ydic-154

Page 1

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

KASIM/ARALIK 2011/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X154

Güney Kürdistan’a sefer olur, zafer olmaz!

☛ Deprem ve Faşizm... ☛ KCK operasyonları üzerine... ☛ 25 Kasım’da sokaklara, eyleme!... ☛ Petrol İş: Sendikalarda kadınlar güçleniyor… ☛ Bankalara ve siyasetçilere “ÖFKELİLER”!


Filistin’de yaşanan son gelişmeler detaylı bir şekilde ele alınıyor, bu ülkelerde gelinen noktanın ne olduğu ortaya konuyor. Bunların dışında ayrıca ABD’nin finans merkezi Wall Street eylemlerini değerlendiren önemli bir yazı var. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Doğrunun Kavgası/Kavganın Doğrusu sayfalarında Troçkizm dizisine devam ediyoruz. Bu sayıda Lenin’in ölümünden bir süre önce parti önderlerini değerlendirdiği “Lenin’in Vasiyeti” ve Moskova duruşmalarına yer verdik. Troçkizm’i daha iyi anlayabilmek için mutlaka okumanızı tavsiye ederiz. Serbest Kürsü bölümünde “Sosyal savaş ve barış”, başlıklı makaleyi bulabilirsiniz. Okur mektubu sayfalarımızda bir okurumuzun deprem sonrası Van izlenimlerine yer verdik. Aynı okurumuzun gönderdiği çok sayıda fotoğrafı da ilgili yazılarda görebilirsiniz. Son olarak genç okurlarımızın, “Savaş tanrılarının izinde gençler” başlıklı yazısı var. Yeni sayıda buluşmak dileğiyle...

GÜNDEM Deprem ve Faşizm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Suçlu: Sömürü Düzeni!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN İnkar ve imha çözüm değil!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Güney Kürdistan’a sefer olur, ama zafer olmaz!. . . . . . . . . . . . . . . 12 Halkların Demokratik Kongresi üzerine kısaca . . . . . . . . . . . . . . . . 14 “İhbarcılık!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 YENİ KADIN DÜNYASI 25 Kasım’da sokaklara, eyleme! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Sendikalarda kadınlar güçleniyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 “Geleneksel” 8 Mart davası duruşmalarının ilki görüldü. . . . . . . . 25 PANORAMA 10 yıl önce 10 yıl sonra… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26

gündem

editörden - içindekiler

Değerli okuyucu, dopdolu bir sayı ile yeniden birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu sayımızın ağırlığını Van’daki deprem ve Kürt halkının yaşadığı savaş ve saldırılar oluşturdu. Van’daki depremin ardından Kürtlere karşı yükseltilen ırkçılığı, faşizmi teşhir eden yazıları dergimizin ilk sayfalarında bulabilirsiniz. Halkların Kardeşliği İçin sayfalarımızda Kürt ulusunun inkar ve imhasının ve Güney Kürdistan’a yapılan sınrötesi harekatın çözüm olmayacağını vurgulayan değerlendirmeleri ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Bu sayfalarda ayrıca Halkların Demokratik Kongresi oluşumu ve İhbarcılık başlıklı yazıları bulabilirsiniz. Kasım ayı, 25 Kasım, kadına yönelik şiddete karşı mücadele ayı aynı zamanda. Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda bu 25 Kasım’da da bir kez daha işçi ve emekçi kadınlar, şiddete karşı sesini yükseltmeye ve örgütlenmeye çağırılıyor. Yine aynı sayfalarda Petrol İş Sendikasının Eylül 2011’deki sendika kongresinde, sendika ana tüzüğünde kadınlar lehine yaptığı önemli düzenlemeleri değerlendiren bir yazı var. Panorama sayfalarımızda Afganistan’da ve

Yeni Dünya İçin Çağrı Kasım 2011 ✓

İÇİNDEKİLER

2

Deprem ve Faşizm

EDİTÖRDEN

Filistin BM’ye tam üye olabilecek mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 Bankalara ve siyasetçilere “ÖFKELİLER”! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI LENİN’İN “VASİYET”İ YA DA LENİN STALİN’E DÜŞMAN MI İDİ? . . . . 38 MOSKOVA DURUŞMALARI ÜZERİNE... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43 SERBEST KÜRSÜ SOSYAL SAVAŞ VE BARIŞ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52 OKUR MEKTUBU Van Erciş Deprem Bölgesinden İzlenimler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Savaş tanrılarının izinde gençler... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 154 · Kasım/Aralık 2011 • ISSN 1301-692X154• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org

V

an’da son yılların en büyük depremi gerçekleşti. Van’ın merkez ilçesine bağlı Tabanlı köyü merkezli 7,2 büyüklüğünde deprem Diyarbakır, Batman, Şırnak, Muş, Erzurum, Bingöl, Bitlis, Siirt, Mardin ile Irak’ın kuzeyindeki Duhok ve çevre bölgelerde hissedildi. Ancak en fazla yıkım Van’ın Erciş ilçesinde oldu. Erciş’in en işlek caddelerindeki neredeyse tüm binalar yıkıldı. Erciş yanında Özalp ve Muradiye ilçeleri de en fazla etkilenen yerler oldu. Açıklanan bilgilere göre 400’ün üzerinde insan yaşamını yitirdi, 1500’den fazla insan yaralandı ve 4 binden fazla bina yıkıldı. Deprem bölgesinde bulunan TC’nin deprem araştırma enstitüsü Kandilli Rasathanesi depremin büyüklüğünü önce 6,6 olarak açıkladı. Ancak ABD Jeolojik Araştırma Merkezi ise depremin 7,3 olduğunu bildirdi. Kandilli Rasathanesi daha sonra depremin şiddetini 7,2 olarak düzeltti! Bölgedeki kamu binalarının bile önemli bir bölümü ağır hasar almış durumda. Deprem gibi doğal afetlerde insanlara yardım etmekle görevli kamu kurumlarının binalarının, okulların, yurtların vb. yerlerin

özellikle depreme dayanıklı yapılması gerekiyor. Ancak Van depreminde görüldüğü gibi deprem konusunda herhangi bir ilerleme olmamış! Çünkü yapılan açıklamalara göre yeni yapılan çok sayıda binada yıkılmış durumda. Bir öğrenci yurdu tamamen yıkıldı. Ölü sayısı her geçen gün artıyor. Ki bu bilgilere henüz köylerdeki bilgiler eklenmemiş durumda. Deprem sonrasında tüm telefonların devre dışı kalması, bölgede iletişimin durması içler acısı durumu gözler önüne seriyor. Deprem ile Kürtlere karşı başlatılan linç kampanyasına ara verildi. Ancak askeri operasyonlar sürüyor. TSK durmadan öldürülen PKK militanlarının sayısını güncelliyor. Medya şimdilik savaş çığırtkanlığını biraz geri çekmiş durumda. Ancak bunun çok geçici olduğu da görülüyor. Çünkü deprem ile oluşan “insani” havada kullanılan dil Kürtlere yönelen ırkçı ve faşist söylemi gizlemeye yetmiyor. Depremin PKK’nin Hakkari’deki eş zamanlı saldırılarında 24 askerin ölmesinin ardından esen savaş rüzgarlarına denk gelmesi bilinçlerdeki ırkçılığı gün

3


söylediği sözlerle faşist zihniyetin medyadaki tercümanı oldu. Müge Anlı programında polis ve askerlerden bahsederek “Onlara taş atanların elleri kırılsın. Birazda insanlar hadlerini bilsinler. Yeri gelince taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın” dedi. Bu tepki çeken sözlerden sonra, ne ATV yönetimi ne de Müge Anlı özür dahi dilemedi. Daha sonra başka bir programa telefonla bağlanan Anlı sözlerinin yanlış anlaşıldığını, internet sitelerinde sözlerinin çarpıtıldığını, bir vatansever olduğunu ve program ekibi olarak kışlık giyecek vb. gibi yardım yapmaya çalıştıklarını söyledi. Kaldı ki özür dilemek su yüzüne çıkan nefretin üzerini kapatamayacaktır. Müge Anlı’nın bu sözleri üzerine BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada “Deprem kadar yıkım yaratan faşizan ırkçı tutumlardır. İnanıyorum ki, herkes tarafından da mahkum edilmiş bir duygu olarak asla ve asla yaşam bulmayacak davranışlardır. Bazı televizyon programcılarının ‘ırkçılık mezunu faşizmde doktora yapan bu plastik

Depremin ardından birçok kurum tarafından yardım kampanyaları örgütlenmeye başlandı. Bu yardım kampanyaları yine yoğun olarak sosyal paylaşım siteleri üzerinden duyurulmaya çalışıldı. Elmadağ Haber adlı bir site bu yardım kampanyalarının PKK bağlantılı kuruluşlar tarafından yapıldığını iddia etti. Aynı haber sitesi Van Belediyesi’nin de başlattığı kampanyayı benzer ifadelerle gölgelemeye çalıştı. Söz konusu Kürtler olduğunda, yardım kampanyaları da hemen birilerinin aklına PKK’yi getiriyor.

4

hamet dolu yayınlar yapıyor. Durmadan enkaz altından çıkarılan cansız bedenleri, yıkılan binaların görüntülerini veriyor. Ve hangi kanalı açsanız program sunucusunun hemen yanında bir deprem uzmanının depremi yorumladığını görüyorsunuz. İnsanların acısının üzerine konulan fon müziği ile yürekler dağlanıyor, insanlar üzerinde depremin yıkıcılığına medyanın yıkıcılığı ekleniyor. Ancak aynı medyada da “sokaktaki vatandaşın” zihniyeti var. ATV’de yayınlanan sabah programında Müge Anlı

oyuncaklar’ inanıyorum ki televizyonda daha fazla yer alamayacaktır. Yaymaya çalıştıkları bu faşizan ırkçı anlayışın, hiçbir toplumsal kesimde hakim düşünce olmayacağını göreceklerdir.” dedi. Medyadaki bir diğer ırkçılık görünümü ise HaberTürk televizyonundan geldi. HaberTürk’ün canlı yayında haber sunan Duygu Canbaş Van’daki depremi bildirirken şu ifadeleri kullandı: “Her ne kadar ülkenin doğusundan, Van’dan gelmiş olsa da haber, hepimizi gerçekten derinden sarstı ve üzdü.” Spikerin bu

sözleri yönetim tarafından hemen uyarılmış olacak ki birkaç dakika sonra Canbaş “Bu arada sanırım bir yanlış anlaşılma var. Eğer öyle bir cümle sarf ettiy-

bi olduğu Yeni Asya gazetesinde yayınlanan karikatürde Van’dan itibaren bölgenin deprem nedeniyle ayrıldığı gösteriliyor.

sem ki, bu mümkün değil. ‘Her ne kadar bu deprem Van’daysa gibi bir cümle sarf etmem mümkün değil. Eğer sarf ettiysem bu işin üzüntüsünden dolayıdır. Herkes kadar, Türkiye’nin doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde kim ne kadar üzüldüyse, bu acıyı paylaşıyorsa elbette biz de görev başında aynı acıyı paylaşıyoruz. Sözlerim yanlış anlaşıldıysa tüm izleyicilerden özür dilerim” açıklamasını yaptı. Bu tür sözler kafalardaki ırkçılığı gözler önüne seriyor. Depremin ardından birçok kurum tarafından yardım kampanyaları örgütlenmeye başlandı. Bu yardım kampanyaları yine yoğun olarak sosyal paylaşım siteleri üzerinden duyurulmaya çalışıldı. Elmadağ Haber adlı bir site bu yardım kampanyalarının PKK bağlantılı kuruluşlar tarafından yapıldığını iddia etti. Aynı haber sitesi Van Belediyesi’nin de başlattığı kampanyayı benzer ifadelerle gölgelemeye çalıştı. Söz konusu Kürtler olduğunda, yardım kampanyaları da hemen birilerinin aklına PKK’yi getiriyor. Yeni Asya gazetesinde de İbrahim Özdabak adlı bir karikatüristin Van Depremi ile ilgili İlahi İkaz adlı bir karikatürü yayınlandı. Ankara’da Said-i Nursi’nin 39. ölüm yıldönümü için düzenlenen bir mevlit sırasında depremi “ilahi bir ikaz” olarak nitelendirdiği gerekçesiyle 2 yıl 1 gün hapse mâhkum edilen ve 276 gün hapiste kalan Gazeteci Mehmet Kutlular’ın sahi-

Medyadaki bu ırkçı söylem aslında “sokaktaki vatandaşın” kafasındakilerin çok az bir kısmı. Sadece bazı medya çalışanları bu düşüncelerin en hafiflerine tercüman oluyorlar. İnternet sitelerinde, haberlerin yorum bölümlerinde bunların akla hayale gelmeyecek derecede insanlık dışı görünümleri sürüyor. Deprem ardından Van ve çevresi için, hemen hemen her doğal afet durumunda uygulanan ve yasal olarak düzenlenmiş olan vergi ertelemeleri de uygulandı. “Sokaktaki vatandaş” bu vergi ertelemelerini dahi söz konusu Kürtler olduğundan sorgulamaya başladı. Medyada esen bu faşist söylemler üzerine Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) bir açıklama yayınlayarak ekranlardaki ve sosyal paylaşım sitelerindeki faşist yorumlara karşı daha fazla sorumlu davranılması uyarısında bulundu. İşte bunlar depremin değil ırkçılığın resmidir. Siyasette kullanılan nefret söyleminin, şiddetin, topyekun savaş çığırtkanlığının, ulusal haklarını talep eden bir ulusa yönelen silahların resmidir. Burjuvazinin insanlığa verdiği şey budur! Faşist bir travma geçiren insanlık her geçen gün kendisi ile birlikte tüm dünyayı tehdit etmektedir. Bundan kurtulmak, yeni bir dünya yaratmak tüm ezilenlerin omuzlarında duran ve aciliyeti her geçen gün artan bir görevdir. 25.10.2011 ✓

gündem

gündem

yüzüne çıkardı. Depremin hemen ardından yönlendirilen “sokaktaki vatandaş”, “Allahın sopası yok” demeye başladı. Sosyal paylaşım sitelerinde de aynı söylem devam ediyor. Depremin Kürtlerin yaşadığı bir bölgede olması ve ölenlerin çok büyük çoğunluğunun Kürt olması, kimi insan müsveddelerini sevindirmişe benziyor. “Teröre destek verirlerse böyle olur!”, “Ağlama sırası onlarda!”, “Hükümetin yapamadığını Allah yapıyor!” Sosyal paylaşım sitelerinde yapılan bu tür yorumlar bu kadar da olmaz dedirtecek düzeyde! Kendi türünün ölümüne sevinebilen başka bir tür canlı yok şu yeryüzünde… Oysa aynı deprem başka bir bölgede de her an olabilir. Bu kez ölenlerin çoğunluğu Kürtler olmayabilir. Acaba bu kez de “Allahın sopası yok” denilebilir mi? Doğal afetler ile ırk arasında bağ kurmak mantıklı bir insan beyninin yapabileceği bir şey değil. Bu beyinler faşizmin zehiri ile zehirlenmişler. Bilinçler karartılmış, insan duyarlılığı köreltilmiş, ölüm karşısında sevinç çığlıkları atabilecek bir noktaya getirilmiş. Medya bu tür olaylarda hep yaptığı gibi acı ve mer-

5


Suçlu: Sömürü Düzeni!

M

6

erkez üssü Van’ın merkeze bağlı Tabanlı köyü olan, 23 Ekim Pazar günü saat 13.41’de meydana gelen Richter ölçeğine göre 7,2 büyüklüğündeki deprem, başta Van kent merkezi ve Erciş İlçesi olmak üzere bir çok yerleşim merkezinde yüzlerce binayı yerle bir etti, bazı köyleri haritadan sildi. Depremin en çok etkilediği Erciş İlçesi’nde yüzlerce bina yıkıldı. Depremin ilk günü bölgeye ciddi yardım ulaştırılmadı ve insanlar kendi imkanları ile kurtarma çalışması yapmaya çalıştı. Kriz merkezi depremin ikinci günü sabaha karşı, Van’da 100, Erciş’te 115 kişinin öldüğünü açıkladı. Ölü sayısı, enkaz kaldırma çalışmaları ilerledikçe artıyor. Yazıyı kaleme aldığımızda, ölü sayısı 523, yaralı sayısı ise 1650 kişi olarak açıklanıyordu. Depremin şiddetine rağmen ölü sayısının bu kadar az olması, depremin Pazar günü ve gündüz olması önemli bir rol oynadı. Depremin 4. gününde bizzat Van Valisi, “köylerde bir çalışma yapılmadı”ğını açıkladı. Başbakan Erdoğan da “İlk anda, gerçekten ilk 24 saatte, bu konuda bir başarısızlık oldu, kabul ediyoruz” itirafında bulundu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’de; “Sayın Bayraktar’la

gittiğimiz köylerde, örneğin Gedikbulak Köyünün nüfusu 2000’e yakın. Biz oraya gittiğimizde ulaşan çadır 30 taneydi. Bu gece yarısına kadar yeteri kadar çadır gelecek. Ama ilk etapta vatandaşın başını sokacağı yer olduğu için çadır ve battaniye önemli. Bu konuda eksikliği ben de kabul ediyorum. Çadırların intikalinde bir sorun var.” İtirafında bulunuyordu. Can kaybının en çok yaşandığı Erciş’te, depremin4. gününde binlerce depremzede çadır, battaniye gibi temel ihtiyaçları için kaymakamlık önünde sıraya girmiş. Başbakan ise çıkmış televizyona; “ilk gün başarısız olduk, ama şimdi her şey yolunda” diyor. “Van’da devlet yok” diyenleri ise, “felaket tellallığı” ile suçluyor. Dört bir yandan gelen yardım malzemelerine jandarma el koyuyor. Bu malzemeler depremzedelere dağıtılmıyor. Bu durumu protesto eden depremzedelere, polis gaz bombası ile saldırıyor. Yoksul halkı yalnız deprem değil, devlet de vuruyor.

Irkçı faşistler yine işbaşında! Bir taraftan insanlar depremin acısı ile boğuşurken, diğer yanda sosyal paylaşım sitelerinde, yazılı ve gör-

Deprem değil, yanlış yapılanma öldürüyor! 17 Ağustos Marmara depremi ve sonrasında olan depremlerde binerce insan hayatını kaybetmişti. Bunun üzerine uzmanlar deprem bölgelerinin haritalarını yayınlamışlar, buralardaki yanlış yapılanmalara dikkat çekmişlerdi. Her depremden sonra gündeme gelen bu sorun, Van depremi ile de bir kez daha gündeme geldi. Televizyon ekranlarına çıkan uzmanlar. “yanlış yapılandırmaların devam ettiğini, yapılan inşaatları denetleyen mühendisleri ile müteahhitlerin tespit edildiğini, bunların çoğunun ise bu konuda uzman olmadığını” belirterek, işin özünde bir değişikliğin olmadığını belirtiyorlar. Van depreminde de kerpiç ve taşla yapılan binalar yerle bir olmuştur. Şehir merkezinde yıkılan binaların depreme dayanıklı yapılmadığı için yerle bir oldukları görülmüştür. Kapitalist sistemde, her şey kar uğruna yapıldığı için yapılan binalarda da hırsızlık yapılarak insanların özelliklede yoksul insanların geleceği ile oynanmaktadır. Her depremden sonra timsah gözyaşı döken egemenler, Van depreminde de aynı timsah gözyaşlarını dökmektedirler. Marmara ve Düzce depremi sonrası çı-

kardıkları yasalarla önlem aldıklarını söylemelerine rağmen, her şey eski tas eski hamam devam ediyor. TMMOB, Erciş ve Van da yaptığı incelemede, Marmara depremindeki uyarılarının dikkate alınmadığını, Adapazarı depreminden beri Türkiye’deki deprem düzenlemelerinde bir arpa boyu dahi yol alınamadığının, Van ve Erciş’te yaşanan deprem ile gün ışığına çıktığını belirterek; Türkiye’nin “artık yalnızca bir ‘deprem ülkesi’ değil bir ‘afet ülkesi’” olduğunu açıklıyor. 17 Ağustos Marmara ve Düzce depreminde olduğu gibi, Van, Erciş depreminde de, depremde kayıpların ağırlığının en belirleyici unsurunun sömürücü, kapkaççı, hırsız, kâr üzerine kurulu, insana değer vermeyen kapitalist düzendir. Van’da, Erciş’te iskambil kulesi gibi çöken evlerin yanında, fazla zarar görmeden ayakta kalabilen evler olduğu görüldü. Erciş’te fay hattı üzerine, afet evlerinin yapıldığı ortaya çıktı. Hırsızlığın, rüşvetin yalnızca özel yapılarda değil, “devlet yapılarında” da olduğu görüldü. Okullar yıkıldı. Hastaneler ve bir çok kamu binası kullanılamaz hale geldi. Bir kez daha, yanlış imar planlamalarının gerçek sorumluları, yasaları yapanlar, uygulayanlar, utanmadan deprem bölgesinde boy gösterip, yaraların en kısa zamanda sarılacağı vaatlerinde bulunup “milletçe başımız sağ olsun”, “geçmiş olsun” vs. diyerek parsa toplamaya çalıştılar. Doğal bir afet olan depremin zararlarının bu denli büyük olmasının temelinde, gerekli tedbirleri almayan, birinci derecede deprem bölgesinde yerleşim birimleri inşa eden bu düzenin, bu devletin kendisidir. Depremi gerçek anlamda felâket haline getiren, hırsızlığın, yağmanın, soygunun kutsandığı bu sömürü düzenidir! Deprem bir doğa olayı. Olması engellenemez. Fakat alınacak önlemler ile depremin yıkıcı sonuçları en aza indirgenebilir. Bir doğa olayı olan deprem insanı öldürmez. İnsanı öldüren daha fazla kar elde etmek için yapılan binalar, gerekli önlemi almayan bu düzenin kendisidir. Kâr, sömürü üzerine kurulu olan bu düzende değil, insanları ve ihtiyaçlarını merkezine koyan, sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünyada, ancak depremlerin bu kadar ağır sonuçlar vermesi engellenebilir.

gündem

gündem

Deprem Van’ı vurdu!

sel medyada ırkçı faşistler iş başındaydılar. ATV’de program yapan Müge Anlı isimli ırkçı, “Polise, askere taş atıyorlar, şimdi de onlardan yardım istiyorlar” diyerek, aklı sıra çok doğru bir şey söylediğini düşünüyordu. Müge Anlı yalnız değildi, onun gibi düşünen yüz binler, belki de milyonlar vardı. Nitekim sosyal paylaşım sitelerinde rastladık pek çoğuna: “Teröre destek verirlerse böyle olur!”, “Ağlama sırası onlarda!”, “Hükümetin yapamadığını Allah yapıyor!” gibi ırkçı faşist söylemler ayyuka çıkıyordu. Başbakan Erdoğan depremin ardından bir yanda bu ırkçı söylemlere karşı; “Sosyal paylaşım sitelerinde, gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında ayrımcılığa ilişkin her ima insanlık dışıdır, vicdansızlıktır. Yıkımı ırkçılık vesilesi olarak kullanmayı reddediyorum” derken, diğer yandan BDP’yi suçlamayı ihmal etmedi. Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında; “Barışa ihtiyacımız olduğu bu dönemde bunu fırsata dönüştürelim diyeceksin, sonra meydanda nara atacaksın. Burada bile fırsatçılığı hedef seçen anlayış var. Böyle bir günde, böyle bir sıkıntılı anda, askerimizi mayın tuzağında vurmak isteyen anlayış ve uzantılarının bu ülkede kardeşlik duygusu olabilir mi? Her şey açık net ortada. Bunun neresinde paylaşma, kardeşlik var.” Diyerek bir kez daha ırkçı bir yaklaşımla, ırkçı faşistlere BDP’yi hedef olarak gösterdi.

Unutmayalım, unutturmayalım! 27.10.2011 ✓

7


İnkar ve imha çözüm değil! Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, seçilen beş milletvekilinin tahliye edilmemesi üzerine, Diyarbakır’da toplanan BDP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşenleri, “Parlamento ve iktidar bu haksızlığı giderme ve demokratik siyasetin önünü açarak çözüm olanaklarını geliştirme yolunda somut bir adım atıncaya kadar parlamentoya gitmeyeceğiz” tavrını 1 Ekim 2011’e kadar sürdürdü

S

8

ömürgecilerin Kürt ulusuna karşı yürüttükleri savaş ve sonuçları hakkında, dergimizin daha önceki birçok sayılarında tavır takındık. Bu yazımızda son aylarda AKP iktidarının Kürt ulusuna karşı yürüttüğü topyekûn saldırı ve imha operasyonları hakkında tavır takınmak istiyoruz. Son ayların analizini yapmadan önce iki yıl öncesine dönelim. 29 Mart 2009 da yerel seçimler yapıldı. BDP’den önceki Demokratik Toplum Partisi, yerel seçimlerde 2 milyon 566 bin oy alarak 99 belediye başkanlığını kazandı. DTP, devlet partileri ile eşit haklar temelinde seçimlerde yarışamamıştı. Tüm engellemelere rağmen DTP yerel seçimlerden oylarını artırarak, belediye başkanlıklarını 56’dan 99’a çıkarmıştı. DTP yerel seçimlerden başarılı sonuç almıştı. DTP’nin yerel seçimlerden başarı ile çıkması, hâkim sınıfların hoşuna gitmiyordu. Yerel seçimlerden 16 gün sonra, 14 Nisan 2009 tarihinde 54 kişiden oluşan DTP yönetici ve üyeleri gözaltına alındı. Bu sözüm ona KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) adı ile yapılan ilk operasyon dalgası idi. 2007’de başlatılmış olan telefon ve ortam dinlemesi, teknik takip gibi yöntemlerin ağırlıkta olduğu bir soruşturma sürecinin sonucu olan bu ilk dalgada toplam 51 kişi tutuklandı. Bu dalgayı, 1 Temmuz 2009 ve 11 Eylül 2009’daki daha küçük çaplı operasyonlar izledi. Bir yandan KCK operasyonları sürdürülürken, diğer yandan AKP hükümeti “Kürt açılımı”, “Milli Kardeşlik Projesi” ile PKK’nin tasfiye edilmesi çalışmalarına hız veriyordu! Açılım tartışmaları devam ederken, Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine, 19 Ekim 2009 tarihinde Kuzey Irak’taki Mahmur Kampı’ndan

26,(Mahmur Kampından gelenlerin içinde dört de çocuk bulunuyordu.) Kandil Dağı’ndan gelen sekiz gerilla ile birlikte toplam 34 kişi Habur sınır kapısından giriş yaptılar. Gelenler sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Gelenleri yüz binlerce insan karşıladı. Karşılama törenleri ve gelenlerin serbest bırakılması sonucu, muhalefet partilerinden sesler yükselmeye başladı. Genelkurmay başkanlığının açıklaması ertesinde AKP’de bu koroya katıldı. Gelenler hakkında davalar açıldı. Hapse konulan üç ve haklarında gıyabi tutuklama kararı verilen dört kişi hakkında açılan dava 11 Ekim’de sonuçlandı. Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Kandil ve Mahmur’dan geldikleri sırada gerçekleştirilen karşılama törenleri ve Kürt illerinde katıldıkları etkinliklerde yaptıkları konuşmalar nedeniyle 7 ile 10 yıl 10’ar ay arasında değişen hapis cezaları verildi. Ceza alan dört kişi ve diğerleri daha önce Güney Kürdistan’a dönmek zorunda kalmışlardı. Açılım tartışmaları sürdürülürken, Kürtler üzerinde uygulanan baskılar hız kesmeden devam ediyordu. 11 Aralık 2009’da DTP Anayasa Mahkemesi kararı ile kapatıldı. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri düşürüldü. 24 Aralık 2009’da KCK’ya yönelik bir operasyon dalgası daha yapıldı. Bu operasyon dalgasında, belediye başkanları, insan hakları savunucuları, DTP’den sonra kurulan BDP yöneticileri gözaltına alınıp tutuklandı. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesinde elleri kelepçeli olarak tek sıra halinde basının karşısına çıkarılan BDP’li belediye başkanlarının Nazi-toplama kampını çağrıştıran görüntüleri yayınlandı. Bu görüntüler ile Kürt

lerine rağmen Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu oylarını artırdı ve milletvekili sayısını ise 22 den 36’ya çıkararak bir başarıya imza attı. Amed’de KCK davasından tutuklu olan Mehmet Hatip Dicle 78.220 oy alarak milletvekili seçildi. YSK 21 Haziran gece yarısı açıkladığı bir karar ile Mehmet Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürüldüğünü açıkladı. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğunun listelerinden seçilen ve hapiste olan diğer beş milletvekilinin [Selma Irmak (Şırnak), Faysal Sarıyıldız (Şırnak), Gülseren Yıldırım (Mardin), İbrahim Ayhan (Urfa) ve Kemal Aktaş (Van)] tahliye talepleri reddedildi. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, seçilen beş milletvekilinin tahliye edilmemesi üzerine, Diyarbakır’da toplanan BDP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşenleri, “Parlamento ve iktidar bu haksızlığı giderme ve demokratik siyasetin önünü açarak çözüm olanaklarını geliştirme yolunda somut bir adım atıncaya kadar parlamentoya gitmeyeceğiz” tavrını 1 Ekim 2011’e kadar sürdürdü. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu listesinden seçilen milletvekilleri, YSK seçim sonuçlarını açıkladıktan beş gün sonra toplanan meclise gitmediler ve yemin etmediler. Sıcak bir yaz dönemine girilmişti. Askeri operasyonlar ve gözaltı furyası devam ediyordu. BDP’nin meclise geri dönmesi isteniyordu. Hâkim sınıfların sözcüleri, BDP’nin meclise geri dönmesi ve çözüm adresinin tek yerinin meclis olduğunu açıklıyorlardı. İktidar sözcüleri BDP’yi tehdit etmekten de geri durmuyordu. BDP yemin etmezse ve meclisin beş bileşimine katılmazsa, milletvekilliklerinin sona ereceğini belirtiyorlardı. 14 Temmuz 2011’de Silvan’da çıkan çatışmada 13 asker öldü. Bu eylem sonrası başbakan Recep Tayyip Erdoğan “terörle arasına mesafe koymayanlar Ramazan’dan sonra bedel ödeyecekler” açıklamasını yapıyordu. BDP hedef tahtasına oturtulmuştu. Yapılan operasyonlar KCK’yı değil, BDP’yi bitirme, yok etme operasyonları idi. Artık yeni bir döneme geçilmişti. Kürt sorunu var diyenler Kürt sorununun olmadığı noktasına gelmişlerdi. Gazeteci Fatih Altaylı, Habertürk gazetesinde16 Ağustos’ta kaleme aldığı köşe yazısında “terörle arasına mesafe koymayan” 800 ila 1400 kişinin Ramazandan sonra tutuklanacağını yazıyordu. 17 Ağustos’ta Hakkâri Çukurca’da yola döşenen mayının patlaması ile 8 asker ve bir koruyucu hayatını kaybetti. Bu olay ertesi RTE gazetecilere “Sözün bittiği yerdeyiz. Artık bundan sonrası konuşulmaz,

✌ halkların kardeşliği için

halkların kardeşliği için

KCK operasyonları üzerine

halkına verilen mesaj açık ve netti. Bizlere sundukları bu mesajın hafızamızdan yer edinmesini istiyorlardı! Geçen iki yıla yakın süre içinde sayısız KCK operasyonları gerçekleştirildi. Pek çok KCK davası açıldı. Örneğin Batman’da yürümekte olan 3, Şırnak’ta ise 5 ayrı KCK davası var. Aydın’da bir KCK davası var. Bu dava İzmir’deki Özel Yetkili Mahkeme’de devam ediyor. Türkiye’de Özel Yetkili Mahkemelerin görev yaptığı illerin hepsinde de (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Malatya, Erzurum, Diyarbakır ve Van) görülmekte olan KCK davaları var. KCK ana davası Diyarbakır adliyesinde görülüyor. KCK operasyonları devam ederken, Amed adliyesinde yargılananlara ana dillerinde savunma yapmalarına izin verilmedi ve tutanaklara “bilinmeyen bir dil” ile konuştukları yazıldı. Diğer yandan Abdullah Öcalan, avukatlarına İmralı’da devlet yetkilileri ile görüşmeler yaptığını açıklıyordu. Askeri operasyonlar, tutuklamalar devam ediyordu. PKK 13 Ağustos 2010’da başlattığı eylemsizlik sürecini, 28 Şubat 2011’de yaptığı bir açıklama ile sona erdirdiğini açıklıyordu. Eylemsizlik sürecinin sona erdirilmesinin gerekçesi ise, Kürt siyasetçilere yönelik operasyonların devam etmesi, KCK davasında ana dilde savunmanın engellenmesi ve hiç kimsenin tahliye edilmemesi, Öcalan’ın koşullarında iyileştirilme yapılmaması, Adalet ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulmaması ve seçim barajının indirilmemesi şeklinde açıklanıyordu. Açıklamanın devamında “Bu durumda güçlerimiz saldırılar karşısında kendisini daha etkili savunacak, fakat saldırmayan, operasyona çıkmayan güçlere karşı askeri eylemde bulunmayacaktır. Önümüzdeki sürecin nasıl bir karakter kazanacağı konusunda AKP hükümeti ve devlet güçlerinin yürüteceği politikaların etkili olacağı açıktır” deniliyordu. 12 Haziran 2011’de genel seçimler yapıldı. Seçimler öncesinde egemen sınıflar, Kürt halkının temsilcilerinin meclise girmemesi için her yola başvuruyordu. Bildiğimiz kadarıyla dünyanın hiçbir parlamenter ‘demokratik’ ülkesinde olmayan ülke çapındaki % 10 seçim barajı yüzünden, BDP bağımsız adaylarla seçime girdi. Koşullar eşit değildi. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğunun seçim başarısının engellenmesi için onun karşısına engeller dikildi. Askeri operasyonlar ve BDP’li siyasetçilere yönelik KCK operasyonları seçim kampanyası döneminde hız kesmeden sürdürüldü. YSK (Yüksek Seçim Kurulu) aldığı bir kararla, BDP’nin kimi bağımsız adaylarının adaylığını engellemeye kalktı. Devletin bütün engelleme-

9


imkânsızdı. Oslo görüşmelerinin kayıtlarına bakıldığında MİT müsteşarı Hakan Fidan, görüşmelere “Başbakan adına” katıldığını açıklıyordu. Ses kayıtlarının basına servis edilmesinin ertesinde CHP Genel Başkanı, “Görüştüğünüzü söylediğimizde bize şerefsiz demiştiniz, kimmiş şerefsiz!” sözlerini öne çıkaran bir açıklama yaptı. Başbakan ve çevresi, “devlet görüşür, biz asla görüşmeyiz” açıklamalarını sürdürdü. Hakan Fidan’ın istifa etmesi söylemlerine, RTE kolay adam harcamayacağını belirterek, MİT müsteşarına sahip çıktı. İlginç gelişmeler ve polemikler yaşanıyordu. RTE ve çevresi, Oslo görüşmelerini inkâr etmiyor ve bu görüşmelerin basına servis edilmesinin ahlaki olmadığını açıklıyorlardı. PKK ise, Oslo görüşmelerinin basına servis edilmesi ile bir ilgilerinin olmadığını belirtiyordu. RTE’nin “Devlet görüşür, biz görüşmeyiz” söylemi gerçeği yansıtmıyordu. Hükümet, devlet denilen aygıtın yönetim organıdır. İktidar olanlar devleti yönetmek için iktidara gelirler. O nedenle, devlet-hükümet ayrımı yapılmaz. Ayrıca MİT’ de başbakanlığa bağlı bir kurumdur. AKP, Kemalistlerle yürüttüğü iktidar dalaşında devletin tüm önemli bir dizi kurumlarına hakim olmuş durumdadır. Yani AKP iktidarını iyice sağlamlaştırmıştır. PKK ile yapılan görüşmelere, “vallahi biz görüşmedik, devlet görüştü. Devlet görüşür, biz görüşmeyiz” demek kamuoyunu kandırmaktır. AKP, gerici kamuoyundan gelen tepkileri önlemek için açıkça yalan söylüyor. Kamuoyu tepkileri en aza indiğinde AKP gelecekte yürütülecek görüşmelere açıkça sahip çıkacaktır. 28 Eylül 2011’de BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, Amed’de yaptığı açıklamada, 1 Ekim’den itibaren Meclis’te olacaklarını açıkladı. Demirtaş şöyle konuştu: “Savaşa karşı barışı daha fazla savunmak için, bize güvenen, ezilen bütün kesimlere verdiğimiz sözü daha iyi yerine getirmek için, direniş cephesini güçlendirmek için, Hatip Dicle ile bütün tutsakların özgürlüğü için, AKP’ye rağmen ve AKP’yi geriletmek için 1 Ekim’den itibaren Meclis çalışmalarına katılma kararı almış bulunmaktayız.” 1 Ekim’de Meclis’te BDP milletvekilleri yemin ederek çalışmalarına başladılar. BDP meclise gelmişti ama sınır ötesi ve sınır gerisi operasyonlar hız kesmeden devam ediyordu. Kürdistan coğrafyasında savaş yükseltiliyor ve gözaltı furyası devam ediyordu. BDP milletvekillerinin yemin etmesinden üç gün sonra, İstanbul merkezli olmak üzere Amed, Batman, Ankara, Mardin, Adıyaman, Siirt, İzmir, Şanlıurfa ve

Gaziantep’te, 4 Ekim 2011’de düzenlenen eş zamanlı ev baskınları sonucu aralarında BDP üye ve yöneticilerinin de bulunduğu 146 kişi “yasadışı KCK Örgütü üyesi oldukları” gerekçesiyle gözaltına alındı. Fatih Altaylı’nın yazdıkları ve fısıltı gazetesinin söylemleri doğru çıkıyordu. BDP’ye karşı son operasyon dalgası, şimdiye kadar yapılan operasyonların en büyüğü idi. RTE’nin “terörle arasına mesafe koymayanlar Ramazan’dan sonra bedel ödeyecekler” söylemine uygun hareket edilmişti. BDP’den TBMM’ne gelmesi istenmiş, BDP’nin meclise gelmesi ile birlikte düğmeye basılmıştı. Bu, BDP’ni yoketme operasyonu idi. BDP’ye yönelen saldırı ve imha operasyonlarına karşı, Kürt halkı demokratik tepkilerini ortaya koymaya devam ediyordu. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu (TUHAD-FED), BDP ve Demokratik Toplum Kongresi desteği ile Gemlik’te 9 Ekim’de büyük bir yürüyüş yapılması kararı alındı. Bu yürüyüş ile Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridin protesto etmesi düşünülüyordu. AKP’nin kolluk güçleri üç gün boyunca olağanüstü hal uyguladı. Bursa Valisi üç gün boyunca, Bursa ve çevresinde tüm gösterilerin yasaklandığını açıkladı. Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin diğer illerinden yürüyüşe katılmak isteyenler engellendi. Onlarca kişi gözaltına alındı. Öyle ki kimi otobüs şoförleri bile gözaltına alındı. Kimi şehirlerde BDP’lilerin parti binalarından çıkmalarına izin verilmedi. “İleri demokrasi” adına Gemlik’e giden tüm yollar tutuldu. 9 Ekim günü Kürtler Gemlik’e sokulmadı. AKP hükümeti demokratik hakların kullanılmasına bile tahammül edemiyordu. Kuzey Kürdistan’da olağanüstü hali aratmayacak tedbirler uygulanıyor ve yasak bölgeler ilan ediliyor. İşte son yıllarda ve aylarda ülkelerimizde, Kürtlere karşı uygulananlar kısaca böyle idi. BDP’nin hukuk işlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş, 14 Nisan 2009’dan bu yana gözaltına alınanların sayısını 7 bin 748, tutukluların sayısını ise 3 bin 895 olarak verdi. Bu liste sürekli değişiyor. Çünkü operasyonlar, gözaltına alınmalar ve tutuklamalar devam ediyor. Zorla, baskıyla egemenlikleri altında tuttukları ulus ve azınlıkların kendi haklarını istemeleri durumunda, sorunun çözümü olarak onları ortadan kaldırma siyaseti, Türk hâkim sınıflarının bir türlü vazgeçemedikleri siyasettir. Hâkim sınıflar ellerindeki tüm araçları kullanarak her gün Türk ırkçılığı ve şovenizmini körüklüyor. Kürtlere karşı her alanda topyekûn bir savaş yürütü-

lüyor. AKP hükümeti, Kürt halkına ve Türkiyeli demokrat, ilerici, devrimci ve komünistlere yönelik saldırılarını sürdürüyor. Kürt sorunu kanla bastırılıyor. Kürtlerin kendi kimliğine sahip çıkmasına, sistem içerisinde savundukları kimi hakların verilmesine dahi tahammül edilemiyor. Faşist TC’ye göre; yaşama hakkına sahip olabilmek için herkesin kendisini Türk olarak görmesi ve Türk ırkçılığını, milliyetçiliğini kabullenmesi ve devlete boyun eğmesi gerekiyor. Bizim gibi olun, bizim gibi konuşun, diyorlar. Kürt ulusuna, demokrat, ilerici ve komünistlere yönelik saldırılara her gün yenileri ekleniyor. Devlete muhalif olan herkese, basına, kişilere, kurumlara yönelik saldırı ortamını iyice körükleniyor. AKP hükümetinin “ustalık dönemini” ve “ileri demokrasi”sinin ne olduğunu her gün görüyor ve yaşıyoruz. Faşist devlet varlığını sürdürdükçe; işçilere, emekçilere, ezilen ulus ve milliyetlere yönelik sömürü, zulüm, baskı ve katliamlar şu veya bu biçimde sürecektir. Sömürü sistemi bir bütün olarak ortadan kalkmadıkça ezilenlerin yaşam güvencesi olmayacaktır. Ezilenlerin sömürüsüz, baskısız bir dünyada özgürce yaşayabilmeleri için bir tek yol vardır. Hâkim sınıfların iktidarını demokratik devrimle yıkmak ve işçilerin, köylülerin devrimci demokratik iktidarını kurmak. Devrim ve sosyalizm için de milliyet temelinde değil, sınıf temelinde; milliyetçi örgütlerde değil, Bolşevik Partide örgütlenmek gerekir. Nedir Kürt sorunu? Bu sorunun çözümü nasıl olacaktır? Bu sorulara verdiğimiz cevap şudur: Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal sorun proleter devrimin bir parçasıdır. Ulusal sorunun Türkiye’deki gerçek çözümü proletarya önderliğinde gerçekleşecek demokratik devrimle mümkündür. Çözüm bu ise hâkim sınıflarla yapılacak pazarlıklar sonucu Kürt sorunu çözülemez. Eğer Kürt sorununun çözümünden kendi kimlikleri ile tanınması, Kürtlerin varlığının kabul edilmesi ve hâkim sınıfların makul göreceği kimi hakların verilmesi anlaşılıyorsa, o zaman devletin sorunun çözümüne el atmasını istemek ve beklemek anlaşılır bir durum olur. Ama bunun adı Kürt sorununun gerçek çözümü değildir. Devletin Kürt sorununu gerçek anlamda çözme gibi bir işlevi ve derdi yoktur. Kürt sorununun gerçek çözümü devrim işidir. Gerçek çözümden yana olan, devrimden yana olmak zorundadır. Başka bir yol yoktur. 15 Ekim 2011 ✓

✌ halkların kardeşliği için

halkların kardeşliği için 10

sadece yapılır” açıklamasını yapıyordu. 17 Ağustos gecesi Türk savaş uçakları, Kandil, Zap, Metina, Avaşin-Basyan ve Hakurk’taki PKK hedeflerini bombalamaya başladı. 17 Ağustos’tan bu yana PKK denetiminde olduğu iddia edilen alanlar havadan ve karadan aralıksız olarak bombalanıyor. Bu bombalamalarda birçok sivil yerleşim alanları ve siviller vuruldu. Sınır ötesi ve sınır gerisinde Türk ordusu bir savaş yürütüyor. Dağlar bombalanıyor, ormanlar yakılıyor, yasak bölgeler ilan ediliyor. Yaylalar boşaltılıyor vb. Askeri savaş, psikolojik, siyasi, ekonomik ve diplomatik savaşla birlikte yürütülüyor. Mehmetçik medya, propaganda savaşında önemli bir rol oynuyor. Her gün bitirdik, yok ettik söylemleri manşetlere taşınıyordu. 27 Temmuz 2011’den bu yana Abdullah Öcalan ile avukatları görüştürülmüyor. Görüş yasağının gerekçesi olarak, hava muhalefeti, koster bozuk vb. komik gerekçeler öne sürülüyor. Öcalan sadece avukatları ile değil, yakınları ile de görüştürülmedi. Öcalan dışında İmralı adasına güya Öcalan’ın tecridine son vermek amacı ile adaya nakledilen beş mahkûm ile de görüş yapılmasına izin verilmiyor. Öcalan ve beş mahkûm üzerinde ağırlaştırılmış bir tecrit uygulanıyor. Adadaki mahkûmların hapishane koşullarının düzeltilmesi ve uygulanan tecridin kaldırılması için yapılan tüm girişimler sonuç vermiyor. Bu somutta bir kez daha AKP hukukunun da guguk olduğu açığa çıkıyor. İlginç olaylar gelişmeye devam ediyordu. Türkiye’de gündemi takip etmek ve yaratılan suni gündemlere yetişmek güçleşiyordu. Eylül ayı ortalarında MİT ve PKK’nin Norveç’in Oslo şehrinde yaptıkları ses kayıtları basına servis ediliyordu. Öcalan yakalandığından beri İmralı’da görüşmelerin yapıldığı biliniyordu. Son yıllarda ise artık askerin yerine MİT müsteşarı doğrudan görüşmelere katılıyordu. Öcalan’ın avukatlarına verdiği bilgilere göre, müzakere sürecine geçilmiş ve hazırlanan protokoller devlete sunulmuştu. AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İmralı’da yürütülen görüşmeleri doğruluyor ve devletin kurumlarının görüşme yapabileceğini açıklıyorlardı. Seçim kampanyasında muhalefetin iktidarın İmralı ile görüştüğü iddialarına karşı, RTE ‘seviyeli’ bir tartışma yürütüyor ve muhalefete “benim veya bakan arkadaşlarımın görüştüğünü ispatlayın, ispatlamazsanız şerefsizsiniz” diyordu. Oysa MİT başbakanlığa bağlı bir kurumdu. RTE’nin izni olmadan MİT’in İmralı ile görüşmeler yapması

11


19

12

Ekim 2011 gecesi Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde PKK ile ordu güçleri arasında bir çatışma yaşandı. Sabaha kadar süren çatışmalarda, Türk medyasının verdiği bilgilere göre; PKK eş zamanlı olarak sekiz ayrı hedefe saldırmış, çatışmalarda 24 asker ölmüş ve 18 asker de yaralanmıştı. Sabah saatlerinde çatışmanın sona ermesinden sonra, Jandarma Özel Harekât taburlarında görevli 600 komando Güney Kürdistan topraklarına girmişti! HPG ise (Halk Savunma Güçleri), 20 Ekim günü yaptığı açıklamada Çukurca eylemi hakkında detaylı açıklamalar yapıyor ve gerçekleştirilen eylemde hedeflenen 18 ayrı noktada 81 Türk askerinin öldürüldüğü ve 7 gerillanın da hayatını kaybettiği belirtiliyordu. Hakkâri’de 24 askerin ölmesinin ardından Genelkurmay ilk açıklamayı yaptı. Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada, ‘’Yurtiçinde ve sınır ötesinde (Güney Kürdistan) toplam 5 ayrı bölgede, toplam 22 taburla geniş kapsamlı, hava destekli kara operasyonlarına başlan’’dığı açıklanıyordu. 22 tabur yaklaşık 10 bin askeri ifade ediyor. Bu da oldukça geniş kapsamlı bir operasyonun yapıldığını gösteriyor. RTE ise, Kazakistan gezisini iptal ediyor ve M. Barzani ile yapılan telefon görüşmesinin sonrasında, KDP Genel Başkan yardımcısı olan Neçirvan Barzani Ankara’ya çağrılıyordu. RTE medya patronları ile bir

araya geliyordu. Anlaşılan RTE medyanın bir bölümünün yayınlarından rahatsızdı! RTE açıkca yürüyen savaşta medyanın psikolojik ve propaganda açısından savaşa destek vermesini istiyordu. RTE yaptığı basın toplantısında şöyle diyordu: “Bu harekât netice almanın bir adıdır. Onun için başlatılmıştır. Silahlı Kuvvetlerimizin sitesinde de bir haber olarak vardır. Bu operasyonla belirlenen koordinatlarda ilk adımı atmaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz gerek havadan gerek karadan bunu sürdürmektedir”. Görüldüğü gibi RTE netice almak için kara harekâtının başlatıldığını açıklıyordu. Çok değil daha iki yıl önce Kürt sorununda iyi şeyler olacak diyen RTE, şimdi netice almak için harekâtın başlatıldığını açıklıyordu. Hakkâri Çukurca’da 17 Ağustos’ta sekiz asker ve bir korucunun ölmesi ertesinde, Türk savaş uçakları, Kandil, Zap, Meti¬na, Avaşin-Basyan ve Hakurk’taki PKK hedeflerini bombalamaya başladı. 17 Ağustos’tan bu yana Türk savaş uçakları aralıksız olarak PKK’nin denetimin¬de olduğu iddia edilen alanları bombalıyordu. Bom¬balamanın yanı sıra Kuzey Irak bölgesi füze ve top atışlarına tabi tutuluyordu. Kara harekâtı için de hazırlıklar yapılıyor ve uygun ortam kollanıyordu. Çukurca çatışması ertesinde uygun ortam yakalandı ve Güney Kürdistan seferi başlatıldı. Şimdiye kadar kaç sefer yapıldı Güney Kürdistan’a?

Çukurca’da yaşanan çatışmalar ertesi yaşamını yitiren kolluk güçleri bahane edilerek, BDP hedef tahtasına oturtuldu. Kürtlere yönelik baskılara ve saldırılara ise her geçen gün yenisi eklenmektedir. Türk Cumhurbaşkanı “intikam” çığlıkları atıyor! Kürtler potansiyel suçlu olarak gösteriliyor. BDP binalarına ve Kürtlere yönelik ırkçı saldırılar geliştiriliyor. Bu ırkçı yaklaşımın verdiği ürün, Türk ve Kürt halkı arasındaki düşmanlığı kızıştırmada önemli bir tehlike olarak kendisini gösteriyor. Sivil faşistler Kürtlerin veya kurumlarının üzerine saldırtılıyor, kitlesel linç havası yaratılıyor. Türk-Kürt halkları arasındaki düşmanlığın körüklenmesine karşı mücadele etmeliyiz. En başta Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin devletin Kürt ulusuna karşı topyekün saldırısına izin vermemesi gerekir. Gündemde olan saldırılar sadece Kürtlere karşı değildir. Varolan demokratik hakların ortadan kaldırılması, resmi devlet ideolojisine uygun görülmeyen herşeyin “terörizm”, bunları savunanların da “terörist” ilan edilmesi, basın özgürlüğünün ayaklar altına alınıp postallarla ezilmesi; halklar arasında şovenizmin, ırkçılığın kışkırtılması vb. tüm bunlar Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan tüm ulus ve milliyetlerden işçilere, emekçilere yönelik saldırılardır. Güney Kürdistan’a askeri harekâtın başlatıldığı bir süreci yaşıyoruz. Özellikle Türk ulusundan işçiler, emekçiler de bu savaşın destekçileri, ortağı yapılmaya çalışılmaktadır. Faşist T.C. devletinin Güney Kürdistan (Kuzey Irak) topraklarına yaptığı saldırı ve işgale dur diyelim! Bu tavrı takınmak işçi sınıfının enternasyonalist görevidir. İşçilerin, emekçilerin, ezilenlerin bu savaştan hiç bir çıkarı yoktur. Bu savaşa karşı durmalıyız. Bu savaşa karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Öncelikle Türk ulusundan işçiler, egemen sınıflar tarafından örgütlenen Türk ırkçı-milliyetçiliğine ortak olmamalıdır. Türk milliyetçiliğine karşı, değişik milliyetlerden işçilerin, ezilenlerin ve ezilen halkların enternasyonal dayanışma içinde ortak mücadelesi örgütlenmelidir. Başka halkları ezen bir halk özgür olamaz! Güney Kürdistan’a karşı yürütülen savaşın hiç bir haklı gerekçesi yoktur. Kahrolsun Türk şovenizmi! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! vb. şiarları proletarya enternasyonalizminin savunuculuğunda haykırmamız ve bize yol göstermesi gereken şiarlar olmalıdır. Bimre koletî, bijî azadî! 21 Ekim 2011 ✓

✌ halkların kardeşliği için

halkların kardeşliği için

Güney Kürdistan’a sefer olur, ama zafer olmaz!

Yapılan her seferden sonuç alındı mı? 1984’ten beri Kürt Ulusal Hareketinin öncü güçleri ile bir savaş yürütülüyor. Türk ordusu tarafından Kürdistan dağlarına atılan bombaların haddi hesabı yoktur. Ormanlar yakıldı, köyler boşaltıldı sonuç alındı mı? Binlerce insan öldürüldü, binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban edildi, binlercesi hapsedildi, sonuç alındı mı? Öncelikle bugüne kadar yapılan sınır ötesi operasyonlarla T.C neyi çözmüş ya da neyi çözmeyi hedeflemiştir? Yapılan birçok sınır ötesi operasyon içerisinde en kapsamlısı 40 bin askerle 1997 Mayıs ayında yapılmış ve aylarca sınır ötesinde kalınmıştı. Peki bunca operasyona rağmen TC. sonuç alabildi mi? Hayır! Güney Kürdistan’a saldırı için PKK’nin bu alanda varlığı Türk faşistleri açısından bir bahanedir. TC. bu bahaneyle Irak topraklarına bugüne kadar birçok kez girmiştir. Askeri olarak bu saldırılarla PKK’nin yok edilemeyeceği onlarca kez ispatlanmıştır. Her savaşın bir nedeni vardır. Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaş da nedensiz değildir. Kürt halkı artık köle olarak yaşamak istemiyor. Artık ok yaydan fırlamıştır. Şimdiye kadar yapılan katliamlar, operasyonlar ile istenilen sonuç alınamadı. Kölece yaşamak istemeyen Kürt halkı, kendi ulusal hakları için mücadeleye atılmıştır. TC. tarihi boyunca engellenemeyen bu haklı mücadelenin bundan sonra engellenmesi mümkün değildir. Kürt ulusunun sömürgeci devlete karşı, kendi ulusal haklarına sahip çıkması, kendisine dayatılan köleliği kabul etmemesi, kendi kaderini kendi tayin etmek için bir savaş yürütmesi haklı bir savaştır. TC’nin Kürt ulusunu kendi boyunduruğu altında tutmak için her türlü araca başvurarak sürdürdüğü savaş haksız gerici bir savaştır. Günlük gazetelerin manşetleri askeri harekâtların, öldürülen insanların, çatışmaların, bombaların, patlamaların haberleriyle doluyor. Çatışmalarda ölen askerlerin cenazelerinde Türk şovenizmi, ırkçılığı kışkırtılıyor, Kürtlere düşmanlık körükleniyor. Türkiye’de resmen adı konmamış bir savaş hali yaşanıyor. Özelde Kürt halkına, genelde de demokratik, devrimci muhalefete karşı topyekün bir saldırı kampanyası yürütülüyor. Faşist TC., Kürt sorununu kanla bastırıyor. Türk devletine göre; yaşama hakkına sahip olabilmek için herkesin kendini Türk olarak görmesi ve Türk ırkçılığını, milliyetçiliğini kabullenmesi ve faşist Türk devletine boyun eğmesi gerekiyor! Bunu yapmayanları işkenceler, zindanlar, sürgünler bekliyor. BDP’den PKK ile arasına mesafe koyması ve PKK’yi “terörist” olarak adlandırması isteniyor.

13


12

14

Haziran genel seçimlerinden önce Emek, Demokrasi, Özgürlük bloğu kuruldu. BDP, EMEP, EHP, EDP, DSİP, İSP, SDP, DÖH, İşçi Cephesi, Köz, SBH, SGPH, SODAP, TÖP, Türkiye Gerçeği bileşenlerinden oluşan Blok, seçimlerden oylarını ve bağımsız Milletvekili sayısını artırarak çıktı. Seçimlerden önemli bir başarı kazanarak çıkan Blok, seçimlerden sonra Kongre Girişimi adı altında çalışmalarına devam etti Kongre Girişimi, 20 ayrı bölgede kongre hazırlık çalışmaları (Köz bu sürece gözlemci olarak katıldı. Blok bileşeni olmayan ESP, Kongre Girişimi’nde yer aldı.) yürüttü. 15/16 Ekim tarihlerinde Ankara’da 820 delege ile kongre toplandı. Kongrede, partileşme kararı alındı. Program Taslağı mevcut haliyle kabul edildi. 6 ay sonra yapılacak kongrede program ve tüzükte yenilik yapılması, Halklar Gerçeği Kongresi’nin kurulması ve bu kongrede Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun oluşumuna gidilmesi kararı alındı.

Kongre Girişim’in Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ismi ile yoluna devam etmesi kararı alındı. Genel Meclis üye sayısı 101’den 121’e çıkarıldı. 820 delegenin oy çoğunluğuyla, yerel yönetim ve milletvekili genel seçimlerine yönelik parti kurulması kararı aldı. Kurulacak partiye ilişkin alınan kararda yapılan tarif ise şöyle: “Kongre bileşenleri, partide yer alıp almamakta bütünüyle özgürdür. Partiye katılan kongre bileşenleri katılmayanlar karşısında bir ayrıcalık kazanmaz, katılmayanlar da katılanlar karşısında hak kaybına uğramaz. Kongre bu hedefi gerçekleştirmek üzere Kongre Meclisi’ni görevlendirir.” Kongre şu noktalarda mücadele kararı aldı. “* Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için mücadele. * Demokrasiyi kazanmak için mücadele (siyasi partiler yasası, TCK, Anayasa, özel yetkili mahkemelere ilişkin mücadele). * Vicdani red ve anti militarizmin savunulması. * Gençliğin sınavlar, eğitimin içeriği, anadilde eği-

Programda yok yok! Kongrede kabul edilen program ve alınan mücadele kararları içerisinde yok yok! Hemen her konuda tavır var. Kürt sorunundan, kadın sorununa, demokrasiden çevre sorununa, gençlik mücadelesinden, emek mücadelesine vb. her konuda tavır var. Programda, kapitalist düzen içinde yürütülecek mücadele ile kazanılacak haklar ile ancak bir devrim sonrası kazanılacak haklar arasındaki ayrım silinmiş. Diğer bir ifade ile reformist mücadele ile devrim mücadelesi birbirine karıştırılmış, reformizm programa damgasını vurmuştur. Programda HDK’in yürüteceği mücadele ile sistemi yıkmadan, her konuda her türlü hakkın alınacağı yanlış bilinci verilmektedir. Birkaç örnek vermek istiyoruz: “Kongremiz, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme/düzene itirazı olanların gücünü açığa çıkarmayı

ve bu gücü örgütleyerek, demokratik bir toplum yaratmayı amaçlar.” Demokratik kimi hakları mücadele ile almak başka, demokratik toplumu yaratmak başkadır. Birincisi kapitalist sistemde mümkünken, ikincisi mümkün değildir. “Demokrasiyi temsili bir meclisle sınırlı görmeyen Kongremiz, halkın tartışma, örgütlenme ve karar mekanizmalarına katılımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, her düzeyde halk denetiminin geliştirilmesini savunur.” Halkın tartışma, örgütlenme, karar mekanizmalarına katılması, halk denetiminin olması sömürü üzerine kurulu bu düzende tam anlamıyla olması mümkün değildir. “TMK, TCK ve Özel Yetkili Mahkemeler kıskacındaki adaletsiz, otoriter ceza sisteminin değiştirilmesi ve cezaevlerinde tecrit uygulamalarının kaldırılması için mücadele eder; yargının bağımsızlığını ve demokratikleştirilmesini savunur.” Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda, yargının bağımsız olması, demokratik olması mümkün değildir. Yargının bağımsız, demokratik olması halk iktidarı ile mümkündür. Kongrenin Kürt sorunu konusunda çözümü şöyledir: “Kongremiz, tüm kimliklerin farklılıklarıyla varlığını korumayı savunur; eşit ve özgür yurttaşlık hukuku içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını, temel bir ilke olarak kabul eder. Kürt halkının temel hak ve özgürlüklerine bu ilkesel tutum çerçevesinde yaklaşan Kongremiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, barışçıl demokratik ve eşit haklara dayalı çözümünü savunur, bunun için mücadele eder. Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.” Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Bu sorun, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması, Kürt kimliğinin tanınması, kimi anayasal değişikliklerin yapılması ile çözülemez. Bu değişikliklerin gerçekleşmesi durumunda, bunlar eskiye göre olumlu, ilerlemeler olmakla beraber ulusal sorunu çözemez. Ulusal sorunun tek bir çözümü vardır: Zoraki birliğe, ulusal baskıya son verilmesi, eşit, özgür şartlarda, ezilen

✌ halkların kardeşliği için

halkların kardeşliği için

Halkların Demokratik Kongresi üzerine kısaca

tim gibi konulardaki temel taleplerinin ve mücadelelerin sahiplenilmesi. * Emek mücadelesinin son dönemde yükselttiği taleplerin sahiplenilmesi. * Sürmekte olan HES, termik santral, nükleer santral karşıtı mücadelenin desteklenilmesi ve taleplerinin takipçisi olmak, su sorunu, ekolojiyi ilgilendiren yasal çerçeveye ilişkin talepler, ekolojiye ilişkin anayasada yer alacak maddelere ilişkin çalışmalar yapmak, bu konuda bir merkezi miting düzenlemek. * Halklar ve özgürlükler: anadilde eğitim meselesini bütün halklar için tartışan, devlet arşivinin açılmasını içeren taleplerin desteklenmesi, bu konuda etkinlikler, atölyeler, kurslarla bu konunun değerlendirilmesi. * Füze kalkanının ülkemize yerleştirilmemesi için mücadele ve Ortadoğu’daki gelişmelerde halkların taleplerinin desteklenmesi. * Altın aramada kullanılan teknolojik yöntemlerin yarattığı tahribata karşı mücadele. * 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma. * 1915 Ermeni Soykırımının tanınması. * Kadına yönelik şiddete karşı aktif mücadele, cinsiyetçiliğe, homofobi ve transfobiye karşı mücadele, barış mücadelesini yürüten kadınların birlikte mücadelesini oluşturmak için çaba sarf edilmesi. * Esnafın sorunlarına ilişkin mücadele. * Faili meçhuller ve toplu mezarların açığa çıkarılması için mücadele. * Kadın örgütlerinin mücadelesinin ortaklaştırılması.” (17. 10. 2011, Evrensel)

15


Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik! HDK’nin kurulmuş olmasını olumlu buluyoruz. Kongre öncesinde Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu’nun kurulmasını da olumlu bulmuştuk. Siyasi

eleştirilmesi gerekir. Bu konuda devrimci hareketin, ulusal hareketin deneyimi olumsuzlarla doludur. Bırakın ortak iş yapma sürecinde birbirinin yanlışlarını eleştirmeyi, yayın organları üzerinden getirilen siyasi eleştiriler, saldırı, karalama, suçlama vb. olarak görülmekte, yer yer eleştiri getiren yapıya şiddet ile cevap verilmektedir. Eleştiri noktasında tablonun kötü, deneyimin kötü olması doğru olan bir ilkenin savunulmayacağı, savunulmaması gerektiği anlamına da gelmez. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi, komünistler açısından temel bir ilkedir. Bu ilkenin tanınmadığı hiçbir eylem birliğinde komünistler yer alamazlar. Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu, Halkların Demokratik Kongresi oluşumlarında, eylemde birlik

Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Bu sorun, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması, Kürt kimliğinin tanınması, kimi anayasal değişikliklerin yapılması ile çözülemez. Bu değişikliklerin gerçekleşmesi durumunda, bunlar eskiye göre olumlu, ilerlemeler olmakla beraber ulusal sorunu çözemez. Ulusal sorunun tek bir çözümü vardır: Zoraki birliğe, ulusal baskıya son verilmesi, eşit, özgür şartlarda, ezilen ulusun ayrılma hakkını kullanabileceği şartların yaratılması. Bu şartların sömürgeci devlet yıkılmadan sağlanamayacağı herkes için açık olmak zorundadır.

16

çizgileri birbirinden farklı, değişik siyasi yapıların bir araya gelmesi, güç birliğine gitmeleri, belli hedefler gözeterek ortak iş yapmaları vb. olumludur. Bu olumluluk içerisinde bizim yer almamızın temel nedeni, eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesinin tanınmasıdır. Nedir eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi? Bu ilke şu anlama gelir: ortak iş, ortak eylem –ister kalıcı olsun, isterse de geçici olsun- yapmak için bir araya gelen kurumların, örgütlerin birlikte iş yapma süreci içinde birbirlerinin yanlışlarını kamuoyu önünde eleştirme haklarının olması ve bu hakkı pratikte kullanabilmeleridir. Eylem birliğinde yer alan her kurum, örgüt; siyasi, örgütsel bağımsızlığını koruyacaktır. Eylemde ortak iş yapma, karar altına alınan işleri ortak yapma yanında, eylemde yapılan yanlışları, eylemde yer alan kurumların, örgütlerin önemli, siyasi yanlışlarının

propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi tanınmamaktadır. Ortaklaşma, ortak yanları öne çıkarma adı altına, eleştiri özgürlüğü ortadan kaldırılmaktadır. Kapalı kapılar arkasında, bileşenlerin temsilcilerinin katıldığı kapalı toplantılarda, olası eleştirilerin yapılmasını kastetmiyoruz. Kastımız açıkça kamuoyu önünde eleştirilerin yapılmasıdır. Biz bugüne kadar, bileşenlerin birbirlerinin yanlışlarını kamuoyu önünde eleştirdiklerine rastlamadık. Rastlayacağımızı da sanmıyoruz. Halkların Demokratik Kongresi, içerisinde yer alan çeşitli siyasi görüşler itibariyle, yoluna devam edip etmeyeceğini, hesapların tutup tutmayacağını, çok renkliliğin sürüp sürmeyeceğini süreç içinde birlikte göreceğiz. 28 Ekim 2011 ✓

AKP’den yeni bir ‘Çılgın Proje’ TC

“İhbarcılık!”

kurulduğundan bu yana, sistem muhaliflerini ortadan kaldırmak için her türlü araca başvuruldu. Özel yetkilerle donatılmış mahkemeler kuruldu. Ötekilere karşı özel yasalar devreye sokuldu. Bu ülkenin aydınları, devrimcileri hapislerde çürütüldü. Devrimci önderler idam edildi. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya, “ser verip sır vermediği için” işkencede katledildi. Faşizme karşı mücadele edenler öldürüldü. Sistem muhaliflerine, basına verilen cezalar binlerce yılı kapsadı, kurulan işkence tezgâhları ve faili meçhul cinayetlerle istenilen sonuç alınamadı. Her gün insanların öldüğü, yüzlercesinin tutuklandığı, Türklerle Kürtlerin arasının her ölümden sonra bir parmak daha açıldığı bir dönemi yaşıyoruz. AKP hükümeti “ileri demokrasi” kisvesi altında baskılarını yoğunlaştırmak için yeni yasaları devreye sokuyor. Kanun hükmünde çıkardığı Kararnamelerle burjuva meclislerini de devre dışı bırakarak, köhnemiş McCarthy yasalarının uygulandığına benzer korku imparatorluğu yaratılmaya çalışılıyor! İçişleri Bakanlığı, ‘terör’ eylemlerine katılanları yakalatan ya da kimliklerini ortaya çıkaranlara para ödülü verecek! Medyaya yansıyan haber bu. Toplumla mücadele yasası çerçevesinde İçişleri Bakanlığı yeni bir yönetmelik hazırlıyor. Bilindiği gibi 1991’de 3713 sayılı Toplumla Mücadele Yasası (onlar buna Terörle Mücadele Yasası diyor) yürürlüğe sokuldu. Binlerce insan bu yasanın uygulanması sonucu zindanlara atıldı. Bu yasanın uygulamaları yeterli görülmediği için, 29 Haziran 2006’da TBMM’de 5532 sayılı yasa kabul edildi. Yani Toplumla Mücadele Yasasının hükümleri daha da ağırlaştırıldı. Bu yasanın 19. Maddesinde şöyle deniliyordu: “İşlenişine iştirak etmemiş olmak koşuluyla bu Kanun kapsamına giren suç faillerinin yakalanabilmesine yardımcı olanlara veya yerlerini yahut kimliklerini bildirenlere para ödülü verilir. Ödülün miktar, usûl ve esasları İçişleri Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikte belirtilir”. Toplumla Mücadele Yasasının yürürlüğe girmesinden beş yıl sonra, İçişleri Bakanlığı ‘suçluyu

yakalatana ya da kimliğini bildirene para ödülü’ verilmesi uygulamasının Türkiye’de hayata geçirilmesi için özel yönetmelik taslağı hazırladı. Bu yönetmelik ile toplum içinde ‘muhbirliği’ teşvik etme, toplumda ciddi bir güvensizlik ve paranoya yaratılması amaçlanıyor. Hükümetin ‘toplum içinde muhbirliği’ teşvik etmek üzere hazırladığı ‘İhbar et-parayı al!’ projesi ile güvensiz bir toplum ve dikensiz bir gül bahçesi yaratılmak isteniyor! AKP hükümeti, ‘ihbar’ etmenin ve bunun karşılığında devlet tarafından ödüllendirilmenin meşrulaşmasının sağlanacağını hesaplıyor! Kimin ‘suç’lu olduğuna, olacağına AKP hükümeti karar veriyor! Tabii ki ‘suç’lu olduğuna inanılan sistem muhalifleri ve öncelikle Kürt Ulusal Hareketidir. Burada öncelikle ihbar edilen ‘suçlu’ olarak ilan edilerek üzerine gidilecek olan bir halktır. Bu halk, Kürt Ulusal Hareketidir. İktidar hangi grubun üzerine gidileceğini seçer ve ‘ihbar’ mekanizmasını meşrulaştırarak, bu grup üzerinden daha geniş bir toplum yapısını denetimi altına alır. Bu durumda, insanların birbirlerine güvenleri kaybolur. Bütün ülke bir kamp halini alır ve paranoyaklaşır. Eski Doğu Bloku ülkelerin sosyal faşist düzenlerinde olduğu gibi bireyler birbirlerinden korkmaya başlar. İnsanlar arasında güvensizliğin ayyuka çıkmasıyla birlikte, devletten de insanlar daha çok korkmaya başlar. Çünkü ‘suç’un ne olduğu sadece iktidar tarafından tanımlanıyorsa, herkes her an ‘suç’lu konuma düşebilir. AKP hükümetinin bu yasa ile amaçladığı tam da budur. Ama gerçekler inatçıdır. ‘Çılgın proje’lerin devreye sokulması ile AKP hükümeti, güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyor! Aklı başında olan herkes bilir ki, güneş balçıkla sıvanamaz. Ama AKP’nin bu ‘çılgın projesi’ yeni bir proje değil. Biraz hafızamızı zorlarsak, daha önce başka bir ülkede denenen bir proje olduğunu hemen hatırlarız. ABD’de 2. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan bu projenin mimarı Joseph McCarthy idi. 1940 lı yıllarda çıkarılmış anti-komünist yasayı kendilerine dayanak yapan, başını J. McCarthy’nin çektiği anti-komünist faşist güçler 1950’lerde cadı avına

güncel

halkların kardeşliği için

ulusun ayrılma hakkını kullanabileceği şartların yaratılması. Bu şartların sömürgeci devlet yıkılmadan sağlanamayacağı herkes için açık olmak zorundadır. “Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.” Kongrenin bu topluma nasıl ulaşılacağı konusunda verdiği bir cevap yoktur. Sömürüsüz bir düzen, sistem içi yürütülecek mücadele ile kazanılamaz. Sınıfların, sömürünün olmadığı bir topluma işçi sınıfı önderliğinde devrimlerle varılacaktır.

17


çıkarları için çalışacak birer tövbekâr olduklarını kanıtlamaları istenir. Sorulara yanıt vermeyi reddeden onlarca Hollywood çalışanı ya hapse atıldı ya da sürgüne gitmek zorunda kaldı. İşlerinden olmak ise, hepsinin ortak kaderiydi. Komitenin karşısına çıkıp arkadaşlarının isimlerini birer birer sayanlar, kariyerlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Örneğin; arkadaşlarını satarak ve onların geleceklerini karartarak paçasını kurtaranların arasında ünlü film yapımcısı Elia Kazan da vardı. O sonradan dönemi “utanılacak dönem” olarak değerlendirse de bu lekeyi ömrünün sonuna kadar taşıdı. Komitenin gazabına uğrayıp sorgulanan ve işlerini kaybedenler arasında Albert Einstein, Hanns Eisler, Jules Dassin, Bertolt Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles ve Pete Seeger vb ünlü kişiler de vardı. Julius ve Ethel Rosenberg çifti, ‘Rus ajanı olmak ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermek’ suçlamasıyla tutuklandılar. Rosenbergler, her duruşmada iddiaları reddettiler. Kendilerine yönelik iddiaların tamamını çürütmelerine, suçsuzluklarını kanıtlamalarına rağmen 1953 yılında elektrikli sandalyede idam edildiler. Kararın verilmesinin hemen ardından tüm dünyada oluşan idam karşıtı kampanyalar nedeniyle, infaz uzun bir süre ertelendi. Kamuoyu tepkisinden çekinen ABD yetkilileri, Rosenbergler’in; ‘Rus ajanı olduklarını kabul etmeleri koşuluyla idam kararının geri alınacağını’ söylediler. Ancak Ethel ve Julius Rosenberg hiçbir zaman bu ‘suçlamayı’ kabul etmediler. Son ana kadar ABD hükümeti, ‘suçlamayı‘ kabul etmeleri yönünde baskısını sürdürdü. İnfaz günü olarak belirlenen 18 Haziran 1953’de, Rosenbergler’e son teklif götürüldü. Sabaha kadar Washington’a telefon açarak affedilmelerini isterlerse biri 6, diğeri 10 yaşında olan çocuklarına kavuşabileceklerdi. Ancak Ethel ve Julius Rosenberg kendilerine yöneltilen‚ suçlamaları kabul etmeyerek, idamı tercih ettiler. Rosenbergler’in idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu bizzat şahitler tarafından açıklandı. McCarthy, suçladıklarının hiçbirinin de suçunu kanıtlayamaz. Ancak basının desteğiyle, aydınların yanı sıra, sokaktaki insanlar da kuşku ve korku içindedir. McCarthy, amacına ulaşmış, ektiği ‘korku tohumları’ meyvelerini vermiş, Amerika’nın bir ‘korku ülkesi’ olmasının yolu açılmıştır. McCarthy’nin, durmak bilmeyen hırsı, bu kez Amerikan ordusunu hedef alır. Eleştiri oklarının Amerikan ordusunu hedef al-

masıyla işler tersine döner. Amerikan ordusu için bu kadarı fazladır. Onlarca aydın ve sanatçı yargılanırken sesini çıkartmayan kamuoyu, sıra orduya gelince McCarthy’nin sonunu hazırlar. Çeşitli kaynaklardan McCarthy’nin usulsüzlükleri hakkında bilgiler sızdırılır. Basında da Senatör’ün temiz olmayan geçmişi sürekli gündeme getirilir. Sonunda, McCarthy, Senato’daki ‚Operasyon Yönetimi Komitesi‘nin başkanlığını ve senatörlüğünü de yitirir. McCarthy dönemi, Amerikan tarihine karanlık bir dönem olarak geçerken kendisi de tarihin sayfalarında kara bir leke olarak yer alır. Senatör McCarthy’nin mirası, korku tohumları şimdi Türkiye’de uygulanmaya çalışılıyor! Hukukun guguklaştığı, kendileri gibi düşünmeyenler üzerinde devlet terörünün uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. Kolluk güçlerinin sahte deliller yaratarak, insanları nasıl hapislere gönderdiklerine tanık oluyoruz. İstihbarat örgütlerinde binlerce insanın çalışması yeterli görülmediği için, topluma ‚ihbarcılık‘ dayatılıyor. Dönekler ‚gizli tanık‘ olarak görevlendiriliyor. İsimsiz ve imzasız ‚ihbar‘ mektupları ile insanlar tutuklanıyor. Kendileri gibi düşünmeyen herkese ‚terörist‘ etiketi yapıştırılıyor. Ahmet Şık’ın henüz basılmamış kitabı, yasaklanıp yok ediliyor. Anda 64 gazeteci tutuklu yargılanıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre 2011 yılı Nisan sonu itibarı ile 124.074 kişi tutuklu. Bunların % 50 sinden fazlası hükümet ve devlet karşıtı. AKP nin iktidar döneminde tutuklu sayısı % 101 artmıştır. Tutuklu milletvekili sayısı 8 dir. Bunların 5’i Kürt halkının seçtiğidir. Kürt halkının seçilmiş yöneticilerinin düzmece senaryolar sonucu tutuklanmaları devam ediyor. 50’ler ABD’sinde yaşananlar ile bugün ülkelerimizde yaşananlar ne kadar çok benzerlik taşıyor değil mi? Bugün AKP hükümeti, ‚cadı avını’ sürdürüyor. Demokrasi, hukukun temel ilkeleri, insan hak ve hürriyetleri ayaklara paspas yaparcasına çiğneniyor. AKP hükümeti, kendi McCarthyzmini yaratıyor. Son günlerde yaşadıklarımız bunun böyle olduğunu gösteriyor. Toplumun iliklerine kadar işlemiş bir korku düzeni yaratılmaya çalışılıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle apolitize edilmiş halk iyice kıskaca alınıyor ve toplumun dinamiklerini iyi bilen, önder olabilecek insanlar susturulmak isteniyor. . Ama çaresiz değiliz. AKP hükümetinin sözünü ettiği hukuk, temeli üretim araçları üzerinde özel mülkiyet olan, emekçilerin sermaye sahipleri tarafından sömürülmesi olan hukuktur. Bu sömürücü toplumda hukukun üstünlüğü; paranın, sermayenin üs-

İçişleri Bakanlığı, ‘terör’ eylemlerine katılanları yakalatan ya da kimliklerini ortaya çıkaranlara para ödülü verecek! Medyaya yansıyan haber bu. Toplumla mücadele yasası çerçevesinde İçişleri Bakanlığı yeni bir yönetmelik hazırlıyor. Bilindiği gibi 1991’de 3713 sayılı Toplumla Mücadele Yasası (onlar buna Terörle Mücadele Yasası diyor) yürürlüğe sokuldu. Binlerce insan bu yasanın uygulanması sonucu zindanlara atıldı. Bu yasanın uygulamaları yeterli görülmediği için, 29 Haziran 2006’da TBMM’de 5532 sayılı yasa kabul edildi.

güncel

güncel 18

çıkarlar. Bu dönem İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında komünist hareketin güçlü olduğu yıllardı. Sosyalizmin anavatanı Sovyetler Birliği idi. ABD’de, Amerika Komünist Partisi’ne karşı kimi oyunlar tezgâhlanıyordu. Komünistlerin avına çıkılmadan önce, kamuoyu yaratılması için yalan propagandaya hız veriliyordu. Eylül 1939’da Alman ordularının Polonya’ya saldırması ile 2. Dünya Savaşı başlar. Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra, 1940 yılında ABD’de, “Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi” kurulur. 29 Haziran 1940’da Amerikan Kongresi, Amerikan hükümetinin devrilmesini savunmayı ve bunun propagandasını yapmayı suç haline getiren bir yasayı kabul eder. 1945 yılının Ağustos’unda ABD, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarını atar. Almanya ve Japonya teslimiyet belgelerini imzalar. Dört yıl sonra, 1949’da Sovyet Birliği, atom bombasını yeraltında dener ve başarılı olur. Bu başarı, ABD’nin elinde olan ‘atom bombası tekeli’ne son verir. “Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi” bu başarıyı, Sovyetler Birliği’nin buluşu olarak kabul etmez. ABD içindeki ‘vatan hainlerinin’ atom bombası sırlarını, Sovyet Birliği’ne verdiğini, medyayı da arkasına alarak kamuoyu oluşturmak için yoğun bir kampanya sürdürülür. Yoğun bir kampanya ile kamuoyu, Sovyetler Birliği’nin kendi başına atom bombası yapamayacağına inandırılır. Atom sırlarını içerden birilerinin verdiği kesindir! Bilgiyi sızdıran ‘hainlerin’ bulunması da kaçınılmazdır. Hemen bir senaryo hazırlanır ve buna uygun bir de yönetmen de bulunur. Hem senaryo yazarı, hem de yönetmen olarak, Wisconsin Senatörü McCarthy, bu iş için en uygun kişidir. “Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi”, bu iş için McCarthy ve ekibini görevlendirir. McCarthy, ABD’yi ‘bir korku ülkesi’ yapmak için, arkasına Senato’yu ve medyayı alarak, işe kamuoyuna ‘korku tohumları’ ekmekle başlar. Aydınlar, gazeteciler, yazarlar, sendikacılar, bilim insanları ve sol eğilimli olan McCarthy’nin listesindeki 200 kişi ‘bu kirli oyunun’ aktörleri yapılır. McCarthy, kendisi gibi düşünmeyen herkesi ‘Amerika düşmanı’ olarak görür. McCarthy, dönemin yandaş basınını da yanına alarak soruşturmalara öncülük eder. Bu soruşturmalar ve suçlamalar ABD’de bir karabasana dönüşür. Artık Amerika’da, bir ‘cadı kazanı’ kaynamaktadır. ‘Cadı avı’ sırasında bütün tanıklardan Komünist Parti’ye üye olup olmadıklarını, üye iseler, diğer üyelerin isimlerini ve artık bu işleri bıraktıklarını söylemeleri ve komite üyelerine artık yalnızca Amerikan

tünlüğü demektir. Bu hukuk, sermayenin çıkarlarını emeğe karşı korumak görevine sahip olan hukuktur. AKP hükümetinin sözünü ettiği demokrasi, gerçekte işçiler, köylüler, tüm emekçilere düşman, onların üzerinde sermaye sahibi sınıflarının, burjuvazinin diktatörlüğüdür. İşçilerin ve köylülerin uğrunda mücadele etmesi gereken demokrasi, bu demokrasi değildir. İşçiler, köylüler, emekçiler açısından uğrunda mücadele edilmesi gereken demokrasi, sömürüye izin vermeyen, sömürücülere karşı diktatörlük uygulayan, işçilerin-emekçilerin demokrasisi, halkın demokrasisi ve sosyalizmdir. Gerçek hukuk, gerçek demokrasi ancak Demokratik Halk Devrimi ile yolu açan sosyalizmle mümkündür. Görev, korku imparatorluğu yaratma girişimlerine karşı mücadele etmektir. Görev, örgütlenmek ve mücadele etmektir. Görev, Kürt halkı üzerinde estirilen teröre karşı durmaktır. Görev, özgürlüklerin sınırlarının sürekli genişlediği, özgür bireylerin, özgür iradeleriyle oluşturduğu özgür bir toplumu yaratmaktır. Bu hedeflere varmak için yapılacak ilk iş, bugünkü faşist düzeni işçi sınıfı önderliğinde devrimle yıkmak, yerine işçilerin-köylülerin devrimci-demokratik diktatörlüğünü kurmaktır. Sömürücülerin saltanatına son vermenin tek yolu devrim için örgütlenmek ve mücadele etmektir. Başka alternatif yoktur. Bu görev er veya geç başarılacaktır. 15 Ekim 2011 ✓

19


25 Kasım’da sokaklara, eyleme!

25

20

Kasım tarihinin, Birleşmiş Milletler tarafından 1999 yılında tüm dünyada kadına yönelik şiddete karşı mücadele günü olarak kabul edilmesinden bu yana, kadınlar olarak dünyanın her yerinde, bu tarihte alanlarda kadına yönelik şiddete son diyoruz. 12 yıldır cinsiyetimize yönelik uygulanan şiddetin kapalı kapılar ardında kalmaması, görünür kılınması için mücadele veriyoruz. Sayısal verilere göre ülkelerimizde her gün en az beş kadın öldürülüyor. Öldürülme gerekçelerimiz, yemeğin zamanında hazır olmaması, beyaz tayt giyme, kırıtarak yürüme, yabancı bir erkekle konuşma, kahkaha atma vs. vs. gibi sudan ucuz bahaneler oluyor. Her gün onlarcamız tecavüze, binlercemiz cinsel tacize uğruyor. Ki bunlar içinde, evlilik içinde kadının rızası olmadan girilen cinsel ilişkileri yani evlilik içi tecavüzleri saymıyoruz bile. Öte yandan sokakta yürürken uğradığımız sözlü, bakışlarla yapılan tacizler konusunda sayısal bir veri yazmak olanaksız. İş yerlerinde amirlerimiz, patronlarımız ya da kendi iş arkadaşlarımızın gerek psikolojik, gerekse fiziki baskılarına maruz kalabiliyoruz. Şiddet bu kadar yaygın ve sıklıkla uygulanıyorken en yetkili devlet ağızları yaşanan kadın cinayetleri için “Münferit olaylardır, abartmaya gerek yok.” diyebiliyor. Boşanmak istediği için kocası tarafından öldüresiye dövülen kadın koruma istediği halde ilgili makamlarca dikkate alınmadığı için sonunda kocası tarafından öldürülebiliyor. Eğer bir ıssızda tecavüze uğradıysanız kabahat tecavüzcüde değil sizde oluyor, hemen “dişi kuyruk sallamazsa…”, “böyle açık saçık giyinirse…” diye başlayan cümleler kurulmaya başlanıyor. Çok değil birkaç ay önce Selçuk Üniversitesi’nden Orhan Çeker isimli profesörün, bir sözde bilim adamının yaşanan tecavüz olaylarına ilişkin bir açıklamasında “Dekolte giyinen kadın tecavüzü hak etmiştir.” dediğini hepimiz hatırlıyoruz. Yakın zamanda nihayete eren N.Ç. davasında da tam

da böyle bir süreç yaşandı. Hatırlamayanlar için bu davayı hatırlatalım. 2002 yılında Mardin’de 13 yaşındaki N.Ç. isimli bir kız çocuğuna tecavüz ettikleri gerekçesiyle aralarında memurların, yüksek rütbeli askerlerin, öğrencilerin, öğretmenlerin bulunduğu 26 kişi hakkında Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Son 12 aydır da Yargıtay’da bekleyen dava yakınlarda sonuçlandı. Sonuç gerçek anlamda tüyler ürperticiydi ve sözde tarafsız olan yargının ve devletin aslında tarafsız olmadığını, erkek egemen anlayıştan taraf olduklarını ortaya koydu bir kez daha. Davanın görüldüğü mahkeme 13 yaşındaki bu kız çocuğunun söz konusu 26 erkekle kendi rızasıyla birlikte olduğunu, isterse karşı koyabileceğini söyledi ve dava, tecavüz davası değil, 15 yaşından küçük kız çocuğuyla rızasıyla birlikte olma yönünde görülmeye başlandı ve bu minvalde sonuçlandı. Üstüne bir de küçücük bir kıza tecavüz eden bu canavarlara “iyi hal” indirimi uygulandı. Ardından temyize giden dava bu sefer Yargıtay’da görüldü. Yargıtay’ın da görüşü yerel mahkemenin görüşü ile aynı oldu ve sanıklara en fazla 4 yıl ceza verildi, kimisi ise serbest bırakıldı. Devlet bu canavarların sırtını sıvazlayıp “belinize kuvvet” dedi anlayacağınız. Peki, tecavüz mağduru olanlar sadece “açık saçık” giyinen kadınlar mı oluyor? İnternette tecavüz vakalarını şöyle bir karıştırdığınızda bunun böyle olmadığını görebiliyorsunuz. Tecavüze uğrayanlar arasında 80’lik nineler, örtülü kadınlar, bebekler, küçük yaşta kız ve erkek çocukları, eşekler, köpekler vb. hayvanlar var. Kadınlara yönelik tecavüz olaylarının en yoğun yaşandığı ülkelerin başında kadınların çarşafsız dışarıya çıkamadıkları, şeriatla yönetilen İslam ülkeleri geliyor. Geçtiğimiz ay haberlere yansıyan bir olayda bir kişinin internet üzerinden “Tecavüz Spreyi” diye bir ürün pazarladığı çıkmıştı ortaya. “Eğer birlikte ol-

mak istediğiniz kadını buna ikna edemiyorsanız bu sprey tam size göre” diye bir de tanıtım yapılmıştı. Ve bu spreyi edinmek için 4 saatte tam 100 kişi sipariş vermişti. Sonrasında bunun uydurma bir ürün olduğu söylendi, ama asıl dehşet verici olan 4 saatte tam 100 kişinin herhangi bir kadına, kendisine karşı koy-

çıkmayacağı belirtilirken, erkeğin kadını dövmesine çeşitli gerekçeler sunularak dayak meşru gösteriliyor. Küçücük beyinler devlet eliyle bu feodal anlayışlarla şekillendiriliyorlar. Bütün bunlar kadına yönelik her türden şiddetin münferit olaylar olarak açıklanamayacağını gösteri-

yeni kadın dünyası

yeni kadın dünyası

Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günümüz

Peki, tecavüz mağduru olanlar sadece “açık saçık” giyinen kadınlar mı oluyor? İnternette tecavüz vakalarını şöyle bir karıştırdığınızda bunun böyle olmadığını görebiliyorsunuz. Tecavüze uğrayanlar arasında 80’lik nineler, örtülü kadınlar, bebekler, küçük yaşta kız ve erkek çocukları, eşekler, köpekler vb. hayvanlar var.

ma riski olmadan rahat rahat tecavüz edebilsin diye bu spreyden temin etmek istemiş olmasıydı. Bütün bunlar münferit olaylar olarak değerlendirilebilir mi? Elbette ki hayır. Sistem kadınlara ve erkeklere belli roller biçmiştir. Buna göre erkek asıl, kadın ise erkeğe bağımlı bir varlıktır. Dinde de temelini bulan bu anlayışa göre kadın erkeğin kaburga kemiğinden ve ona hizmet etmesi için yaratılmıştır. Nitekim Kuran’ın yalnızca erkeklere seslenmesi boşuna değil. Aynı anlayış ilkokul kitaplarında bile yerini buluyor. Babanın evin reisi, annenin ise onun yardımcısı olarak lanse edildiği ilkokul kitaplarında, dayağın sebepsiz yere ortaya

yor. Kadına yönelik, yalnızca cinsiyetinden kaynaklı şiddet olgusu bir bütün olarak erkek egemen, mülkiyetçi sistemin bir ürünüdür. Kapitalizm de erkek egemen zihniyetin taşıyıcısıdır. Bu yüzden kadına yönelik şiddet olaylarına karşı mücadeleyi kapitalist sisteme karşı mücadele etmekten ayrı düşünmemek gerekiyor. Bu 25 Kasım’da da bu mücadeleyi yükseltmek için alanlarda olacağız. Yaşasın Kadın Dayanışması! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!

03.11.2011 ✓ 21


Sendikalarda kadınlar güçleniyor…

delerden ve dilden arındırarak, kadın erkek eşitliğini gözeten yeni maddeler ekledik.” Sendikanın ana tüzüğünde görev ve yetkilerinin tanımlandığı 4. madde’ye eklenen “r” fıkrası ile; “Kadın-erkek eşitliğini savunmak, bu eşitliğin inşası için evde, işyerinde ve sendikada gereken her türlü önlemin alınması ve uygulanması için çaba sarf etmek, bu amaçla kadın büroları ve komisyonları kurmak, kadına yönelik her türlü şiddete karşı mücadele etmek” sendikanın görev ve yetkileri arasına giriyor. Bunun yanı sıra Merkez Yönetim Kurulunun Görev ve Yetkileri’nin tanımlandığı 23 Maddeye de “kadın-

yeni kadın dünyası

yeni kadın dünyası

Petrol İş Sendikasından bir ilk adım

kalarda bu alanda yol almak oldukça zor. Fakat tüm zorluklara rağmen bu mücadelelerin sonucu olarak sendikaların kadın politikalarında belli olumlu gelişmeler de yaşanıyor. Türkiye’de belki de ilk defa bir işçi sendikası kadın işçilerin işyerlerinde yaşadığı olumsuzlukların önüne geçebilmek için sendika ana tüzüğünde kadın çalışanlar lehine önemli değişiklikler yaptı. Petrol İş Sendikası 17-18 Eylül tarihlerinde yaptığı 26. Olağan Genel Kurul’unda kabul ettiği tüzük değişiklikleri ile ilgili, sendikanın neden böyle bir adım attığını şöyle ifade ediyor:

Türkiye’de sendikal hareket içinde yer alan az sayıdaki sınıf bilinçli işçi kadınlar, son yıllarda daha fazla sendikaların erkek egemen yapılarını sorgulamaya, buna karşı mücadele etmeye başladılar. Elbette köklü bir erkek egemen yapıya, geleneğe sahip olan sendikalarda bu alanda yol almak oldukça zor. Fakat tüm zorluklara rağmen bu mücadelelerin sonucu olarak sendikaların kadın politikalarında belli olumlu gelişmeler de yaşanıyor. Türkiye’de belki de ilk defa bir işçi sendikası kadın işçilerin işyerlerinde yaşadığı olumsuzlukların önüne geçebilmek için sendika ana tüzüğünde kadın çalışanlar lehine önemli değişiklikler yaptı.

T

22

oplumun her alanında kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık tüm hızıyla devam ederken çalışma yaşamında da kadınların erkek çalışanlardan farklı olarak çok sayıda sorunları var. Kadın – erkek arasındaki ücret eşitsizliğinden tutalımda işyerinde cinsel tacize kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor bu sorunlar. Türkiye’deki sendikaların ne şekilde erkek egemen yapılar olduğunu daha önceki yazılarımızda birçok defa ortaya koymuştuk. Bırakalım erkeklerin ağırlıklı olarak çalıştığı işyerlerini, önemli sayıda kadının çalıştığı alanlarda bile örgütlü olan sendikalar-

da kadın temsiliyeti yok denecek kadar az, yönetim kademelerinde kadınlar yok. Bu durumun en önemli nedenlerinden bir tanesi kuşkusuz kendisine emek örgütü diyen sendikaların esasta erkek egemen örgütler olması, kadın işçi ve emekçilere yönelik doğru dürüst bir politikalarının olmamasıdır. Türkiye’de sendikal hareket içinde yer alan az sayıdaki sınıf bilinçli işçi kadınlar, son yıllarda daha fazla sendikaların erkek egemen yapılarını sorgulamaya, buna karşı mücadele etmeye başladılar. Elbette köklü bir erkek egemen yapıya, geleneğe sahip olan sendi-

“Sendikamız işyerlerinde, evlerde ve sendikada kadın ve erkekler arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ortadan kaldırılmasını yeni sendikacılık anlayışının temel taşlarından biri olarak görürken, kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığa karşı mücadele ederek onların önündeki engellerin ortadan kaldırılması için uğraş veriyor. Bu anlayıştan hareketle sendikamızda sekiz yıldan beri Petrol-İş Kadın Dergisi çatısı altında kadın çalışmaları yürütülüyor. 17- 18 Eylül tarihleri arasında sendikamızın 26. Olağan Genel Kurulu yapılıyor. Genel Kurulumuzda sendikamız kadın çalışmaları alanında da çok önemli adımlar atmayı hedefliyoruz. Öncelikle sendikamız Ana Tüzüğünü toplumsal cinsiyet bakış açısıyla gözden geçirdik ve cinsiyetçi mad-

erkek eşitliğini sağlamak amacıyla toplumsal cinsiyet eğitimleri vermek, kadın büroları ve komisyonları kurmak” şeklinde bir bölüm ekleniyor. Hem ana tüzüğün 4. Maddesinde hem de Merkez Yönetim Kurulunun Görev ve Yetkileri’nin tanımlandığı bölümde kadın büroları ve komisyonlarının kurulacağının belirtilmesi olumlu olmakla birlikte bu büro ve komisyonların nasıl oluşturulacağı ve kime bağlı olarak çalışacağı konusunda bir netlik yok. Bunun daha somut bir şekilde ortaya konulması iyi olurdu. Aslında bu bağlamda sendika genel merkezine bağlı bir Merkezi Kadın Komisyonunun oluşturulması ile ilgili bir maddenin yer almaması eksikliktir. Çünkü eğer gerçekten şubelere bağlı sendika kadın komisyon ve büroları kurulacaksa şubelerin

23


netim döneminde oluşturulan eylem planını ise şöyle açıklıyor: “• Petrol-İş Sendikası kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığa karşıdır, toplumsal cinsiyet eşitliğine kararlılıkla bağlıdır. • Sendikamız kadın işçilerin hem evde hem işte kadınlık durumlarından kaynaklanan farklı bir ezilme pratikleri olduğunun bilincindedir. Kadın politikası bu bilinç üzerinde şekillenir. • Kadın ve eşitlik çalışmaları bağlamında sendika üyesi kadınlara yönelik güçlendirici özerk kadın eğitimleri yapacağız. • Genel Eğitim Programında yer alan “Toplumsal Cinsiyet” eğitimi derslerini sürdürür bu eğitimlerde kadın üyelerin daha fazla yer almasını sağlamak için gerekli önlemleri alacaktır. • Sendikamız kadınlara yönelik veri, bilgi toplamayı önemsiyor ve toplumsal cinsiyet esaslı istatistiklerin oluşturulması için önümüzdeki dönemde de çalışmalarını sürdürmeyi hedefliyor. • Sendikamız toplumsal cinsiyet eşitliği politikasının gündelik yaşam pratikleri içinde gelişip güçleneceğine inanıyor. Bu çerçeveden hareketle yönetimlerde ve karar organlıklarında kadın katılımını artırmak için gerekli önlemlerin alınmasını destekliyor. • Sendikamız “eşdeğerde işe eşit ücret prensibini” benimsiyor. Kadın erkek arasındaki ücret ayrımcılığının kalkması için mücadele veriyor. • Petrol-İş Sendikası İşyerinde kadınlara yönelik cinsel tacizle mücadele etmeyi hedefleri arasında görüyor. Ve toplu iş sözleşmelerde İş Kanunu’nun 24b ve 25 c maddelerinin yer almasını teyit ediyor. • Sendikamız son dönemlerde artan muhafazakârlıkla birlikte hızla yükselen kadın cinayetlerine karşı ses çıkarmanın sendikal bir görev olduğunu düşünüyor. 25 Kasım 2011’de Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Gününde, Yaşama hakkı en temel insan hakkıdır: Kadın cinayetlerine son başlığı altında dost sendikalarla birlikte ülke çapında bir kampanya başlatmayı hedefliyoruz.” Aslında şimdi iş, esas olarak bu kararları aldıran sınıf bilinçli kadın işçilere düşüyor. Bu kararların peşini titizlikle takip etmek, yapılmadığında korkmadan hesap sorabilmek ve en önemlisi kararların hayata geçirilmesi için kadın işçilerin bizzat kendilerinin güçlü ve kararlı bir mücadele yürütmeleri gerekiyor. Ancak o zaman sendikalar erkek egemen örgütler olmaktan kurtulabilir. Ekim 2011 ✓

“Geleneksel” 8 Mart davası duruşmalarının ilki görüldü

yeni kadın dünyası

yeni kadın dünyası 24

de üzerinde bağlı oldukları merkezi bir kadın komisyonunun olması ve hatta bu komisyonun karar alma yetkisinin olması, kadın işçilerin gerçek temsiliyeti açısından atılacak önemli bir adım olurdu. Örneğin Birleşik Metal İşçileri Sendikasının merkezi bir İşçi Kadın Komisyonu var. Fakat ne yazık ki bu komisyonun henüz bir karar alma yetkisi yok. Ancak, yapmak istediği çalışmalar ile ilgili merkeze tavsiye kararları sunabiliyor. Maddenin devamında aynı zamanda toplumsal cinsiyetçiliğe karşı da eğitimlerin verilmesi gerektiğinin belirtilmesi önemli. Petrol İş sendikası bu eğitimleri öncelikle erkek işçilere veriyor. Sendikanın ana tüzüğünde disiplin cezalarının sayıldığı 123.Madde eklemelerle şu hale geldi: “Merkez ile şube disiplin kurulları, Sendika Anatüzüğüne uymayan, sendika tüzelkişiliği aleyhinde faaliyet gösteren, sendikanın ilkelerine, amaçlarına ve hedeflerine aykırı davrananlar ile kadına yönelik cinsel taciz, mobbing ve şiddet uygulayanlar hakkında aşağıdaki disiplin cezalarını vermeye yetkilidir. Kadınlara yönelik şikayetlerde, kadının beyanı esastır, karşı taraf aksini ispatla yükümlüdür.” Kadın çalışanların önemli bir kesiminin işyerinde yaşadıkları cinsel taciz çok fazla gündeme getirilmeyen, sendikaların ise neredeyse hiç üzerinde durmadıkları önemli sorunlardan birtanesi. İstatistiklere gerek yok. Kendi çevremizde bile çalışan kadın arkadaşlarımızla konuştuğumuzda bunun ne kadar yaygın olduğunu görebiliyoruz. İşyerinde cinsel taciz çok yaygın olmasına rağmen tacizin açığa çıkmamasının en önemli sebebi çoğu zaman kadın işçilerin değişik gerekçelerle tacizi deşifre etme konusunda isteksiz davranmalarıdır. Bu da gayet anlaşılır bir durumdur. Çünkü erkek egemen bu toplumda çoğu zaman durum, tacizi yaşayan ve bunu deşifre eden kadının aleyhine sonuçlanabiliyor. Kadın, tacizin suç ortağı yapılmaya çalışılarak erkek egemen iğrenç atasözleri ile taciz haklı çıkarılmaya çalışılıyor ve çoğu zaman kadın işten çıkmak zorunda kalıyor yada çıkartılıyor. Bu açıdan Petrol İş Sendikasının aldığı bu karar çok önemlidir. Özellikle kadının beyanının esas alınması ve karşı tarafın aksini ispatla yükümlü kılınması önemli bir karardır. Burada tabii ki daha da önemlisi alınan bu kararların ne kadar pratiğe uygulanacağı ile ilgilidir. Ancak gerçekten ‘kadının beyanı esastır’ ilkesi pratiğe uygulanabildiği ölçüde kadınların sendikaya olan güveni ve gücü de artacaktır. Petrol-İş Sendikası önümüzdeki dört yıllık yeni yö-

Her açıklamasında ileri demokrasiden bahsedenlerin demokrasiden ne anladıklarını ortaya seren bir dava 8 Mart davası.

D

evlet, demokratik taleplerini haykırmak için alanlara çıkan biz kadınlara tahammülsüzlüğünü bir kez daha gösterdi. 6 Mart 2011’de işçi ve emekçi kadınlar günü olan 8 Mart için düzenlenen mitingin tertip komitesine dava açıldı. Adana 4. Sulh Ceza Mahkemesi’nde açılan davanın gerekçesi Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet olarak belirtildi. 2911 sayılı kanunun 12. ve 28/3. maddelerine dayanılarak açılan davanın ilk duruşması 18 Ekim’de görüldü. Duruşma, eksik ifadelerin tamamlanması ve savunma delillerinin toplanması için ileri bir tarihe ertelendi. Savcılığın gönderdiği duruşmaya ilişkin evrakta davaya sebep suçumuz şöyle ifade edilmiş: “… Tertip Komitesi olarak yer aldıkları 8 Mart Kadın Mitingi konulu toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında PKK/ KONGRA-GEL terör örgütü ve elebaşısının propagandasının katılımcılar tarafından yapıldığı halde düzenleme kurulu üyelerinin bu duruma “emniyet mensuplarının ve hükümet komiserinin” ihtarlarına rağmen müdahale etmeyerek…” denilerek ilgili kanun maddelerinin ihlal edildiği söylenmiş. Yani tertip komitesinin suçu katılımcıları attıkları sloganlar nedeniyle uyarmamaları. Duruşma günü Adana Kadın Platformu bileşenleri olarak İnönü Parkı’nda bir basın açıklaması yaptık. Basın metninde şunlara söylendi: “Yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı, sözde ülkenin demokratikleştiği bir dönemde yine hukuk ve mantık dışı bir yargılamayla karşı karşıyayız. Bizce 8 Mart Mitingi Tertip Komitesi üyelerinin yargılanması utanç vericidir. Adana’da gerçekleştirdiğimiz mitingde herhangi bir olay çıkmamasına rağmen bu şekilde dava açılması ile kadın hakları savunucularına, eşitlik, özgürlük, barış isteyenlere gözdağı verilmek istenmektedir. Bu aynı zamanda düşünce ve ifade özgürlüğüne, toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne vurulmak istenen bir

darbedir. Kadın cinayetleri işleyenler, kadına şiddet uygulayanlar, Fethiye davasındaki gibi tecavüzcüler, N.Ç. olayında olduğu gibi çocuk istismarcıları hak ettikleri cezalara çaptırılmazken, kadının özgürlüğü ve eşitliği için mücadele eden kadınların bu şekilde cezalandırılmak istenmesini düşündürücü buluyoruz. Kadınların 8 Martı kutlamalarına, eşitlik, barış, kardeşlik, şiddetsiz bir dünya taleplerini dile getirmelerine öncülük eden Miting Tertip Komitesi üyelerinin yargılanmaları kabul edilemez. Bu yargılamalarla tertip komitesi şahsında binlerce kişi suçlu ilan edilmekte ve sindirilmeye çalışılmaktadır.” Geçen yıllarda da hemen hemen aynı gerekçelerle tertip komitelerine davalar açılmıştı. Bu nedenle 8 Mart davaları artık geleneksel hale gelmiş durumda. Birçok yerde 8 Mart mitingleri düzenlenmiş olmasına karşın bir tek Adana’da tertip komitesine böyle bir dava açıldı. Her açıklamasında ileri demokrasiden bahsedenlerin demokrasiden ne anladıklarını ortaya seren bir dava 8 Mart davası. Mitingde yaşanan her türlü olumsuzluktan tertip komitesinin sorumlu tutulması bu tür mitingleri, yürüyüşleri yapılamaz hale getiriyor. Devlet biz kadınlara kırın dizinizi oturun evinizde diyor. Bütün bu baskılar, davalar bizleri yıldırmak için yapılıyor. Tertip komitesi şahsında mitinge katılanların tümü yargılanıyor aslında. Bu şekilde örgütlü mücadelemiz baltalanmak isteniyor. Bütün bu baskılara ve sindirme politikalarına karşın biz kadınlar diyoruz ki bu baskılar, bu şiddet ortamı, bu korkutma, yıldırma politikaları biz kadınları yıldıramayacak. Eşit, demokratik, özgür bir dünya için mücadele etmeye devam edeceğiz. Alanlarda taleplerimizi daha yüksek sesle haykıracağız. Örgütlenme Hakkımız Engellenemez! 24 Ekim 2011 ✓

25


10 yıl önce 10 yıl sonra… - ABD-AFGANİSTAN -

A

fganistan’da anda yürüyen savaş ve işgal süresi 10 seneyi doldurdu, geçti bile. Bu savaşın başlangıç tarihi 7 Ekim 2001’di. Bu savaş, 11 Eylül 2001’de yaşanan ve ABD emperyalizminin en önemli sembollerinden biri olan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin (DTM) iki kulesine, Washington’daki Pentagona vb. yönelik saldırıların bahane olarak kullanılmasının ve “terörizme karşı mücadele” adına emperyalist saldırganlığın bir sonucuydu. Bu anlamda 10 yıl önce, 11 Eylül 2001’de yaşanan bu saldırılar, bu tarihten itibaren 10 sene içinde yaşanan savaşların, emperyalist saldırganlığın ayyuka çıkarılmasının da 10. yıldönümüdür. Bu 10 sene dünya halklarına, işçi ve emekçilerine karşı her alanda, yoğun saldırıların yaşandığı yıllar oldu. Kuşkusuz ki bu saldırıların somutlaştırılması bir makalede mümkün değil. Buna rağmen genel olarak 11 Eylül 2001 ve sonrası dönemin kimi görüntülerini hatırlatmakta yarar var.

11 EYLÜL 2001…

26

Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken nokta, sözkonusu saldırı eylemlerinin faillerinin kim olduğu gerçeğinin bugüne kadar net biçimde açığa çıkmaması durumudur. Daha saldırıların yaşandığı gün, hiçbir araştırma bile yapılmadan “terörizme karşı savaş” ilan edilmiş ve “baş düşman” olarak da “islami terörizm” bulunmuştu.

Olaylar hakkında yapılan açıklamaların inandırıcılığı yoktu. Cevap bekleyen onlarca soru var: çelik-beton yapının teknik olarak nasıl böyle çökeceği, sayısız patlamaların nasıl meydana geleceği, büro malzemelerinin mobilyadan bilgisayarlara kadar hiç birinin yıkıntılar arasında bulunmamasının nasıl mümkün olduğu, askeri alanda kullanılan yüksek etkili patlayıcı madde olan “Nanothermit”in İkiz Kulelere ve enkazına nasıl ulaştığı vb. vb. sorular gibi; küllere dönüşerek çöken kulelerin enkazında, hiç bir zedeleme olmadan “terörist” pilotun kimliğinin nasıl bulunabileceği, Pennsylvania’da düştüğü söylenen uçağın ne enkazının ne insan cesetlerinin ve ne de kan izlerinin bulunduğu veya acemi pilotların, tek motorlu uçağı bile süremeyenin, nasıl olur da Boeing 757 uçağı gibi büyük bir uçağı hem de 900 km. hızla “hedefi 12’den” vurabilir gibi sorular da cevap bekleyen haklı sorulardır. Bu durum kimi kesimlerin sözkonusu saldırıların bizzat ABD emperyalizminin kimi güçleri tarafından planlandığı yönlü düşünceleri savunmasına yol açtı. Gerçeğin resmi ABD açıklamalarına uygun olmadığı kesindir. ABD emperyalistlerinin gerçeklerin üzerini her türlü araçla örtmeye çalıştığı da kesindir. Ama, 10 sene önce olduğu gibi, 10 sene sonra da saldırıların kimler tarafından planlandığı belli değil. Bu bağlamda esas sorun, saldırıların kimler tarafından planlandığından çok, kime nasıl hizmet etttiğidir, kimler

itibaren ezmek, yok etmek için önlemler almış ve “terörizme karşı mücadele” adına kamuoyundan da önemli bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Bu özetlediğimiz duruma bakıldığında 11 Eylül 2001 saldırısının, ilk anda ABD emperyalizmine maddi ve manevi zarar verse de, genelde emperyalist sisteme zarar vermeyen, esas olarak emperyalistlerinkapitalistlerin dünya halklarına, işçi ve emekçilerine karşı saldırı için kullandığı ve bu bağlamda da egemenlerin işine yarayan bir saldırı olduğu ortadadır. 11 Eylül 2001’in 10. yıldönümü aynı zamanda emperyalistlerin halklara, ezilenlere karşı yeni bir saldırıya geçişin de yıldönümüdür. Bu yıldönümünde İkiz Kulelere yönelik yapılan saldırıyla yaşamını yitiren yaklaşık 3000 insanı anmak, böylesi bir barbarlığı mahkum etmek doğrudur. Fakat egemenlerin “insanlıkdışı”lıktan, ya da “insanlık düşmanlığı”ndan bahsedip yaşamını yitiren bu 3000 insana sahip çıkması büyük bir sahtekârlıktır. 11 Eylül 2001 saldırısıyla ilgili olarak 13 Eylül 2001 tarihinde takındığımız ve dergimizin 49. sayısında yayınladığımız tavrımızda bu konuda şunları bilince çıkarmıştık: “Bugün bu eylemin insanlık dışılığından vb. söz eden emperyalistler; – Bu dünyada her gün onbinlerce çocuğun açlıktan, hastalıktan ölmesinin sorumlusudurlar. – Bu dünyada bugün de yaşanan gerici, karşıdevrimci savaşlarda milyonlarca insanın ölmesinin, on milyonlarcasının sakat kalmasının sorumlusudurlar! – Bu dünyada nüfusun büyük çoğunluğunun açlık sınırında yaşamasının sorumlusudurlar! – Bu dünyada her gün artan işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, kıtlığın sorumlusudurlar. – Bu dünyada doğal kaynakların hoyratça talan edilmesinin, ozon tabakasının delinmesinin, işaretleri gündemde olan iklim felaketinin, doğal dengelerin bozulmasının, yaşam temellerinin sarsılmasının sorumlusudurlar. Barbarlık, insanlık düşmanlığı, insanlık dışılık herkesten önce emperyalistlere ait ve onlara yakışan sıfatlardır.” (sayfa 3) Bu alıntıda sayılan tüm konularda olduğu gibi, sayılmayan konularda da emperyalist barbarlığa, insanlık düşmanlığına bu arada 10 senelik daha barbarlık ve insanlık düşmanlığı eklendi! Sadece Afganistan ve Irak savaşlarında yaşamını yitirenlerin, katledilenlerin sayısı kesin olarak belli olmasa da yüzbinlerce ifade edilmektedir. Milyonlarca insan evinden-yurdundan edilmiş göç yollarına

panorama

panorama

PA NOR A M A

tarafından nasıl ve ne için kullanıldığıdır. Sözkonusu saldırılar en başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalistlerin, gericilerin dünyaya egemen olma, paylaşım dalaşında kullandıkları, kullanmaya çalıştıkları bir fırsat oldu. Özellikle 1990’lı yılların başlarında sosyalemperyalist Rusya (SSCB) önderliğindeki “Doğu Bloku”nun dağılmasıyla “komünizmin çöküşü”, kapitalizmin zaferi ilan edilmiş, ama Batılı emperyalistlerin “baş düşman”ı da ortadan kalkmıştı. Kuzey-Güney (zengin, fakir) kutuplaşması ya da “Uygarlıklar çatışması” teorileri temelinde “yeni baş düşman” tespit edilmeye başlandı ve 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra “Uygarlıklar çatışması” teorisi temelinde İslam “baş düşman” olarak sunulmaya başlandı. 11 Eylül 2001 ertesinde emperyalist, kapitalist ülkelerde savaş düzenine geçildi. Emperyalist, kapitalist ülkelerde artan işsizlik; ücret düşüşleri, arttırılan vergiler vb. 11 Eylül saldırısı ve “terörizme karşı” zorunlu olan savaşın giderleri ile açıklandı! İşçilere, emekçilere bu yönlü saldırıların sonu gelmedi… ABD emperyalizmi somut olarak ekonomik krizden çıkışın yolu olarak da Afganistan’a karşı savaş başlattı. Bilindiği gibi 2003 Mart ayında da Irak’a yönelik savaş başlatıldı ve ABD’de ekonomik kriz savaş yoluyla birkaç yıl ertelendi… Savaşların yürütülmesine paralel olarak emperyalistlerin saldırganlığı ve dünyayı paylaşım dalaşında gündeme getirdikleri noktalardan biri de, genel olarak başka ülkelerin iç işlerine karışma, işlerine gelmeyen yönetimleri “terörizme karşı mücadele” adına savaşlarla alaşağı etmek vb. edimlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası düzeyde kabul edilen ve ülkelerin bağımsızlığına saygı ve içişlerine karışmama gibi uyulması gereken kurallar pratikte devredışı bırakılmıştır. Bu bağlamda uluslararası düzeyde militarizm, saldırganlık daha yüksek düzeye çıkarılmıştır. Buna paralel olarak başvurulan önlemlerden biri de emperyalist ve emperyalizme bağımlı ülkelerde, “terörizme karşı önlem”, “güvenlik yasaları” çıkarma adına iç faşistleşmenin geliştirilmesidir. En kısa ifadesiyle demokratik haklar kısıtlanmış, milliyetçilik ve ırkçılık azdırılmış, devletin halk üzerindeki kontrolü, en gelişmiş tekniğin kullanılmasıyla da hiç bir zaman olmadığı kadar yoğunlaştırılmıştır. Tüm bunlara bağlı olarak emperyalist, kapitalist ülkeler, içte genelde her türlü muhalefeti boğmaya çalışırken, özelde devrimci muhalefeti en başından

27


ABD, dünyada eşsiz liderlik rolünü oynamaya devam edecektir.” (aynı yerden) Obama siyasi sahtekarlığını gelecek sene yapılacak seçimleri de gözönüne alarak daha da taşınamaz düzeye çıkarmakta ve “tüm insanların saygınlığı ve evrensel haklarını” vb. vb. savunacaklarını vaat etmektedir.

sürdürürken, Afganistan’a yönelik savaşı başlatmanın bahanesi olarak öne sürülen El Kaide’ye karşı neler yaptıklarını şöyle açıklıyor: “Birlikte çalışarak El Kaide planlarını bozduk, Usame Bin Ladin’i ve liderliğinin büyük kısmını saf dışı bıraktık ve El Kaide’yi yenilgi yoluna soktuk.” (aktaran Hürriyet, 11 Eylül 2011) Başka bir ifadeyle ABD emperyalizmi tüm müttefikleriyle yürüttüğü savaşta El Kaide’yi hâlâ yenmemiştir… ama “yenilgi yoluna sokmuştur”!!! Sonuçta ABD emperyalizminin dünyaya egemen olma amacını da şöyle ifade etmektedir: “Barış ve refah dolu bir gelecek arayan uluslar; Amerika Birleşik Devletleri’nde bir ortağınız var. Ülkemizde ekonomik sorunlarla karşı karşıya olsak da

olacak. Bu terörist intikam saldırıları, yığınlara Batının demokrasi, insan hakları gibi yüce değerlerinin!!! terörist saldırılara karşı savunulması, suçluların cezalandırılması vb. olarak sunulacak! Cezalandırılacak olan başta bazı islam ülkelerinin yoksul halkları olmak üzere, ezilen halklardır! Cezalandırılacak olan emperyalistlerin her dediğine evet dememe cüreti gösterenler olacaktır.” (sayfa 5) Bu tespitimizin onaylanması için fazla beklememize gerek kalmadan, 7 Ekim 2001 tarihinde ABD emperyalizmi ve müttefiklerince Afganistan’a yönelik savaş başlatıldı. ABD emperyalizmi Taliban yönetiminden Usame Bin Ladin’in kendilerine teslim edilmesini istemiş, Taliban yönetimi de ABD’nin Bin Ladin’in 11 Eylül

7 EKİM 2001… 13 Eylül 2001 tarihli yazımızda (sayı 49) 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası gelişmeleri aktarırken şunları söylemiştik: “Şimdi sırada ABD’nin ilan edilmiş terörist intikam saldırıları var. Bu intikam saldırılarının adı kendini NATO çerçevesinde terörist saldırıya karşı savunma

saldırılarının sorumlusu olduğuna dair belge/ isbat vermesi durumunda Bin Ladin’i yargılamaya hazır olduğunu belirterek Bin Ladin’i ABD’ye teslim etmeyi kabul etmemişti… Böylece savaşı başlatmanın bir bahanesi daha bulunmuştu… Taliban rejiminin El Kaide’yi Afganistan’da barındırdığı ve desteklediği gerekçesiyle kitleleri “terörizm tehditiyle” korkutarak; Afganistan’a “demokrasi götürmek” için Afganistan bombalanmaya başlandı. Yaklaşık üç ay süren savaşla Taliban rejimini devirdiler, ülkeyi işgal edip bölge bölge müttefiklere paylaştılar. BM’ye bağlı ISAF güçleri ile ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük Harekatı” güçleri Afganistan’a yerleşti ve sayıları her sene giderek arttı. 11 Ağustos 2003 tarihinden itibaren de ISAF güçlerinin komutası NATO’ya devredildi, 2008 yılında da ABD emperyalizminin güçleri de NATO komutasına verildi. Andaki işgal gücü sayısı 100.000’in çok üzerindedir. 2001 yılı Aralık ayında Almanya’nın Bonn şehrinde Petersberg’de yapılan “Afganistan Konferansı”yla Karzai önderliğindeki kukla yönetim atandı ve yapılan sonraki konferanslarla belirlenen “geçiş takvimi” ve planlarının uygulanması yönlü kararlar alındı. Geçiş takvimi gecikmeli de olsa 2005 yılı Eylül ayında yapılan seçim oyunuyla tamamlandı. Fakat Afganistan’a götürülmek istenen “demokrasi” bugüne kadar Afganistan’a uğramadı bile! “Demokrasi ihracı”na bağlı olarak kamuoyuna yönelik öne çıkarılan “Afganistanlı kadınların haklarını savunma” sahtekârlığı ise kısa sürede terkedilmek zorunda kalındı. Çünkü gerçekler, az da olsa medyaya yansıyarak, kadınların durumunun, savaş ve işgal döneminde –Taliban rejiminin devrilmesinden sonraki kısa dönem dışında- iyileşme yerine daha da kötüleştiğini gösteriyordu. Aradan geçen 10 senelik süreçte, gerçekte Afganistan halklarının hiçbir sorununa çözüm getirilmemiştir. (Afganistan’daki savaş ve işgal ile ilgili dergimizin değişik sayılarına bakılması, bu süreçte somut olarak nelerin yaşandığına, sorunların neler olduğunu takip etmeye, hatırlamaya yardımcı olacaktır.) Bu arada savaş sadece Afganistan’la sınırlı bırakılmamış Pakistan’a da genişletilmiştir. Taliban rejimi yıkılmıştı ama işgalciler ve işbirlikçilerinin, savaş ağaları, uyuşturucu ve silah tüccarlarının yönetimi, kitlelerin üzerindeki baskı ve zulüm açısından daha iyi değildi. Emekçi kitleler iki zorba, gerici, dinci fa-

şist ve işgal ile savaş durumu arasında ezilme durumunda. Gelinen yerde 2014 yılından itibaren Afganistan’ın güvenliği!!! Afganlılara bırakılacağı yönlü planlar dillendirilmektedir. Savaşa karşı olan kitlelerin protestolarını dindirmenin yanısıra, savaşın işgalci güçlere mali açıdan getirdiği yük, özellikle 2008 yılındaki mali ve ekonomik krizle kendisini daha da fazla hissetirmektedir. Traji-komik gibi ele alınabilecek gelişme ise, savaşın başında yönetimden edilen Taliban güçleri ile son yıllarda yürütülen görüşmeler ve pazarlıklardır. Irak’ta Baas rejiminin kimi önde gelen temsilcileri dışındaki güçlerle görüşme ve anlaşma sonucu sözkonusu güçlerin polis ve askeri güçlere entegre edilmesiyle işgale karşı direnişin zayıflatılması yönlü hesap ve taktik Afganistan’da Taliban güçleriyle anlaşmaya çalışma biçiminde kendisini göstermektedir. Sözkonusu görüşmeler, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla “Yüksek Barış Konseyi” Başkanı Rabbani’nin 20 Eylül 2011 tarihinde öldürülmesiyle “dondurulmuş” durumdadır ve gelişmelerin hangi yönde olacağı belli değil. Afganistan’da savaş döneminde öldürülenlerin sayısı tam olarak belli değil. ABD emperyalizminin işgalci komutanlarından Tommy Franks’ın “Biz cesetlerin sayımını yapmıyoruz!” tavrına uygun olarak işgalcilerin gerçekte katlettiği insanların sayısı da gizleniyor. Yapılan kimi açıklamalarda ise sözkonusu rakamlar mümkün olduğunca düşük gösterilmektedir. Kimi savaşa karşı olan burjuva kurumların “dikkatli” tahminlerine göre Afganistan’da 70.000’den fazla insan öldürülmüştür. NATO askeri olarak ifade edilen işgalcilerin ölü sayısı ise 2500 kadar gösterilmektedir. Afganistan’da güvenlik durumu ise özellikle son iki-üç sene giderek daha da kötüleşmiştir. Bir işgal ve savaşın olduğu bir ülkede, eğer “güvenlik” durumu giderek kötüye gidiyorsa, bu, gerçekte savaşın daha da barbarlaştığını gösterir. Bu da kendisini esasında sivil kesimin günlük yaşamında, insan olarak sahip olduğu, daha doğrusu olmadığı insan haklarında (yaşama hakkından, beslenme, barınma, çalışma, okuma, eğitim, örgütlenme ve ifade etme özgürlüğüne kadar tüm temel insan haklarından yoksun olmak) kendisini göstermektedir. İşgalin ve savaşın olduğu bir yerde burjuva anlamda da demokrasi olamaz! Bombalanıp yakılıp yıkılan, viraneye dönen bir

panorama

panorama 28

düşürülmüştür. vb. vb. “İslami terörizme karşı” mücadele adına kimi Afrika ve Asya ülkelerinde yürütülen “taşeron” savaşlar ve bunların sonuçları hesaba katıldığında, doğrudan savaşlarda katledilenlerin, sürgün edilenlerin sayısı çok daha yüksektir. Başta ABD emperyalizminin temsilcileri olmak üzere Batılı emperyalistlerin 11 Eylül 2001’in 10. yıldönümünde sözkonusu saldırıları lanetleyip sözde 3000 civarında yaşamını yitiren İkiz Kulelerde çalışanları anmaları 10 yıl önce olduğu gibi bu sefer de büyük bir sahtekârlıktır. ABD Başkanı Barak Obama 11 Eylül’ün yıldönümünde yaptığı konuşmada bu sahtekârlığı sözkonusu saldırıların “…tüm dünyaya, insanlığa ve paylaştığımız ümitlere karşı bir saldırı olduğunu” söyleyerek

29


rinden petrol ve doğal gaz transport etme yolunu sağlamak, Rusya, Çin ve İran’a karşı kullanabileceği üsse sahip olmak, savaşla, silahlanmayla savaş endüstrisi ve ekonomisinin kârlarını yükseltmek, görevi değiştirilmiş NATO’nun varlığını sürdürmesi vb. vb. Kısacası dünyaya egemen olma dalaşında nüfuz elde etmek! Afganistan savaşının 10. yıldönümünde işgalci güçlerin kimi temsilcilerinin yaptığı açıklamalar, esasında kendi hedeflerine istedikleri gibi ulaşamadıklarına işaret etmektedir. Bu bağlamda bilince çıkarılması gereken bir nokta da, eğer emperyalistlerin temsilcileri “başarısızlıktan” bahsediyorsa, bu “başarısızlığın”, gerçekte demokrasiyi savunma, insan haklarını yerleştirme ya da kadınların ezilmesine son vermek ile hiç bir bağının olmadığı gerçeğidir. Gelinen yerde 2014’ten itibaren ülkenin güvenliğinin sorumluluğunu Afganistan ordusuna, polisine devredileceği ve işgal gücünün adım adım çekileceğinden bahsedilse de emperyalistlerin hesap ve amaçları değişmemiştir. Aralık ayı başında Almanya’nın Bonn şehrinde Petersberg’de yapılması planlanan “Afganistan Konferansı”nda “siyasi çözümler” ve “askeri birliklerin” çekilmesi vb. konular tartışılacaktır. Önemli bir nokta da ABD’nin NATO’nun savaş giderleri bağlamında müttefiklerinden daha fazla mali kaynak istemesidir. Bu konferansta Afganistan halklarının sorunlarına çözüm için herhangi önemli bir karar çıkmayacağı kesindir. Afganistan halkları, önümüzdeki yıllarda da işgal ve savaşla, ya da yeni biçimiyle Taliban güçlerinin de içinde yer aldığı gerici, işbirlikçi rejimin baskısı, zulmü altında kalacağa benziyor. İşgalciler, islamcı feodal gerici faşistler, savaş ağaları Afganistan’daki yaşama damgasını vurmaktadır. İşgal ve savaşın 10. yıldönümünde Afganistan’ın başkentinde yapılan protestoda atılan sloganların başında “İşgale hayır!” ve “Amerikalılar defolun!” gibi sloganlar geliyordu. Sözkonusu bu protestoya yüzlerce insanın katıldığı ve protestoyu örgütleyenin “Afganistan Dayanışma Partisi” adlı sol örgüt olduğu bilgisi de medyaya yansıdı. Demokrat ve devrimci kesim ne yazık ki çok güçsüz durumda. Anda güçsüz olsalar da Afganistan halklarının işgal ve işgalcilerden, islamcı faşistlerden, savaş ağalarından kurtulması için mücadele verenler, geleceği temsil etmektedir ve enternasyonal dayanışmamız bunlarladır! 27 Ekim 2011 ✓

Filistin BM’ye tam üye olabilecek mi?

panorama

panorama 30

ülkede, insanların doğru dürüst başlarını altına sokacağı evleri yokken ve eğitim sisteminin –iyi ya da kötü– neredeyse ortadan kaldırıldığı yerde çocukların eğitiminin, kız çocuklarının okula gitmesinin mümkün olmadığı, olamayacağı da açıktır. Kimi araştırmaların sonuçlarına göre anda 4 milyondan fazla çocuğun okula gitme ve eğitim görmesi sadece bir hayal olma durumundadır. Demokrasi oyunu oynamak için de olsa parlamentoya seçilmesine göz yumulan, ama dinci gerici kesimin saldırılarına maruz kalan Malalai Joya’nın deyimiyle işgal ve savaş kadın hakları bağlamında da “hiç bir iyileştirme” getirmemiştir. Tersine, özellikle son yıllarda kadınların durumu kötüleşmiştir. Kadınlar tecavüze uğramakta, kaçırılmakta, katledilmektedir. Asitle yakılmaktadır! Bu baskılardan “kurtulmak” için birçok kadın intihar etmekte, etmeye kalkışmaktadır. Sözkonusu intiharların öne çıkan biçiminin de kendisini yakmak olduğu belirtilmektedir. Sadece geçen sene 22.000 kişinin yanma sebebiyle hastanelere başvurduğu ve bunların çoğunluğunun kadın olduğu yönlü bilgi de medyaya yansıyan bilgiler arasındadır. Malalai Joya’nın deyimiyle “Tüm bu yıllarda işgal, ABD/NATO-Birlikleri sadece savaş, terör, yoksulluk, zorbalık ve güvensizlik getirdi.” Gerçek durum da böyledir! Buna ek olarak söylenecek şey, son dönemde Taliban güçlerinin işgalci güçlere saldırılarının –hem de başkent Kabil’de– giderek yoğunlaştığı ve eşzamanlı eylemlerle işgalci güçlere daha çok zarar verdiği gerçeğidir. Kimi gerçekler artık saklanamıyor! BM Afgan güvenlik güçlerini –sanki bunlar işgalci güçlerden bağımsızmış gibi ve aslında işgalci güçlerin işkence yaptığı gerçeği gizlenmeye çalışılmakta– tutuklulara sistemli işkence yapmakla itham etti. Buna göre en azından 7 (yedi) tutuklama merkezinde istihbarat ve güvenlik güçleri işkence metotlarını uygulamaktadır. Sonuçta 10 sene sonra da açıktır ki, emperyalistlerin Afganistan’a yönelik savaşının amacı, Afganistan halklarını Taliban rejiminden kurtarmak, “demokrasi” götürmek, Afganistanlı kadınlara “özgürlük” sağlamak vb. vb. değildi, değildir. Her işgalci gücün kendine göre hesap ve çıkarı var. ABD emperyalizminin Afganistan’dan resmen çekilmesi durumunda, yine de Afganistan’da kalacağı daha şimdiden kesindir. En azından beş askeri üs inşa edilmektedir. ABD emperyalizminin Afganistan’a yerleşmesinin çok yönlü hesabı var. Afganistan’daki yeraltı zenginliklerini ele geçirmek, Afganistan üze-

- FİLİSTİN-BM/ NEW YORK-

Abbas’ın hesapları içinde, eğer ABD BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada veto hakkını kullanırsa, ABD’nin hem Arap ülkelerinde hem de Filistin’in bağımsız devlet olmasını destekleyen ülkelerde puan kaybedeceği hesabı vardı. Bunu kullanarak ABD’nin az da olsa İsrail’e baskı yapacağı umudunu da besliyordu Abbas efendi!

O

rtadoğu’dan ve sorunlarından bahsedildiğinde akla ilk gelen sorunlardan biri Filistin sorunudur. Bu sorun yıllarca süren bir sorun olduğundan, hemen hemen dünyanın her yerinde insanların bu sorunun var olduğunu bildiğini söylemek abartı olmaz. İsrail devletinin kuruluşu 14 Mayıs 1948’de ilan edilmiş, 15 Mayıs 1948 tarihinden itibaren özellikle İngiliz emperyalizmiyle işbirliği içinde olan Arap Liga’sı ülkelerinin İsrail devletine saldırmasıyla savaş başlamış ve bugüne kadar Filistin-İsrail arasındaki çatışma değişik biçimlerde sürmüştür. Çıkış noktası olarak İsrail’in kuruluşunun ilanını alırsak, bu sorunun çözümsüzlüğü 63 seneden beri devam etmektedir. Kuşkusuz ki bu sorundaki çözümsüzlük düğümünü bağlayan, özellikle 1967’deki savaşla Filistin topraklarını işgal edip Filistin Arap halkına karşı bugüne kadar değişik düzeylerde de olsa sürekli savaş yürüten işgalci İsrail devleti olmuştur. Filistin’de oluşan ve İsrail’e karşı silahlı mücadele yürüten ve yürütmeye çalışan tüm grup ve örgütlerin ortaya çıkışının maddi temeli de İsrail’in işgali, baskısı ve zulmü olmuştur. Bu gerçeklik, güya sorunu çözmeye çalışan Batılı emperyalistlerin sürdüğü, sürdürdüğü görüşmelerde, toplantılarda sürekli gözardı edilmiştir. Bunun tersine örneğin Filistin Kurtuluş

Örgütü’nün (FKÖ) İsrail ile en son Oslo’da 1993’te anlaşması sonrası dönemde Hamas ya da benzeri örgütlerin varlığının, İsrail’in varlığını tehdit ettiği gerekçesi öne sürülerek sorunun çözümü sürüncemede bırakılmakta, çözümsüzlüğün devam etmesine çalışılmaktadır. Böylece, esasında Oslo Anlaşması’nın öngördüğü “mini Filistin” devletinin resmen kurulması bile engellenmeye çalışılmaktadır. 1993’ten bugüne kadar Filistin yönetimi (Arafat ve Abbas önderliğindeki yönetim) özerk bölge yönetimi olarak işbaşındadır. İsrail devleti bu özerk bölgede –Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te, işgal ettiği toprakların dışındaki bölgede de– egemen devlet olma konumunu sürdürmektedir. Filistin yönetiminin, yönettiği bölgede bile gerçekte özgürlüğü yoktur. Bunun da ötesinde 1993 yılından bugüne kadarki süreçte Filistin yönetimi hem emperyalist güçlerin, özellikle de “Ortadoğu Dörtlüsü” denen ABD, Rusya, AB ve BM’nin baskılarına, hem de İsrail yönetiminin dayatmalarına karşı tavizler vererek, sorunun sürüncemede kalmasına ortaklık etmiştir. Oslo Anlaşması’nın da gerisine düşmüştür. Filistin sorununun çözülebileceği düşünülen hemen her seferinde, İsrail ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere destekçileri tarafından gündeme yeni

31


meyeceğini tespit etmiş ve diğer şeylerin yanısıra şu tespitleri yapmıştık: “Haydi diyelim ki Abbas yönetimi emperyalistlerin işbirliğiyle Hamas’a karşı başarı sağladı. Bunun sonucunda İsrail yönetimiyle de canciğer kardeş kesildi… İsrail’e karşı şiddet, saldırı olayları son buldu ve İsrail de Filistinlilere bomba yağdırmaya son verdi. 2008 yılı sonuna kadar bunlar da olmayacak ama, varsayalım ki oldu. Filistin sorunu böylece çözülecek mi? Olmert ve Abbas yönetimi nasıl bir anlaşma imzalayacak? Kurulması gereken Filistin devletinin sınırları ne olacak? İnşa edilen yüzlerce kilometrelik duvar yıkı-

öngörülen 2008 yılı sonuna kadar herhangi bir anlaşma gerçekleşmedi. Bunun yerine 27 Aralık 2008 tarihinde İsrail Gazze’ye bomba yağdırdı! Gazze’yi ablukaya aldı ve bu abluka bugüne kadar sürdü… Bu arada Annapolis’teki toplantıdan sonra yeniden başlayan Filistinİsrail arasındaki görüşmelerde, müzakereler için Filistin tarafının öne sürdüğü yeni yerleşim alanlarının inşaasının durdurulması ve müzakerelerde çıkış noktası olarak 1967 sınırlarının alınması yönlü talepler İsrail tarafından reddedildiğinden, müzakereler de son buldu. 2008 yılı sonundan bugüne kadar müzakerelerin yeniden başlatılması için değişik görüşmeler yapıldı. Gazze’ye ablukaya son verilmesi için uğraşıldı. Ama görüşmeler bağlamında ciddi sayılabilecek bir değişiklik olmadı. İsrail, kısa bir süre inşatını durdursa da, yeni yerleşim alanları inşa etmeyi sürdürdü ve daha da fazlasını inşa etme yönünde kararlar aldı… Böylesi bir durumda Filistin tarafı, Abbas şahsında BM Genelkurulu’nda Filistin’in üye devlet olarak kabul edilmesi için BM’ye başvuruda bulunacağı yönlü bilgi kamuoyuna yansıdı.

BM’YE BAŞVURU, GELİŞMELER…

32

2005 yılında resmen kuruluşu ilan edilemeyen Filistin devletinin kuruluşu için görüşmeler, İsrail’in işgal ettiği topraklarda “Yahudi yerleşim alanları”nı inşa etmeyi sürdürmesi ve görüşmelerde Filistin devletinin sınırları olarak 1967’deki sınırlarını müzakerelerin çıkış noktası olmasını reddettiğinden durma noktasına geldi. Bu durumu değiştirmek, taraflar arasındaki görüşmeleri yeniden başlatmak amacıyla, 27 Kasım 2007’de, Annapolis’te (ABD) “Yakındoğu Konferansı” yapıldı. Sözkonusu konferansta da Filistin devletinin resmen kurulması için tarafların anlaşması için öngörülen tarih 2008 yılı sonuna kadardı. Annapolis’teki konferans hakkında takındığımız tavırda 2008 yılı sonuna kadar da sorunun çözüle-

lıp duvarın inşa edilmesiyle işgal edilen Filistin devletinin toprakları iade edilecek ve ‘Yeşil Hat’ olarak belirlenen sınıra dönülecek mi? Kudüs’ün geleceği ne olacak? Milyonlarca Filistinli Arap mültecinin geri gelme sorunu çözülecek mi? Yahudi yerleşim alanları boşaltılacak mı? Ya da en basitinde insanların yaşamak için en temel ihtiyaçlarından biri olan su sorununda Filistin halkının ihtiyaçlarına uygun çözüm bulunacak mı? Bu sorular kuşkusuz ki öne çıkan bazı sorulardır sadece. Ama bu sorunlar çözülmeden, burjuva sistem çerçevesinde bile mümkün olan çözüm gerçekleşemez.” (sayı 118, sayfa 13) Burada öne çıkarılıp sorulan soru ve sorunlar güncelliğini koruyor ve 21 Aralık 2007 tarihinde ön gördüğümüz gibi, Annapolis’te tarafların anlaşması için

Filistin lideri Abbas’ın Eylül ayı sonlarında yapılacak BM Genel Kurulu’nda BM’ye tam üyelik için başvuruda bulunacağı bilgisi kamuyona yansıdığında, başta İsrail ve ABD olmak üzere destekleyicileri, Filistin yönetimini bu adımdan vazgeçirmek için baskı altına almış ve özellikle mali yardımı kesecekleri yönlü tehditlerde bulunmuşlardı bile… Oysa, daha bir sene önce BM Genel Kurulu 2010’da yaptığı konuşmada (23 Eylül 2010) ABD Başkanı Barak Obama, sorunun çözülmesi için iki tarafın anlaşmasına çalışılması isteğini dile getirirken BM’nin 2011 yılındaki Genel Kurulu’nda “bağımsız, egemen Filistin devleti”nin BM’nin yeni bir üye devleti olması talebini de dile getirmişti. Kuşkusuz ki bunun için öngörülen görüşme ve anlaşma sağlanamadı, ama bu düşünce Filistin yönetiminin atmak istediği adımda da rol oynadı. BM Genel Kurulu öncesinde Filistin yönetiminin tam üyelik başvurusundan vazgeçmeyeceğinin ortaya çıkması gibi, en kötü ihtimalle bu önerinin BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olarak ABD’nin vetosuyla karşılaşacağı da açıktı. Yani Abbas ABD’nin vetosuyla Genel Kurul’a oylanması için gitmesi engelleneceği kesin olan bir adım atmaya kalkışmıştı… Hem

ABD ve destekleyicileri ile (AB de bu konuda ABD ile aynı görüşte olduğunu açıkladı) hem de bunların tehditleriyle karşı karşıya gelerek buna karar vermişti! ABD Başkanı Obama bir sene önceki isteğini, zamanı belli olmayan bir geleceğe erteleyerek ABD’nin Filistin yönetiminin başvurusunun gündeme alınmasını veto edeceğini yanlış anlaşılmaya yer bırakmayacak açıklıkta dile getirdi. İsrail de bu arada mümkün olduğunca bu başvuruda bulunmayı engellemek, olmazsa reddedilmesi için çaba gösterdi. Ayrıca BM’ye üye olarak kabul edilmek için öngörülen koşullardan biri BM-Charta’sından kaynaklanan sorumlulukları üzerlenmek iken, buna bağlı olarak sözkonusu devletin bu koşulları yerine getirmeye istekli ve yetenekli olması da gerekiyor. Bunun için de sözkonusu devletin “barışsever” olması gerekiyor. Bu durum somutta Filistin’in İsrail’e karşı barışsever olup olmadığını belgelemesi gerektiği anlamına geliyor. Filistin yönetiminin (devletinin) ”barışsever” olduğunun kabul edilmesinin engellenmesi için de Filistin yönetiminin tavrı yerine, Hamas’ın ya da diğer islamcı örgütlerin İsrail’i tehdit ettiği öne sürülerek Filistin’in “barışsever” olmadığı isbatlanmaya çalışılmaktadır. İsrail bunun için elinden geleni yapmaktadır. Filistinlilere saldırılar, bu dönemde özellikle işgal edilen topraklardaki Yahudi yerleşim alanlarında yaşayanların silahlandırılması, Filistinlilere saldırtılması biçiminde de kendisini gösterdi. Filistin cephesinde ise Abbas yönetiminin özellikle Hamas’la rekabet ve mücadelede farklı hesapları var. Hamas BM’ye tam üyelik başvurusu kararının El Fetih tarafından verildiğini, Filistin’in kurtuluşu ve haklarının alınması ve gerçekten egemen bir Filistin devleti kurabilmek için doğru yolun Filistinlilerin direnişi olduğu yönlü tavır takındı. Abbas kesimi ise bu adımla kitlelerin desteğini kazanmaya çalışırken aynı zamanda Filistin yönetiminin uluslararası statüsünü yükseltmeye çalışarak İsrail ile müzakerelere başlanması durumunda daha “güçlü” bir konumda olmaya çalışmaktadır. Bu, esasında Filistin’in BM’ye tam üye olarak kabul edilmesi durumunda iki devlet arasında müzakerelerin yürütülmesi anlamına gelmektedir. İsrail de “eşit güç” düzeyinde müzakere yerine kendisinin egemen güç olduğu bir müzakereden yana olduğundan bu adıma karşıdır. Abbas’ın hesapları içinde, eğer ABD BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada veto hakkını kullanırsa,

panorama

panorama

bir sorun getirilmekte ve sorun üzerine pazarlıklarda da yeni bir yol alınmak zorunda kalınmaktadır. “Ortadoğu Dörtlüsü”nün taraflara 2003 yılında kabul ettirdiği “Yol Haritası”na göre 2005 yılında Filistin devletinin resmen kurulması gerekiyordu. Engelleyen Filistin tarafı olmadı, hayır! Yine işgalci siyonist İsrail devleti sorunu çıkmaza soktu ve sözkonusu “Ortadoğu Dörtlüsü” görünürde şikayetlenmekten öte İsrail’e yönelik herhangi bir baskı ya da zorlamada bulunmadı bile. Tersine yine Filistin tarafından “İsrail’in güvenliği”nin sağlanması vb. taleplerde bulunuldu. Sözkonusu “Yol Haritası”nın öngördüğüne göre

33


lanabileceği, ama sorunun çözümünün sürüncemede kalması durumunu değiştirmeyen bir durum sözkonusudur. Görünüşte Filistin devletinin kurulmasına karşı olan yok gibi! Fakat Filistin’in BM’ye tam üyelik başvurusu bile “tek yanlı karar” olarak değerlendirilip, böylesi tavırlarla barışın sağlanamayacağı, çözümün gerçekleşemeyeceği teraneleri anlatılıyor. Sanki Filistinliler sorunu çıkmaza sokmuş gibi, Filistin’in İsrail ile yapılacak müzakerelerle sorunun “barışçıl” yollarla çözmeye çalışması yönlü talepler öne sürülüyor. BM Genel Kurulu bittikten sonra öne çıkan mesele “Ortadoğu Dörtlüsü”nün müzakerelerin başlatılması için yaptığı öneriydi. Buna göre bir ay içinde İsrail ve Filistin temsilcilerinin hazırlık görüşmelerine başlaması, üç ay içinde müzakereler için sınır ve güvenlik meselelerinde kapsamlı önerilerin sunulması, altı içinde de önemli ilerleme kaydedilmesi ve 2012 yılı sonunda da “Barış Anlaşması” için “Anlaşma Çerçevesi”nin ortaya konması isteniyor. Filistin tarafının ilk tavrı dikkatli, müzakereleri açıkça reddetmeyen ama sunulan önerinin kabul edilebilecek bir öneri olmadığı biçiminde oldu. Bunun nedeni de esas olarak bu önerinin müzakerelerin dondurulmasına yol açan işgal bölgelerindeki yerleşim alanlarının inşasına son verilmesi gerektiği talebiyle, Filistin devletinin sınırı için çıkış noktası olarak 1967 sınırlarının öngörülmemesi olarak açıklandı. İsrail tarafı da başta böylesi bir öneriye sıcak bakmadığını, daha sonra da öngörülen zamanın uzatılması gerektiği biçiminde tavırlar takındı. Abbas BM Güvenlik Konseyi’nde başvuruları için oylama yapılması durumunda destek alabilmek için Güvenlik Konseyi üyesi ülkelere ziyaretlerde bulunup destek bulmaya çalışıyor. Bu arada Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Filistin’e “demokrasi için ortaklık” statüsü vermeyi kararlaştırdı… İsrail’de yüzbinlerce insanın konut ve sosyal sorunlarla ilgili protestoları ve son dönemde gerçekleşen “esir değiş-tokuşu” gibi birçok sorun yaşanıyor ama, Filistin’in topraklarının İsrail tarafından işgali, İsrail-Filistin arasındaki çelişki ve çatışmanın esasını oluşturuyor. “Ortadoğu Dörtlüsü”nün önerisi bağlamındaki gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. Açık olan şey, bu önerinin de soruna, çözüm getiremeyeceğidir. İsrail-Filistin çelişkisi, çatışması uluslararası alanda da daha uzun yıllar varlığını sürdüreceğe benziyor. 28 Ekim 2011 ✓

panorama

panorama 34

ABD’nin hem Arap ülkelerinde hem de Filistin’in bağımsız devlet olmasını destekleyen ülkelerde puan kaybedeceği hesabı vardı. Bunu kullanarak ABD’nin az da olsa İsrail’e baskı yapacağı umudunu da besliyordu Abbas efendi! Hesaplar içinde eğer tam üyelik işi olmazsa, o zaman ikinci plan gündeme gelebilecekti. Sözkonusu plan ise BM Genel Kurulu’nda Filistin’in “gözlemci” olma statüsünün “üye olmayan devlet” statüsüne yükseltilmesi için başvuruda bulunup başvuruyu oylamaya sunmaktır. Bu oylamanın yapılması için Güvenlik Konseyi’nin kabulü ya da onayına gerek yoktur. Böylesi bir durumda Filistin “de facto” devlet olarak ele alınacak ve BM’ye bağlı kurumlara üye olabilecektir. Özellikle Uluslararası Mahkeme’ye taraf devlet olarak başvuruda bulunup davalar açabilecek vb. vb. BM Genel Kurulu 20 Eylül’de başladı ve yürütülen görüşmeler ertesinde Abbas tam üyelik başvurusunu BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a teslim etti. Moon ise bu başvuruyu BM Güvenlik Konseyi’ne gönderdi… Başvurunun Genel Kurul’da oylanması için önce Güvenlik Konseyi’nin sorunu ele alıp başvuruyu kabul edip etmeyeceğine karar vermesi gerekiyor. Bunun için Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesi devletten 9’unun evet oyu vermesi ve Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi devletlerden veto gelmemesi gerekiyor. ABD emperyalizmi böylesi bir oylamada veto hakkını kulanacağını açıklamıştı zaten. Ama ABD emperyalizminin açıkça böylesi bir veto tavrı takınmasının (tehditin ötesinde bunu pratiğe geçirmesi) herhalükârda öncelikle kimi Arap devletleri tarafından iyi karşılanmayacağı bir durum sözkonusudur. Örneğin Arabistan’ın ABD’deki eski büyükelçilerinden Prens Türki El Faysal, yazdığı bir yazıda: “ABD, Filistin Devleti’ne destek vermezse, ikili ilişkilerimiz Arap dünyasında zehirli bir bağ olarak algılanabilir. Bu durumda Suudi Arabistan, Amerika ile geçmişteki gibi işbirliği yapmayı sürdüremez.” (aktaran Hürriyet, 14 Eylül 2011) tavrını takınıyordu. BM Genel Kurulu sürecinde yapılan görüşmelerle “orta yol” bulundu! Filistin başvuruyu yapacak, BM Güvenlik Konseyi’nin sorunu gözden geçirmesi için zaman baskısı yapmayacak… Böylece oylamanın belirsiz bir zamana ertelenmesi, ABD’nin veto hakkını kullanmak zorunda bırakılmaması, ama Abbas’ın tüm baskılara rağmen başvuruda bulunmaktan “geri adım” atmaması gibi herkesin kendi hesabı için kul-

Bankalara ve siyasetçilere “ÖFKELİLER”! - DÜNYA -

Başta genç kesim olmak üzere kitlelerin önemli kesimi artık sessiz kalmıyor ve öfkesini “sivil itaatsizlik” olarak da adlandırılan ve özellikle Tahrir Meydanı eyleminden etkilenerek meydanları işgal edip ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşı protestosunu dile getiriyor.

15

Ekim’de dünyanın yaklaşık 80 ülkesinde ve 1000 kadar kentinde, ana sloganı “Dünya çapında bir dönüşüm için birleşin” olan ve yüzbinlerce insanın katıldığı protestolar gerçekleşti. Protestolar, 15 Mayıs 2011 tarihinden itibaren İspanya’da başlayan protestolara çağrı yapan ve kendilerini, eski Fransız diplomatı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilere karşı Fransız direnişçilerin safında yer alan Stephane Hessel’in yazdığı “Öfkelenin” adlı kitaba atfen “Öfkeliler” diye de adlandıran “Gerçek Demokrasi Şimdi” adlı hareketin çağrısı ve çabasıyla örgütlendi. “Arap Baharı”nın Tahrir Meydanı’ndan İspanya’daki “Öfkeliler”e ve ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerine kadar yaşananlar, birbirinden etkilenildiğini, eylemlerin ortak yanları olduğunu gösterdiği gibi, bunların birbirinden farklılıklara sahip olduğunu da gösterdi. Bu açıdan her ülkedeki protesto eylemi ve hareketinin kendi başına, somut olarak ele alınması, incelenmesi ve hepsinin aynı kaba konma-

ması gerekiyor. Tek tek eylemleri değerlendirme yerine soyutlama yaparak bunların kimi ortak yanlarını öne çıkarmak gerekirse, bu protesto hareketlerinin en temel ortak noktası, kendisini, içinde yaşanılan toplumun siyasi ve ekonomik durumundan hoşnutsuzluk olarak göstermektedir. Bu hoşnutsuzluk ekmek, demokrasi ve özgürlük talep etme temelindeki ortaklık olarak da ifade edilebilir. Başta genç kesim olmak üzere kitlelerin önemli kesimi artık sessiz kalmıyor ve öfkesini “sivil itaatsizlik” olarak da adlandırılan ve özellikle Tahrir Meydanı eyleminden etkilenerek meydanları işgal edip ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşı protestosunu dile getiriyor. Bu bağlamda protestolara temel teşkil eden ortak yan da, güncel olarak sömürücü sistemin özellikle 2008’deki ekonomik ve mali krizin yükünü emekçilerin sırtına bindirmesi, işsizliğin ve yoksulluğun oranının yükselmesi ve bundan da önce özellikle son on

35


Bundan çıkarılacak sonuçlardan biri şudur: Sömürücü sisteme karşı devrim için mücadele edip de yıllarca ürününü alamadığında yaşanan moral bozukluğuna karşı; “bu iş olmaz” gibi yaklaşımlara karşı; evet bu iş olabilir, yeter ki biz devrimci iyimserliğimizi koruyarak sürekli ve sistemli çalışmamızı yürütelim. Yeter ki biz, bu insanlık düşmanı sömürücü sisteme karşı işçileri, emekçileri bilinçlendirme ve örgütleme çabamızı sürdürüp hazırlanalım o güne… Bilinçlendirip hazırlanalım ki, kitleler ayağa kalktığında doğru, Marksizm-Leninizm bilimi önderliğinde hareket edebilsin ve sömürücü sistemin tek gerçek alternatifi olan sosyalizm için devrim yolunda ilerlesin… vb. vb. Protestolardan devrimciler, sınıf bilinçli işçiler, emekçiler için çıkarılacak bu sonuç aynı zamanda bu protesto hareketlerinin en önemli eksik yanı, zaafıdır da! Bu bağlamda da bu protestoların karşılaştırıldı-

yaşamanın talep edilmesi, doğrudan demokrasi ile temsil edilmenin istenmesi, kısaca ifade edildiği gibi “bankaların ve siyasetçilerin malı” olmayı reddetmesidir. Yani bu protestolar “ölü sessizliğini” bozan, sisteme karşı mücadelenin içinde yeşerebileceği, sömürücü sistemin gerçek alternatifinin ancak bu sistemin dışında aranması gerektiği bilincinin oluşabileceği bir imkânın varlığını göstermektedir.

ğı “Arap Baharı”nın yaşandığı ülkelerdeki kitlelerin taleplerinden önemli farklılığı var. Tunus, Mısır vd. ülkelerde kitleler “öfkelerini” doğrudan yöneticilerin devrilmesine yöneltmiş, Bin Ali ve Mübarek’i iktidardan etmiştir. Ama Avrupa ve ABD’deki protestoların iktidarı değiştirme diye bir talepleri yoktur. Bu açıdan bakıldığında Avrupa ve ABD’deki protesto hareketi “barışçıl” ve sistem içinde kalan bir protesto hareketidir. Bu protestolar içinde “solcu” ya da dev-

rimcilerin de yer alması, hareketin niteliğini değiştirmiyor. Detaylara girildiğinde ortak yanlar farklılıklar üzerine kuşkusuz ki daha uzun yazılabilir. Yazının girişinde tespit ettiğimiz gibi 15 Ekim’de “bankalara ve siyasetçilere” tepkilerini dile getirmek için yüzbinlerce insan protesto eylemlerine katıldı, “öfkelerini” gösterdiler. Kelimenin gerçek anlamında öfkesini gösterenlerin, protesto eylemine müdahale eden kolluk güçleriyle çatıştığı ve kimi hesaplara göre milyonlarca Avro zarara yol açtığı eylem İtalya/ Roma’da yaşandı. Kimi diğer ülkelerde ve şehirlerde yaşanan müdahale, çatışma ve tutuklamalar Roma’nın “gölgesinde” kaldı… Devletin kolluk güçleri barışçıl eylemcileri bile, sizin isteğiniz “barışçıl” istemlerle, eylemler olmaz dedirtircesine çatışmaya zorlamaktadır… Bu eylemlerde 17 Eylül 2011 tarihinden beri New York’ta “Wall Streeti İşgal Et” adı altında yürüyen protesto eyleminden etkilenerek, eylemin yapıldığı şehirlerde farklı isimlerle “İşgal Et” hareketi gündeme geldi. Bu etkilenmenin kendisini gösterdiği bir nokta da “Yüzde 99’u biziz” sloganının üzerlenmesiydi. Bu slogan esasında nüfusun %1’nin toplumsal zenginliğin esasını elinde bulundurduğu ve %99’un da buna karşı olduğunu dile getirmek için kullanıldı, kullanılıyor. Kimi burjuva yorumcular, 15 Ekim’de protestolara katılımın azlığını kullanarak %99 ile alay etseler de, bu slogan, içinde yaşadığımız asalak emperyalist sistemin bir gerçeğine dikkat çekmektedir. Kuşkusuz ki, bu sistemin ayakta kalmasını sağlayan esas şey egemenlerin güçlülüğü değil, ezilenlerin zayıflığıdır. Eğer ezilenler kendi sınıfsal konum ve güçlerinin bilincine varıp buna uygun örgütlense, bu gücün karşısında hiç bir burjuva iktidarı dayanamaz, varlığını koruyamaz. Burjuva yorumcuların %99’u biziz sloganıyla alay etmesi de, bu sloganın var olan bir gerçekliğe dikkat çekerek bilinç yaratmaya hizmet ettiği gerçeğini ortadan kaldıramaz. “İşgal Et” eylemlerinin bankalara, finans merkezlerine karşı protestolar gerçekleştirmenin kendisi olumlu bir gelişmedir. Fakat ne yazık ki bu olumluluk, protestoların bu karşı çıkışı, bankaların finans merkezlerinin yaratıcısı, kaynağı olan kapitalist-emperyalist sistemin kendisine yönelmediğinden olumsuzluğa dönüşmektedir. Olumsuzluk kendisini, bu sistemin alternatifinin ne olduğunun ortaya konmamasında; protestoları

“barışçıl” eylemlerle sınırlayıp devrimci şiddetin reddedilmesinde; doğrudan demokrasi adına örgüt ya da parti yapılanmasını reddetmesinde vb. göstermektedir. Buna bağlı olarak da protesto hareketinin tümünü bağlayıcı bir program yoktur. Protestolara katılımcıların çeşitliliği gibi talepler de çeşitlidir. Fakat hareketin taleplerine damgasını vuran yaklaşım, şimdilik sistemin “aşırı uçlarının” törpülenmesi olarak adlandırılabilecek yaklaşımdır. Bu yaklaşım kendisini “sivil itaatsizlik” eylemleriyle banka ve finans merkezlerinin ve bunların temsilcisi siyasi erkin yürüttüğü politikanın değiştirilebileceği yaklaşımında da göstermektedir. Protesto hareketinin eksiklerinin, zaaflarının, sistem içi reformist karakterinin bilinciyle, bu harekete devrimci, marksist-leninist yaklaşımı taşımanın sınıf bilinçli kesimin görevi olduğunun altını çizmek gerekiyor. Eğer İsrail’de, ABD’de, eğer Yunanistan’da, Portekiz’de, İspanya’da… ve 15 Ekim’de olduğu gibi dünyanın yaklaşık 80 ülkesinde binlerce, yüzbinlerce insan sosyal eşitsizliğe, zamlara, işsizliğe vb. karşı çıkıp finans merkezlerini ve “kendi” yönetimlerini protesto ediyorlarsa; buna karşı ekmek, demokrasi, özgürlük içeren talepleri dile getiriyorlarsa, bu gelişme olumludur… Sınıf bilinçli kesimin tavrı bunların sistem içi davranmasını küçümseyip bir kenara atmak değil, bu harekete sınıf bilincini, sosyalist-komünist bilinci taşımanın gerekliliğini kavrayıp buna uygun davranmak olmalıdır. Öfkenin sınıfsal bilince, bilincin örgütlülüğe ve örgütlülüğün devrim için mücadeleye dönüştürülmesi ancak ve ancak marksist-leninist yaklaşım temelinde, bilinçli müdahale ve çabayla mümkündür. Kendiliğinden bu iş olamaz! Kendiliğinden olacak olanlar ortadadır: Kapitalizmin gelişmesinin başlarında olduğu gibi bir zamanlar işçilerin işsizliğin, baskıların suçlusu olarak sandığı makinelere saldırması gibi, şimdi de kapitalist-emperyalist asalaklığın suçlusunun finans merkezleri olduğu düşünülerek ve bununla sınırlandırılarak bankalar-finans merkezleri protesto edilmektedir. Bu bilinçle, sistemin dibini oymaya, işçileri, emekçileri bilinçlendirerek devrim için mücadeleye kazanma görevimize, yeni bir dünya için mücadeleye daha da sıkı sarılalım. 29 Ekim 2011 ✓

panorama

panorama 36

yıldan beri demokratik hakların giderek kısıtlanması gibi egemenlerin saldırıları oluşturmaktadır. Bu protesto hareketlerinin ekmek, demokrasi ve özgürlük talepleri olarak adlandırılabilecek ortak yanları bilince çıkarılırken şu farklılığın da bilince çıkarılması gerekiyor. “Arap Baharı”nın yaşandığı ülkeler, burjuva demokrasisinin hiç bir dönem yaşanmamış olduğu ülkeler iken, protestoların yaşandığı Avrupa ülkelerinde ve ABD’de anda var olan burjuva demokrasisinden geriye gitme, iç faşistleşmenin yaşandığı bir durum sözkonusudur. Bu protestoların birbirinden farklı tüm yanlarına rağmen, olumlu olan ve bilinçlere kaydedilmesi gereken yanı ise, varolan sistemden hoşnutsuzluk, mali sektörün siyaseti belirlemesine itiraz, seçilmiş siyasetçilerin kendilerini temsil etmediğinin bilincine varılması ve bunlara bağlı olarak; daha iyi, insanca

37


“...Ben, herhangi bir bölünmeye karşı güvence olarak istikrar ve güç sağlamayı yakın gelecek için düşünüyorum ve burada kişilerin özellikleriyle ilgili birkaç söz etmek istiyorum...”

S

38

talin “eleştirmen”lerinin hemen hemen tümünün çokca başvurduğu bir yol Stalin’e getirdikleri “eleştiri”leri Lenin’e dayandırmaya çalışmaktır. Çeşitli yollarla Lenin’in Stalin’e kesinlikle karşı olduğu; Lenin ile Stalin arasında çok önemli ideolojik ayrılıklar olduğu vs. “ispatlanmaya” çalışılır. Bu işi önce ve en başta Troçkistler denemişlerdir. Sonra Kruşçev revizyonistleri denemişlerdir. Daha sonra “Mao Zedung Düşüncesi” taraftarları, Maoistler de bu kervana katılmıştır. Lenin’in aslında Stalin’e karşı olduğunun kanıtı olarak ileri sürülen temel belge “Lenin’in vasiyeti” olarak da adlandırılan kimi mektuplarıdır. Bu konuda H. Yeşil’in 1990 yılında Dönüşüm Yayınları tarafından yayınlanan Stalin Eleştirileri Üzerine adlı kitapta şu tavır takınılmıştı: (Bkz. Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 145-154, Dönüşüm Yayınları) “Sorun nedir? Lenin, 23-26 Aralık 1922’de çeşitli konularda bazı düşüncelerini dikte eder. Bu çeşitli düşünceler arasında, Lenin’in Partinin yöneticileri durumunda olan bazı kişiler hakkında da görüşleri, değerlendirmeleri vardır. Lenin’in bu mektubunun örgütsel konularla ilgili olmayan bölümleri Pravda’da yayınlanır. Mektubun tümü ise XIII. Parti Kongresi delegeleri tarafından okunur. “Lenin’in Vasiyeti” diye anılan bu mektup daha sonraları Troçkistlerin çokca dayandıkları bir mektup olur. Bu mektupta Lenin’in Parti yöneticileri hakkında yaptığı tespitler şöyledir: “Yukarıda değindiğim Merkez Komitesinin istikrarı ve gücü derken, bir bölünme olasılığına karşı alınabilecek ölçüde tedbir alınmasından sözediyorum.

“Russkaya Mysl”de yazan (ve S.S Oldenburg olduğu sanılan) Beyazların kalemşörü, Beyazların Sovyet Rusya’ya karşı giriştikleri oyunları tasarlarken haklı olarak önce Partimizin içindeki bir bölünmeye güvenmiş, sonra da böyle bir bölünmeye yolaçacak görüş ayrılıklarına bel bağlamıştır. Partimiz iki sınıfa dayanmaktadır. Bu nedenle, bu iki sınıf arasında anlaşma olmadığı takdirde Parti istikrarını ve gücünü yitirebilir ve parçalanması kaçınılmaz olur. Öyle bir durumda şu ya da bu tedbirin alınmasını düşünmek ve Merkez Komitesinin gücünden sözetmek boşuna olacaktır. Bu durumda, alınacak hiçbir tedbir bölünmeyi engelleyemez. Ama bunun hiç gelmeyecek kadar uzak bir gelecekte ve hiç olasılığı bulunmayan bir olay olmasını dilerim. Ben, herhangi bir bölünmeye karşı güvence olarak istikrar ve güç sağlamayı yakın gelecek için düşünüyorum ve burada kişilerin özellikleriyle ilgili birkaç söz etmek istiyorum. Bu açıdan alındığında, istikrar sorununun temel etmenleri, Merkez Komitesindeki Stalin ve Troçki gibi üyelerdir. Onların arasındaki ilişkilerin, aslında önlenebilecek olan bir bölünme tehlikesine yolaçacağı görüşündeyim ve böyle bir tehlikeyi engellemek amacıyla, alınacak diğer tedbirlerin yanısıra Merkez Komitesi üyelerinin 50 veya 100’e çıkarılması yararlı olacaktır. Yoldaş Stalin, Genel Sekreter olması nedeniyle elinde sınırsız yetki toplamış durumdadır ve Yoldaş Stalin’in bu yetkiyi her zaman yeterli dikkatle kullanabileceğinden kuşkuluyum. Öte yandan Yoldaş Troçki, Ulaşım ve Haberleşme Halk Komiserliği konusunda Merkez Komitesine karşı yürüttüğü

“24 ARALIK 1922 TARİHLİ MEKTUBA EK Stalin aşırı kaba, ve biz Komünistler arasındaki ilişkilerde ve bizim içimizde taşınabilecek olan bu kusur, bir Genel Sekreter için göz yumulmayacak nitelikte-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

LENİN’İN “VASİYET”İ YA DA LENİN STALİN’E DÜŞMAN MI İDİ?

dir. İşte bu nedenle, Stalin’i o görevden uzaklaştırmanın ve yerine Yoldaş Stalin’e oranla bir tek üstünlüğü olan, yani daha hoşgürülü, daha sadık, daha saygılı, daha nazik, yoldaşlara karşı daha dikkatli ve daha az kaprisli davranan birini getirmenin yolunu aramalarını yoldaşlarıma öneriyorum. Bu durum, ihmal edilebilecek önemsiz bir ayrıntı gibi görünebilir. Oysa, olası bir bölünmeye karşı savunma açısından ve yukarda değindiğim gibi Stalin ile Troçki arasındaki ilişkiler açısından, bunun önemsiz bir ayrıntı olmadığı, sonucu etkileyebilecek önemde bir ayrıntı olduğu kanısındayım. 4 Ocak 1923 Lenin” (Lenin, “Son Yazılar/Son Mektuplar”, sf. 12-16 Ser Yayınevi; Lenin, Toplu Eserler, Almanca, cilt 36, sf. 578-580.) Stalin bu mektup konusunda şu tavrı takınır: “Şimdi Lenin’in “vasiyeti”ne gelelim. Muhalefettekiler, burada, Parti Merkez Komitesi, Lenin’in “vasiyeti”ni “gizledi” diye bar bar bağırdılar-siz de işittiniz onları. Biliyorsunuz, sorunu Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu toplantısında birkaç kez tartıştık. [Bir ses: “Defalarca”.] Hiç kimsenin birşey gizlemediği, Lenin’in “vasiyeti”nin XIII. Parti Kongresine hitaben yapıldığı, bu “vasiyet”in Kongrede okunduğu [Sesler: “Doğru!”], başka nedenlerin yanısıra, Lenin’in kendisi de bunun yayınlanmasını istemediği ve yayınlanması talebinde bulunmadığı için, Kongrenin, oybirliği ile bunun yayınlanmamasına karar verdiği defalarca tanıtlanmıştır. Bizim gibi, muhalefet de, tüm bunları biliyor. Gene de Merkez Komitesinin “vasiyet”i “sakladığını” ilan etme cüretini gösteriyor. Lenin’in “vasiyeti” sorunu, yanılmıyorsam ta 1924’te görüşülmüştü. Daha sonraları Partiden atılmış olan eski bir Amerikan komünisti, Eastman diye biri vardı. Moskova’da Troçkistlerle kaynaşan bu adam, Lenin’in “vasiyeti” hakkında bazı söylentiler ve dedikodular derledi, dışarı gitti ve Partiyi, Merkez Komitesini ve Sovyet rejimini karalamak için elinden geleni yaptı ve özü, Partimizin Merkez Komitesinin Lenin’in “vasiyeti”ni “gizlediği” olan, “Lenin’in Ölümünden Sonra” başlıklı bir kitap yayınladı. Bu Eastman’ın bir zamanlar Troçki ile bağlantı kurmuş olması gerçeği karşısında, Politbüro üyeleri olan bizler, Troçki’ye sarılarak ve muhalefete atıfta bulunarak Partimize karşı “vasiyet” konusundaki iftira niteliğindeki sözleri için Troçki’yi sorumlu duruma sokan

TROÇKİZM ÜZERİNE II

mücadelede kanıtlamış olduğu gibi, sadece çarpıcı yetenekleriyle sivrilmemektedir. Yoldaş Troçki, kişisel yetenek açısından bugünkü Merkez Komitesinin herhalde en yetenekli üyesidir; ne var ki, kendine aşırı ölçüde güven gösteren ve saf idari tedbirlere aşırı ölçüde eğilimli bir insandır. Bugünkü Merkez Komitesinin öne çıkan bu iki önderinin bu özellikleri, istenmediği halde bir bölünmeye yolaçabilir ve Partimiz bunu önlemek için gerekli tedbirleri almadığı taktirde, bölünme beklenmedik bir anda patlak verebilir. Merkez Komitesinin öteki üyelerinin kişisel yetenekleri üzerinde tek tek durmayacağım. Ancak bu arada, Zinovyev ile Kamenev’in Ekim olayının tabii ki raslantısal olmadığına değineceğim. Fakat nasıl Troçki’nin Bolşevik olmamaklığını kişisel suç olarak hesaba katamazsak, bu olayı Zinovyev ile Kamenev’in kişisel suçu olarak hesaba katamayız. Merkez Komitesinin genç üyelerine gelince, Buharin ve Pyatakov hakkında birkaç söz söylemek isyiyorum. Bence onlar (en genç üyeler arasında) en sivrilenlerdir ve onlarla ilgili olarak şu noktaların gözden uzak tutulmaması gerekir: Buharin, sadece Partinin çok değerli ve önemli teorisyeni olmakla kalmayıp, aynı zamanda haklı olarak tüm partinin “sevgilisi” durumundadır. Ne var ki, Buharin’in teorik görüşlerini tamamen Marksist olarak nitelerken çok ihtiyatlı davranmak gerekir, çünkü Buharin’de skolastik bir yan vardır (hiçbir zaman diyalektiği incelememiş ve sanırım hiçbir zaman da diyalektiği yeterince kavramamıştır). Pyatakov’a gelince, o hiç kuşkusuz üstün irade ve yetenek sahibi birisidir, ancak ciddi siyasal konularda güvenilemeyecek ölçüde işlerin idari cephesine önem vermekte ve idari tedbirlere aşırı eğilim göstermektedir. Kuşkusuz, bu görüşlerin ikisi de sadece bugünkü durumları gözönünde tutularak Parti içinde ileri gelen, kendilerini Partiye adamış bu iki üyenin bilgilerini artırmak ve tekyanlı düşüncelerini değiştirmek fırsatını bulamamış oldukları varsayımıyla ileri sürülmüştür. 25 Aralık 1922 Lenin”

39


lanmaya çalışmaktadır, ama bunun onlar için hiç de bir koz olmadığını anlamak için, bu “vasiyeti” okumak yeter. Tam tersine, Lenin’in “vasiyeti” muhalefetin bugünkü liderleri için öldürücüdür. Gerçekten de, Lenin’in “vasiyeti”nde Troçki’nin “Bolşevik olmamaklığı”nı tespit ettiği ve Kamenev ve Zinovyev’in Ekim sırasında yaptığı hataya ilişkin olarak, bu hatanın “raslantısal” olmadığını söylediği olgudur. Bu ne demektir? Bu, “Bolşevik olmayan” Troçki’ye ve hataları “raslantısal” olmayan ve yinelenebilen ve yinelenecek olan Kamenev ve Zinovyev’e siyasal olarak güvenilemeyeceği demektir. “Vasiyet”te Stalin’in (siyasal ÇN)hatalar yaptığına ilişkin bir tek sözcük, bir tek ima olmaması tipiktir. “Vasiyet” yalnızca, Stalin’in kabalığına değinmektedir. Ama kabalık, Stalin’in politik çizgisinde ve tutumunda bir kusur değildir ve böyle sayılamaz. “Vasiyet”teki ilgili pasaj şöyledir: “Merkez Komitesinin öteki üyelerinin kişisel niteliklerini tanımlamaya devam etmeyeceğim. Yalnızca size, Zinovyev ve Kamenev’in Ekim olayının raslantısal olmadığını, ama nasıl ki Troçki’nin Bolşevik olmamaklığını kişisel suç olarak hesaba katamazsak, onlar için de kişisel suç olarak hesaba yazamayacağımızı hatırlatacağım.” İnsan açık diye düşünüyor.” (Stalin, Eserler, cilt 10, sf. 148-152. İnter Yayınları, 1992 İstanbul) Lenin, mektubunda, “milliyetler ya da “Otonomizasyon” Sorunu” başlıklı bölümde de Stalin’e; özellikle de Cerjinski ve Orconikidze’ye bazı eleştiriler getirir. Bu konuda şunları söyler:

“MİLLİYETLER YA DA “OTONOMİZASYON” SORUNU Otonomizasyon denilen ve resmi tanımı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin birleşmesi olan soruna enerjik ve sonucu belirleyici ölçüde el koymamış olmakla, Rusya işçilerine karşı büyük suç işlediğimi sanıyorum. Geçen yaz bu sorun ortaya çıktığında hastaydım; sonbaharda iyileşeceğime, Ekim ve Aralık’ta yapılacak genel toplantılarda bu sorunla ilgilenmek fırsatını bulacağıma güveniyordum. Oysa, (bu sorun sözkonusu edildiği sırada) Ekim genel toplantısına da, Aralık toplantısına da katılamadım ve bu nedenle bu sorun hemen hemen benim dışımda kaldı. Sadece, Kafkasya’dan gelen ve bu konunun Gürcistan’daki durumunu bana aktaran yoldaş Cerjins-

ki ile konuşmaya zaman bulabildim. Ayrıca yoldaş Zinovyev ile de bu konuda kısa bir görüşme yapmak ve endişelerimi belirtmek olanağını buldum. Gürcistan olayını “soruşturmak” için Merkez Komitesince gönderilen komisyonun başkanı yoldaş Cerjinski’nin belirttiği gibi, Orconikidze’nin kaba güç kullanma aşırılığına varacağı noktaya gelmişse, ne tür bir batağa girdiğimizi düşünebiliriz. Açık seçik görülüyor ki, “otonomizasyon” sorunu baştan sona kesinlikle yanlış ve zamansızdır. Bir birleşik devlet cihazının gerekli olduğu söyleniyordu. Bu iddia nereden çıkıyordu? Günlüğümün daha önceki bölümlerinde belirttiğim gibi, çarlıktan devraldığımız ve hafifçe Sovyet yağına buladığımız Rus devlet cihazından gelmiyor muydu? Hiç kuşkusuz, bu adımın atılması, devlet cihazımıza güvenle “bizim” diyebileceğimiz güne kadar ertelenebilirdi. Oysa şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak bunun tersini itiraf etmek durumundayız: “Bizim” dediğimiz devlet cihazı, aslında henüz bize yabancıdır, bize uzaktır. Bu devlet cihazı bir burjuva ve çarlık “karışık türlüsü”dür ve son beş yıllık sürede öteki ülkelerin yardımı olmaksızın ve bu sürenin büyük bölümünde askeri işlerle ve kıtlığa karşı savaşla “meşgul” bulunduğumuz için, bu devlet cihazından kurtulma olanağı olmamıştır. Doğaldır ki, bu koşullar içinde, kendimizi haklı çıkardığımız ve savunduğumuz “Birlikten çekilme özgürlüğü”, Rus olmayanları, Rus asıllıların, yani özünde tipik Rus bürokratında gördüğümüz alçaklık ve zorbalığı saklayan Büyük Rus şövenistlerinin saldırısından koruyamayacak bir kağıt parçasından ibaret olacaktır. Hiç kuşkusuz Sovyet ve sovyetleşmiş işçilerin çok ufak bir yüzdesi de, şovenist Büyük Rus süprüntüleri denizinde süte düşmüş sinek gibi boğulup gidecektir. Bu girişimi savunmak için, ayrı örgütler halinde doğrudan doğruya ulusal psikoloji ve ulusal eğitimle ilgilenecek Halk Komiserliklerinin kurulduğu söyleniyor. Burada şu soru ortaya çıkıyor: Bu Halk Komiserlikleri oldukça bağımsız duruma getirilebilirler mi? Ve ayrıca, Rus asıllı olmayanları, gerçek Rus Derşimorde’lerinin* (*Gogol’ün “Müfettiş”inde polis. Türkçe anlamı: “Çeneni tut!”) zorbalığına karşı gerçekten savunabilecek yeterlikte tedbirleri almaya özen gösterdik mi? Yapabileceğimiz ve yapmamız gerektiği halde, bu tedbirleri aldığımızı sanmıyorum. Stalin’in aceleciliği, idari tedbir eğilimi ve malum

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

okuyorlar? Masal okumaya “izin” var, ama insan nerede duracağını bilmeli. Yoldaş Lenin’in “vasiyet”inde, kongreye Stalin’in “kabalığı”nı gözönünde tutarak, Genel Sekreter olarak, Stalin’in yerine bir başka yoldaşı koymayı düşünmesi gerektiğini önerdiği söylenmektedir. Bu, tamamen doğrudur. Evet yoldaşlar, ben, Partiyi büyük ölçüde ve vefasızca harap eden ve bölenlere karşı kabayım. Bunu hiçbir zaman gizlemedim, şimdi de gizlemiyorum. Belki de bölücülere karşı biraz yumaşaklık gereklidir, ama ben bu işte başarılı değilim. XIII. Kongreden sonra, Merkez Komitesinin ilk toplantısında, Merkez Komitesi üyelerinden, beni Genel Sekreterlik görevlerimden almalarını rica ettim. Kongrenin kendisi bu sorunu tartıştı. Bu sorun ayrı ayrı her delagasyon tarafından tartışıldı ve Troçki, Kamenev ve Zinovyev de dahil olmak üzere tüm delegeler, oybirliği ile, Stalin’i görevinde kalmaya zorladılar. Ne yapabilirdim? Görevimi terketmek mi? Bu benim yapıma uymaz; hiçbir zaman hiçbir görevi terketmedim ve bunu yapmaya da hakkım yoktur, çünkü bu kaçmak olur. Daha önceden de söylediğim gibi, ben hareketlerimde özgür değilim ve Parti bana bir zorunluluk yüklerse, itaat etmem gerekir. Bir yıl sonra, genel toplantıdan benim fonksiyonumu almasını gene istedim, ama gene görevimde kalmaya zorlandım. Başka ne yapabilirdim? “Vasiyet”in yayınlanmasına gelince, kongreye hitaben yazıldığı ve yayınlanması amaçlanmadığı için, Kongre onu yayınlamamaya karar verdi. Elimizde, 1926’da Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonunun bir toplantısının, XV. Kongreye bu belgenin yayınlanmasına izin vermesi için başvurma kararı var. Elimizde, Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonunun aynı toplantısının, Lenin’in, Ekim Devriminden hemen önce Kamenev ve Zinovyev’in yanılgılarına işaret ettiği ve onların Partiden atılmasını talep ettiği öteki mektuplarını yayınlama kararı var. Açıktır ki, Partinin bu belgeleri gizlediğinden sözetmek, çok çirkin bir iftiradır. Bu belgeler arasında, Lenin’in, Ziovyev ve Kamenev’in Partiden atılması zorunluluğunun üzerinde durduğu mektuplar vardır. Bolşevik Parti, Bolşevik Partinin Merkez Komitesi, hiçbir zaman gerçeklerden korkmamıştır. Bolşevik Partinin gücü, gerçeklerden korkmamasında ve gerçeğe doğrudan doğruya bakmasında yatar. Muhalefet, Lenin’in “vasiyeti”ni bir koz olarak kul-

✒ 40

Eastman’dan kendini ayırması için Troçki’ye çağrıda bulunduk. Sorun çok açık olduğu için, Troçki, gerçekten de, basında yaptığı bir açıklama ile, kamuoyu önünde kendini Eastman’dan ayırdı. Bu, Eylül 1925’de “Bolşevik” No. 16’da yayınlandı. Troçki’nin makalesinden, Partinin ve onun Merkez Komitesinin Lenin’in “vasiyeti”ni saklayıp saklamadığı sorunu üzerinde durduğu pasajı okumama izin verin. Troçki’nin makalesinden aktarma yapıyorum: “Eastman, kitabının birkaç kısmında, Merkez Komitesinin, Partiden Lenin’in yaşamının son döneminde yazdığı birkaç olağanüstü önemli belgeyi sakladığını söylüyor (bu, ulusal sorun üzerine mektuplar, ve sözde “vasiyet” sorunudur); buna, Partimizin Merkez Komitesine karşı iftiradan başka bir ad verilemez. [İtalikler benim. J. St.] Eastman’ın söylediklerinden, Vladimir İliç’in öğüt niteliği taşıyan bu örgüt içi mektupları basın için yazdığı çıkartılabilir. İşin aslında bu, kesinlikle doğru değildir. Hastalığı sırasında Vladimir İliç Partinin önde gelen kuruluşlarına ve kongresine sık sık öneriler, mektuplar vb. göndermiştir. Söylemeye gerek yok ki, bütün bu mektuplar ve öneriler sahiplerini bulmuş, XII. ve XIII. Kongrelerin delegelerinin bilgilerine sunulmuş ve kuşkusuz, daima Parti kararları üzerinde gereken etkiyi yapmıştır; ve eğer bu mektupların hepsi yayınlanmamışsa, bunun nedeni yazarın onları basın için yazmamış olmasıdır. Vladimir İliç herhangi bir “vasiyet” bırakmamıştır ve Partinin kendisinin niteliği gibi onun Partiye karşı tutumunun niteliği de böyle bir “vasiyet” olanağını ortadan kaldırmaktadır. Göçmen ve yabancı burjuva ve menşevik basında (tanınmayacak kadar tahrif edilmiş bir biçimde), bir “vasiyet” olarak atıfta bulunulan şey, Vladimir İliç’in, örgütsel sorunlara ilişkin öğütler içeren mektuplarından biridir. Partinin XIII. Kongresi, tüm ötekilere olduğu gibi bu mektuba da en büyük önemi vermiş ve ondan zamanın koşullarına ve durumlarına uygun sonuçları çıkarmıştır. Bir “vasiyet”in gizlenmesine ya da ihlaline ilişkin tüm sözler kötü niyetli bir uydurmacadır ve tümüyle Vladimir İliç’in gerçek vasiyetine ve onun yarattığı Partinin çıkarlarına yöneltilmiştir.” (Bkz. Troçki’nin makalesi, “Eastman’ın ‘Lenin’in Ölümünden Sonra’ Başlıklı Kitabı Üzerine”, “Bolşevik” No. 16, 1 Eylül 1925, sf. 68) Açık, diye düşünüyor insan. Bunu yazan, Troçki’den başkası değildi. O halde Troçki, Zinovyev ve Kamenev, neye dayanarak Partinin ve onun Merkez Komitesinin Lenin’in “vasiyeti”ni “sakladığına” dair masal

41


TROÇKİZM ÜZERİNE III

MOSKOVA DURUŞMALARI ÜZERİNE...

B

ütün dünyada emperyalist burjuvazinin ve bu arada emperyalist burjuvazinin kuyrukçusu anti-Stalinist naylon komünistlerin, tabii en başta Troçkistlerin Stalin’e ve Stalin dönemine, aslında Stalin şahsında Komünizme saldırırken en fazla kullandıkları suçlamalardan biri; Stalin döneminde birçok eski Bolşevik önderin “göstermelik mahkemeler”de, “işkencelerle” yapılmış itiraflar temelinde, mahkum edilerek kurşuna dizilmiş olduğu iddiasıdır. Bunlara göre Stalin, kişisel iktidar hırsı gözünü bürüdüğünden, kendine tehlikeli olabilecek tüm yöneticileri ortadan kaldırtmıştır. Ne yazık ki, bu iddialar, birçok iyi niyetli ve belgeleri tanımayan insanı da etkilemekte; Buharin gibi, Zinovyev gibi, Rikov gibi vb. vb. bir dizi, bir zamanlar devrim için, Bolşevik Parti için büyük yararlılıklarda bulunmuş kişilerin, nasıl olup da Sovyetler Birliği’ne karşı sabotaj faaliyetleri içine girebilecek kadar alçaldıkları sorusu bu insanlar açısından da gündeme gelmektedir.

Modern revizyonistlerin, XX. Parti Kongresi’nden başlayarak, kendi öncülleri olanları ardı ardına “aklamaları” da bu soruları güçlendirmektedir. Bu bağlamda son olarak, 6 Şubat 1988 tarihli “Pravda”da SBKP Politbüro’sunun şu kararı yayınlanmıştır: “SBKP Politbürosu 5 Şubat 1988 tarihli oturumunda bir zamanlar “antisovyet” ve “sağ Troçkist” bloğun üyesi olmakla suçlanan ve mahkum edilen N.Y Buharin, A.Y. Rikov, A.P. Rozengolc, M. A. Çernov, P. P. Bulanov, L. G. Levin, İ. N. Kazakov, M. A. MaksimovDikovski, P. P. Kruçkov, H. G. Rakovski davasında kararı protesto eden Sovyetler Birliği Baş Savcısı’nın başvurusu doğrultusunda Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Başkanlığı’nın sunduğu bilgileri inceledi. Bu kişiler 1938 yılının Mart ayında Sovyetler Birliği Yüksek Savaş Mahkemesi tarafından, Sovyetler Birliği’ne düşman ülkelerin istihbarat örgütlerinden aldıkları görev uyarınca bir darbe yapmak amacıyla örgütlenmek, Sovyetler Birliği’nde varolan sosyalist

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

izlediğim politikanın çok daha sertini hakettiklerini gösterdi. Daha sonraki olaylar, bu “sapkın”ların en açık oportonizmin dağılan bir grubu olduğunu gösterdi. Troçki bunun böyle olmadığını kanıtlayabilir mi? Lenin bu olguları bilemezdi. Çünkü hasta idi. Yatıyordu. Ve olayları izleme imkanı yoktu. Ama bu önemsiz olay ile Stalin’in (bu konudaki-milli meseleÇN) ilkesel görüşü arasında nasıl bir ilişki olabilir? Troçki burada benimle Parti arasında herhangi bir görüş ayrılığı olduğunu ima ediyor. Peki ama toplanan Merkez Komitesinin ve bu komitede bulunan Troçki’nin de, Stalin’in ulusal sorun üzerine tezini oybirliği ile kabul ettiği gerçek değil midir? Bu tezin kabulünün, Mdivani olayından sonra, XII. Parti Kongresine ulusal sorun konusunda raportörün bir başkası değil, Stalin olduğu gerçek değil midir? Öyle ise burada ulusal sorunda görüş ayrılıkları nerededir? Ve Troçki bu önemsiz soruna el atmayı acaba neden işine gelir bulmuştur?” (Staliwn, Eserler cilt 9, sf. 61. İnter Yayınları 1991 İstanbul. Toplu Eserler, Almanca, cilt 9, sf. 58-59) Görüldüğü gibi, Lenin Stalin’i “kaba” olduğu noktasında eleştirmiştir. Stalin bu eleştirinin haklı olduğunu ve fakat bunun siyasi bir hata olmadığını ortaya koymuştur. XIII. Parti Kongresi delegeleri, Lenin’in Stalin hakkında düşüncelerini bildikleri halde Stalin’i Merkez Komitesi Sekreterliğine seçmişlerdir. Olayların gelişmesi içinde, Lenin’in çekindiği “Partinin bölünmesi” olgusu, Stalin Merkez Komitesi Sekreteri olmasına rağmen ortaya çıkmamış; muhalifler her zaman küçük bir azınlık olarak kalmıştır. Milli sorunda da Stalin gerek Büyük Rus şövenizmine, gerekse “yerel milliyetçiliğe” karşı (birinciye karşı mücadeleyi öne alarak) mücadele etmiştir. Stalin önderliğindeki SBKP(B)’in izlediği milliyetler siyaseti gerçekten örnek Leninist bir siyaset olmuştur. Yapılan, Lenin’in de dikkat çektiği belli hatalar, daha sonraları da ortaya çıkmış; eleştiri, özeleştiri ile aşılmıştır. Lenin’in Stalin’e getirdiği eleştiriler, bir Bolşeviğin diğer bir Bolşeviğe getirdiği eleştirilerdir. Lenin’in Troçki gibilerine getirdiği eleştiriler ise, bir Bolşeviğin Bolşevik olmayan birine getirdiği eleştirilerdir. Bunlar arasında fark vardır. Şimdi Lenin’e dayanarak Stalin’i eleştirmeye kalkanlar, işte aynı Troçki ve hempaları gibi bu farkları gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Ama gerçekler inatçıdır! Eylül 2011 ✓

✒ 42

“sosyal-milliyetçiliğe” duyduğu kin, bu noktada kader belirleyici rol oynamıştır. Politikada kin, genellikle en kötü rolü oynar. “Sosyal-milliyetçiler”in “suçunu” soruşturmak için Kafkasya’ya giden yoldaş Cerjinski’nin de orada tipik Rus kafa yapısıyla (başka uluslardan olup da sonradan Ruslaşanların bu Rus kafa yapısını büsbütün abarttıkları bilinen gerçektir) sivrilmiş olmasından ve Orconikidze’nin “tartaklamasının” bütün komisyonun tarafsızlığı konusunda karekter belirleyici olmasından korkarım. Hiçbir provakasyon, hatta hiçbir hakaret bu tartaklamayı haklı gösteremez. Yoldaş Cerjinski bu davranış karşısında kayıtsız bir tutuma girmekle bağışlanmaz suç işlemiştir. Kafkasya’daki bütün vatandaşların gözünde, Orconikidze devlet iktidarını temsil etmektedir. Orconikidze’nin, kendisinin ve Cerjinski’nin değindiği sinirliliği açığa vurmaya hakkı yoktu. Tam tersine, Orconikidze’nin, “siyasal” suçtan sanık biri şöyle dursun, sıradan vatandaşlardan bile beklenemeyecek bir çekimserlikle davranması gerekirdi. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu sosyal-milliyetçiler siyasal suç işlemekten sanık tutulan vatandaşlardı ve suçlamanın koşulları bir başka tanıma olanak veremezdi. Burada önemli bir ilke sorunuyla karşılaşıyoruz: Enternasyonalizm nasıl anlaşılmalı, nasıl yorumlanmalıdır? 30 Aralık 1922 Lenin” (Lenin, “Son Yazılar/Son Mektuplar”, sf. 24-27, Ser Yayınları, Mayıs 1975; Lenin, Toplu Eserler, Almanca, cilt 36, sf. 590-592.) Bu konuda da Stalin’in takındığı tavır şöyledir: “Troçki konuşmasında Stalin’in “ulusal sorunda oldukça büyük bir yanlış yaptığını” bildirdi. Ama nasıl bir yanlış, hangi koşullarda, Troçki bunu elbette söylemedi. Bu doğru değildir yoldaşlar, bu bir iftiradır. Benim hiçbir zaman ne Parti ile, ne de Lenin ile ulusal sorunda herhangi bir görüş ayrılığım olmamıştır. Troçki burada önemsiz bir olayı açıkca ima ediyor. Yoldaş Lenin, beni XII. Parti Kongresinden önce Gürcü yarı-milliyetçilerine karşı, kısa bir süredir Fransa’da ticaret temsilcisi olan Mdivani gibi yarı-komünistlere karşı aşırı sert bir örgütsel siyaset izlediğim, ve onları “takip altında tuttuğum” şeklinde uyardı. Ama daha sonraki olaylar, bu “sapkın”ların, Mdivani gibilerinin, gerçekte, benim Partimizin Merkez Komitesi Sekreterlerinden biri olmam sıfatıyla bunlara karşı

43


“...On yıl, belki daha fazla bir süre, Partiye, Sovyet ülkesi hükümetine, Stalin’e karşı mücadeleyi bizzat yönettim. Bu mücadelede benim bildiğim tüm siyasi mücadele araçlarını –açık tartışma, fabrika ve işletmelere girme çabaları, illegal çağrılar, illegal basın, partiyi kandırma, sokak gösterileri örgütleme, komplo, ve en sonunda terör –kullandım...”

44

len mahkumiyet kararını iptal ettiğini açıklamıştır. Yüksek Mahkemesi Başkanlığı, suçlanan bu kişilerin suçlu bulunmadıklarını ve davanın iptal edildiğini de tespit etmiştir. Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi, yukarıda sıralanan gerekçeler uyarınca N. N. Kerestinski, G. F. Grinko, İ. A. Zelenski, V. İ. İvanov, S. A. Bessenov, A. İkramov, F. Hocayev, V.F. Sarangoviç, P. T. Zubarev ve D. D. Pletnev’i daha önce aklamıştı. G. G. Yagoda ile ilgili olarak aynı konuda Başsavcılık, Yüksek Mahkemeye iptal önerisi sunmamıştır.” (“Bitirilmemiş Devrim”, s. 125-126.) XX. Parti Kongresinde ise, Kruşçev’in “Gizli Rapor”da 1936-1938 temizlikleri için hiç ayrımsız: “Bu dönemde bütün hukuk kurallarının tersine, suçlanan kişiler fiziki baskı, işkence altında verdikleri ifadelerle mahkum edildiler” tespitini yaptığını daha önce ortaya koymuştuk. Şimdi kısaca 1936-1938 arasında yapılan temizlik-

Birliği’ndeki “muhalefeti” hem kendi içinde ittifaka, hem de kendi amaçlarına ulaşmak -yani Sovyetler Birliği’ndeki iktidarı devirmek, yerine kendi iktidarlarını kurabilmek – için emperyalist güçlerden “yararlanma” adına onlarla anlaşma aramaya; objektif olarak emperyalist güçlerin “beşinci kol” faaliyetini yürütmeye itmiştir. Emperyalistler açısından da, Troçkist ve sağcı muhalefet açısından da 1934’te yapılan XVII. Parti Kongresi, Sovyetler Birliği’nde kendini ispatlayan sosyalizmi yıkmanın [Troçkist ve sağ muhalefet açısından, lafta sorun tabii ki sosyalizmi yıkmak değildi; kurulan zaten sosyalizm değildi] tek yolu, parti yönetimini yok etme yolu idi. Ve evet Troçkist ve sağ muhalefet açısından, Sovyetler Birliği’nde amaçlanan değişikliğe ulaşabilmek için, dıştan bir saldırı da, hesaplar içinde yer alan bir olasılıktı. Yönetimi devirmek için her araç kullanılabilir, her yol mübahtı. Troçkistlerin, ve Sağcıların XVII. Kongre ertesi, açıkça Parti

çizgisine karşı çıkan bir programla, parti platformu dışında bir platformla işçi sınıfı önüne, Sovyet emekçileri önüne çıkıp, onları kazanma umudu kalmamıştı. Parti çizgisinin doğruluğu pratikte ispatlanmıştı. Kitleler büyük bir çoşku ile sosyalizmin inşası çalışmasına katılıyorlardı. Muhalefet ideolojik mücadele sonucu, yığınlar içinde tüm inanılırlığını yitirmişti. Bu durumda Parti yöneticilerine karşı bireysel terör, komplo yolu seçildi. 1 Aralık 1934’te parti önderlerinden Sergey Kirov, Smolny Enstitüsündeki bürosundan çıktığında, koridorda Nikolayev isimli bir katilin saldırısında başından vurularak öldürüldü. Nikolayev’in ifadesine göre, onun Kirov’a sıktığı kurşun: “SBKP’ne ve Sovyet Hükümetine karşı genel bir ayaklanmanın, bir patlamanın işareti olacaktı.” (“Büyük Komplo”, R. Sayers/A. E. Kahn, Almanca, s. 246.) Sovyetler Birliği içindeki “muhalefet”in şimdi yabancı güçlerin desteğinde açık terörcü yolu seçtiğini gösteren Kirov’un katli olayı, SBKP’ye ve Sovyet Hükümetine karşı genel ayaklanmanın işareti olacak yerde; SBKP’nin iç ve dış komplolara karşı daha dikkatli olmasının ve şimdi artık yabancı güçlerle içiçe karşı-devrimci eylemlere girişen muhalefet ile büyük bir hesaplaşmayı başlatmasının işareti oldu. Nikolayev’in ilişki içinde bulunduğu grup üzerinden, en ünlüleri Zinovyev ve Kamenev olan bazı muhaliflere varıldı. Bunlar Nikolayev’in hüküm giymesinden iki hafta sonra Ocak 1935’te Leningrad’da mahkeme önüne çıkarıldılar. Savcılık bunlara Kirov’un öldürülmesinde eylem ortaklığı suçlaması getiriyordu. Bu ilk mahkemede, henüz soruşturmalar yeterince derinleşmediği için, Kamenev ve Zinovyev yalnızca “siyasi sorumluluğu üstlenen” bir savunma çizgisi tutturdular. Her ikisi de, kendilerinin “Moskova Merkezi” adıyla anılan siyasi muhalefetin önderleri olduklarını, “Sovyetler Birliği’ndeki yönetimi devirme faaliyetlerinin Kirov’un öldürülmesi gibi bir cürüm için zemini hazırladığından” bu eylemin “ahlaki sorumluluğunu” üstlendiklerini açıkladılar. (Bkz. “Büyük Komplo”, s.247.) Ama ısrarla suikastçıların gerçek niyetlerinden haberleri olmadığını ortaya koydular. Zinovyev mahkemedeki son sözünde şöyle diyordu: “Ben kendimi önder olarak hissetmeye alışığımdır. Ve benim herşeyi bildiğimin düşünülmesi normaldir...

Bu nefret edilesi cinayet, bizim Partiye karşı geçmişte yürüttüğümüz mücadeleleri öyle bir kötü ışık altına sokmaktadır ki, Partinin Kirov’un öldürülmesinin siyasi sorumluluğunu eski Parti düşmanı Zinovyev grubuna maletmeye hakkı vardır.” Kamenev’de şunları söylüyordu: “Ben korkak olmadığımı söylemek zorundayım. Ama buna rağmen hiçbir zaman silah kullanmayı düşünmedim. Ben hep Merkez Komitesinin bizimle pazarlığa oturarak ve bize yer açmak zorunda kalacağı anı bekledim.” (A.g.e.i sf. 247.) Sonuçta, bu ilk duruşmada, eyleme doğrudan katılma, eylemi doğrudan örgütleme konusunda yeterli delil bulunmadığından, Zinovyev ve Kamenev- ve onlarla birlikte “Moskova Merkezi” üyeleri- hapis cezaları ile kurtuldular. Ama sorşturma kapanmamıştı, devam ediyordu. Yakalanan her yeni kişi ile komplonun boyutları daha iyi görülmeye başlanıyordu. Soruşturmaların sonuçları, özellikle “önder” durumunda olanların çıkarıldığı Moskova Duruşmaları adı verilen duruşmalarda açıkça belgelendi. Moskova Duruşmalarının birincisi; 19-24 Ağustos 1936’da, Zinovyev, Kamenev, Yevdokimov, Smirnov, Bakayev, Ter-Vaganyan, Mraçkovski, Dreitzer, Golzman, Reingold, Pikel, Olberg, Berman-Yurin, Fritz David, M. Lurie ve N. Lurie’ye karşı yapıldı. Bu duruşmalarda, Kirov’un ölümünden sonra yapılan araştırma-soruşturmalar temelinde, savcılık tüm sanıklara, “Troçkist-Zinovyevist terörist bir merkez” üyesi olma; SBKP ve Sovyetler Birliği yöneticilerine karşı terör eylemleri planlama; Kirov’u öldürme, yabancı güçlerin casusluk örgütleri ile ilişkiler geliştirme vb. suçlamaları getiriyordu. Duruşmalar açık yapılıyor; özellikle yabancı diplomatlar, gazeteciler vb. duruşmalara özel olarak çağrılıyor; tutanaklar duruşma ertesi günlük basında aynen yayınlanıyor; yer yer canlı radyo yayını yapılıyordu. Bu şartlarda yapılan duruşmalarda, hiçbir sanık ne işkence gördüğü yönünde bir açıklamada bulundu; ne de suçsuzluğunu iddia etti. Burada yalnızca Kamenev ve Zinovyev’in (1. Moskova Duruşmalarının en “ünlü”leri olduğu için) son sözlerinden yapacağımız alıntılar, “nasıl olur da eski Bolşevikler bunları yapabilmiş olabilirler?” şeklindeki bir soruya onların kendi ağızlarından verdikleri cevaptır. Kamenev şöyle diyor:

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

lerle ilgili bilgi verip, işkence suçlaması ve “inanılmazlık” düşüncesi üzerinde duralım. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının başarıları, gerek tüm emperyalist dünyayı, gerekse “tek ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığı” tezini savunan Troçki ve Troçkistleri; ve diğer yandan sosyalist inşanın hızı karşısında paniğe kapılan sağcıları zor durumda bırakmış; Sovyetler Birliği’ne düşmanlık, çeşitli emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ndeki “muhalefet” ile “İttifakı’nın -daha doğrusu Sovyetler Birliği’ndeki muhalefeti kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmasının- ortak temelini oluşturmuştur. Aynı ortak temeldir ki, Sovyetler

toplumsal düzeni ve devleti yıkmak, yıkıcı, terörist ve başka düşmanca faaliyetlerde bulunmakla suçlanmış, mahkum edilmişlerdi. Araştırmalar sonucu, daha gözaltında bulunduruldukları süre içinde, soruşturma safhasında başlamak üzere, bu kişiler karşısında sosyalist yasallığın ihlal edildiği, suçlanan kişilerin onaylanmayacak yöntemlerle itiraflara zorlandıkları anlaşılmıştır. Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Başkanlığı 4 Şubat 1988’de Sovyetler Birliği Yüksek Savaş Mahkemesi tarafından daha önce Buharin, Rikov, Rozengolc, Çernov, Bulanov, Levin, Kazakov, Maksimov-Dikovski, Kroçkov, Rakovski hakkında veri-

45


liğini Alman faşist gizli polisinin ajanı olduğunu bildiği ve resmi görevi Prag’da Slav Kitaplığı müdürlüğü olan Tukalevski’den aldığını (Honduras pasaportu); Tukalevski’nin kendisine Troçkistlerle Gestapo arasında anlaşma yapıldığını anlattığını vb. açıklar. (Bkz. a.g.e., s.86-92. YN] Benim adımın bundan böyle bu kişilerle birlikte anılacağını kavradım o an. Sağımda Olberg, solumda Nathan Lurie!” İşte Kamenev ve Zinovyev’in, herkesin gözü önünde yapılan duruşmadaki son sözleri bunlardır! Onlar, Troçkist-Zinovyevist merkez etrafında çalışanların verdiği ifadeler; yazılı belgeler, deliller ve kendi ifadeleri temelinde suçlu görülerek ve kendileri de suçlarını kabul ederek, idama mahkum edilmiş-

gösterebiliyor! Bir de suçlananlara, suçlarını itiraf etmeleri halinde affedilecekleri sözü verildiği, bu yüzden suçların kabul edildiği masalı var. Bu masalı bir dizi anti-komünist tarihçi anlatıyor! Sovyet yasaları ortadadır. Sovyet yasalarında “itiraf” halinde cezanın hafifletileceği vb. öngörülmemiştir. Zinovyev, Kamenev gibi yönetici mevkideki suçlular bunun her halükarda bilincindedirler. Ayrıca daha önceki deneyimler vardır. 1936 Moskova Duruşmaları öncesinde, Leningrad duruşmaları sonrası itiraf edenler de kurşuna dizilmiştir! vb. Yani Moskova Duruşmaları belgeleri ortada iken, bu duruşmaların kararlarını, daha önce Kruşçev revizyonistinin yaptığı, şimdi de onun eserinin tamamlayıcısı Gorbaçev revizyonistinin yaptığı gibi revize etmek, geçersiz

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

niden basımı: Red Star Press. s. 173-174, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 193, Dönüşüm Yayınları) Zinovyev’in ise söyledikleri şöyle: “Ben en başta, tam olarak ve bütünüyle suçlu olduğumu açıklamak istiyorum. Ben, Troçkist-Zinovyevist blokun ikinci örgütçüsü olarak suçluyum. Bu blokun hedefi, Stalin, Voroşilov ve bir dizi Parti ve Hükümet önderini öldürmekti. Ben, Kirov cinayetinin esas örgütçüsü olarak suçluyum. Parti, bizim yolumuzun bizi nereye götürdüğünü gördü, ve bizi uyardı. Stalin, konuşmalarından birinde, muhalefette kendi görüşlerini Partiye dayatmak için şiddet kullanma eğilimlerinin ortaya çıkabileceğine dikkat çekmişti. Cerjinski, daha XIV. Parti Kongresi öncesinde bir toplantıda, bize, “Kronstadt’lılar” demişti. Stalin, Voroşilov, Orconikidze, Cerjinski, Mikoyan bizi ikna edebilmek, kurtarabilmek için her yolu denediler. Bize onlarca kez şunu dediler: Siz Partiye ve Sovyet devletine korkunç zarar verebilirsiniz ve kendiniz de batar gidersiniz. Biz bu uyarılara kulak asmadık. Biz, Troçki ile bir ittifak içine girdik. Menşeviklerin, Sosyal-Devrimcilerin ve beyaz muhafızların –ki bunlar bizim ülkemizde açıkça ortaya çıkamazlardı - sözcüleri konumuna girdik. Biz Sosyal-devrimcilerin terörizminin mirasçısı olduk. Ama çarlığa karşı yönelen devrim öncesi terörizmin değil, içsavaş döneminin Sağ Sosyal-Devrimcilerinin, Lenin’e tetik çeken Sosyal-Devrimcilerin terörizminin mirasçısı. Benim sakat Bolşevizmim, anti-Bolşevizme dönüştü, ve Troçkizm üzerinden faşizme vardım. Troçkizm faşizmin bir çeşidi, Zinovyevizm de Troçkizmin bir çeşididir. Bana inanmalısınız ki, yurttaş hakimler, benim için en büyük ceza, bana verilebilecek cezaların en ağırından daha ağırı, burada Nathan Lurie ile Olberg’in verdiği ifadeleri dinlediğim an oldu. [Nathan Lurie, Almanya’daki Troçkist örgütün Sovyetler Birliği’ne gönderdiği bir kadrodur. Alman gizli polisi olan –aynı zamanda Troçkist örgütün içinde yeralan- Franz Weiz ile birlikte terörist bir grup oluşturduğunu, ve bunu nasıl yaptığını duruşmalarda da açıklamıştır. (Bkz. a.g.e., s. 102-106, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 194, Dönüşüm Yayınları) Olberg, Almanya’da bizzat Troçki’nin oğlu Sedov tarafından örgütlenen Troçkist grubun Sovyetler Birliği’ne gönderdiği kadrolardan biridir. Sahte kim-

✒ 46

“Ben, Zinovyev ve Troçki ile birlikte, ülkemiz Hükümeti ve Partisinin yöneticilerine karşı bir dizi terörist suikast hazırlayan, planlayan ve Kirov cinayetini işleyen terörist komplonun örgütçüsü ve yöneticisi idim. On yıl, belki daha fazla bir süre, Partiye, Sovyet ülkesi hükümetine, Stalin’e karşı mücadeleyi bizzat yönettim. Bu mücadelede benim bildiğim tüm siyasi mücadele araçlarını –açık tartışma, fabrika ve işletmelere girme çabaları, illegal çağrılar, illegal basın, partiyi kandırma, sokak gösterileri örgütleme, komplo, ve en sonunda terör –kullandım. Ben siyasi hareketlerin tarihini zamanında inceledim. Çıkardığım sonuç odur ki, bizim son on yıl içinde kullanmamış olduğumuz hiçbir siyasi mücadele biçimi yoktur. Proleter devrim, bizlere, kendinden önceki devrimlerin hiçbirinin kendi düşmanlarına tanımadığı bir mühlet tanıdı. XVIII. yüzyılın burjuva devrimi, kendi düşmanlarına gün veya haftalarla sayılı bir mühlet tanırdı, sonra onları yokederdi. Proleter devrimi, bizim hatalarımızı kabul edip kendimizi düzeltebilmemiz için bize 10 yıl boyunca olanaklar tanıdı. Ama biz bu olanakları kullanmadık. Ben üç kez Partiye yeniden alındım. Yalnızca bir açıklama yapmam üzerine sürgünden geri çağrıldım. Bütün hatalarıma rağmen, sorumlu mevkilere getirildim. Ben şimdi üçüncü kez proleter yargı organının önündeyim ve bana terörist plan, amaç ve eylem suçlaması getiriliyor. Bana iki kez hayatım hediye edildi. Ama herşeyin bir sınırı vardır. Proletaryanın affediciliğinin de sınırı vardır. Ve bu sınıra varılmıştır. Kendi kendime, benim yanımda, Zinovyev, Yevdokimov, Bakayev, Mraçkovski yanında; yabancı ülke gizli polisinin ajanlarının, sahte pasaportlu, kuşkulu biyografiye sahip, ve Gestapo ile ilişkileri kuşkusuz olan bazılarının da burada mahkeme önünde olması tesadüf müdür diye soruyorum. Cevabım; Hayır! Bu tesadüf değil. Biz burada yabancı gizli polis ajanları ile aynı sıralarda oturuyoruz, çünkü aynı silahları kullandık, çünkü kaderlerimiz şimdi aynı sıralarda oturmada dile gelen biçimde içiçe geçmeden, ellerimiz kenetlenmişti. Biz böylece faşizme hizmet ettik; sosyalizme karşı karşı-devrimi örgütledik, Sovyetler Birliği’ne karşı askeri müdahalenin yolunu hazırladık ve açtık. İçine düşmüş olduğumuz ihanetin ve her türlü pisliğin çukuruna götüren yoldu bizim yolumuz.” (“Duruşma tutanağı”, Moskova 1936, Almanca ye-

“... Biz, ben dahil hiçbirimiz, bize yumuşak davranılmasını isteme hakkına sahip değiliz. Ve, -bunu gururla söylemiyorum, gururlanacak bir şey yok- bu yumuşaklığa ihtiyacımız da yok. Önümüzde, insanlığın kaderinin belirleneceği 5-10 yıl içinde yaşamanın, ancak insanlar aktif olarak bu hayata katılmaları halinde bir anlamı var. Ama olanlar [bizim durumumuzda-ÇN] bunu olanaksız kılıyor. Bu yüzden yumuşaklık gereksiz eziyet olurdu... “ tirler! Şimdi onları aklamaya çalışanların tek güvendikleri şey, insanların “unutkan” olması ve araştırma ihtiyacı duymuyacakları, demogoji ile gerçeklerin çarpıtılabileceği inancıdır. Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanar! Zinovyev, Kamenev ve diğerlerine getirilen suçlamaların Sovyet yasalarına göre cezası ölümdür. Zinovyev, Kamenev ve diğerleri, kamuya açık duruşmalarda; yüzlerce yerli ve yabancı gözlemcinin gözleri önünde doğrudan yayınlar aracılığı ile tüm Sovyet emekçilerinin önünde suçlarını kabul etmişler; ölüm ile yüzyüze iken ve ellerinde başka açıklamalar için de tüm imkan varken, son söz haklarını nesnel suçluluklarını kabul etme biçiminde kullanmışlardır. İfadelerinde, işkenceden tek sözcük yoktur! Bu olgu iken, Kruşçev revizyonisti çıkıp hiç ayrımsız “psikolojik ve fiziksel işkence”den sözetme yüzsüzlüğünü

ilan etmek vb., burjuvazinin yenilgisinin intikamını almaktan başka bir anlam taşımaz! Moskova Duruşmalarının ikincisi; 23-30 Ocak 1937’de, Pyatakov, Radek, Sokolnikov, Serebryakov, Muralov, Livşitz, Drobnis, Boguslavski, Knasyev, Rataytçak, Norkin, Şestov, Stroilov, Turok, Hraşe, Puşin ve Arnold’a karşı “Sovyet Düşmanı Troçkist Merkeze Karşı Ceza Davası” başlığı altında yapılmıştır. Bu duruşmalar da açıktır. Duruşma haberleri, tutanaklar günlük basında yayınlanmıştır. Duruşmaları izleyen çok sayıda yabancı gazeteci, diplomat vb., duruşmaların açıklığı hakkında bir olumsuz değerlendirme yapmamıştır. Yine en “ünlü”lerin son sözlerine bakalım: Pyatakov son sözünde şöyle diyor: “Yurttaş hakimler, ben savunma konuşması yapmayacağım. Çünkü savcılığın iddianamesi olguların tespiti anlamında doğrudur. Bu iddianame benim cü-

47


ödeyerek öğrenecekleri konusunda uyarıyoruz. Ve nihayet bütün dünyada barış isteyenlere sesleniyoruz: Troçkizm savaş kışkırtıcılarının elinde bir silah haline gelmiştir. Bunu yüksek sesle ilan etmek istiyoruz. Bunu gördük, yaşadık, inanmak bize çok zor geldi. Ama gördük ki bu tarihsel bir olgudur. Ve bu olguyu biz kellemizle ödeyeceğiz! Bu bizim, benim kişisel olarak son söylemek istediğimdir. Böylece taşıdığım sorumluluğun yalnızca fiziksel sorumlulukla kalmamasını, birazcık yararlı olmasını istiyorum. Biz, ben dahil hiçbirimiz, bize yumuşak davranılmasını isteme hakkına sahip değiliz. Ve, -bunu gururla söylemiyorum, gururlanacak bir şey yok- bu yumuşaklığa ihtiyacımız da yok. Önümüzde, insanlığın kaderinin belirleneceği 5-10 yıl içinde yaşamanın, ancak insanlar aktif olarak bu hayata katılmaları halinde bir anlamı var. Ama olanlar [bizim durumumuzda-ÇN] bunu olanaksız kılıyor. Bu yüzden yumuşaklık gereksiz eziyet olurdu. Biz birbirimize ihtiyacı olan bir topluluğuz. Troçki’ye içimizde en yakın olan kişi olan Muralov, benim ölse de tek kelime konuşmaz diye inandığım kişi, itiraflarda bulunup, bunu isminin tüm karşı-devrimcilerin elinde bir bayrak olmasını istememek ile gerekçelendirdiğinde, bu belki de bu duruşmaların en derin sonuçlarından biri olmuştur. Biz hangi tarihsel güçlere araç olarak hizmet ettiğimizin tam bilincine vardık. Bu kadar eğitimli olmamıza rağmen, bunu bu kadar geç kavramamız bizim için kötü. Ama hiç olmadı başkalarının öğrenmesine hizmet etsin.” (A.g.e., s. 602-603, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 197-198, Dönüşüm Yayınları) İşte 1937’deki duruşmalarda “en ünlü”lerin söyledikleri bunlardır. Onları aklamaya çalışanlar, gerçekte yalnızca bir tek şeyi, Komünizme düşmanlıklarını belgeliyorlar.w Moskova Duruşmalarının üçüncüsü; 2-13 Mart 1938’de, Buharin, Rikov, Yagoda, Krestinski, Rakovski, Rosengolz, İvanov, Çernov, Grinko, Selenski, Bessonov, Kazakov, Maksimov-Dikovski, Kruçkov’a karşı “Sağcılar ve Troçkistlerin Anti-Sovyetik Blokuna Karşı Ceza Davası” başlığı altında yürütüldü. Bu davanın en “ünlü” sanığı, “Partinin sevgilisi” (Lenin) Buharin’di. Şimdi bu en “ünlü”nün son sözünden parçalar aktaralım: “Yurttaş başkan, yurttaş hakimler! Ben, yurttaş savcı ile benim önderlerinden biri olduğum ve tüm faaliyetleri hakkında tam sorumluluk

taşıdığım “Sağcılar ve Troçkistler Bloku” tarafından işlenen cürümleri konu alan davanın genel değerlendirilmesi hakkında hemfikirim. Bir dizi başka davaların devamı olan ve onları bir anlamda sonuçlandıran bu dava, tüm cürümleri, vatan haini faaliyet, bizim Partiye ve Sovyet Hükümetine karşı mücadelemizin anlamı ve köklerini bütün açıklığıyla ortaya sermiştir. Ben şimdi bir yılı aşkın süredir hapiste bulunuyorum, bu yüzden de dünyada neler olduğunu bilmiyorum, ama bölük-parça da olsa bana yansıyan gerçek parçacıklarından çıkarıyorum ki, hissediyor ve anlıyorum ki, bizim ihanet ettiğimiz dava, gelişmesinin yeni bir aşamasına girmiştir, enternasyonal arenada büyük bir güç faktörü olarak kendini dayatmaktadır. Biz sanıklar, barikatın öbür yanında oturuyoruz. Ve bu barikat bizi sizden ayırıyor, yurttaş hakimler. Biz kendimizi karşı-devrimin kahrolası saflarında, sosyalist anavatana ihanetin saflarında bulduk. Daha duruşmaların başlangıcında, yurttaş başkan tarafından soruya, suçumu kabul ediyorum diye cevap vermiştim. Yurttaş başkanın, ifadelerimi kabul edip etmediğim sorusuna, onları bütünüyle kabul ettiğim cevabını vermiştim. Ön soruşturma sonrasında savcılığa çağrıldığımda, tüm soruşturma belgelerini kontrol eden savcılık sonucu şöyle toparlamıştı: (Soruşturma Tutanağı, cilt 5, s. 114. 1.12.1937, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 199, Dönüşüm Yayınları) “Soru: siz karşı-devrimci Sağcılar örgütünün merkezinin üyesimi idiniz? Benim cevabım: Evet, bunu itiraf ediyorum. İkinci soru: Merkezinizin üyesi olduğunuz karşıdevrimci örgütün karşı-devrimci faaliyetler yürüttüğü ve Parti ve Hükümet yönetimini şiddet kullanarak yıkmayı amaçladığını itiraf ediyor musunuz? Benim cevabım: Evet, itiraf ediyorum. Üçüncü soru: Bu merkezin terörist bir faaliyet yürüttüğünü, kulak ayaklanmaları örgütlediğini, Politbüro’ya, Parti yönetimine, Sovyet iktidarına karşı beyaz muhafız-kulak ayaklanmaları hazırladığını itiraf ediyor musunuz? Benim cevabım: Evet, doğrudur. Dördüncü soru: Devleti devirmek amacı ile hazırlanan komplo dolayısı ile vatan hainliği faaliyeti konusunda suçunuzu kabul ediyor musunuz? Benim cevabım: Evet, gerçektir.” Mahkeme önünde de ben kendi işlediğim, ve yurt-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

“Yurttaş hakimler! Ben vatana ihanet suçunu kabul etmiş olduğumdan, her türlü savunma konuşması anlamsızdır. Bilincini yitirmemiş yetişkin bir insanın vatan hainliğini savunabilmesi düşünülemez. Hafifletici nedenler de gösteremem. 25 yıl işçi hareketi içinde olan biri eğer vatan hainliği suçunu kabulleniyorsa, hafifletici neden olamaz. Troçki’nin beni doğru yoldan saptırdığını da söyleyemem. Ben Troçki ile karşılaştığımda, görüşleri yerli yerine oturmuş yetişkin bir insandım. Troçki’nin rolü karşı-devrimci örgütlenmeler içinde muazzam olmasına rağmen, ben Partiye karşı bu mücadele yoluna girdiğimde, onun benim üzerimdeki etkisi minimal idi.” Radek, konuşmasının bundan sonraki bölümünde, neden itirafta bulunduğunu, neden bunu hemen yapmadığını; kendisinin öznel isteği ile nesnel olarak oynadığı rol arasında fark olduğunu anlattıktan sonra sözlerini şöyle bağlıyor: “Biz kitlelere konuşma hakkımızın olmadığını biliyoruz. Çünkü onlara öğretmen olacak durumda değiliz. Ama bizimle ilişki içinde olan unsurlara üç şey söylemek istiyoruz: Troçkist örgüt, tüm karşı-devrimci güçlerin çekim merkezi olmuştur. Onunla ilişkiye geçen ve onunla kaynaşma yoluna giren Sağcıların örgütü de ülke içindeki tüm karşı-devrimciler için çekim merkezi haline gelmiştir. Bu terörist örgütlerle devlet başa çıkacak durumdadır. Kendi deneyimlerimizden yola çıkarak, bundan hiç kuşkumuz yoktur. Ama ülkede yarı, çeyrek, sekizde bir Troçkistler vardır. Bunlar terörist bir örgütten hiç haberleri olmaksızın, bize sempati duyduklarından, liberalizmlerinden, Partiye kızdıklarından vb., bize yardımcı olmuşlardır. Bu insanlara söyleyeceğimiz şudur: Bir çelik çekiç içinde küçük bir çatlak, çok tehlikeli değildir. Ama bir çelik pervanedeki çatlak, felakete yol açar. Bize en yüksek derecede gerilimin olduğu bir dönemde, savaş öncesi dönemde yaşıyoruz. Bütün bu unsurlara, bu mahkeme üzerinden ve kendi kendimizle hesaplaşmamız temelinde sesleniyoruz: Parti ile arasında çatlak olanlar, eğer bu çatlak Parti ile ilişkide açık, namuslu bir çaba ile kesinlikle düzeltilemezse, yarın komploların eylemcisi, ve hain olabileceğini bilmelidir. İkinci olarak, Fransa’da, İspanya’da ve diğer ülkelerdeki Troçkist unsurlara şunu söylemek istiyoruz: Rus devrimi deneyimi göstermiştir ki, Troçkizm işçi sınıfı hareketine zarar vermektedir. Bizim deneyimimizden öğrenmeyenleri, bunu en geç hayatları ile

✒ 48

rümümün nitelendirilmesi noktasında da doğrudur. Ama savcının bir iddiasını kabul edemem: Bu, benim bugün de Troçkist olduğum iddiasıdır. Evet ben uzun yıllar Troçkist idim. Troçkistlerle uzun yıllar omuz omuza yürüdüm. Ama şimdi beni ifade vermeye götüren düşünce, hiç olmadı şimdi –çok geç de olsaTroçkist geçmişimden kurtulma isteği idi. Ben bu yüzden benim itirafımı, benim ve birlikte çalıştığım kişilerin iğrenç, karşı-devrimci faaliyetlerimiz hakkındaki bilgileri, -bu çok geç yapılmış itirafdı- kendi kişiliğim açısından pratik bir sonucu olacağından yapmadım. Ama benim elimden çok geç de olsa kendimi bu çamurdan kurtardığım bilincini çekip almayın. Benim için en ağırı, yurttaş hakimler, benim hakkımda sizin vereceğiniz haklı hüküm değildir. En ağırı, kendi kendime itirafımdır. ... Benim, Troçkist faaliyetlere başladığımda, bunun nereye götüreceğini gördüğüme inanmak yanlış olur. Bu hiçbir şekilde benim cürümlerimin nesnel ağırlığını değiştirmese bile, kendime öznel olarak karşı-devrimci görevler koyduğuma, ve faaliyetlerimin hangi çamura, hangi batağa götüreceğini en baştan gördüğüme inanılmamalıdır.” (“Sovyet Düşmanı Troçkist Merkez Hakkında Ceza Davası Tutanağı”, Moskova 1937, yeniden basım: Red Star Press, Almanca, s. 589-590, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 196, Dönüşüm Yayınları) Pyatakov’un bütün son sözü, delillerin, nesnelliğin ağırlığı karşısında, objektif olarak karşı-devrimci faaliyete önderliği kabul etmek; objektif olarak sosyalizm ve Sovyet düşmanlığını kabul etmek ve fakat öznel olarak en baştan karşı-devrimci faaliyette bulunmak gibi bir niyetinin olmadığını ortaya koymak üzerine kuruludur. Baskı, işkence vb. konusunda da Pyatakov aynı son sözde şunları söylemektedir: “Yurttaş hakimler, ben burada bana karşı hiçbir şekilde baskı ve etkileme yöntemleri kullanılmadığı üzerine konuşmak istemiyorum. Bunu burada konuşmak komik olurdu. Bu gibi yöntemler zaten kişi olarak benim için hiçbir şekilde ifade vermemin nedeni de olamazdı. Hayır, beni cürümlerim üzerine bilgi vermeye zorlayan, korku olmadı.” (A.g.e., s. 591, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 197, Dönüşüm Yayınları) Ve işte Radek’in son sözünden parçalar:

49


tedik. Mücadelenin mantığı bizi adım adım en kara bataklık içine itti. Bir kez daha görüldü ki, Bolşevizm pozisyonundan uzaklaşma, siyasi karşı-devrimci haydutluğa kayış anlamına gelmektedir. Şimdi karşıdevrimci haydutluk ezilmiştir, bizler yıkıldık ve korkunç cürümlerimizden pişmanlık duyuyoruz. Elbette, önemli olan pişmanlık, ya da özel olarak benim kişisel pişmanlığım değil. Mahkeme bu olmadan da kararını verebilir. Suçlanan kişinin suçunu kabul etmesi mutlak zorunluluk değildir. Sanıkların itirafı ortaçağa ait bir hukuk ilkesidir. Ama burada sözkonusu olan, karşı-devrim güçlerinin kendi içinde çöküşüdür. Ve insanın silahlarını bırakmaması için bir Troçki olması gerekir. Ben burada kendisinden karşı-devrimci taktiğin türediği güçler paralelogramında, Troçki’nin esas hareket ettirici motor olduğunu söylemek zorundayım. Ve en keskin pozisyonlar –terör, casusluk, Sovyetler Birliği’nin parçalanması, komplo- herşeyden önce bu kaynaktan çıkıyordu. Ben gerek Troçki’nin, gerekse diğer cürüm ortaklarımın, gerekse II. Enternasyonal’in bizi, bu arada kişi ve isim olarak da beni savunmaya çalışacaklarından a priori yola çıkıyorum. Hele hele Nikolayevski ile konuşmamı gözönüne aldığımda, buna eminim. Ben bu savunmayı reddediyorum, çünkü ülke, Parti ve bütün halktır önünde diz çöktüğüm. Benim cürümlerimin korkunçluğu sınırsızdır. Hele hele Sovyetler Birliği’nin içinde bulunduğu yeni mücadele aşaması gözönüne alındığında! Dilerim ki, bu dava en son ağır ders olsun, ve herkes Sovyetler Birliği’nin büyük gücünü kavrasın. Herkes Sovyetler Birliği’nin milli tecrit olmuşluğu karşı-devrimci tezinin zavallı bir kağıt parçası gibi boşlukta asılı olduğunu görebilsin. Herkes, Stalin tarafından güvence altına alınan ülkenin bilge önderliğini görüyor. Ben bu bilinçle hükmü bekliyorum. Sözkonusu olan, pişman olmuş bir düşmanın yaşamış olduğu kişisel olaylar değil, Sovyetler Birliği’nin gelişip güçlenmesi, onun uluslararası önemidir.” (A.g.e., s. 846-848, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 202-202, Dönüşüm Yayınları) İşte Buharin’in mahkeme önünde, kamuoyu önünde söylediği son sözleri bunlardır. Şimdi Buharin’i aklamaya kalkanlar, kendilerinin burada Buharin’in suç olarak kabul ettiği şeylerin, en başta da sosyalizme karşı her türlü araçla mücadele etmenin suç olmadığını kabul eden, bunu ilan edenlerdir. Komünizme karşı mücadeleyi hayat gö-

revi haline getirenlerden başka bir şey beklenemez, ama komünizm adına bunu yapanlar, komünizm adına Moskova duruşmalarının kararlarını geçersiz sayanların yüzüne tükürmek her komünistin hakkı ve görevidir. Toparlarsak; İfadelerin işkence sonucu olduğu iddiasına karşı en iyi cevap, Moskova Duruşmalarının tutanaklarıdır. En azından merkezi ve atıfta bulunduğumuz duruşmalarda, hiçbir sanık, mahkemede –imkanı varkenifadelerin işkence altında alındığı yönünde bir açıklama getirmemiştir. Tersine, bazı sanıklar, bunun tersini açıklamışlardır. Suçlamaların uydurma olduğu vb. konusunda en iyi cevap yine sözkonusu tutanaklardır. İnanılmazlık bağlantısında söylenecek şeyi, Buharin son sözünde söylemektedir: “Siyasi mücadelenin mantığı, bizleri adım adım en kara bataklığın içine sürükledi.” Buna inanmayan, yalnızca kendi idealistliğini belgelemekte, sözkonusu olanın burjuvazi ile proletarya arasındaki ölümcül sınıf mücadelesi olduğunu kavramadığını göstermektedir. Bu bağlamda bir de Moskova Duruşmalarının devamı olarak yürüyen ve askeri gizler sözkonusu olduğu için gizli yapılan, başta Tuhaçevski olmak üzere çok sayıda yüksek rütbeli subaya karşı yürütülen duruşma vardır. Bu duruşmalar sonrası çok sayıda yüksek rütbeli subay kurşuna dizilmiş; ve Kızıl Orduda, özellikle eski çarlık ordusundan devralınan subay kadrosunda geniş bir temizlik yapılmıştır. Sovyet bürokrat burjuva askeri uzmanları ve Sovyet revizyonist tarihçileri bunu “Stalin’in Kızıl Orduya karşı savaşı” (“Moskau News”, Almanca, sayı 6, Haziran 1989) olarak adlandırmakta; ve bu temizlik Kızıl Ordunun olağanüstü güçsüzleştirildiğini, eğer bu temizlik yapılmasa, 1941’de Hitler’in belki de Sovyetler Birliği’ne saldırmaya cesaret bile edemeyeceğini vb. savunmaktadırlar. Bunların gözlerden gizlediği şudur: Tuhaçevski ve hempaları, Sovyetler Birliği’ne Almanlarla anlaşma içinde komplo planlarını uygulama hazırlıkları içinde oldukları için yargılanmış ve kurşuna dizilmiştir. Eğer anti-faşist savaşta Kızıl Ordu zafer kazandı ise, bu Tuhaçevski’ler Kızıl Ordu saflarından temizlenip, sökülüp atıldığı, yokedildiği için olmuştur. Tarihi çarpıtmaya Troçkistlerin ve revizyonistlerin gücü yetmeyecektir. Eylül 2011 ✓

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Bunun nedeni şudur? Hapishanede tüm geçmişimi yeniden değerlendirdim. Çünkü kendi kendimize, eğer öleceksen, neyin uğruna ölüyorsun diye sorduğunuzda, karşınızda birden şaşırtıcı bir berraklıkta kapkara bir boşluk beliriyor. Eğer kişi pişmanlık göstermeden ölmek istiyorsa, uğrunda ölünecek birşey kalmıyor. Ve bunun tam tersi de sözkonusu: Sovyetler Birliği’nde ışıldayan herşey görüldüğünde, bunlar insanın bilincinde de değişiklikler yaratıyor. İşte beni nihayetinde silahsızlandıran bu oldu. Ve beni Parti ve ülke önünde diz çökmeye götürdü. Ve kendi kendinize yine soruyorsunuz: Pekala, diyelim ki ölmeyeceksin, diyelim ki bir mucize olacak, ve sen sağ kalacaksın. Peki ama, yine neyin uğruna? Herkesten tecrit olmuş olarak, hayatın özünü oluşturan herşeyden tecrit olmuş, insanca olmayan bir durumda, bir halk düşmanı olarak... Ve birden yine aynı yanıt çıkıyor karşınıza. Ve böyle anlarda, yurttaş yargıçlar, kişisel olan herşey, insanın tüm kişisel kabuğu, tüm kişisel nefret, gurur, ve daha bir sürü şey yıkılıp gidiyor. Üstüne üstlük bir de geniş enternasyonal mücadelenin yankıları kulaklarınıza geldiğinde, bunlar hepsi birlikte etkisini gösteriyor, ve biz çöken hasımlarının karşısında SSCB’nin tam bir ahlaki zaferi ortaya çıkıyor. Hapishane kitaplığında elime Feuchtwanger’in Troçkistlerin duruşmaları üzerine bir kitabı geçti. Bana büyük etkide bulundu. Ama Feuchtwanger’in sorunun özüne nüfuz edemediğini söylemek, yarı yolda kaldığını, onun için herşeyin açık olmadığını, gerçekte ise herşeyin açık olduğunu söylemek isterim. Dünya tarihi, dünya mahkemesidir. Troçkizmin önderlerinin bir dizisi iflas etmiş, ve tarihin çöplüğüne atılmıştır. Bu doğrudur. Ama Feuchtwanger’in yaptığı gibi, Troçki’yi Stalin ile aynı çizgi üzerinde göstermek yanlıştır. Bu bütünüyle yanlış bir bakıştır. Gerçekte Stalin’in ardından tüm ülke durmaktadır. O dünyanın umududur, yaratıcısıdır. Napolyon bir kez, “kader siyasettir” demişti. Troçki’nin kaderi karşı-devrimci siyasettir. Hemen bitiriyorum. Bunlar belki hayattaki son sözlerimdir. Ben, soruşturma makamının, ve yoldaş hakimler, sizin önünüzde, neden teslimiyet gerekliliğine vardığımı anlatmak istiyorum. Bizler yeni hayatın sevinçlerine karşı en adi araçlarla mücadele ettik. Ben, Vladimir İlyiç’in hayatına suikast suçlamasını reddediyorum, ama karşı-devrimci arkadaşlarım ve onların başında da ben, Stalin tarafından muazzam başarılarla sürdürülen Lenin’in eserini yıkmak is-

✒ 50

taş savcı tarafından soruşturma temelinde getirilen iddialarda dile gelen suçları kabul ettim, ve ediyorum. Mahkeme önünde açıkladım ve bir kez daha açıklıyorum ki, ben “Sağcılar ve Troçkistler Bloku”nun işlediği tüm cürümlerin siyasi sorumluluğunu taşıyorum. Ben en ağır cezaya layıkım, ve benim ölümüm saatimin eşiğinde olduğumu tespit eden yurttaş savcı ile bu konuda da hemfikirim.” (“Duruşma Tutanağı”, Moskova 1938, yeniden basım: Red Star Press, Almanca, s. 834, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 199,200, Dönüşüm Yayınları) Buharin, son sözünün bundan sonraki kısmında, kendine getirilen bazı somut suçlamaları, özellikle 1918’de Lenin’e yapılan suikastten haberdar olduğu suçlamasını –Sol Sosyal-Devrimcilerle o günkü Sovyet Hükümetine karşı ittifak görüşmelerini vb. reddetmeden- reddeder. Buharin daha sonra pişmanlık göstermesinin sebeplerini açıklamaya girer. Şunları söyler: “Pişmanlık, çoğu zaman, uyuşturucu madde [orijinalde “Tibet tozu”- ÇN] gibisinden bütünüyle saçma, anlamsız şeylerle açıklanıyor. Ben kendi payıma bir yıl kadar kaldığım hapishanede çalıştığımı, okuduğumu ve zihnimin açıklığını koruduğumu söylemek istiyorum. Bu tüm masalların ve karşı-devrimci aptallıkların en iyi tekzibidir. Hipnotizmadan sözediliyor. Ama ben mahkemede hukuki olarak savunmamı yaptım, kendimi ordaki koşullara anında uydurabildim, savcıya karşı polemik yürüttüm; böyle bir hipnotizma olamayacağını herkes, tıbbın ilgili dallarında uzman olmayan kişiler de teslim etmek zorundadır. Pişmanlığı çoğu zaman da Dostoyevskicilikle, ruhun özellikleri ile (“L’ame slave” denilen şey ile) açıklıyorlar. Yani Alyoşa Karamazov, ya da “Budala”daki, ya da Dostoyevski’nin diğer tiplerinde görüldüğü gibi, sokağa çıkıp bağıran, “Öldürün beni ey namuslu vatandaşlar, ben rezil biriyim” şeklinde bağıran tipler gibi! Ama burada sözkonusu olan bu değildir. Bizim ülkemizde “L’ame slave” denen şey, ve Dostoyevski’nin ilginç tipleri, onların psikolojisi çoktan tarih olmuştur. Bunlar belki hala taşranın kenar mahallerinde olabilir, ama orada bile ender rastlanır. Ama böyle bir psikoloji bugünkü Avrupa’da yaygındır hala. Ben burada kendimden, benim pişmanlığımın nedenlerinden söz edeceğim. Tabii ki deliller de çok önemli rol oynuyor. Ama takriben üç ay boyunca inkar ettim. Sonra ifade vermeye başladım. Neden?

51


ster taraflardan birisi galip gelsin, isterse de kesin üstünlük sağlayan bir taraf olmasın askeri savaş alanında belirli bir süre sonra ateşkes ilan edilir ve bir anlaşma imzalanır. Askeri çatışmada galip gelenin zaferi kesinse mağlup olan tarafa ateşkesin ve barış anlaşmanın şartlarını tek taraflı olarak dikte eder. Yok, taraflardan birisi kesin bir galibiyet elde edememişse bile, ateşkesin ve barış anlaşmasının şartları daha üstün koşullara sahip tarafın beklenti ve taleplerine göre belirlenir. Askeri savaşta ateşkes ve barış anlaşmaları andaki güçler dengesinin hukuki alanda da ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Askeri alanda galip ya da avantajlı olan taraf, mağlup olan tarafa “ateşkes”in ya

“mutlak egemenlik” talep eder. Dayattığı “barış anlaşması” sonunda karşı tarafın “bütünüyle ve topyekün teslimiyeti”ni resmileştirir. Askeri savaşın ilkeleri–savaş şartlarının ve savaşan tarafların kendine özel yapıları nedeniyle önemli değişikler gösterse de- sosyal savaş, sınıf savaşı alanında da esas olarak geçerli ilkelerdir.

SOSYAL SAVAŞ Sermayenin maaşlı kalemşorları inkar etmek için gerçeklere hergün takla attırmaya çalışsalar da, Türkiye’de ve tüm dünyada kimi zaman açıkça ilan edilen, kimi zaman ise gayri resmi sürdürülen sürekli bir sosyal savaş, sınıf savaşı yaşanmaktadır. Bu ger-

Askeri savaşta birbirine düşman olan güçler her zaman içlerine, hatta karşı tarafın genel kurmayına ajan sokmak, düşmanı hakkında en değerli bilgileri eline geçirmek, düşman saflarında psikolojik savaş araçlarını daha etkin kullanmak ister. Kimi zaman bunu başarırlarda. Fakat askeri savaş halinde bulunan güçler “ajan” ve “hainleri” uzun süre saflarında kalmasına müsaade edemez, özellikle kendi genel kurmayında bunların bulunmasına izin veremez. Askeri savaşta “ajan” ve “hainler” yakalandıklarında en ağır bir biçimde cezalandırılırlar.

52

da “barış”ın şartlarını da dikte eder, galibiyetini, üstünlüğünü hukuken pekiştirir. Bazen de taraflardan biri savaşı hiç göze alamaz, baştan teslim olur. Saldırganı “yatıştırmak” amacıyla taviz üstüne taviz verir. “Yatıştırma taktiği” ise kural olarak saldırgan tarafı daha iştahlandırır. Saldırgan tarafın istek ve talepleri teslim olana boyunduruk ve kölelik koşullarını dayatır. “Parçayı verip bütünü kurtarma” umuduyla saldırgan tarafın boyunduruğuna razı olan yatıştırmacılar “bütünü” de koruyamazlar. Yatıştırmacıların korkaklığı ve teslimiyet taktiği ile iştahı kabaran saldırgan mutlak egemen olma fırsatını kaçırmamak için “bütün”e el atar ve

çeğin yanı sıra önemli ve dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, sosyal ve sınıf savaşında aktif olan, savaşı örgütleyen tarafın kural olarak işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflar olmamasıdır. Büyük sermaye ve onların sopası devlet ezilen sınıflara karşı sistematik, saldırgan ve örgütlü bir savaş yürütmektedir. Sermaye sürdüğü bu savaşta, “ileri” ülkelerde bile “sosyal devlet” maskesini büyük ölçüde bir kenara atmıştır. 1980’li yıllardan bu yana sermayenin yürüttüğü yeni saldırının ana sloganları “verimlilik”, “büyüme” ve “karlılık”tır. Bu taleplerin önünde engel olarak görülen herşey, kısmi sosyal kazanımlar, politik ve sosyal haklar, reel ücret ve maaşlar, çalışma

serbest kürsü

serbest kürsü

İ

SOSYAL SAVAŞ VE BARIŞ

sal” siyasetlerinin sorumluluğu ve egemenlik alanı altında bulunan her türlü faaliyetini (yatırım politikasından, vergilendirmeye, ücret politikasından ulaşım fiyatlarına kadar) doğrudan kontrol ve denetim altına almıştır. Yunanistan örneğinde olduğu gibi sermaye baronları bu ülkelerde ekonomiyi ve siyaseti doğrudan belirlemek amacıyla –Osmanlı tarihinden bildiğimiz- Düyun-u Umumiye’ler- kurmuştur.

SERBES T KÜRSÜ

süreleri, emeklilik şartları, eğitim ve öğrenim imkanları, doğal dengeler…. saldırının hedefi haline gelmiş ve bunlar saldırgan sermayenin ihtiyaç ve taleplerine göre tümüyle yeniden biçimlendirilmişlerdir. Sermayenin kabaran iştahını tatmin etmek amacıyla kapitalist ekonomide yapısal değişiklere gidilmiş kuralsızlaştırma, özelleştirme, taşeronlaştırma, piyasalarda liberalleştirme, sağlık ve eğitim hizmetlerinin bütünüyle piyasa ekonomisi kurallarına bağlanması sağlanmış; su, aydınlanma ve enerji gibi temel “kamu” hizmetleri sermayenin yatırım ve kar faaliyetine sınırlamasız açılmıştır vb. vd. “Verimlilik ve yatırımları artırma” adı altında sermayeden alınan vergiler büyük oranda indirilmiş ya da kaldırılmıştır. Aynı zamanda “bağımlı çalışandan” alınan vergiler (doğrudan ve dolaylı vergiler”e hem yenileri eklenmiş hem de eski vergi oranları büyük ölçüde artırılmıştır. “İleri” ülkelerde en karamsar reformistlerin bile hayal edemeyeceği, “artık geride kaldı” diye düşünülen istihdam şartları işçi sınıfına dayatılmış, iş güvencesi, kurallı çalışma imkanları, geçinebileceği gelir elde etme imkanları adım adım yok edilmiştir. En ileri ülkelerde bu gelişmenin en çarpıcı örneklerinden birisi, artık milyonlarca işçiye kural olarak dayatılan “kiralık işçilik”, daha doğrusu “modern kölelik” çalışma biçimidir. En düşük ücret ödeyerek birden fazla sermayedarın işçiyi en yoğun sömürme biçimi olan “kiralık işçilik” işçi sınıfına son on yıllarda dayatılan en ağır sömürü biçimlerinden biridir. Bu gelişmenin doğal bir sonucu olan diğer bir çarpıcı gerçek ise, çalıştığı halde geçinemeyecek durumda olan, mutlak yoksulluk sınırının altında gelire sahip olan işçi sayısının hızla artışmış olmasıdır. Bu kadar “lütuf” karşısında iştahı sınırsız kabaran sermaye cephaneliğini daha büyütmek amacıyla yarım yapmadan kar elde etme, kupon keserek semirme yöntemlerine daha bir hevesle sarılmıştır. Dünya borsalarında işlem gören sermaye hacmi ve elde edilen karlar dudak uçuklamakla kalmamış, tek tek ülkelerin ve tüm kapitalist dünyanın ekonomisine yön veren “genel kurmay merkezleri” haline gelmiştir. “Aşırı kar” avındaki sermaye baronları, dünyada bağımlı devletlerin kar üretimine bağımlılığının artırılması, Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya gibi görece egemenlik haklarına sahip devletlerin egemenlik haklarını da resmen ortadan kaldırmış, aşırı borçları yüzünden iflas bayrağı çeken Yunanistan örneğinde en bariz görüldüğü gibi, bu ülkelerin “ulu-

SENDİKALAR Sermayenin dünya çapında örgütlediği ve yürüttüğü bu sosyal savaşta, geniş işçi kitlelerinin asgari düzeyde örgütlü olduğu ve sermayenin saldırılarına karşı kendini savunmak, kazanımlarını korumak için umut bağladığı sendikalar, üyesi işçilerin haklarını korumak için bir şey yapmadıkları gibi, tam tersine tümüyle sermayenin talep ve dayatmalarına uygun bir siyaset izlediler. Eğer sendikalar işçi sınıfının “doğal direniş merkezi” olma görevlerine biraz olsun sahip çıksalardı işçi sınıfı bu kadar büyük bir cendere altına alınamazdı. Sendikaların sermayenin başlatmış olduğu çok yönlü ve planlı savaşta olumlu hiçbir rol oynamamasının temel nedeni, yeniden belgelenen bir gerçekten kaynaklanmaktadır: İşçi sınıfının en geniş kitlelerinin direniş merkezi olması gereken sendikaların, direnişi değil sermayeye teslimiyeti örgütleyen önderliklere ve yapılara sahip olmasıdır. Bir savaşta düşmanın doğrudan ajanlarının kendi yönetim organında olduğu hiçbir mücadelede başarı kazanılamaz, direniş dahi örgütlenemez. Askeri savaşta birbirine düşman olan güçler her zaman içlerine, hatta karşı tarafın genel kurmayına ajan sokmak, düşmanı hakkında en değerli bilgileri eline geçirmek, düşman saflarında psikolojik savaş araçlarını daha etkin kullanmak ister. Kimi zaman bunu başarırlarda. Fakat askeri savaş halinde bulunan güçler “ajan” ve “hainleri” uzun süre saflarında kalmasına müsaade edemez, özellikle kendi genel kurmayında bunların bulunmasına izin veremez. Askeri savaşta “ajan” ve “hainler” yakalandıklarında en ağır bir biçimde cezalandırılırlar. Sosyal savaşta aynı kurallar her zaman işlemez. Özellikle kapitalist toplumda sermaye işçi sınıfının mücadele örgütlerinde sürekli ve sistemli olarak kendisi için çalışan bir kast örgütlemekle kalmaz, aynı zamanda sermayeye hizmet etmeyi, ona ajanlık yapmayı “kurumsal ve kişisel bir erdem” haline getirir. Üstelik ajanların ve hainlerin tüm giderlerini işçi

53


Van Erciş deprem bölgesinden izlenimler

okur mektubu

serbest kürsü

güce de sahipti. İşçi sınıfının savunma mücadelelerine kendi saflarından ve diğer emekçi sınıflardan geniş kitlelerde giderek katılmaya başladılar. İsrail’de artan yoksulluğa, Yunanistan’da, İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de, Fransa’da krizin yükünün “tasarruf tedbirleri” adı altında sırtına yıkılmasını engellemek amacıyla yüzbinlerce işçi, işsiz, öğrenci, küçük üretici köylü ve küçük esnaf kitlesel eylemlere geçmeye başladılar. Bugün sermaye kendiliğinden gelişen işçi ve diğer emekçi sınıfların savunma eylemlerini engelleyebilecek yeni bir reçeteye sahip değil. Dayattığı bilinen acı reçete işçilerin ve diğer emekçi sınıfların öfke ve eylemliliklerinin daha da kabarmasından başka bir sonuçta vermiyor. İşçi sınıfının kitle örgütlerindeki ajanları sendika bürokratlarının işçilere yine “teslim olun” çağrısı

sınıfının üstüne yıkar. Sendikalar içerisinde de iki farklı sınıfsal statü ve sistem kurar, geliştirir: Bir yanda sömürü objesi olan geniş üye kitlesi, diğer yanda sermayenin sömürüsüne ortak edilen, işçi sınıfından gelme burjuvalaşmış bir küçük ama egemen ve etkili sendika yöneticisi kastı. Bu tamamen burjuvalaşmış, sınıf değiştirmiş fakat işçi sınıfının kitle örgütü sendikaların yönetimini elinde bulunduran bu ajan, hain kastın aktif desteği olmadan, bu kastın sendikalardaki egemenliği pekiştirilmeden sermaye işçi sınıfına ve onun haklarına karşı açık, saldırgan ve çok yönlü bir saldırı örgütleyemez ve bu kadar rahat bir zafer kazanamaz. Sermaye dünya çapında işçi sınıfına ardı ardına yürüttüğü saldırılar sonucunda –sendika bürokrasisinin aktif desteğiyle- işçi sınıfına ardı ardına teslimiyet sözleşmeleri imzalattı. İşçiler (ve diğer emekçi

1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren birçok Latin Amerika ülkesinde, 2009 sonundan itibaren Arap ve Magrip ülkelerinde işçiler ve çok geniş halk yığınları işçi sınıfının kendiliğinden ve kitlesel direnişlerinin önemli kıvılcımları oldular. sınıfları) yıllarca demoralize edildi.

TESLİMİYETTEN SAVUNMAYA

54

Sermayenin saldırıları sonucunda sürekli geri adım atmaya zorlanan, yaşam şartları olağan üstü kötüleştirilen işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar el yordamıyla, çekine çekine de olsa, şartların tüm elverişsizliğine rağmen, birçok ülkede kendini savunmak için de çabalıyordu. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren birçok Latin Amerika ülkesinde, 2009 sonundan itibaren Arap ve Magrip ülkelerinde işçiler ve çok geniş halk yığınları işçi sınıfının kendiliğinden ve kitlesel direnişlerinin önemli kıvılcımları oldular. Gelişmeler gösterdi ki, işçi sınıfının sermayenin saldırı ve ağır baskılarına karşı mücadele potansiyeli ve isteği –burjuva kalemşorlarının sistematik inkar yalanına karşın- varlığını sürdürmeye devam ettirmekle kalmamıştı, üstelik tüm olumsuz şartlara rağmen işçi sınıfı ileriye atılım yapabilecek yeteneğe ve

yapmasının önemli bir ikna ediciliği yok. Sermayenin kriz siyaseti işçi zorunlu olarak sınıfını ve diğer emekçi sınıfları dünya çapında daha kitlesel ve daha kararlı direniş mücadelelerine itiyor. Önümüzdeki dönemde ister sınıf savunma mücadelelerine katılan işçilerin ve diğer emekçi sınıfların sayısında olsun, isterse de kapsadığı ülke sayısında olsun önemli bir artış olacaktır. İşçi kitleleri ve diğer emekçi sınıfları daha fazla savunma mücadele biçimlerine, en başta da grev, genel grev, sokak işgalleri, protesto gösterileri, işyeri ve borsa işgalleri gelişecektir. Yine gelişen her sınıf hareketinde olduğu gibi mücadelenin belirli aşamalarında daha yüksek ve yeni mücadele biçimleri gündeme gelecek ve denecektir. Sorun şudur ki, sosyalistler gelişen kitle mücadelelerine nasıl bir perspektif sunabilecekler ve hangi rolü oynayabileceklerdir? Ali Osman Başeğmez Ekim 2011 ✓

23

Ekim öğlen, 7.2 şiddetinde Van ve çevresinde olan deprem bölgesine ancak bir hafta sonra gidebilme imkanı bulabildim. 30 Ekim Pazar günü öğle Van’a vardım. Van terk edilmiş bir şehir haline gelmişti. Şehrin % 60’ı şehri terk etmişti. Yakınlarının yanına diğer şehirlere gitmişler. Van’da kalanlar da evlerinin önündeki çadırlarda veya yeni kurulan çadır kentte bulunuyorlardı. Şehir hayalet şehre dönmüştü. Bütün dükkânlar kapalı idi. Hadi günlerden Pazar dedim, yarın açılırlar dedim. Ama yanılmışım. Pazartesi ve Salı ancak yerli Van menşeli dükkânların bazılarının açtığını gördüm. Türkiye çapındaki hiçbir firma iş yerlerini Salı gününe kadar açmadı. Van’da ilk bakışta depremle ilgili fazla bir şey göremiyorsunuz. Ancak sorarak yıkılan binaların olduğu yerlere gidebiliyorsunuz. Van’a vardığımda ilk olarak Kamu-Sen, Disk, Eğitim-Sen, BDP gibi parti ve sendikaların çadırlarına gittim. Beraberimde getirdiğim bir bavul giyecekleri arkadaşlara verdim.

Daha sonra bir arkadaşla birlikte hasar görmüş yerleri gezmeye çıktık. Yıkılan yerleri sorarken bir gençle tanıştım. İstersem bana rehberlik yapabileceğini söyledi. Bende kabul ettim. Bu gençle 3 gün beraber oldum. Çok faydasını gördüm. Van’da ilk olarak televizyonlarda her gün gösterilen 7 katlı yıkılan apartmana gittik. Apartman yerle bir olmuş. İş makineleri enkazı kaldırıyorlardı. Bu uygulama Erciş’de savcılık tarafından yasaklandı. Enkaz kaldırma işlemleri yasaklandı. Savcılar bütün yıkılan binaları gezecek, örnekler alınacak ondan sonra enkazlar kaldırılacak. Bu işlem bugün (Çarşamba) Erciş’de başladı. Van’da gördüğüm 7 katlı binanın da hikâyesi içler acısı. Mütaahit binanın giriş katını araba galerisi yapıyor, onun için alt kattaki bütün kolonları kesiyor. Böylece bina depreme dayanamıyor. Bu apartmanın karşısında tek katlı bir ev varmış. Ev moloz haline gelmiş. Evde daha evvel ev sahibi oturuyormuş. Evin çok çürük olduğunu anlayınca, 4 öğrenciye kiraya vermiş. Öğrencilerin

55


çok sayıda kayıp kişi oluğunu söyledim. Enkaz altında canlı veya ölü hiç kimsenin olmadığını söylediler. Ellerinde bir alet olduğunu bu alet ile binanın temeline kadar yıkıntıda ne var ne yok görebiliyorlarmış. Ben bu açıklamaya pek inanmadım. Televizyonlar Erciş’te bugün (Çarşamba) bir baba ve kızını enkaz altında aramaya başladıklarını bildiriyor. Ellinin üstünde yabancı ve yerli kurtarma ekibi varmış. Dün birçoğu Erciş’i terk etmiş. Her ihtimalle karşı 10 tane ekip bırakılmış. Onlarda Çarşamba gününden sonra gideceklermiş. Sabah güneş doğar doğmaz şehri gezmeye başladık. Gezdikçe dehşette kapıldık. Erciş nerede ise yerle bir olmuştu. Binaların birçoğu moloz yığını haline gelmişti. Fotoğraflara dikkat ederseniz, birkaç tane yan yatmış bina var. Bu binalar depremden dolayı hasar görmüş binalar. Moloz haline gelenler ise malzemeden dolayıdır. Hurda olan arabaların

mek için ellerinden geleni yapıyorlar. Tiyatro yapıyorlar, sabahları jimnastik yaptırıyorlar. Çocukların bir şeyden haberleri olmadan çok eğleniyorlar. Van’a doğru yol alırken ana yoldan ayrılıp, köylere girdik. Gezdiğimiz köyler yerle bir olmuş. Gezdiğimiz köyler bir tanesi hariç hepsi Kürt köyleri idi. Sadece Alaköy acem köyü idi. Köylerin halini görünce ölü sayısını sordum. Yalnız Alaköy’de 6 ölü varmış. O kadar yıkıma rağmen, diğer köylerde ölü yokmuş. Devletten kimse ziyaretlerine gelmemiş. İlk ve daha sonra günlerde Van belediye başkanı ve BDP milletvekilleri ziyarette gelmişler ve yardımlarda bulunmuşlar. Biz gittiğimizde belediyenin kamyonları enkaz kaldırıyordu. Köylerde, yanımdaki genç çok yardımcı oldu. Onlarla Kürtçe konuşup bana tercüme etti. Akşamüstü Van’a döndüm. Şehir çok ıssızdı. Depremzedelerin yeteri kadar yiyecek ve giyeceği

okur mektubu

okur mektubu

Ertesi gün tekrar gelmeye karar verdik. Şehirde gözüme çarpan 2 şey vardı. Birincisi, bütün cep telefonları operatörleri gövde gösterisi yapmıştı. Adım başı seyyar anten kurmuşlardı. Bazıları tırlar getirmişti. Bu tırlarda internette girebiliniyor. Her yere telefon edebiliniyor. Bu hizmetlerin hepsi bedava. İkinci gözüme çarpan ise; sağlam kalan dükkânların ışıklarının yanması idi. Bunun da sebebini halktan öğrendim. İlk günler birçok yağmalama ve hırsızlık olayları olmuş. Yağmaladıklarını ve çaldıklarını karaborsada satmışlar. Bu yağlamayı yapanları yakalayınca,

başka şansı yok. Mecburiyetten kiralamışlar. Çünkü Van’da öğrenciye ev vermiyorlar. Depremde 2 öğrenci ölüyor, 2 öğrenci yaralı kurtuluyor. Daha sonra birkaç yıkılan binaları gezdikten sonra araba kiralamaya karar verdim. Aynı gün Erciş’e gitmeye karar verdim. Çünkü Erciş’in çok kötü olduğunu söylediler. Van’da 6 bina tamamen yıkılmıştı. Birçok da hasar görmüş bina var. Erciş’e gitmeden çadıra uğradık. Yol üzerinde bir köye verilmek üzere bir sürü malzeme aldık. Malzemeleri köye teslim ettikten sonra yolumuza devam ettik. Şehre girdiğimizde hava kararmıştı. Şehir

Depremzedelerin yeteri kadar yiyecek ve giyeceği var. Ancak çadıra, battaniyeye, çocuk bezine, kadın petine ve ısınma için malzemeye çok ihtiyaç var. Evleri yıkılmamasına rağmen onlarda sokaklarda kalıyorlar. Korkudan kimse evlerine girmiyor. Başta BDP olmak üzere, yardım kuruluşları insanüstü çaba göstererek çalışıyorlar.

56

korku filmlerindeki gibiydi. Karanlıkta görebildiğim kadarıyla manzara korkunçtu. Esas manzarayı sabah gördük. Erciş’de birçok yerde taş taş üzerinde kalmamıştı. Akşam ilk olarak BDP’nin bürosuna gittik. Orada Van Milletvekili Özdal Üçer’le karşılaştık. Bizi çok iyi karşıladı. Her halinden günlerce uyumadığı belli oluyordu. Gelen yardımları dağıttıklarını, yardım gitmeyen yerleri tespit edip, yardım ulaştırmaya çalıştıklarını anlattı. Etrafı gezmemizi, daha sonra bir şey sormak istersek, her zaman burada olduğunu söyledi. Biz de kendisini fazla rahatsız etmedik. Daha sonra devletin kurduğu çadır kentte gittik. Karanlık olduğu için fazla bir şey göremedik.

bu kişilerin diğer illerden gelen kişiler olduğu ortaya çıkmış. Erciş ve Van’da birçok ilden gelmiş polis göze çarpıyordu. Polis bütün gece özel zırhlı araçlarla şehirde geziyordu. Bütün gece halkla ve sivil savunma elemanlarıyla konuştuk. Halk, birçok yıkılan binaların iznini AKP’den son seçimlerde Milletvekilli seçilen eski Erciş Belediye başkanı Fatih Çiftçi’nin verdiğini söylediler. Bu izinlere, yerine gelen Zülfikar Arapoğlu’da vermeye devam etmiş. Daha sonra Sivil Savunma elemanlarıyla konuştuk. Arama çalışmalarının artık sona erdiğini söylediler. Ben enkaz altında ölü olup olmadığını sordum. Çünkü yabancı ajanslar ölü sayısının daha fazla olduğunu söylüyorlar. Ayrıca

hadi hesabı yok. Daha sonra bütün TV’lerin haberlerinde gösterdiği yanan toprağın olduğu araziye köy muhtarıyla gittik. Köy muhtarı kendisi çocukken ailesinin bu alana gitmesini yasaklamış. Çünkü bu alan bataklıkmış. Şu anda bu alan yumuşak topraktan oluşuyor. Ancak bataklık değil. Üstünde yürünebiliniyor. Topraktan dumanlar çıkıyor. Toprağı kaldırınca alevleri görüyorsunuz. Fotoğraflarda rahatça görebilirsiniz. Bu olayın nedeni hakkında yorum yapmak beni aşıyor. Bu konu hakkında ancak yorumlar bilim adamları yapabilir. Aynı arazide uzun yarıklar görüyorsunuz. Artık Erciş’ten ayrılıp, Van’a gitmeye karar verdik. Son olarak çadır kentte uğradık. Evlerini kaybedenlerin bir kısmı bu çadır kentte yer bulabilmişler. Bütün büyük firmalar buraya tırlarını göndermiş. Beyaz eşyadan, çay firmalarına kadar hepsi bu kampta bulunuyor. Ayrıca gönüllüler, çocukları eğlendir-

var. Ancak çadıra, battaniyeye, çocuk bezine, kadın petine ve ısınma için malzemeye çok ihtiyaç var. Evleri yıkılmamasına rağmen onlarda sokaklarda kalıyorlar. Korkudan kimse evlerine girmiyor. Başta BDP olmak üzere, yardım kuruluşları insanüstü çaba göstererek çalışıyorlar. Van belediye başkanı Bekir Kaya kendini eleştiren hükümete; “çok işim çok var eleştirilerle uğraşamam” dedi. Yıllardır bu bölgeyi ihmal eden hükümetler, bu depremle bir hamle yapmaya çalıştı. İlk gün sınıfta kalsa da, yardımları bölgeye yetiştirmeye çalıştı. Ancak halk bu oyuna gelmiş görünmüyor. Bence gelecek belediye seçimlerde AKP Erciş’de kaybeder. Gözlemlediğim kadarıyla Van’da BDP’den başka parti yok. Aslında Van depremi TC’nin bütün çarpıklığını gözler önüne seriyor. 02.11.2011 YDİ Çağrı okuru ✓

57


S

avaş çanları yeniden gürültüyle çalınmaya başlandı. Her gün çatışma haberleri okuyor ya da izliyoruz haber kaynaklarından. Önce Silvan ve sonrasında da Çukurca’da yaşanan asker ölümlerinin ardından burjuvazi, her kanalla milliyetçilik pompalıyor topluma. Televizyon kanalları, gazeteler, internet… Irkçı söylemler dehşet verici boyutlarda. Yaratılan bu nefret duygusu gençler üzerinde misliyle yansımasını buluyor. Televizyonda ana haber bültenlerini izliyorsunuz, devletin yürütmekte ısrarlı olduğu haksız bir savaşta hiç yere canlarından olan gencecik insanlar üzerin-

58

den vatan, millet edebiyatı yapıldığını görüyorsunuz. Halklar arasında serpiştirilen nefret tohumları bu gencecik insanların kanlarıyla sulanıyor adeta, Kürtler açık açık hedef gösteriliyor. Sokağa çıkıyorsunuz evler, işyerleri, otobüsler, duraklar kısacası her yer Türk bayraklarıyla donatılmış. Okumak için gazete alıyorsunuz, sayfalar başından

sonuna kırmızı beyaz. Her satırda kin, her satırda nefret, her satırda lanet, her satırda intikam naraları… İnternete giriyorsunuz, özellikle gençlerin çok sık kullandıkları paylaşım sitelerine baktığınızda aynı manzarayla karşılaşıyorsunuz. Üstelik bu sefer daha pervasız, daha açıktan şiddet söylemleri, en aşağılık küfürlerle… Gençlerin “vatanseverlik” derecesi, Kürt ulusuna yönelik sıralanan küfürlerin, intikam yeminlerinin, paylaşılan ırkçı videoların ya da resimlerin sayısıyla ölçülüyor neredeyse. Kimileri daha da iler gidip bu sitelerde, çevrelerinde yaşayan Kürtlere

yönelik saldırı planları yapıyor aleni bir biçimde. Geçen hafta hemen hemen tüm illerde “terörü lanet” mitingleri, yürüyüşler düzenlendi. Bayrağını alan mitinglere koşmuştu. Tekbir sesleriyle başlayan yürüyüşlere kafatasçı sloganlar, küfürler eşlik etti tabi. Bu azılı “vatansever” güruhun içerisinde gençler büyük yer kaplıyorlardı. Öğretmenler, öğrenci-

mayana düşman olma mantığı aşılanıyor. Ve bütün bunlar öyle kendiliğinden falan olmuyor. Bir düşünün, halkların birbirlerine düşman olması kimin işine yarar? Ahmet’in mi, Mehmet’in mi yoksa Ayşe’nin ya da Fatma’nın mı? Elbette hiçbirinin. Halkların birbirlerine düşman olmaları halkların birlikteliğinden korkan, onların birlik gücünden korkan bir avuç asalağın yani burjuvazinin işine gelir. Patronlar sınıfının dini, ulusu, mezhebi yoktur. Onlar için ne vatan toprağı kutsaldır ne de ölen birkaç

yeni dünya gençliği

yeni dünya gençliği

Savaş tanrılarının izinde gençler...

lerini ders saati olmasına karşın yanlarına alıp bu mitinglere koşmuşlardı. O gün mitinge katılmamak için okula gitmeyen bir lise öğrencisinin söylediğine göre öğretmenler öğrencileri bu mitinge katılmaları için zorluyorlar. Bu yürüyüşlerden birinde ilkokul öğrencileri bile vardı. Öğretmenleri eşliğinde yürüyor ve bir yandan da ırkçı sloganlara, küfürlere eşlik ediyorlardı. Her fırsatta eylemlerde en önde yer alan Kürt çocuklarını ekranlara çıkarıp “bakın Kürtler çocukları kullanıyorlar” diyenler bu görüntüleri gör-

Sokağa çıkıyorsunuz evler, işyerleri, otobüsler, duraklar kısacası her yer Türk bayraklarıyla donatılmış. Okumak için gazete alıyorsunuz, sayfalar başından sonuna kırmızı beyaz. Her satırda kin, her satırda nefret, her satırda lanet, her satırda intikam naraları… mezden geldiler. Sonra birileri çıkıp bu eylemler için “halkın kendiliğinden gelişen iradesi” dedi. Kendiliğinden irade… Çok acayip doğrusu! Hazırlıkları günler öncesinden başlayan, internette örgütlenen, başında Kamu- Sen gibi sendikaların yürüdüğü, liselerden, ilköğretim okullarından öğrencilerin öğretmenleri eşliğinde toplanıp yürüdüğü bir eylem, kendiliğinden gelişen bir eylem öyle mi? Buna aklıselim hiçbir kimse inanmaz. Bu kadar aleni bir şekilde hedef gösterilirken Kürtlere yönelik saldırıların olması kaçınılmazdı. Nitekim düzenlenen mitingler sonrası İzmir, İstanbul, Sakarya, Elazığ, Eskişehir, Adana, Malatya, Antalya ve Kırşehir’de BDP binalarına saldırılar gerçekleşti. Bursa’da Kürt gençlere yönelik linç girişiminde bulunuldu. Bunlar yalnızca takip edebildiğimiz saldırı haberleri. Saldırıların durmayacağını hatta artarak devam edeceğini söylemek de müneccimlik olmaz sanırız. Bu saldırılarda da gençlerin en önde yürüdüğünü görüyoruz maalesef. Gençler, savaş tanrılarının kirli oyunlarına kurban ediliyorlar. Daha ilkokul çağında çocuklara ırkçılık öğretiliyor. Kendinden ol-

askerin bir ehemmiyeti vardır. Patronlar sınıfının tek kutsalı “kâr”dır. Hiçbir şeyin biraz daha fazla kâr elde etmelerinin engeli olmasını istemezler. Bilirler ki halklar bir olursa, işçiler emekçiler bir olursa kurulu düzenleri sarsılabilir hatta yerle bir olabilir. İşte bu nedenden ötürü halklar arası milliyetçiliği körüklemek, ırkçılığı sürekli kılarak kardeşi kardeşe kırdırtmak burjuvazinin işine gelir ancak. Gençler, burjuvazinin bu oyununu görmeli ve bu oyunda piyon olarak kullanılmayı reddetmek zorundayız. Bizlerin hiçbir ulusla, hiçbir halkla bir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz burjuvaziyle ve onların kapitalist sistemleriyledir. Unutmamalıyız ki kapitalist sistem var oldukça bu çark böyle dönmeye, halklar birbirine kırdırılmaya devam edecektir. Bu gidişe dur demek ise bizlerin elindedir ancak. İşçi sınıfı önderliğinde, ezilen ulus ve halklarla birlikte yapacağımız demokratik halk devrimiyle kapitalistleri alaşağı edebiliriz ancak. Halkların Kardeşliği İçin Tek Yol Devrim! Yeni Dünya Gençliği 24.10.2011 ✓

59


Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günümüz

25 Kasım’da sokaklara,

Eyleme!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.