanıldığı alandan silinmez. Bu tehlikeye karşı durmak için Fatsa Ünye Doğa Koruma Platformu ve yöre halkı olarak altın aranacak şantiyenin önünde defalarca eylemler yaptık. Doğamızın talan edilmesine, ağaçlarımızın kesilmesine ve siyanürle altın ayrıştırarak toprağımızın ve doğamızın zehirlenmesine karşı olduğumuzu dile getirdik. 6 Ekim’de tüm Karadeniz’den ve İstanbul’dan gelen biz doğal yaşam savunucularının katıldığı Siyanürle altın ayrıştırılmasına ve doğanın talanına karşı Fatsa’da büyük bir miting düzenledik. Bunun ardın-
dan Karadeniz’li doğa platformlarıyla birlikte 21-22 Ekim’de TBMM’ye Karadeniz’de sermayenin yol açtığı doğa katliamlarına dikkat çekmek için bilgilendirme ziyaretinde bulunduk ve orada konuyla ilgili bir ba-
Okur Mektubu - Açıklama - Haber
sın açıklaması düzenledik. 25 Ekim’de Fatsa ve Ünye köylüleri olarak madenin bulunduğu saha önüne giderek bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Ve direnişimizi madendeki faaliyetler durdurulana kadar nöbet tutarak sürdüreceğimizi ifade ettik ve madenin yanına çadırımızı kurduk. Jandarma eyleme katılan 60 köylüyü fişleyip karakola ifadeye çağırdı. Sonrasında 29 Ekim’de çadırın bulunduğu bölgeye gelerek çadırı kaldırma tehdidinde bulundu. Sermaye ve devletin kolluk güçleri eşliğinde direnen bizdoğal yaşam savunucularının gözü korkutulmak isteniyor. Bizler baskılara karşı yılmayacak doğamıza, ormanımıza, suyumuza sahip çıkmak için direnişimizi sürdüreceğiz. Sit alanı olan ve korunması gereken bölgenin Sit alanı vasfından çıkarılması için Altıntepe şirketi dava açmıştır. Bizler de bu doğa katliamı-
63
nın sona ermesi için dava açtık. Yargı yollarının sonuçsuz kaldığını birçok örnekte gördük. Bu nedenle fiili ve meşru varlığımızla canımıza, suyumuza, ormanımıza, doğamıza kastedenlerin karşısında nasıl durulması gerekiyorsa öyle duracağız. Fatsa ve Ünye halkı geçmişte nasıl ki karaborsacıya ve tefeciye karşı direndiyse bugün de doğasına, yer altı ve yerüstü varlıklarına göz diken sermayenin karşısında gerektiği gibi durmayı da bilir. Fatsa Ünye Doğa Koruma Platformu olarak 14. Gününe giren çadır direnişimizi selamlıyoruz. Direniş çadırında yaşam hakkını savunan dostlarımızın üzerindeki baskı ve sindirme politikalarının sonuçsuz kalacağını biliyoruz. Fatsa ve Ünye’de siyanürlü altın işletmesine karşı çıktığımızı haykırıyoruz. Siyanürle işletilmesi düşünülen altın madenin bir an önce durdurulmasını ve kapatılmasını istiyoruz. FATSA ÜNYE DOĞA KORUMA PLATFORMU”
DEVRİMCİ HAREKET
Devrimcilik, Yaşamı Yeniden Üretip Güzelleştirme Sanatıdır
İ
nsanın sorunlarına çözüm araması, hatta sadece rahatlamak için de olsa, bir sıkıntısını paylaşması, en insani arayışlardan, reflekslerden biridir. Bu, aynı zamanda toplumda yaygın olan yalnızlığa karşı bir dirençtir. Kardeşlik, akrabalık dışında yani kan bağı olmadan geliştirilen arkadaşlık ilişkileri; bu konuda insanların yalnızlığa karşı geliştirdiği bir refleks, bir paylaşım alanı, dolayısıyla da bir çeşit itirazdır. Aşk, gerçekte iki insan arasındaki paylaşımın en kapsamlı ve derinlikli biçimidir. Eğer doğru ilerlerse, gerçekte doğanın özeti, bir vücuda dönüşmüş biçimi olan insan, karşıcinsten bir başka insanla her şeyini paylaşma, deyim yerindeyse onun fiziki ve ruhsal dünyasında tüm doğayı keşfedip dolaşma fırsatı bulur. Bu aşk ilişkisinin derinleşme potansiyeli sonsuzdur. Tıkanması, aşkın değil, âşıkların sorunudur. Bugün tıkanmış olan, sadece aşk ilişkileri, arkadaşlık veya kardeşlik ilişkileri değil, bir bütün halinde insan ilişkileridir. Çünkü kapitalizm, insanlık dışı bir sistemdir; sebep olduğu yabancılaşmadan da en çok etkilenen insanın kendisidir. Meseleyi biraz daha kapsamlı düşünecek olursak, demircinin de marangozun da öğretmen veya doktorun da mesleğini eksik ve yanlış yaptığını, ulaşılabilir niteliklere ulaşamadığını görürüz. Pek çok insan, tüm saflığı ve iyi niyetiyle, bir
mesleğe başlar, ancak kısa sürede, piyasanın/sistemin işleyiş kuralarıyla tanışır. Ve süresi kişiye göre değişse de giderek o işleyişin bir parçası haline gelir. Deyim yerindeyse rutine yenilir. Her şeyi metalaştıran, insanlık için değil pazar için üretim yapan kapitalizmde; meta ilişkileri, dolayısıyla da özel mülkiyet, toplumsal ilişkilerin en küçük kesitine kadar sızar; kılcallarında bile etkisini gösterir. İşte devrimcilik, insanın bu egemen gidişata direnebilmesinin, alternatif bir yaşam oluşturabilmenin yöntemidir; arkadaşlıkta, özellikle de aşkta rastlanan paylaşımın, heyecan verici ufukların bütün bir yaşama taşınabilmesidir; yaşamı bir bütün halinde yeniden üretip estetize etme (güzelleştirme) sanatıdır. Che’yle yaptığı röportajda Gazeteci Lisa Howard “Bir devrimcinin sahip olduğu en önemli özellik nedir?” diye sorar. Che “Aşk” diye yanıtlar. Bu yanıt çok şaşırtmış olmalı ki genç kadın tekrar etmekten kendini alamaz. “Aşk?” Che Guevara devam eder: “İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı. Bunları taşımıyorsa benliğinde, gerçek bir devrimci değildir o.” İnsanlık dışı bir sistemde insanlık aşkı, yalan üzerine kurulu bir sistemde doğruluk aşkı, eşitsizlikler ve adaletsizlikler dünyasında adalet aşkı, insanı alışılmışın dışında ufuklara taşır, güzelleştirir ve mutlu kılar. Ancak bu, sanıldığından öte zor bir kimlik, keyfi tarz ve ölçülerle ulaşı-
Örgütlenme olmadan sistemle baş edebilmek olanaksızdır. Egemenlerin, örgütlenme çabası içinde olanları her dönem boy hedefi yapması, örgüt fobisi yaratıp insanların o zeminlerden uzaklaşmasını sağlaması bu nedenledir. Devrimciliğin olumsuz örnekleri, diğer başka yaşam alanlarında olduğu gibi olgunun kendisini olumsuz kılmaz ve bir bütün halinde reddetmeyi gerektirmez.
64
lamayacak bir niteliktir. Aceleye getirilmiş, üzerinde sabırla ve ustaca durulmamış demircilikte, nasıl kişi parmağını çekiçle ezebiliyor veya ortaya kötü/bozuk ürünler çıkarıyorsa; yaşamı aşkla örmek anlamına gelen devrimcilikte de kişi, bu kimliğin gereklerini hafife alır veya kimi biçimsel tarz ve niteliklere indirgerse, ortaya düzenin herhangi bir kesitindeki ilişkilerden çok da farklı olmayan ilişkiler/kişilikler çıkar; sistem, devrim iddialı çatıların altında yeniden üretilir. Tam da bu nedenle, mücadele ve alternatif, kötüyü yok etme ve güzeli büyütme süreci bir arada yürür. Bu, bir bitkiyi yetiştirirken sulama ve gübrelemenin yanında zararlılarla mücadele etmeye benzer. Böyle bir süreç sadece zararlılarla mücadeleye veya sadece gübreleme işine indirgenirse, tek yanlı olur ve istenen sonuca ulaşılmaz. İnsanlara, kapitalizmin ne kadar kötü bir sistem olduğunu anlatmak nasıl gerekliyse, alternatifin ne olduğunu doğru aktarabilmek de o denli önemlidir. Bunun yanında, araç-amaç ilişkisinin doğru kurulması, yer-zaman ve mekanın gözetilmesi, başarılı sonuç için şarttır. İyi niyetli olmak, mükemmel programlar yapmak, sonuç almak için yeterli değildir; programlar, içeriğini kavrayıp doğru uygulayacak kadrolar gerektirir. İşte aynı zamanda bir çeşit kadrolaşma olan örgütlenme, imkan ve enerjilerin doğru bir program ve irade ile buluşturulmasıdır. Örgütlenme olmadan sistemle baş edebilmek olanaksızdır. Egemenlerin, örgütlenme çabası içinde olanları her dönem boy hedefi yapması, örgüt fobisi yaratıp insanların o zeminlerden uzaklaşmasını sağlaması bu nedenledir. Devrimciliğin olumsuz örnekleri, diğer başka yaşam alanlarında olduğu gibi olgunun
kendisini olumsuz kılmaz ve bir bütün halinde reddetmeyi gerektirmez. Gerçekte yaşam bir çelişmeler ve dolayısıyla da mücadeleler toplamıdır. Bu çelişmeler, nedenleriyle beraber doğru okunamadığında, çözümünü üretip uygulamak da olanaklı olmaz. Üstelik baş çelişmeyi tanımlamak da yetmez. Bunun güncel ifadesini de buna bağlı alt çelişmeleri de bilmek lazım. Örneğin halkla oligarşi arasındaki çelişme baş çelişmedir. Bunun güncel karşılığı halkla faşizm arasındaki çelişmedir. Daha küçük kesitlerdeki biçimleri; sistemin kurumları, işleyiş yasaları, hatta tek tek kadroları ile yüzleşme anlarında kendini gösterir. Sistemin rutine içerilmiş olması, ona her yere ve her ilişkiye sızma imkanı sağlar. Bu nedenle mücadelenin de yaşamın bütününde irili ufaklı biçimde sürmesi gerekir. Devrim, sadece bir final değil, kişinin yaşamında her an yenilenmesi gereken bir nitelik güncellemesidir. Devrimcilik, bisiklet kullanmaya benzer; kişi durduğu anda düşer. Bunun daha somut ifadesi, sistemin rutine de içkin olan niteliklerine karşı her an bilinçli ve üretken halde olmaktır. Hatta bu üretkenlik, güncel pratik meselelerle sınırlı olmayan, programın güncellenmesini de gerektiren yöntemsel bir olgudur. İşte bu toplu durum ve gerekirlikler karşısında, bireysel dirençlerle durmak, üretimi de başarıyı da sakatlar. Devrimci kimlikle anılan birey ile sistemin/burjuvazinin bireyi gerçekte taban taban zıttır. Devrimcilik bireye, kendi imkanlarını da aşan bir enerji ve ufukla yaşamı karşılama şansı verir. Burjuvazi ise darlaştırır, bireyin diğer insanlara karşı kabuğunu kalınlaştırır ve gerçekte o kabuğun içine kişiyi hapsederek yalnızlaştırır. Burjuvazinin bireyi, “ufak olsun benim olsun” diye düşünür, devrimci birey “kırıntı değil dünyayı istiyoruz” der. Üstelik bunun sadece finalde değil, bugün de karşılığı vardır. Yeter ki kişi, devrimciliği bir yaşam biçimi, örgütsel yapıyı da değerlerin ortak ifadesi olarak algılayıp gereğini yerine getirmekten kaçınmasın.
Devrimci Kişilik
Gerçekte yaşam bir çelişmeler ve dolayısıyla da mücadeleler toplamıdır. Bu çelişmeler, nedenleriyle beraber doğru okunamadığında, çözümünü üretip uygulamak da olanaklı olmaz. Üstelik baş çelişmeyi tanımlamak da yetmez. Bunun güncel ifadesini de buna bağlı alt çelişmeleri de bilmek lazım. Örneğin halkla oligarşi arasındaki çelişme baş çelişmedir. Bunun güncel karşılığı halkla faşizm arasındaki çelişmedir. Daha küçük kesitlerdeki biçimleri; sistemin kurumları, işleyiş yasaları, hatta tek tek kadroları ile yüzleşme anlarında kendini gösterir. Sistemin rutine içerilmiş olması, ona her yere ve her ilişkiye sızma imkanı sağlar. Bu nedenle mücadelenin de yaşamın bütününde irili ufaklı biçimde sürmesi gerekir. DEVRİMCİLER SINIF KARŞITLARINDAN BÜTÜNÜYLE FARKLIDIR Hemen herkesin şu veya bu şekilde faşizmden söz ettiği, güç ve eylem birliktelikleri için arayış içinde olduğu günümüz koşullarda, sürece nasıl müdahale edilmesi gerektiği hemen her devrimcinin gündemindedir. Ancak bu konuda cevap ararken görüyoruz ki, üzerinde durulması, güncellenmesi gereken pek çok mesele söz konusu. Bunların cevabı Marksist klasiklerde var. Ancak o kitaplara/kaynaklara şöyle bir göz atmakla bulunacak yanıtlar değil bunlar. Örneğin Rosa ile Lenin hangi konularda neden tartışmıştır? Bunu incelediğimizde önümüzde ikili bir görev olduğunu görüyoruz. Birincisi, mesele yaşandığı tarihsel dönem ve koşulların içinde incelenip anlaşılmalı, ikincisi bugüne taşınırken ülke ve dönem özgünlüğü dikkate alınarak bir çeşit yeniden üretim geçekleştirilmelidir. “Pozitif ayrımcılık nedir?”, “Kapitalizmin etkileri sadece üretim alanlarında mı görülüyor?” gibi sorular sorduğumuzda da yanıtların bizi Marksizm’in derinlikli kavranışına doğru çağırdığını görürüz. Bir bakıyoruz ki 1942 yılında Gobbels devlet otoritelerinin sanatçılar için koyduğu kuralları açıklarken “Sanat için sanat yok, konuları bireysel seçmek yok!” diyor. Elbette amacı toplum için sanat yaptırmak
65
değil, yine de bu cümlelerin yaptığı çağrışım gösteriyor ki aradaki farkı ortaya koymak için biçimsel vurgular yeterli olmuyor. İşte bugün solda yaşanan en temel sorun budur. Ya olgular dogmatik biçimde olduğu gibi bugüne taşınmakta ya da güncelleme/değişim adına o birikimle aradaki bağ bütünüyle koparılmaktadır. Ve sonuçta oluşan boşluk, ya sistem tarafından doldurulmakta ya da yaşanan güven yitimi nedeniyle ezilenler soldan umudunu kesmektedir. Halbuki biz, yaşam biçimimizle de çözüm yöntemlerimizle de sınıf karşıtlarımızdan bütünüyle farklı olmalıyız. John Steinbeck’in Fareler Ve İnsanlar’ında Gerorge, Lennie’ye şöyle seslenir: “Biz onlar gibi değiliz. Bizim bir geleceğimiz var. Derdimizi paylaşacak, bizi seven biri var. Başımızı sokacak yer bulamadık diye barlara dalıp paramızı son kuruşuna kadar harcayanlardan değiliz biz. Öyleleri hapse girse, kimsenin umurunda olmaz. Ama biz öyle değiliz.” Evet, biz onlar gibi değiliz. Hiçbir konuda çaresiz, hiçbir açıdan umutsuz değiliz. Hasan Hüseyin’in şiir için söylediği “Matarasında suyu, torbasında ekmeği, kemerinde kurşunu kalmamışları ayakta tutabilir.” sözü, devrimcilik için de geçerlidir. Hatta devrimciliğin etkisi ve kapsamı şiirden de ötedir. Yaşamın
DEVRİMCİ HAREKET
Devrimci Kişilik
Tam da bu nedenle, mücadele ve alternatif, kötüyü yok etme ve güzeli büyütme süreci bir arada yürür. Bu, bir bitkiyi yetiştirirken sulama ve gübrelemenin yanında zararlılarla mücadele etmeye benzer. Böyle bir süreç sadece zararlılarla mücadeleye veya sadece gübreleme işine indirgenirse, tek yanlı olur ve istenen sonuca ulaşılmaz. İnsanlara, kapitalizmin ne kadar kötü bir sistem olduğunu anlatmak nasıl gerekliyse, alternatifin ne olduğunu doğru aktarabilmek de o denli önemlidir. Bunun yanında, araçamaç ilişkisinin doğru kurulması, yer-zaman ve mekanın gözetilmesi, başarılı sonuç için şarttır. bütününde yeniden üretim, yeniden doğum şansı verir. Tabii bu kendiliğinden, emeksiz oluşan bir nitelik değildir. Stanislavski’nin tiyatro oyuncusu için söylediği süreçlere benzer şekilde, önce bir araştırma yani taşınacak kimlikle(üstlenilecek rolle) bir flört dönemi yaşanır. Bu flörtü evlilik, sonra da doğum takip eder. Doğum, yeniden üretim yapacak denli kimlikle bütünleşme halidir. Abartısız diyebiliriz ki, iyi eğitilmiş, süreci doğru kavramış ve kimlik değerleriyle bütünleşmiş her devrimci tek başına bir örgüt gibidir; sistemle girdiği her mücadeleyi kazanması, her çatışmada Stalingradlar yaşatması mümkündür. Çarpıtılmamış tarih sayfaları bu konuda pek çok örnekle doludur. Soren Kierkegaard’ın, “Hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir, ama ileriye doğru yaşanmalıdır,” sözünden hareketle, dün-bugün diyalektiği teoride ve pratikte doğru kurulduğunda, gelecek bugünden kazanılmış olur. Ânın zorluklar içermesi, kayıplarla kazançların iç içe geçmesi yanıltmamalıdır. Unutmamak gerekir ki, örnek aldığımız hemen tüm kişiler yenilgiyi tadmış, tüm zaferler bir dizi yenilgi sonrasında kazanılmıştır. Biz, tarihten sadece zaferleri alıp rehavete kapılan veya sadece yenilgileri alıp karamsarlaşan duruşların aksine, günü geleceğin ufkuyla örgütlüyoruz. Bu ufukta, kişisel olanla genel olan, iç içedir; mutluluk, karşılıklı beslenme halinde hem “ben” hem de “biz” için söz konu-
sudur. Bu bağlamda yaşamda bizlere gerekli olanın ne olduğu da nasıl karşılanması gerektiği de örgütsel toplam içinde belirlenir. CHE, yaşamda insana gerekli olanın ne olduğunu şu ifadelerle ortaya koyar. “Sorun bir kişinin kaç kilo et yiyebileceği, yılda kaç kez plaja gidebileceği ya da aldığı ücretle dışarıdan ne kadar süs eşyası getirtebileceği değildir. Gerçekte gerekli olan, bireyin kendini daha mükemmel hissetmesi, daha büyük bir iç zenginliğine sahip olması ve daha büyük bir sorumluluk taşımasıdır.” Ancak, egemen sınıfın her şeyi kendi rengine boyadığı sınıf egemenliğine dayalı sistemlerde iç zenginliğe ulaşmak, sanıldığı denli kolay değildir. Hem fikri hem de fiili alanda alternatif bir duruş gerektirir. Sınıf karşıtlarımız, her şeyi ciddiyetle, devlet ve sistem imkanlarıyla ele alırken, onların karşısında bireysel veya derme çatma imkanlarla durmak olası değildir. Egemen sınıflar dominanttır. Hemen her ortamı belirlemeye çalışır. Sınıf nitelikleri yok sayılarak girilen ilişkiler, atfedilen olumluluklar, sınıf mücadelesinin yasalarını ya bilmemektir ya da üzerinden atlamaktır. Orhan Gencebay’lı akil adamlar, Bakanlardan oluşan “çözüm çalıştayları” bunun ifadesidir. Tam da bu nedenle Marksizm, böylesi olgular için, “kime göre, kim için, nasıl?” sorularını sorar. Örneğin Brecht, ‘Savaşlar gereklidir’ cümlesine ‘hangi koşullar altında’ ve ‘kimin için’ cümlele-
66
DEVRİMCİ HAREKET
GÜNDEM
rinin eklenmesi gerektiğini söyler. Bilinir ki yerinde saymak, süreç içinde geri düşmek anlamına gelir. Türkiye solunun 1980 öncesinde oluşan temel teorik tezleri ve ortak değerleri olduğu gibi alması ve süreç içinde güncelleyememesi, o üretimle aradaki bağı koparmış, ortaklığı dağıtmıştır. Ve sonuçta oluşan boşluk, şu veya bu şekilde sisteme öykünerek veya bizzat sistem tarafından doldurulmuştur. Bugün artık tekeller hayatımıza çok daha fazla müdahale eder durumda. Tekeller sadece kömür çelik veya silah üretimini değil, kültürel alanları da ele geçirmiş durumda. Örneğin Nazım’ın şiirine mi yer verilecek, onlardan izin almak gerekiyor. Bu paradoksun kanıksanmaması ve karşılaşılan her alanda karşı durulması için, hem bilgiye hem analiz yeteneğine, hem bilince hem eyleme ihtiyaç vardır. Bu tek başına sağlanabilecek ve gereği yerine getirilebilecek bir duruş değildir; örgütlülük gerektirir. Örgüt, doğru tanımlanmış ve sisteme hiçbir konuda öykünmeye ihtiyaç duymayan bir karşı duruş temelinde yapılanmışsa, negatif elektriğe yer vermeyen bir yoldaşlaşmayı mümkün kılar. Genelde devrimciliğin özelde yoldaşlığın gerektirdiği pozitiflik, olumsuz örnekleri dışlamak yerine dönüştürmeyi gerektirir. Bu, saflık veya peygamberlik değildir. Tersine, devrimciliğe eğilimli bir insanı tek bir açıdan değerlendirmek veya bir test noktasına çekip boğmak, bir çeşit değer tüketimidir; örtük/yanıltıcı biçimleri de olan bir çeşit tuzaktır. Kimi zaman yorgunluğumuza, kimi zaman zayıflığımıza veya öfkemize denk gelir ve bir insanı tek bir niteliğe indirgeyip mahkûm ederiz. Hâlbuki insanlar ne saf niteliklere sahiptir ne de her konuda yeterli ve yeteneklidir. Bazen olumlu ve olumsuz nitelikler aynı insanda yan yana gelir. Önemli olan olumsuz yanının öne çıkmasını önleyip olumlu yanıyla işlev yüklenmesini sağlamak ve değişimi hafife almadan uygun yöntem ve araçlarla sağlamaktır.
67
DEVRİMCİ HAREKET
GÜNDEM
68