ydic153

Page 1

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

EYLÜL/EKİM 2011/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X153


EDİTÖRDEN

editörden - içindekiler

Değerli okuyucu, yaz aylarını geride bıraktığımız yeni bir yayın döneminde sizlerle tekrar birlikteyiz. Bu sayımızdaki ilk makale, dünyada ve Türkiye’deki ekonomik durumu ve güncel siyasal gelişmeleri ele alıyor. Oldukça geniş olan bu değerlendirmeyi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Geçen sayımızda Kürt halkına karşı savaş isteyenlerin provokasyonlarına dikkat çekmiştik. Geldiğimiz süreçte Kürt halkına yönelik savaş resmen başlatıldı ve hergün yükseltilerek devam ediyor. Türk medyası ise herzamankinden daha fazla savaş çığırtkanlığı yapıyor. Egemenlerin bu yüzünü teşhir eden yazıları Halkların Kardeşliği İçin sayfalarımızda bulabilirsiniz. Kadına yönelik şiddet devam ederken kadın katliamlarına hergün bir yenisi daha ekleniyor. Bu sayımızda kadına yönelik şiddete karşı önemli çalışmalar yürüten K AMER Kadın Vakfı’nın tanıtımına ve yaptığı çalışmalara yer verdik. Panorama sayfalarında ise ilk olarak Somali’ de yaşanan insanlık dıramını, emperyalistlerin ve Türkiye gibi uşaklarının ikiyüzlü çıkarlarını “dünyanın açları - açların dünyası” başlıklı bir yazı ile değerlendirdik.

“Arap Baharı”nın rüzgarları Bahreyn’deki protestoları tetiklemese de etkiledi. Bahreyn’de yaşanan gelişmeler ve Suriye’deki durum Panorama sayfalarımızın diğer önemli yazıları. Çevre sayfalarımızda işçi ve emekçiler açısından hayati önemde olan atom enerjisi sorununu irdelemeye ve son dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendirmeye devam ediyoruz. Bu sayı ile birlikte “kavganın doğrusu - doğrunun kavgası” adı altında yeni bir başlık açmaya karar verdik. Bu başlık altında bundan sonra düzenli olarak ideolijik mücadele alanı ile ilgili makalelere, yazılara yer verecğiz. Bu sayımızın ilk yazısı, birinci bölümünü yayınladığımız Troçkizm ve Bolşevikler üzerine. Bunlar dışında daha değinmediğimiz başka yazılar, değerlendirmeler var. Bunları da dergi sayfalarımızda bulabilirsiniz. Umuyoruz ki yaz tatili ile birlikte geçen dönemin yorgunluğunu bir nebze üzerinizden atmış, yeni bir enerji ile çalışmalara başlamaya hazırsınızdır. Yeni bir sayı ile daha buluşmak dileğiyle... Yeni Dünya İçin Çağrı Eylül 2011 ✓

İÇİNDEKİLER GÜNDEM Artan Fırsatlar Ve Büyüyen Tehlikeler Dönemi. . . . . . . . . . . . . . . . . 3

“Kahrolsun Kral! Özgürlük istiyoruz”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 Baas rejimine karşı mücadele meşrudur!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Savaş yükseltiliyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 “Mehmetçik Medya” Savaş Çığırtkanlığı Yapıyor!. . . . . . . . . . . . . . 17 Renkler Solmasın, Kültürler Kaybolmasın. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Atom Enerjisi Sorununda Son Dönemdeki Gelişmeler Üzerine. . . 44

GÜNCEL İnsan, haklarıyla insandır. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 YENİ KADIN DÜNYASI KAMER VAKFI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 LGBT’den onur yürüyüşü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 PANORAMA Dünyanın açları – açların dünyası! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33

2

ÇEVİRİ „… ve yaşamınızın devamında size başarılar dileriz.“. . . . . . . . . . 51 Norveç’teki ırkçı-faşist saldırısı konusunda ICOR açıklaması. . . . 54 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI TROÇKİ VE BOLŞEVİKLER. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55 SERBEST KÜRSÜ “Ciddiyet talebine önce kendimiz uyalım!” başlıklı eleştiri yazısı üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 153 · Eylül/ Ekim 2011 • ISSN 1301-692X153• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org


Artan Fırsatlar ve Büyüyen Tehlikeler Dönemi

D

ünya genelinde ve ülkelerimiz özelinde devrimci– komünist faaliyetlerin başarısı için objektif ortamın uygun olduğu, fırsatların arttığı ve fakat aynı zamanda tehlikelerin de büyüdüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi belirleyen ekonomik durum ve gelişmeler konusunda durum kabaca şöyle:

DÜNYA EKONOMİSİ Dünya Ekonomisi 2009 yılının ikinci yarısından itibaren ( 3. çeyrekten itibaren) yeniden büyümeye başladı. 2007 ikinci yarısında – üçüncü çeyreğinde- başlayan yeni kriz devresinde depresyon aşamasından, canlanma aşamasına geçildi. Bu büyüme konusunda ama şunlar bilinmelidir: *Bu kriz devresinde, devrevi krizin birinci aşamasından (kriz aşaması) ikinci aşamasına (depresyon aşaması) normalin çok üzerinde bir hızla, çok kısa sürede geçildi. Bunda kriz devresinin henüz başlan-

gıcı sayılan bir dönemde patlayan mali kriz/borsa krizi belirleyici rol oynadı. 2008 Eylül’ünde ABD finans yönetiminin en büyük borsa kumarbazlarından Lehman Brothers’in iflasına göz yumması ile tetiklenen mali kriz, çok kısa sürede bütün dünyayı sardı. Krizin patlamasından önceki yıllar fiktif sermaye karlarının aşırı artması ( yükseliş döneminde piyasaya sürülen değişik fiktif sermaye araçları yıllık %30-40 rant getiriyor “büyüyor”du.) borsa değerlerini bir balon gibi şişirmişti. Patlamaya hazır hale gelen balon Lehman Brothers’in iflası ile patladı. Borsalar çok kısa sürede trilyon dolarlarla ifade edilen değer kayıplarına uğradılar. 2007 Ekim’inde tarihi zirvelerine ulaşmış olan borsaların değeri 2008 sonuna kadar toplam 32 trilyon dolar değer kaybına uğradılar. Bu rakam Türkiye’nin 2007 GSYİH’nın (658 milyar dolar) 50 katı! Başta en büyük borsa kumarbazları konumundaki “Yatırımcı Bankalar” ve sigorta tekellerinin önemli bir bölümü iflas tehlikesi ile karşı

gündem

Ekonomik Durum ve Gelişmeler

3


gündem 4

karşıya kaldı. Devletler tarafından “kurtarılmayan” lar iflas ettiler. Bu dünya ekonomisinde yaşanan en büyük kapsamlı mali krizdi. Bu krizdeki değer kaybı esas olarak fiktif sermayedeki değer kaybı olmasına rağmen, bu büyüklükte bir mali krizin reel ekonomiye olumsuz yansıması kaçınılmazdı. Reel ekonominin başat aktörleri olan sanayi tarım ve hizmet tekelleri; bu arada devletler ve yerel yönetimler de borsa oyuncuları konumunda idiler. Örneğin İngiltere devlet sigorta fonları; Almanya’daki değişik eyaletlerdeki eyalet işletmeleri ( su , trafik, enerji işletmeleri; eyalet bankaları vs.) halktan toplanan paraları –çoğaltma iddiasıyla- en karlı “yatırımcı bankalara” “yatırmışlar”dı. Borsa kayıpları, bunların da kaybı anlamına geliyor, reel ekonomiye yansıyordu. Bu yansıma genel planda ele alındığında 2007 üçüncü çeyreğinden itibaren – önce “gelişmiş endüstri ülkelerinde” büyüme oranında his edilir gerileme şeklinde – başlayan yeni kriz devresinde, depresyon aşamasına büyük bir hızla geçilmesi biçiminde oldu. 2007 yılında dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında hala % 5’lik bir büyüme söz konusu idi. Bu bir önceki yıla göre büyüme oranı açısından % 0,2’lik bir gerileme ifade ediyordu. 2004’ten itibaren dünya gerçek YİH bir önceki yıla göre şu oranlarda büyümüştü: 2004. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 5,3 2005. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 4,7 2006. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 5,2 2007. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 5,0 Fakat gerileme eğilimi “gelişmiş endüstri ülkelerinde” net olarak ortaya çıkmıştı. Genelde hala orta vadeli ortalama büyümenin üzerinde bir büyüme olması, artık yükselme eğiliminden gerileme eğilimine geçilmiş olması gerçeğini, yeni bir kriz devresine girildiği gerçeğini değiştirmiyordu. Gelişmiş endüstri ülkelerinde 2007 yılında ortalama büyüme % 2,5 iken, burjuva ekonomistlerinin “gelişmekte olan ülkeler”, “eşik ülkeleri” vs. biçiminde adlandırdığı ülkelerde ortalama büyüme % 7,7 idi. Yani % 5’lik büyümenin “yük” ünü önemli ölçüde bu ülkeler taşıyordu. Dünya ekonomisinin hala en büyük gücü konumunda olan ABD % 2’lik ve gerileme eğilimi içinde bulunan büyüme oranı ile, ekonomik gelişmede motor rolünü yitirme yönünde ilerliyordu. 2008 yılında dünya ekonomisinde büyüme hızındaki gerileme eğilimi hızlanarak sürdü. 2008 Eylül’ünde patlayan mali kriz bu eğilimi daha da hızlandırdı.

2008 yılı büyüme oranı % 3,4 ile 2004’den bu yana ilk kez orta vadedeki % 3,5’luk büyüme oranının altına düşmüştü. Bir yıl önceki büyüme hızına göre % 1,6 bir gerileme idi. Bu gerilemede başı yine “gelişmiş endüstri ülkeleri” çekiyordu. ABD ekonomisinin 2008 “büyümesi” % 1,1’e gerilemişti. Japonya’da durum daha da kötü idi. Japon ekonomisi 2008 yılında % - 0,7 büyüme ile, bir önceki yıla göre büyümemiş küçülmüştü. Bütün “gelişmiş endüstri ülkeleri” nin 2008 ortalaması % 0,8’lik bir büyüme idi. Dünya çapındaki % 3,4’lik büyümenin yükü başta Çin (% 9) ve Hindistan (% 6,2) olmak üzere “gelişmekte olan ülkeler tarafından çekiliyordu. 2008’in son çeyreğinde mali krizin etkileri açıkça görülmeye başlamış, büyüme 0’ın altına düşmüştü ve hızla düşmeye devam ediyordu. Bu dünya ekonomisi açısından İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir ilkin habercisi idi. Bu eğilimle 2009 yılında dünya ekonomisi ilk kez büyümeyecek, küçülecekti. Nitekim öyle de oldu. 2009’un ilk üç çeyreğinde dünya ekonomisi ikinci dünya savaşı ertesinde görülmemiş boyutlarda eksi büyüme yaşadı; yani küçüldü. Sonuç olarak son çeyrekte başlayan ve kriz devresinde çok hızlı girilen depresyon aşamasından, canlanma aşamasına geçişin işareti olan yeniden büyümeye rağmen 2009 yılı bütününde dünya ekonomisi bir önceki yıla göre yüzde – 0,9 oranında küçüldü. Küçülme gelişmekte olan ülkelerde hızı biraz düşse de süren yüksek büyümeye rağmen gerçekleşti. Dünya ekonomisinde dengelerin değişme eğiliminin görülmesi açısından aşağıya seçilmiş kimi ülkelerin 2009 büyüme oranlarını veriyoruz: Gerçek YİH’nın bir önceki yıla göre büyüme oranı /% olarak: ABD . . . . . . . . . . . . . . . . . . - 2,6 Japonya. . . . . . . . . . . . . . . . - 5,2 Avro Bölgesi. . . . . . . . . . . . - 4,1 İngiltere . . . . . . . . . . . . . . . - 4,9 Gelişmiş endüstri ülkeleri ortalaması – 3,6 Çin. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8,6 Doğu Asya . . . . . . . . . . . . . 0,0 Latin Amerika. . . . . . . . . . . -2,1 Hindistan. . . . . . . . . . . . . . . 5,7 Rusya . . . . . . . . . . . . . . . . . . -7,9 Dünya genel. . . . . . . . . . . . - 0,9 (Bütün rakamlar, Almanya Kiel Dünya Ekonomisi


Gerçek YİH’nın bir önceki yıla göre büyüme oranı % olarak: ABD . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2,9 Japonya . . . . . . . . . . . . . . . . 4,0 Avro Bölgesi . . . . . . . . . . . . 1,8 İngiltere . . . . . . . . . . . . . . . . 1,3 Gelişmiş endüstri ülkeleri ortalaması 3,0 Çin. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10,3 Doğu Asya . . . . . . . . . . . . . . 6,0 Latin Amerika . . . . . . . . . . . 6,9 Hindistan. . . . . . . . . . . . . . . 10,4 Rusya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3,5 Dünya genel. . . . . . . . . . . . . . 5,1 Görüldüğü gibi oldukça yüksek büyüme değerinde değerin büyümesinde yine Çin (10,3) ve Hindistan (10,4) gibi ülkelerin çok yüksek büyüme oranları belirleyici rol oynuyor. Diğer yandan 2009’daki küçülme eğilimi emperyalist merkez ülkelerinde de bitmiş, eğilim tersine dönmüş, yükselme/büyüme eğilimi egemen hale gelmiştir. Dünya ekonomisinin bütününde olduğu gibi tek tek bütün parçalarında bir canlanma yaşanmaktadır. Ancak bu 5,1’lik yüksek büyüme görüntüsü bağlamında önce bu büyüme oranının bir yıl öncenin dünya gerçek YİH ‘na göre hesaplanan bir oran olduğu bilinmelidir. Bir yıl öncesinde, yani 2009’da ise dünya ekonomisi gerçek anlamda dibe vurmuş durumda idi. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında, yıl bazında, ilk kez küçülmüş, büyüme sıfırın altına düşmüştü. 2010‘un % 5,1’lik büyümesi, sıfırın altına düşmüş büyüklükten başlayan bir büyüme idi. Kriz öncesi yıl olan 2007’nin seviyesindeki bir YİH’na varmak için daha çok mesafe

kat edilmesi, büyümenin birkaç yıl daha bu seviyede sürmesi gerekiyordu. *** *Bundan da önemlisi şudur: Bu büyümede tabii ki finansal krizden görünür çıkış önemli rol oynuyor. Görünür çıkış diyoruz, çünkü bu görüntünün altında devletlerin banka ve diğer kimi finans tekellerini kurtarmak için girdikleri aşırı borçlanma, fiktif sermayenin boyutlarının olağanüstü büyümesi, bir çok devletin iflas sınırına dayanması, sistemin bütünüyle çökmemesi için borçlanmanın daha da arttırılması yatıyor. 2008 Eylül’ünde patlayan finansal krizde, bu krizin bütün finansal sistemi çökertme tehlikesi karşısında devletler devreye girerek büyük “kurtarma paketleri” açtılar. Bu kurtarma operasyonları büyük finans kuruluşlarının ve kimi tekellerin mali yükümlülüklerinin devletler tarafından üzerlenilmesi, bir başka deyimle bunların zararlarının toplumsallaştırılması anlamına geliyordu. Yalnızca ABD ve AB ülkelerinin banka/tekel kurtarma operasyonlarında ilk anda açtıkları paketlerin tutarı 3 trilyon 350 milyar dolar civarında idi. Fakat bu ilk paketler durumu düzeltmeye yetmedi. Bunları yeni paketler izledi. Bu zaten borçlu olan devletlerin daha da büyük borç altına girmesi demekti. Sonuç: Devlet borçları balonu şiştikçe şişiyor. Bu çok daha büyük ve yıkıcı yeni finans krizlerinin ekiminin yapılması anlamına gelmektedir. Bu borç balonlarının havası işçi ve emekçi kesimlere bindirilen yeni yüklerle indirilmeye çalışılıyor. Ancak boyutlar o kadar büyük ki, hangi tedbirler alınırsa alınsın bu borç balonları eninde sonunda patlayacaktır. Borç batağının boyutlarının görülmesi açısından duruma baktığımızda durum şöyle idi: Dünyanın hala en büyük ekonomisi konumunda olan ABD, borç hacmi açısından haziran 2011’de 14 trilyon 290 milyar dolarlık borç ile dünyanın en borçlu ülkesi idi. Bu borç ABD’nin 15,08 trilyonluk GSYİH’nın % 94,76’ne eşitti! Ve yasalara göre borcun 14,03 trilyon doları aşması yasaktı. Fakat devlet işlerinin yürütülmesi için –bu arada sürdürülen savaşlara para aktarmak için!- yeni borçlanma kaçınılmazdı. Obama yönetimi yeni borçlanma için yasal sanırın yukarı çekilmesini istiyor, cumhuriyetçiler – en başta da Cumhuriyetçiler içindeki en sağ kanat, Tea party’ciler- buna kesinlikle karşı çıkıyorlardı. Görünürde Obama yönetiminin borç sınırını yukarı çekme ve yeni borçlanma önerisini parlamentodan geçirip geçirmeyeceği belli değildi. Bunun olmaması

gündem

Enstitüsü (Institut für Weltwirtschaft-Kiel, IfW) tarafından OECD ve IMF kaynaklarına dayanarak yapılan hesaplar temelindedir ; IfW nin üç aylık aralıklarla çıkardığı yayınlardan alınmıştır.) 2010 yılında, 2009’un son çeyreğinde başlayan yeniden büyüme dört çeyrekte de sürdü. Sonuçta 2010 yılında dünya ekonomisi bir yıl öncesine göre % 5,1 oranında büyüdü. Bu kriz devresinde depresyon aşamasından canlanma aşamasına geçildiği anlamına geliyor. Burada da yine seçilmiş kimi ülkelerin rakamlarını verelim:

5


gündem 6

halinde iki “çözüm” vardı: Ya ABD devletinin resmen iflası gündeme gelecekti! ABD devleti mali yükümlülüklerini yerine getiremeyeceğini açıklayacaktı. Bu kuşkusuz ABD emperyalizminin dünya hegemonyası mücadelesinde onun “lider” rolünün bitişi anlamına gelirdi. Bunu ABD burjuvazisinin hiç bir kesiminin ciddi bir biçimde istemeyeceği açıktı. Kaldı ki bunu şu anda gerçek anlamda ABD’nin en önemli rakipleri de istemezdi. Çünkü ABD’nin böyle bir çöküşü, bütün sistemi kökünden sarsardı. Ya da ABD’nin bol miktarda yeni para basarak hiper enflasyonu, dolayısı ile doların uluslararası para birimi olma fonksiyonunu kaybetmesini göze almak zorunda kalması yoluyla “çözüm”. Emperyalist dünya bugün bu çözüme de hazır değil. Yani aslında sonuçta ABD emperyalizminin iki temel partisinin bir uzlaşma ile yasal borç sınırını yükseltmesinin gerçek bir alternatifi yoktu. Buna rağmen her iki taraf ta pazarlık marjını yükseltmek için oldukça yüksekten konuşuyor, böylece belli bir belirsizlik ortamı oluşuyordu. Öyle ki bu belirsizlik ortamında 2011 yılı ortalarında bizzat ABD sermayesinin egemen olduğu uluslararası değerlendirme ajansları bile ABD ekonomisinin güvenilirlik derecesini düşürme durumunda kaldılar. Sonuçta pazarlıklar Temmuz ayı sonunda aslında borç sınırının bir kaç aşamada 14,3 trilyon dolardan, 16,7 trilyon dolara çıkarılması ile son buldu. Borç sınırının bu şekilde yukarı çekilmesi karşılığında Obama yönetimi devlet giderlerinde 10 yıllık bir süre içinde toplam 2,8 trilyon dolarlık bir kesintiye gidilmesi ve devlet gelirlerini arttırıcı herhangi bir vergi artışı vb. tedbire başvurulmaması planını kabul etti. Görünürde böylece gün”kurtarılmış”oldu! ABD devlet bütçesinin 2011’de 2,17 trilyonluk gelire karşılık, 3,82 trilyon dolarlık gider ile 1,65 trilyon açık veren bir bütçe olduğu bilindiğinde bu “uzlaşma” nın yalnızca günü kurtarma uzlaşması olduğu, hiç bir sorunu çözmediği, tersine borç batağına daha fazla batmanın yolunu açarak sorunu büyüttüğü ortadadır. (Veriler : Tagesspiegel, 2 Ağustos 2011, s 2 „Kompromisse im Schuldenstreit“) *Japonya’nın devlet borçlarının GSYİH’ya oranı 2010 yılı itibarıyla % 189,8’dir. GSYİH’nın nerede ise iki katı olan borçla, Japonya emperyalist ülkeler içinde “şampiyon” olduğu gibi, borcun GSYİH’ya oranı açısından bütün ülkeler içinde en ön sıralarda yer alıyordu. Fukuşima ertesinde bu oranı % 225’i aştı. Eğilim daha da artma yönünde. Japonya şu anda

borç/GSYİH konusunda bütün dünyada 1. ülke konumunda! *27 ülkeyi kapsayan AB’nin borç toplamı 8,690 trilyon Avro’dur. Bu 27 ülkenin toplam GSYİH’sının % 74’dir. Yani Avrupa Birliği bir bütün olarak alındığında AB’nin kuruluşunda üyelik için şart koşulan “toplam borcun GSYİH ya oranı % 60 ı aşamaz” Mastricht kriterine göre kendini çoktan dağıtması gerekir! 17 ülkeyi kapsayan Avro Bölgesi ülkelerinin toplam borcu 7,062 trilyon Avro; borç/GSYİH oranı % 79’dur. Avrupa Birliğinin üç ülkesinde borç/GSYİH oranı % 100 ve üzerindedir. Yunanistan % 115; İtalya % 106; Belçika % 100 Maastircht’in borç/GSYİH oranı % 60 ı geçemez şartı bağlamında ise Avro ülkeleri içinde durum şöyle: Fransa. . . . . . . . . . . . . . . . . % 78 Portekiz . . . . . . . . . . . . . . . % 77 Almanya. . . . . . . . . . . . . . . % 73 Malta. . . . . . . . . . . . . . . . . . % 69 İrlanda . . . . . . . . . . . . . . . . %64 Avusturya. . . . . . . . . . . . . . % 64 Hollanda. . . . . . . . . . . . . . . . %61 bu kritere uygun değildi. Avro bölgesi dışındaki AB üyelerinde ise; Macaristan % 78; İngiltere % 68’lik oranlarla Maastricht’in bu şartına uymuyor! Borç hacmi açısından ise AB’nin en borçlu ülkeleri 2010 yılı sonu itibarıyla; Almanya. . . . . . . . . . (1,762 trilyon Avro) (Vergi Mükellefleri Birliği borç hacmini 1,999 trilyon olarak hesaplıyor!) İtalya . . . . . . . . . . . . (1,760 trilyon Avro) Fransa. . . . . . . . . . . . (1,489 trilyon Avro) İngiltere . . . . . . . . . . (950,4 milyar Avro) Danimarka. . . . . . . . (689 milyar Avro) Polonya. . . . . . . . . . . (684 milyar Avro ) İspanya. . . . . . . . . . . (559,7 milyar Avro) Borç hacmi açısından 273,4 milyarlık borçla arka sıralarda gelen Yunanistan, 2011 birinci yarısında iflas bayrağını çekme durumunda kalan ve Avro’nun çökmemesi için AB ve IMF’nin doğrudan diktası altına sokularak “kurtarıldı”. Fakat bu da aynı ABD’deki gibi “günü kurtarma”nın ötesinde bir anlam taşımıyor. Gidiş Avro bölgesinin küçülmesi yönünde. Fakat bu da aşırı borçlanma krizini gerçekten çözecek bir gelişme olmaz. (Veriler : F.Almanya Maliye Bakanlığı ; Aylık Rapor , mayıs 2010, yıl sonu için tahmini veriler)


Türkiye’nin durumu Türkiye bu kriz devresini az zararla atlatan ülkelerden biri. Bunda uluslararası alandaki tarihsel derinlikteki krizin Türkiye’deki etkilerinin bir çok batı ülkesinden daha az olması rol oynadı. Tabii ki mali kriz etkilerini Türkiye’de de gösterdi. Örneğin İMKB Ekim 2007’de 290 milyar dolar olan toplam değeri, Aralık 2008 ‘de 104 milyar dolara kadar gerilemişti. Bu bir yıl içinde % 65’lik bir değer kaybı anlamına geliyordu. Fakat diğer bir dizi ülkede görüldüğü gibi büyük banka ve diğer finans kuruluşları iflasları vb. yaşanmadı. Bunda 2001 krizi ertesinde özelde bankacılık, genelde finans sektörünün yeniden yapılandırılması, spekülatif mali işlemlere kesin sınırlamalar getirilmesi, bankalar bağlamında bir Denetleme Kurulu oluşturularak, denetimin sıkılaştırılması vb. belirleyici rol oynadı. Devrevi krize gelince, Türkiye’deki gelişme dünyadaki gelişmeye paralel oldu. 2001’de eksi 5,7’lik büyüme ile dibe vuran ekonomi ; 2007’ye kadar 6 yıl üst üste oldukça yüksek bir tempoda büyüdü. Bu altı yılın ortalama büyüme hızı 6,82 ile hem Türkiye’nin orta vadeli büyüme hızının, hem de dünya ekonomisindeki aynı dönemdeki büyüme hızının üzerinde idi. 1999- 2007 yılları arasında Türkiye ekonomisinin bir önceki yıla göre büyüme oranları: Yıllar büyüme hızı (% olarak) 1999. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . - 3,4 2000 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6,8 2001. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . -5,7

2002 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6,2 2003. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5,3 2004. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9,4 2005. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8,4 2006. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6,9 2007. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4,7 (Kaynak: TÜİK ,Dönemler itibarıyla GSYİH, Mart 2008) 2007 yılında büyüme hızı rakamı yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi kalkınma döneminin sonuna gelindiğini, ekonomide büyüme hızının dönem ortalamasının his edilir biçimde altına düştüğünü gösteriyor. Bundan da önemlisi 2007 yılı büyüme rakamları 3’er aylık dönemlerde ele alındığında görülüyor. Bu rakamlar 2007 yılının üç aylık dört dönemi için şöyle: I. dönem . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 7,3 II. dönem. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 2,8 III.dönem. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % 1,2 IV. dönem. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . % - 6,2 Yani büyüme hızı sürekli olarak geriliyor; dördüncü dönem ise Türkiye ekonomisi bir yıl öncenin aynı dönemi ile karşılaştırıldığında büyümüyor, tersine oldukça yüksek bir oranda küçülüyordu. Bu Türkiye ekonomisi açısından da, dünyadakine benzer bir şekilde, 2007’nin ikinci yarısından itibaren yeni bir kriz devresine girildiği anlamına geliyordu. Bu kriz devresinin gelişme seyri üç aylık dönemler ve yıllar bazında şöyle oldu/oluyor : Sabit Fiyatlarla GSYİH Gelişme hızı / Üç aylık dönemler itibarıyla:

gündem

Görüldüğü gibi mali krizden çıkış devlet borçlarının olağanüstü artması ile olmuş, yeni ve daha büyük bir mali krizin yolu döşenmiştir. Normal gelişme şartlarında devrevi kriz açısından, bu kriz devresinde canlanma aşamasından kalkınma aşamasına geçilmesi, önümüzdeki 3-4 yıl sonunda kalkınmada zirveye ulaşılması gerekir. Ancak bu kriz devresi hiç de “normal” olmayan şartlarda yaşanmaktadır. Depresyon evresine neredeyse 1 yıl içinde varılması, yine bir yıl içinde bu aşamadan yeni bir aşamaya geçilmesi normal değildir. Devlet borcu balonlarının bu denli şişmiş olması normal değildir. Bu balonların patlaması sonucu önümüzdeki 3-4 yıllık dönemde patlayacak büyük bir mali kriz bütün gelişmeyi durdurup, eğilimi tersine çevirecek potansiyele sahiptir. Bu durumda bu evre iki dipli bir evre olarak yaşanabilir.

Yıllar . . . . . . Dönemler . . . Gelişme hızı( % olarak) 2008. . . . . . . . . . . I. . . . . . . . . . . . . 7,0 . . . . . . . . . . . . . . . . II.. . . . . . . . . . . . 2,6 . . . . . . . . . . . . . . . . III. . . . . . . . . . . . 0.9 . . . . . . . . . . . . . . . . IV. . . . . . . . . . – 7,0 Yıl ortalaması . . . . . . . . . . . . . . . . 0,7 2009. . . . . . . . . . . I. . . . . . . . . . . . -14,5 . . . . . . . . . . . . . . . . II. . . . . . . . . . . – 7,7 . . . . . . . . . . . . . . . . III.. . . . . . . . . . – 2,9 . . . . . . . . . . . . . . . . IV. . . . . . . . . . . 6.0 Yıl ortalaması . . . -. . . . . . . . . . . . . 4,7 2010 . . . . . . . . . . . I. . . . . . . . . . . . 12.0 . . . . . . . . . . . . . . . . II.. . . . . . . . . . . 10,3 . . . . . . . . . . . . . . . . III. . . . . . . . . . . 5,2 . . . . . . . . . . . . . . . . IV. . . . . . . . . . . . 9,2

7


Yıl ortalaması . . . . . . . . . . . . . . . . 8,9 gündem

Bu rakamlar Türkiye ekonomisinde de, dünya ekonomisine paralel olarak devrevi krizde depresyon aşamasına çok hızlı geçildiğini ve depresyonda dibe vuruşun çok sert olduğunu gösteriyor. 2009 yılının birinci dönemindeki % 14,5 oranındaki küçülme, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanmış olan en büyük orandaki küçülmedir. Yine dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu dipten çıkış ta oldukça hızlı olmuştur. Hem küçülme, hem büyüme oranları dünya geneline göre yüksektir. 2010 yılına damgasını vuran yüksek hızla büyüme ile –bunun sürmesi halindekriz öncesi seviyeye varılması dünya ekonomisinden daha hızlı olabilir. 2011’in ilk çeyreğinde % 11’lik büyüme hızıyla, Türkiye bir rekor kırmış, bu üç aylık dönem için en hızlı büyüyen ülke olmuştur. Fakat burada da bilinmesi gereken bu hızın sürdürebilir olmadığı ve henüz bu hıza rağmen GSYİ’nın yeni kriz devresi başlamadan önceki seviyeye varmamış olmasıdır. (Veriler: TÜİK Haber Bülteni, sayı 133, 30 Haziran 2011) Depresyon döneminde IMF ile yürütülen görüşmelerde, tekelci burjuvazinin bir kesiminin ısrarlı çağrılarına rağmen IMF ile anlaşma yapılmamıştır. Borç bağlamında Türkiye’nin toplam borcunun GSYİH’ya oranı % 43,38 idi. Bu borç oranı iye Türkiye 165 ülkenin yer aldığı BORÇ/GYİH oranı listesinde 83. sırada bulunuyordu. Yani Türkiye’nin borç sarmalı konusunda durumu, bir çok emperyalist ve bağımlı ülkeden iyi idi. ( Emperyalist büyük güçler içinde Çin % 19,15; Rusya % % 11,08’lik oran ile borç bağlamında en iyi konumda idiler. 2010 yılında listenin borcu olmayan tek ülkesi Libya idi!!!) Bütün bunlar ekonomik açıdan ele alındığında Türkiye burjuvazisi açısından işlerin iyi gittiğini gösteriyor. Bu otomatikman işlerin işçi sınıfı, köylüler ve diğer emekçiler için iyi gittiği anlamına gelmiyor, kapitalist ekonomide de bu hiçbir zaman bu anlama gelmez! Türkiye burjuvazisi bu iyi gidişi krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkarak sağladı, sağlıyor. Diğer yandan bu iyi gitme hem iç –öncelikle siyasi faktörler-, hem de dış faktörler –öncelikle yeni bir mali krizin patlaması- tarafından kesintiye uğratılabilir, kırılgandır.

Siyasi gelişmeler: Çürüyen, Asalak Kapitalizm 8

Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm,

emperyalizmin her türden savunucusu açısından “alternatifsiz”dir. Gerçekten de dünya çapında genel ele alındığında, emperyalizmin biricik alternatifi olan sosyalizm-komünizm işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde gerçek alternatif olarak görülmemektedir. Genel olarak ele alındığında komünist hareket dünya çapında yeniden işçi ve emekçi hareketinden ayrı, güçsüz bir dönem yaşıyor. Bunda revizyonizmin komünist harekette yarattığı tahribat belirleyici rol oynuyor. Sosyalizm-Komünizm adına 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren başta SSCB olmak üzere “doğu Bloku” ülkelerinde egemen olan revizyonist siyasetler sonucu, bu ülkelerde sosyalizmi inşa döneminin kazanımları yitirildi. Sosyalizm /Komünizm adına devlet kapitalisti, sosyal faşist, sosyal emperyalist siyasetler uygulandı. Giderek sosyalizmin yalnızca lafı kaldı. Sonunda 1990’lı yılların başlarında o da bitti. Sosyalist/komünist olma iddialı “Doğu Bloku” tarihe karıştı. Emperyalist burjuvazinin propagandacıları revizyonist/sosyal faşist/sosyal emperyalist kampın çöküşünü, komünizmin çöküşü olarak tanıtıp, zaferlerini kutladılar. Onlar gelişmelerin kapitalizmin ve onun bugünkü egemen siyasal sistemi olan burjuva demokrasisinin alternatifsiz olduğunu ispatladığı yalanını piyasaya sürüp, bu yalanı her türlü araçla yığınlara pompaladılar. Ne yazık ki bu yalan kampanyası işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde de etkin oldu. Bugün dünyada işçi ve emekçilerin önemli bölümü, 1990’larda çöken sistemin sosyalizm/komünizm olduğunu sanıyor. Ve gerçek sosyalizm/komünizm propagandası işçi ve emekçiler içinde yeterli taban bulmada zorlanıyor. 2000’li yıllardaki ekonomik gelişmeler ve son dönemdeki mali ve ekonomik kriz , tam da bu noktada, emperyalizmin propagandacılarının “alternatifsiz” ilan ettikleri kapitalizm/emperyalizm’in gerçek yüzünü görmek için zengin bir malzeme sunarak durumun değişmesi için büyük fırsatlar yaratıyor. Nedir bu gelişmelerin gösterdiği? *Önce bu gelişmeler, işçi ve emekçiler açısından işsizlik, kazanılmış hakların yitirilmesi, yoksulluğun artması vb. anlamına gelen krizlerin kapitalist sistemin kaçınılmaz yol arkadaşları olduğunu gösterdi gösteriyor. Gelişmeler, ekonomik krizleri, üç beş aç gözlü, kural tanımaz banker ve borsacının marifeti olarak gösterip sistemi aklama yalanlarını, bu yalanları üretenlerin yüzüne çarpıyor. Hayatın kendisi işçi ve emekçilere, onların kendi siyasi deneyimleri ile krizsiz kapitalizmin olmadığını görmeleri için mal-


gösterdi. Söz konusu olan sosyal hizmetler olduğunda cimriliklerinden yanına yaklaşılmayan, özellikle kriz dönemlerinde işçilerin emekçilerin kazanılmış halklarını da birer birer ellerinden alan bu devletler, 2008 Eylül’ünde patlayan mali krizde kendi kötü yönetimleri ve aşırı kar hırsları sonucu oynadıkları kumarlarda kaybeden banka, sigorta şirketleri ve kimi sanayi tekellerini kurtarmak için hiçbir “fedakarlık”tan kaçınmadılar. Emekçi halkın geleceğini ipotek altında alarak borç batağına daha da batma pahasına iflas tehlikesi ile karşı karşıya kalan tekellere milyarlarca dolar kaynak aktardılar. Tekellerin bir bölümü, bu tekeller durumunu düzelttiklerinde yeniden özel sermayeye devredilmek üzere “devletleştirildi”. Bu aslında tekellerin zararlarının toplumsallaştırılması, zararın yükünün tüm toplumun, tabii en başta işçilerin emekçilerin sırtına bindirilmesi anlamına geliyor. Şaşılacak bir şey yok, fakat yapılacak çok şey var. Ve o yapılacak şeylerin sonuçta gerçekleştirmesi gereken hedef te, emperyalist tekellerin devletlerinin işçi sınıfı önderliğinde devrimlerle yıkılması, işçilerin emekçilerin kendi iktidarlarının kurulmasıdır. Biricik alternatif budur. Bütün gelişmeler objektif olarak işçi sınıfını ve emekçileri kendi iktidarları için mücadeleye çağıran gelişmeler. Bütün gelişmeler alternatifsiz ilan edilen emperyalist/kapitalist sistemin, gerçekte çürüyen, asalak bir sistem olduğunu gösteriyor. Komünistlerin işçi sınıfına taşıdığı gerçeklerin, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından kendi siyasi tecrübeleri temelinde kavranılması ve üzerlenilmesi için, burjuva yalan balonlarının patlatılması, etkisinin azaltılması ve kırılması için şartlar bizzat sistemin kendi gelişmesi içinde olgunlaşıyor. Gerçek ve başarılı bir Komünist faaliyet için bu gelişmeler büyük fırsatlar yaratıyor. Değişen güç dengeleri, keskinleşen hegemonya dalaşları; yükselen savaş tehlikesi Yukarıda ortaya koyduğumuz ekonomik gelişmeler emperyalist dünyada güç dengelerinin hızla değiştiği bir geçiş dönemi yaşadığımızı gösteriyor. ABD gerek ekonomik, gerek askeri güç bakımından hala emperyalist dünyanın bir numarası. Fakat onun ile diğer emperyalist büyük güçler arasındaki güç dengeleri artık 90’lı yılların başındaki gibi değil. GSYİH bakımından ABD’nin dünya içindeki payı % 28’lerden, % 20’lere gerilemiş durumda. Ve eğilim bu gerilemenin sürmesi yönünde. Yani ABD ekonomik olarak -büyük gücüne rağmen- “gerileyen güç” durumunda. Askeri olarak ABD açısından en tehlikeli rakip du-

gündem

zeme sunuyor. Komünistler açısından, krizsiz bir yaşam için tek alternatifin sosyalizm- komünizm (ama onun gerçeği, “reel sosyalizm “ adı altında sunulan revizyonizm değil) olduğu gerçeğini işçi sınıfına taşıma işi kolaylaşıyor. *Ekonomik gelişmeler, kapitalist sistemin zenginlerle/yoksullar arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini gösteriyor. Toplumsal zenginliğin yaratıcısı, üreticisi olanların bu zenginlikten aldığı pay – sermaye sahibi sınıfların aldığı paya göre- giderek azalıyor. Medya üzerinden de yayılan burjuvazinin görgüsüz zenginlik gösterileri, her yıl milyonlarca insanın açlıktan öldüğü ve bunun artık her yanda bilindiği bir ortamda, sistemin sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Kapitalist sistemin bir avuç sömürücü için inanılmaz bir zenginlik, milyarlarca insan için ise yoksulluk, en yoksullar için açlık ölümü demek olduğu her geçen gün ispatlanıyor. Buradan çıkışın bir tek yolunun kapitalizm/emperyalizmi işçi sınıfı önderliğinde devrimlerle yerle bir etmek, giderek bu sistemin biricik alternatifi olan sosyalist/komünist bir dünya yaratmak olduğu gerçeğinin propagandası, işçi ve emekçilerin yaşam gerçekleri ile daha çok buluşuyor. *Ekonomik gelişmeler, en başta da yukarıda gelişme seyrini resmettiğimiz mali kriz, emperyalizmin asalak karakterini olduğu gerçeklerini herkesin görebileceği netlikte -bir kez daha- gösterdi. Bir yıl içinde borsalarda Türkiye’nin GSYİH’nın 50 katı “kayıp” oldu! Bu kayıp olan değer daha önce borsa spekülatörlerinin “havadan” kazandığı! para idi. Dünya ekonomisinde gerçek ekonomik büyümenin – orta vadede- % 3,5 olduğu bir ortamda , borsa spekülatörleri % 30 ,yüzde 40’lık rantlarla iş görüyorlardı! İşleri “kupon kesme” olanlar, sanayi ve tarımdaki kapitalist karın 10-20 mislisi kar elde ediyorlardı. Bütün bunlar açıkça görüldü. Görüldü ki, emperyalizmin “çürüyen, asalak” kapitalizm olduğu gerçeği değişmemiştir. Tersine bu gerçek bugün çürümenin, asalaklığın boyutları açısından her zamankinden daha geçerlidir. Asalaklık o kadar açık ve terbiyesizcedir ki, burjuva siyasetçileri bile bu krizde halkın öfkesini yakıştırabilmek sistemi kurtarmak için kimi “aç gözlü” banker ve borsacıları günah keçisi ilan etmek zorunda kalmıştır. *Ekonomik gelişmeler, başta da son mali krizde yaşananlar emperyalist devletlerin, gerçekte ekonomiye egemen olan tekellerin devleti, onların hizmetkarı olduğunu bir kez daha herkesin görebileceği berraklıkta

9


gündem 10

rumunda olan Rusya,1990’lı yılları, yaşadığı büyük bir çöküntünün yaralarını sarmakla geçirdi. Dünya çapında hegemonya dalaşında bir süre fazla aktif olamadı. 2000’li yılların başından bu yana kendi içinde bir stabilizasyona ulaştıktan sonra, şimdilerde giderek daha fazla bir biçimde bu dalaşta ben de varım pozisyonunda. 1990 lı yılların başı ile karşılaştırıldığında emperyalist dünyadaki güç dengeleri açısından en önemli gelişme kuşkusuz Çin’in durumunda yaşandı. 1970 li yılların sonlarında yeniden emperyalist dünya sisteminin bir parçası haline gelen Çin, 1990 lı yılların başlarında dünya hegemonyası dalaşında önemli bir aktör olarak rol oynayacak güçte değildi. Çin şimdi emperyalist dünyanın en hızla gelişen gücü olan, sosyal emperyalist bir büyük güç konumunda. Satın Alma Paritesine göre hesaplanan GSYİH açısından anda ABD nin arkasında dünyanın en büyük ikinci gücü. Şu anda meta ihracatında şampiyon, sermaye ihracı konusunda ise son yıllarda en fazla sermaye ihraç eden emperyalist büyük güçlerden biri konumunda. Askeri açıdan henüz ABD ile kapışacak güçte değil;ama bu alanda da aradaki fark hızla kapanıyor. Japonya uzak asyada egemen konumunu Çin’e kaptırmış durumda. Uluslar arası alanda da teknolojik önderlik rolünü artık oynamıyor. ABD ile Japonya da gerileyen güç konumunda,. İngiltere zaten ancak ABD ile ortak hareket ettiğinde hegemonya dalaşında önem kazanıyor. AB üyesi 27 devletin GSYİH toplamı birlikte ele alındığında dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan AB, gerçekte yamalı bohça görünümünde geçici bir ittifak. Almanya- Fransa ortak projesi konumundaki AB’nin 90’lı yıllardaki ilerleme hızı kesilmiş durumda. Kapitalizm şartları altında Avrupa Birleşik Devletleri iddiasının gerçek haline dönüşeceğine artık bu projenin en ateşli savunucuları bile inanmıyor. AB içinde İtalya hegemonya dalaşındaki eski etkin rolünü çoktan yitirmiş durumda, gerileyen güç konumunda, devlet ekonomik olarak iflas tehlikesi ile karşı karşıya. Hindistan, Brezilya, gibi nüfusça ve alan olarak büyük, büyüme hızları dünya ortalamasının üzerinde olan ülkelerin dünya ekonomisinde ve siyasetinde oynadıkları rol de artıyor. Bu ülkelerle birlikte G-20 olarak adlandırılan ülkeler içinde yer alan Türkiye’nin durumu da , bu son saydığımız ülkelerle benzerlik gösteriyor. Hem ekonomik, hem siyasi

açıdan Türkiye’nin dünyadaki rolü – en başta tabii Ortadoğu, Kafkaslar ve Türki Cumhuriyetler olmak üzere- artıyor. Bu kendini en açık bir şekilde son mali krizde, aslında dünyayı idare etme iddiasındaki G-7 (Rusya ile G-8) lerin, “kurtarma programları”nın tartışmasında karar almak için genişletilmiş G-20 ye ihtiyaç duymasında gösterdi. Yani güç dengelerinde 20 yıl öncesine göre büyük değişiklikler var. Ve tabii ki bu değişiklikler, hegemonya dalaşında gelişmekte olan güçlerin, gerilemekte olanlar aleyhine değişiklikler ve hak taleplerini, gerileme konumunda olanların buna direnmesini beraberinde getiriyor. Bu arada gerileyen ve fakat hala en güçlü konumunda olan ABD, bu gerilemeyi durdurmak için askeri saldırılarını arttırıyor, Irak’ta, Afganistan’da, şimdi Libya’da doğrudan savaş yürütüyor. Bir dizi “bölgesel” savaşta da – Sudan’da, Gürcistan’da vb. olduğu gibi- “temsilciler savaşı”nın geri plandaki tarafı olarak yer alıyor. Bu arada NATO gibi örgütleri de bu savaşlarının aracı olarak kullanıyor. Tabii ABD emperyalizmi doğrudan savaş yürüten tek güç değil. Yürüyen hemen bütün savaşlarda bütün emperyalist büyük güçler şu veya bu biçimde savaşın içinde. İkinci Dünya Savaşı ertesinde Anayasalarına orduları için “yurtdışında operasyon yasağı” yazmak zorunda kalan Almanya ve Japonya için de bu anayasal yasak, 1990’lı yılların başından bu yana de fakto ortadan kalkmış durumda. Alman politikacıları Alman ekonomik çıkarları için savaş yürütmenin kaçınılmaz olduğunu açıkça söyleyebiliyor artık. Almanya Afganistan’da doğrudan savaş içinde. Japonya da şimdilik BM kararları temelinde donanmasını, askerlerini “enternasyonal operasyonlara” gönderiyor. İngiltere zaten ABD’nin içinde yer aldığı her savaşta var. Fransa Afrika’da Fildişi Sahili’ndeki iç savaşta doğrudan savaş tarafı idi. Libya’ya da ilk saldıran Fransa oldu. Emperyalist dünyada güç dengelerindeki değişiklikler, kaçınılmaz olarak “bölgesel” savaşları tetikliyor, bununla da kalmıyor aynı zamanda emperyalist büyük güçlerin değişik ittifaklar içinde karşı karşıya geleceği yeni bir dünya savaşı tehlikesini de büyütüyor. Bölgesel savaşlar, büyük güçler için silahlı güçlerini denedikleri, daha büyük savaşlara hazırlandıkları antrenman sahaları aynı zamanda. Kuşkusuz dünya savaşı tehlikesi henüz, öncelikle de Çin ABD


bir bütün olarak kapitalist sistemi hedef almadı. Tunus’ta krizin iyice azdırdığı işsizlik, açlık, yoksulluğa karşı mücadele kısa sürede ülkeyi on yıllardır bir aile şirketi gibi yöneten Bin Ali diktatörlüğüne karşı iş, ekmek, demokrasi talepli bir ayaklanmaya dönüştü. Alttakilerin korkuyu aşıp, artık yeter diyerek tarihi eyleme geçtiği, üsttekilerin de artık eski yöntemlerle yönetemediği devrimci bir durum oluştu. Bin Ali yönetiminin bu devrimci kalkışmayı bastıramayacağını gören emperyalist güçlerin Bin Ali’den desteğini çekip, yeni işbirlikçiler aramaya girmesiyle, Bin Ali rejiminin sonu geldi. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar kendi komünist örgüt-

gündem

ile askeri olarak çatışmaya girecek güçte olmadığı için güncel bir tehlike değil, fakat tehlikenin giderek büyüdüğü de açık. Bugüne kadarki savaşlarla karşılaştırılamayacak bir yıkıcılığa sahip olacak yeni bir emperyalist dünya savaşı engellenmek isteniyorsa yapacak tek şey var : Emperyalizmi proleter dünya devrimi ile tarihin çöplüğüne gömmek! Artan direniş, devrimci kalkışmalar ve artan iç faşistleşme Yukarıda ortaya koyduğumuz ekonomik gelişmeler ve İkinci Dünya Savaşı ertesinde yaşanan en derin mali ve ekonomik kriz işçi sınıfı ve emekçi yığınlar

Tabii ABD emperyalizmi doğrudan savaş yürüten tek güç değil. Yürüyen hemen bütün savaşlarda bütün emperyalist büyük güçler şu veya bu biçimde savaşın içinde. İkinci Dünya Savaşı ertesinde Anayasalarına orduları için “yurtdışında operasyon yasağı” yazmak zorunda kalan Almanya ve Japonya için de bu anayasal yasak, 1990’lı yılların başından bu yana de fakto ortadan kalkmış durumda. Alman politikacıları Alman ekonomik çıkarları için savaş yürütmenin kaçınılmaz olduğunu açıkça söyleyebiliyor artık. açısından bir dizi dersle dolu mücadeleleri de tetikledi. Hemen her ülkede krizin işçi ve emekçiler açısından felaketli sonuçlarına karşı hareketler, direnişler gelişti. Ne yazık ki –komünist hareketin güçsüzlüğü ve işçi emekçi hareketi ile bağlarının zayıflığının bir sonucu olarak da- sınıf bilincinin eksikliği bu eylemlere damgasını vurdu. Mücadeleler genelde krizin temel nedeni olan kapitalist emperyalist sisteme karşı değil, krizin doğrudan kimi felaketli sonuçlarına karşı yöneldi. Burjuvazinin, revizyonist ve reformist güçlerin de yardımıyla yaptıkları “krizin nedeni aç gözlü birkaç banker ve spekülatördür” yalanı, hareketlere damgasını vurdu. Genel talepler bu “aç gözlü banker ve spekülatörlerin” kontrol altına alınması, cezalandırılması çerçevesi içinde kaldı. Bir kez daha komünist faaliyetin önemini kavrattı kriz ve ona karşı mücadele. Siyasi olarak krize karşı mücadelede hedef genelde andaki hükümetlerle sınırlı kaldı. Hiçbir durumda

lenmelerine sahip olmadıkları için sonuçta bir halk demokrasisi kurulamadı. Fakat yine de emekçi yığınlar harekete geçtiklerinde yıkılmaz görünen iktidarları yıkabileceklerini öğrendiler. Öğrenen yalnızca Tunuslu emekçiler olmadı. Tunus’daki gelişmeler bütün Mağrip’te yankılandı. Fas’ta, Mısır’da, Yemen’de, Cezayir’de ayaklanmalar birbirini izledi. Ayaklanmalar diğer Arap ülkelerine de sıçradı. Mısır’da gösteriler sonuçta aslında Mübarek rejiminin temel dayanağı olan ordunun Mübarek’i terk etmesi sonucu, Mübarek’ in devrilmesi ile sonuçlandı. Burada da yine sonuçta iktidara halk gelmedi. Mübarek rejiminin temel dayanağı ordu idareyi ele aldı. Yer yer bu duruma karşı da gösteriler sürüyor. Fakat eski kitlesellik bitti. Yemen’de ülkeyi 30 yıldır yöneten Bin Salih yönetimine karşı Ocak ayında başlayan gösteriler yer yer çatışmalara dönüşerek kesintisiz sürdü. 3 Haziran’da başkent Sana’da başkanlık sarayına karşı bir saldırıda

11


gündem 12

Bin Salih ağır yaralandı. Suudi Arabistan’da tedavi görüyor. Gösteriler sürüyor. Bin Salih dönme iddiasında. Oman’da, Bahreyn’de, Kuveyt’te ve Suudi Arabistan’da da gösteriler oldu, oluyor. Libya’da Kaddafi yönetimine karşı ayaklanma, batılı emperyalist güçler tarafından kontrol altında olmayan Kaddafi yönetimini devirmek için fırsat olarak görüldü. NATO güçleri üç aya yakın süredir Libya’yı bombalıyor. Suriye’de Beşar Esad yönetimine karşı gösterileriler kanla, yoğun şiddetle bastırılmaya çalışılıyor. Batılı emperyalist güçlerin askeri Libya’da olduğu gibi, Suriye’ye askeri müdahale yönünde BM kararı çabalarına Güvenlik Konseyi üyesi Rusya ve Çin –şimdilik- karşı çıkıyor. Bütün gösteriler, ayaklanmalar, evet devrimci ayaklanmaların temel talebi, bu gösterilere katılan çok çeşitli siyasi güçlerin içeriğini değişik doldurduğu “demokrasi” talebi. Ve fakat sonuçta hiçbirinde işçi sınıfı önderliğinde halk demokrasisi talebi – ki bu talep bu ülkelerde temel talep olmak zorundadır- hareket içinde belirleyici bir rol oynamıyor. Burada da evet kitleler mücadele içinde öğreniyorlar. Fakat komünist öncünün yokluğu veya varsa olağanüstü güçsüzlüğü sonucu, devrimci ayaklanmalar en iyi halde burjuvazinin bir bölümünün siyasi temsilcilerinin iktidardan uzaklaştırılması, bir başka bölümü ile yer değiştirmesi ile sonuçlanıyor. Böylece oluşan ve halkları gerçek kurtuluşa götürecek fırsatlar kaçırılıyor. Ve bir kez daha temel görevin ne olduğu çıkıyor ortaya: İşçi sınıfına doğru bir önderlik götürecek Bolşevik Partilerin mücadele içinde yaratılması, örgütlenmesi bugün komünistlerin önündeki temel görevdir. Halkların kendiliğinden mücadelelerinin, isyanlarının gelişmesi, komünistlere bu hareketler içinde güçlenmek için büyük fırsatlar sunmaktadır. Fakat gelişmeler devrimci ve komünist faaliyetler için fırsatlar yaratmıyor yalnızca. Buna paralel olarak tehlikeler de yaratıyor. Burjuvazi bir yandan gelecek olası mücadelelere hazırlık olarak kontrol ve baskı yasalarını sertleştiriyor. Burjuva toplumların militaristleştirilmesi konusunda ciddi adımlar atılıyor. İdeolojik alanda genelde bütün ülkelerde ırkçılık, “yabancı” düşmanlığı körükleniyor. Batılı emperyalist ülkelerde terörizmle eşitlenen İslama karşı düşmanlık, kitleleri burjuvazinin arkasında toparlamak için önemli bir ideolojik silah olarak kullanılıyor. Bunun yanında anti komünizm, özellikle “anti stali-

nizm” adı altında temel ideolojik silahlarından biri olarak kullanılmaya devam ediliyor. Gerici burjuva demokrasisi ülkelerinde, devletler tarafından faşist tedbirler, iç faşistleşme ilerletiliyor. Faşizmin ilerletilmesinde “yabancı” düşmanlığını temel program maddesi yapan açık ırkçı-faşist güçler de kullanılıyor. “Demokratik haklarını kullanıyorlar” gerekçesi ile faşistler devletler tarafından koruma altına alınıyor. Faşist çetelerin devrimcilere yönelik şiddet eylemlerine göz yumuluyor. Şu anda batılı ülkelerde olduğu gibi işçi-emekçi hareketi burjuvazinin iktidarını gerçek anlamda tehdit eder bir durumda değil. Bu yüzden burjuvazi diktatörlüğünü sürdürmek için henüz faşist bir diktatörlüğe ihtiyaç duymuyor. İç faşistleşme daha çok bugünün devrimci çekirdeklerini yok etmeye ve yarına hazırlanmaya yönelik tedbirler şeklinde gelişiyor.İçte faşistleşme, diğer yanıyla dışta savaş hazırlıklarının tamamlayıcısı.

Türkiye/Kuzey Kürdistan’da gelişmeler ve geçiş dönemi Türkiye/Kuzey Kürdistan’da son dönemin en önemli siyasi gelişmesi kuşkusuz seçimlerdi. Bu seçimlerle ilgili değerlendirmemizi YDİ Çağrı sayı 152’de yaptığımız için burada bunun üzerinde durmayacağız. Seçim sonrasındaki gelişmeleri belirleyen tutuklu oldukları halde YSK tarafından seçime katılmalarında sakınca görülmeyen 6’sı BDP’li, 2’si CHP’li, biri MHP’li toplam 9 Milletvekilinin Meclise gelmesinin yolunu tıkayan kimi YSK ve Özel Yetkili Mahkeme kararları oldu. Bu kararlarla daha başından siyasi ortam sertleştirildi, seçimlerin meşruiyeti tartışılır hale gelindi. BDP, “Seçilmiş bir tek arkadaşımızın dışarıda kalması halinde bile Meclise gitmeyiz” tavrını takındı. Ardından CHP’de Meclise gitme ve fakat yemin etmeme tavrı takındı. CHP’nin başlangıçta çok ilkeli görünümlü bu tavrı bir hafta bile sürmedi. AKP ile CHP yönetimi adına yapılan ve aslında kavga konusu olan tutuklu olarak yargılanan Milletvekillerinin serbest bırakılması konusunda tek söz etmeyen bir ortak açıklama ertesinde, CHP Milletvekilleri – bir milletvekili dışında- yemin ederek, Meclis çalışmalarına katılmaya başladılar. BDP ise boykot tavrını sürdürdü. Bu tavrın devam ettirilip ettirilmeyeceğini tatile girmiş olan meclis 1 Ekim’de yeniden açıldığı zaman göreceğiz. Fakat son yapılan DTK toplantısında çıkan eğilim, “Yeni Anayasa çalışmalarına katılmak için – tutuklu Milletvekilleri serbest bırakılmasa bile- Meclise gitmek şeklinde.


Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşların sorunu var diyerek, sorunun toplumsal değil bireysel haklar sorunu seviyesinde olduğunu iddia etmeye başladılar.) sorunlarını çözmek. Yeni Anayasa projesi bunun da bir aracı olarak sunuluyor. BDP bağlamında AKP gelinen yerde sorunu gerekirse BDP (ve PKK’siz) çözme iddiasında. PKK ile ilgili olarak bir yandan Abdullah Öcalan ile, PKK’yi silahsızlandırmak ve dağdan indirmek için pazarlıklar yürütülürken, diğer yandan PKK’ya karşı savaş yükseltiliyor ve ondan kayıtsız koşulsuz silah bırakması, teslim olması talep ediliyor. Halbuki bütün gelişmeler, en başta da seçim sonuçlarının gösterdiği bir çıplak gerçek var: Kürt sorununun PKK ile anlaşmadan barışçı çözümü mümkün değildir; sorunun askeri çözümü ise yoktur. Çünkü PKK Kuzey Kürdistan’da halkın büyük bölümünün desteğine sahiptir. PKK ile Kürt halkını birbirinden ayırmak, Kürt halkını yok etmeden, PKK’ni askeri olarak bitirmek, bu yüzden boş hayaldir. AKP’nin öncelikle BDP’nin boykotu ertesinde Kürt sorunu konusunda “sertleşmesi”, bu arada Kuzey Kürdistan’da savaşın yükseltilmesi, ya ciddi bir siyaset değişikliğidir, ki bu AKP nin sorunun çözümünü askere polise havale eden, devletin şimdiye kadarki siyasetine döndüğü anlamına, yani boş işle uğraşıldığı anlamına gelir. Bu ama AKP’nin sivilleşme, demokratikleşme iddiasından da vaz geçmesi anlamına, bir anlamda kendi kendini reddetmesi anlamına gelir. Ya da AKP sorunun barışçı çözümü konusunda BDP (ve PKK’ye) karşı pazarlık gücünü yükseltmek için, bu arada AKP’den daha ırkçı siyasi güçlerin elinden kitleleri kışkırtma silahını almak için siyaset değişikliği görüntüsü vermektedir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme siyaseti izlemektedir. Bu ikinci olasılık herhalde gerçek olandır. Bunun hangisi olduğunu önümüzdeki kısa dönem zaten gösterecektir. BDP –DTK (PKK -KCK) nin “demokratik özerklik” ilanı da benzer bir siyasetin öbür tarafıdır. Bu özerklik ilanı biz yerel yönetimlerin güçlendirilmesini istiyoruz ve elimizdeki yerel yönetimlerde alttan örgütlenmeler ile bugüne kadarkinden daha fazla hizmet üreteceğiz, bunu merkezi devlete rağmen yapacağız yönünde bir siyasi irade beyanıdır. Tabii ki demokratik bir talep ve irade beyanıdır bu ve bu yanı ile destekliyoruz. Fakat bunun gerçek bir özerklikle ilgisi olmadığı da bilinmelidir. Bu özerklik ilanı, bir yanı ile yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yönünde yasal değişikliklerin yapılmasına bir çağrıdır. Siz yapmazsanız da biz pratikte

gündem

Gelinen yerde BDP hükümet yanlısı medya tarafından ara seçim tehdidi ile hizaya sokulmaya çalışılıyor. AKP, CHP’nin yarı gönüllü boykotu kırıldıktan sonra, BDP boykotundan fazla rahatsızlık duymaz bir portre çiziyor. *AKP hükümetinin “ustalık dönemi” olarak adlandırdığı üçüncü tek başına iktidar döneminde önüne koyduğunu açıkladığı temel siyasi hedef yeni bir Anayasa yapmak. Ve o bu Anayasayı toplumsal bir uzlaşı sağlayarak, her şeyden önce meclis içindeki partilerle anlaşarak, uzlaşarak yapmak iddiasında. Yeni Anayasa konusunda fakat CHP ve MHP kategorik olarak Anayasanın dördüncü maddede değiştirilemezliği “değiştirilmesi teklif bile edilemez”liği garanti altına alınan ilk üç maddesinin değiştirilemeyeceğini savunuyorlar. Yani bunlarla uzlaşarak yapılacak bir Anayasa, aslında 1982 Anayasasının esasının ve ruhunu koruyan, Türk ulusunun egemenliğini ve Atatürk “ilke ve inkılapları” savunusunu çıkış noktası alan bir Anayasa olur. Bu yeni bir Anayasa olmaz, olsa olsa 1982 Anayasasında yeni bazı değişiklikler olur. BDP’nin böyle bir uzlaşma içinde olması mümkün değildir. Buna karşı AKP’nin tek başına BDP ile yapabileceği, yerel yönetimleri güçlendiren, Türkiye’lilik üst kimliği altında Türk etnik kimliğini, Kürt, Çerkes, Laz, Arap vb. etnik kimlikleri ile aynı kategori içinde ele alan bir “Anayasal vatandaşlık” tanımı yapan bir Anayasa, hiçbir biçimde CHP ve MHP’nin desteğini alamaz. Bu durumda Meclisteki partilerle uzlaşma içinde yapılacak bir Anayasa hedefi ilanı, hoş ama boş bir ilandır. AKP’nin tek başına BDP ile birlikte bir Anayasa yapma ihtimali –teorik olarak mümkün olsa bile siyaseten şu an – olmaz bir iştir. Bu durumda yeni Anayasa bağlamında olacak olan bir sürü tartışma ve nafile turları ertesinde AKP’nin kendi Anayasa taslağı için 330 oy bulmaya çalışması olacaktır. Oldu ise AKP Türkiye’yi demokratikleştirme yönünde her şeyi yapan parti olarak tanıtacaktır kendini. Olmadı ise biz her şeyi yaptık, fakat gördüğünüz gibi muhalefet engelledi, yeni bir Anayasa istiyorsanız oyunuzu bize verin diyerek gidecektir bir dahaki seçimlere. Bir dahaki seçimler yeni Anayasa istiyor musunuz, istemiyor musunuz referandumuna dönüştürülecektir. *AKP’nin “ustalık dönemi” dediği dönem için ikinci iddiası “Kürt vatandaşlarımızın sorunları” (Artık

13


gündem 14

yaparız ilanı, aynen Abdullah Öcalan’ın “eğer şartlarım düzeltilmezse ben aradan çekilirim, savaş gelişir, etraf kan gölüne döner” tavırlarında olduğu gibi, pazarlık yürütülen güce ölümü gösterip, onu sıtmaya razı etmek için takınılan taktik bir tavırdır. Hal böyle olduğu için, bu konuda gelişme perspektifi, yaz aylarında savaş kızıştıktan sonra yeniden “barış görüşmeleri” gündemine geçilmesidir. Bu arada tabii olan yine öncelikle bölgedeki Kürt halkına olacaktır. *Son günlerin en ilginç ve önemli siyasi gelişmesi ise YAŞ öncesi ve YAŞ’ta yaşandı. YAŞ öncesinde terfi sırası gelmiş komutanların durumu konusunda Genel Kurmay Başkanı ile Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında yürüyen pazarlıklarda, Hükümetin, Hükümete karşı darbe planı yapmakla suçlanan ve haklarında dava yürüyen komutanları hiçbir şart altında terfi ettirmeme tavrı karşısında Genel Kurmay Başkanı Koşaner ve 4 Kuvvet Komutanı emekliliklerini talep ettiler. Yani gerçekte istifa ettiler. Genel Kurmay başkanı ve istifa eden kuvvet komutanları yayınladıkları veda mesajlarında açıkça darbecilikle suçlanan silah arkadaşlarına sahip çıkıp, onlara karşı suçlamaların gerçekte orduyu yıpratma kampanyasının bir parçası olduğunu açıkladılar. Bu istifalar aslında sivil zinde güçlere – doğrudan darbe yapılmasının mümkün olmadığı şartlarda- yapılan, tehlike altında olan Atatürk Cumhuriyetine sahip çıkma çağrısı idi. Hükümet istifaları derhal işleme koyup, dört saat içinde istifa etmeyen Jandarma Genel Komutanını Genel Kurmay Başkan vekilliğine atadı. Ve ordunun en yüksek kademesinin toptan istifasının hiç de önemli olmadığı gibi davranarak, normal işlerine devam etti. Bu arada ne istifacı ordu komutanlarının umutlarını bağladıkları sivil zinde güçlerden, ne de ordunun geri kalan kesiminden, ne de emperyalist güçlerden ciddiye alınacak bir destek gelmedi istifacılara! ABD “Bu Türkiye’nin iç siyasetidir, karışmayız” tepkisi verdi. AB’nin tepkisi ise daha ilginçti “ Bu Türkiye’nin demokratikleşme yönünde ilerlediğini gösteren bir gelişmedir.” Görünen o ki, Kemalist siyaset mühendisleri bir kez daha yanlış hesap yapmışlardı. Ardından yapılan YAŞ toplantısında pazarlıklar ertesinde ordunun yeni komuta kademesi belirlendi. Davalı olan ve terfi sırası gelmiş 14 generalin durumu bağlamında yürüyen pazarlıklarda ne bunların “bunlar hüküm giymedikçe suçsuzdur. O halde terfilerinin önünde bir engel yoktur” gerekçesi ile terfi-

lerini isteyen asker kanat; ne de “bunlar devlete karşı suç işleme iddiası ile yargılanmaktadır. Emekli edilmelidir” diyen sivil kanat kendi görüşünü geçiremedi. Sonuçta bu 14 generalin durumu donduruldu. YAŞ’taki gelişmeleri, kimi hükümet yanlısı medya askeri vesayetin sonu, “ikinci cumhuriyetin başlangıcı” vb.; AKP karşıtı medya “ AKP imamın ordusunu kuruyor” diyerek yorumladı. Gerçekte YAŞ’ın gösterdiği gerçek ne biri, ne ötekidir. Hem YAŞ’ın, hem de seçim ertesi YSK kararının gösterdiği gerçek şudur: AKP devlet iktidarını ele geçirme yönünde çok önemli bir mesafe kat etmiştir. Devletin en önemli mevkilerinden Cumhurbaşkanlığı onun kontrolündedir. Parlamentoda rahat bir çoğunluğa sahiptir. Hükümet tek başına AKP’nin elindedir. Polis teşkilatı esas olarak hükümetin kontrolündedir. Devlet bürokrasisinin önemli bir bölümü de onun kontrolündedir. Ancak devletin en temel kurumlarından biri olan ordu esas olarak hala Kemalist bürokratların kontrolündedir. AKP hükümeti ordu bağlamında Kemalist kesimle uzlaşmak zorundadır. Ordu konusunda artık eskiden olduğu gibi askerler ne olacağını tek başlarına belirleme durumunda değildir. Ancak AKP’de tek başına belirleme durumunda değildir. Yüksek yargı konusunda da Yargıtay ve Danıştay hala esas olarak AKP karşıtlarının elindedir. Anayasa Mahkemesi’nde Kemalistlerin ağırlığı sürmektedir, fakat üçte iki çoğunluk artık yoktur. HSYK esas olarak AKP’nin eline geçmiş durumdadır. Bu orta vadede yüksek yargıdaki Kemalist egemenliğin de kırılacağı anlamına gelmektedir. Ordu bağlamında bu egemenliğin kırılması AKP’nin oldukça uzun süre tek başına iktidarda kalmasına bağlıdır. Yani kısacası yaşadığımız dönem bir geçiş dönemidir. Geçiş, parlamenter maskeli laik iddialı Kemalist faşist diktatörlükten; İslam soslu gerici burjuva demokratik diktatörlüğüne geçiş dönemidir. Egemen sınıfın kendi içindeki dalaşlar, bu geçiş döneminin dalaşlarıdır. Halkın ihtiyacı ne biri ne ötekidir. Halkın ihtiyacı işçi sınıfı önderliğinde sosyalizmin yolunu açacak olan işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğüdür. Bütün devrimci güçler egemen sınıfların tümüne karşı bu mücadelede birleşmelidir! Temmuz 2011 ✓


Savaş yükseltiliyor!

T.C.

Devleti 27 yıldır Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı bir yok etme savaşı yürütüyor. 27 yıl içinde sınır gerisinde ve sınır ötesinde operasyonlar, yok etmeler hız kesmeden devam etti. Bu süre içerisinde Kürt ulusal hareketinin öncü ve silahlı gücü konumundaki PKK’yi yok ederek, ulusal hareketi ezmeye çalıştı. Şimdiye kadar bu savaş amacına ulaşamadı. Kürtleri öldürmekle, Kürt sorunun çözülemeyeceğini kimi burjuva temsilcileri görmeye başladı. Burjuvazinin belirleyici bir kesimi “Kürt sorunu”nun varlığını kabul etmeye başladı. Artık “Kürt sorunu”nun sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceği savunulmaya başlandı! “Kürt sorunu”nun sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceği görüldüğü andan itibaren siyaset değişikliğine gidildi. “Açılım” politikaları devreye sokuldu. Açılım siyaseti ile PKK’nin tasfiye edilmesi düşünülüyordu. Ama düşünüldüğü gibi olmadı. Abdullah Gül ve RTE’nin Kürt meselesinin çözümünde çok önemli fırsatların yakalandığı, bunların kaçırılmaması gerektiği vb. söylemleri artık geride kaldı. Bu ülkede Kürt sorunu vardır diyen RTE, gelinen aşamada artık “Kürt sorunun olmadığı, Kürt

vatandaşlarının sorunu olduğu”nu söylemeye başladı. 12 Haziran 2011’de seçimler yapıldı. AKP hükümeti “açılım” siyasetini izlemeye devam edeceği mesajlarını vermeye devam etti. Diğer yandan BDP hedef tahtasına konuldu. KCK operasyonları hız kesmeden sürdürüldü. BDP’ye “kendinizi PKK’den ayırın”, “PKK’yi terörist örgüt olarak kınayın” baskıları artmaya başladı. Diğer yandan Kuzey Kürdistan’da operasyonlar, gözaltılar ve tutuklamalar hız kesmeden devam etti, ettiriliyor. Bu operasyonlara karşı PKK kimi savunma eylemleri yapmaya başladı. Recep Tayyip Erdoğan, artan PKK eylemlerine dikkat çekerek, Ramazan bitimiyle birlikte PKK’ye ve BDP’ye karşı saldırıya geçeceklerini ima etti. Kürt sorununda “yeni dönem”e girildiği iddia edilirken, RTE açıkça tehditler savurmaya başladı. Erdoğan şöyle devam etti: “Bu mübarek Ramazan gecesinde, Ramazana hürmeten biz şu anda sabrediyoruz ama Ramazanın bitiminden sonra bilesiniz ki bu ülkede barışın miladı, bu barış ayıyla beraber, bu dayanışma ayıyla birlikte çok daha farklı olacak. Bu ülkede barışa gölge düşürenler,

✌ halkların kardeşliği için

Operasyonlar, bombalamalar, imha ve inkar siyaseti ile Kürt ulusal sorununu çözülemez!

15


✌ halkların kardeşliği için 16

kan dökerek özgürlükten bahsedenler kaymakamımızı, askerlerimizi, sağlık memurumuzu kaçıranlar, bunları kaçırmak suretiyle eğer bu ülkede bizlerin teslim olacağını, eyvallah edeceğimizi zannediyorlarsa bunu bizden beklemesinler. Açık söylüyorum, bıçak kemiğe dayanmıştır, ne derlerse desinler, neyi söylerlerse söylesinler, bunun faturası ağır olacaktır.” (Gazeteler) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Terörle arasına mesafe koymayanlar Ramazan’dan sonra bedel ödeyecekler” demesinin ve PKK’ye karşı yeni mücadele döneminin sinyalini vermesi basında tartışılmaya başlandı. Gazeteci Fatih Altaylı, Habertürk gazetesinde16 Ağustos’ta kaleme aldığı köşe yazısında “terörle arasına mesafe koymayan” 800 ila 1400 kişinin Ramazan’dan sonra tutuklanacağını yazdı. 17 Ağustos’ta Hakkari Çukurca’da yola döşenen mayının patlaması ile 8 asker ve bir koruyucu hayatını kaybetti. Bu olay ertesi RTE gazetecilere “Sözün bittiği yerdeyiz. Artık bundan sonrası konuşulmaz, sadece yapılır.” şeklindeki görüşleri, sınır ötesi operasyonun sinyalini verdi. Beklenen oldu. 17 Ağustos akşam saat 21 sıralarında Türk savaş uçakları, Kandil, Zap, Metina, AvaşinBasyan ve Hakurk’taki PKK hedeflerini üç saat boyunca bombaladı. Ayrıca hava bombardımanı öncesi Zap, Avaşin-Basyan ve Hakurk bölgeleri füze ve top atışına tabi tutuldu. Sınır ötesi operasyon devam ediyor. Türk savaş uçakları 17 Ağustos gecesi iki defa ve 18 Ağustos öğlen saatlerinde savaş uçakları bomba yağdırmaya devam etti. Emir eri burjuva medya operasyonu öve öve bitiremiyor. PKK’ya ağır darbe vurulmuştu! Sivillere kesinlikle zarar verilmemişti. Sivillere zarar verilmemesine güya dikkat edilmişti! Türk ordusunun 17 Ağustos’ta başlayan ve gece boyunca devam eden saldırılarında Kandil’in Zergele köyü vuruldu. Türk ordusunun gerçekleştirdiği hava harekatında çok sayıda köyün de vurulduğu haberleri geliyor. Kandil Belediyesi’ne bağlı Zergele Köyü’nde bulunan Gençlik Merkezi’de bombaların hedefi oldu. Sivillere yönelik saldırılar artarak devam ediyor. Bunlar basına yansıyan ilk bilgilerin olduğu bilincinde olunmalıdır. Mehmetçik medya Türk ordusu ile övüne dursun gerçekler bambaşka: Türk ordusu ABD’nin izin verdiği çerçevede, verdiği istihbarat doğrultusunda, ABD’nin sattığı savaş uçakları ve tekniği ile operasyon yapıyor. Gece görüş uçuş sistemi, bombalar, füzeler, toplar, emperyalistlerden satın alınmıştır. Askeri

alanda da Türk devleti başta ABD olmak üzere emperyalizme bağımlıdır. Bu anlamda ortada kutlanacak bir başarı varsa, bu başarı Türk ordusunun değil ABD’nin, emperyalistlerin başarısıdır!! Diğer yandan şimdiye kadar sınır ötesine birçok sefer yapıldı. Bölge defalarca havadan bombalandı. Bu harekatlardan istenilen sonuç elde edilemedi. Elde edilemez de! Çünkü Kürt ulusal sorunu katliamlarla, bombalarla, imha ve inkar ile çözülecek bir sorun değildir. Rüzgar eken fırtına biçecektir. Kürtler, katliamlarla sınır ötesi operasyonlarla yok edilemez. İmha ve katliamlar ile güya sorunu çözmek istiyorlar! Ama nafile! BDP’ye yönelik linç kampanyası sürüyor. BDP üzerinde tam bir abluka uygulanıyor. Yasaklamalar, gözaltılar, tutuklamalar giderek artıyor. Taşların bağlandığı, itlerin salındığı bir dönemi yaşıyoruz.

Kürt ulusal sorunu askeri yol ile çözülemez! Ulusal sorunda inkar ve imha siyasetinde Türk devleti diretiyor. Meseleyi “terör” sorunu olarak görerek, savaş ile çözmeye çalışıyor. Oysa ulusal sorunun tek bir çözümü vardır: Zoraki birliğin ortadan kaldırılması, ulusal baskıya son verilmesi, tüm uluslar ve milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanması, ayrılmak isteyen uluslara ayrılma hakkının tanınması gereklidir. Ezilen, sömürgeleştirilen bir ulusun kendi kaderini tayin edebilmesi için özgür şartların olması gerekir. Özgür şartlar işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimi ile yaratılacaktır. Devrim ile sermayenin iktidarı yıkılacak, yaratılan eşit ve özgür şartlarda Kürt ulusu kendi kaderini bizzat kendisi tayin edecektir. Kürt ulusu isterse ayrılıp kendi bağımsız devletini kurabileceği gibi, bütünün çerçevesinde kalarak federasyon temelinde özgür birliğin parçası olarak yaşamaya da karar verebilir. Zoraki birlik, ulusal baskı, sermayenin egemenliği sürdüğü sürece gerçek barış gelmeyecektir. Barış, özgürlük devrimle gelecektir. “Bütün uluslar için tam hak eşitliği, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halklarının birleşmesi” ulusal sorunda uğrunda mücadele edeceğimiz şiarlardır. İşçilerin, emekçilerin görevi devrim için örgütlenmek ve mücadele etmektir. Sınır içi, sınır ötesi operasyonlara son! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! 18 Ağustos 2011 ✓


halkların kardeşliği için

“Mehmetçik Medya” savaş çığırtkanlığı yapıyor!

Sistemli bir şekilde saldırgan milliyetçilik tırmandırılıyor. Kürt ulusuna karşı, onun hak ve taleplerini yükseltenlere, örgütlü güçlerine karşı sistemli bir devlet terörü uygulanıyor. Kürdistan’da savaş yükseltiliyor. İdeolojik planda Türk milliyetçiliği azdırılıyor. Ortam geriliyor. Bu gerilen ortamdan en fazla zararı çeşitli ulus ve milliyetlerden işçiler, emekçiler görüyor. Kürt halkına, onun örgütlü güçlerine yönelik saldırı başlatılmış durumda.

T

ürk Devleti, 27 yıldır Kürt Ulusal Hareketine karşı bir savaş yürütüyor. Bu savaşın en önemli ayaklarından biri de psikolojik savaştır. Savaşın başladığı ilk günden beri psikolojik savaş, askeri, siyasi, diplomatik ve ekonomik savaşla at başı yürütüldü. “Mehmetçik Medya” bu savaşta önemli bir rol oynuyor. Yürütülen savaş büyük oranda propaganda savaşına dönüştürülüyor. Ordu ve AKP hükümetinin resmi açıklamalarının ötesine geçmeyen Türk medyası, dezenformasyon işlevini görüyor. Böylece Türk medyası “Mehmetçik Medya” ya da ‘apoletli medya’ olarak tarihe geçiyor! AKP, 3 Kasım 2002 seçimleri ertesinde iktidara geldi. AKP, iktidara gelmişti ama devlet yapısına egemen değildi. AKP, iktidarını sağlamlaştırmak için Kemalistlerle mücadeleye girişti. Bu iktidar mücadelesinde Kemalistlerin borazanlığını yapan bir medya vardı.

Kemalist medya AKP muhalifliğini yapıyordu. Diğer yandan AKP hükümeti, kendi medyasını oluşturmak için önemli adımlar atıyordu. Bir yandan yandaş medya yaratılırken, diğer yandan Kemalist medya hizaya getirilmeye çalışılıyordu. AKP karşıtlığı yapan ulusalcı medya dizayn edilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Ülkelerimizde muhalif olan devrimci, sosyalist basın üzerinde baskılar artarak devam ediyor. AKP hükümeti, “ileri demokrasi”nin gereği olarak aykırı seslere tahammül edemiyor. Sosyalist basın susturulmaya çalışılırken, çalışanları hapsediliyor. “Mehmetçik Medya” ne yazık ki, aykırı sesleri ve yürütülen hak arama mücadelelerini görmezden geliyor. Medyanın esas görevinin psikolojik savaş olduğunu belirttikten sonra esas konumuza gelelim. Hakkâri Çukurca’da 17 Ağustos’ta sekiz asker ve bir korucunun ölmesi ertesinde, akşam saat 21 sı-

17


✌ halkların kardeşliği için

ralarında Türk savaş uçakları, Kandil, Zap, Metina, Avaşin-Basyan ve Hakurk’taki PKK hedeflerini bombalamaya başladı. 17 Ağustos’tan bu yana Türk savaş uçakları aralıksız olarak PKK’nin denetiminde olduğu iddia edilen alanları bombalıyor. Bombalamanın yanı sıra Kuzey Irak bölgesi füze ve top atışlarına tabi tutuluyor. Yerleşim alanları, köyler ve bölgenin tüm alt yapısı hedef alınıyor. “Mehmetçik Medya” sürmanşetlerde F16 illüstrasyonları, bomba patlama görüntüleri ve yüzü boyalı askerlerle savaş söylemi pompalıyor. Genelkurmay’ın “Mehmetçik medyası”na dağıttığı görüntüler allanıp pullanıp manşetlere taşınıyor. Emekli generaller TV programlarına çıkıp coşkuyla askeri strateji anlatıyorlar. Medya topyekûn olarak savaş dilini kullanıyor ve Türk ordusuna övgüler yağdırıyor. Ulusal harekete karşı yürütülen yok etme savaşında, ulusalcı basın, AKP muhalifleri ile aynı dili kullanıyor. CHP ve MHP “terör” olarak adlandırdıkları Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen savaşta AKP’ye gereken desteğin verileceğini açıklıyorlar. Bombalamanın yeterli olmadığı, Türk ordusunun kara harekâtına girişmesi gerektiğini belirtiyorlar. “Mehmetçik medya”, Ramazan Bayramı ertesinde kara harekâtının başlatılacağını yazıyor. “Mehmetçik medya” savaş şakşakçılığı yapıyor. Objektif haber yapması gereken medya, toplumun çıkarları yerine, devletin ve ordunun çıkarlarını kolluyor. Devletin yasama, yürütme ve yargının yanı sıra medyada dördüncü kuvvet olarak işlevini yerine getiriyor. “Mehmetçik medya”, Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen savaşta kendisini operasyonun öncü birliği olarak görüyor. Genelkurmayın bombalama görüntülerini medyaya servis etmesinden sonra Flash TV, sınır ötesi operasyon görüntülerini fonda futbol maçı anlatımı ile yayınladı. Sunucu Gökhan Taşkın, Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen imha savaşını bir milli maça benzetti. Halklar arasında düşmanlığı körüklemeye dönük haberlere imza atan Flash TV, basın tarihine geçecek bir iğrençliğe imza attı. “Mehmetçik medya”nın temsilciliğine soyunan Flash TV, Kürtlere karşı ekilen düşmanlık tohumlarının sözcülüğünü yapıyor. “Mehmetçik medya”nın ruh halini Flash TV ortaya koyuyor. Kürt Özgürlük Hareketine karşı yürütülen psikolojik savaşın silahşorluğunu yapıyor Flash TV.

Irkçılık ve şovenizm azdırılıyor 18

Sistemli bir şekilde saldırgan milliyetçilik tırman-

dırılıyor. Kürt ulusuna karşı, onun hak ve taleplerini yükseltenlere, örgütlü güçlerine karşı sistemli bir devlet terörü uygulanıyor. Kürdistan’da savaş yükseltiliyor. İdeolojik planda Türk milliyetçiliği azdırılıyor. Ortam geriliyor. Bu gerilen ortamdan en fazla zararı çeşitli ulus ve milliyetlerden işçiler, emekçiler görüyor. Kürt halkına, onun örgütlü güçlerine yönelik saldırı başlatılmış durumda. Kuzey Kürdistan’a 250-300 bin kişilik bir askeri güç yığılmış durumda. Her gün havadan ve karadan Güney Kürdistan’a bomba yağdırılıyor. Bombardımanda en ağır silahlar ve kimyasal silahlar kullanılıyor. Hâkim sınıflar, işçilerin, emekçilerin savaşın yanında yer almaları için bilinçli kampanya yürütüyor. Bunun için azdırılan saldırgan milliyetçilikten medet umuluyor. “Vatan, millet” edebiyatı ile işçi ve emekçilere “tek vatan, tek bayrak, tek millet” etrafında birleşme çağrıları yapılıyor. Kontrollü bir Türk-Kürt çatışması isteniyor. Bunun için azdırılan saldırgan milliyetçilikten, provokasyonlardan medet umuluyor. Kürtler potansiyel “suçlu” olarak görülüyor. “Mehmetçik Medya” bu alanda üzerine düşen görevi hamarat bir şekilde yerine getiriyor.

Ne yapılmalı? Oynanan oyunlara ve Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen savaşa karşı çıkmak, yüreğinde insanlık ateşi yanan herkesin görevidir. Türk devletinin savaşı yeniden yükselttiği, Güney Kürdistan’ı bombaladığı ve kara harekâtına hazırlandığı bir dönemi yaşıyoruz. Türk ulusundan işçi ve emekçilerin bu sömürgeci, işgalci, faşist devlete karşı sesini yükseltmesi ve bu devlete karşı devrim için mücadele yürütmesi acil görevlerden biridir. Başta Türk ulusundan işçi ve emekçiler olmak üzere tüm Türkiyeli sınıf bilinçli işçilerin Türk ordusunun Kürdistan’dan defolması sloganını yükseltmesinin ve buna uygun davranmasının kendilerinin kurtuluşu için mücadele için de olmazsa olmaz bir tavırdır. İşçilere, emekçilere çağrımız şudur: Türk devletinin etkisinden kurtulun. Kurtuluşunuz için mücadele edin. Halklar arasında ekilmek istenen düşmanlık tohumlarını boşa çıkarın. Oynanan oyunlara taviz vermeyin. Kürt ulusunun ulusal haklarını, ayrılma hakkını ve kendi kaderini belirleme hakkını savunun. Ortak düşmana karşı sınıf kardeşliği düşüncesini savunun. Sınıfın birliğini, sınıf mücadelesini egemenlerin ve onların devletinin önüne çıkarın. 21 Ağustos 2011 ✓


halkların kardeşliği için

Renkler Solmasın, Kültürler Kaybolmasın

1932 yılında çıkartılan bir yasa ile 1915 den sağ kalan azınlıkları asimile etmek için ‘Türkçe konuş vatandaş!’’ kampanyası ile özellikle askerlik nedeniyle erkek çocuklarına Türkçe isim vermek zorunda kalır Süryaniler. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Batı ülkelerine göç devam eder. 1952’de TBMM Başkanı Refik Koraltan, 1956’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar Deyrülzafaran Manastırı’nı ziyaret eder. Süryaniler Bayar’ı ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ dövizleriyle karşılar.

Ü

lkelerimizde yaşayan ve giderek nüfusu azalan bir halktan bahsetmek istiyoruz. Kökenleri beş bin yıl öncesine giden bu halkın adı Süryaniler. Mezopotamya’da yeşeren ve uygarlığın gelişiminde önemli rol üstlenen köklü bir kültürün mirasçılarıdır Süryaniler. Mezopotamya’nın en eski halkı olmasına rağmen kendi anavatanlarında yaşadıkları zülum, tehcir, katliam ve zoraki göçlerden ötürü bu topraklarda yok olmak üzereler. Süryanilerin kökenine ilişkin değişik görüşler var. Kimileri Babil ve Asurların Süryanilerin ataları olduğunu söylüyor. Kimileri ise, Süryanilerin kökenini Hıristiyanlığı ilk kabul eden gruplardan olan Aramilere dayandığını söylüyor. Tevrat’a göre, Aramiler ile Asurlular Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın beş oğlundan ikisinin neslinden geliyor. Ağırlıklı görüş Süryanilerin, köken olarak Hz. Nuh’un oğlu Sam’a dayandığı yönündedir. Süryanilerin tarihsel kökenini araştırmak bu yazının konusu olmadığı için sadece var olan görüşleri aktarmakla yetiniyoruz. Süryaniler; Hıristiyanlığın doğuşuyla birlikte bu inancı kabul eden ilk toplum olmuşlardır. Kudüs’ten sonra kurulan Antakya Kilisesi Hıristiyanlığın ilk kilisesi olma ayrıcalığına sahiptir. Süryani Kilisesi bu kilisenin mirasını taşımakta ve bugüne kadar bu kilise adıyla Antakya Süryani Kilisesi olarak tanımlanmaktadır. Tarihin en eski üniversitesi olarak bili-

nen Harran Üniversitesi’nin yanı sıra kurdukları diğer okullar -Antakya, Nusaybin, Kenneşrin (Malatya) ve Cundişapur (İran) - Süryanilerin belli başlı kültür merkezleri olarak bilinmektedir. Süryanilerin dünya üzerindeki sayısının yaklaşık 6 milyon, Türkiye`de ise 15 bin ile 20 bin arası olduğu tahmin edilmektedir. Bu nüfusun yaklaşık yarısını, 3 milyon Süryaniyi Hindistan barındırmaktadır. Hz. İsa’nın öğrencilerinden olan Thomas Hindistan’a gider ve orada Hıristiyanlığı yayar. M.S. 345 yılında Urfa bölgesinden 72 Süryani ailesi de, Hindistan’da kurulan bu kiliseyi güçlendirmek amacıyla oraya göçer. Süryani Tarihi bir göçler tarihidir. Ayrıca Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, İsrail, Amerika, Kanada, İsveç, Almanya, Belçika, Hollanda, Avusturya ve Avustralya gibi değişik ülkelerde önemli sayıda Süryani yaşamaktadır. Dünyada 28, Türkiye`de 4 tane Metropolitlikleri bulunmaktadır. Patriklik merkezleri 1932 yılında Türkiye`den Şam`a taşınmak zorunda kalmıştır. Süryanilerin bu kadar dağınık yaşamalarının en önemli nedenlerinden birini zorunlu göçler oluşturmaktadır. Tarihsel süreç içinde yaşanan mezhepsel ve bölgesel ayrılıklardan dolayı günümüzde Süryaniler; Asurî, Keldani, Arami, Marunî olarak ta adlandırılmaktadır. Tarihin en eski dillerinden biri olan Süryanice; eski Aramice dilinin geliştirilmiş devamıdır. Sürya-

19


✌ halkların kardeşliği için 20

nice, Sami dil ailesindendir ve dünya üzerinde yaşayan en eski üç dilden biridir. Süryanice`nin bir diğer özelliği de İsa`nın konuştuğu dil olmasıdır. Süryanice, belirgin farklılığı olmayan iki lehçeye ayrılmıştır. Doğu lehçesi Asurice veya Keldanice olarak bilinirken, Batı lehçesi ise salt Süryanice olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde Türkiye`de yoğun olarak Süryanice`nin Batı lehçesi kullanılmaktadır. Bu dilin tarihi M.Ö. 2000 yılına kadar gider. Yaşadığımız yüzyılda hala yazım ve konuşma dili olarak Ortadoğu ve başka bölgelerdeki topluluklar arasında konuşulmaktadır. Aramice, Grek ve Pers hükümdarlarının egemenliğine rağmen Suriye ve Mezopotamya’daki

Arami toplulukları tarafından kullanılmıştır. Bu toplulukların büyük çoğunluğu daha sonraları Hıristiyan dilini benimsemiş ve Süryanice bir anda Hıristiyan dili olmuştur. Süryani (Süryoyo) adının nasıl, ne zaman ve neden dolayı kullanıldığı kesin olarak bilinmiyor. Süryani isminin kökeni hakkında pek çok varsayım var. Süryani adının ortaya çıkışıyla ilgili bilgilerin çoğu mitolojik niteliktedir. Süryani adının Lübnan’ın güneyindeki Sur şehrinden geldiğini ileri sürenlere göre, şehrin ‘Suriin’ denilen bölgesinde Hz. İsa’nın havarileri etrafında oluşan Hıristiyan topluma Sur şehri ile ticari ilişkileri olan Yunanlılar Süryani demişlerdir. Bir başka teze göre ise, bir Sami kavmi olan Aramilerin memleketi, İskender’in halefleri tarafından ele geçirildikten sonra ismi ‘Suriye’ olarak değiştirilmiş ve burada yaşayan halka da Süryani denilmiştir. Bir diğer görüşe göre Suriye ismi, bölgeyi ele geçiren komutan Kilikos’un kardeşi Suros’dan gelmektedir. Bazı kaynaklara göre Süryani ismi, Pers Kralı Keyhüsrev’den, bir başkasına göre Antakya şehrini inşa eden, Mezopotamya’da hüküm sürmüş olan Arami Kralı Sürrüs’ten, bir diğerine göre Hz. İbrahim’in sülalesinden Dadanoğlu Asur veya Asurîn’den gelmektedir. Süryanilerin Mezopotamya’nın en eski yerleşik halklarından olduğunu ve beş bin yıllık bir tarihleri olduğunu belirttik. Kendi ata topraklarında acılar yaşadılar, katliama uğradılar. 1843-1845 yılları arasında Kürt Beyi Bedirxan tarafından 50 bin Süryani öldü-


ten Süryani temsilcisi, sonraki Süryani kuşaklarına ne kadar büyük bir haksızlık edeceğinin farkında değildi. Azınlık olarak kabul edilmelerinin kendilerine getireceği avantajları bu yüzden göremediler. Azınlık olarak kabul edilen toplumlar, kendi dillerinde eğitim yapabilmek, vakıf kurmak, vakıflarına mal bağışlayabilmek gibi haklara sahip olabilirken, Süryaniler bunlardan mahrum kaldı. İlyas Şakir Efendi’nin Kemalistlere yağ çekmesi bir sonuç vermedi. Kemalistler, Süryanilere (aynen Keldaniler, Yezidiler ve Nesturiler gibi) Lozan Barış Antlaşması’nca gayrimüslim azınlıklara tanınan hakları tanımadı. Bu yüzden Süryaniler okullarını kuramadılar, dillerini, kültürlerini geliştiremediler. Ağustos-Eylül 1924’te Hakkâri Valisi başkanlığında bir heyet Hakkâri bölgesinde keşif yapar. Heyete Nesturiler tarafından bir saldırı düzenlenir. 13 Şubat 1925’te Şeyh Said İsyanı patlak verir. Bu isyana bir grup Midyat Süryanisi ile Nesturiler de katılır. Bu durum Süryaniler için daha da zor günlerin başlamasına neden olur. İlyas Şakir Efendi, Şeyh Said İsyanı’na katılanları yargılayan Diyarbakır Şark İstiklâl Mahkemesi heyetini ziyaret eder. Mahkeme heyeti de Deyrülzafaran Manastırı’na (Mor Gabriel) mukabil ziyarette bulunur ve Mahkeme Başkanı Mazhar Müfit Kansu, manastırın hatıra defterine övücü sözler yazar. İlyas Şakir Efendi 1925 yılının sonlarında Halep’e gider ve bir daha da geri dönmez. (Hana Dolapönü, Tarihte Mardin, Hilal Matbaası, 1972, s.168169.) 1932 yılında çıkartılan bir yasa ile 1915 den sağ kalan azınlıkları asimile etmek için ‘Türkçe konuş vatandaş!’’ kampanyası ile özellikle askerlik nedeniyle erkek çocuklarına Türkçe isim vermek zorunda kalır Süryaniler. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Batı ülkelerine göç devam eder. 1952’de TBMM Başkanı Refik Koraltan, 1956’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar Deyrülzafaran Manastırı’nı ziyaret eder. Süryaniler Bayar’ı ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ dövizleriyle karşılar. 6–7 Eylül 1955 olaylarında gayri müslüm olan bu halk yaşatılan baskı ve korku psikolojisiyle Avrupa’ya zorunlu göçe devam eder. Daha sonra 1974 de Kıbrıs savaşında ve akabinde 1980 12 Eylül faşist darbesi yüzünden yine aynı baskılar ve zorbalıklar sistematik olarak özellikle bölgede kendini çok ağır gösterince anayurtlarından ayrılmak zorunda kalır Süryaniler. Süryanilerin 5000 yıldır anavatanı olan Turabdin’ de yok oluşları, yaşadıkları baskılar yüzünden Ezidiler gibi tamamen yok olma tehlikesinde olan bu halk

✌ halkların kardeşliği için

rüldü. 1850 yılında yüz binden fazla kişi Amed’de, 20 bin kişi ise Urfa’da katledildi. II. Abdülhamid döneminde Asuri (Süryani), Ermeni, Rum ve Hıristiyan olmayan Yezidi halklarına karşı katliamlar yapıldı. Büyük acılar yaşandı. Kadın, çoluk, çocuk demeden yok edildi insanlar. 1909 yılında 3 bin kişi Klikya’da katliama uğradı. Osmanlı İmparatorluğu 1912’de Balkan savaşında yenildi. Balkan yenilgisinden sonra gözler Anadolu’ya çevrildi. İttihat ve Terakki önderleri, Anadolu’yu tek tipleştirmek için önce İslamlaştırma sonra Türkleştirme faaliyetine giriştiler. Bu proje Türkleştirme harekâtına direnen halkları yok etmeyi öngörüyordu. Hıristiyan halklara karşı saldırıya geçildi. 1912’den 1922’ye kadar Hıristiyan halklara karşı yürütülen politikalar sırasında Doğu Trakya, Iyonya, Kapodokya ve Pontus bölgelerindeki Rumlar hayatını kaybetti. Zoraki tehcirin başladığı yıllardı bu yıllar. 1914 den 1918’e kadar yok edilen Süryanilerin sayısının ise 500.000 olduğu tahmin ediliyor. Ancak sözü edilen bu katliamlar, sadece Mardin ve çevresinde değil, Cizre, Hakkâri ve Mezopotamya’nın diğer bölgelerinde de yapıldı. 1923’te Lozan’da barış görüşmeleri başlar. Lozan’da süren barış görüşmelerinde, azınlıklar konusunda ateşli tartışmalar yapılır. O dönemde Süryani cemaatinin lideri ve Mardin Süryani Kadim Kilisesi Patriği Mor İgnatiyos İlyas Şakir Efendi’dir. İlyas Şakir Efendi Kemalistlerle flört eder ve azınlık taleplerinin olmadığını belirtir. İlyas Şakir Efendi, 9 Şubat 1923’te Mustafa Kemal’e yakınlığı ile tanınan Celal Nuri Bey’in İleri gazetesine bir röportaj verir ve şunları söyler: “Azınlık hukuku meselesi, bu dakikaya kadar mümessili bulunduğumuz cemaatin ne akıl ne de hayaline gelmiştir, ne de gelmesi ihtimali vardır. Biz, bunu olanca kuvvetimizle protesto ederiz. Ben cemaatim namına ne böyle haklar talebinde bulundum, ne de bulunacağım. Süryaniler, Misak-ı Milli hudutları içinde yaşayan milletin bir azınlığıdır. Biricik arzuları ise, iyi günlerde de fena günlerde de birlikte bulunmaktır”(Aktaran Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.IV, TTK Yayınları, 1994, s.491) Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye’de yaşayan azınlıkların statüsü belirlenir. Türkiye’de yaşayan Hıristiyan azınlıklardan temsilciler Lozan’a çağırılır. Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıkların temsilcileri Lozan Barış Antlaşmasına katılıp statülerini belirler, bir takım haklar elde ederler. Fakat her nedense Türkiye’de yaşayan Süryanilerin temsilcisi azınlık hakkını almak istemez. Kendilerini Türk olarak gördüklerini belir-

21


✌ halkların kardeşliği için 22

üzerinde oyunlar oynanmaya devam edilmektedir. Turabdin, Kuzey Kürdistan’ın güney bölgesinde yer alır. Batıda Mardin, kuzeyde Diyarbakır’dan Dicle nehri boyunca Hasankeyf’e, doğuda Cizre ve güneyde Nusaybin sınırları içerisinde kalmaktadır. Süryanilerin anayurdu olarak bilinen Turabdin bölgesinin kalbi konumundaki Mor Gabriel Manastırı, Midyat’a 23 km uzaklıkta bulunmaktadır. Manastır, 397 yılında Mor Şmuel vor Mor Şemun tarafından kurulmuştur. Daha sonara manastır 7. Yüzyılda yaşamış Turabdin Metropoliti Mor Gabriel ismini almıştır. Manastırın 1600 yıllık tarihi vardır. Midyat’ın yanı başında, Süryanilerin Deyrul Umur da dediği manastır üzerinde kimi oyunlar oynanıyor. Nedir bu oyunlar? Her şey 2008’de Midyat’ın köylerine kadastronun gelmesiyle başladı. Taşınmaz malların sınırlarının arazi ve harita üzerinde belirtilerek hukuki durumlarının ve üzerindeki hakların tespit edilmesi işlemine kadastro deniliyordu. Manastırın sınırları içinde olduğu Güngören köyünün yanı sıra, çevre bütün köyler de tapusuzdu. Sınır tespitleri yapılırken manastıra komşu olan Yayvantepe ve Eğlence köyleri manastır topraklarının bir kısmının kendilerine ait olduğunu iddia etti. Manastır yetkilileri kendilerini bir anda topraklarını savunmak için mahkeme koridorlarında buldu. Köylülerin tanık olmasıyla sınırlarını genişletmek isteyen köylüler bir kısım manastır toprağını elde etti ve bu topraklar davalı köylerin sınırlarına dâhil edildi. İlginç olan manastır arazileri üzerinde hak iddia edenlerin korucu köyleri olmasıydı. Ardından manastır avukatları Midyat’taki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde idari sınırların tespiti istemiyle yeni bir dava açtı. Ancak korucular boş durmuyordu. Öyle ki kilisenin olduğu alan üzerinde bile hak iddia etmeye kadar vardırdılar taleplerini. Manastırın Orman Kanunu’nu ve içindeki öğrencilerin varlığı nedeniyle Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Eğitimin Birliği Yasası) ihlâl ettiğini öne sürerek yeni davalar açtılar. Ancak iki yıl boyunca haklarında açılan üç davayla gündeme oturan Mor Gabriel Manastırı, Osmanlı döneminden beri vakıf statüsünde. 1936’da verilen beyanname ile T.C’de manastırın vakıf malı olduğunu kabul etmiş durumda. 2009 yılının Mayıs ayında açılan bütün davalar Mor Gabriel Manastırı lehine sonuçlandı. Korucular kararı temyiz ettiler ve dosya Yargıtay’a gönderildi. Ağustos 2010’da Yargıtay yerel mahkemenin aldığı kararı bozarak, sınır tespit davasında korucular lehine karar verdi. Böylece Süryaniler asırlardır kendilerine ait toprakları Hazine’ye

terk etmekle yüz yüze kaldı. Manastıra karşı dava açan sadece korucu köyleri değil, devletin hazinesi de manastırın arazilerine el koymak için davalar açtı. Manastır, kendisine karşı açılan onlarca dava ile boğuşuyor. Mardin- Midyat hattında 3 bin Süryani’nin yaşadığı tahmin ediliyor. 1600 yıllık Mor Gabriel’i yok edecek davaları devlet kurumlarına birbiri ardına açtırıyor. Süryanilerin yurt dışından dönüp köylerine geri yerleşmek istemeleriyle birlikte açılan davaların sayısı da artmaya başladı. Tubabdin’de daha ne Türkler ne de Kürtler varken, 1600 yıl önce inşa edilen manastıra karşı başlatılan davaların nasıl sonuçlanacağını bekleyip göreceğiz. Süryani halkı üzerindeki baskılar artarak devam ediyor. Azınlık olarak bile kabul edilmeyen, bu halkın kutsal saydığı 1600 yıllık geçmişi olan manastırın arazilerine el konulmak isteniyor. Hukukun guguk olduğu bir ülkede, arazilere el koymak için guguki oyunlar tezgâhlanıyor. Ülkelerimizde milliyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin sisteme karşı mücadelede ortak bir sınıf savaşımı içinde yer almaları gerekir. Amacımız, milliyetler arasındaki tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Ulusların ve azınlık milliyetlerin birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olacaktır. Hiç bir ulusal azınlığa karşı hiç bir sınırlama, hiç bir haksızlık yapılmayacaktır. Ulusların kardeşçe yaşadığı, kendi kaderlerini özgürce belirleyeceği bir dünyanın kurulması için mücadele etmeliyiz. Uluslar ve azınlık milliyetler üzerindeki baskıların kaldırılması ancak demokratik halk devrimi ile sağlanabilinir. Bu bilinçle Süryani halkı üzerindeki baskılara karşı çıkıyor, onlarla dayanışma içinde olduğumuzu haykırıyoruz. Ağustos 2011 ✓ Yararlanılan kaynaklar: http://www.suryaniler.com/suryani-tarihi.asp http://www.midyat.net/suryaniler.html Ayşe Hür: 14.12. 2008 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanan yazısı http://www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-mezopotamyanin-kadim-halki-suryaniler.htm http://www.baskinoran.com/ http://www.morgabriel.org/


güncel

İnsan, haklarıyla insandır

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin imzalanmasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili olmuştur. Bu bildirgeyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla güvence altına alınmıştır.

İ

nsan, doğadaki diğer canlılarda olduğu gibi var olduğu yaşam serüveninde bir çok evrimsel süreçten geçmiştir. Ayakları üzerinde durabilmiş, maddeye şekil verip tasarımlar yapabilmiş, elleri ile üretebilmiş ve tüm bunların sonucunda kendini bir bütün olarak ifade edebilecek sanatı ve kültürünü oluşturmuştur. İnsan, bu şekilde yaşamı anlamayı, kendini duyumsayabilmeyi öğrenebilmiştir. Ama asıl önemlisi, insanın bir varlık olarak algılama becerisini gösterebilen bilinen tek varlık olmasıdır. İnsan her şeyden önce canlı bir organizmadır. Canlı organizmaların birbirlerinden şekilsel olarak farklılıklar göstermesi çok fazla bir şey ifade etmez. Her canlı türünün farklı bir bedensel yapısı ve o yapıya uygun, o yapı tarafından belirlenen bir yaşam biçimi vardır. Yaşam biçimi ile bedensel yapı arasında etki tepki ilişkisi vardır. Biri değişince öbürü de ona uyar ve değişir. Canlılar her ne kadar birbirlerinden bedensel farklılıkları ve bunun sonucunda da yaşam biçimlerindeki farklılıkları nedeniyle birbirlerinden ayrılsalar da hepsi doğa yasalarına uygun bir yaşam sürerler. Bu yasaların dışında, bu yasalardan bağımsız bir şekilde var olmaları, yaşamaları hiçbir şekilde mümkün değildir. Kısacası doğa, doğa yasaları, canlının bedensel yapısı ve yaşam biçimi birbirleriyle hiçbir şekilde yadsınamayacak bir nedensellik ilişki çerçevesinde varlıklarını sürdürürler. İnsan bir canlı olarak vardır, doğar, yaşar ve ölür. Tüm canlıların geçtiği aşamalardan doğal olarak insan da geçer. İnsan, doğanın olduğu kadar toplumsal yaşamın da ürünüdür. İnsanın hem doğadan gelen

bir yanı, hem de toplumdan gelen bir yanı bulunmaktadır. İnsan genelde bu iki kaynaktan gelen boyutları ile anlam ve kişilik kazanmaktadır. İnsanı, insan yapan doğa ve toplum kaynakları, insan haklarının genel boyutlarının belirlenmesinde de en önemli göstergelerdir. İnsan hakları kavramının temelinde insan olgusu yatmaktadır. Toplum, insanlık tarihinin belli aşamasında sınıflara ayrılmıştır. İnsanlık tarihi aynı zamanda sınıf mücadelesi tarihidir. Sınıfların ortaya çıkması ile birlikte egemen sınıflar sömürü ve baskıyı temel alarak büyük insanlığa acılar çektirdiler. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, doğa ile uyumlu bir yaşam yerine doğaya egemen olma politikası hayata geçirildi. İnsan onurlu ve kutsal bir varlık olarak kabul edilmektedir. İnsanın insan olmaktan kaynaklanan birçok temel hakkı vardır. İnsan hakları, ayrım gözetilmeksizin sahip olunan hakların tümünü kapsar. İnsan hakları, tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerdir. İnsan hakları, ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. İnsan hakları, kişiyi kendi özüyle yaşatacak kurallardır. İnsanın insana hükmetmesi, onu ezmesi insan onuruna yakışmayan ve kabul edilemeyecek bir davranıştır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Diğer yandan insan hakları terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar, bu alanda olanı değil, olması gerekeni dile getirir. İnsan haklarının düşünsel temelleri, çok eski dönemlere kadar uzanır. İnsanlık tarihi içerisinde, insan hakları ile ilişkilendirilen birçok belge ve sözleşme imzalanmıştır. Bunlardan en önemlisi Magna

23


güncel 24

Charta sözleşmesidir. Magna Charta, Latince iki kelimedir. Büyük sözleşme anlamına gelir. 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Aslen, Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. Bu belge, kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu. Kralın idaresini bazı kanunlar ve şartlarla sınırlandıran Magna Charta, bu özelliğiyle İngiltere’ye burjuva demokrasinin yerleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca kralın hükümranlığını bazı şartlarla sınırlandıran bir anlaşma olması bakımından da dünya tarihinde önemli bir yere sahiptir. 4 Temmuz 1776 yılında imzalanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız burjuva devrimi sonrası ortaya çıkan İnsan ve Yurtaş Hakları Bildirisi, burjuva demokrasisinin gelişmesine yol açan iki önemli bildirgedir. Sürekli yaşanan savaşlar sonucu büyük insanlık acılarla sarsılıyordu. İkinci dünya savaşı, 60 milyon insanın ölümü ile sonuçlanmıştı. Nazi Almanyası 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmıştı. Nazi Almanyası’na karşı yürütülen savaşta 20 milyon Sovyet vatandaşı öldü. Naziler, toplama kamplarında 6 milyon Yahudiyi öldürdü. İkinci dünya savaşı ertesinde göreceli bir özgürlük ortamına girilmişti. Sovyetler Birliği, doğu bloku ülkelerini özgürlüğe kavuşturmuştu. İkinci dünya savaşı, acıların yaşanmasına ve telafi edilemez kayıplara mal olmuştu. Bu acı süreç, soykırımdan atom bombalarına, faşizmin zulmünden emperyalizmin sömürüsüne dek tahammül edilemez bir vahşetin dünya haritasını kaplamasına tanıklık etmişti. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun Haziran 1948’de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948’de, BM Genel Kurulu’nun Paris’te yapılan oturumunda kabul edilen 30 maddelik bildiridir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin imzalanmasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili olmuştur. Bu bildirgeyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla güvence altına alınmıştır. Ayrıca bu bildirgede, yaşam, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız

ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bulunmaktadır. Bu bildirgeye devrimcilerin de sahip çıkması gereken bildirge olduğunu belitrmek gerekir. İkinci en önemli sözleşme, 04.11.1950 tarihinde imzalanarak 03.09.1953 tarihinde yürürlüğe giren “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Avrupa Sözleşmesi” dir. Türkiye 1954’te bu sözleşmeyi onaylanmıştır. Türkiye, sözleşmeye taraf olduğu 1954 yılından itibaren otuz üç yıl sonra 28.01.1987 tarihinde üç yıl süreyle geçerli olmak koşuluyla bireysel şikâyet başvurularının komisyon tarafından incelenme yetkisini tanımıştır. Bu sürenin bitiminde de uzatma işlemini gerçekleştirmiştir. Kısacası, Türkiye bireysel şikâyet başvuru hakkını 1987 yılında tanımıştır. Kuşkusuz, bu hakkın tanınması yeterli değildi. Ayrıca AİHM’ in zorunlu yargı yetkisi de tanınmalıydı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “zorunlu yargı yetkisi” Türkiye tarafından, otuz beş yıl sonra 1989 yılında tanınmıştır. AİHS sisteminde bireysel başvuru hakkının ve AİHM’ in zorunlu yargı yetkisinin tanınmasında Türkiye’nin ne kadar yavaş ve isteksiz davrandığını yaşanan süreç gösteriyor. Evrensel insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması bağlamında, Türkiye birçok uluslararası sözleşmeye imza atmıştır. İmza atmıştır ama işine gelmeyen kimi maddelere ise çekince koymuştur. Altına imza atılan sözleşmelerin gereği de yerine getirilmemektedir. Buraya kadar insan hakları ve kimi uluslararası sözleşmelere atıfta bulunduk. Bu ön bilgilerden sonra ülkelerimizde insan hakları alanında çalışma yürüten iki kurumu okuyucularımıza tanıtmak istiyoruz. Ülkelerimizde hukuksuzlukların kural olduğu bir ortamda, İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı, insan hakları mücadelesi yürütüyor. İHD, 17 Temmuz 1986 yılında 98 kişilik kurucu üye grubu ile kuruldu. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) kurucusu olan İHD, aynı zamanda, Uluslararası Ceza Mahkemesi Koalisyonu’nun (UCMK) kurucusu, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’nun (FIDH) ve Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı’nın (EMHRN) üyesidir. İHD, İnsan Hakları Ortak Platformu’nun kurucusu ve bileşenidir. İHD’nin 28 ilde şubesi ve yedi ilde ise temsilcilikleri var. İHD’nin amacı insan hak ve özgürlükleri konusunda çalışma yapmaktır. İHD, hükümetlerden, devletlerden ve siyasi partilerden bağımsız, gönüllü temele dayanan


–ve şimdi TİHV yöneticilerinden- Sabri Dokuzoğuz oldu. Onun yerini alan Hüsnü Öndül polisten, yargıdan az çekmedi. BDP milletvekili Selahattin Demirtaş yıllarca Diyarbakır İHD ve TİHV yöneticiliği yaptı, takibata uğradı, baskı gördü. Şimdi CHP Genel Başkan Yardımcısı olan Sezgin Tanrıkulu da öyle. Her dönemin kötü adamı yerine konulan insan hakları savunucuları ve onların 25 yıllık mücadeleleri, egemenlerin korkulu rüyası oldu. İHD ve TİHV’in yaptığı çalışmalar siyasi iktidarın hoşuna gitmiyor. İHD ve TİHV’i kapatırlarsa büyük tepki çekeceklerini biliyorlar. Bu yüzden İHD çalışanlarını ve yöneticilerini, yasadışı oluşumlarla bağlantıları olduğu iddiası ile tutukluyorlar.

İnsan hakları alanında önemli çalışma yapan diğer bir kurum ise TİHV’dir. TİHV’in kuruluşu ve amaçları hakkında TİHV’in internet sitesinde şunlar söylenmektedir: „Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği ve 32 insan hakları savunucusu aydın tarafından 1990 yılında Türk Medeni Yasası’na göre kurulmuş, hükümet dışı ve bağımsız bir kuruluştur. Statüsü 30 Aralık 1990 tarihli ve 20741 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı hükümet dışı bir kuruluş olup, çalışmalarını Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarafından imzalanmış olsun ya da olmasın bütün uluslararası sözleşmeler ışığında yürütmektedir. Genel Merkezi Ankara’da olan Türkiye İnsan Hak-

güncel

insan hakları kurumudur. İHD, insan hakları ile ilgili uygulamaları araştırır, raporlaştırır ve sonuçlarını kişilere, kamuoyuna, ilgili mercilere duyurur. İnsan hakları konusunda bilimsel inceleme ve araştırmalar yapmak, yaptırmak ve bu alandaki gelişmeleri izlemek ve kamuoyuna duyurmak, bu amaçla araştırma merkezleri kurmak İHD’nin temel görevleri arasında bulunmaktadır. İHD, amacına uygun olarak açık oturumlar, konferanslar, seminerler, paneller, sempozyumlar, her türlü toplantı ve gösteriler yapar. Bir insan, insan hakları örgütlerine başvurduğunda veya İHD o insana ulaştığında, o insanın sorunu çoğu kez tüm dünya kamuoyuna iletilmektedir. Oysaki, işkenceciler ve onları koruyanlar, göz yumanlar, işkence ve onur kırıcı muamele yapıldığının bilinmesini istemezler. Gizli kalsın isterler. Türkiye insan hakları hareketi, insan haklarının korunması için yüksek bedeller ödedi ve ödemeye devam ediyor. Andaki durumda onlarca İHD aktivisti hapsedilmiş durumda. Ancak, Türkiye’de insan hakları ve demokratik standartların yükseltilmesinin başka bir yolu da bulunmamaktadır. Çeşitli tarihlerde öldürülen İHD üyeleri şunlardır: Vedat Aydın (İHD Diyarbakır Şube Kurucu Üyesi), Sıddık Tan (İHD Batman Şubesi YK Üyesi), İdris Özçelik (İHD Urfa Şubesi YK Üyesi), Kemal Kılıç (İHD Urfa Şubesi YK Üyesi), Orhan Karaağar (İHD Van Şubesi Üyesi), Cemal Akar (İHD Erzincan Şubesi Üyesi), Şevket Epözdemir (İHD Tatvan Temsilcisi), Metin Can (İHD Elazığ Şube Başkanı), Hasan Kaya (İHD Elazığ Şube Üyesi), Muhsin Melik (İHD Urfa Şubesi Kurucu Üyesi), İkram Mihyas (İHD İzmir Şubesi Üyesi), Didar Şensoy (İHD İstanbul Şubesi Üyesi), Tacettin Aşçı (İHD Bursa Şubesi YK Üyesi), Ahmet Aydın (İHD Bursa Şubesi Üyesi). İHD büroları her yerde polis, yargı ve siyasi iktidar tarafından baskı altına alınıyor. İHD yöneticileri tutuklandı, iftiralar atıldı, baskılar uygulandı. İHD Başkanı Akın Birdal, halen Ergenekon davasından yargılanan darbe heveslisi, karanlık çevrelerin tetikçiliğini üstlendiği bir suikaste az kalsın kurban gidiyordu. Onun hayatını kurtaran da, tesadüfen o gün acil serviste nöbetçi olan gönüllü doktorlardan

25


güncel 26

ları Vakfı’nın İstanbul, İzmir, Adana ve Diyarbakır’da temsilcilikleri bulunmaktadır. Hükümetlerden, insan haklarına aykırı uygulamalar yapan kurum ve kişilerden bağış ya da destek almamayı ilke kabul eden Türkiye İnsan Hakları Vakfı; -İnsan hak ve özgürlükleri konusunda yayın ve dokümantasyon yapar, -Hangi nedenle olursa olsun işkence gören kişilerin fiziksel ve ruhsal tedavi ve rehabilitasyonlarına, yakınlarının ise ruhsal tedavilerine yardımcı olur, -İşkenceyi belgelemek üzere çalışmalar yürütür, işkence gören kişinin hak arama çabasına katkıda bulunur, -İşkence ve diğer insan hakları ihlâllerine karşı kamuoyunu bilgilendirici ve eğitici çalışmalar yürütür, -Bilimsel araştırmalar yapar.“ (Bkz http://www.tihv. org.tr/index.php?tihv-hakkinda) TİHV, işkence kurbanlarının tedavisi ve rehabilitasyonu konusunda önemli çalışmalar yapmaktadır. TİHV, 2008’te İşkence Atlası’nı yayınladı. TİHV’in verdiği bilgilere gore, 12 Eylül askeri faşist darbesinden bu yana 1 milyon insan işkenceye maruz kalmıştır. TİHV, 1990’da kurulduğundan bu yana 10 bin işkence kurbanını tedavi edilmesini sağlamıştır. TİHV, sınırlı imkânlarına rağmen, işkencenin belgelenmesi, raporlaştırılması vb. konularında önemli çalışma yapmaktadır. Ayrıca TİHV günlük olarak insan hakları raporu yayınlanmaktadır. Her gün ülkelerimizde meydana gelen insan hakları ihlâlleri, yazılı basın taranarak raporlaştırılmakta ve gönlük olarak yayınlanmaktadır. Günlük yayınlanan raporlar aynı zamanda İngilizce olarak da yayınlanmaktadır. İnsan hakları alanındaki ihlâllerin başaktörü devlettir. Devletin silahlı kolluk güçlerinin yanı sıra belediyelerde çalışan zabıtalar bile seyyar satıcılara şiddet uygulamaktadır. Peki ne yapılmalı? İşkence kurbanı öncelikle doktor raporu almalıdır. Yapılan tıbbi tetkikler sırasında ve sonrasında doktora rapor vermesi için ısrar edilmelidir. Eğer muayenenizi yapan doktor işkence ya da kötü muameleye ilişkin bir rapor vermiyorsa, rapor almak ve görevliler hakkında suç duyurusunda bulunmak için İHD şubelerinden ve barolardan yardım isteyebilirsiniz. İşkence ya da kötü muamelenin yol açtığı fiziksel ve ruhsal sorunların tedavisi için TİHV’nin Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Diyarbakır’daki temsilciliklerine başvurabilirsiniz. Diğer kentlerde yaşıyorsanız size en yakın İHD şubesi ile ilişki kurmanız halinde de TİHV’e ulaşabilirsiniz. TİHV’de görüşeceğiniz hekim, tedavinizin

nasıl yürütüleceğini belirleyecektir. İnsan hakları ve işkence mağdurları, öncelikle haklarını bilmeli ve hak arama mücadelesini sonuna kadar götürülmelidir. İşkence ve insan hakları ihlâli mağdurları öncelikle yaşadıklarını belgelemeli ve barolardan, insan hakları kurumlarından destek alarak suç duyurularında bulunmaları gerekir. İnsanca yaşam, her yönüyle bir bütündür. İnsanca yaşama dair olan temel haklar şunlardır: yaşam hakkı, barınma hakkı, beslenme hakkı, çalışma hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, düşünce, ifade ve örgütlenme hakkı. Bunlardan herhangi birinde yaşanan eksiklik, insanca yaşamın ve en temel insan hakkının darbe alması anlamına gelir. Ki günümüzde kapitalist emperyalist sistem bu temel insan haklarını darbelemektedir. Kapitalizm ise, her şeyin metalaşmasını ve sömürüye dayanan kâr dürtüsünü temel alır. İnsanca yaşama dair tüm değerler bu kâr hırsı karşısında tuzla buz olur. Kâr oranı arttıkça hırs daha da çoğalır, zirvede kalmak için her yol meşru sayılır. Bu nedenle kapitalizm özü itibariyle insan haklarına uzaktır. Temel insan haklarına yaklaşımı ise ne kadar kâr getireceği ile ilgilidir. Eğitimde, sağlıkta, çalışmada ve yaşamın her alanında kâr oranını maksimize etmeye çalışır. Her şeyi ticaret olarak görür. Yaşanan insan hakları ihlâllerinin altında hep bu gerçeklik vardır. Hak arama mücadelesinin öznesi insandır. İnsanlığı sömüren ve bir avuç asalağın çıkarlarını savunan kapitalizm, insan hakları savunucusu olamaz. İnsan haklarını savunmak ve bunun mücadelesini yürütmek devrimcilerin ve komünistlerin görevidir. İnsan haklarını savunmak bizim işimizdir. Görevimiz; bir yandan insan hakları mücadelesi yürütülürken, diğer yandan sahte insan hakları savunucularının maskesini indirmek olmalıdır. Biz, baskı ve sömürünün olmadığı ve insan haklarının ihlâllerinin olmadığı bir dünya için mücadele yürütüyoruz. Bu nedenle insan hakları savunucuları, bir yandan temel insan haklarında meydana gelen ihlâllere karşı dururken, insanca yaşam hakkı için toplumsal bir bilinç yaratmada çaba harcarlar. Diğer yandan ise insan hakları ihlâlleri üzerine varlığını sürdüren kapitalizme karşı durmak zorundadır. Mevcut bataklık kurutulmadan temel insan haklarının kalıcılaşması mümkün olmayacaktır. Kapitalizme karşı sosyalizmi savunmak ve sosyalizm mücadelesi vermek insan hakları savunucularının vazgeçilmez görevidir. 8 Ağustos 2011 ✓


yeni kadın dünyası

KAMER VAKFI ÜZERİNE

Kamer ilk çalışmaya başladığı dönemde amacını; “Kadına yönelik şiddetin görülmeyen kısmı olan, aile içi şiddeti fark ettirmek ve şiddet yasayan kadınlara ilk ve acil destek sağlamak” olarak tarif ediyordu. 2000 yılından bu yana amaçlarını “Kültür ve geleneklerin kadın ve çocuklara zarar veren uygulamalarını tespit etmek, bu uygulamaların insan haklarına uygun alternatiflerini geliştirmek ve uygulanabilir olmasını sağlamak için yöntemler geliştirmek” olarak belirlediler.

B

u yazımızda Kamer Vakfı (Kadın Merkezi Vakfı)‘nı tanıtmak istiyoruz. Ama önce kimi saptamalar yapmak gerekiyor. Kadınlara ve çocuklara şiddetin yoğun olarak uygulandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Şiddet, genel anlamda güç veya kudretin, bir başka insana, bir gruba veya bir topluma karşı tehdit yoluyla ya da bizzat uygulanmasıdır. Şiddet, erkek egemen sistemin yol arkadaşıdır. Sistemin kolluk güçleri, bireylere ve hak arama mücadelesi yürütenlere şiddet uygular. Şiddet önce evde başlar. Anne ve baba kendi çocuklarına şiddet uygular. Çocuklar okula başladığında, şiddet okulda öğretmenler tarafından uygulanır. Gel zaman git zaman askerlik çağı gelir. Askerliğin temel kurallarından bir tanesi de dayak ve şiddettir. Bu kurumda sadece şiddet uygulanmaz. Uygulanan şiddet sonucu birçok ölüm vakaları meydana gelir. Minareye hemen kılıf uydurulur ve ölenlerin intihar ettiği veya ‘cinnet‘ geçirdiği söylenir. Ülkelerimizde yüz binlerce kadının insan hakları

her gün ihlâl edilmektedir. Kadınlar, aile içi fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Bu kadınlar dövülmekte, tecavüze uğramakta, intihara zorlanmakta ve öldürülmektedir. Genç kızlar takas edilmekte ve küçük yaşta evlenmeye zorlanmaktadır. Aile içi şiddet farklı biçimlerde görülmektedir. Kadınlar, tokat, yumruk, tekme ve dayak gibi fiziksel saldırılara maruz kalmaktadır. Kadına yönelik şiddet ister kamusal, isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadının fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik açıdan zarar görmesine ve acı çekmesine yol açan, kadının temel hak ve özgürlüklerini ve onurunu zedeleyen bir eylemdir. Kadına yönelik şiddet olaylarına işyerinde, sokakta, okulda, gözaltında ve savaşta rastlanmaktadır. Ama ne yazık ki kadınlar, en korunduğu yer diye düşünülen “aile içinde” de, hatta daha yaygın bir şekilde şiddete uğramaktadır. Hakaret, tehdit, dayak, aşağılama, cinsel taciz, tecavüz, yaralama, öldürme biçimindeki bu gibi eylemler, genellikle erkeklerin kadınlar üzerinde

27


yeni kadın dünyası 28

egemenlik sağlaması amacıyla uyguladıkları güç gösterisidir. Ülkelerimizde kadınlara yönelik olarak uygulanan baskı ve şiddete karşı birçok kadın örgütlenmeleri oluştu. PKK’nin 1984‘te Eruh ve Şemdinli baskınları ile yeni bir döneme girildi. Kürt illerinde saldırı, gözaltı, işkence ve faili meçhul cinayetler sıradan olaylar haline geldi. Kürt kadınları, sınıfsal, cinsel baskının yanı sıra ulusal baskı altında da eziliyorlar. Binlerce insan şiddetin doğrudan veya dolaylı mağduru idi. Tam da bu zorlu dönemeçte kimi kadınlar bir şeyler yapılması gerektiğini düşündüler. Kamer Vakfı‘nın nasıl ortaya çıktığı şöyle anlatılıyor: “Nasıl başladık? 1984 yılından bu yana Türkiye’nin her yerinde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde her gün onlarca saldırı, gözaltı, işkence ve ölüm sıradan haberler arasına girdi. Binlerce insan şiddetin doğrudan ya da dolaylı mağduru oldu. Biz içinde yaşadığımız bu gerçeği düşünüp, sorular sormaya başladık. Başka bir insanı kolayca öldüren, döven, asan, kesen, tecavüz eden bu insanlar kimlerdi? Nasıl yetiştirilmişlerdi? Şiddetin en fazla sıradanlaştığı, normalleştiği süreç nereden ve nasıl başlıyordu? Bu sorular dikkatimizi evlere yöneltti. Şiddetin normalleştiği yer evlerdi. Kadına yönelik şiddet yoğun ve alışılmış bir durum olarak sürüp giderken her birimiz bu uygulamanın mağdurlarıydık. Öyleyse “kadınlar ile birlikte, kadınlar için çalışmak” gerekiyordu. Fikir böyle çıktı. Bu sorgulamaların ardından bir kadın çalışması başlatma fikri, 1994 yılında doğdu. 1996 yılında, bir kadın projesi ile birlikte iki bölgenin 19 ayrı yerinde 599 kadın ile yaptığımız anket çalışmasının sonuçları durumu açıkça gözler önüne sermeye yetti. Bu çalışmanın sonuçlarına göre: Okuma yazma bilmeyen kadınların oranı % 45.8 iken, %4.3’ü ilkokulu bitirmemiş, % 33.5’ i sadece ilkokulu bitirmiş kadınlardı. Çok eşli evlilik oranı % 10.6 idi. Evlenmeden önce kocası ile görüşmeyen kadın oranı % 51.6 olarak tespit edilmekteydi. Evliliğin gerçekleşme şekli ile ilgili soruların sonuçları; Aile tarafından yapıldı: % 60.8 Çift tarafından yapıldı: % 25.6 Kocası ile kaçmış: % 5.3 Berdel (değiştirme): % 4.5 Kaçırma: % 1.7 Beşik kertmesi: % 1.0

Bu çalışma sırasında yapılan mülakatlar, alan çalışması yapan arkadaşlarımızın gözlemleri, ihtiyaçların netleşmesini sağladı. İki temel ihtiyaç vardı; - Şiddet, kadınlar tarafından, kadın olmanın bir sonucu olarak doğal karşılanıyor ve yaşanıyordu. Bu tespit şiddetin normalleşme sürecinin evden başladığını gösteriyordu. - Ya da küçük bir oranda kadın şiddeti tanımlayabiliyor ama şiddetten kurtulabilmenin yolu olmadığını düşünüyordu. Bu tespitlerden sonra, sıra bir kadın merkezi kurmaya gelmişti. KAMER 1997 yılında Limitet Şirket olarak kuruldu.“ (Bkz http://www.kamer.org.tr/content.asp-c_id=222.htm) Kamer ilk kurulduğunda Amed ve çevresinde kadına yönelik şiddete karşı çalışmaya başladı. Kadınların talepleri üzerine, Kamer birçok Kürt illerinde çalışmalar başlattı. İlk çalışmalarını bir Limitet şirket kurarak başlatan Kamer 2004 yılında Kamer Derneği’ni kurdu. Tüm Kürt illerini kapsayacak bir örgütlenme modeli olarak, Kamer Vakfı 2005 yılında kuruldu. Kamer, 23 Kürt ilinde faaliyet gösteriyor. Kamer Vakfı Şubelerinin olduğu iller şunlar: Adıyaman, Bingöl, Erzincan, Iğdır, Mardin, Şırnak, Ağrı, Bitlis, Erzurum, Kars, Muş, Dersim, Ardahan, Amed, Gaziantep, Kilis, Siirt, Van, Batman, Elazığ, Hakkâri, Malatya ve Şanlıurfa. Kamer ilk çalışmaya başladığı dönemde amacını; “Kadına yönelik şiddetin görülmeyen kısmı olan, aile içi şiddeti fark ettirmek ve şiddet yasayan kadınlara ilk ve acil destek sağlamak” olarak tarif ediyordu. 2000 yılından bu yana amaçlarını “Kültür ve geleneklerin kadın ve çocuklara zarar veren uygulamalarını tespit etmek, bu uygulamaların insan haklarına uygun alternatiflerini geliştirmek ve uygulanabilir olmasını sağlamak için yöntemler geliştirmek” olarak belirlediler. Kamer, çalışmalara katılan kadınlarla birlikte edindiği deneyimler sonucunda amaçlarını belirlediklerini söylüyor. Kamer Vakfı, 23 ilde şubeleri olan ve merkezi Amed’de olan bir kadın merkezidir. Kamer’in amacı, cinsiyetçi sistemin şekillendirdiği kültür ve geleneklerin kadın ve çocuklara zarar veren yerel uygulamalarını tespit etmek, alternatiflerini geliştirmek ve uygulanabilir olmalarını sağlamaktır. Kamer Vakfı, 23 ilde kadına yönelik şiddet konusunda çalışıyor. Engelli olan ve bakım hizmeti üstlenen kadınlar ve çocukları ile doğrudan bir çalışma yürütüyor. Kamer Vakfı, 2010 yılında örgütlü olduğu 23 ilde sürdürdüğü mahalle çalışmalarında


ay önce Kars ve Iğdır’da iki kadın töre cinayeti sonucu katledildi. İnfaz küçük kardeşlere yaptırılıyor; çünkü cezası az. Kadınların ekonomik gücü yok. Boşanmaya karar veren kadın büyük adım atmıştır. Kadınları mali olarak destekleme gücümüz yok. Ama barodan ücretsiz avukat temin etme imkânımız var. Bize yapılan kimi başvurular eşlerden gizli olarak yapılıyor. Mahalle toplantıları yapıyoruz. Toplantılarda Kamer’in kartvizitlerini dağıtıyoruz. Sorunu olan bize ulaşıyor. Kamer, zaten Kars’ta tanınıyor. Kamer üyelik sistemi ile çalışmıyor. Kamer’de çalışma gönüllülük temelinde oluyor. Kamer Vakfı projeler temelinde çalışıyor. Bu projelerden para geliyor. Tüm Kamer şubeleri İsveç Kalkınma Ajansı (SİDA) tarafından destekleniyor.” Berna Karacalar’ın da dikkat çektiği gibi Kamer projeler temelinde çalışıyor. Kamer 1 Haziran 200930 Eylül 2010 tarihleri arasında Sabancı Vakfı’nın desteklediği ‘Engeller Kalkıyor’ projesi temelinde bir çalışma yürütmüş. Bu projenin uygulama alanı olarak beş il seçilmiş. Bu iller şunlardır. Diyarbakır, Hakkâri, Van, Tunceli ve Urfa. Kamer Hakkâri temsilcisi Zozan Selimoğlu anlatıyor: “Biz göçün yoğun olduğu mahallelerde çalıştık. Üç bin kadınla görüştük. Bu görüşmelerde evlerde engelli olup olmadığını sorduk. Bu proje kapsamında 363 engelli olduğunu tespit ettik. Yine bu çalışmada engelli kim olursa olsun engelli ile ilgilenenin de kadın olduğunu tespit ettik. Bakım vb. her şeyin kadının üzerinde olduğunu gördük. Bu proje kapsamında engelli mi, engellenen mi sorununa yoğunlaştık. Engelli haklarının bilinmediğini gördük. Destek vermeye başladık. Bu çalışma sonucu Kamer merkezlerini en alt katlarda tutmaya başladık. Bu proje çalışmasından sonra kadınları ve engellileri bilinçlendirmek için salon toplantıları yapmaya başladık. Bu çalışmalarımızı raporlaştırdık. İlgili kurumlara ve bakanlıklara gönderdik. Taleplerin yerine getirilmesi için baskı yapmaya çalışıyoruz. Bugün de mahallelerde çalışmalarımıza devam ediyoruz. Kadınların kullandığı alanları kullanarak ve katılımı yüksek kılmak amacıyla uğraşıyoruz. Bu projenin yanı sıra çocuk çalışması da yapıyoruz. Hane ziyaretlerinin yanı sıra, mahallelerde salon toplantıları yapıyoruz. Mayıs ayından itibaren çocuk şenlikleri yapmayı planlıyoruz. Salon toplantılarında konunun uzmanları ile birlikte, sağlık sorunları, hukuksal sorunlar ve psikolojik destek yardımı ile ilgili konular hakkında bilgi veriyoruz. Mahallelerde kadın toplantıları yap-

yeni kadın dünyası

80,000’e yakın haneyi ziyaret etti. Özellikle göç almış, dezavantajlı mahallelerde yapılan hane ziyaretlerinde toplanan veriler, yıllardır süregelen geleneksel, ataerkil feodal sistem ve siyasi şiddet ortamının yanı sıra ürkütücü boyutlara ulaşan yoksulluk ve işsizliğin de kadın ve çocuklar üzerinde yıkıcı etkiler bıraktığını ortaya koydu. Kamer Vakfı’nı daha iyi tanımak ve yapılan çalışmalar hakkında okurlarımızı bilgilendirmek için kimi illerde Kamer Vakfı temsilcilerinin söylediklerini aktarmayı gerekli görüyoruz. Kamer Vakfı Kars temsilcisi Berna Karacalar’ın verdiği bilgiler şöyle: “4 yıldır Kamer’de çalışıyorum. Bir yıldan beri profesyonel olarak çalışıyorum. Kamer Kars’ta yedi yıldır çalışmalarını sürdürüyor. Birleşmiş Milletler destekli bir proje kapsamında örgü dikiş vb. çalışmalar yapılıyor. Keçeden çanta yapıyoruz. Bu çalışmada koyun yünü kullanıyoruz. İki ay sonra bu proje tamamlandığında, elde edilen ürünler bir sergide sergilenecek. Bu proje kapsamında 20 kadın çalışıyor. Yeni Zelanda eski başbakanı da bu projeyi destekliyor. Kamer her yıl farklı projeler üzerine çalışıyor. Kamer’in farklı grup çalışmaları var. 10 veya 15 kadınla birlikte farkındalık konularını birlikte belirliyoruz. Aile içi şiddet, ayrımcılık, cinsellik vb. konuları işliyoruz. Son grup toplantısında bir şey dikkatimi çekti. Kadınların kendilerine özgüveni olduğunu gördüm. Kadınlar bizden ne istiyor, o konuda yardımcı oluyoruz. Kadının söylediği esastır. Diyarbakır merkezimizde kadın destek hattı var. Orada çalışan psikologlardan yardım alıyoruz. Erkeklerden önde yürüme diye bir derdimiz yok. Ama omuz omuza yürümek istiyoruz. Toplumun kadınlara ve erkeklere kestiği roller var. Biz bu toplumsal rollere karşıyız. Kız çocuklarının eğitimi üzerinde de duruyoruz. Bize başvuran kadın anlattığında sözünü kesmiyoruz, ağlamıyoruz. Çünkü kadın bize çözüm için başvurmuştur. Biz onun başvurusunu sonuçlandırmak ve çözüm bulmak zorundayız. Kars’ta kadın sığınma evi var. Kadın hakkı insan hakkıdır. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü isyan günüdür. Kadınlar zaten 1-0 hayata yenik başlıyorlar. Kamer polisle birlikte çalışıyor. Kimi yerlerde polislere eğitim veriliyor. Her ilde polislere eğitim verilmesi gerekir. Can güvenliği için polise başvuranlar tekrar eve gönderiliyor. Bize başvuran kadınların dili, ırkı önemli değil. Kars’ta kadın olmak zor. Caddede yürümek zor. Bize gelemeyen kadınlara biz gidiyoruz. Kamer’de ast üst ilişkisi yoktur. Kadın intiharları (sorulan bir soru üzerine) pek seyrek yaşanıyor. 4-5

29


yeni kadın dünyası 30

mak istediğimizde zorluklarla karşılaşıyoruz. Fakat Kamer’in amacı ve hedefi öğrenildiğinde bu zorluklar ortadan kalkıyor. Yerel yönetim de bize yardımcı oluyor. Okulları şimdi toplantı salonu olarak kullanabiliyoruz. Kadınların bize gelmesini beklemeden biz onlara gidiyoruz. Hukuksal anlamda zorluklarımız var. Hakkâri’de kadın avukat yok. Erkek avukatlar duyarlı tavır göstermiyor. Kadınlar da erkek avukatlara gitmek istemiyor. Biz yardımcı olmaya çalışıyoruz; ama her gün yasalar değiştiği için yasaları takip etmede zorlanıyoruz. Hakkâri farklı bir yer. Feodalizmin ve aşiretçiliğin egemen olduğu bir il. Bu faktörler kadının sosyalleşmesini engelliyor. Bu yaptığımız çalışmalar esnasında, kadına yönelik şiddet ve nedenleri konusunda araştırma yaptık. Kadına yönelik şiddetin bir nedeninin de yoksulluk olduğunu tespit ettik. Öncelikle yoksulluğa karşı mücadele edilmesinin gerekli olduğunu gördük. Eşleri hapiste olduğu için yoksulluğun pençesinde kıvranan kadınları gördük. Toplumda şiddeti saklayanların da çok olduğunu gördük. Bize söylenmese bile hangi evde şiddetin ve sıkıntının olduğunu biliyoruz. Göçle gelen ailelerle yapılan görüşmelerde şiddetin çok evlilik yüzünden yaşandığını gördük. Erken yaşta evlilikte şiddetin uygulanmasında rol oynuyor. Nüfus yoğunluğu, bazı evlerde 20 kişi bir arada yaşıyor. Araştırmamızda göç nedeniyle engellilerin de arttığını gördük. Boşanmak isteyen kadınlara neler yapmaları gerektiğini anlatıyoruz. Boşanmanın getirdiği sorunlar var. Boşanmak için karar veren kadın boşanma ertesinde neler yaşayabileceğini görüyor. Birçok kadın ekonomik sorunlar yüzünden şiddete katlanıyor. Ama yoksulluğa rağmen boşanan kadınlar da var. Ekonomik sıkıntının yanı sıra çocuklarını bırakmama sorunu da var. Çünkü adetlere göre, boşanan kadın çocuklarını birlikte götüremiyor. Kadınlar ayrıldığında herhangi bir kurumdan yardım alamıyorlar. Kamer aracılığıyla sosyal yardımlaşma fonuna başvuru yapılıyor. Yoksulluk her tarafta var. Ama Hakkâri’deki yoksulluk daha üst seviyelerde. Aslında Hakkâri gözden çıkarılmış bir bölge. Bu benim bireysel düşüncem ve yaşadıklarımdan yola çıkarak söylüyorum. Kimse Hakkâri’de yaşamak istemiyor. Bu yıl beş bin kişi başka şehirlere göç etti.” Zozan Selimoğlu’nun anlattıkları kısaca böyleydi. Gerçekten de Hakkâri’de yaşamak zordu. Hakkâri’de kadın olmak daha da zordu. Devletin baskılarının yanı sıra, feodalizmin ağırlığı, aşiret yapısı ve töreler kadının daha da ezil-

mesine yol açıyor. Devam edelim ve sözü Kamer Van şube temsilcisi Nazmiye Acar’a bırakalım: “Üç ay önce Kamer Van temsilciliğinde personel değişikliği oldu. Üç ay önce göreve başladım ama önce Kamer eğitimi aldım. Daha önce çalışan arkadaşlardan biri evlendi, diğeri de üniversiteyi kazandı. Bu yüzden Kamer’den ayrıldılar. Ben 41 yaşındayım ve üç kızım var. Kamer’de çalışmak farklı bir duygu. Kamer’de olmak kendimle birlikte olmak demektir. Kamer’de alt üst ilişkisi yok. Biz genelde büroda bulunmuyoruz. Koltuk sevdamız yok. Biz alana inip çalışma yapıyoruz. Sabah saat 09’da çıkıp mahallelere gidiyoruz. Kadınlarla sohbet ediyoruz. Bu sohbetlerde kadınların bir dizi sorunu ortaya çıkıyor. Şiddet vb. Üç ay içinde 570 kadına ulaştık. Kadınların isteklerini dikkate alarak yardımcı olmaya çalışıyoruz. Kadınların bize gelmesini beklemiyoruz, biz onlara gidiyoruz. Bizim hedef kitlemiz Hacı Bekir Mahallesidir. Biz ev ev dolaşıyoruz. Evlere giderken hiç bir engelle karşılaşmadık. Üç ay içinde tek bir sorunla karşılaştık. O da misafir olduğu için sonra gelin dediler. Kamer olarak ailenin kutsal olduğunu düşünüyoruz. Kapının zilini çaldığımızda, önce Kamer’den geldiğimizi söylüyoruz ve Kamer’in amacını anlatıyoruz. Hatta kimi görüşmelerimize erkekler de katılıyor. Şiddete maruz kalanların başvurularını alıyoruz ve yardımcı olmaya çalışıyoruz. Mahallelerde toplantılar yapıyoruz. Bu toplantılarda, genel bilgiler üzerine konuşuyoruz. İlk önce biz görüşüyoruz, sonra onlar bize geliyor ve ardından toplantı yapıyoruz. Toplantı yerini bulmada çok zorlanıyoruz. En son bir okulda 200 kadının katıldığı bir toplantı yaptık. Şiddetin en büyük nedeni yoksulluktur. Mekâna gittiğimizde bunu çok açık olarak görebiliyoruz. Biz kimseye para vermiyoruz; sadece sosyal yardımlaşma fonuna yönlendiriyoruz. Kadınların yaptığı ürünler var. Çarşıda bir yerimiz var. Kadınların yaptığı ürünler burada satılıyor. Burası feodal bir yer. Ben kendim de feodal bir yapıdan geliyorum. Bu çalışmalarımız esnasında, şimdiye kadar bir tehdit almadık. Van’daki tüm kurumlarla ilişkimiz var. Başvurucu kadınları bu kurumlara yönlendiriyoruz.” İller farklı da olsa sorunlar hep aynı. Yukarda yazılanlar ve Kamer temsilcilerinin anlattıklarından ortaya çıkan bir olgu var. Kamer olduğu illerde kadın çalışması bağlamında önemli bir çalışma yapıyor. Kuzey Kürdistan illerinde kadına yönelik şiddet vb bağlamında çalışma yapılıyor. Bu çalışma, Kuzey


leri üzerine düşünmelerini öneriyoruz. Bu erkeklerle kendi yakın çevremizden başladık. Geçen yıl Bağlar’da göçün yoğun olduğu iki mahallede 15 bin aileye ulaştık ve ilginç sonuçlara ulaştık. Bu çalışmayı raporlaştırıp yayınladık. Bu proje için 15 kadın bütün yıl boyunca çalıştı. Diyarbakır İl İnsan Hakları Kurulu’nda da yer alıyoruz. Kurulda taleplerimizi dile getiriyoruz. Ayrıca bu kurulda olmanın imkânlarından da yararlanıyoruz. Bu kurula alınmak için ilk yaptığımız başvurumuz reddedildi. Peşini izledik. Daha sonra İnsan Hakları İl Kurulu’na alındık. Bu kurul habersiz olarak cezaevlerini ve kimi kurumları denetliyor. Bu denetim sırasında gördüğümüz eksiklikleri anlatıyoruz.” Kamer, zor bir ülkede çalışma yürütüyor. Kamer’in bu çalışmaları desteklenmeli ve bu çalışmalardan haberi olmayanlar bilgilendirilmelidir. Bu yazı Kamer’in çalışmalarını tanıtmak için kaleme alındı. Ama bu çalışmalar daha da ileriye taşınabilir, taşınmalıdır da. Kadın çalışması, kadınları her türlü baskıdan kurtarmak için özgürleşme mücadelesi ile birlikte ele alınmalıdır. Bu elbette kadın sorunun çözümünü tümüyle demokratik devrim sonrasına ertelemek anlamına gelmez. Tersine, bizzat demokratik devrime hazırlanma kadın sorununun çözümünün de başlangıç noktasıdır. Bilimsel açıdan kadın sorununun kalıcı çözümü ancak bir devrimle olabilir. Fakat bu hiçbir biçimde, kadın sorununda elimizi kolumuzu bağlamamız ve yarının demokratik devrim sonrasını beklememiz anlamına gelmez. Kadın sorununda gerçek ve kalıcı çözüm yolunun ancak demokratik devrimle açılacak olması gerçeği, bizi kadın özgürlüğü ve eşitliği uğruna bu sistemde reformlar uğruna mücadeleden alıkoymaz. Biz kadın sorununun sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel ve elbette ekonomik boyutlarını hafifletebilmek için bu sistemde mücadele yürütürüz. Sorunun kaynağını ve temellerini unutturmaya, gözlerden gizlemeye yönelik bütün çabalara karşı sistematik bir mücadele yürütmek görevimizdir. Kadın sorununun toplumsal kaynağı ve temelleri durduğu sürece tüm iyileştirici reformlara rağmen sorunun kendini değişik biçimler altında döne döne yeniden üreteceği gerçeğini bir an bile unutmayız, unutturmayız. Kamer’in çalışmalarını bu açıdan önemsiyoruz, destekliyoruz ama yetmez diyoruz. Emekçi kadınların gerçek özgürleşmesi ancak bir devrim sorunudur. Görev bunun için mücadele etmektir. 29 Temmuz 2011 ✓

yeni kadın dünyası

Kürdistan illeri dışındaki illerde de sempati ile karşılanıyor. Amed Kamer temsilcisi Nilüfer Yılmaz’ın verdiği bilgiler şöyle: “Batının kimi illerindeki (Edirne, Antakya, Kahraman Maraş, Trabzon, Manisa ve Tekirdağ) kadın gruplarının talebi üzerine onlara yardımcı oluyoruz. Bu illerin hiç birinde güçlü bir kadın çalışması yok. Bu illerde kadına yönelik şiddete karşı mücadele eden kadın grupları zayıf. Bağlantılarımız olan kadın grupları var. Hollanda’da faaliyet gösteren Türkiyeli kadınların daveti üzerine Hollanda’ya gittik. Hollanda’da farkındalık konusunda çalışma yaptık. İlk çalışmayı Deventer’de yaptık. Çok güçlü 30 kadın bırakıp geldik. Farkındalık çalışmalarını öncelikle kendimizle, yaşadıklarımızla başlıyoruz. Her hafta 10-15 kadın bir araya geliyoruz. Bu buluşmalarımızda, şiddeti, ayrımcılığı, toplumda cinsiyet eşitliğini, cinselliği, kadın hakları ve insan haklarını konuşuyoruz. Bu yıl Almanya’dan Türkiye’ye zorla getirilen ve zorla evlendirilmeye çalışan beş arkadaşımızı tekrar Almanya’ya geri gönderdik. Çalışma yapılan alanlarda, namus cinayetleri, şiddete uğrayan kadınlarla ilgili istatistik hazırlıyoruz. Rapor hazırlamakla yetinmiyoruz. Bu taleplerle yetkili kurumlara gidip baskı yapmaya çalışıyoruz. Biz esasında devletin işini yapıyoruz. Biz sorunu tespit ediyoruz ve yetkililere bu sorunları aktarıyoruz. Kendi nihai hedefimiz ekonomik olarak ayakta durmaktır. Ama şu anda o aşamada değiliz. Şu anda yürüttüğümüz projeleri, İsveç Kalkınma Ajansı destekliyor. Bu projeler kapsamında atölyeler kuruyoruz. Açık Toplum Enstitüsü ve Heinrich Böll Vakfı’ndan da destek alıyoruz. Kamer’de çalışanlar yarı profesyonel, yarı gönüllü olarak çalışıyor. 23 şubede 50 kadın çalışıyor. Atölyelerde çalışan kadınlar paralarını alıyor. Her merkezde iki kadın çalışıyor. Çalışmak isteyen her kadın farkındalık çalışmasına katılmak zorundadır. Bu çalışma 14 hafta sürüyor. Bu çalışma bittikten sonra kadınlar, şubelerimizde çalışmaya başlıyorlar. Tunceli’deki atölyede şalvar üretiliyor. Iğdır’da ise, ‘biz istersek şiddet biter’ konulu bir proje yürütülüyor. Bu proje kapsamında burada 7 kadın çalışıyor. Kamer’in olduğu illerde, kendi ihtiyaçlarını tespit ederek proje hazırlıyorlar. Projenin kabul edilmesi için kimi kurumlara başvuru yapılıyor. Diyarbakır’da 60 erkek ile çalıştık ve erkeklik sorunlarını anlattık. Kadınlarla yaptığımız çalışmayı, erkeklerle de yapıyoruz. Onlara da kendi erkek rol-

31


güncel

LGBT’den onur yürüyüşü

C

32

insel yönelimleri nedeni ile baskı altına alınan, toplumdan dıştalanan, cinsel yönelimlerini gizli yaşamak zorunda kalan eşcinseller yürüyüş ve basın açıklaması yaptı. Taksim Tramvay Durağı’nda toplanan binlerce lezbiyen, gey, biseksüel, trans İstiklal Caddesi boyunca yürüyüş yaparak, Tünel’de basın açıklaması yaptı. Yürüyüşün bir bölümüne, İstanbul Bağımsız Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Sebahat Tuncel ve Mersin bağımsız Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’de katıldı. Çok renkli, çok sesli yürüyüş sırasında atılan bazı sloganlar şunlar: “Susma haykır eşcinseller vardır!, Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!, Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop, inadına isyan, inadına özgürlük!, Genel ahlak istemiyoruz!, Çürük değil eşcinseliz, askere de gitmicez!, Hatip Dicle onurumuzdur!, Faşizme karşı omuz omuza!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Susma haykır eşcinseller vardır!, Susma haykır lezbiyenler vardır!, Susma haykır ibneler vardır!, Baskı şiddet ahlak ise biz ahlaksızız!, Dünya yerinden oynar, ibneler özgür olsa!” Homofobiye karşı sık sık yüksek sesin çıkarıldığı yürüyüş sonunda yapılan basın açıklamasında şunlar söylendi: “Bizler Lezbiyeniz, Geyiz, Biseksüeliz, Travestiyiz, Transseksüeliz. Bugün bu meydanda binleriz ve dünyadaki milyonlarca kardeşimizle birlikte adalet, eşitlik ve özgürlük için her gün daha da güçlenerek mücadele ediyoruz.

… Bugün Türkiye’de; Nefret cinayetlerinde ağır tahrik indirimleri uygulanarak zanlılar ödüllendiriliyor. Yasa yapıcılar ve karar vericiler var olan ayrımcı mevzuatı değiştirmemekte ısrarcılar. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerimizden dolayı işe alınmıyor, çalıştığımız işlerden atılıyor, ayrımcı yasalarla mesleklerimizden men ediliyoruz. Seks işçiliği yapan transseksüeller sendikal haklardan ve devletin sosyal güvencesinden yoksun bir biçimde çalışmaya devam ediyor. Trans bireyler, beden geçiş sürecini düzenleyen kanunlarla zorunlu kısırlaştırma uygulamasına maruz bırakılıyor. Bizler; Anayasanın eşitlik ilkelerini düzenleyen 10. maddesine ve ayrımcılık karşıtı yasalara “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ibarelerinin eklenmesini, seks işçilerinin sendikal haklara sahip olmasını, nefret suçları yasasının çıkarılmasını, talep ediyor, ataerkinin, ırkçılığın, sosyal ve ekonomik adaletsizliğin, her türlü ayrımcılığın hepimizi insanca yaşamaktan mahrum ettiğini bir kez daha haykırıyoruz.” Yetişkin bireylerin, cinsel tercihleri/yönelimleri konusunda hiçbir ayrım gözetilmemesi, tüm cinsiyetçi yaklaşım ve saldırılara karşı gerekli önlemleri almak ancak işçilerin, emekçilerin halk iktidarında mümkündür. 26 Haziran 2011 ✓


panorama

PA NOR A M A

Dünyanın açları – açların dünyası! - AFRİKA / SOMALİ -

G

ünümüz dünyasındaki toplumsal zenginlik, insanlık tarihinde, hiç bir dönemde olmadığı kadar yüksek bir düzeydedir. Bu zenginlik dünyanın yaklaşık 6,7 Milyarlık nüfusunu beslemeye yeterli olmaktan öte fazladır bile. BM eski çalışanlarından İsviçreli sosyolog Jean Ziegler gibi kimi burjuva eleştirmenlerin verdiği bilgilere göre bile, anda, dünyamızın nüfusunun iki katını besleyebilecek bir zenginlik, kısacası insanların yaşaması için gerekli besin –yiyecek, içecek ve barınma imkanı- mevcuttur. Buna rağmen ama, dünyamızın nüfusunun büyük bölümü yoksul, önemli bir bölümü de AÇ. Bu durum o kadar çıplak ki, aradaki çelişkinin varlığını gizlemek mümkün değil. Sınıf veya katmanların çıkarlarıne göre bu çelişkinin kaynağı ya da nedenleri de farklı biçimlerde açıklanmaktadır. Egemenler kendi sistemlerinin varlığını tehlikeye sokmamak ve egemenliklerini sürdürebilmek için, gerçekleri kitlelerden gizlemeye, dikkatleri başka yönlere çekmeye çalışmaktadırlar. Böylece, dünyamızdaki toplumsal zenginliğin kaynağını gizlemeye çalıştıkları gibi; yoksulluğun, açlığın kaynağını, nedenlerini de gizlemeye çalışıyorlar. Bu konuda ne yazıkki başarılı da oluyorlar. Tüm burjuva medya onların borazanlığını yapıyor. Her gün, her saat... kitlelerin bilinci karartılıyor!

Böylesi durumlarda da, sorunun kaynağı veya nedenleri üzerine daha yoğun tartışmak ve özellikle dünyanın yoksullarına olguları, yoksulluğun, açlığın gerçek nedenini ve kaynağını tüm çıplaklığıyla göstermek; dünyanın yoksullarının, toplumsal zenginlikten kendisine düşen payı alabilmesi için önündeki engelleri ortadan kaldırma mücadelesini, kısacası: sömürü sistemine son verme mücadelesini kendi eline almasına hizmet etme görevi kendisini daha da yoğun biçimde dayatmaktadır. Dergimizin değişik sayılarında dünyadaki yoksulluk, açlık ve nedenleri üzerine takındığımız tavırları bilinçlere çıkarmak da okurlarımızın görevidir. Uluslararası kurumlar tarafından her sene yenilenip yayınlanan raporlarda esas değişen şey rakamlardır/ verilerdir. Sorunun özü değişmemektedir. Emperyalist-kapitalist sömürü sisteminin doğrudan ürettiği ve “yol arkadaşı” olarak ifade ettiğimiz yoksulluk ve açlık, sistemin kendisi gibi varlığını sürdürmektedir. Toplumsal zenginliğin tüm insanlara, ihtiyaçlarına göre dağıtılması, ya da tüketilmesi için sömürü sisteminin ortadan kaldırılması ve yerine sömürü sistemine son veren, sınıfsız, sömürüsüz toplumu sosyalizm-komünizmi kurmak olmazsa olmaz önkoşuldur. Kuşkusuzki bu hedef için mücadele yarının değil, bugünün görevidir. Fakat bunun gerçekliği gibi, bu

33


panorama

hedef uğruna mücadele, anda açlıktan ölme tehditiyle karşı karşıya olanları kurtaracak bir çözüm değildir. Buna rağmen ama uzun vadede dünyamızda açlıktan, yoksulluktan kaynaklı ölme olgusuna son verebilmek için, kısacası insanların gerçekten insanca yaşayabilmesi için bu mücadele olmazsa olmazların başında gelmektedir. Sömürü sistemine son verme mücadelesini aksatmadan ve unutturmadan, açlara, yoksullara yapılacak yardımlar kuşkusuz ki insani bir edimdir. Esas mesele böylesi yardımları reddetmeden, bu yardımların, sözkonusu yoksulların, açların durumuna (ölmekten kurtarmak kuşkusuz önemlidir) yol açan nedenleri, kaynağını esasta değiştirmeyeceği gerçeğinin bilincinde hareket etmektir.

DÜNYANIN AÇLARI HAKKINDA KİMİ VERİLER

34

“Dünya Açlık Endeksi 2010” (WHI) verilerine göre (Bu veriler esasta 2009 yılının durumunu göstermektedir ve 122 ülkenin verilerine dayanmaktadır. Bunun da ötesinde önceki yazılarımızda da dikkat çektiğimiz gibi değişik hesaplamalarla gerçek durum olduğundan iyi gösterilmektedir. Yani dünyadaki yoksulların da açların da sayısı daha yüksektir.) 2009 yılında dünyadaki açların sayısı 925 Milyondur. Fakat sözkonusu WHI’nin önsözü olarak yazılan özetine göre açların sayısı 925 Milyon değil 1 Milyar sınırını aşmıştır. Yani rakamlar, hesaplar nasıl yapılırsa yapılsın, bu veriye göre bir milyar insan AÇ! Yine bu endekse göre 29 ülkede durum “alarm verici”, “aşırı alarm verici” ve “ciddi”dir. Bunun ölçüsü de açlık oranının %20 ve üzerinde olmasıdır. Bu ölçü %15 olarak alınsa, 29 ülke yerine 45 ülkede durumun ciddi olduğu söylenmesi gerekirdi. Örneğin bu 29 ülke içinde %19,8 oranla Kenya yer almamaktadır. Endeksin verilerine dayandığı 122 ülkeden 84’ünün verileri aktarılırken, geri kalan 38’inin verileri ise açlık oranının %5’in altında olması nedeniyle verilmemektedir. Bu ülkeler içinde ABD yoktur. Bu hesaplamalarda ama örneğin ABD’de 17,2 Milyon çocuğun açlık tehditiyle karşıkarşıya olduğu, ya da 50 Milyon insanın çalışmasına rağmen “mutlak yoksul”, gerçekte “ölmeye çok, yaşamaya az” deyimine uygun bir durumda olduğu vb. olgular gözardı edilmektedir. Açlık oranı ölçüleri de, sanki tüm ülkelerde aynı yaşam standartı varmış gibi günde 1,25 ABD Doları olarak belirlenmiştir. Bu ölçüye vurulduğunda 50 Milyon ABD’li işçi, emekçi açlar kategorisine girmiyor... Anne-Baba’nın çocukları doysun diye kendilerinin aç

kalmaları da bu hesaplarda rol oynamıyor! Fakat gerçek durumları, 1,25 ABD Doları’ndan fazla gelire sahip olanların önemli kesiminin de açlar listesinde yer alması gerektiğini göstermektedir. Yoksulluk sınırı olarak konan ölçü de 2 ABD Doları (bu hesap yer yer 2,5 Dolar civarında oluyor). İyi de 2 ABD Doları’ndan biraz fazla gelire sahip olanlar yoksul değil de zengin mi oluyor? Gerçekte hayır! Ayda 60 yerine 70 ya da 90 Dolar gelire sahip olan biri ABD’de “iyi yaşayan” kategorisine mi girer? Yine hayır! Kuşkusuz ki dünya çapındaki yoksulluğun ya da açlığın hesaplanması için herhangi bir ölçü daha doğrusu da genel olarak yaşamak için gerekli olan düzey için ölçüler gereklidir. Fakat bunun ölçüsü en yoksul ülkelerin en alt seviyedeki ölçüsü değil, gelişmiş ülkelerde toplumun yaşam ortalamasının, insanların yaşamını idame edebilmesi için gerekli olan her şeyin içinde hesaplandığı bir ölçü olmalıdır. Böyle olduğunda kuşkusuzki veriler de değişecektir. Kimi gazetelerde yayınlanan verilerde, örneğin Burundi, Kongo, Eritrea, Komoren ve Haiti’de açlık oranının %50 olduğu bilgisi yer alırken WHI’ye göre açlık oranının en yüksek olduğu Kongo’da bu oran %41, Burundi’de %38,3, Haiti’de %28 ve Komoren’de %27,9 oranındadır. Nereden bakılırsa bakılsın açlık oranı, rakamlar olduğundan düşük gösterilse bile, yüksektir. Açlığın düşük gösterilmesinin yollarından biri de, açların mutlak sayısı yerine nüfus oranına göre hesaplanmasıdır. Örneğin açların sayısının bir milyarı aştığı kendi hesaplarında da kabul edilmektedir. Ama 1990 yılı ile karşılaştırmada oranın dörtte bir azaldığı söylenerek BM-Milenyum hedefine (açların sayısını 2015’e kadar yarıya indirme hedefine) varmak için “önemli” yol alındığını anlatmaya çalışıyorlar.

AÇLARIN DÜNYASI... Afrika Boynuzu olarak da adlandırılan bölgedeki ülkelerde, Kuzeydoğu Afrika’da onbinlerce insan açlıktan ölüyor, milyonlarcası da açlıktan ölmek ile ölmekten kurtulma çabası arasındaki ince hat üzerinde duruyor. BM tahminlerine veya açıklamalarına göre anda, sadece Somali, Etiyopya, Kenya ve Cibuti’de yaklaşık 12 Milyon insan açlıktan ölme tehditiyle karşı karşıyadır. Egemenlerin temsilcileri açlıktan ölme durumunu “açlık tehditi” olarak formüle ediyorlar! Gerçekte ise açlıktan ölme tehditi sözkonusudur. Anda öne çıkan ülke Somali’dir. BM’nin ve ABD’nin kimi temsilcilerinin açıklamalarına göre son üç ay


bilir ama açların yaşadıkları kelimelerle anlatılacak, yazılabilecek gibi değil. Ne kadar anlatırsanız anlatın, büyük bölümü, -özellikle de aç insanların neler hissettikleri, neler düşündükleri- anlatılmamış olacaktır. Sonuçta geriye kalan rakamlar olmaktadır! Milyonlarca insanın “açlık tehditi” altında olması, onbinlercesinin ölmesi, ya da yüzbinlercesinin Somali’nin başkenti Mogadişu’ya veya Kenya ve Etiyopya’daki mülteci kamplarına akın etmesi olgusunun kendisi bile, açların dünyasının yaşamla ölüm arasındaki ince çizgi olduğu gerçeğini göstermeye yeterlidir.

panorama

içinde Somali’de 5 yaş altında olan 29.000 çocuk açlıktan ölmüştür. Bu hesap içinde yetişkin (reşit) insanların olmadığı açıktır. Uluslararası kimi kurum ve kuruluşların verilerine göre dünyada günde 30-40 bin arası sayıda insan açlıktan ölmektedir. Kuşkusuz bu sayılar kesin belirlenmiş sayılar değil. Medyaya yansıdığı kadarıyla sözkonusu bölgede son 50-60 yılın en büyük kuraklığı yaşanmaktadır. Fakat yaşanan açlık ve açlıktan ölümler sadece kuraklıktan kaynaklanmıyor. Temel gıda maddelerinin fiyatlarının yüksek oranda zamlanması, gelire göre satın alma gücünün sıfıra doğru düşmesi vb. olgular da yaşanan açlık felaketinin kimi nedenleri arasındadır. Somali’de örneğin buğday ve benzeri temel gıda maddelerinin fiyatı 2010 yılı Ekim ayına göre %240’lara varana kadar artmıştır. Mısırın fiyatı %154 artmıştır. Pirinç, şeker, yağ gibi maddelerin de fiyatları önemli ölçüde artmıştır. Kuşkusuz ki bu fiyat artışları ve kuraklık andak açlık felaketinin nedenleri, ya da etkileyen etmenler arasındadır. Bunlara, Somali’nin sömürge olma tarihi olgusu, kapitalizmin gelişmemiş olduğu ve 1991’den beri ülkede yaşanan çatışmaların, bu iktidar dalaşının beraberinde getirdiği yıkımlar vb. vb. de eklendiğinde anda yaşanan açlık felaketinin birçok nedeni ve kaynağı sayılabilir. Tüm bu neden ve kaynaklar ise şu ya da bu grubun, ya da kesimin tavrından değil, bizzat sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır. Bunun sömürgeci, emperyalist güçlerin dünya üzerindeki paylaşım dalaşından mı, yoksa yerli kapitalist ve gerici güçlerin kendi aralarındaki iktidar dalaşından mı kaynaklandığı, aç insanların durumu bağlamında özde bir şey değiştirmiyor. Onlar (yoksullar, açlar) geçimini sağlamak için sahip oldukları az sayıdaki hayvanı bile besleyemiyor, zayıf olduğundan dolayı satamıyor da. Çocuklarına vereceği sütün kaynağı da kuruyor! Sırasıyla hayvanları, çocukları ve kendileri ölüm tehditiyle yüzleşiyorlar! Basına yansıyan haberlere göre, yüzbinlerce insan “yardım” umduğu bölgelere gitmek için yollara düşüyor ve yollarda binlerce insan yaşamını yitiriyor. Kimisi ölen çocuğunu gömecek güce bile sahip değil... Yaşayabilme imkanına kavuşabilme umuduyla yerlerini terkedip yollara düşen yüzbinlerce insanın andaki tek umudu ve beklentisi sadece ve sadece yaşayabilmektir. Bundan fazlası değil! Bir dilim ekmek, bir damla su verenler, onların gözünde “kurtarıcı”dır... Açların dünyasının kimi yansımaları belki anlatıla-

SOMALİ’YE “YARDIM” ADINA MÜDAHALE PLANLARI... Afrika Boynuzu’nda yaklaşık 12 Milyon insanın “açlık tehditi”yle karşıkarşıya olduğu yönlü açıklamalar veya hesaplar BM ve kimi diğer emperyalist kurum ve kuruluşlar tarafından yapılmış, yapılmaktadır. Dikkat çeken noktaların başında BM’nin benzeri uyarılarının önceden de yapıldığı halde ciddi bir önlemin alınmaması gelmektedir. Göze çarpan durumlardan biri de özellikle Somali’nin ön plana çıkarılmasıdır. Başta BM olmak üzere “Batılı güçler”in “yardım kampanyaları” ya da “yardım” çağrılarının gerisinde gerçekte bunların Somali halkına, açlara yardım etme isteği, “yardımseverliği” mi var? Bunlar açlara, yoksullara “yardımsever” ise, ellerinde, daha doğrusu kasalarında bu açları doyurabilmek için yeterli para ya da kaynakları mı yok? Var ise neden “yardım” etmiyorlar? Özellikle son iki-üç aylık süreçte Somali hakkında yazılıp söylenenlere bakıldığında böylesi sorular ister istemez insanın kafasının bir yerlerine takılıyor! BM temsilcilerinin “açlık tehditi” ile karşı karşıya olan 12 milyon insana yardım etmek, ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olduğunu açıkladığı en yüksek rakam 3 milyar Dolar civarındadır. Bu miktarın ve birkaç katının sözkonusu kurum ve kuruluşlar ve özellikle de emperyalist ağababalarınca istense anında karşılanabileceğini görmek için sistemin bozukluğuna ve bunun derinliklerine inmeye gerek bile yok. Bunun için 2008 yılındaki mali krizde sadece büyük bankalara sunulan para miktarına bakmak yeterlidir. Kaba bir bakışla ABD ve AB’de, basına yansıdığı kadarıyla 8 Billion (8000 Milyar) ABD Doları bankaların hizmetine verildi... Afrika Boynuzu’ndaki açlık felaketine son vermek için bu miktarın %1’i bile verilmiyor! Bankalara 8 Billion verildiği dönemde

35


panorama 36

“Dünya Gıda Program”ı için ayrılan fonlar 6 Milyar Dolar’dan 2,8 Milyar Dolar’a düşmüştür. ABD emperyalizminin BM veya alt kurumları üzerinde Afrika Boynuzu –Somali de içinde- için ayırdığı “yardım fonu” 2008 yılında 237,4 Milyon Dolar iken 2010 yılında 28 Milyon Dolara inmiştir. Emperyalist büyük güçlerden biri olan Almanya ise andaki kampanyada 30 Milyon Euro yardım sözü vermiştir. BM’nin “yardım” çağrıları ya da durumun ne kadar kötü olduğu yönündeki uyarıları esasta emperyalistlerin Somali’ye müdahale etmeye yönelik tartışmaların üzerini örtmeye hizmet etmektedir. BM’nin Afrika Boynuzu’nda, özellikle de Somali’de “açlık tehditi”nin yaşandığını ve bölgede kimi alanları “felaket bölgesi” olarak ilan ettiği dönemde ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcileri, AB’nin Kriz menejerliği ve planlaması-Direktörü temsilcisi, AB-Askeri Yetkilisi veya yetilileri ile Uganda ve Somalı askeri yetkilileri 14-17 Haziran 2011 tarihlerinde Uganda’nın başkenti Kampala’da Somalı’nin durumunu görüşmek için buluştular. Gündemlerinde açlar, açlığa karşı önlemler yoktu! Gündemlerinde “Somali askerlerini eğitmek için AB-Misyonu” adına Alman askerlerinin eğittiği ve ABD empeyalizminin silahlandırdığı Somali’li askerlerin eğitimi ve geçici Somali hükümetini desteklemek için gerekli önlemlerle, Somali’nin önemli bir bölümünü kontrolü altında tutan ve geçici hükümete karşı mücadele eden İslamcı örgüt “El Şabab Milisleri”ne karşı savaş vardı. “El Şabab” esas olarak El Kaide bağlantılı bir örgüt olarak gösteriliyor. Özellikle emperyalist güçlerin burjuva medyasının borazanlığına bakıldığında “El Şabab” Somali’deki açlık felaketinin suçlusu ve sebebi olarak gösterilmektedir. “El Şabab”ın kimi “yardım örgütleri”ne izin vermemesi olgusu, sanki açlık felaketinin kaynağı ya da nedeninin “El Şabab”ın varlığıymış gibi gösterilmesi için kullanılmaktadır. Sanki “El Şabab” olmasa Somali’de 3,5 milyondan fazla olduğu söylenen açlara yardım edeceklermiş gibi kimi köşe yazarları “sakallıları elimine etmek” gerektiği yönlü önerilerle savaşı kışkırtmaktadır. Somali’nin yakın tarihine bakıldığında “yardım” adına müdahale edildiği açıkça görülebilir. 1991’de Somali’de isyan eden halk, 1969 yılında darbe ile yönetimi ele geçiren Siyad Barre yönetimini devirdi. Asiler kendi aralarında anlaşamadığından, bir bölümü Kuzey’e geri çekildi ve eski Britanya-Somalisi bölgesini Somali Cumhuriyeti ilan etti. Somali’nin geri kalan kesiminde 1991’den bugüne kadar çatışma,

BM’nin “yardım” çağrıları ya da durumun ne kadar kötü olduğu yönündeki uyarıları esasta emperyalistlerin Somali’ye müdahale etmeye yönelik tartışmaların üzerini örtmeye hizmet etmektedir. savaş ve iktidar dalaşı sürüyor. Savaş ağalarının kendi aralarındaki dalaş sürerken yine açlık felaketi gündeme gelmiş ve 1992 Aralık ayında BM’nin “insani yardım”ını “korumak” adına ABD emperyalizminin deniz gücü Somali’ye müdahalede bulunmuştu. Somali’lilerce Ekim 1993’de Mogadişu’da ABD askerleri öldürülünce, ABD emperyalizmi bombardımanla yanıt verdi ve yüzlerce insan katletti. Bu gelişmeden sonra ABD emperyalizmi gücünü Somali’den çekti ve BM-Misyonu da “yenilgiyle” sonlandı. Somali son yıllarda esasta kimi gemi ya da fırkateynleri kaçırma, “korsan”lık eylemleriyle gündeme geldi. 2006 yılı Haziran ayında “İslamcı Mahkemeler Birliği” yönetimi ele geçirdi ve 1991’den sonraki dönemde ilk kez Mogadişu’ya barış gelmişti. Bu olgu tespiti islamcıları savunanlar tarafından değil, bilakis islamcılara karşı olanlar tarafından yapıldı, yapılmaktadır. 2006 yılı sonuna doğru ise başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB içindeki kimi emperyalist güçlerin de desteklediği Etiyopya ordusu Mogadişu’ya saldırdı ve bu saldırı tüm “Batılı” güçler tarafından alkışlandı! Müdahale döneminde Afrika Birliği de işin içine çekildi. Bu müdahaleden sonra islamcılar değişik gruplar kurdu, “El Şabab Milisleri” de bunlardan biriydi. İşgalciler geçici yönetim oluşturdu, fakat Somali halkının önemli kesimi bu geçici yönetimi tanımamaktadır. 2008 yılında Etiyopya ordusu geri çekildi. Ocak 2009’da “Afrika Zirvesi”nde 2006 yılı sonunda Etiyopya ordusunun müdahalesiyle yönetimden uzaklaştırılan “İslamcı Mahkemeler Birliği” önderi Şerif Şeyh Ahmed Somali Başkanı olarak ödüllendirildi... “Batılı” emperyalist güçler andaki geçici yönetimi, Başkan Şerif Şeyh Ahmed’i desteklemekte, ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu da “El Şabab Milisleri”yle çatışmak ve onların Somali’de ülkenin önemli kesiminin kontrolünü sonlandırmak anlamına geliyor. “El Şabab Milisleri”nin “İnsani yardımlar”ın yerlerine ulaştırılmasının önünde engel olduğu yönlü


“Kahrolsun Kral! Özgürlük istiyoruz”!

panorama

yoğun propagandanın hizmet ettiği esas şey, yapılacak askeri müdahalenin kitlelerin gözünde “meşru” kılınması çabasıdır. Sanki Somali’li açlara gerçekten çok yardım etmek istiyorlar ve sözkonusu yardım malzemesi hazır dağıtılmayı bekliyor, ama “El Şabab Milisleri” sözkonusu yardımın açlara ulaşmasını engelliyor? Gerçek durum, Somali’li açların yardımına hem –kuraklığın ve açlığın olacağı önceden bilindiği halde- çok geç başlandığını, hem de yapılan “yardım”ın çok az insana yetecek kadar bir “yardım” olduğunu göstermektedir. “Korsanlık” eylemleri ile islamcı güçlere karşı yapılan propaganda ve hatta NATO’nun “korsanlık” eylemlerine son vermek için müdahaleleri bilinçte tutulduğunda, Somali’ye yeni bir askeri müdahalenin yapılma olasılığı giderek artmaktadır. Dünyanın açlarının durumunu ortaya koyarken, gerçek durumu olduğundan iyi göstermek için başvurulan açların mutlak sayısının düşük gösterilmesi yolunun tersine, müdahale etmeye hazırlandıkları durumda, gerçek durumu olduğundan kötü göstermektedirler. Yaşanan açlık felaketinin, trajedinin boyutları, kitlelerin duygularını etkileyerek beyinlerini işgal etmek ve askeri müdahaleyi meşru kılmak için daha da büyük gösterilmektedir. Somali”ye yönelik “yardım kampanya”larında Türkiye de yerini almış ve özel olarak da Ramazan dönemi “müslüman kardeşlere yardım” için kullanılmış, kullanılmaktadır. Bu yazı yazılırken Başbakan Erdoğan’ın 18 Ağustos’ta Somali’ye gideceği yönlü haberler basına yansımıştı. Türkiye’nin hükümeti “yardım etme”ye ek olarak “müslüman kardeşliği” de kullanarak Afrika’nın nüfusu müslüman olan ülkelerinde nüfuz sahibi olmaya çalışıyor. Bunun için değişik yol ve yöntemler mümkündür. Herhangi bir NATO müdahalesinde yer ve rol alma temelinde doğrudan savaşla olabileceği gibi, “yardım” vb. adına barışçıl yol ve yöntemlerle de mümkündür. Anda öne çıkan “din kardeşlerine yardım” yolu ve yöntemidir. Sonuçta TC de “yardım” adına emperyalist yayılmacı bir siyasete uygun olarak dünyanın paylaşımı dalaşında pastadan pay almaya çalışmaktadır. Tüm burada özetlediğimiz gelişmeler emperyalistlerin, bölgesel gerici güçlerin Afrika Boynuzu’ndaki açların dostu olmadığını, olamayacağını bir kez daha göstermektedir. Somali’ye “yardım” adına müdahaleye hayır! 17 Ağustos 2011 ✓

- BAHREYN -

Protestoculara yönelik saldırılar, kitlelerin önemli kesiminin giderek doğrudan Kralı hedef alan sloganlar atmasına yol açtı.

Arap Baharı”nın rüzgarları Bahreyn’deki protestoları tetiklemese de etkiledi. Yaşam koşullarının iyileştirilmesi, insan haklarının ayaklar altına alınmasına son, yeni Anayasa, hükümet değişikliği, başbakanın ve hükümetin doğrudan seçimi, seçilmiş hükümeti olan Anayasal Monarşinin uygulanması, düşünce ve protesto özgürlüğü, tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması, Şii’lere yönelik baskılara son verilip eşit haklara sahip olmaları vb. talepler, protestocuların temel talepleriydi. Kral ve ailesinin egemenliği ya da rejimin kendisi hedefte yoktu. Protesto eylemlerine yönelik kolluk güçlerinin gerçekleştirdiği saldırılar beraberinde yeni protestoları ve katılımcıların giderek çoğalmasını getirirken, kitleler içinde rejimi de hedefleyen sloganların atılmasına da yol açtı. Devletin kolluk güçleri protestoları bastırmaya çalışırken, istemeden de olsa kitlelerin giderek radikalleşmesine hizmet ediyorlardı. Buna rağmen Bahreyn’de kitleler bugüne kadar hala Tunus ve Mısır’daki kadar radikalleşmiş değil. Bahreyn’deki protesto eylemleri 14 Şubat’ta başladı ve Mart ayı ortalarında bastırıldı ve belli bir durgunluk döneminden sonra Temmuz ayı ortalarında yeniden başladı. Tunus ve Mısır’daki gibi olmasa da ve Libya’ya askeri müdahalenin gölgesinde kalsa da, Bahreyn’deki gelişmeleri okurlarımızın bilincine çıkarmayı gerekli buluyoruz.

BAHREYN HAKKINDA KİMİ BİLGİLER Bahreyn, Basra Körfezi’nde bulunan ve 33 adadan olu-

37


panorama 38

şan bir “Ada Devlet”tir. Yüzölçümü 760 km karedir. Nüfusu (veriler arasında farklar var) 1.230.000’dir. İlginç olan bu nüfusun %54’ünün göçmen olmasıdır. Buna göre verilen rakamlarla Bahreyn’de 660.000 göçmen ve 570.000 Bahreyn’li yaşamaktadır. Resmi dili Arapça’dır. İngilizce (sömürgeciliğin dili olarak kalmıştır) esas olarak eğitim ve ticaret dili olarak yaygın biçimde kullanılıyor. Bunun dışında öne çıkan diller Farsça ve Urdu dilidir. Yerli nüfusun büyük bölümü, %81,2’si Müslüman ve İslam dini devletin resmi dinidir. Müslüman Bahreyn’lilerin büyük bölümü %65-70 civarında Şii. Kral ve iktidarı, yönetim ise Sünni kesimin elindedir. Sünnilerin oranı ise %10-15 civarında (bu oranlar da kesin veriler yok). %9’u Hristiyan ve %9,8’i ise Hinduizm ve Yahudilik dinlerine mensup insanlardan oluşuyor. Anayasa’ya göre Bahreyn Anayasal Monarşi’yle yönetiliyor, gerçekte ise Mutlakiyetçi Monarşik bir yönetim var. Bahreyn’i esasta Kral Hamad bin İsa El Halife yönetiyor. Devlet yönetiminde önemli koltuklar üzerinde Kral ailesi mensupları oturmaktadır. Kral hükümeti atama ve görevden alma ve parlamentoyu feshetme hakkına sahiptir. Bahreyn parlamentosu ise iki bölümden oluşuyor. Biri Kral tarafından atanan ve belli ölçüde söz sahibi de olan “Konsey Meclisi”, diğeri de her dört senede bir halk tarafından seçilen “Milletvekili Meclisi”. İkisi de 40 kişilik üyeden oluşuyor. Halkın seçtiği milletvekillerinin meclisi önerilerde bulunabilir ama gerçekte karar veremez. Herhangi bir karar alması durumunda sözkonusu karar ya “Konsey Meclisi” ya da Kral tarafından geçersiz ilan edilir. En iyi hali Kral’ın istediği bir karar alınmasıdır ve böylece onaylanma durumunda olur. Parlamento olmasına rağmen Bahreyn’de Partiler yasak! Seçimlere ya bağımsız aday olarak ya da şu ya da bu “cemiyet”, “grup” “hareket” olarak katılma durumu sözkonusudur. Seçimlerin yapılıp yapılmayacağına, ya da ne zaman yapılacağına da sonuçta Kral karar vermektedir. Başbakan Şeyh Halife bin Salman El Halife, Bahreyn’in Britanya emperyalizminden “bağımsızlığını” ilan ettiği 1971’den beri sürekli başbakan olagelmiştir. Andaki Kral, Başbakanın yeğenidir. Bahreyn 1971’de resmen Britanya emperyalizminin sömürgesi olmaktan çıktı. Şeyh İsa bin Salman El Halife (andaki Kralın babası) 14 Ağustos 1971 tarihinde bağımsızlık ilan etti ve bir gün sonra Britanya ile “Dostluk Anlaşması” imzaladı. 1971 yılından beri de ABD emperyalizminin Bahreyn’de askeri üssü

var. . Şeyh İsa bin Salman El Halife bu arada kendisini Emir ilan etti. 1999 yılı Mart ayında Emir öldü, yerine oğlu Hamad bin İsa El Halife geçti. 14/15 Şubat 2001 tarihinde yeni bir Anayasa (Ulusal Eylem Şartı) için referandum yapıldı. Buna göre kimi reformlar yapılacak, Anayasal Monarşik yönetimde parlamentoya daha çok yetki devredilecekti. Fakat 14 Şubat 2002 yılında Emir Hamad bin İsa El Halife tarafından ilan edilen Anayasa, 2001 yılında referanduma sunulandan değişikti ve bunun da ötesinde Emir Hamad bin İsa El Halife kendisini Kral, Bahreyn’i de Krallık olarak ilan etti. Ekonomik alanda Bahreyn’de, petrol, doğalgaz başta olmak üzere alüminyum üretimi (dünya üretiminin %3’ü) ve tekstil alanları öne çıkmaktadır. BİÜ bağlamında hizmet sektörü ve endüstri belirleyici rol oynuyor. Tarım 2006 yılında sadece %0,7 oranında BİÜ’ye katkıda bulunmuştu. 2009 yılı verilerine göre kişi başı Brüt İç Ürün ise 19.455 ABD Doları kadardır. Bunun dışında Bahreyn’i önemlı kılan noktalardan biri, Bahreyn’in petrol taşıyıcılığının en yoğun olduğu bölgelerden birinde olmasıdır. İkinci bir nokta da bölgesindeki önemli mali merkezlerden biri olmasıdır. Buna bağlı olarak hizmet sektörü BİÜ bağlamında birinci sıradadır. Turizm de ekonomide küçümsenmeyecek bir faktördür. Sosyal alanda ilginç olan Bahreyn’de sağlık ve eğitimin parasız olmasıdır. Bahreyn’de 2007 yılından beri “işsizlere yardım” kurumlaştırılmıştır. İşsizlik oranı ise Şubat 2011’de %3,6 olarak verilmektedir. Bahreyn ordusu 9000 askerden ve Kralın özel ordusundan (tugaylarından) oluşmaktadır. Ordunun bileşimi bağlamında bilince çıkarılması gereken olgu, çoğunluğunun paralı asker ve başka ülke kökenli olmasıdır. Buna dayanarak Bahreyn’liler arasında anlatılan “fıkralardan” biri şöyledir: “Sen Yemenli birisi tarafından tutuklanıyorsun, Iraklı birisince işkenceye uğruyorsun ve bir Mısırlı tarafından yargılanıyorsun, Bahreynli olduğunu nereden biliyorsun?” Bu soru fıkra olarak gösterilse de, fıkra olmaktan çok gerçek durumun ifadesidir. Paralı askerler Pakistan, Yemen, Suriye, Hindistan, Sudan vd. ülkelerdendir. Bahreyn hakkında aktarılması gerekli olan bilgilerden biri de iktidarın Sünni kesimin elinde olmasına bağlı olarak Bahreynlilerin büyük kesimini oluşturan Şii’ler üzerindeki baskılar, devlet dairelerinde veya kolluk güçlerindeki sayılarının nüfus oranına göre çok düşük olması, seçimlerde temsiliyet bağlamında konan sınırlamalar vb. vb. baskı, ayrımcılık,


PROTESTOLAR VE GELİŞMELER Yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi Bahreyn’de bu seferki protesto eylemleri 14 Şubat’ta başladı. Bu seferki eylemler diyoruz çünkü Bahreyn’deki protestolar rejimi tehdit edecek düzeyde olmasa da sık sık gündeme gelmiştir. En son olarak 2010 yılı yaz ve güz aylarında, özellikle seçimler bağlamında yaşanan baskılara, tutuklamalara karşı protestolar yaşandı. Bu seferki protestoların 14 Şubat’ta başlaması da tesadüfi, kendiliğinden patlayan bir gelişme değildi. Tunus ve Mısır’daki gelişmeler kuşkusuzki kitleleri etkilemiş ve kendilerinin taleplerini protestolarla dile getirmede onlara cesaret vermiştir. Protesto tarihinin 14 Şubat olarak seçilmesinin esas nedeni, bu tarihin 2001 yılında yapılan Anayasa referandumunun 10. yıldönümü olmasıydı. 14 Şubat’ta protesto eylemi yapılacağı, bu tarihten önce biliniyordu. Bunun bilincinde olan Kral, kimi diğer ülke başlarının yaptığı gibi, kitlelere rüşvet verme yolunu seçti ve 11 Şubat’ta her aileye 1000 Bahreyn Dinarı (yaklaşık 4000 TL) ödeneceğini ilan etti. 14 Şubat’ta, Başkent Manama’daki “İnci Meydanı”ında yapılacağı ilan edilen protesto eylemi buna rağmen gerçekleşti. Protesto eylemine kolluk güçleri –eylem, egemenlerin deyimiyle “barışçıl” olmasına rağmen- tarafından saldırıldı ve 21 yaşında bir kişi öldürüldü. Bu arada “Tahrir Meydanı” örnek alınarak “İnci Meydanı”nda çadırlar kuruldu. Ertesi gün cenaze töreninde de kolluk güçleri protestoculara saldırdı ve yine katletme olayı yaşandı, iki kişi öldürüldü. 16 Şubat’ı 17 Şubat’a bağlayan gece, saat 03 sularında İnci Meydanı’nda çadır kuran protestoculara saldırıldı, çadırlar toplatıldı, yakıldı, yıkıldı... öldürülenlerin sayısı giderek yükseldi. 19 Şubat’tan itibaren yine İnci Meydanı’na çadırlar kuruldu. Bu temeldeki gelişmeler Mart ayı ortalarına kadar sürdü ve verilen bilgilere göre 30 sivil ile 4 kolluk görevlisi yaşamını yitirdi. Protestoculara yönelik saldırılar, kitlelerin önemli kesiminin giderek doğrudan Kralı hedef alan sloganlar atmasına yol açtı. Sözkonusu protestoları ŞiiSünni mezhep çelişkisi olarak göstermeye çalışanlara karşı atılan sloganlar arasında “Biz ne Şii, ne Sünniyiz, Bahreynliyiz” biçimindeki sloganlarla; ya da “biz Başbakanın istifasını istiyoruz, sünni Başbakanın

değil” vb. biçimlerde tavırlar takınılarak sorunun – Şii’lerin eşit haklara sahip olmaması, baskı altında tutulması vb. olgulara rağmen- mezhepler arası çatışma olmadığı, sorunun siyasi özgürlükler meselesi olduğu anlatılmaya çalışıldı. Bu dönemde hükümette yapılan kimi değişiklikler, ya da 20.000 iş alanının İçişleri Bakanlığınca oluşturulacağı vb. yönlü vaatler, ya da kimi siyasi tutukluların serbest bırakılması ve kimilerinin af edilmesi de kitlelerin tavrını değiştirmeye yetmedi. Sendika grev çağrısında bulundu ve bir günlüğüne de olsa greve gidildi. 14 Mart’a gelindiğinde Bahreyn Parlamentosu olağanüstü hal ilan edilmesi talebinde bulunuyordu. İlginç görünen noktalardan biri, Bahreyn’deki gelişmeler bağlamında ABD emperyalizminin ve onunla işbirliği yapan “Körfez İşbirliği Konseyi”nin (KİK) tavrı oldu. Bahreyn, ABD emperyalizmi için özellikle 5. Filosu ve bununla Yakın ve Ortadoğu’yu kontrol etme ve savaş yürütmek, yönetmek için önemlidir. Bu nedenden dolayı protestoların rayından çıkmaması için Kral yönetimine desteklerini açıklamakla birlikte, ordunun protestoculara yönelik saldırılardan uzak durması ve “barışçıl” eylemlere izin verilmesi istendi. Fakat bu talebin gerçekte sahtekarlık olduğu ise ABD emperyalizminin Savaş Bakanı Robert Gates’in 12 Mart’ta Bahreyn’e gitmesinin hemen ertesinde KİK tarafından, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin yaklaşık 2000 askeri-polis gücünün, Bahreyn’in Suudi Arabistan ile kurmuş olduğu köprü bağlantısı üzerinden Bahreyn’e tanklarıyla, toplarıyla girmesiyle ortaya çıktı. 15 Mart’ta da Kral üç aylık savaş hali/ sıkıyönetim ilan edildi. Bahreyn’deki protesto hareketi böylece bastırıldı. 14 Şubat’taki protesto eyleminde katledilen 21 yaşındaki gencin ailesine “başsağlığı” dileyen İçişleri Bakanı “Eğer olayda gerekli olandan fazla şiddet uygulandığı ortaya çıkarsa, failler hakkında şikayette bulunaca”ğını açıkladı... Bir kişinin katledilmesi karşısında yapılan bu açıklamanın yorumunu okuyucularımıza bırakarak 30 insanı katleden hiç bir kolluk gücü hakkında şimdiye kadar dava açılmadığı ve ceza verilmediğini, bunun tersine iki polisi öldürdükleri iddiasıyla Şii mezhebinden 4 kişiye idam cezası verildiğini; yüzlerce protestocunun askeri mahkemelerde yargılandığını ve en az 2000 işçinin protestolara katıldığı gerekçesiyle işten çıkarıldığını aktaralım. Buna ek olarak kimi insan hakları savunucularının, insan haklarının çiğnenmesiyle ilgili 6000 şikayette bulunduğu da medyaya yansıyan haberler arasında-

panorama

dışlamaların toplumdaki çelişkiler arasında önemli yere sahip olmasıdır. Bu olgu, andaki protesto hareketinin, gerçekte siyasi çelişkinin mezhepler arası çelişki olarak gösterilmesi için de kullanılmaktadır.

39


panorama

dır. Protestocularla yer yer çatışmaların yaşandığı, daha doğrusu protestoculara saldırıldığı durumlarda, yaralılara bakılmasın, tedavisi yapılmasın diye Hastahanelerin kapatılması olgusu, tek başına ele alınsa bile Bahreyn’deki rejimin nasıl bir rejim olduğu konusunda bir resim edinilebilir. Parlamentonun alt kamarası olarak gösterilen Milletvekili Meclisi’nde yer alan ve 18 milletvekiliyle Şii’leri temsil eden El Vifak, protestoculara saldırıları gerekçe göstererek milletvekilliklerini dondurduklarını ilan ettiler. Mart ayı sonuna doğru parlamento 11 milletvekilinin vekilliklerini iptal etti ve El Vifak parlamentodan çekildiğinden 18 milletvekilinin seçimi için 24 Eylül’de “özel seçim” yapılacak. El Vifak seçimi protesto edeceğini açıkladı. Bu arada “Bağımsız Araştırma Komisyonu” kuruldu ve bu komisyon en gecinde 30 Ekim’e kadar Kral’a olaylar, gelişmeler hakkında rapor sunması gerekiyor ve verilen haberler doğruysa sözkonusu rapor olduğu gibi yayınlanacakmış... Protesto eylemlerinin bastırılmasına paralel olarak “ulusal diyalog” için görüşmeler gündeme getirildi. Görüşmelere yaklaşık 300 değişik kesim davet edildi ve sözkonusu görüşmeler 2 Temmuz’da başlatılıp ayın sonuna kadar sürdürülmesi planlanmıştı. Görüşmeler devam ederken El Vifak “ulusal diyalog” görüşmelerinden çekildiğini açıkladı ve buna paralel olarak yeniden binlerce insan protestolara başladı. Bu protestolarda, yazımızın başlığında aktardığımız sloganlar atıldı ve bunlar giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Kısaca ifade edilirse kitlelerin protestolarında yavaş da olsa, henüz az sayıdaki insanın talebi de olsa giderek rejime karşı bir tavır gelişmektedir. Ezilenlerin cephesinden bakıldığında bu gelişme iyidir ve desteklenmesi gereken bir gelişmedir. Bahreyn’deki gelişmeler ve Kral despotluğunun kitlelere yönelik baskıları ve protesto hareketinin kanla bastırılması olgusu, emperyalist güçlerin, somutta da ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun olduğu için desteklenmektedir. Bu örnek de emperyalistlerden ezilen halklara dost olunmayacağını açıkça göstermektedir. Bahreyn’deki gelişmelerin hangi yönde olacağını izleyip göreceğiz. 15 Ağustos 2011 ✓

40

Baas rejimine karşı mücadele meşrudur! - SURİYE -

1961’de Suriye’de yaşanan askeri darbe “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nin de sonunu hazırladı. Fakat Baas rejiminin esasta iktidara el koyması 1963 Mart ayında yapılan yeni bir askeri darbeyle gerçekleşti. 1963-2011 döneminde -yani 48 sene- Suriye, resmen ilan edilmiş olan Olağanüstü Hal (OHAL) ya da başka deyimle sıkıyönetimle yönetilmiştir.

S

uriye’de de “Arap baharı”nın rüzgarı esti, esiyor. Medyada sık sık sözkonusu ülkeler (Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Ürdün, Bahreyn vd.) ve bu ülkelerdeki gelişmeler bir ve aynıymış gibi gösterilse de, gerçekte her ülkedeki durum, gelişmeler, iktidarı elinde tutanların gücü ve protesto hareketinin yapısı, örgütlülüğü vb. vb. noktalarda farklıdır. Bu ülkelerdeki protesto hareketlerinin esas ortak noktası, kitlelerin ekmek, iş, demokrasi istemleridir, bu istemler için ölümü de göze alarak verilen mücadeledir. “Ekmek ve Özgürlük!” için mücadele haklı ve meşrudur. Tunus ve Mısır’da kitlelerin kendiliğinden hareketinin beklenmedik biçimde gelişmesi ve bu hareketin diğer ülkeler üzerindeki etkisi, hem sözkonusu ülkelerdeki egemenlerin kendi iktidarlarını korumak için kimi “reformları” ve vaatleri gündeme getirerek kitlelerin öfkesini dindirmeye çalışmasını, hem de emperyalist güçlerin gelişen bu hareketin sistemi tehdit edecek ve emperyalistlerin çıkarlarını zedeleyecek


SURİYE BAAS REJİMİNİN TARİHİ = FAŞİZM! 7 Mart 1920’de Faysal’ın (sonradan Irak’lı I. Faysal) Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü içeren Suriye Bağımsız Krallığı’nı ilan etmesinden kısa süre sonra Fransa ordusu Suriye’yi işgal edip Faysal’ı tahtından indirdi. 28 Nisan 1920’de dönemin emperyalist savaş müttefikleri “Büyük Suriye”nin mandatlığını, gerçekte sömürgeliğini Fransa’ya vermeyi kararlaştırdı. Bu karar 24 Temmuz 1922’de “Milletler Cemiyeti” tarafından onaylandı ve 29 Ekim 1923’te yürürlüğe girdi. Pratik olarak Fransa ordusunun Suriye’yi işgal ettiği tarihten 14 Nisan 1946’da Suriye’den çekilmelerine kadar Suriye, Fransız emperyalizminin sömürgesi konumundaydı.

17 Nisan 1946’da Suriye Arap Cumhuriyeti ilan edildi ve 17 Nisan günü o günden beri Suriye’nin ulusal bayramı olarak kutlanıyor. Panarabizm’in gelişmesine bağlı olarak 1 Şubat 1958’de Suriye ile Mısır “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleştiklerini ilan ettiler. Suriye’nin bu adımı atmasının perde arkasındaki olgulardan biri de Baas Partisi ile o dönemin Suriye Komünist Partisi arasındaki iktidar mücadelesinde KP’nin iktidarı ele geçirme olasılığı korkusuydu. 1961’de Suriye’de yaşanan askeri darbe “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nin de sonunu hazırladı. Fakat Baas rejiminin esasta iktidara el koyması 1963 Mart ayında yapılan yeni bir askeri darbeyle gerçekleşti. 1963-2011 döneminde -yani 48 sene- Suriye, resmen ilan edilmiş olan Olağanüstü Hal (OHAL) ya da başka deyimle sıkıyönetimle yönetilmiştir. Ortadoğu’daki ülkelerde OHAL ilan edilmemiş bile olsa “Batılı” anlamda burjuva demokrasisinin olmadığı gerçeği bilindiğinde, Suriye’de 48 yıllık OHAL’li Baas rejiminin gerçekte faşist bir rejim olduğunu söylemek için derin bir araştırma yapmaya gerek bile yoktur. 1973’de kararlaştırılan yeni Anayasa’da Başkan’ın yetkilerinin daha da çoğaltıldığı, devlet ve toplumda önderlik rolünün Anayasal olarak Baas Partisi’nin tekeline verildiği; başta dinle ilgisi olmayan “laik” bir Anayasa istemi yerine, Şeriatın yasamanın temellerinden biri olduğunun ve Başkanın müslüman olmak zorunda olduğunun belirlendiği de bilinçlere çıkarıldığında OHAL’in tam yetkili Başkan Hafız Esad tarafından “demokratik” bir temelde uygulanmadığı da açıktır. Zaten OHAL tanımının kendisi demokratik bir yönetimi dıştalayan bir durumun ifadesidir. Biçimsel olarak her yedi senede bir Başkan halk tarafından –tabii ki OHAL’li bir ortamda- seçilmiştir. 1963 darbesinden sonra 1971’de yapılan seçimde Hafız Esad tek başkan adayı olmuştur ve kullanılan oyların %99,2’si ile seçilmiştir. Hafız Esad ölene kadar yapılan tüm başkanlık seçimleri hep tek adaylı başkanlık seçimi olmuştur. Bakanları, memurları ve askeri personeli atamak, savaş ilan etmek, OHAL’i kaldırmak ya da ilan etmek, yasaları sonuçlandırmak, anayasayı değiştirmek, kısacası ülkenin kaderini belirleme hakkı sadece Başkan’a aittir. Örneğin “Halk Konseyi” adı verilen parlamento hiçbir yasa tasarısı sunamaz, buna hakkı yoktur. Sadece başkan tarafından ilan edilen yasaları eleştirme hakkına sahiptir. Bu durum aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihini iyi bilenlere, Suriye’de parlamenter maskeli faşizmin

panorama

bir harekete dönüşmesini engellemek için önlemlere, müdahalelere –anda Libya’ya yönelik savaş bunun en uç noktasıdır- başvurmalarını beraberinde getirdi. İsyan ve protesto hareketlerine de değişik biçimlerde müdahalede bulunuyorlar. Libya’da muhalefeti doğrudan savaşla destekleme durumu gibi, Bahreyn’de protesto hareketinin bastırılmasını destekleme vb. durumlar yaşandı yaşanıyor. Bu durum emperyalist güçlerin de değişik ülkelerde farklı çıkarlara sahip olduğunu, önlem ve müdahaleleri de, ya da “sessiz” kalmaları da bu çıkarlara göre biçimlendiğini göstermektedir. Bu durumdan dolayı da her ülkedeki mücadeleye, gelişmelere somut bakılması ve bir diğeriyle aynı kefeye konmadan ortaya konması doğru olanıdır. Bu bağlamda Suriye’de de var olan protesto hareketinin emperyalist ve gerici güçler tarafından ne kadar desteklendiği, silahlandırıldığı ya da teşvik edildiği pek net değil. Suriye’deki gelişmeler ve yaşananlar hakkında çok farklı, birbirine zıt haberler yayınlanıyor. Savaş döneminin propagandasına benzer biçimde yaygınlaştırılan haberler, Suriye’deki gelişmelerle ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapmayı zorlaştırmaktadır. Türk devletinin Suriye’deki gelişmelere karşı tavrı ve tehditleri, Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki gelişmeleri “iç meselemiz” olarak değerlendirmesi ve hatta askeri operasyonlardan, “tampon bölge oluşturmak”tan bahsedilmesi vb. durumlar; bunlar yapılırken özellikle ABD temsilcileriyle karşılıklı görüşmeler, telefon trafiği ve Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Esad ile görüşmesi vb. vb. olgular Suriye’ye karşı tavırların çok yönlü hesaplar üzerine kurulu olduğunu gösteriyor.

41


panorama 42

Türkiye’dekinden çok daha kaba biçimde uygulandığını göstermektedir. Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000 tarihinde ölmesinden bir ay sonra yapılan seçimle, oğlu Beşar Esad %97,29’luk oyla başkanlığa “seçildi”! Yine, tek başkan adayı vardı! Hafız’ın büyük oğlu bir araba kazasından ölmüş olduğundan yerine Beşar gelmiştir, hem de başkan olabilmesi için önkoşul olan yaş sınırına uydurmak için Anayasa maddesi değiştirilerek... Oğul Esad babasına göre liberal olarak görülen, değerlendirilen biri. Başkanlık koltuğuna oturduğunda kimi reformlar yapacağı yönlü vaatler vermiştir. Bunun ilk adımlarından biri olarak yaklaşık 600 siyasi tutukluyu serbest bırakmıştır, fakat kısa süre

adımlarıyla hem yeni bir burjuva tabakanın geliştiği hem de kitlelerin ekonomik durumunun daha da kötüleştiği; 1963’ten beri uygulamada olan OHAL’li, siyasi özgürlüklerin olmadığı bir ortamdır.

sonra yeni tutuklamalar, baskılar gündeme gelmiş, oğul Esad’ın yönetimi dönemindeki değişiklikler de sorunu özde değiştirmemiş, Suriye’de tam yetkili başkanlı OHAL yönetimi, gerçekte faşizm varlığını sürdürmüştür. Burada Suriye’deki Kürtlere ve mezhep olarak da özellikle Sünnilere (Esad yönetimi aynı zamanda Alevi mezhebin egemenliği anlamına geliyor), ama genelde halka karşı somut faşist baskılara, uygulamalara değinmiyoruz bile. 2011 yılı Ocak ayı sonundan itibaren yavaş yavaş giderek güçlenen protestolar ve Suriye devlet güçlerinin protestoculara karşı saldırılarının gündeme geldiği ortam, Beşar Esad’ın 2000 yılı Temmuz ayından beri halka vaat ettiği reformların gerçekleştirilmediği, ekonomi alanında uygulanan kimi liberalleştirme

fark etmediyseniz, reform yapmakta çok geç kalmışsınız demektir.” (Hürriyet, 1 Şubat 2011) tespitini yaparak kendisinin daha önceden reform yapma ihtiyacının bilincinde olduğunu ima ederek “sivil toplum örgütlerine güç kazandırmak için adımlar atılacağını ve yeni basın kanunu çıkarılacağını” ve “kamu çalışanlarına kalorifer yakıtı için verilen ödeneklerin” artırıldığını belirtmiştir. Bu açıklamalar da esasında halkın tepkilerini engellemek ya da dindirmek için bölgedeki egemenlerin almaya başladığı önlemler içinde kitlelere verilen “rüşvet”in bir yansımasıydı. 4/5 Şubat tarihlerinde muhalefetin örgütlediği protestolara katılım ciddiye alınacak düzeyde değildi. Bu durum aslında Mart ayı ortalarına kadar sürdü. Protestolar yaşandı ama protestolara katılım genelde

KISACA PROTESTOLAR, GELİŞMELER... Ocak ayı sonunda, Suriye’de henüz ciddiye alınabilecek herhangi bir protesto ya da çatışmanın olmadığı bir ortamda, Başkan Esad Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri de gözönüne alarak reformların gerekliliğinden bahsederek “reformların zamanı geldi” tespitini yaptı. Esad Wall Street Journal’a verdiği röportajda Hürriyet gazetesinin aktarımına göre “Mısır ve Tunus’ta yaşananların öncesinde reform ihtiyacını


tutuklunun serbest bırakıldığı sınırlı affın ilanı, ayrıca 20 Haziran öncesi dönemde “işlenen suçların” affı, Kürtlere kimlik ve vatandaşlık hakkı, 21 Mart’ın tatil günü ilan edilmesi vb. vb. değişiklikler –en azından biçimsel olarak gerçekleştirildi. Bu dönemde hükümet değişikliği de yapıldı. Bu değişikliklere paralel bir de Mayıs ayı başlarında “Ulusal Diyalog” gündeme getirildi, kimi muhalif kesimler ilk kez Şam’da takibata uğramadan toplantılar yaptı. Esad rejimi bu değişikliklerle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Emperyalistlerin ve aynı zamanda TC’nin herhangi bir doğrudan müdahalesi gündeme gelmezse ve muhalefet Libya’daki gibi doğrudan ve açıkça savaşa sürülmezse, Esad rejimi yapılan ve yapılacak kimi reformlarla ayakta kalacağa benziyor. Emperyalistlerin sözcülerinin şimdiye kadarki açıklamalarında Suriye’ye Libya benzeri bir müdahalenin sözkonusu olmadığı dile getirilmektedir. Fakat bu sözcülerin açıklamalarına güven olmaz! Bugüne kadarki tavırlarda Suriye’ye yönelik yaptırımlar esasında Esad rejimini ciddi biçimde zora sokacak yaptırımlar değil. Fakat BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye müdahale etmenin yolunu açabilecek ve yaptırımları sıkılaştıracak yönde bir kararın çıkarılmasına yönelik çabaların varlığı ve şimdiye kadar bu çabaların başta Rusya ve Çin ama Hindistan ve Brezilya’nın da içlerinde olduğu kimi ülkeler tarafındn engellendiği de bir olgudur. Bir diğer olgu ise emperyalist güçlerin sözcülerinin esas taleplerinin, Esad rejiminin yıkılmasından çok –bu yönlü kimi ifadeler medyaya yansısa da- Esad’ın zaman geçirmeden reformları gerçekleştirmesi, ordunun garnizonlara geri çekilmesi, katletme ve protestoculara yönelik baskıların durdurulması vb. yönünde olmasıdır. Bu gelişmelerde Türkiye’nin tavrı ve çabaları hakkında ayrıca yazılması gerekiyor. Fakat göze çarpan olaylardan biri Suriye sınırına kurulan çadırların, Suriyeden göçmenlerin sınırı aşmasından önce kurulmuş olması olgusudur. Bunun gibi Suriyeli yetkililerin Türk hükümetiyle mutabakata vardıklarını, esasında Suriyeli Kürtlerin TC sınırlarına girmesinin engellenmesi istendiği vb. yönlü açıklamalar da, çok yönlü hesaplar içinde Kürtler ve Kürt meselesinin de yer aldığını göstermektedir. Yazımızın yazıldığı dönemde gazete haberleri, Suriye ordusunun Lazkiye’yi vurduğu haberlerini veriyordu. Suriye’deki gelişmelerin de hangi yönde olacağını izleyip göreceğiz. 17 Ağustos 2011 ✓

panorama

düşüktü. Buna rağmen medyaya yansıyan haberlere göre devletin kolluk güçleri protesto eylemlerine şiddetle müdahale ederek eylemleri dağıttı. 17 Mart’ta Dera kentinde yapılan protesto eyleminde kolluk güçlerinin protestoculara saldırmasıyla katletme, ölümler gündeme gelmeye başladı. Dera’daki protesto eylemlerini tetikleyen etkenin, duvarlara rejim karşıtı sloganlar yazan 15 kadar gencin tutuklanması durumu olmuştur. Bu olaylardan sonraki süreçte Suriye’de hem protestolar, çatışmalar hem de Suriye üzerine diplomatik görüşmeler, uyarılar, pazarlıklar yoğunlaştı. Protestocuların temel talepleri arasında, en başta OHAL’in kaldırılması talebi vardı. Buna bağlı olarak örgütlenme, düşünce özgürlüğü, yürüyüş ve gösteri özgürlüğü, rüşvete, yiyiciliğe son verilmesi, basın ve partilere özgürlük getirecek yeni yasalar, yeni seçim yasası (bu aynı zamanda Baas Partisi’nin egemenliğini Anayasal olarak garanti eden sözkonusu maddenin Anayasa’da silinmesi talebini içeriyor), siyasi tutukluların serbest bırakılması, Kürtlere kimlik hakkı vb. vb. talepler dile getiriliyordu. Demokratik haklar için sözkonusu bu talepler haklı ve meşru taleplerdir. Kitlelerin dile getirdiği bu talepler haklı ve meşrudur ama muhalefetin çok parçalı olması ve gerçekte tek merkezli olmaması rejime karşı mücadeleyi hem güçsüz kılmakta ve hem de muhalefetin Baas rejimi yerine gerçekte demokratik bir rejim getirebilecek bir muhalefet olup olmadığını soru işareti haline getirmektedir. Türkiye’de yapılan muhalefet toplantılarında “gölge hükümet” kurma yönlü çabalar da –ki bu toplantılarda Suriye’de yasaklı olan Müslüman Kardeşler’in önemli rol oynadığı belirtilmektedirmuhalefetin gidişatının nereye doğru gideceğini açıkça ortaya koyma durumunda değil. Bu bağlamda Türk Hükümeti’nin esas çabalarından biri de Suriye rejiminin “Müslüman Kardeşler” hakkındaki yasağı kaldırmasına yöneliktir. Suriye rejimi, özel olarak da Başkan Esad’ın bu süreçte takındığı tavır esasta iki raylı bir tavırdır. Bir yandan “kanunsuzlara” “provokatörlere” karşı mücadele adına katletme, baskı ve zulüme devam ederken, diğer yandan (ya da aynı zamanda) reformların yapılacağını ilan edip zamana yayarak kimi reformları gündeme getirmekte ve Esad’ın özel genelgesiyle yürürlüğe koymaktadır. Bu reform adımlarında OHAL’in resmen kaldırılması, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin lağvedilmesi, partiler-seçim yasalarının çıkarılması, “genel af” adı verilen birçok siyasi

43


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Atom Enerjisi Sorununda Son Dönemdeki Gelişmeler Üzerine

Bu devirde modern görünümlü ilkellerin ileri sürdüğü gibi: Atomun alternatifi Tezek* değildir! Çernobil Uyardı, Fukuşima Haykırıyor ! Atom Öldürür!

17

44

Ağustos 1999 Depremini unutanlara ve unutturanlara sesleniyoruz. Devrimciler ve Komünistler olarak, geçmişte acı çekenlerle birlikte Marmara Depremini unutmadık. Bugün Marmara Depremi 12. yılında bizler için çok daha önemli bir anlam taşımaktadır. Japonya Mart 2011 depremi ile 1999 Marmara Depreminin çok yakın ilişkisi vardır. “Bizimkinde” ülkemizin en gelişmiş bölgesi yıkılmış, devlet acizliğiyle bu yıkıntının altında kalmıştı. Japonya’da ise; “en” ileri teknoloji doğanın karşısında insanın çaresizliğinin resmini sunmuştu. Japonya depreminden bugüne kadar geçen 5 ay gibi bir zamana rağmen depremde felaketin odak noktası olan Fukuşima Atom Reaktörleri radyasyon kusmaya devam ediyor. Marmara’daki gibi Japonya’daki doğal olay doğal affete dönüşmüştür! 1999 Marmara’da deprem 7,4 şiddetiyle kaybedilen binlerin acısının tazeliğini dün gibi yaşayanların varlığı hiç te az değil. Manevi yıkımın yanında maddi olarak evini-barkını kaybedenler ekonomik yıkıma uğrayanlar aradan 12 yıl geçmesine rağmen bugün hâlâ yıkımdan önceki seviyeye ulaşabilmiş değildir. O dönemin bina yapımında malzeme çalarak yıkımın şiddetini artıran katillerden doğru dürüst hesap bile sorulmamıştır. Yapı malzemelerinden çalan Veli Göçer gibi 190 kişinin katili 7,5 yıl yattıktan sonra bu yıl serbest bırakılmıştır. Açılan 2100 davanın 1800 af nedeniyle cezasız sonuçlanmış, 110 sanığa verilen cezalar ertelenmiştir. Kalan davalarda 16 Şubat 2007 de 7,5 yıllık zaman aşımı süresi dolduğu için bütünüyle düşmüştür. Bunların adaleti de katillerden yana! Marmara Depremiyle Japonya depremi arasında

çok önemli bir fark vardır. 1999 da Marmara‘da bölgede/ülkede herhangi bir atom santralinin olmaması tek tesellimizdi. Günümüz hükümeti bu tesellimizi de elimizden almak istiyor. 1. dereceden deprem kuşağı olan Türkiye’de Fukuşima‘nın her zaman mümkün olacağına gözlerini kapamış durumdadır. Atom belasının ne lanet bir bela olduğunun farkında olmayan halklarımızın cehaletini kazanç sanarak geleceği ipotek altına alma çabalarında her türlü yalan ve dolana başvurmada herhangi bir sakınca görmüyorlar. Bu hükmetin eseri olan TOKI Kütahya Simav’da deprem konutlarını bile fay hattı üzerinde kuracak kadar becerikliler!Günümüz hükümetinin temel anlayışını temsil ettiği için bir bakanın gazetecilerle yaptığı röportajda söyledikleri soruna nasıl yaklaştıklarını ortaya koymaktadır. Hükümetin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan; “Fiziki ve fiili imkansızlıkladanr dolayı enerjiyi dışarıdan ithal etmek durumunda kaldık. Enerjiyi bir tarafa koyduğum zaman Türkiye’nin geçen yılki ithalatı 140-145 milyar dolar, ihracatımız 114 milyar dolardır. Aradaki fark 30- 31 milyar dolar. Bizim problemimiz enerjidir. Bizim enerjimizi azaltan, enerjidir. Çünkü dışa bağımlıyız.“ (Milliyet Gazetesi Internet Sayfası 10.07.2011) Gazetecilere bunları söylerken kendini utanma duygusundan da men etmiş durumdadır. Önce 2010‘da kâbus gibi artan cari açık Bakanın söylediği gibi 30-31 milyar dolar değildir. 2010 yılında önceki yıla göre %247 artışla açık 48,56 Milyar dolara ulaşmıştır. Bakanın gözardı ettiği rakam 18 milyar dolar ile neler yapılmaz ki! Bakana göre „enerjilerini azaltan“ dışa bağımlıkmış! Kurmayı düşündükleri atom


yaşam temellerini koruma mücadelesi

santralleri yerli malı mı olacak? Onlarda hemen hemen bütünüyle teknik kullanılacak bir çok malzeme açısından dışa bağımlı olacaktır. Ya Rusya, ya Japonya ya da diğer emperyalist büyük güçten birinin böyle bir işletmeyi kuracağı gerçeği neden göz ardı edilir ki? Bu bakan soruyor: „2023 Türkiye’sinde kişi başına 25 bin dolar ne demek biliyor musunuz? İnsanların refah seviyesinin bugüne göre, 2.5 kat arttığı bir zamandan bahsediyorum. Geçmişe göre ise 4 kat artış demektir. 2001 Türkiye’sinde klimalar var mıydı? Her evin kapısının önünde 2-3 araba var mıydı? Her evin de her köşesinde televizyon olduğunu hatırlıyor musunuz?“ Bakan çok sevdikleri deyimle „hayaldi gerçek oldu“ yerine hayal ile gerçeği yer değiştirmiş durumdadır. Dün 1999‘da kişi başına gelir rakamlara göre 2900 dolar idi. Bugün rakamların 10.079 Doları gösteriyor olması emekçi halklarımız için 1999 göre refahın dörde katlandığı anlamına mı geliyor? Görmek isteyenlere için gerçekler bakanın bizlere yutturmaya çalıştığı hayalindeki gerçekler değildir. Gerçeği hayalin yerine koymayanlar bilir ki; ne her evin önünde 2-3

araba ne de her evin de her köşesinde bir televizyon vardır. Dünyada en pahalı benzini tüketme şampiyonuyuz. 2000 yılında bugünki parayla 1 litre benzin 0,59 TL iken bugün hayal gerçek oldu ve 1 litre benzin 4,2 TL’ye aştı.. Bir de kişi başına yıllık tükettiğimiz enerji miktarının 2.685 kŞh olduğu gerçeğini Avusturya’da kişi başı yıllık tüketimin 7.875 kŞh Norveç’te ise 27.636 kŞh gerçekleriyle karşılaştırdığımızda atılan palavraların satılan hayaller olduğunu görmemek için kör olmak gerekmez, hükümet yanlısı ol yeter! Ekonomi Bakanı cevap veriyor; „Bunların hepsi enerji tüketimidir. . Ben nükleer enerjiye karşıyım. Peki kardeşim başımın üstünde yerin var. Koy bakalım yerine, ne koyacaksın? Tezekten(*) mi enerji üreteceğiz? Varsa böyle bir teknoloji getir. Ama yok. Benim rüzgârdan, sudan, güneşten, jeotermalden yapabileceklerim kısıtlı. Allah bu kadar vermiş.“ Mübarek Bakan kendini o kadar kaptırmış ki, sanki nükleer enerjiyi „her evin önündeki 2-3“ arabanın hareketi için kullanacak. Kendi de çok iyi biliyor ki henüz elektrikle hareket eden arabalar revaçta de-

45


yaşam temellerini koruma mücadelesi

ğildir. İnsanın gözleri atom lobicilerinin çıkarlarını savunmakla kararmaya görsün; olmadık bağlantılar kurarlar. Başbakan atom riskini Aygazla kıyaslamıştı, bu defa bakanı ise atomu tezek ile kıyaslıyor. Bakan olmasına bakan da, ama dünyadaki gelişen bilimsel refahtan nasibini almamışsa, birbirinin alternatifi olmayanları birbirinin alternatifiymiş gibi böyle masaya koyar! Bakan bilse de olur bilmese de, atoma karşı olanlar atomun alternatifinin tezek olmadığını ve neler olduğunu alternatif enerji üretim metotlarını yıllardır sesleri çıktığı oranda bağırmaktadırlar. Deyim yerindeyse „sağır sultan duydu“ bizim „sultan“ların duyacağı yok! Duymasa da olur! Önemli olan halklarımızın duymasıdır! Her tülü fosil enerjinin de, atom enerjinin de yegane alternatifi varolan yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Bakanın „yapabileceklerim kısıtlı“ dediği ve sorunu „allaha“ havale etmesinin tersine, Türkiye birçok ülkeye göre, rüzgâr, güneş, jeotermalden elde edilecek enerji kaynakları konusunda çok şanslı konumdadır. Beceremiyenler yerlerini gönüllü olarak becerebileceklere bıraksa daha hayra geçer! Bakan ve bakan gibi düşünenler Türkiye gerçeklerini de ters-düz ediyor ve varolanın kıymetini de bilmiyor. Çünki Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları bakımından bunların ufkunun kavramayacağı kadar potansiyel zenginliğe sahiptir. En ucuzu ve kolayından zoruna doğru ortaya çıkan resme baktığımızda karşımıza çıkan manzara bir yalanı daha ispatlamaktadır.

Türkiye’de yenilenebilir enerji kaynakları:

46

Jeotermal enerji kaynakları: Öncelikle bilinen bir gerçek Türkiye 5 grupta toplanan Deprem Kuşağının içinde yeralan bir kara parçasıdır. Bu doğal durum bir yandan deprem felaketlerine sebep olurken, diğer yandan ise; bu topraklar üzerinde yaşayanlar için bir enerji kaynağı olan jeotermal imkânlar sunmaktadır. Kaplıcalarda kullanılan sıcak su yer derinliklerindeki jeotermal enerjinin dışa vurumudur. Anadolu halkları bu enerjiyi binlerce yıldır kullanmaktadır. Yapılması gereken bu işe yatırım yapmaktır.Yüzyılın başlarından beri bu teknik olarak imkân dahilindedir. Yapılması gereken yer kabuğundaki bu ısıyı-doğal kaynağı jenaratör ve türbinler aracılığıyla potansiyel enerjiye dönüştürüp elektrik enerjisi elde etmektir. Bu potansiyelin rakamsal verileri Bakan ve O‘nun gibi düşünenlerin bir yalanını daha açığa vuruyor.

Verilerle gerçeği suratlarına bir kez daha vuralım: „Ülkemiz 31500 Mşt’lik jeotermal potansiyel ile Dünyada ilk 10 Ülke arasındadır. Türkiye jeotermal potansiyelde dünyada 5., Avrupa’da 1. dir. Zengin jeotermal potansiyelimizin tamamının harekete geçirilmesi halinde, entegre, çok yönlü kullanımlarla birlikte; • 1000 Mşe (yılda 8 milyar Kşh elektrik (3.000.000 konutun ihtiyacına denktir) (Net 800 milyon $ gelir) • 500.000 konut eşdeğeri ısıtma (Yılda 1 milyar m3 doğalgaz ithali önlenmiş olacaktır. Yılda 400 milyon $ döviz tasarruf), • 30.000 dönüm sera ısıtması; 30.000 kişiye istihdam, 600 milyon ABD Doları net gelir sağlanacaktır. • 400 adet termal tesis; 1.000.000 yatak kapasitesi, 250.000 kişiye istihdam, 5 Milyar ABD Doları net gelir . YILDA TOPLAM 6.8 MİLYAR $ NET GELİR SAĞLANACAKTIR. (Bilgiler Türkiye Elektrik Işleri Etüt Idaresi Genel Müdürlüğü Internet Sitesi/ 2009 )

Rüzgâr Gülleriyle elde edilecek enerji: Rüzgâr enerjisi temiz, bol, yenilenebilir olmasının yanısıra hemen hemen tüm dünya genelinde faydalanma imkânı olan bir kaynaktır. Rüzgâr tarlasında inşa edilen ve rüzgâr türbini (Rüzgâr Gülü) adı verilen çok büyük pervaneli, yüksek kuleler aracılığıyla rüzgâr gücüyle kinetik enerji, elektrik enerjisine dönüştürülür. Rüzgâr türbinleri, uçan rüzgâr türbini, yüzen rüzgâr türbini gibi hem yerde hem de havada olabilir. Son teknik gelişmeye göre 1 MŞ‘lık rüzgar gülünün maliyet fiyatı 2011 rakamlarına göre 1milyon Euroya kadar indirilebilmiştir. Bunun anlamı 1200 MŞ‘lık bir Rüzgar Parkının maliyeti 1,7 Milyar Dolar. Deniz ve kara üzerine kurulabilen Rüzgâr Parkları ülkemiz açısından rüzgârın da bol olduğu bir coğrafyayı işaret eder. Marmara Denizi hariç 8210 km‘lik kıyı uzunluğuna sahip olunmasına rağmen bugüne kadar denizlerde herhangi bir rüzgâr parkı kurma girişimi olmamıştır. Karasal alandaki potansiyelin yıllık 400 milyar kŞh olduğu gerçeğinin diğer bir anlamı 20.000 MŞ‘lık kurulu güç demektir. Yani 7 yere 4 Reaktörlü Atom Santrali kurma demektir. Yani yıllık 35 milyar dolarlık değer demektir. Mart 2011 TÜREB verilerine göre bugünki toplam hareket geçirilen güç 1414,55


Güneş enerjisinden elektrik enerjisi sağlama: Güneş enerjisinden, doğrudan ısı, elektrik ve hidrojen enerjisi elde etmek mümkündür. Zaten ökoloji bilimi açısından temel enerji güneş enerjisidir. Tüm enerji kaynakları güneş enerjisinden türediği için, insanlık er ya da geç yoğun bir şekilde bu enerjiyi esas enerji kaynağı olarak kullanmak zorunda kalacaktır. Yıllık toplam güneş enerjisi potansiyelinin coğrafi bölgelerimize göre dağılımı tablo da görülmektedir. Tablo-2 Türkiye’nin Yıllık Toplam Güneş Enerjisi Potansiyelinin Bölgelere göre Dağılımı, Ref. EİE Genel Müdürlüğü Bölge / Toplam Güneş Enerjisi(kŞh/m2-yıl) / Güneşlenme Süresi (saat/yıl) G.Doğu Anadolu. . . . . . . . . . . . . 1460. . . . . . . 2993 Akdeniz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1390. . . . . . . 2956 Doğu Anadolu. . . . . . . . . . . . . . . 1365. . . . . . . 2664 İç Anadolu. . . . . . . . . . . . . . . . . . 1314. . . . . . . 2628 Ege. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1304. . . . . . . 2738 Marmara . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1168. . . . . . . 2409 Karadeniz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1120. . . . . . . 1971 Bunun anlamı nedir diye sorulduğunda verilecek en basit cevap: Mersin Akkuyu’da kurulması planlanan Nükleer Santralden elde edilecek 4800 MŞ‘lık yani 12 milyar kŞh elektrik enerjisinin elde edilmesi için gerekli alan 9230 km²‘dir. Yani Türkiye’nin %1,2‘lik alanına kurulacak olan Photovoltaik Güneş Enerjisi Sistemi Akkuyu riskini tamamen gereksiz kılar. Bu teknik sistem geliştikçe elde edilecek enerji miktarı da yükselecektir. Sözün kısası güneşten yeterli yararlanma hesapları doğru yapılsa ve yatırımlar buna yöneltilse, değil Türkiye’nin yıllık toplam enerji tüketimi; enerji ihracı bile mümkün olur, bu alandaki dışa bağımlılık tamamen ortadan kalkar.. Demek ki Bakanın söylediğinin tersine „Allah“

bize vermiş te bizimkilerin bunun kadrini bilmiyor. Bilmemekle yetinmiyor bir de kalmış „tezekten mi üreteceğiz“ diye ahkâm kesiyor. Insanın „gözünüze dizinize dursun“ diyesi geliyor. MÖ 412 de yaşamış Anadolu‘lu Diyoje‘nin dediği gibi „gölge etmesinler başka ihsan istemez.“ Diyojen’e bir adamın ne kadar akıllı olduğunun nasıl anlaşıldığını sordular. Yanıtı kısa oldu; “konuşmasından” dedi. Bunların ne kadar „akıllı“ olduklarını konuşmaları ele vermektedir. Bunlardan biri de Enerji Bakanı Taner Yıldız’dır. „Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Mersin Akkuyu’ya kurulması p l a n l a n a n nükleer güç santralinin işletim sürecinde istihdam edilmek üzere, seçilecek 300 öğrenciye Rusya’daki Ulusal Araştırma Nükleer Üniversitesinde (MEPhI) burslu Nükleer Mühendislik eğitimi verileceğini“ (Milliyet 17.06.2011) belirtmiş. Biz deriz ki, nükleer alanlara yapılacak yatırım yerine buna benzer yatırımlar yenilenebilir enerji kaynaklarında gelişmeler sağlamak için yapılsa daha makbule geçmez mi? Yukarda anlattıklarımız doğrultusunda soruna yaklaşılırsa bunlar maddi ve manevi olarak yanlış alanlara yatırım yapmaktadır, tespitini yapmak zorunlu hâle gelmektedir. Bakanın maliyet hesabında da hayal gerçek yerine konmaktadır. Bakanın söyledikleri: „Enerji tüketildikçe üretilmek zorunda olan bir metadır. Alıp enerjiyi depolayayım, sonra kullanalım diyemezsiniz. Böyle bir ortamdan iki nükleer santral 85 milyar kiloşatt saat enerji ü r e t e c e k . Bunu doğal gazdan üretelim diyemezsiniz. Faturası ise 4 milyar dolar. Nükleerle yapılsa 320 milyon dolar. Elimizi vicdanımıza koyacağız. Karşı çıkarken neye karşı çıktığımızı bileceğiz.” (adı geçen repörtajdan 10.07.2011 Milliyet) Bakan ya hesap bilmiyor, ya fena halde kandırılmış, ya da bilinçli bir şekilde rakamlarla oynuyor. Öncelikle 85 milyar Kiloşatt saat elektrik elde etmek için gerekli olan nüklear santral sayısı iki değil en az 4 üniteli 7 Nükleer Santral gereklidir. Akkuyu‘ya yapılması planan nükleer santralın yatırım maliyeti, Ruslarla yapılan anlaşmaya göre; herbiri 1200 MŞ olan 4 üniteli atom santralidir. Yani toplam 4800 MŞ lık bir nükleeer santral. Böyle bir atom santralinden üretilecek elektrik miktarı 12 milyar kiloşatt saattir. 4 üniteli nükleer santralin maliyet fiyatı ise her ünite için yaklaşık 5 milyar dolardan 20 milyar dolar eder ki, Ruslarla yapılan anlaşma da böyledir. ( Bilgi: Güngör Uras/Milliyet Gazetesi 21.03.2011) Yalnız bu

yaşam temellerini koruma mücadelesi

MŞ‘tır. Yani mevcut potansiyel değerin ancak 20‘de birbuçuğudur. Bu alandaki teknik öyle bir seviyeye gelmiştir ki, 9 bin TL‘den başlayan fiyatlarla, müstakil ev, çiftlik, site, apartman bahçelerine kurulacak Rüzgar Gülleri 4 yılda kendini amorti edecek elektrik üretilebilir düzeydedir. Bu Rüzgâr Güllerinden fazla üretilen elektrik şebeke bağlantılı olanlar da fazla üretim devlete satılabiliyor, akülü olanlar da ise sonradan kullanılmak üzere depolanabiliyor.

47


yaşam temellerini koruma mücadelesi

tür bir yatırımda maliyet hesabı içinde olmayan üç önemli kalem var, biri uranyum ham madde maliyeti, bir diğeri atıkların nasıl nerede hangi maliyetle koruma altına alınacağı ve üçüncüsü risk sigortası maliyet faktörleridir. 23 yıl ömrü olan bir nükleer santralin yenilenmesi için yapılacak masraf ilk başta yapılan masrafa eşittir. Bakanın yaratmaya çalıştığı rakamsal karışıklık kendini işletme giderleri hesabında ele vermektedir. Çünki işletme giderleri ile soruna yaklaşılıdığında yatırım maliyetinin birim fiyatı takriben 500 milyon dolar olarak en düşük olmasına rağmen işletme giderleri açısından en pahalı olan 4,75 milyar gaz türbininden elde edilen elektriktir. Acaba Bakan bey kurulmamış bir nükleer santralin işletme giderini

Bompalı depolama santrali, birçok güç santrallerinin aksine birkaç dakika içinde, kendisinin ta m kapasitesine ulaşabilir. Buna ek olarak, bir pompalı depolama enerji santrali elektriğinin t a ma m iyle kesilmesi halinde bile en yüksek randımanla çalışabilir! “ (Vikipedi Almancadan tercümedir) Bu sistem Almanya, Avusturya’da uygulanıyor ve Ukrayna‘da 1 milyar Euro’ya mal olacak 1000 MŞ’lık bir tesis yapımı planlanmış durumdadır. “Bizimkiler” ise dereyi görmeden paçayı sıvamış! Bir de cüretkâr bir şekilde „Elimizi vicdanımıza koyacağız. Karşı çıkarken neye karşı çıktığımızı bileceğiz.” demez mi! Biz neye karşı çıktığımızı çok iyi bildiğimiz gibi, sizlerin vicdanının para ve egemenlik olduğunu da çok iyi biliyoruz.

Çevrenin korunması, doğal dengenin korunması için mücadele aynı zamanda atom enerjisine karşı, Atomun savaşçı ve “barışçı” kullanımına karşı mücadele emperyalist sisteme karşı mücadele olarak yürütülmek zorundadır. Bu mücadele demokrasi mücadelesinin, sosyalizm-komünizm mücadelesinin en önemli parçalarından biri olarak yürütülmek zorundadır.

48

mi anlatmış bizim uysal gazetecilere! Yani doğmamış çocuğa isim koymanın ötesinde çocuğa boy ve ağırlık ta biçmiş! Öte yandan Bakan bilimsel gelişmenin geldiği boyuttan da bi haberdir. Artık ökolojik riskleri olsa da enerjiyi depolamak bir anlamda mümkündür. Nasılı sorusunun cevabı: “Pompalı depolama enerji santrali ( pompalı depolama tesisi PSŞ olarak kısaltılır.) enerji depolama tesisinin özel bir türüdür ve elektrik enerjisi depolama işlemi suyun yüksek pompalanmasıyla gerçekleşir. Pompalanan suyun yüksekten yokuş aşağı akması sağlanarak türbinler ve jeneratörlerden yeniden elektrik elde edilir. Varolan elektrik enerjisi sudaki potansiyel enerjiyi dönüştürerek elektrik enerjisini tekrar şebekeye aktarır, şebekeyi besler. Sınırlı etkinlik nedeniyle emilen enerjinin yalnızca bir kısmı yeniden kazanılmış olur. Oysa pompalı enerji depolama santralleri gerekli ve vazgeçilmez enerji depolama tesisleridirler.

Atomdan enerjiye neden karşıyız: - Radyasyon ışınlarının bulunduğu ortamda insan vücuduna girmeleri çok kolaydır. Girdikleri zaman yarattıkları tahribat üreme hücrelerine kadar uzanır ve gelecek kuşaklar için de tehlike arz eder. En katı maddeden bile geçme özelliğine sahiptir, bunun için karşıyız, - Atomdan, santrallerinden sırf enerji elde edilmez, aynı zamanda atom silahı da elde edilir, bunun için karşıyız. - Atomdan enerji elde edilirken ortaya çıkan atıklar radyasyon belasının yayılmasına sebep olur, ki bu bela binlerce yıl kalıcılığı olan bir beladır, bunun için karşıyız, - Dünyanın neresinde olursan ol, radyoaktif ışınlanmadan etkilenmemek mümkün değildir, bunun için karşıyız, - Atomdan enerji üretimi elde edilirken ortaya çıkan radyoaktif atom çöpünün nasıl zararsız hale getirileceğinin bilinmediği, bu sorunun teknik olarak


Atom Lobicileri resmen yalan söylüyor! Bugünki hesaplarla 1200 MŞ’lık bir atom santralinin yatırım maliyeti yaklaşık olarak 5 milyar dolar (bu hesabın içinde; uran, atık ve risk sigortası yoktur) olmasına rağmen, aynı miktar parayla 3600 MŞ’lık Rüzgâr Gülü yapmak imkân dâhilindedir. Hatta bu miktar 7560 KŞ’ye kadar yükseltilebilecek teknik gelişmeye ulaşılmıştır. Aynı parayla 2400 MŞ’lık güneşten photovoltaik/güneş panelleri kurularak elde edilebilecek teknik gelişme sağlanmış durumdadır. (Rakamlar: Fachzeitschrift Sonne Şind & Şırme -Güneş- Rüzgâr ve Isı isimle Almanca Branş Dergisinden) Yalanlarına karşı doğruları-gerçekleri haykırdık ve haykırmaya devam ediyoruz. Atom Santralinden elde edilen enerji tüm hesaplar doğru yapıldığında en pahalı ve pahalı olmasının ötesinde insanlık açısından en riskli olanıdır. El âlem atomdan enerji elde etmeden „el çekiyor“, kapatmayı tartışıyor, kapatıyor! Emperyalist dünyanın bir bölümünde bizzat egemenler gelinen yerde „atomdan uzaklaşacağız“ diyorlar ve kararlar alıyorlar. Bu, halktan gelen tepkinin

dışa vurumudur. Tepkilerin önünün kesilmesi atom karşıtı hareketlerin radikalleşmesinin de önünün alınmasıdır. Almanya’da Fukuşima’nın tetiklediği atom karşıtı gösteriler, muhalefin de bastırması sonucu Merkel hükümeti tüm atom santrallerini 2022 de kapatma kararı aldırmaya zorlamıştır. Atom firmaları ise boş durmamış mahkemeye başvurmuştur. Mahkemeler özel mülkiyetin kutsallığından hareket ederek „Halkın adına“ halka nasıl kazık atılacağının kararını verecektir. Aynı zamanda Alman emperyalist enerji/ atom tekeli EON intikam hırsı ile eleman çıkarma tehdidini uygulama safhasına vardırmıştır. Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya Fukuşima sonrası tüm reaktörleri gözden geçirme kararları almıştır. Avrupa Birliği bünyesindeki tüm atom santralleri için „Stres Test“ yapma kararı almıştır. Fransa EPR (Europa Pression Reaktor) tipi yeni kuşak reaktörün (yüksek su basınçlı reaktör) devreye girmesini 2014 yerine 2016 ya uzatmıştır. Bunun da rizokus balonu yapılan araştırmalar sonucu patlamıştır. Avusturya 1978 halk oylamasıyla aldığı Atom santrali yapmama kararını genişleterek, 2015 ten itibaren %6 lık ihraç ettiği Atopm enerjisinden de vazgeçme kararı almıştır.. İtalya referanduma gitti ve oylama halkın %91‘i atomdan enerjiyi reddetti. Japonya‘daki belanın sorumlu firması Tepco 03.08.11 tarihinde basına yansıyan bir habere göre Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santralden vazgeçtiğini açıkladı. Çok hayırlı bir iş yapmış! Çünki „kelin“ merhemi olsa kendi başına sürer! Anda başları zaten yeterince belada! Aynı zamanda Temmuz 2011 ortalarında Japonya Başbakanı 20 yıl içinde atomdan tamamen vazgeçeceklerini de açıkladı.

yaşam temellerini koruma mücadelesi

çözülmemiş olduğu şartlarda, insanlık henüz kendini atom kirliliğinden koruyacak güçte olmadığı için karşıyız. - 1986 Çernobil kazasının pisliği hâlâ temizlenebilmiş değildir, bölgede bu durum önümüzdeki 600 yılda değişmeyecek, 2011 Fukuşima felaketinin temizliği onlarca yıl devam edeceği bilinen gerçek olduğu için karşıyız.. - Atomla oynamanın şakası olmadığını Çernobil uyarısında, Fukuşima haykırışında yaşadığımız için, atomdan enejiye ve silahlanmaya karşıyız. - Kapitalizm en kısa zamanda azami kâr hırsını kendine sanat edinmiş bir sistemdir. Bu sistemin insanlığın geleceğiyle ilgili herhangi bir kaygısı yoktur. Bedelini gelecek nesillerin de ödeyeceği bir üretimden azami kârlar elde ettiği için atoma karşı olmak, aynı zamanda bu sisteme de karşı olmak demek olduğu için atomdan enerjiye karşıyız. İşte biz neye, niçin karşı olduğumuzu gayet açık ve net olarak bir kez daha belirledik. Umarız gün gelir; bizim karşı olduğumuz gerçekleri, para ve egemenliğe tamah ederek anlamak istemeyenlerden, emekçi halklarımızın hakkını ve alın terini heder edenlerden, gelecek nesillerin yaşamını ipotek altına alanlardan mutlaka hesap sorulur!

Türkiye neden illa da atom diyor! Neden hep tersine gidiyor! „Bizimkilerin“ hep tersine gittiği bilinen bir gerçektir. Enerji açığının giderilmesi için Atom enerjisinin kaçınılmaz olduğu tezi atom lobicilerinin standart yalanıdır. „Bizimkilerin“ esas derdi enerji açığından çok atom gücü olmak, atom silahına sahip olmanın ilk adımını atmaktır. Kendileri çok iyi biliyor ki, mevcut nakil hatları yenilendiğinde %30 lara varan enerji kaybı telefi edilmiş olacaktır.

49


yaşam temellerini koruma mücadelesi 50

Ama nafile, kendilerini „Büyük Türk“ün (Osmanlının) devamı ve torunları sananlar, atoma sahip olmayı bölgesel güçten global güce sıçramanın bir zarureti olarak görüyorlar. Başbakan T. Erdoğan’a „Padişah“ yakıştırmaları boşuna değildir. O da rolüne kendini kaptırmış gidiyor. Bedeli kendileri ödeyecek değiller ya.

Atomdan enerjiye karşı mücadele görevi Anda atom enerjisinin terk edilmesi gerektiğini savunanlar ve eyleme başvuranlar hem dünyada, hem de Türkiye’de azınlıktadır. Fukuşima felaketi belirli hareketlilik getirmiş olsa da zamanla gerilemiştir, gelinen yerde kitlesel hareketlerde çok önemli rol oynadığı söylenemez. Burjuvazinin topyekün saldırısı kitleleri iyice pasifize etmiştir. Hareketin en yoğun olduğu Almanya da burjuvazinin belirli kesimleri atom enerjisinin alternatifi olan güneşten elde edilen enerjinin daha pahalı olduğu yalanını Frankfurter Allgemeine Gazetesinde yoğun bir şekilde işlemektedir. Almanya’da sistemin parçası olan Yeşiller belirli eyalet seçimlerinden sonra kazandıkları “zaferler”in sarhoşluğu içinde bir daha ki seçimlere kadar neredeyse sessizliğe bürünmüş durumdalar. Japonya’da yükselen hareket gerilemiştir. Ülkemizde; 1 Mayıs’ta Istanbul Taksim Meydanı’nda taşınan anti-atom pankartlarının sayısı son derece azdır. Yeni Dünya İçin Çağrı, Çarşı Grubu ve Yeşilcilerin dışında hemen hemen hiç yoktu. İşçi sınıfı bu sorundan aslında bi haberdir! Anti-Atom mücadele bilinci sendika ağalarının ve yanlış reformist sendika çalışanlarının çabalarıyla işçi-emekçi insanlarımız sorunun dışında tutulmaktadır. Önemli bir kitlesel yanı olan Kürt hareketi bu soruna tamamen yabancıdır. Bu sorun olanlar için anda pek önemsenmiyor. 2011 Parlamento seçimlerinde anti-atom mücadelesi korkunç derecede cılız bir sesin haykırışının ötesine geçmemiştir. Kendine devrimci diyenlerin seçim platformlarında slogan olarak bile yer almamıştır. Atoma karşı mücadeleyi her alandaki mücadelenin önüne çıkarmaya çalışanlar en ileri devrimci yapılarda bile yadırganır hâldedir. Akkuyu’da zaman zaman çevrecilerin yöre halkıyla birlikte yaptıkları eylemler bölgesel olmanın ötesine geçememiştir. Böylece, Türk burjuvazisi siyasi temsilcileri aracılığıyla elini kolunu sallayarak halklarımızın geleceğini

tahriba uğratacak kararlar almıştır. Utanmadan, arlanmadan halklarımızın bu kayıtsız sessiz durumundan yararlanıyor. Çevrenin korunması, doğal dengenin korunması için mücadele aynı zamanda atom enerjisine karşı, Atomun savaşçı ve “barışçı” kullanımına karşı mücadele emperyalist sisteme karşı mücadele olarak yürütülmek zorundadır. Bu mücadele demokrasi mücadelesinin, sosyalizm-komünizm mücadelesinin en önemli parçalarından biri olarak yürütülmek zorundadır. İşçi sınıfı, kapitalist toplumun en devrimci, sömürüsüz bir dünyayı yaratmaktan çıkarı olan tek sınıfı olarak, insanlığın geleceğinin mimarı olacak tek sınıf olarak, çevrenin korunması ve anti atom mücadelesine sahip çıkmak zorundadır. Enerji sorununu da topyekün çözmek, her türlü barbarlıktan kurtulmak için sonal tek çözüm mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir.

Halklarımıza sesleniyoruz: Atoma karşı mücadele tüm sorunların içinde en önemlisidir. Ekmek kadar, su kadar, nefes almak kadar önemlidir. Çünkü sadece çocuklarımızın, torunlarımızın değil, onların da çocuklarının, çocuklarının geleceği söz konusudur. Atoma karşı mücadele insanlığın geleceği için mücadeledir. Son çözümlemede bu mücadele insanlığın varlık–yokluk mücadelesidir. Ulusal alanda çözüm olamaz, global soruna global çözüm gerekli! Unutma bize düşen görev, nasıl ki 1999 Marmara Depremini unutmamak ise; bu görev aynı zamanda Çernobil’leri Fukuşima’ları da unutmamaktır. Burjuvazi unutmamızı istiyor, çünkü milyarlarca kârı var, paranın eğemenliği söz konusudur. Somut olarak sesleniyoruz: Bizden sonra tufan olmasın diyorsan sesini yükselt! Çernobil uyarı, Fukuşima bir haykırıştır! Bu uyarıya kulak ver! Bu haykırışı yay! PARANIN EGEMENLİĞİNE SON VERME MÜCADELESIİNE SEN DE KATIL! Hiroşima, Nagazaki, Çenobil, Fukuşima yeter! Çoçuklar şeker yiyebilsinler diye! Akkuyu, Sinop, Iğneada, dünya bizde kalsın! Ya Barbarlık, Ya SOSYALİZM!

H.Demirciyan 10 Ağustos 2011 ✓


✒ çeviri

„… ve yaşamınızın devamında size başarılar dileriz.“ AVUSTURYA

(Komak / ml’nin Yayın Organı “Proletarische Rundschau”, sayı: 38, Almanca’dan çevrilmiştir.)

A

vusturya Hükümeti eski dışişleri bakanı Ursula Plassnik’i AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) nın yeni genel sekreteri olarak görmeyi çok istiyordu; ama Türk vetosu bunu engelledi. Bu nedenle bu olay Avusturya-Türkiye ilişkilerinde yeni sıkıntılara sebep oluyor. Türkiye Avusturya’nın kızağa çekilmiş eski politikacılarına,yüksek kazançlı kapılanma makamları yaratma istek ve çabalarına niye destek versin? Türkiye, Avusturya iç politikasındaki birbirlerine bol kazançlı makamlar ayarlama koalisyon anlaşmasını imzalamadı. Bayan Plassnik, Avusturya’nın Paris Büyükelçisi olarak diplomaside çalışırken de açlıktan nefesi kokmayacaktır. Türkiye’nin vetosu üzerine Avusturya’da neredeyse kıyamet koptu ve Türkiye’ye karşı öç alma çığlıkları atılıyor. Aslında olay çok farklı ve basittir: Bayan Plassnik AGİT (1) genel sekreteri olmak üzere baş-

vurmuştur. AGİT- in diğer temsilcileri bunu olumlu değerlendirdiler. Türkiye-temsilcisi ise böyle karşılamadı. Normal bir çalışanın iş ararken karşılaştığı bütünüyle alışılmış bir işlemdir olan. Personel bölümünün çoğunluğu adayı uygun bulurken, içlerinden biri (somut durumda Türkiye) buna itiraz etmekte, adayı yeterli nitelikle bulmamaktadır. Bu somut durumda bu iş için kalifiye olmak, her zaman adayın profesyonel eğitimi ve şimdiye kadarki mesleki pratiği anlamına gelmemektedir. Hayır , burada herhalde birçok başka nedenler, işveren konumunda olanlara sadakat vs. önemsiz olmayan derecede rol oynamaktadır. Plassnik Türkiye’de hiç tanınmayan bir kişi değildir. Bilindiği üzere bu bayan bakan o zamanlar Türkiye’nin AB’ne üye olmasına karşı yoğun itirazlar getiren Avusturya’nın saldırgan kara-kahverengi (ÖVP:Hırıstiyan demokrat Halk Partisi ve FPÖ:faşist

51


✒ çeviri 52

Özgürlükçü Parti – ÇN) koalisyon hükümeti kabinesindeydi. Şimdi bu olayın üzerinden çok geçmeden fırsat çıktı. Türk sorumluların aday Plassnik’i , onun tüm konumu ve görünümünden dolayı bu makam için ehil bulmamaları için onların fil hafızasına sahip olmaları gerekmedi. Tam da bu bağlamda, Plassnik’in AGİT genel sekreteri olarak reddedilmesinde şimdi Avusturya Hükümeti Türkiye’nin öcünü alması olarak görmekte ve bu konuda bu vetonun “iyi” bir “gerekçelendirilmesi”ni talep etmektedir. Oysa Türk çıkarlarından başka daha iyice bir Türk gerekçesi gerçekten ne olabilir ki? – Avusturya’nın çıkarı mı? (2 ) Avusturyalı politikacılar, Türk C.başkanı Gül’ün Avusturya’ya yaptığı bir resmi ziyarette Türkiye ve Avusturya’nın bundan sonra uluslararası kurumsal alanda birbirlerini karşılıklı olarak bloke etmeyecekleri hakkında anlaşmaya vardıkları ile ilgili bilgi vermekte ve buna dayanmaktadırlar. Avusturya federal başkanının işlevi dikkate alınıp, tam da başkan Fischer’in tumturaklı diplomatik ifade tarzına ne kadar hâkim olduğu düşünüldüğünde bu, gülünç bir gerekçedir. Ayrıca bununla Türkiye’ye burada Türkiye için salt bloke etmenin söz konusu olduğu ve onun kendi çıkarlarını savunmadığı isnat edilmektedir. Bunun ise gerçekle ilgisi yoktur ve Avusturya politikacılarının kendi çıkarlarından başka hiçbir çıkarı savunmadıkları düşünülse bile, ikna etmemektedir. 3 Avusturya hükümet siyasetçilerinin, Avusturya halkını kendilerinin ulusal, emperyalist güç ihtirasları peşinde sürüklemek için şimdi çocukça seviyede hakarete uğramış pozlara girmesi yetmezmiş gibi, bir de küskün ve saf havalarda Türkiye’nin AB’ne üye başvurusunu veto etmekle tehdit etmektedirler. Ve bizzat kendisi bütünüyle korkak ve art niyetli olduğundan Avusturya kamuoyunu buna uygun Türkiye karşıtı bir referandum doğrultusunda şartlandırmaktadırlar. Avusturya ve Türkiye’nin ilerici güçleri ne Avusturya ne de Türkiyeli emekçilerin kendilerinin ulusal hükümet yetkililerinin bu siyasi güç çatışmasından etkilenmemesi ve uluslararası dayanışmaya sahip çıkma doğrultusunda çalışmalıdırlar. II. Bu diplomatik bozuşmadan kısa bir süre sonra Avusturya ekonomi bakanı Mitterlehner Türkiye’yi ziyaret etti. Türkiye, Macaristan, Bul-

garistan, Romanya ve Avusturya (inşa edilmekte olan Nabucco petrol boru hattının geçeceği ülkeler) temsilcileri Kayseri’de mali anlaşmazlık nedeniyle hafif kesintiye uğrayan gaz projesini teşvik etmek için bir karşılıklı destek anlaşması imzaladılar. Ekonomi Bakanı bu resmi ziyaretinde, her ne kadar bir kez daha Plassnik olayında Türkiye’nin tavrını “çok problemli” olarak gördüklerinin – artık ne demekse – altını çizse de, mükemmel ticaret ve görüşme atmosferi ama bundan hiç zarar görmedi. Elbette OMV(Avusturya enerji holdingi - ÇN) nin şefi Gerhard Roiss ordaydı ve AB-enerji komiseri Günther Oettinger’in de orda bulunması ve ekonominin AB-Avrupa projesinin, Avusturya Hükümetinin Türkiye ile giriştiği bu ikili aslında gülünç siyasi atışmadan çok daha önemli olduğunu göstermektedir. Bazı medya haberlerine ve sözüm ona uzmanlara bakıldığında siyasi kavganın gerçekte aslı astarı olmadığı ortaya çıkıyor. Bilakis burada kendi ulusal dışişleri bakanlıklarının lisanında gittikçe daha fazlaca görülen saf popülizm söz konusudur. Oysa bu düşüncenin özünde zaten kötü olduğundan değil, bilakis bunun diyalektik olarak yansımadığından bu görüşten sakınılmalıdır. En iyi ticari ilişkiler ve en saldırgan halk kışkırtmalarının paralelliği çelişki olarak görünüyor, ama bunun gerçek, işleyen bir bağlantısı vardır. Bunun ardında emperyalist çıkar gizlidir. Bu enternasyonal alanda “Divide et impera!” (“böl ve yönet!”) i ifade etmektedir. Toplam 3900 kilometrelik boru hattının yaklaşık 2000 kilometresi Türkiye sınırları içinden geçmektedir. Bu, aynı zamanında Bağdat Demiryolu’ 4 nun Türkiye’den geçmek zorunda olduğu güvence altına alındığı gibi güvence altına alınmıştır. Avusturya eleştirmenleri bir yandan Türkiye’nin bununla kendisini Avrupa için enerji odak noktası olarak gördüğü konusunda uyarmakta; diğer taraftan Avusturya ekonomi bakanı Mitterlehner şöyle vurgulamakta: “ Nabucco, Avrupa’nın kalbindeki enerji odak noktası olarak konumumuzu güçlendirmektedir. Boru hattının son noktası olarak Baumgarten 5 gaz dağıtım merkezinin değeri daha da artacaktır. Bununla yatırım yeri olarak Avusturya’nın çekiciliği ve rekabet yeteneğini de yükseltiyoruz. “ Bu Türk ve Avusturya bakış tarzı hem farklı hem de ortak Türk-Avusturya çıkarları olarak değerlendirilebilir ve bunu sorumlu siyasetçiler de bilmektedirler. Bu boru hattının inşasından Avrupa için Rus doğal gazından daha büyükçe bir bağımsızlık beklenmektedir. Bu boru hattının


Dipnotlar: (1) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), kendi ifadesine göre “çatışmalardan sonra barışın ve yeniden inşanın güvence altına alınması”nı çabalarının merkezine koyuyor. Bu örgütün görevi, bir yandan emperyalist ülkelerin birbirleriyle çelişen çıkarlarını ve yine birbirleriyle çelişen emperyalist ülkeler ve yeni sömürge ülkeler ( Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya – üç kıtayı kapsayan 56 üye devlet) çıkarlarını “istikrar, refah ve demokrasi” anlamında idare etmektir. Onun yapısı çelişkili ve çarpıktır. Şimdiye kadarki dört genel sekreterin hepsi Avrupa kökenlidir. Eleştirmenler, bu teşkilatın bizzat kendisinin önüne koyduğu görevlerin üstesinden gittikçe daha az gelebildiğini saptıyorlar. (2) Diğer taraftan Türkiye bu boş makam için ken-

çeviri

Haziran 2011 ✓

di adayını önermektedir. Bu kişi Avusturya’da çok az tanınmaktadır ve onun kalifikasyonunu ancak çok az sayıda insan doğru değerlendirebilirler. (O da kariyer düşkünü bir cadaloz Bayan Plassnik gibi iktidar mevki müptelası bir koç mu? Ama yüzeysel bakıldığında, ulusal ilişkilerin tarihsel dinamizmi açısından “Türk” aday Ercin’in bu kez de Yunanlılar ve Ermeniler (Kıbrıs Cumhuriyeti – ÇN) tarafından veto ile tehdit edilmesi, bütünüyle anlaşılır görülüyor. O halde, Türkiye’nin bu uluslarla diplomatik ilişkilerini daha da düzeltmesi zorunludur, görüşünde olunabilir. Peki Avusturya Hükümeti’nin güven oluşturucu önlemleri nerde kalıyor o zaman? Tersine. Türk tavrına göre Ersin Ercin’in veto edilmesine karşı en çok öne çıkan tam da Avusturya delegasyonu olmuş.

2014 de Hazar Denizi çevresindeki devletlerden Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya üzerinden Kuzey Avrupa ülkelerine bağlanacak yılda yaklaşık 30 milyar kübik metre gazın ulaştırılması planlanmaktadır. Ne var ki bu planın “ufak kusuru”, planlanan bu 30 milyar kübik metre gazın, ancak İran kaynakları da bu hatta bağlandığında bu boru hattından akacak olmasıdır. Aksi halde bu proje maliyetinin çok olmasına karşın çok az yarar getirme tehlikesiyle karşılaşabilir. Yani planın “ufak kusuru” kendisini elbette emperyalist sonuçları, hatta belirli koşullarda en korkunç sonuçların çıkacağı emperyalist hesap olarak ortaya çıkarmaktadır. Kapitalist rekabet, diplomatik alanda da –kendi çelişkili konumuna uygun olarak-çelişkili ifadesini bulmaktadır. Çünkü tam da Türk büyük sermayesi Avusturya büyük sermayesi kendie çıkarlarını gözettiğinden, farklı koşullarda ortak hareket edebilir veya ama çatışabilir de. Siyasetin görevi çerçeve koşullarını yaratmaktır. Oysa halklar tetikte olmalı ve bu alışverişi önlemelidir. Çünkü çatışma halinde Türkiyeliler ile Avusturyalılar birbirlerini yiyeceklerdir. Ve ortaklık halinde sermaye ve siyaset, Türkiyeli ve Avusturyalı yurttaşların silah arkadaşları ve savaşçılar olarak İran ordularına karşı omuz omuza birbirlerine karşılıklı yardım etme durumunda kalmalarını göz önüne alacaktır. Evet, milliyetçilik zaten her zaman ölümcül bir iş idi.

(3) Doğal olarak burada esas olarak ticari çıkarlar söz konusudur; daha sonra ikinci planda – hizmet et bana, hizmet edeyim sana – anlamında bundan siyasetçiler de avanta sağlarlar. Aslında sözüm ona çıkar ilk olarak oluşmaktaki kapitalizm ile birlikte ortaya çıkan bir felsefi kategoridir. Karl Marks da çıkarı esas olarak kapitalist olarak görmekte ve ona hiçbir sempati duymamaktadır. Ona göre bizzat proleter sınıf çıkarı bile aslında karşı çıkar olarak var olan ve her şeyden önce işçilerin ekonomik taleplerinde ifadesini bulan hâlâ kapitalist bir çıkardır. Siyasi bakımdan oysa kendisinin bizzat sınıf çıkarından daha güçlü bir şekilde bilinçle birlikte ilerleyip birlikte bulunduğu proleter devrimi hedeflemektedir. Bu nedenle de Marks, komünizme ancak çalışan insanların başka bir sınıf karşısında artık hiç bir özel çıkarlarının bulunmadığı bir toplumda ulaşılacağını söyler. (4) İstanbul (Konstantinopel) dan Anadolu’yu geçerek Türkiye’nin güneydoğu Akdeniz sahillerine varan ve bugünkü Irak’ta Bağdat’a ulaşan, oradan Dicle ve Fırat nehirlerinin İran Körfezi’nde Şattülarap’da buluştuğu Basra’ya ( o zamanlar buraların hepsi Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahildi) kadar uzanan 3.300 kilometreden fazla uzunluktaki demiryolu hattı Bağdat Demiryolu olarak adlandırılmaktadır. Planlanması ve inşasına 19. Yüzyılın 80’li yıllarının sonlarında başlandı ve “bugünkü Alman dünya politikasının öngörülü ulaşım girişimi” olarak o zamanlar aslında en muazzam emperyalist girişimlerden biri idi. Sultan II. Abdülhamid açısından Rus ve İran hududundan Hindistan Okyanusu’na kadar uzanan bu demiryolu, ekonomik, siyasi ve her şey-

53


✒ çeviri

den önce Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli vilayetlerinin askeri bağlantı hattını oluşturdu. Kayzerlik Alman İmparatorluğu ve Deutsche Bank için burada esas olarak bir yandan bizzat demiryolu ile gelecek kârlarla; diğer yandan demiryolu inşası (demiryolu inşa siparişlerinin aslan payı büyük Alman şirketlerine aktı.) aracılığıyla zaten Alman sanayi ve ticaretinin canlanmasıyla bu bölgenin ekonomik açıdan nüfuz alanı içine almak söz konusuydu. Dahası gerekli liman tesisleri, bindirme-yükleme tesisleri ve tren istasyonları, sulama tesisleri ve tüm kentlerin elektrikleştirilmesine ilişkin inşa- atlar ile akabinde gelecek siparişler beklentisi vardı. Almanya’dan askeri yardım ve askeri danışmanlar alan Türkiye Alman silahları satın aldı. Ve Almanya Anadolu ve Mezopotamya’nın tarıma açılacak alanlarından büyük miktarda buğday ve pa muk alabilmeyi bekliyordu. Sonra 20. Yüzyılda Bağdat Demiryolu ile bağlantı içinde de petrol gittikçe daha fazla önem kazandı ve aslında sömürgeci güçler arasındaki bir dizi diplomatik karışıklıklar ve ihtilaflı durumlar için bir neden haline geldi. Sonra 1940 da – ne var ki artık Alman yönetiminde değil – tüm bölüm hatlarının inşası tamamlandı. Emperyalist büyük proje olarak bu demiryolu, hem Osmanlı İmparatorluğunu ve daha sonraki Türkiye, hem de Alman İmparatorluğunu büyük güç çabalarının siyasi sonuçlarından esirgemedi… ve gerek dolaylı gerekse dolaysız olarak Türk-Ermeni halkının hemen hemen tümüyle imha edilmesi için kökünü kurutma mekanizmasının parçası olması gibi bir üzücü bir üne sahip oldu. Her ne kadar bu demiryolu Ermenilerin soykırıma uğratılması (resmi Türkiye tarafından hâlâ inkâr edilmektedin) gerçek ile nedensel bağlantısı olmasa da, bir halk katliamının gölgesi mühendislik sanatının böylesine muazzam eserlerinin üstüne her halükârda acımasızca düşmektedir. Anadolu Demiryolu (yan hatlarıyla birlikte Bağdat Demiryolu’nun Anadolu’daki parçası) Alman oto yolları ve tekniğin hemen hemen büyük eserleriyle birlikte daha azca örnek olabilecek şekilde böylesi kirli, lekelenmiş kaderi paylaşmaktadır. Emperyalizm çağında birçok özünde yaratıcı yöntem insancıl genel bir muhasebenin zarar hanesinde yer almaktadır. (5) Baumgarten an der March Viyana’dan yaklaşık 50 km. uzaklıktadır.

54

Norveç’teki ırkçı-faşist terör saldırısı konusunda ICOR açıklaması

22

Temmuz 2011’de Oslo’nun merkezinde ırkçı-faşist motivasyonlu bir bombalı saldırı yapıldı ve Norveç Genç Sosyalistlerinin bir yaz kampındaki gençlere bilinçli olarak yönelen bir katliam gerçekleşti. Bu insanlık düşmanı katliamın kurbanlarının, en başta da bu katliamda hunharca adeta idam edilen çocuklar ve gençlerin derin acısını içimizde duyuyor, yaslarını bütün kalbimizle paylaşıyoruz. Bu katliamın sorumluluğu kudurmuş bir birey faile ait değildir. Sorumlu her geçen gün daha fazla enternasyonal dayanışmaya, antifaşist mücadeleye ve uluslar arası devrimci ve işçi hareketine karşı yönelen neo- faşist terör ve propagandadır. Faşist ve ırkçı ideoloji temelinde alçakça terör eylemi gerçekleştirenler, tek başına olan eylemciler değil, tersine en başından bu yana devrimci işçi hareketini ve ilerici düşünceyi bastırmaya yönelen ve insana değer vermeyen, egemenlerin göz yumup yer yer desteklediği bir ideolojinin tutarlı cellatlarıdır. Biz burada bir kez daha bütün faşist örgütlerin ve faşist propagandanın yasaklanması talebimizin altını çiziyoruz. 23 Temmuz 2011 ✓


T

roçkizmin ne olduğunu kavramak için, bu akımın kurucusu Troçki’nin hayatını ve Rus devrimi sırasında Bolşeviklerle arasındaki farklara göz atmak gerekir. Çünkü “Troçkizm” denen akım, Rus devrimi içinde şekillenmiştir. Bugünkü Troçkist akımların kaynaklandığı teorik temeller, Troçki tarafından Rus devrimi içinde ortaya konmuştur. Leo Troçki (Leo Davidovic Bronstein) 7 Kasım 1879 da Ukrayna’da doğdu. Eğitimine devam etmek için 1896 yılında şimdiki adı Mykolaiv olan Nikolayev’e giden Troçki, burada matematik ve hukuk eğitimi aldı. Daha öğrencilik yıllarında Marksist hareketle temasa geldi. 1898 yılında Rusya Sosyal Demokratik İşçi Partisi’nin kolu olan Güney Rusya Çalışanlar Birliği’ne girdi. Grubun fikirlerini yaymak için birçok çalışmalar düzenledi. Bu faaliyetlerinden dolayı 1898 yılında Çarlık Polisi tarafından tutuklandı. İki sene süren hapis hayatından sonra, Sibirya’ya sürgüne gönderildi. “Troçki” takma adını bu dönemde kullanmaya başladı. Sürgünde iken Marksist bir felsefe öğrencisi olan Aleksandra Sokolovskaya ile tanıştı ve evlendi. 1902 yılında Rusya’dan kaçarak önce Viyana’ya, ardından Londra’ya gitti. Burada Iskracılarla tanıştı. (Lenin-Vera Sasuliç-Martov ve Potressov o sırada Londra’da idi. İskristlerden yalnızca Plehanov ve Akselrod İsviçre’de idi. O sıralarda henüz parti iki gruba bölünmemişti.) Bu dönem, parti içinde çeşitli konularda iki ayrı görüşün berraklaşarak ortaya çıktığı dönemlerdi. 1903’de İkinci Parti Kongresi (önce Brüksel sonra Londra) toplandı. Parti Kongresinde esas tartışma örgütlenme meselesinde çıktı. Lenin parti üyeliği için, partinin herhangi bir örgütünde fiilen çalışmanın şart koşulmasını isterken, Martov-Akselrod ve Sasuliç’in başını çektiği bir grup, parti üyesi olmak için, partinin bir örgütünde çalışmanın gereksiz olduğu görüşünü savunuyorlardı. Lenin partiyi işçi sınıfının öncü örgütü olarak görürken, Lenin’in karşısındaki grup partiyi sınıfla bir tutuyordu.

Parti Kongresinde ikinci tartışma konusu Bund meselesi idi. Bundcular parti kongresinde ‘Yahudi ulusunun tek temsilcisi’ olarak tanınmalarını ve partide özel haklara sahip olmalarını talep ediyorlardı. Parti Kongresinde yapılan seçimlerde, Lenin’nin görüşleri (Bundcular kongreyi terk ettikten sonra) çoğunluğu sağladı. Bu yüzden parti içindeki Leninci gruba bu tarihten itibaren Bolşevikler (çoğunluk) Martov, Sasuliç, Potressov grubuna da Menşevikler (azınlık) adı verildi. Troçki, bu bölünmenin olduğu parti kongresinde örgütlenme konusunda Menşeviklerle aynı safta yer tuttu. Menşevikler partiden gizli olarak, Martov, Troçki ve Akselrod önderliğinde parti aleyhtarı fraksiyoncu örgütler kurdular. Menşevikler 2. Parti Kongresi’nden sonra bir süre seçilmiş MK’ni boykot ettiler. Sonra Plehanov’un Menşeviklerle birleşmesi üzerine, Menşevikler parti organı Iskra’yı ele geçirdiler. “II. Parti Kongresi’nden sonra, Parti içi mücadele daha şiddetlendi. Menşevikler II. Parti Kongresi’nin kararlarını boşa çıkarmak ve Partinin merkezi kurullarını ele geçirmek için büyük çaba harcadılar. Kendi temsilcilerinin, yazı kurulundan çoğunluğa sahip olacak ve Merkez Komitesi’nde Bolşeviklerle eşit olacak şekilde, “Iskra” yazı kuruluna ve Merkez Komitesi’ne alınmasını talep ettiler. Bu, II. Parti Kongresi’nin dolaysız kararlarına aykırı olduğundan, Bolşevikler Menşeviklerin talebini geri çevirdiler. Bunun üzerine Menşevikler, Partiden gizli tutarak, Martov, Troçki ve Akselrod önderliğinde kendi Parti aleyhtarı fraksiyoncu örgütlerini kurdular ve Martov’un yazdığı gibi, “Leninizme karşı ayaklanmaya giriştiler”. Partiye karşı seçtikleri mücadele yöntemleri, “tüm Parti çalışmasını dezorganize etmek, davaya zarar vermek, adım başı sabotaj” idi (Lenin’in sözleri). Menşevikler, Rus Sosyal-Demokratları “yurtdışı Ligası”nda mevzilendiler ve onda dokuzu Rusya’daki çalışmadan kopuk göçmen aydınlardan meydana gelen bu “Liga”dan, Parti’ye, Lenin

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

TROÇKİ VE BOLŞEVİKLER

TROÇKİZM ÜZERİNE (1)

55


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56

ve Leninistlere ateş açtılar.” (Stalin, Cilt 15 sf 61-62) Bu sıralar Troçki yine Menşeviklerle beraberdi. Bundan sonraki dönemde Troçki Menşeviklerle Bolşevikler arasında duran, “hizipler üstü”, “hizipleri birleştirici”, “merkezci” bir tavır alır. Kendisinin her hangi bir hizibe dâhil olmadığını söyler. Ama bütün temel meselelerde Menşeviklerle ortak tavır takınır. Lenin, Troçki’yi şöyle tanımlar: “Rusya’da Marksist hareketin katılımcıları Troçki figürünü çok iyi bilirler ve onlar için onun hakkında konuşmaya değmez. Fakat genç işçi kuşağı onu bilmiyor ve onun hakkında konuşmak gerekir, çünkü o, gerçekte aynı şekilde Tasfiyecilikle Parti arasında yalpalayan beş yurtdışı grupçuğunun tümü için tipik olan bir figürdür. (...) 1901-1903 yıllarında Troçki, ele avuca sığmaz bir ‘Iskra’ taraftarıydı ve Ryazanov, onun 1903 yılındaki Parti Kongresi’ndeki rolünü, “Lenin’in sopası” olarak niteliyordu. 1903 sonunda Troçki bu kez ele avuca sığmaz bir Menşevik olmuştu. Yani “Iskra” taraftarlığından “Ekonomistler”e geçmişti; “eski ‘Iskra’ ile yenisi arasında bir uçurum olduğunu” açıkladı. 1904/1905 yılında Menşeviklerden ayrılıp, yalpalayan bir tutum alarak kâh (“Ekonomist”) Martinov’la birlikte çalışır, kâh kaba-solcu “sürekli devrim”i ilan eder. 1906/1907 yıllarında Bolşeviklere yakınlaşır. 1907 ilkbaharında ise Rosa Luxemburg’la dayanışma içinde olduğunu açıklar.” (Bkz: Lenin Seçme Eserler, cilt: IV, İnter Yayınları, sf. 216) Menşevikler, II. Kongre sonrasında önce parti kongresinin seçtiği Merkez Komitesini boykot eder ve Iskra redaksiyonunu ele geçirirler. Iskra, bu tarihten sonra partiye karşı mücadele organı haline gelir. Menşevikler ikinci bir parti merkezi oluştururlar. Troçki de kısa bir süre bu merkez içinde yer alır. Bir süre sonra siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle bu merkezden ayrılır. Kendi etrafında “fraksiyonlarüstü” bir grup oluşturma ve “fraksiyonları barıştırma” görevine soyunur. Lenin, bu dönemin Troçki’sini; “Güya fraksiyonlar dışında olan, sözde sol, gerçekte sağ bir siyasetçi”; olarak nitelendirir. Bu dönem içinde yalnızca devrimci durumun yükseldiği, 1905 devrimi dönemi bir istisnadır. Onun devrimin yükseldiği dönemlerde, devrimci tavırlar takınma özelliği, bu dönemde açıkça görülür. Burada Troçki, Petersburg Sovyetlerinin Başkanı olarak, ayaklanmada önemli bir rol oynar ve eylem içinde Bolşeviklerle birleşir. Devrimin yenilgisi, Petersburg Sovyetinin karşı devrim tarafından tasfiyesinden sonra ömür boyu

sürgün cezasına çarptırılan Troçki, sürgünde “Sonuçlar ve Perspektifler” adlı eserini yazar. Bu eserde Troçkizmin teorik temelleri atılır. Bu yazıdaki temel düşünceler şunlardır: - İşçi sınıfının önderliğinde, işçi ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü hedef alan bir devrim aşaması yanlıştır. Böyle bir devrim “proletaryanın kendi kendini burjuva demokrasisi ile sınırlandırmasıdır”. Proletaryanın görevi sosyalist devrim yapmaktır. O halde derhal sosyalist devrim yapılmalıdır. (Bu konuda Troçki daha sonra Rusya’da sosyalist devrim için üretici güçlerin yeterince gelişmediğini, proletaryanın bu yüzden üretici güçlerin geliştirilmesi amacıyla liberal burjuvaziyi desteklemesi gerektiğini savunan Menşeviklerle birleşmiştir.) - Köylülüğün istekleri tutucudur. Köylülük genellikle tutucudur. Bu yüzden (Demokratik Devrimde de) köylülük sağlam bir müttefik değildir. - Yalnızca Rusya’da sosyalist devrimin başarıya ulaşması imkânsızdır. “Avrupa Proletaryasının doğrudan, devlet aracılığıyla yapacağı destek olmaksızın, Rus işçi sınıfı iktidarı elde tutamaz ve geçici iktidarını sürekli sosyalist diktatörlüğe dönüştüremez.” 1907-1912 yılları arası, Rusya’da devrimci dalganın geri çekildiği, gericiliğin azdığı, devrimin yenilgi yıllarıdır. Bu yıllar arasında Troçki genellikle edebiyat eleştirisi ile uğraşır. Bu arada yazılarında kapalı olarak Bolşevik örgütlenme ilkelerine çatar. “Substitutionalismus” (Substitusyonalizm-Temsiliyetçilik) e karşı polemiğe girer. “19. Yüzyıl başlarında Dekabristler, sonra Narodnikler köylüler adına konuşmaya başladı, şimdi de Marksist aydınlar işçi sınıfının temsilcileri olduklarını iddia ediyorlar.” der. 1910’da parti içinde iki akım yeniden birleşmeye çabalar. Şekilde de birleşilir. Ama Menşevikler birleşmenin şartlarından biri olan, “Tasfiyecileri atma” (Tasfiyeciler diye illegal parti örgütünün tasfiye edilmesini savunan gruba denir) şartını yerine getirmezler. Troçki 1910-1912 yılları arasında “Birlik Adına Merkezci” tavrını sürdürür. Bu “ Hizipler üstü merkezci” tavır kendini, her konuda Bolşeviklere karşı çeşitli gruplarla ilkesiz birliklere girmek şeklinde gösterir. Bolşevikler, 1912’de Prag’da bir parti konferansı toplayarak yeni bir merkez komitesi seçer ve Menşeviklerle örgütsel ayrılığı gerçekleştirir. Bu parti konferansından hemen sonra Troçki (Bolşeviklere) karşı Menşevikler, Tasfiyeciler (Menşevikler içinde illegal parti örgütünün dağıtılmasını savunanlar) Otsovist-


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

eder.” (Lenin,Tüm Eserler, cilt 4, sf. 387) Troçki, Mayıs 1917’de Rusya’ya döner. Petersburg Sovyeti’nde çalışmaya başlar. Bu arada Bolşevikler, Nisan 1917’de yaptıkları Parti Konferansı’nda, enternasyonalist pozisyonlar savunan gruplar ve kişilerle işbirliği ve birleşmenin imkanlarını arama kararı almışlardır. Bu karar doğrultusunda, Troçki ve grubuna Bolşevik Parti’ye katılma önerisi götürülür. Troçki, başlangıçta bu öneriyi büyük bir burnu büyüklükle reddeder. Ve kendi etrafındaki grubu güçlendirmeye çalışır. Ancak Bolşevik Parti’nin kitle etkisinin güçlendiğini gördüğü ve Kerenski’nin Başbakanlığı kabul ettiği şartlarda, Bolşevik Parti’nin programını ve tüzüğünü kabul etme temelinde Bolşevik Parti’ye katılır. Troçki, Bolşevik Parti’ye katıldıktan sonra, Temmuz gösterileri nedeniyle, Bolşevik Parti üyesi olarak tutuklanır. Eylül ayında serbest bırakıldıktan sonra Bolşevik Parti Merkez Komitesi’ne seçilir. 23 Eylül’de de Bolşevik Parti üyesi olarak Petrograd Sovyeti Başkanlığına seçilir. Bu dönemde, Merkez Komitesinde silahlı ayaklanma sorunu tartışılmaktadır. Lenin, silahlı ayaklanmanın artık gerekli ve kaçınılmaz olduğunu savunmaktadır. Kamenev ve Zinovyev ise, silahlı ayaklanmanın bu şartlarda maceracılık olacağı gerekçesiyle, silahlı ayaklanmaya karşıdırlar. Troçki, silahlı ayaklanma konusunda Lenin’i destekler. Ancak, o bu ayaklanmadan devrimin başarısını beklememektedir. Esas beklentisi, Alman proletaryasının ayaklanmasıdır. Rusya’daki ayaklanmanın bunu kolaylaştıracağı düşüncesindedir. Silahlı ayaklanmayı bu anlayışla desteklemektedir. Eylemin kendisi konusundaki anlaşma, Lenin’le Troçki arasındaki derin görüş ayrılıklarının üzerini örten bir rol oynar. Fakat daha sonra, bu görüş ayrılıkları çok daha açık bir biçimde çıkar ortaya. Troçki, Ekim Devriminden sonra Dış İşleri Komiserliğine atanır. Ayrılıklar Alman emperyalistleriyle yapılan Brest Litovsk Barış Anlaşmasında kendini gösterdi. Almanlarla anlaşma konusunda parti içinde esas olarak iki görüş vardı. Buharin ve Ossinski’nin başını çektiği bir grup, Alman emperyalizmiyle imzalanacak her türlü barış anlaşmasını teslimiyet olarak niteliyor ve her türlü uzlaşmayı reddediyordu. Bunların tavrı devrimin “saflığını” koruma adına, devrimin yenilgisine zemin hazırlamaktı. Çünkü Alman emperyalizminin ordularının, Rusya içinde ilerlemesini durduracak örgütlü silahlı güç yoktu. Ülkenin tümünde iktidar henüz ele geçirilmemişti.

ler (Bolşevikler tarafından, Duma’yı boykot ettikleri için partiden atılan “sol”cular) ve Tanrı arayıcılarla birlikte, yalnızca Bolşeviklere karşı olma temelinde ve “birlik” adına ilkesiz bir blok oluşturur. Bu bloğa “Ağustos Bloğu” adı verilir. Daha sonra Plehanov ve Menşeviklerin bir bölümü Ağustos Bloğundan ayrılırlar. Bolşeviklerle Ağustos Bloğuna karşı geçici bir anlaşma içine girerler. Ağustos Bloğu enternasyonal Marksist hareket içinde de Troçki’nin 1912-1914 yılları arasında savaş konusundaki tartışmada, İkinci Enternasyonal oportünistlerinin sosyal şoven tezlerine karşı çıkar. Troçki, uluslararası Marksist hareket içinde savaş konusunda Bolşeviklerle aynı safta yer tutar. Ama Rus Devrimini ilgilendiren konularda “merkezci” tavrını sürdürür ve Kautsky’nin görüşlerini kesin bir şekilde mahkûm etmekten titizlikle kaçınır. Lenin 1916’da Henriette Roland’a yazdığı mektupta bu dönemin Troçki’si için şöyle diyor: “Troçki ile aramızdaki ayrılık nedir? Bu sizi ilgilendirmelidir. Kısaca söylemek gerekirse: O bir Kautskycidir. O Enternasyonal’de Kautskycilerle, Rusya’da Çaydze Fraksiyonu ile (Sosyal Şövenistler - Çev.) birlik istiyor. Biz böyle bir birliğe kesinlikle karşıyız. Çaydze bir sürü boş laflarla (Son konuşmasında Zimmerwald’tan yana olduğunu söylüyor) “örgüt komitesi” ve “savaş komitesi”yle birlikte çalışan kişilerle arasına olan birliği gizlemeye çalışıyor. (2) “Troçki şimdi “örgüt komitesine” (Akselrod-Martov) karşı ama, Duma’daki Çaydze fraksiyonu ile birleşmeden yana. Biz buna kesinlikle karşıyız.” (Lenin: Tüm Eserler, cilt 4, Berlin, sf. 186) Troçki Şubat Devriminden kısa süre önce Fransa’dan Amerika’ya geçer. Bu sıralar hâlâ Rus Devrimi içindeki en sağcı unsurlarla işbirliği içindedir. Lenin 19 Şubat’ta İnes Armand’a yazdığı bir mektupta Troçki hakkında şunları söyler: “Arkadaşımız Kolontay’dan bir mektup geldi. Kendisi Amerika’dan Norveç’e dönmüş. (ama bu şimdilik aramızda kalacak)...N.İ (Buharin - Çev.) ve Pawlov (Brüksel’de olan Litvanyalı, Pavel Vasilyeviç) (Bersin - Çev.) Kolontay’ın yazdığına göre, Novy Mir’i (sosyal demokratların bir gazetesi - Çev.) ele geçirmişler. (ben bu gazeteyi çok kötü buluyorum)... ama tam bu sırada Troçki gelmiş. Ve bu alçak Novy Mir’in sağ kanadıyla hemen sol Zimmerwaldcılara karşı birleşmiş!!! İşte buyrun!! Bu Troçki’dir. Hep aynıdır. Bir sürü numarası vardır, bir sahtekârdır, her yanda sol görünür, ama elinden geldiğince sağcılara yardım

57


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 58

Savaşa devam etmek, barış imzalamamak Lenin’in deyimiyle “yeni doğmuş bir çocuğu ölüme terk etmek” demekti. Lenin bütün bu sebeplerden, Almanlarla en kısa zamanda barış anlaşması imzalanmasını istiyordu. Esas mesele “Rusya’da gerçekleşen devrimi korumak ve geliştirmekti.” Her geçen gün devrimin aleyhine işliyordu. Troçki bu durumda “ne savaş-ne barış” şeklinde bir görüş savunmaya başladı. Ona göre Almanya’da devrimci durum yükseliyordu, bu yüzden Alman ordularını Rusya’da bağlamak iyi olurdu. Fakat Alman orduları Rusya’da ilerlerlerse, bu kez Rusya’da ki devrim yenilgiye uğrayacaktı. Bunu engellemek için Almanları oyalamak gerekliydi. Lenin’in “çocukça” diye adlandırdığı bu planı Troçki barış görüşmelerinde uygulamaya kalktı. Ve barış görüşmelerini lağvetti. Alman emperyalistleri bu fırsatı kaçırmadı, Rusya barış istemiyor gerekçesiyle saldırıya geçti. Alman saldırısı hemen hiç bir direnişle karşılaşmadı. Ve Alman emperyalistleri Rusya içinde ilerlemeye başladı. Bu durumda derhal barış görüşünü savunanlar, MK’da fikirlerini kabul ettirdiler. Almanlarla şartları eskisinden çok daha ağır olan bir barış anlaşması imzalandı. Troçki Dış İşleri Komiserliği’nden alındı. 1918’den Lenin’in ölümüne kadar olan dönemde (Ocak 1924) Troçki ile Lenin arasında görüş ayrılıkları devam eder. Bu dönemde en önemli ayrılık noktaları köylülere karşı tavır ve çalışma tarzı konusunda çıkar. Troçki köylük bölgelerde “derhal kolektifleştirme, her türlü özel mülkiyete derhal el koyma”, ülkenin sanayini kalkındırmak için köylülerden alınacak artık değerin artırılmasını savunuyordu. Köylülere karşı gerekirse şiddet kullanılmalıydı. Böyle bir politika nüfusunun çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu Rusya’da, işçi sınıfını bir anda tecrit eder, devrimci yenilgiye götürürdü. Ama Troçki “saf proleter devrimi” teorileri içinde bu objektif durumu görmüyordu. 1924’te parti köylülük bölgelerde özel mülkiyete izin veren yeni ekonomik politika programını (NEP) kabul edince, parti yöneticilerini “ihanetle” suçlayacak kadar ileri gidiyordu. Troçki’nin bu dönem içinde geliştirdiği çalışma tarzı ise, her şeyi kararnamelerle çözmeye çalışan bürokratik bir çalışma tarzıydı. Lenin bu konuda Troçki için “O kendini beğenmiştir. Kararnamelerle yönetmeye ise de meraklıdır” der. Temel niteliklerinden biri bürokrat çalışma tarzı olan Troçki’nin ilerki dönemde, SBKP yöneticilerini

“bürokratizmden” ötürü suçlaması ilginçtir. Lenin’in ölümünden sonraki gelişmesi içinde Troçki, subjektif olarak da karşı devrimcilik yönünde bir gelişme gösterir. Bu dönem SB’de sosyalistlerin inşasına dört elle sarıldığı bir dönemdir. Bu dönemde Troçki “Bir ülkede sosyalizmin inşası imkânsızdır” tezini savunmaya başlar. Yeni Ekonomik Politikayı gericilikle, parti yönetimini burjuvalıkla, partiyi Kulakların ve küçük burjuvazinin partisi olmakla suçlar. Komintern’de politikası, Komintern’in yönetiminin söylediğinin tam tersini söylemekle belirlenir. Parti ve Komintern içinde hizipçi bir siyaset izlemeye başlar. Moskova’da bu hizbin yaptığı bir yürüyüşten sonra 1927 Kasım’ında partiden atılır. Hizipçiliğe devam eder. Troçkistler “bir ülkede sosyalizmin inşası imkânsızdır” tezlerini ispat etmek için, SB’de sosyalizmin inşasını sabote eylemlerine girişirler. Troçki 1928 Ocak’ında sürgün edilir. 1929 yazında, SBKP köylük bölgelerde kolektifleşmeye girişir. 1922’de kolektifleştirmeyi savunan Troçki, parti 1929’da kolektifleştirme işine girişince de, bu kez bunun devrime ihanet olduğunu, Rusya’da kolektifleştirme için henüz maddi temel olmadığını, üretici güçlerin gelişmesinin ancak 10-15 yıl sonra böyle bir eyleme izin verebileceğini savunmaya başlar. Onun ilkesi, Marksist-Leninistlerin söylediği ve yaptıklarının tam tersini yapmaktır. Parti kolektifleştirmeye başlayınca, Troçkistlerin önemli bir bölümü özeleştiri yaparak partiye geri döner. Troçki 1929 Ocak’ında SB hükümetinin izniyle yurtdışına çıkar. İstanbul’a gelir. Ondan sonraki bütün hayatı SB dışında ve SB’deki iktidarı yıkmak için yapılan çalışmalarla geçer. Amaçları SB’deki iktidarı devirmektir. Bunun için şiddet eylemlerine girişirler. 1933’de Troçki “Hakim kliğin ortadan kaldırılması için normal parlamenter yol kalmamıştır. Yalnızca şiddet, bürokrasiyi, iktidarı proleter öncüye devretmeye zorlayabilir” der. ( Isak Deutscher’in Troçki adlı kitabından alıntı) 1 Aralık 1934’te SBKP MK üyesi Kirov Troçkistlerin bir komplosunda ölür. SB’de Troçkist bir örgüt ortaya çıkarılır. Bu örgütün tüm parti yöneticilerini öldürmeyi ve ülkede bir darbe yapmayı planladığı ortaya çıkar. Olayla ilgili olarak pek çok parti yöneticisi yargılanarak kurşuna dizilir. Troçki hakkında da gıyabında ölüm kararı alınır. Troçkistler 1938’de Komünist Enternasyonal’e karşı 4. Enternasyonali


Felsefi açıdan Troçkizmi belirleyen en önemli unsur, objektif olgulara sırtını çeviren; gerçekler karşısındaki şemaya uydurmaya çalışan iradeci subjektivizmdir. Troçki’nin “saf proleter devrimi” teorileri savunması, köylülüğün önemini reddetmesi, Brest Litovsky Barış Anlaşmasında takındığı tavır, 1922’de savunduğu “köylük bölgelerde sosyalist saldırı” görüşleri hep gerçek duruma sırt çeviren, iradeci subjektivist görüşlerin ürünüdür. Troçkizmi felsefi açıdan belirleyen bir başka unsur eklektizm (devşirmecilik)dir. Troçkizmin kendine özgü, kendi içinde tutarlı, sistemli bir dünya görüşü yoktur. O Marksist görüşlerle, çeşitli türden oportunist görüşlerin karman çorman bir devşirmesidir. Mesela Troçki bir yandan “sürekli devrim” savunur, diğer yandan Bolşevik tipte örgütlenmeyi reddeder. O bir yandan Kautsky’in “üretici güçler” teorisini savunur, diğer yandan savaş konusunda 2. Enternasyonal oportünistlerinden ayrılır vs. Troçkizmi belirleyen bir başka unsur ilkesizlik ve pragmatizm (faydacılık)tır. Troçki’nin en önemli özelliklerinden biri onun ilkesiz olması, bugün söylediğinin tersini yarın aynı bağnazlıkla savunabilmesidir. Mesela 1922’de “köylülük bölgelerde sosyalist saldırı” talep eden Troçki, 1929’da “üretici güçler henüz yeterince gelişmemiştir” gerekçesiyle “kolektifleştirmeye” karşı çıkıyordu. Onun ilkesizliği hedefine varmak için her şeyi mübah gören pragmatizm şeklinde de kendini gösteriyordu. Troçki hayatı boyunca çeşitli unsurlarla Bolşeviklere karşı olma temelinde, çeşitli ilkesiz birliklere girmiştir. Troçki’nin ilkesizliği kendini gerek ideolojik siyasi alanda, gerekse örgütsel alanda “sentrizm” (merkezcilik) şeklinde göstermiştir. Troçki 1905 ve 1917 Ekiminden sonraki kısa dönem haricinde sürekli olarak Menşeviklerle-Bolşevikler arasındaki çatışmada “merkezci” bir tavır takınmış, güya “fraksiyonlar üzerinde” hareket ederek, örgütün “birliğini” savunmuştur. Gerçekte ise yaptığı her dönemde “sol görünüp, sağcıları desteklemek olmuştur.” “Merkezcilik” diyor Stalin “siyasi bir kavramdır. Onun ideolojisi; ortak bir parti içinde proletaryanın menfaatlerinin, küçük burjuvazinin menfaatlerine feda etme ideolojisidir. Bu ideoloji Leninizme yabancıdır ve iğrençtir.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, Alm. sf. 77)

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

TROÇKİZMİN ÖZELLİKLERİ

Lenin ise şunları söylüyor: “Onlar kendilerinin “fraksiyonlar üzerinde” olduklarını söylediler. Bunun tek sebebi vardır. Onlar düşüncelerini bu gün bu, yarın şu fraksiyona dayandırırlar. Troçki 1901-1903 arasında ateşli bir Iskracıydı. Rjasanov onun 1903’de PK’deki rolünü “Lenin’in copu” olarak nitelemişti. 1903’de Troçki ateşli bir Menşevik oldu. Yani o Iskracılardan, ekonomistlere transfer oldu. O zaman o “eski Iskra ile yeni Iskra (Menşevik) arasında dağlar kadar fark vardır” diye ilan etti. 1904-1905’de yavaş yavaş Menşeviklerden uzaklaşmaya başladı ve sallantılı bir tavır takındı. Bir yandan anlamsız “sol” sürekli devrim teorisini savunurken, bir yandan da ekonomist Martinov’la birlikte çalışmaya devam etti. 1906-1907’de Bolşeviklere yaklaştı. 1907 ilkbaharında Rosa Luxemburg’la dayanışma içinde olduğunu açıkladı. Yenilgi ve dağılma döneminde uzun süren “fraksiyonlarüstü” kıvırtmalardan sonra, yine sağa kaydı. Ağustos 1912’de tasfiyecilerle bir blok kurdu. Şimdi yine onlardan uzaklaşıyor, ama bir yandan da onların zavallı düşüncelerini tekrarlamaktan geri durmuyor. Bu gibi tipler dünün tarihi tiplerinin kalıntılarının örnekleridir. Dün, henüz Rusya’da proleter kitle hareketi uyurken, bu gibi grupçuklara, kendilerini bir akım, grup, hizip, kısaca bir güç olarak tanıtıp, diğerleri ile birlikte söz edecek bir yer vardı.” (Lenin, Bütün Eserler, cilt 20, sf. 348) Troçkizmi ideolojik siyasi açıdan belirleyen unsur Marksizm-Leninizme düşmanlıktır. Troçkizm tüm temel sorunlarda Marksizm-Leninizme karşı revizyonizm ile birleşir. Mesela Troçki, Kautsky’den “üretici güçler” teorisini aynen almıştır. Savaş konusunda da lafta sosyal şovenlerden ayrılmasına rağmen, gerçekte onlarla birlik propagandası yaparak, son tahlilde sosyal şovenlerle aynı çizgide birleşmiştir. Marksizm-Leninizm düşmanlığı, SB’de girişilen sabotaj hareketlerine kadar varmıştır. Örgütsel alanda Troçkizm’i belirleyen unsurlar, Bolşevik örgütlenmeyi reddetme, parti içinde hizip özgürlüğünü savunma, her türlü oportünist unsurla aynı parti içinde bir arada barınma, ilkesiz birliktir.

kurar. 1940’da Troçki, Meksika’da öldürülür.

TROÇKİZM’LE MARKSİZM-LENİNİZMİ AYIRAN BAZI TEMEL MESELELER “Sürekli devrim” meselesi: “Sürekli devrim” aslında Marks ve Engels’in ortaya koyduğu bir düşüncedir. Onlar bu düşüncelerini şöyle ifade ediyorlardı: “Bu sosyalizm, devrimin süreklilik açıklamasıdır.

59


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 60

Sınıf diktatörlüğü; sınıflar arasındaki tüm farkların ortadan kaldırılması, bu farklılaşmaların kaynağını oluşturan tüm üretim ilişkilerinin kaldırılması; bu toplumsal ilişkilerden çıkan tüm düşüncelerin değiştirilmesi için bir geçiş aşamasıdır.” (Marks-Engels, Eserler, cilt 7, sf. 89) Görüldüğü gibi devrimin sürekliliğinden Marks ve Engels’in anladığı iki şey vardır. 1- Onlar devrimin sürekli olacağını belirterek, devrimi yalnızca siyasi iktidarın ele geçirildiği darbelerden ayırıyorlar. 2- Onlar devrimin sürekli olacağını belirterek, sosyalist devrimi, yalnızca feodalizmi tasfiye eden, ama sınıf farklılaşmalarını koruyan burjuva demokratik devrimden ayırıyorlar. Bir başka yazıda Marks-Engels devrimin sürekliliği meselesine yine dokunurlar: “Demokrat küçük burjuvalar, devrimi mümkün olduğunca çabuk ve en fazla üstteki talepleri (daha az devlet harcaması; miras hakkının sınırlandırılması; büyük toprak mülkiyetine vergi; demokratik devlet anayasası) gerçekleştirmek amacıyla bitirmeye çabalarken; bizim istediğimiz ve görevimiz devrimi sürekli kılmaktır. Öyle ki; tüm mülk sahibi sınıflar iktidardan sürülsün, devlet iktidarı proletaryanın eline geçsin, işçilerin birlikleri yalnızca bir ülkede değil, tüm dünyada işçiler arasında rekabet ortadan kalkacak şekilde ilerlesin ve en azından tayin edici üretici güçler proletaryanın elinde toplansın” Daha sonra Marks-Engels devrimi sürekli kılabilmek için proletaryanın kendi bağımsız örgütünü kurması ve devrime önderlik etmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu konuda şöyle diyorlar: “Mücadeleden sonra kandırılmak istemiyorsak, işçiler her şeyden önce Bund (Uluslararası İşçi Birliği Çev.) bağımsız gizli ve açık bir örgüt yaratmalıdır. Bu örgüt içinde proletaryanın menfaatleri burjuva etkilerinden bağımsız olarak savunulmalıdır. İşçiler devrimci coşkunun hemen zaferden sonra bastırılmasını engellemeli, devrimci coşkuyu mümkün olduğunca uzun süre ayakta tutmalıdır. İşçiler silahlı ve örgütlü olmalıdır. (Marks-Engels, Eserler, Alm. Cilt 7, sf. 247) Görüldüğü gibi Marks ve Engels devrimin sürekliliği düşüncesini işçi sınıfının bağımsız öncü örgütünden ayrı düşünmüyorlar. Lenin, Marks ve Engels’in sürekli devrim teorisini alarak, Çarlık Rusya’sının şartlarına uyguladı. Lenin’e göre; Rusya’da henüz demokratik devrim ödevleri tamamlanmamıştı, yani feodalizm henüz

tasfiye edilmemişti. Eğer demokratik devrime proletarya önderlik edebilirse, toplum hiç ara vermeden sosyalizme doğru ilerleyebilirdi. Lenin şöyle diyordu: “Biz gücümüze göre, sınıf bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücüne göre, demokratik devrimden hemen sonra durmadan sosyalist devrime geçişe başlayacağız. Biz kesintisiz devrim taraflısıyız. Biz yarı yolda durmak istemiyoruz.” (Lenin, Bütün Eserler, cilt 9, Sf. 232 Alm.) Lenin sosyalizme geçebilmek için gerekli olan demokratik devrim aşamasında, köylülüğün devrimci potansiyeline güveniyor, proletaryanın temel görevinin bu gücü harekete geçirmek, bu güce önderlik etmek olduğunu söylüyordu. Lenin’e göre; demokratik devrimde en önemli mesele işçi-köylü temel ittifakını gerçekleştirmekti. Köylüler demokratik devrimde temel müttefikti ve mutlaka kazanılması gerekliydi. Aksi halde demokratik devrimin başarısı hayaldi. Demokratik devrim Çarlık idaresini yıkma ve işçiköylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kurma hedefine yönelecekti. Lenin şöyle diyordu: “İşçi ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünün dünyada her şeyde olduğu bir geçmişi ve geleceği vardır. Onun geçmişi istibdat, serflik, monarşi ve imtiyazlardır. Bu karşı devrime karşı mücadelede proletarya ve köylülüğün irade birliği mümkündür. Çünkü ortak menfaatleri vardır. Onun geleceği ise özel mülkiyete karşı mücadeledir. Ücretli işçinin kapitaliste karşı mücadelesidir. Sosyalizm için mücadeledir. Burada ortak irade imkânsızdır.” (Lenin, Bütün Eserler, cilt 9, sf 74) Marks-Engels tarafından ilk defa ortaya konan, Lenin tarafından geliştirilen sürekli devrim teorisi Troçki’de de vardır. Ve hatta Troçkistler Lenin’in “kesintisiz” devrim teorisini Troçki’den aldığını, 1916’da Troçki’yle aynı düşünceye geldiğini söylerler. Ama gerçekte Troçki’nin “sürekli devriminin” MarksEngels’in sürekli devrimiyle ilgisi yoktur. Troçki “sürekli devrim” teorisinde bir tek devrim aşaması tanır! Sosyalist devrim. Bir tek devrim tanır! Proleter devrimi. O, sosyalist devrim dışındaki bütün devrim aşamalarını reddeder. Sürekli devrimden proletaryanın her yerde, her zaman tek başına iktidarı ele geçirmesini anlar. Troçki’nin sürekli devrimi, son tahlilde proletaryayı müttefiksiz bırakan ve devrimi imkânsız kılan bir teoridir. Devrimi sürekli kılabilmek için proletaryanın bütün devrimci sınıf ve tabakalara önderlik etmesi şarttır. Önderlik ise ancak proletar-


Troçkizm “sürekli devrim” teorisini, “dünya devrimi” teorisi ile tamamlar. Troçkizm tek tek ülkelerde, sosyalist devrimin başarıya ulaşmasını, hele sosyalizmin inşasını imkânsız görür. O, üretici güçlerin gelişmesinin geri bir düzeyde olduğu ülkelerde sosyalist devrimi imkânsız görür. Bu düşüncesini Troçki şöyle dile getirir: “Avrupa proletaryasının doğrudan devlet aracılığıyla yapacağı destek olmaksızın, Rus işçi sınıfı iktidarı elde tutamaz ve geçici iktidarını sürekli sosyalist diktatörlüğe dönüştüremez. Bundan bir an bile şüphe etmemeliyiz. Diğer yandan şu da kesindir ki, batıda olacak sosyalist devrim, bizim işçi sınıfının geçici iktidarını, sosyalist bir diktatörlüğe dönüştürmemize izin verecektir.” (Troçki, Sonuçlar ve Perspektifler, sf. 64) Troçki’nin “sürekli devrim” teorisinde geliştirdiği “köylülüğe güvensizlik”, dünya devrimi teorisinde, devrimi yalnızca gelişmiş ülkelerde bekleme ve geri ülkelerde devrimi “gelişmiş ülkeler proleteryası”nın

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

DÜNYA DEVRİMİ - BİR ÜLKEDE DEVRİMİN BAŞARISI MESELESİ

devrimine bağımlı kılma ile tamamlanıyor. Bu ise herhangi bir ülkede devrimi, o ülkenin iç etkenleriyle değil, dış etkenlerle açıklayan, devrimin ihracı teorisidir. Bu teoriye göre, bugün yarı sömürge ülkelerde ayaklanan halklar elini, kolunu kavuşturup, emperyalist ülkelerde devrimin olmasını ve bu ülkeler proletaryasının “devlet aracılığıyla doğrudan” desteğini beklemelidir. Troçki Rus devrimini, Rusya’da sosyalizmi gerçekleştireceğini beklediğinden değil, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde devrimci durumun yükselmesine yarayacağından destekliyordu. Troçki, 1930 yılında yazdığı ‘Rus Devriminin Tarihi‘ adlı eseri için kaleme aldığı 2 nolu ekte şöyle diyor: “Sovyetler Birliği’nin şu andaki resmi politikası, Bolşevik partinin sözde geleneksel görüşü diye sunulan “tek ülkede sosyalizm” teorisine dayanmaktadır. Sadece Komünist Enternasyonalin değil, tüm diğer partilerin genç kuşakları da, Sovyet iktidarının Rusya’da bağımsız sosyalist bir toplum yaratmak adına kazanıldığı inancıyla yetiştirilmekte. Tarihsel gerçeğin bu efsaneyle hiçbir ilgisi yoktur. 1917’ye dek parti, proleter devrimin Batıda başarılmadan Rusya’da başarılabileceği fikrini bile benimsememişti. İlk olarak Nisan konferansında, tamamen o gün açığa çıkmış olan koşulların baskısıyla, parti iktidarı ele geçirme görevini kabul etti. Bolşevizmin tarihinde yeni bir sayfa açmakla beraber, bu kabullenmenin bağımsız bir sosyalist toplum perspektifiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Tam tersine, Bolşevikler, Menşeviklerce kendilerine atfedilen geri bir ülkede “köylü sosyalizmi” yaratma fikrini kötü bir karikatür olarak nitelendirip, kesin bir biçimde reddetmişlerdir. Bolşevikler için, Rusya’daki proletarya diktatörlüğü Batıdaki devrime giden bir köprüydü. Toplumun sosyalist dönüşümü, özü gereği enternasyonal bir sorun addediliyordu.“(…) “Bolşevik parti daha doğduğu günden itibaren devrimci sosyalizmin partisiydi. Ama acil tarihsel görevini, zorunlu olarak çarlığın yıkılmasında ve demokratik bir yapının hayata geçirilmesinde gördü. Devrimin asıl özü, tarım sorununa demokratik bir çözüm bulmaktı. Sosyalist devrim, yeterince uzak ya da en azından belirsiz bir geleceğe itilmişti. Bu devrimin pratik olarak gündeme gelebilmesinin ancak proletaryanın Batıdaki zaferinin ardından mümkün olduğu, tartışılmaz bir gerçek olarak görülüyordu. Rus Marksizminin, Narodnizm ve anarşizmle mücadele ederken ileri sürdüğü bu önerme, partinin en

yanın devrimci düşüncesiyle silahlanmış, sağlam bir örgüt aracılığı ile gerçekleştirilir. Yukarıda Marks ve Engels’de devrimin sürekliliği düşüncesinin örgüt meselesi ile iç içe ele alındığını gördük. Troçkizm ise devrimin sürekliliğinden söz etmesine rağmen, örgüt konusunda, Marks-Engels’den ayrı sonuçlara varır. O örgütü her türlü düşüncenin tartışıldığı, bir tartışma kulübü olarak görür. Troçkizmin “sürekli devrim” anlayışı, her türlü ittifakı ve sosyalist devrim dışında her türlü devrim aşamasını ret eden sekter, son tahlilde proletaryayı müttefiklerinden soyutlayıp, devrimi imkânsız kıldığı için karşı devrimci bir anlayıştır. İttifakları ret etme, kendisini somut olarak, demokratik devrimde köylülüğün devrimci potansiyelini küçümseme, köylülüğü demokratik devrim aşamasında da bir bütün halinde “karşı devrimci” görmek şeklinde ortaya çıkar. Demokratik devrimde köylülükle ittifakı ret eden Troçkizm sağ-sol yalpalamalar içinde, burjuvaziyle ittifak kurmaktan geri durmaz. Nitekim Troçki demokratik devrimin liberal burjuvazinin işi olduğunu söyleyen Menşeviklerle uzun süre bir arada durmuştur. Troçkizmin ittifak politikası kısaca: “Köylü düşmanlığı, her türlü ittifakın genel olarak reddedilmesi, pratikte her zaman burjuvaziyle ittifak” şeklinde özetlenebilir.

61


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62

katı dayanak noktalarından biriydi. Buradan bazı varsayımsal çıkarımlar yapılıyordu: Eğer demokratik devrim Rusya’da güçlü bir kapsama ulaşırsa, Batıdaki sosyalist devrime doğrudan bir ivme verebilir ve bu da, daha sonra Rus proletaryasının iktidarı daha çabuk ele geçirmesini sağlayabilir. Bu daha uygun versiyonda bile, genel tarihsel perspektif değişmeden kalıyordu. Sadece gelişmenin gidişatı hızlandırılmış ve tarihler öne alınmıştı.“ (Bkz: http://www.marxists.org/turkce/trocki/1930/ tus.htm) Troçki’nin söylediklerini yorumlamaya gerek yok. Çünkü Rusya’daki devrimin batıdaki devrime giden bir köprü olduğunu açıkça söylemektedir. Troçki, devamla tek bir ülkede sosyalizmin inşası sorununda şunları söylüyor: “Lenin’in daha 1915’te tek ülkede sosyalizmin inşası teorisini ilân ettiği doğru olsaydı (ki tamamen yanlıştır), eğer ondan sonra Lenin’in sadece bu bakış açısını güçlendirip geliştirmiş olduğu doğru olsaydı (ki tamamen yanlıştır), o zaman sormalıyız, nasıl oluyor da Stalin bu önemli konuda Lenin’in sağlığında, yaşamının son döneminde, 1924’ten kalma alıntıda ifade ettiği fikirleri geliştirebiliyor? Görünen o ki Stalin bu meselede daima bir Troçkist olmuştu, bundan ancak 1924’ten sonra vazgeçti. Stalin kendi yazılarından 1924’ten önce sosyalizmin tek ülkede inşasıyla ilgili bir şeyler söylediğini gösteren bir alıntı yapabilseydi iyi olurdu.” (Bkz: Age) Görüldüğü gibi Troçki, Lenin’i düzeltmeye ve Lenin’in de kendisi gibi düşündüğünü, Stalin’in 1924’e kadar Troçkist olduğunu vb söylüyor. Lenin, Troçki’nin “dünya devrimi” görüşlerine karşı, bir tek ülkede de devrimin başarıya ulaşabileceği tezini savunuyordu. O şöyle diyordu: “Dünya (ama Avrupa değil) Birleşik Devletleri, komünizmin tam zaferi demokratik devlet de dahil bütün devletlerin kesin olarak ortadan kalkmasına yol açmadıkça, sosyalizmle ilişkilendirdiğimiz ulusların birliği ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Kendi başına bir şiar olarak “Dünya Birleşik Devletleri” şiarı ise pek doğru değildir, çünkü birincisi, sosyalizme tekabül eder; ikinci olarak, bu şiar, tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkânsızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler yaratabilir. Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir kapitalist bir ülkede mümkün olduğu sonucu çı¬kar.

Kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, bu ülkenin muzaffer proletaryası, diğer ülke¬lerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak kapitalist dünya¬ya karşı ayaklanacaktır. Proletaryanın burjuvaziyi alaşağı ederek zafer kazandığı toplumun politik biçimi, söz konusu ulusun ya da ulusların proletaryasının güçlerini, henüz sosyalizme geçmemiş devletlere karşı mücadelede gittikçe daha çok merkezileştiren demokratik cumhuriyet olacaktır.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt V, sf. 151, İnter Yayınları, Haziran 1995 İstanbul) Troçki ve Troçkistler, kendi teorilerini, bütün önemli noktalarda, ‘Leninist teoriye uyan’ teoriler şeklinde sunuyorlar. Bu iddiaların yalan olduğunu anlamak için sözü Lenin’e bırakalım. “Troçki’nin orijinal teorisi, (Lenin, Troçki’nin ‘orijinal teorisi’nden sürekli devrim teorisini anlıyor. - BN) Bolşeviklerden, proletaryanın kararlı devrimci mücadele yürütmesi ve politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesini çağrısını alıyor, Menşeviklerden ise köylülüğün rolünün “yadsınması”nı. Köylülük içinde bir ayrışma, bir farklılaşma süreci yaşanmıştır, onun olası devrimci rolü giderek azalmıştır; Rusya’da “ulusal” bir devrim imkânsızdır: “Emperyalizm çağında yaşıyoruz”, “emperyalizm” ise “burjuva ulusla eski rejimi değil, proletaryayla burjuva ulusu karşı karşıya getiriyor.” İşte size “emperyalizm” sözcüğüyle tuhaf bir oyun örneği. Eğer Rusya’da artık proletarya ile “burjuva ulus” karşı karşıya duruyorsa, bu şu anlama gelir: Rusya doğrudan doğruya sosyalist devrimin arifesindedir!! O zaman (1912 Ocak Konferansı’nın ortaya attığı ve daha sonra 1915’te Troçki tarafından yinelenen) “çiftlik sahiplerinin topraklarına el konması” şiarı yanlıştır, o zaman “devrimci işçi hükümeti” değil, “sosyalist işçi hükümeti” söz konusudur!! Troçki’de kafa karışıklığının ne ölçülere ulaştığı şu cümleden anlaşılıyor: Proletarya kararlığıyla “proleter olmayan(!) halk kitleleri”ni de peşinden sürükleyecekmiş!! (No. 217) Troçki bunu söylerken şunu hiç düşünmemiştir: Eğer proletarya, proleter olmayan kırsal kitleleri, çiftlik sahiplerinin topraklarına el koymak için peşinden sürükleyip, monarşiyi yıkmayı başarabilecekse, bu tam da Rusya’da “ulusal burjuva devrimin” tamamlanması, proletarya ve köylülüğün devrimci-


ÖRGÜT MESELESİ

Marksist-Leninist parti konusunda Troçkizmin görüşleri Marksizm-Leninizm’le tam bir çelişme halindedir. 1- Troçkizm, partiyi mutlak gereklilik olarak görmez. Troçki’ye göre, “sosyalist devrim” nadir olarak özel durumlarda “devrimci olmayan bir marksist (abç) partinin önderliğinde de zafere ulaşabilir.” (P.Frank, 4. Enternasyonal) 2- Troçkizm partiyi “hiziplerin varlığıyla bağdaşmayan bir irade birliği” olarak görmez. O, partide hizip özgürlüğünü savunur. İşçi sınıfının bölünmüşlüğünün, “normal durumun” korunması gerektiğini savunur. Troçkizm, hizipçiliği ve bölünmeyi ilke haline getirir. 3- Troçkizm, “dünya devrimi” teorisinden yola çıktığı için, “dünya partisinin” gerekliliğini savunur. Troçkizm bugünün şartlarına uygun olarak varlığını sürdürmektedir. Bilhassa küçük burjuvazi Troçkist “saf devrim” teorilerinin çekiciliğine kapılmaktadır. Modern revizyonizmin ihaneti sonucu ve burjuvazinin bilinçli propagandasıyla, Troçkizm bugün yeniden canlanma içine girmiştir. Bugün dünyada Troçki’nin ortaya koyduğu şekliyle “saf” Troçkizmi, Troçkist 4. Enternasyonal ve ona bağlı örgütler savunmaktadır. Bir zamanlar ülkelerimizde Troçkizm adına açıkça ortaya çıkan gruplar ve kişiler yoktu. Fakat Troçkizmin görüşlerini savunan, Troçkizmden etkilen akımlar vardı. Bugün ise ülkelerimizde Troçkizm’i savunan birçok akım var. Yukarda da anlatmaya çalıştığımız gibi Troçkizmin temel özelliği, Troçkist görüşleri Lenin’e maletmesidir. Troçkizmin bu yalanlarını ortaya çıkarmak ve karartılan bilinçleri açığa çıkarmak görevimizdir.

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

demokratik diktatörlüğü olacaktır! 1905-1915 yılları arasındaki on yıl –bu büyük on yıl- Rus devriminde iki, sadece iki sınıf çizgisinin bulunduğunu kanıtlamıştır. Köylülüğün farklılaşması, bizzat köylülük içindeki sınıf mücadelesini güçlendirmiş, politik olarak uyuyan pek çok unsuru sarsıp uyandırmış ve kır proletaryasını kent proletaryasına yakınlaştırmıştır. (Bolşevikler 1906’dan beri kır proletaryasının ayrı örgütlenmesinde ısrar etmişler, bu talebi Menşevik Stockholm Kongresi kararına da sokmuşlardır.) “Köylülük”le, Markov-Romanov-Krostov arasındaki uzlaşmaz çelişki ise daha da güçlenmiş, büyümüş ve şiddetlenmiştir. Bu, Paris’te kaleme alınan onlarca Troçki makalesindeki binlerce safsatanın bile “çürütemeyeceği” kadar açık bir gerçektir. Gerçekte Troçki, köylülüğün rolünün “yadsınması”ndan sadece, köylüleri devrim için harekete geçirme isteğinde olmamayı anlayan Rusya’daki liberal işçi politikacılarına yardım etmektedir. Ve bugün asıl mesele budur. Proletarya, iktidarın ele geçirilmesi için, cumhuriyet için, çiftliklere el konması için, yani köylülüğün kazanılması için, köylülük içindeki devrimci güçlerin tümünün meydana çıkarılması için, burjuva Rusya’nın askeri-feodal “emperyalizm”den (Çarlık) kurtarılmasına “proleter olmayan halk kitleleri”nin katılması için mücadele ediyor –ve mücadele etmeyi acımasızca sürdürecek. Ve proletarya, burjuva Rusya’nın Çarlıktan, çiftlik sahiplerinin toprak üzerindeki egemenliğinden kurtarılmasından, zengin köylüleri kır proleterlerine karşı mücadelelerinde desteklemek için değil, tersine- Avrupa’nın proleterleriyle ittifak halinde sosyalist devrimi gerçekleştirmek için yararlanacaktır.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt V sf.173-175, İnter Yayınları 1995 İstanbul) Görüldüğü gibi Lenin’in söyledikleri açık ve net. Sosyal pratik, Rusya devrimi Lenin’in bu tezinin doğruluğunu gösterdi. Troçki ve Troçkistler “bir ülkede sosyalizmin inşası imkânsızdır” tezlerini “ispatlamak” için, SB’ne karşı sabotajlara girişecek kadar alçaldılar. Troçkizmin “dünya devrimi” teorisi, “sol” laflar altında, tek tek ülkelerde devrimleri sabote etme, karşı devrime hizmet etme teorisidir. Bu teorinin kaynaklandığı yer, emperyalizmin gelişmesi içinde her türlü rekabeti ortadan kaldırdığını söyleyen, kapitalizmin eşitsiz gelişme kanununu reddeden, Kautsky’nin “Ultra Emperyalizm” teorisidir. Bu teori sonunda halkları pasifleştirmeye tek tek ülkelerde devrimi imkânsız kılmaya hizmet eder.

Dipnotlar: 1- Bu yazı 1975 yılında yurtdışında yayınlanan Komünist adlı dergideki yazı temel alınarak yazılmıştır. 2- Örgüt komitesi Menşeviklerin yeniden örgütlenmek için kurdukları komitedir... Savaş komitesi ise Çarlık’ın kurduğu ve “Anavatan savunması” propagandası yapan bir komitedir. 10 Ağustos 2011 ✓

63


✒ serbest kürsü

SERBES T KÜRSÜ

“Ciddiyet talebine önce kendimiz uyalım!” başlıklı eleştiri yazısı üzerine

Yeni İşçi Dünyası’nın Mart, Nisan 2010 sayılarında yayınlanan; “Genel grev ciddi, çetin bir mücadele biçimidir… “ başlıklı yazıları eleştiren, “Ciddiyet talebine önce kendimiz uyalım!” başlıklı, Ali Osman Başeğmez’in eleştiri yazısını YDİ ÇAĞRI sayı 151’de (Mayıs, Haziran 2011) yayınlamıştık. Bu sayımızda söz konusu eleştiri yazısına karşı Yeni İşçi Dünyası’nın takındığı tavrı yayınlıyoruz. YDİ ÇAĞRI

Y

64

eni İşçi Dünyası gazetemizin 2010 yılının Mart sayısında, “Genel Grev ciddi, çetin bir mücadele biçimidir…” ve Nisan sayısında da “Genel Grev ciddi, çetin bir mücadele biçimidir - II” başlıklı yazılar yayınlandı. Bu yazılara okurumuz Ali Osman Başeğmez’den “Ciddiyet talebine önce kendimiz uyalım!” başlıklı bir eleştiri yazısı geldi. Ali Osman Başeğmez’in bu yazısını dergimizin 151. sayısında yayınladık. Bu yazıyı yayınlarken tavrımızı bir sonraki sayımızda yayınlayacağımızı belirtmiştik. Gecikmeli de olsa bu yazı ile tavrımızı açıklamaya çalışacağız. Öncelikle okurumuza teşekkür etmek istiyoruz. Çünkü önemli bir emek harcayarak eleştiri yazısını kaleme almış ve eleştiri-özeleştiri ilkesi temelinde sorumluluk göstermiştir. Biz bu tür tartışmaların hem bizleri hem de okuyucuları geliştirdiğini ilerlettiğini düşünüyoruz. Yeni İşçi Dünyası’nda (YİD) yayınlanan ve okurumuzun eleştiri konusu olan yazıların temel çıkış noktası özellikle Tekel işçilerinin 78 gün süren Ankara eylemleri sırasında sık sık gündeme gelen genel grev talebi konusunda tavır takınmaktı. Genel grev talebi Tekel işçilerinin eylemi ile başlamadığı gibi, bu eylemin sonlanması ile de son bulmadı. Hemen hemen her işçi eyleminde aynı talep dile getiriliyor. Biz bu konuda tavır takınırken –yazıların başlığından da görülebileceği gibi- genel grev eyleminin “ciddi ve çetin bir mücadele biçimi” olduğuna vurgu yapıyor; bu kavramın hiçbir ciddi grev hazırlığı olmaksızın kullanılmasına karşı çıkıyor; genel grev gibi ciddi bir işi sendika ağalarından bekleme aymazlığına dikkat çekiyorduk. Yazılarımızın genel yaklaşımı, genel

grev gibi ciddi bir mücadele biçimi için işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alması gerekliliğini vurgulayan bir yaklaşımdı. Ali Osman Başeğmez’in eleştirisi bu yazılarımızda genel grev üzerine yaptığımız bir genel tanım üzerine kurulu. Bir şeyi açık yüreklilikle kabul etmek gerekiyor ki YİD’da yayınlanan yazılarda genel tanım yapılırken, genel grev işçi sınıfının Bolşevik bir parti önderliğinde iktidarı ele geçirmesinin ilk ayağı olan, ayaklanmanın bir hazırlığı ve parçası olan politik genel grev ile eşitleniyor. Her ne kadar Nisan 2010’da yayınlanan ikinci yazıda “Sadece ekonomik taleplerle ve zamanı sınırlı olarak … düzen sınırları içinde olan, düzeni hedeflemeyen.. çalışanların genelini kapsayan bir eylem olarak genel grev”den söz edilse de, bu genel tanımlamada ayaklanmanın başlangıcı olarak düşünülen politik kitle eylemi olarak genel grevi aslında genel grevin tek biçimi olarak gördüğümüz yorum ve eleştirisine yol açacak formülasyonların varlığını ortadan kaldırmıyor. Bu hata tamamen bize aittir. Herhangi bir şeyin arkasına sığınacak değiliz. Tersine bu tartışmada da olduğu gibi eleştirinin doğru kullanıldığında ne kadar değerli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Okurumuz Ali Osman Başeğmez’in YİD’de yayınlanan yazılardaki genel greve ilişkin görüşlerimize getirdiği eleştiriler –bu çerçevede ele alındığındadoğrudur, haklıdır. Genel grevi bu şekilde sınırlandırmış olan formülasyonlar kullanmamız bizim hatamızdır. Bu hatamızı görüyoruz. Genel grev, adı üzerinde emekçilerin genelini ilgilendiren, geniş kitlesel katılımlı, en iyi halde üretimi gerçekten ülke


serbest kürsü

müdahalede bulunan devrimcilerin rolüdür. Yani hareket reformist bir tarzda mı ele alınıyor yoksa reform talepleri öne sürülüyor ama hareket devrimci bir tarzda mı ele alınıyor. Hareketin perspektifi reformist mi devrimci mi? Belirleyici olan budur. Okurumuz bu bölümde Losovsky’den bir alıntı yaptıktan sonra “Bu yüzden kısmi talepler, reform talepleri uğruna mücadele yürütmeye dudak büken, kısmi talepler uğruna genel grev mücadelesini “reformist” nitelikli mücadele diye geri çeviren YİD’deki yazının yazar(lar)ı, aslında bilerek ya da bilmeyerek, işçi sınıfı hareketine yönelik sekterliklerini ve pasifliklerini haklı göstermeye çalışmaktadır.” demektedir. Bu eleştiri YİD’nın teori ve pratiğine yönelik haksız bir eleştiridir. Burada söz konusu olan doğrudan YİD’dır. Eleştiri konusu yazılar bir bütün olarak YİD adına yayınlanan, yalnızca yazarını/yazarlarını değil YİD’nı bağlayan yazılardır. YİD’na yönelik “sekter ve pasif” eleştirisi reddettiğimiz, bütünüyle yanlış bulduğumuz toptancı bir eleştiridir. YİD’nın yazdıklarını ve yaptıklarını izleyenler şunu açıkça görürler: bugüne kadarki tüm çabamız işçi sınıfını ekonomik ve siyasi talepler üzerinden harekete geçirmeye, örgütlemeye çalışmaktır. Çabamız yürüyen mücadelelere müdahalelerde bulunarak bu hareketlerin devrimcileşmesi için çalışmaktır. Eleştirilen iki yazı da bütünlüklü olarak ele alındığında bu yazılardan da böyle bir sonuç çıkarılması yanlıştır. Orada da kısmı talepler uğruna mücadele, reform talepleri uğruna mücadeleyi reddeden tek kelime yoktur. Tersine, reform mücadelesi de ciddi verilmek zorundadır, bu iş işçi hainlerine bırakılmaz düşüncesi bu yazıların temel düşüncesidir. Okurumuz Ali Osman Başeğmez yazısındaki “Genel Grev yapmanın şartları” başlıklı bölümde YİD’daki yazıların genel grev yapma konusunda ortaya koyduğu tezi eleştirmektedir. Bu tez de genel grev yapmak için birçok şart ortaya konmuştur. Sonuç olarak ta Nisan sayısındaki yazıda şöyle denmektedir: “Genel grev, devrimci durumun olgunlaştığı, devrim anı gelip çattığında Bolşevik tarzda örgütlenmiş bir işçi sınıfı partisinin önderliğinde gerçekleştirilir”. Burada ortaya konan şartlar kuşkusuz herhangi bir genel grevin değil, ayaklanmanın parçası olan genel grevin gerçekleştirilmesinin şartlarıdır. Bunun net olarak ortaya konmadığı yerde, genel grevin bir tek biçiminin kabul edildiği eleştirisine temel yaratılmaktadır. Bu hatamızı kabul ediyoruz. Bu bölümde Başeğmez “YİD’daki yazının yazar(lar)

çapında durduran eylemlerdir. Genel grevin değişik biçimleri vardır. Bizim hedeflediğimiz genel grev, kuşkusuz Komünist Partisinin önderliğinde ayaklanmanın aracı olan genel grevdir. Fakat bu genel grevin yalnızca, en üst biçimidir. Bizim bu genel grevi hedeflememiz, hiç bir şekilde bunun çok gerisinde olan genel grev biçimlerini reddettiğimiz, bunları küçümsediğimiz vb. anlamına gelmez. Tersine genel grevler, işçi sınıfının mücadele deneyimi kazanması açısından en önemli okullardan biridir. Eleştiri konusu olan yazılardan da görüleceği gibi, biz bu geri genel grev biçimlerinin de ciddi iş olduğunu, hazırlanmak gerektiğini, bunun için de işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine almaları gerektiğini anlatıyoruz. Grevler ve genel grev konusunda Başeğmez’in de referans gösterdiği İnter Yayınlarından çıkan A. S. Losovsky’nin “Sendikalar Üzerine I-II-III” adlı kitapları çok sayıda örnek ile grev hareketlerini ele almıştır. H. Yeşil’in Dönüşüm yayınları tarafından yayınlanan “İşçi Sınıfı Üzerine Yazılar” başlıklı kitabında da bu konuda doğru görüşler vardır. Tüm okurlarımızın bu kitapları incelemesini ve güncel örnekler içerisinde tartışmanın sürdürülmesini öneriyoruz. Okurumuz Başeğmez’in eleştiri yazısının “Mücadele biçimleri ve Leninist Tutum” alt başlığında söz konusu olan iki yazımızı “işçi sınıfının genel grev strateji ve taktiğini, “Leninist anlamda genel grev” olarak adlandırdığı tek bir genel grev biçimine indirgemekte ve olumlu olarak adlandırdığı genel grev biçimini bir tek şartta uygulanabilir olarak kabul etmektedir.” şeklinde eleştirmektedir. Bu eleştiri, yukarıda atıfta bulunduğumuz ikinci yazıda, genel grev konusunda, bunun başka biçimlerinin de olduğu konusunda yaptığımız tespiti yok saymaktadır. Kuşkusuz eleştirinin bunu atlaması, yok sayması doğru değildir. Yine de genel tanım açısından genel grevi iktidarı ele geçirmenin ilk ayağı olan politik genel grev ile eşitlemiş ve dolayısıyla genel grevin uygulanabilmesinin alanını son derece daralttığımız olgudur. Bu çerçevede bu eleştiri doğrudur. Okurumuzun “genel grev komünistler için “şu ya da bu hükümetten bir hak almak için kullanılması gereken bir araç”, bir reform mücadelesi aracı değilmiş.” diye belirttiği ve devam ettiği bölümdeki eleştirisi de yine bu çerçevede alındığında doğrudur. Genel grevler sermaye iktidarının anda temsilcisi konumundaki hükümetlerden ekonomik veya siyasi haklar elde etmek amacıyla da kullanılabilir ve kullanılmalıdır da. Burada önemli olan bu grevlere önderlik eden veya

65


✒ serbest kürsü 66

ının sunduğu eylem reçetelerinin mantığının kaçınılmaz sonucu işçilere “bekleme”, “pasiflik” öğüdüdür.” demektedir. Bu bütünüyle yanlış, haksız bir eleştiridir. Yazıların hiçbir yerinde işçilere siz durun bekleyin, pasif kalın öğüdü yapılmamaktadır. Tersine söylenen şudur: Örgütlenin, genel grev bağlamında da bunu sendika ağalarından beklemeyin, mücadelenizi kendi elinize alın.vs. Genel tanım yapılırken, genel grevin en yüksek biçimini, tek biçimi imiş gibi göstermeye açık formülasyonlardan yola çıkarak ; bunun kaçınılmaz sonucunun “”bekleme” ve “pasiflik” öğüdü” olarak adlandırılması eleştiricinin “ciddiyet” talebine ters bir tavırdır. “Tekel direnişinin dersleri “başlıklı bölümde okurumuz Tekel işçileri için “İşveren kamu olduğundan, eylemelerinin başından itibaren muhattapları da “kamusal”, yani siyasi idi. Bu nedenle, (YİD’deki yazının yazar(lar)ı bir türlü kabul etmeseler de) Tekel işçilerinin eylemlerinin başından sonuna kadar objektif, doğal bir siyasi yönü vardı ve eylem süreci eylemlerinin siyasi niteliğini daha da güçlendirdi.” diyor. Bu bağlamda evet işverenin devlet/kamu olması nedeniyle Tekel işçilerinin muhatapları anda devleti temsil eden AKP hükümetiydi. CHP, MHP, Ergenekoncular vs. bu olguyu tepe tepe kullanarak, eylemi esas olarak AKP hükümetine karşı bir eyleme dönüştürmek için ellerinden geleni de yaptılar. Ve sendika ağalarının da desteğiyle bunda belli ölçüde başarılı da oldular. Bu anlamda ve bu sınırlarla evet Tekel İşçilerinin eylemlerinin başından sonuna kadar bir siyasi yönü de vardı. Burada fakat cevaplanması gereken esas soru şudur: Tekel İşçilerinin direnişi esas olarak siyasi bir eylem mi idi; yoksa belli siyasi yönü de olan esas olarak ekonomik talepler ağırlıklı ekonomik bir eylem mi idi? Bizim bu soruya verdiğimiz cevap , eylemin esas olarak ekonomik bir eylem olduğudur. Tekel işçileri tüm işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bir taleple veya örneğin bütçe ile ilgili veya işçi çıkarmanın yasaklanması gibi bir taleple eyleme başlamadılar. Tekel işçilerinin eylemi esasta siyasi bir eylem değildi. Tekel işçileri fabrikalarının kapanmaması ve işlerine devam edebilmek için yıllarca mücadele ettiler. Fabrikanın kapatılması ardından gelişen süreçte de 4/C statüsüne geçmemek için, özlük haklarını kaybetmemek için eyleme başladılar. Tekel işçilerinin talepleri sadece kendileri ile sınırlı, ekonomik çıkarlarını koruma talepleriydi. Bu anlamda Tekel işçilerinin eylemi ekonomik talepli bir eylemdi. Eylem içerisinde Tekel işçilerinin politikleşmesi, diğer işçi-

lerin direnişten öğrenmesi, desteklemesi, dayanışma eylemlerinin düzenlenmesi, uluslararası alanda dayanışma gösterilmesi vb. vb. bu gerçeği değiştirmez. Tekel işçilerinin kitlesel olarak eyleme başladıkları andaki talepleri, süreç içerisinde ki talepleri ve eylem sonlandırıldığında ki talepleri değişmemiştir. Bu anlamda da Tekel işçilerinin eylemleri ekonomik taleplerden siyasi taleplere doğru da evrimlenmemiştir. Bu gerçeğin altını çizmek, ekonomik eylemlerle siyasi eylemler arasındaki farkın silinmemesi, bulanıklaştırılmaması için son derece önemlidir. Okurumuz “Direnişteki işçiler ve genel grev talebi” başlıklı bölümde de bir dizi tespitte bulunmaktadır. Burada en önemli olarak gördüğümüz şey Tekel işçilerinin direniş süreci içerisinde genel grev talebini sahiplenmiş olmaları ve bunu Türk-İş yönetimine dayatmalarıdır. İşçilerin bu talebi dile getirdikleri her noktada Türk-İş yönetimi zor durumda kalmış ve teşhir olmuştur. Bu doğrudur, olgudur. Böyle bir süreçte yani Tekel işçilerinin kararlı bir direniş sergiledikleri ve yüksek sesle genel grev talebini dile getirdikleri durumda bizim de Tekel işçilerinin bu talebini “Genel Grev” adı altında desteklememiş olmamız önemli bir eksikliktir. Ancak burada şunun altını çizmek gereklidir. Biz tüm işçi ve emekçilerin hayatı durdurarak genel grev yapmalarına karşı değiliz, olmadık ta. Eylem sürecinde de gücümüz ölçüsünde işçilerinin taleplerinin ve eylemlerinin yanında olmaya, desteklemeye çaılştık. Eksikliğimiz işçilerin talep ettiği genel greve, genel grev adı altında sahip çıkmamamız olarak görülmelidir. Burada yatan ana neden de genel grevi dar bir çerçevede ele almamızdır. Diğer önemli bir nedende gerçek anlamda genel grev yapacak gücün, hazırlığın, bilincin ve örgütlülüğün olmamasıdır. Yapmamız gereken bunlara dikkat çekmek, ama diğer yandan Tekel işçilerinin genel grev taleplerine sahip çıkmaktı. Genel grevin veya etkili eylemlerin Türk-İş yönetiminden beklenmemesi gerektiğini, işçilerin kendi özgüçlerine güvenmeleri gerektiğini birçok kez dile getirdik. Türk-İş yönetimini teşhir etmeye çalıştık. Bizim eksikliklerimizden bağımsız olarak ortaya çıkan sonuç, okurumuzunda birçok yerde tespit ettiği gibi haklılığımızı ortaya çıkardı. Okurumuz aynı bölümde şu tespitleri yapmaktadır: “Tekel işçilerinin eylemlerine sempati duyan büyük çoğunluk, bu sempati ve dayanışmasını kendi çalıştığı işletmede, kendi patronuna karşı, kendi sendika ağasına rağmen, kendi bağımsız inisiyatifiyle, kendi talepleri ve kendi grev


serbest kürsü

yönelik yaratılan yanlış bilinçtir. Bunu durmadan eleştirdiğimiz sendika bürokrasisi mi yapacaktır? Eleştirdiğimiz her eyleme son derece büyük anlamlar yüklemek, birkaç grev hareketini görüp kitlelerin ayağa kalktığını iddia etmek, Birleşik Metal-İş Sendikasının MESS patronlarına karşı giriştiği grevlerde olduğu gibi işçilerin gerçek durumunu görmeden, bilmeden “işçilerin greve hazır oldukları”nı iddia etmektir. Nasıl olursa olsun ister siyasi, ister ekonomik, genel grevi gerçekleştirebilmek için işçi sınıfının yeterli bir bilince sahip olması, hazırlığı ve örgütlülüğü şarttır. Şu şart kendiliğinden patlak veren direnişlerin genel greve doğru evrimlenmesini de kapsar. Çünkü bu evrimlenme sürecinde işçi sınıfı genel grev yapabilecek düzeye erişememişse, örgütlülük sağlanamamışsa adı genel grev olan, ama özünde üretimi-hayatı durdurmayan eylemler gerçekleşir. Bugün görüyoruz ki Yunanistan’da işçi sınıfı genel grev ilan ettiğinde bunu gerçekten de bir genel grev olarak hayata geçiriyor. Tüm hayat durduruluyor. Okurumuz yazısının sonlarına doğru (Sf.56, sol sütun) YİD’nın genel greve ilişkin savunduğu pozisyonu “sendika bürokrasisinin tavrıyla aynı düzeye düşmektedir” diye eleştirmektedir. Biz bu eleştiriyi haksız, yanlış, yazarın kendi ciddiyet talebine uygun olamayan bir eleştiri olarak değerlendiriyoruz. Çünkü biz okurumuzun sözleriyle “bu şartlarda genel grev olmaz” derken genel grev için hazırlık yapma gerekliliğinin ve genel grevin Türk-İş yönetiminden beklenmemesi gerektiğinin altını çiziyorduk. İki pozisyon arasında önemli bir fark olduğunu düşünüyoruz. Son olarak okurumuz “Tekel eylemi bağıntısında” “sosyalizm adına konuşanların” bir değerlendirme yapma ihtiyaçları olduğunu belirtiyor. Bu doğrudur. Öncelikle Tekel eylemi bir bütün olarak devrimcilerin gücünün son derece cılız olduğunu, işçi sınıfını etkilemede oldukça yetersiz kaldığımızı bir kez daha göstermiştir. Sonuç olarak bir şeyi bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Okurumuzun eleştirileri bizler açısından son derece yararlı olmuştur. Bu tartışmanın okurlarımız açısında da yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu tartışmaya yeni katkıları bekliyoruz.

eylemi ile birleştirmeye hazır değildi. (…)Eksiklik ve yanlışlık, baskı ile sendika bürokrasisinin gerçekten etkili bir “genel grev” uygulamak zorunda kalacağı beklentisi idi.” Ayrıca Başeğmez şu doğru tespiti de yapmaktadır: “Sonuçta sendika bürokrasisi hem alttan gelen baskıyı hafifletmek hem de sermayeye ve düzene en az zarar vermek amacıyla “genel grev” talebini “genel eylem” talebine dönüştürdü ve en pasif bir biçimde uyguladı.” Burada sendika bürokrasisinin bu nasıl başardığını sormakta yarar var. Çünkü işçilerin politik bilinci ve örgütlülüğü Türk-İş’e aksini yaptırabilecek düzeyde değildi. Bu nedenle Türk-İş yönetimi çeşitli yollarla Tekel işçilerinin mücadele azmini kesintiye uğrattı. Okurumuz “Tekel direnişi ve Genel Grev dersleri” başlıklı bölümde de Tekel işçilerinin genel grev talep ettiğini belirtiyor ve YİD’nı eleştiriyor. Okurumuzun bu eleştirisinde haklılık payının ne olduğunu yukarıda belirttik. Bu bölümde de okurumuz bir dizi tespitte bulunmaktadır. Özet olarak yapılan tespitler işçi sınıfının ne örgütsüz ne de sendikalarda örgütlü bölümünün genel grev uygulamaya hazır olmadığı, eyleme destek verenlerin bazı riskleri göze alamadığı, eylemlerin sendika bürokrasisinin bakış açısını ve çizgisini aşamadığı, böyle bir gücünün olmadığı tespitleridir. (Sayfa 54, sağ sütun) Bu tespitler doğrudur. Bu tespitlere önemli olan şu tespiti de eklemek gereklidir. İşçi sınıfının çok önemli bir bölümü tamamen örgütsüzdür. Sendikalarda örgütlü bölümünün de önemli bir bölümü kağıt üzerinde örgütlüdür, gerçek anlamda örgütlü değildir. Devrimci hareket ile işçi sınıfı arasındaki bağ son derece cılızdır. Sendika bürokrasisinin aşılabilmesi için bu bağın güçlü olması gerekmektedir. İşçi sınıfı kendi önderlerinden yoksundur vb. Ancak tüm bunlara rağmen Tekel eyleminden bağımsız olarak devrimci örgütlerin her fırsatta “genel grev çığırtkanlığı” yapmalarına yönelik eleştirimiz sürmektedir. Çünkü eleştirdiğimiz nokta devrimci örgütlerin küçük, büyük her eylemde, basın açıklamalarında bile aynı talebi dile getirmeleri, bu eylem biçimini diğer grev ve eylem biçimlerinin düzeyine düşürmeleridir. Gerçekliği görmek yerine kendi sübjektif isteklerini gerçek gibi görmektedirler. Buna yeni bir örnek olarak Yeni İşçi Dünyası’nın Mayıs/2011 sayısında yayınlanan “Sınıf hareketinin dışından bakmak” adlı yazıya bakılabilir. Eleştirimiz işçi sınıfı içerisinde son derece güçsüz ve etkisiz bir durumdayken, öne sürülen talepleri kimin karşılayacağına

Yeni İşçi Dünyası Temmuz 2011 ✓ 67



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.