Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
MART/NİSAN 2012/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X156
☛ Türk Şovenizminin Yaygınlaştırılması! ... ☛ Hrant Dink: Bitmeyen Bir Dava... ☛ 8 Mart: Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye! ☛ Dünyada Durum ve Ekonomik Gelişmeler… ☛ Troçkist Grup ve Örgütler Hakkında...
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu, yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayının ilk yazısını mecliste kabul edilen ve Cumhurbaşkanının jet hızıyla imzaladığı MİT yasasına ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Halkların Kardeşliği sayfalarında Hocalı katliamının yıldönümünde, şovenist çevrelerin örgütlediği miting ve mitingde Ermeni halkı şahsında kışkırtılan ırkçılığı ve ırkçı ve şovenist açıklamaları ile gündeme gelen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in mitingde yaptığı konuşmayı değerlendiren bir makale okuyabilirsiniz. Hrant Dink davasında 17 Ocak tarihinde görülen karar duruşmasında, gerçek suçluların ortaya çıkarılmaması ve davanın kapatılmaya çalışılması ertesinde yaşanan gelişmeleri ele alan bir yazı, Halkların Kardeşliği sayfalarımızın bir diğer konusu. Yeni Kadın Dünyası bölümünde 8 Mart; Emekçi Kadınların Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü dolayısıyla, kadınlara yönelik her türlü şiddete ve örgütsüzlüğe karşı mücadele çağrısı yapan bir makalemiz var. Panorama sayfalarımızda Arap Baharının gündeme geldiği ülkelerde yaşanan gelişmeler ve andaki durum ile ilgili kapsamlı değerlendirmeler yer alıyor. Merakla
okuyacağınızı tahmin ediyoruz. Bir diğer geniş kapsamlı yazı, ‘Dünyada Durum ve Ekonomik Gelişmeler’ başlıklı yazı. Yazıda hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmeler detaylı bir şekilde ele alınıyor. Devamında Almanya’dan bir okurumuzun Alman Nazilerinin her yıl Dresden şehrinde düzenlemek istedikleri ırkçı yürüyüş ve anti-faşistlerin karşı yürüyüşünü haberleştirdiği bir yazısını yayınlıyoruz. Geçen sayımızda ara verdiğimiz Troçkizm dizisine bu sayıda devam ediyoruz. Bu sayıda dünya çapında troçkist grup ve örgütler hakkında değerlendirmeler bulabilirsiniz. Son olarak, Serbest Kürsü bölümünde bir okurumuzun getirdiği bir eleştiriyi ve cevap yazısını okuyabilirsiniz. Editörü bitirirken; tüm okurlarımızın, özellikle kadın okurlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutluyor, 8 Mart’ın kadın mücadelesinin daha da yükseltildiği bir gün olmasını diliyoruz. Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle... YDİ Çağrı Mart 2012 ✓
İÇİNDEKİLER GÜNDEM
“Kontrollü geçiş”te atanmış başkan seçimi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
Kişiye özel yasa… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
GÜNCEL Dünyada Durum ve Ekonomik Gelişmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Türk şovenizminin yaygınlaştırılması! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Bitmeyen bir dava!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 YENİ KADIN DÜNYASI 8 Mart 2012: Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye! . . . . . . . 12 PANORAMA “Gerçekleşmeyen umutlar”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Askeri yönetimli “kontrollü geçiş”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Despotizme karşı mücadele sürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
2
OKUR MEKTUBU Nazi Faşistlerine Geçit Yok! No Passaran!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI TROÇKİST GRUP VE ÖRGÜTLER HAKKINDA.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 SERBEST KÜRSÜ İşçi sınıfı içindeki milliyetçi yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 156 · Mart / Nisan 2012 • ISSN 1301-692X156• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org
ilindiği üzere KCK operasyonları kapsamında binlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı. Tutuklamaların boyutu o kadar genişletildi ki hemen hemen her gün yeni operasyonlar düzenleniyor. Tam bir cadı avı başlatılmış gibi. Siyasetçiler, sendikacılar, öğrenciler, sanatçılar, öğretim görevlileri, yazarlar derken soruşturma gelip MİT’e kadar dayandı. Görevden el çektirilen İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı da (ve daha 4 MİT görevlisini) KCK soruşturması kapsamında ifade vermesi için Savcılığa çağırdı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ise işlerinin yoğun olduğunu bildirerek ifade vermeye gitmedi, ama hemen Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile görüşmeye gitti. Bu görüşmeden sonra TBMM’ne sabah saat 5.30’da getirilen yasa meclisin her zamanki hali olan kavga gürültünün ardından hazır bulunan 329 milletvekilinin 266’sının oyu ile kabul edildi. AKP İsparta Milletvekili Recep Özel’in meclise sunduğu Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nda değişiklik önergesi yapılan tartışmalardan sonra küçük bir değişiklik ile aynen şöyle onaylandı: “MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından Başbakan tarafından görevlendirilenlerin; görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı kanunun 250. Maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılması Başbakan’ın iznine bağlıdır.” Ayrıca Adalet Komisyonu’nda eklenen geçici madde ile de değişikliğin şu an devam eden soruşturmalar için de geçerli olması sağlandı. Yapılan bu değişiklik ile Hakan Fidan ve haklarında yakalama kararı çıkarılan diğer 4 MİT görevlisi ifade vermekten kurtarıldı. Bundan sonra Başbakan izin vermediği takdirde MİT görevlileri Başbakan tarafından verilmiş görevler hakkında soruşturulamayacak. Yasa Meclis’ten akşama doğru 17.30 gibi geçti ve aynı gün içerisinde Cumhurbaşkanı’na gönderildi. Aradan bir buçuk saat sonra da Cumhurbaşkanlığı sitesinde yasanın onaylandığına dair bir açıklama yayınlandı. Yasa ertesi gün Resmi Gazete’de yayınlana-
rak yürürlüğe girdi. Artık Hakan Fidan Başbakanlık zırhı içerisinde. Hem de devletin jet hızıyla. İşçilerin, halkın yüzlerce sorunu karşısında dilsiz kesilenler söz konusu kendileri olduğunda işte böyle hızlı davranabiliyorlar. PKK ile devlet adına görüşen heyet içinde yer alanların ifade vermeye çağrılması, özel yetkili savcının görevden alınması, MİT kanununda değişiklik yapılması, İstanbul Emniyetinde KCK operasyonları yapan müdürlerin görevden alınması vb. gelişmelerin arka planında cemaatler arasındaki çelişme yatmaktadır. AKP bir cemaatler koalisyonu partisidir. Gülen cemaati ve Milli Görüş kökenliler arasındaki taktik farklılıklar, yer yer bu somutta olduğu gibi hükümeti zora sokmaktadır. Emniyet ve yargıdaki Gülenciler hükümeti zora sokan işler yapmaktadır. Fakat iki cemaat arasındaki çelişme, taktiksel farklılıklar, iktidar için birbirlerine ihtiyaçları olan ve özde bir olan bu gurupların birbirlerinden ayrılacakları, AKP’nin bölüneceği anlamına gelmez. Hatırlanacağı üzere AKP daha önce de Fenerbahçe’li yöneticilerin şike davası ile ilgili hapis cezalarının sürelerini aşağıya çeken bir kanun teklifi çıkarmıştı. Bu teklif, AKP, CHP, MHP’lilerin oyları ile çabucak Meclisten geçmiş ve onaylaması için Cumhurbaşkanına gönderilmişti. Ancak Cumhurbaşkanı kişiye özel izleniminin olması ve toplum vicdanında kabul görmeyeceği vb. gerekçelerle yasayı yeniden görüşülmek üzere Meclis’e göndermişti. Bugüne kadar gönderilen tüm kanunları onaylayan, AKP’nin onay makamı gibi çalışan Cumhurbaşkanı yasayı geri çevirmişti. Bu iki durum arasında, yasaların kişiye ve gündemde olan bir olaya ilişkin olması bağlamında oldukça yakın benzerlikler var. Ama ne hikmetse Cumhurbaşkanı bu kez yasanın kişiye özel olmasını önemsemedi. Artık Fidan ile ne görüşüldüyse… Tüm bu fırtına MİT görevlilerinin PKK yöneticileri ile görüşmeleri, İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmeler dolayısıyla koptu. Geçtiğimiz yıl içerisinde yapılan bu görüşmeler basına yansımış ancak neler görüşüldüğü açıklanmamıştı. Şimdi sürdürülen KCK operasyonları nedeniyle bu konu yeniden gündeme geldi. Yasanın mecliste görüşülmesi sırasında Adalet Ba-
gündem
B
Kişiye özel yasa…
3
gündem 4
kanı Sadullah Ergin, “Bugüne kadar bu görüşmeler yapılmıştır, devlet güvenlik birimleri, istihbarat birimleri ihtiyaç duyarsa bundan sonra da bu görüşmeler yapılır” açıklamasında bulundu. Sorulan so-
“Doğrusu bu görüşmelerde siz de biz de yoktuk. Bu görüşmelerin sonucunda şayet Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve o devletin yönetiminde var olan parlamentonun içinden çıkmış yetkili hükümetin kabul
rular üzerine de Ergin, Abdullah Öcalan ile 1999’da Türkiye’ye getirilişinden bu yana devletin ilgili birimlerinin, askeri bürokrasi, istihbarat bürokrasisi ve güvenlik bürokrasisinin görüşmeler yaptığını, bundan sonra da ihtiyaç duyulursa bu görüşmelerin yapılacağını açıkladı. Ancak bu görüşmeler sonrasında bir anlaşma olup olmadığı konusunda ise Ergin,
edebileceği bir zemin oluşmuş olsa, bunu getirip bu Parlamentoda gereğini yapmak üzere harekete geçerdik. … Bu görüşmeleri yapan istihbarat birimlerinin hükümetimize bu konuda yaptığı bir telkin yoktur. Bizim bu noktada siyaset kurumunun verdiği herhangi bir söz, bir taahhüt söz konusu değildir. Bunu açık ilan ediyorum” dedi.
Dili sürçmüşmüş!!! Erzurum’da Yakutiye Emniyet Müdürlüğü geçtiğimiz günlerde bir huzur toplantısı düzenlemiş. Bu toplantıya çok sayıda bürokrat, yönetici, eğitimciler vb. katılmış. Katılanlardan biri de Dumlupınar İlköğretim Okulu Müdürü Mustafa Aydın. Toplantıda konuşmacı olan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Yıldız Akpolat çocukların şiddete eğilimli olmalarının aile ve çevre ile sıkı bir bağı olduğunu söyler. Daha sonra da bu konu hakkında katılımcıların görüşlerini sorar. Söz alan Mustafa Aydın, burjuva medyanın dediği gibi akıllara durgunluk veren şeyler değil, kendince normal olan ve bizlerinde duymaya alışık olduğumuz şu sözleri söyler: … “çocuklara devamlı ‘Anneniz yoğurt mayalıyor mu’ diye sorarım. ‘Evet mayalıyor’ diyorlar. Bir kere yoğurt bozuksa, mayası bozuktur. Aile ne ise, çocuğu odur. … İngiltere’de okullarda şiddetin dozunu ayarlamak için bir takım tartışmalar yapılıyor. Arjantin ya da Brezilya’da emniyette, suçlu çocuklara ‘Nasıl bir şiddet uygulayalım’ diye tartışılıyor. Ben bunu
bizzat okudum, kafadan atmıyorum. En önemli tespitim, suça meyilli çocukların yüzde 90’ının ailelerinin geçimi sosyal yardımlaşma vakfı tarafından karşılanıyor. Yıllar önce Brezilya’da sokak çocuklarını yok etmek için bir örgüt kurulmuştu. Kusura bakmayın, belki biraz anormal gelebilir ama ben şunu istiyorum: Tıp bu kadar gelişti yüz nakli yapılıyor. Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin.” Mustafa Aydın’ın sözleri gayet açık ve net. Yanlış anlaşılmaya müsait değil. Mustafa Aydın’ın bu talebi 20. yüzyılın en büyük soykırımının, milyonlarca insanın katledilmesinin mimarlarından faşist Adolf Hitler’in kemiklerini sızlatacak cinsten. Mustafa Aydın sözlerinin basına yansımasından sonra “Biraz heyecanlandım. … heyecandan olsa gerek ‘Tıp artık çok gelişti. Suça meyilli çocukların genetik haritası çıkarılıp, suça neden olan genler yok edilsin’ demek isterken heyecandan ‘Çocuklar yok edilsin’ demişim. Kastımı aşan sözler sarf ettim. … 30 yıllık eğitimci, 20 yıllık da yöneticiyim. Bu sözler bir eğitimciye de insana da yakışmaz.” Mustafa Aydın tepkilerden ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı soruşturmadan olacak hemen çark ediyor. Oysa çıkıp paşa paşa “evet söyledim böyle düşünüyorum” dese daha iyi olurdu. Çünkü şimdi kıvır kıvırabilirsen. Sanki sözlerindeki tek sorun çocukların yürümeden yok edilmesini savunmasıymış gibi “genler yok edilsin” demek istemiştim yalanını söylüyor. Oysa toplumun kendini ileri sanan bu yöneticilerinde olduğu gibi, birçok insanda bu faşist düşüncelerin olduğunu iyi biliyoruz. Bunlar Van Depremi ardından olduğu gibi bazı dönemlerde iyice ayyuka çıkıyor. Hatırlanacağı gibi bu ülkenin Başbakanı dahi “çocukta, kadında olsa gerekeni yapacağız” demiş ve sonrasında polis Diyarbakır’da terör estirmişti. Bu devletin tarihi “asmayalım da besleyelim mi” anlayışının örnekleri ile doludur. Bugün Kuzey Kürdistan’da kazılan her bölgeden insan kemiklerinin çıkması o dönemin apaçık meydanda olan yetkililerinin dillerinin sürçmesinden mi kaynaklanıyor. Ülkelerimizin hakları bu faşist düşüncelere ve eylemlere hiçte yabancı değil. Bu nedenle Mustafa Aydın boşuna dilinin sürçtüğünü anlatmasın. Çünkü biz olsa olsa onun aklının insan aklından sürçtüğünü düşünebiliriz. 24.02.2012 ✓
gündem
Yapılan bu görüşmeler sırasında MHP’nin verdiği bir önerge ile Meclis 15 dakikalık kapalı görüşme yaptı. Tüm basın görevlileri, katipler dışarıya çıkarıldı. Bu 15 dakika içerisinde neler konuşulduğu meçhul… Yaşananlar yargının bağımsızlığının nasıl bir bağımsızlık olduğunu, Meclis’in kimin meclisi olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Binlerce kişi hükümetin emri ile göstermelik, komik gerekçelerle gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Ancak iş gelip devletin yetkililerine çattığında onları korumak için özel önlemler alınabiliyor. Bu olay, sözde olan yargı bağımsızlığının aslında ne kadar da bağımlı olduğunu gözler önüne seriyor. Gerçekten de burjuva yönetimlerde yargının, meclisin bağımsızlığından vb. bahsedilemez. Devletin tüm organları burjuvazinin çıkarları doğrultusunda çalışır ve bu organlar kopmaz bir biçimde, dolaylı veya dolaysız binlerce bağ ile burjuvaziye bağlıdır. Yargının bağımsızlığı işçi sınıfını ve emekçileri kandırmak için uydurulmuş bir yalandır. Yargının bu bağımsızlığının işçilerle ilgili olan sendikalaşma veya alacak davalarında nasıl işlediğini çok iyi biliyoruz. Gerçek adalet burjuva devletlerde olmaz. Burjuva devletlerin adaleti ezenlerin çıkarına, ezilenlerin zararına bir adalettir.
5
✌ halkların kardeşliği için
Hocalı katliamının 20. yıldönümünde
H
6
Türk şovenizminin yaygınlaştırılması!
ocalı katliamı, Karabağ Savaşı sırasında Ermeni güçlerinin 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece, Azerbaycan resmi kaynaklarının verilerine göre, 83 çocuk, 106 kadın, 70’ten fazla yaşlı insan olmak üzere toplam 613 sivil insanı katletmesi olayıdır. Katledilenlerin sayısı kimi Azeri örgüt ya da kesimlerce 1300 kadar verilmektedir. Ayrıca resmi Azeri kaynaklarına göre bu katliamda 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış ve 150 kişi kaybolmuştur. Hocalı katliamı, milliyetçiliğin ağusu bataklığına batanların, barbarlıkta sınır tanımadıklarının bir örneğidir. Bu bağlamda böylesi bir barbarlığı gerçekleştirenlerin ulusal kimliği, kökeni sorunun özünü değiştirmiyor, değiştiremez de! Somutta Hocalı katliamı –Azerbaycan ve kimi Türkçü kesimler bunu soykırım olarak adlandırıyorlar- Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu katliamın siyasi olarak Ermeni milliyetçiliği, Azeri düşmanlığı temelinde ve kimi Ermeni savaşçılarının anlatımlarında dördüncü yıldönümünde Sumgayit’in intikamını almak için de gerçekleştiği ortadadır. Yine katliamı yapanların anlatımlarından sadece yakın zaman intikamı sözkonusu değildir. Aşağıdaki alıntıdan da görülebileceği gibi bu 1915’e, Ermenilere yönelik soykırıma kadar uzanmaktadır. “Daha sonra bu 13 yaşındaki Türke onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü.” (aktaran Vikipedia, Hocalı katilamı şıkkında) İnsanların ulusal kökeni, kimliği yapılan barbarlığı ortadan kaldırmadığı gibi, bir barbarlığa karşı barbarlıkla yanıt vermek de, sorunun özünü değiştirmiyor! Bu temelde soruna bakıldığında, 1915’te soykırıma maruz kalması, Ermenilerin katliam yapmasını haklı kılamaz, kılmıyor da! Kısaca ifade edilirse, bir katliam ya da soykırım
bir başka katliam ve soykırımın gerekçesi, bahanesi olamaz! Halkların kardeşliği için mücadelemizde her türlü katliamı ve soykırımı kınıyor, lanetliyoruz! Her türden milliyetçiliğe, şovenizme ve ırkçılığa karşıyız ve gücümüzün elverdiği kadar bunlara karşı mücadele veriyor, işçileri emekçileri enternasyonalist yaklaşım temelinde bilinçlendirme görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz, çalışacağız da! 20. Yıldönümünde Hocalı katliamını kınarken, bu yıldönümünü bahane ederek Ermenilere karşı Türk şovenizminin ağusunu kusmayı sürdüren, halklar arasında düşmanlığı kışkırtan Türkçü, ırkçı, faşist kesimin insanlık düşmanı tavrını ortaya koyup teşhir etmek de bu mücadelenin kopmaz parçasıdır.
20. YILDÖNÜMÜ ETKİNLİKLERİ, TAVIRLAR! Hocalı katliamının 20. yıldönümü gerek Türkiye’nin değişik kentlerinde, gerekse de Türklerin yaşadığı kimi Avrupa ülkelerinde şimdiye kadar olmadığı yoğun bir düzeyde ele alındı ve etkinlikler gerçekleştirildi. Etkinlikler içinde en öne çıkarılanı ise 26 Şubat’ta İstanbul’da Taksim Meydanı’nda yapılan miting idi. Mitingin reklamıyla, ya da mitinge çağrısıyla, günler boyunca İstanbul’da yaşayanların beyinlerine “Ermeni yalanına sessiz kalma” düşüncesi enjekte edilmeye çalışıldı. Hocalı katliamının yıldönümünde öne çıkarılan 1915 Soykırımının “Ermeni yalanı” olduğu düşüncesiydi. Bilinçte tutulması gereken gerçeklik, sözkonusu bu mitingin İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin desteğiyle yapıldığı ve konuşmacılar arasında İçişleri Bakanı Şahin’in de yer aldığı; bunun da ötesinde Şahin’in, yaptığı konuşmada Ermenilere düşmanlığı kışkırttığı gerçeğidir. Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Şahin konuşmasında şunları da söyledi: “20 yıl önce bugün kan içiciler, katiller, acımasız-
E peki bu mu insanlık? Azeri Türklerinin başına gelen bir felaketi, Ermenistan meselesi nedeniyle köşeye sıkıştırıldığını hissettiğin anda mı anımsayacaksın?” (aynı yerden) Sadece Ahmet Hakan değil bu konuda kafatasçı şoven yaklaşımdan kendisini biraz da olsa arındıranlardan, halklar arasındaki ilişkilerin düşmanlığı dıştalayan ve dostluğu temel alan bir ilişki olmasını istemede samimi olanlara kadar yapılan değerlendirmeler; Hocalı katliamının bu sene bu kadar kullanılmasının Fransa’nın “soykırımı inkar yasası”na karşı kullanma siyaseti olduğu biçimindedir. Hocalı’dan çok Ermenilere yönelik soykırım eksenindeki propaganda ve Ermenilere düşmanlığın kışkırtılması bu tespitin savunulabilir bir tespit olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz ki TC hükümetinin Azerbaycan ile ilişkilerinde ve Karabağ sorunu ile bağıntılı Ermenistan ile sınır kapısı açma vb. vb. noktalarda çok yönlü hesapları vardır. Bu da Fransa’ya “nazire” yapıldığı tespitini ortadan kaldırmıyor, bu “nazire” yapmanın sadece çok yönlü hesap içinde öne çıkarılan yan olduğu anlamına geliyor. Hocalı konusunda TBMM Dışişleri Komisyonu’nun “Ortak Bildiri” yayınlaması bağlamında yürüyen tartışmanın biri Hocalı katliamının “soykırım” mı, “katliam” mı olduğuydu. CHP ve MHP kafatasçı kemalistliklerine uygun olarak “soykırım” denilmesini savundu, AKP ise “katliam” denmesini savundu ve bildiride katliam tanımı kullanıldı. Hocalı katliamına “soykırım” denip denmeyeceği ayrı bir tartışma konusudur. Soykırım tanımını kullanmada son yıllarda büyük bir enflasyon yaşanıyor. Burada bilince çıkarmak istediğimiz nokta AKP’nin Hocalı’ya hangi gerekçeyle “soykırım” demediği noktasıdır. Hürriyet’in aktarımına göre gerekçe şöyledir: “Biz soykırım iddialarının parlamentolarda tarışılmasını istemiyoruz, bu konuların parlamento dışında tartışılması gerektiğini söylüyoruz, şimdi bizim bunu yapmamız uluslararası zeminde elimizi zayıflatır.” (abç.) (Hür. 23 Şubat 2012) Elleri zayıflamasın diye de “soykırım” denmiyor. AKP devletin resmi siyasetinin “iyi” bir savunuculuğunu yapmaya, kendi çerçevesinde de “tutarlı” görünmeye çalışıyor. Peki ama 613 insanın katledilmesini “soykırım” olarak değerlendirip de 1915 soykırımını “Ermeni yalanı” diye ortaya koymak nasıl açıklanabilir? Biz katliamda, soykırımda öldürülen insan sayısıyla siyaset yapmayı reddediyoruz, öldürülen her insanın
✌ halkların kardeşliği için
lar, merhametsizler, korkaklar Hocalı’da 613 insanın kadın, çocuk, yaşlı, haklı haksız demeden kanını içmişlerdir. Bu kan o günden bugüne yerde kalmadığı gibi bundan sonra da kalmayacaktır. O kan o gün akmıştır ama hesabı bitmemiştir.” (Hür. 27 Şubat 2012) Bakan Şahin bu konuşmayı, büyük bölümünün BBP, MHP veya benzeri faşist kesimin taraftarlarından oluşan, pankart ve sloganlarıyla Ermenilere hakaret eden ve Ermenilere düşmanlığı körükleyen katılımcılara yönelik yapıyordu. Özde aynı olduklarını bu somutta ortaya koyuyorlardı. Pankart ya da devizlerde öne çıkarılan sloganlardan biri “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz piçsiniz!” sloganı iken atılan sloganların bazıları da şunlardı: “Bozkurt Ogün”, “Bozkurt Çatlı”, “Dişe diş kana kan intikam”, “Bozkurtlar burada Ermeniler nerede”, “Hrant’ın piçleri yıldıramaz bizleri” vb. vb. Bu ve benzeri slogan ve pankartlarla, bakan Şahin ve diğer konuşmacıların kışkırtıcılığı ile Taksim Meydanı’ndaki miting Ermenilere karşı düşmanlığı kışkırtma ve Ermenilerden intikam alma düşüncesini yaygınlaştırma mitingi olmuştur. Türkiye’nin kimi diğer şehirlerinde de Hocalı katliamıyla ilgili etkinlikler yapılmış ve hepsinde de Ermenilere yönelik düşmanlık kışkırtılmış, intikam sesleri yükselmiş ve Ermenilere yönelik tehditler de değişik biçimlerde savrulmuştur! Yozgat’taki etkinlikte bu, “Erivan şaşırma, sabrımızı taşırma” biçiminde dile gelirken, Bakan Şahin’in konuşmasında “dökülen kanın” hesabı bitmemiştirin de ötesinde: “Türk milletinin gerektiği zamanda yumruğu da birdir” biçiminde dile gelmektedir. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin desteği, Bakan Şahin’in katılımı, TBMM Dışişleri Komisyonu’nun “Ortak Bildiri” yayınlaması vb. birleşince, Hocalı katliamının 20. yıldönümünü bu biçimde ve içerikte “anma”nın “devlet eylemi” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Devlet teelvizyonu TRT’nin bu etkinliği naklen yayınlaması da bunun bir başka kanıtı olarak görülebilir. Hürriyet gazetesi yazarlarından Ahmet Hakan bile geçen 20 yıl içinde: “Neden bu yıl ki kadar ‘Hocalı’ diye haykırılmadı? Neden bundan önceki yıllarda Taksim’de etkili mitingler yapılmadı? Neden bu yılki kadar köşe yazısı yazılmadı? Neden her 26 Şubat’ta Hocalı ile dayanışma etkinlikleri yapılmadı?” (Hür. 27 Şubat 2012) diye sormakta ve cevabını şöyle vermektedir: “Çünkü Fransa’ya, Sarkozy’ye falan nazire yapmak için ortada bir gereklilik yoktu.
7
✌ halkların kardeşliği için
fazla olduğunu düşünüyoruz. Ama şöyle bir beyin jimnastiği yaparak soru sormak, kafatasçı, ırkçı kesimin tavrını bilince çıkarmak için rakamlarla biraz uğraşalım... Türk devletinin resmi tezlerinden biri “savaş döneminde 300.000 kadar Ermeninin öldüğü” yönlü tezdir. Biz bu sayıyı gerçekmiş diye kabul edelim ve şu soruyu soralım: 613 kişinin katledilmesi “soykırım” oluyor da, neden 300.000 kişinin katledilmesi “soykırım” olmuyor? Savaş döneminden dolayı mı? Karabağ Savaşı savaş değil miydi? Hocalı katliamı savaş döneminde yaşanmadı mı? Ya da barış dönemlerinde soykırımlar yaşanır mı? Cevaplanması gereken sorular çok! Ama biz bu soruların cevabını kafatasçılardan beklemiyoruz!
OLUMLU TEPKİLERDEN İKİSİ...
8
Hocalı katliamının yıldönümü bağlamında İstanbul’da dev pano ilanları, otobüs duraklarının, metro istasyonlarının vb. vb. ırkçı afişlerle, propagandayla donatılmasına karşı İHD İstanbul Şubesi Irkçılığa ve Ayrımcılığa Karşı Komisyonu tavır takındı. Yaptığı çağrıda haklı olarak şunları da tespit etti: “Afişlerin amacı Hocalı katliamını protesto etmek değildir. Öyle olsaydı, başlık olarak, çarpıcı büyük harflerle yazılı ‘Ermeni yalanı’ ifadesi seçilmezdi. Bu sözle doğrudan Ermeni kimliği ve bütün Ermeniler hedef alınmıştır. Yapılan ırkçılıktır. Nefret söylemidir. Bir toplumu ve onun bireylerini düşman olarak hedef göstermektir. Bu afişler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermenileri hedef almaktadır.” (24 Şubat 2012) Çağrının sonunda da şöyle denmektedir: “Biz insan hakları savunucuları, milliyetçilik, ırkçılık, ayrımcılığa karşı olan herkesi, ama herkesi, bu yükselen düşmanlık dalgasına karşı güçlü bir cepheyi, farklılıklara karşı nefretin ve şiddetin reddi, insan hakları, adalet, kendi kendiyle yüzleşme kültürünü besleyen bir cepheyi örmeye çağırıyoruz.” (aynı yerden) Böylesi bir çağrıyı halkların kardeşliği ve demokrasi için mücadelede olumlu ve önemli buluyoruz. Olumlu olarak aktarmak istediğimiz diğer örnek ise “Türkiye Sosyalist Azerbaycanlılar Platformu”nun takındığı tavırdır. Ankara’da yaptıkları “Hocalı anması”nda yaptıkları açıklama, “Hocalıya adalet! Yaşasın Halkların Kardeşliği!” başlığını taşıyor. Sözkonusu açıklamanın bir bölümü şöyledir:
“Özellikle, her iki ülkenin (Azerbaycan ve Türkiye sözkonusudur BN) Ermenistan’la sorunları bulunması nedeniyle Ermeni halkına karşı kin ve nefreti körükleyen söylemler, bu ilişkilerin neredeyse vazgeçilmez parçasına dönüşmüş durumda. Türkiye’nin Ermenistan sınırını kapalı tutması için baskı yapan, Türkiye’nin bir iç ve vicdan meselesi olan kendi geçmişi ve Ermeni olaylarıyla yüzleşmesine müdahale etmeye çalışan Azerbaycanlı milliyetçilerle, Hrant Dink’in katli sonrası Türkiye’de vurgusu iyice alevlenen Hocalı katliamını siyasi malzeme olarak kullanan Türkiyeli milliyetçiler bu iki ülke arasında ikinci bir söz söylemeyi neredeyse bloke etmiş durumdalar. Fransa’daki ‘Ermeni Soykırımını İnkar Yasası’nı fırsat bilen aynı milliyetçi çevreler, tekrar Hocalı katliamını ‘koz olarak’ kullanmak istemektedirler. Yüzlerinde bu katliamdan dolayı en ufak acı ve keder bulunmayan bu insanlar, acıları birbiriyle tartarak gerçek niyetlerinin siyasi oyunda kendi ellerini güçlendirmek olduğunu göstermektedir. Bütün katliamlar gibi Hocalı katliamını gerçekleştirenlerin de bulunmasının ve cezalandırılmasının, bu tarz katliamların bir daha yaşanmaması için önemli olduğunu düşünüyor ve bu yolda atılan her adımı destekliyoruz. Fakat bu katliamların önüne geçmek için aynı zamanda halklar arasında düşmanlığı besleyen eylemlere de son verilmesini istiyoruz. Unutmamak gerekir ki, çıkarılan her savaşta kazanan yalnız burjuvazi ve onun araç olarak kullandığı devletdir. Halklar ise bu savaşlarda yalnız kaybeden taraflardır. Biz hiç bir katliamın diğerinin bahanesi olamayacağına, hiç bir acının diğerinden üstün olmadığına inanarak, Hocalı katliamının 1915’teki Ermeni olaylarıyla kıyaslanmasına, Ermeni trajedisini inkar etmek için malzeme olarak kullanılmasına itiraz ediyoruz.” (26 Şubat tarihli açıklamadan) Açıklama “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganıyla son buluyor. Ermenilere karşı kışkırtılan ve yaygınlaştırılmaya çalışılan düşmanlık karşısında takınılan bu tavrı halkların kardeşliğini sağlama mücadelesinde olumlu ve sevindirici buluyoruz. Görev, böylesi tavırları çoğaltmak, değişik millet ve milliyetlerden işçi ve emekçileri sömürü sistemine karşı mücadelede sınıf cephesinde birleştirmek ve devrim için mücadele ile halkların kardeşliğine düşmanlığın kaynağını, sömürü sistemine son vererek kurutmak için mücadeleyi güçlendirmektir. 27 Şubat 2012 ✓
halkların kardeşliği için
Bitmeyen bir dava!
✌
Sonuçta, Hrant Dink davasının “katiller ve kurbanlar” olarak iki tarafı olduğu açıktır. Devlet kurumlarınca katillerin gizlendiği, korunduğu ve ödüllendirildiği de açıktır!
H
rant Dink’in katledilmesiyle ilgili davada mahkeme, 17 Ocak 2012 tarihinde yapılan 25. duruşmada kararını açıkladı. Bu karar kamuoyunda da büyük tepkilere yol açtı. Hrant’ın arkadaşları ve avukatlarının dediği gibi “kapanan dosya, dava daha bitmedi”. Bu düşünce “bu dava böyle bitmez” diye de ifade edildi. Mahkemenin kararının gerçek sorumlu ve suçluları ortaya çıkarmayacağı, birkaç “kurban” seçilerek davanın bitirilmeye çalışılacağı bizler için daha önceden açıktı.
İşin ta başında buna karar verilmişti! Dava açmak için gerekli olan soruşturma görevi, “kamu görevlerini ihmal” suçu işleyerek cinayete ortak olanlara, yargılanması gerekenlere bırakılmış ve sonuçta sözkonusu soruşturma verilen kararın dayandığı çıkış noktası olmuştur. Hrant Dink’in katledilmesinin birinci yıldönümü vesilesiyle yazdığımız 23 Ocak 2008 tarihli yazımızda soruşturma bağlamında şunları söylemiştik: “İşin başında yapılmayan temel şey, soruşturmanın kendisinin tam yapılmamasıdır. Evet, bu konuda bir
9
✌ halkların kardeşliği için 10
soruşturma yapılmış ve raporu da hazırlanmıştır. Bu rapor temelinde 2 Temmuz ve 1 Ekim 2007 tarihlerinde iki kere duruşma yapılmış ve üçüncü duruşma da 11 Şubat 2008 tarihine ertelenmiştir. İşin özü ama, sözkonusu soruşturma, sorulması ve araştırılması gereken soruları sorma ve ortaya çıkanların peşini takip etme bağlamında bilinçli olarak sınırlanmış, yapılmamıştır.” (abç.) (sayı 119, sayfa 7) Gerek mahkeme yetkililerinin gerekse de bu davada sözkonusu olan tüm kurum ve şahıslar; Hrant Dink’in avukatlarının bütün çabalarına ve uyarılarına rağmen gereken soruşturmaları engelleme, gerçek sorumlu ve suçlulara ulaşma yoluna set çekme ve bunların gizlenmesi siyasetine uygun davranmış, deliller ortadan kaldırılmıştır vb. vb. Bu arada tabii ki davada adı geçen kimileri, örneğin Muammer Güler, Celalettin Cerrah ve en son da Ramazan Akyürek, İçişleri Bakanı Şahin tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkan’lığına terfi edilerek ödüllendirildi. İçişleri Bakanı Şahin’in 26 Şubat’ta Hocalı katliamının yıldönümünde İstanbul Taksim’de Ermenilere karşı düşmanlığı körükleyen, ırkçılık yaptığı konuşmada “Bu kan o günden bugüne yerde kalmadığı gibi bundan sonra da kalmayacaktır.” (Hür. 27 Şubat 2012) diye ifade ettiği intikam çağrısının, Taksim’de o gün toplananların çoğunun açık faşist, ırkçı olduğu ve “Hrant’ın piçleri, yıldıramaz bizleri” vb. sloganların atıldığı, pankart ve devizlerin taşındığı bir ortamda, “yerde kalmayan kan”ın Hrant’ın katledilmesine atıftan başka bir anlama gelmediği ve Hrant’ın gerçek katillerinin kimler olduğunu tespit etmenin hiç de zor olmadığını gösterdi. Mahkemenin kararının gerçek katilleri gizleyeceği konusunda bizler, Hrant’ın arkadaşları yanılmadık! Tersini de beklemiyorduk. Mahkeme kararı, davayı bitirmek için verilen “kurban” sayısını en aza indirdi. En önemlisi de cinayette şöyle ya da böyle yer alan, tetiği çeken veya yardımcı olan herkes, “örgüt yok” diye beraat edildi, evet ödüllendirildiler! Verilen kararın kamuoyunda tepkiyle karşılanması, kararı veren Mahkeme Başkanı Rüstem Eryılmaz’ın bile –hakimlerin verdikleri karar hakkında kamuoyuna yönelik konuşmama geleneğini bozarak- konuşmasına yol açtı. Hakime göre “karar örgüt yok anlamına gelmiyor”du! Sadece “deliller yok”tu! Delillere ulaşmak için kendilerinin üzerine düşeni yapmadıklarından söz edilmediğinin de ötesinde Eryılmaz şu
açıklamayı yapıyordu: “TİB’den mahkemeye gönderilen kayıtlarla ilgili Ergenekon bağlantısı veya başka bir bağlantı varsa ya da belirlenemeyen faillerin tespiti yönündeki çalışmayı beklesek dava 4.5 yıl daha sürerdi. O zaman davalar bitmiyor itirazları olacaktı. O nedenle davanın uzamaması için karar verdik.” (Hür. 20 Ocak 2012) Halkın kullandığı deyimle buna “özrü kabahatinden büyük” denir! Kendisinin kanunlara uygun davrandığını kamuoyuna açıklamaya çalışan Eryılmaz iddianamenin 3 ay gibi kısa bir zamanda hazırlandığına dikkat çekerek aynı konuşmasında şunları da söyledi: “Nisan 2007’de şu an görevli olduğum mahkeme bu iddianameyi örgüt yok diye iade etmiş. Ancak üst mahkeme bu kararı kaldırınca iddianame kabul edildi. Soruşturma daha uzun yapılsaydı belki bir örgüt bağlantısı bulunabilirdi.” (aynı yerden) Peki niye bunun üzerine gidilmedi? Neden “uzamasın diye karar” verildi? Eryılmaz bu sorulara cevap vermiyor ama, işin başında gerektiği biçimde yapılmayan soruşturmanın, kendilerinin verdiği kararın temeli ve dayanağı olduğunu da itiraf ediyor! Davanın savcısı ise kararı temyize götüreceğini açıklıyordu! Devletin en tepelerinde oturanlar ise kararın “kamuoyunun vicdanı”na sığmadığı, ama davanın henüz bitmediği, “mahkeme sürecinin bitmesini beklemek gerekir” vb. tavırlarla tepkileri dindirmeye, dikkatleri Yargıtay’ın temyiz hakkında vereceği karara çevirmeye çalıştılar. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ise diğer şeylerin yanısıra şunları açıkladı: “Hrant Dink davası, bir gazetecinin öldürülmesinden daha büyük anlamlar taşıyan, temsili bir olaydır. Bu davanın seyri, alınan kararlar Dink’in avukatlarının her aşamada gerçeğe ulaşmak için dişleriyle, tırnaklarıyla mücadele etmek zorunda bırakılması, davanın adil bir sonuca ulaşmasını sağlamak için getirdikleri taleplerin geri çevrilmesi neredeyse sistematik denilebilecek özellikler taşıyor. Aradan geçen zaman zarfında örtbas etme çabaları ortaya çıkarılmasına, eldeki delillere ve bulunan bağlantılara rağmen bu cinayetin gerisindeki asıl sorumlulara erişmek mümkün olmadı.” (Hür. 20 Ocak 2012) Boyner’in bu tavrı aslında TÜSİAD somutunda büyük burjuvazinin istemini ortaya koymaktadır. Boyner sonuçta “en önemli hedef gerçek anlamıyla bir hukuk devleti olmayı başarmaktır.” diyerek anda TC’nin gerçek anlamda bir hukuk devleti olmadığını
gerekçelendirmede yanıtlanması gereken esas soruların yanıtlanmasından kaçıldığını, bilinçli biçimde katillerin gizlendiğini gösteriyor. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ bile gerekçeli kararın “karanlığın üzerine bir de karanlık perde gibi oldu” biçiminde değerlendirmede bulunuyorsa, bu konuda egemenlerin kendi aralarında da sorun yaşandığına emin olabilirsiniz. Bu sorunların yaşandığı Devlet Denetleme Kurulu’nun (DDK) Hrant Dink davasıyla ilgili raporu ve bu konudaki tartışmalarda da ortaya çıktı. 649 sayfa olduğu belirtilen Rapor’un sadece 31 sayfalık sonuç bölümü ve bu bölümün de 6 sayfasının sansür edilmesinden sonra arta kalan bölümünün basına yansıtılması, raporun esasının gizli tutulması olgusu da, Cumhurbaşkanı Gül tarafından görevlendirilen bu DDK’nın da raporuyla gerçek sorumlu ve suçluları gizlemeye çalıştığını göstermektedir. Sansürlenen sonuç bölümünün dayanıldığı söylenen verilere uygun olup olmadığı da ayrı bir soru. Sonuçta, Hrant Dink davasının “katiller ve kurbanlar” olarak iki tarafı olduğu açıktır. Devlet kurumlarınca katillerin gizlendiği, korunduğu ve ödüllendirildiği de açıktır! Mahkeme “örgüt yok” diyor! Oysa en büyük örgüt devletin kendisidir. Hrant Dink’in yakınları, arkadaşları ve avukatları 5 yıldan beridir katilin kim olduğunu açıkça ortaya koyuyor: “... ‘Devlet’ diyorsak, ‘devlet’ ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı alın, bunlara bir de ‘devlet güdümlü medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı ekleyin, bütün bunları alıp boynumuza beşi birlik yapan egemen ideolojiyi de unutmayın. Devlet budur. Katil de budur.” (Arat Dink, bianet, 20 Ağustos 2010) Buna eklenecek bir şey yoktur. Katil bellidir ve mahkeme, amirinin dediğine uygun davranmıştır. “Bu dava böyle bitmez!” Bu dava sadece Hrant’ın katillerini bulma davası değildir! Bu dava, demokrasi, halkların kardeşliğini sağlama, özgürce bir yaşamın mümkün olduğu baskısız, sömürüsüz, sınıfsız ve de coğrafya ve halklar arasındaki sınırların ortadan kaldırıldığı, sınırsız bir toplum yaratma mücadelesidir. Bunun için mücadeleye değer! Dergimizin iki aylık periyodunu gözönüne alarak, Ermenilere yönelik soykırımın 97. yıldönümünde de soykırımı unutmadığımızı, unutturmayacağımızı şimdiden haykırıyoruz! 28 Şubat 2012 ✓
✌ halkların kardeşliği için
ortaya koymaktadır. Bu da Türkiye’de yasama, yürütme ve yargı’nın, kısacası devlet erkinin tavrı karşısında liberal-demokrat tavır olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşımdır. Sonuçta devlet yetkililerince ve tartışmaya katılıp tepkilerini dile getirenlerce yaratılan atmosferde, Yargıtay’ın kararı bozmaması sürpriz gibi görünüyor, ama “burası Türkiye!” ne olacağını önceden kestirmek zor. Yargıtay ister kararı bozsun isterse de bozmasın, Hrant Dink davası değişik biçimlerde sürüyor, sürecek de. Şubat ayı ortalarında Dink ailesi avukatları İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na ek dilekçe vererek Hrant Dink cinayetiyle ilgili olduğu iddia edilen kamu görevlilerinin Türk Ceza Kanunu’nun 83. maddesine göre “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi” suçuyla yargılanması için başvuruda bulundu. Bu arada Mahkemenin verdiği kararın gerekçesi, “gerekçeli karar” da açıklandı. Medyaya yansıyan haberlere göre gerekçelendirmede herhangi bir örgütün varlığının tespit edilemediği, bu bağlamda delillerin elde edilemediği vb. anlatılmaktadır. 200 sayfadan uzun olan gerekçelendirmeyi ayrıca değerlendirmek gerekir ama burada medyaya yansıyan şu tavrın altını çizmekte yarar var: “Cinayet için ortada tahmin edilenden de daha büyük bir terör örgütü olmasaydı, delillere daha kolay ulaşılacağı mantık düzleminde çıkarılabilecek bir sonuçtur.” (Hür. 24 Şubat 2012) Fakat bunun “varsayıma dayalı ihtimal” olarak kaldığı belirtilmektedir. Gerekçelendirmede, basına yansıdığı kadarıyla, “terör örgütü”nün varlığını tespit edebilmek için anlatılanların davaya açıklık getirme açısından tutulur bir yanı yoktur. Ama gerçeğin üzerinin örtülmesi, gerçek sorumlu ve suçluların gizlenmesi için büyük bir çaba vardır. Mahkeme, gerekçelendirmesinde Hrant Dink cinayetinin örgütlü olarak planlandığının üzerini örtmek için, “Örgüt var ise nerede, ne zaman hangi amaçla kurulduğu tespit edilememiştir. Örgütü kuranların karşılıklı iradelerinin hangi prensip ve suçlar etrafında oluştuğu tespit edilememiştir.” (aynı yerden) açıklamasında bulunuyor ve bu örgütün “devamlılık gösteren bir yapı”sının Hrant Dink’in katledildiği 19 Ocak 2007 tarihinden “sonra ne tür eylemler içerisinde olduğu” bilgisinin elde edilmediğini de vurguluyor. Cevap verilmesi gereken soru 19 Ocak 2007 tarihinden sonra ne yapıldığı değildir. Hrant’ın örgütlü, planlı biçimde katledilmesidir. Bu örnek bile
11
yeni kadın dünyası
8 Mart 2012: Kadın katliamlarına, tacize, tecavüze ve örgütsüzlüğe karşı
Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye!
8
12
Mart’ın, sosyalist kadınlar tarafından tüm dünyada; emekçi kadınların uluslararası mücadele ve dayanışma günü olarak ilan edilmesinin üzerinden 100 yılı aşkın bir zaman geçti. Ezilen işçi ve emekçi kadınların kötü çalışma ve yaşam koşullarına karşı mücadelesi ise çok daha eski tarihlere dayanıyor. O zamandan bu yana, tüm dünyada kadınların hak alma mücadelesinde önemli kazanımlar elde edildi. Özellikle Sovyetler Birliği deneyimi, kadının özgürlük yolunda nelerin mümkün olabileceğini herkese gösterdi. Fakat bütün bu kazanımlar tek tek geri alındı, alınmaya devam ediyor. Şimdi ise içinde yaşadığımız erkek egemen kapitalist, emperyalist dünyada kadının yeri cinsel meta olmak, şiddet, taciz- tecavüz ve katliamlarla karşı karşıya kalmak, emeğinin yok sayılması, acımasızca sömürülmesi, örgütsüzlük… En gelişmiş emperyalist ülkelerde kadınların durumu özde çok farklı değildir. Bu ülkelerde de işçi ve emekçi kadınların gündemini hala yukarıda sıraladığımız sorunlar oluşturuyor. Zaten erkek egemenliği, sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu olan bu dünyada
farklı birşeyin ortaya çıkması mümkün değildir. Türkiye’de son dönemde kadına yönelik şiddet inanılmaz boyutlara ulaştı. Kadınlar inanılmaz işkencelere maruz kalıyor, vahşice katlediliyorlar. Bunda tabii ki kadınların, o güne kadar çektikleri zulmü artık çekmek istememeleri ve artık başka bir yaşam talep etmelerinin önemli bir payı bulunuyor. Kadın katliamlarının gerekçelerine şöyle bir baktığımızda bunların çok büyük oranda kadının erkeğin taleplerine cevap vermediği için gerçekleştiğini görebiliyoruz. Şu anda hükümet güya kadına yönelik şiddeti önlemek amacıyla bir yasa tasarısı üzerinde çalışıyor. Çalışmalarına 2011 yılının Mart ayında başlanan yasa tasarısı, 8 Mart’a yetiştirilerek kadınlara “hediye” edilecek. Tasarının aktif olarak gündeme alındığı Eylül ayından bu yana bakanlık ile geniş çevrelerden kadın kurumları arasında yaşanan yoğun görüşme trafiğinin ardından yasa tasarısı, biz bu yazıyı hazırlarken meclis alt komisyonuna gönderilmişti. Her fırsatta kadın kurumlarının önerilerini ciddiye aldığını dile getiren Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in, yasa taslağının son hali ile kadın kurum-
yeni kadın dünyası
larının talepleri karşılaştırıldığında hiçte gerçekleri ifade etmediği ortaya çıkıyor. Kadın kurumları ile yapılan toplantılarda yasa taslağına konulan bir dizi olumlu madde meclis yolunda ayıklanıyor! Hükümet gerçekte hem kadın kurumları ile hem de kadınlarla alay ediyor! “Siz istediğinizi söyleyin biz yine bildiğimizi yaparız” demeye getiriyor. Meclise sunulan taslakta yasanın adı bile değiştirilmiş! Yasanın “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunması” olan adı, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” olarak değiştirildi! Böylece yasanın asıl amacı, kadına karşı şiddet, ev içi/ aile içi şiddet olmaktan çıkartılıyor “ailenin korunması”na indirgeniyor. Verilmek istenen mesaj ise öncelikle “aileyi koruyun” mesajıdır. “Aile dağılacaksa, kadına karşı şiddete göz yumun” mesajıdır. Ne de olsa ‘aile kutsaldır’ ve içinde şiddet bile olsa, dokunulmazdır! Bu pratikten de görülebileceği gibi egemenlerin kadınları şiddetten korumak gibi bir dertleri yok. Kadına yönelik şiddeti bütün kurumları ile; savcısı, hakimi, kaymakamı, valisi, polisi, jandarması ile bizzat uygulayanlardan ve teşvik edenlerden böyle bir dertlerinin olması da beklenemez. Bu sistemde en doğal, en basit insani haklar için bile çetin mücadeleler vermek gerekiyor. Bu hakların olumluluk seviyesi ise bizim toplumsal hareketimizin gücüyle bağıntılıdır. Bugün kadına yönelik şiddete karşı mücadele toplumun geniş kesimleri ile karşılaştırıldığında henüz çok dar bir kesimi kapsıyor. Yukarıda dile getirdiğimiz sorunların yanında kadınların örgütsüzlüğü, işçi ve emekçi kadınların en önemli sorunlarından birisini oluşturmaya devam ediyor. Kadınlar; partilerde, meslek örgütlerinde, derneklerde ve sendikalarda yok denecek kadar azlar. Sendika yönetimlerinde, işyeri temsilciliklerinde de yok denecek kadar az temsiliyet sahibidirler. Kadınların örgütlenmeye karşı mesafeli oluşu sadece ‘geri bırakılmışlıkları’ ile ilgili değildir. Bu örgütlerin erkek egemen yapılar olması ve sergilenen erkek egemen pratikler, kadınların örgütlenme konusunda geri durmalarını beraberinde getiriyor. Türkiye’deki sendikal hareketin çalışan kadınlara yönelik kapsamlı bir kadın politikası yok. Bazı işçi sendikaları henüz daha yeni yeni işçi kadınların sorunlarına biraz daha ciddiyetle eğilmeye başladılar. Geçtiğimiz yıl içinde, işyerlerinde kadına yönelik cinsel taciz sıkça gündeme gelen sorunlardan birisi oldu. Petrol İş Sendikası Eylül ayında yaptığı 26.
Genel Kurulda tüzük maddesi olarak kadına yönelik cinsel tacizde ‘kadının beyanı esastır’ ilkesini koydu. Bu karar diğer sendikalarda çalışan bilinçli kadınların mücadelesi açısından olumlu bir rol oynadı. Birleşik Metal İşçileri Sendikasının Aralık ayında yaptığı 18. Genel Kurulda ‘kadının beyanı esastır’ ilkesi kabul edilmese de aktif kadın işçilerin yoğun çabaları sonucu kadına yönelik ‘pozitif ayrımcılık’ kararı alındı vs. 8 Mart’ı karşıladığımız şu günlerde kadınların içerisinde bulunduğu olumsuz koşullarda değişen bir şey yok. Sorunlar bütün ağırlığıyla olduğu yerde duruyor. Kadın hareketinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor olması bunda önemli bir rol oynuyor. Fakat bu durumu tersine çevirmek yine biz işçi ve emekçi kadınların mücadelesi ile mümkün olacaktır. Bu olumsuz tablo bizi mücadeleden geri çekmemelidir. Ümitsiz olmamalıyız! Tam aksine kadına yönelik şiddetin vahşet boyutuna ulaştığı bu düzende, bu düzene karşı savaşma azmimizi daha da kamçılamalıdır! Biz biliyoruz ki bu erkek egemen barbarlık düzeni, er ya da geç tarihin çöplüğüne atılacaktır. Bunu yakınlaştırmak bizim ellerimizdedir. Bu 8 Mart’ı bu bilinçle karşılayalım, mücadele bayrağını bu bilinçle daha da yükseklere kaldıralım! Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Kahrolsun erkek egemen düzen! Mart 2012 ✓
13
panorama
PA NOR A M A “Gerçekleşmeyen umutlar” - TUNUS -
Mohammed Bouazizi için ölmek yaşamaktan kolay bir hale gelmişti, “artık yeter!” diyordu.
K
14
imilerine göre “Arap Baharı”, kimilerine göre “Yasemin Devrimi” ya da başkalarına göre “facebook”, “twitter” kısacası “bilgisayar devrimi” olan “Tunus Devrimi”, 2011 yılında Dünya kamuoyunun gündemine gelen gelişmeleri, özellikle “Arap ülkelerinde” kendiliğinden patlayan halkların isyan ve mücadelelerini tetikleyen devrimdi. Despot, gerici, faşist rejime karşı mücadele özetle ifade edildiğinde “ekmek ve özgürlük” için verilen bir mücadeleydi. 14 Ocak 2012 tarihinde Bin Ali’nin iktidardan alaşağı edilmesinin yıldönümüydü. Yıldönümünde de 2011 Ocak ayındaki kadar yoğun ve şiddetli olmasa da yine protestolar ve çatışmalar yaşandı. Kitleler Bin Ali’yi iktidardan düşüren halk isyanını tetikleyen yoksulluktan, işsizlikten, baskılardan kurtulmamış; tersine işsizlik oranı 2010 yılında %14 olarak verilirken 2011 yılında bu oran %19’a yükselmişti. Buna bağlı olarak da yoksulluk azalmamış tersine çoğalmıştı. Bin Ali rejiminin halk üzerindeki baskıları isyan tarafından geriletilmiş olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir. Kimi insan hakları savunucularının tespitine göre de “Eski çark olduğu
gibi çalışıyor, sadece daha yavaş.” Gerici bir burjuva demokrasisi bile rejime monte edilmiş değildir. Yıldönümü kutlamalarına paralel yaşanan protestolarda kendini yakma eylemleri de yaşandı, yaşanıyor. Bin Ali’yi deviren halk isyanında yeşeren kurtuluş umutları, kısa sürede solmuş ve yeniden umutsuzluktan, çıkış yolu bulamamaktan kaynaklı protesto eylemleri, “Tunus Devrimi”ni tetikleyen Mohammed Bouazizi’nin kendisini yakma eylemi örnek alınarak gerçekleştirilmektedir. 17 Aralık 2010 tarihinde Mohammed Bouazizi, kolluk güçlerinin “ekmek teknesi”ni elinden almasına karşı, çaresizliğinin vardığı noktada üzerine benzin döküp kendisini yakma eylemiyle protestosunu gerçekleştirirken; bu eylemin Zeynel Abidin Bin Ali’nin iktidarına son verecek isyanın tetikleyicisi olacağını düşünmemişti. Yoksulluğun pençesinden kurtulabilmek mümkün görünmüyordu ama en azından ailesini geçindirebilmek için çalışmak zorundaydı ve bu yüzden lise’den sonra okula gidememişti. Medyanın “yüksek enstitü mezunu” yönlü haberleri, Mohammed Bouazizi’nin
BİN ALİ SONRASI DÖNEMDE ÖNE ÇIKAN KİMİ NOKTALAR! Dergimizin 150. sayısında Tunus hakkında tavır takındığımız yazıda 28 Şubat 2011 tarihine kadarki gelişmelere değinmiştik. Bu nedenle 1 Mart 2011 tarihinden bu yana öne çıkan gelişmelerle kendimizi sınırlıyoruz.
27 Şubat’ta Beci Caid Essebsi başbakanlığa atanmış ve yeni bir geçici hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. 1 Mart’ta geçici hükümet islamcı Ennahda’ya parti kurma izni verdi. Bin Ali döneminde yasaklanmıştı ve Ennahda liderlerinden Raşid Gannuşi 20 yıldan fazla süren bir sürgünden sonra 30 Ocak 2011 tarihinde Tunus’a geri gelmişti. Bin Ali’nin devrilmesi ile yasak olan Tunus İşçi Komünist Partisi gibi partiler de legalleştiler, halk isyanı yasakları bir kenara atmıştı! 3 Mart’ta geçici Başkan Mebaza Kurucu Meclis için seçimlerin 24 Temmuz’da yapılacağını ilan etti. Kurucu Meclis’in görevi yeni bir Anayasa hazırlamak/ yapmak, parlamento ve başkanlık seçimlerini örgütlemek olarak belirlendi. 8 Haziran’da seçimler 23 Ekim tarihine ertelendi. Seçimler öncesinde öne çıkan noktalar kısaca şunlardı: 7 Mart’ta İçişleri Bakanı, “Devlet Güvenliği Bakanlığı”nı böylece aynı zamanda devlet güvenlik örgütünün lağvedileceğini açıkladı. 9 Mart’ta Tunus’taki bir mahkeme Bin Ali’nin partisi “Demokratik Anayasal Hareket”in (RCD) lağvedildiğini ve mallarına el konulacağı yönünde karar verdi. Bu arada geçici hükümete karşı yapılan protesto eylemlerinde kolluk güçleriyle çatışmalar yaşandı, hükümet gece sokağa çıkma yasağı ilan etti. Halkın protestolarını dindirebilmek için atılan adımlardan biri, Bin Ali ve ailesinin yargılanmasıydı. 20 Haziran’da yapılan ilk duruşmada Bin Ali’ye 35 yıl hapis ve 25 Milyon Avro para cezası verildi. Eşine de 35 yıl hapis ve 20,5 Milyon Avro para cezası verildi. 4 Temmuz’da ise yapılan duruşmada, evinde uyuşturucu, silah ve arkeolojik buluntular bulundurduğu nedeniyle Bin Ali’ye 15 yıl hapis cezası daha verildi. “Jet” yargılamayla Bin Ali “cezalandırılmış”! ve kitlelere eski rejimle “hesabın” görüldüğü intibası sunulmuştur.
panorama
kardeşi Leila’nın verdiği bilgilere dayanıldığında yanlış olduğu ortaya çıktı. (Biz de sitemizde yazdığımız ama dergimizde, bu konuda iki yazının yayınlanması nedeniyle basmadığımız yazıda, bu yanlış bilgiye dayanarak Mohammed Bouazizi’yi “enformatik yüksek enstitü mezunu” olarak gösterdik. Dergide basılmasa da okurlarımıza karşı olan sorumluluğumuz gereği, bu bilgiyi düzeltiyor ve okurlarımızdan –bilgi kaynağımız ne yazık ki burjuva medyadır- özür diliyoruz. Bir de Mohammed Bouazizi’nin ölümü 4 Ocak 2011 iken, 5 Ocak diye yazılmış, bunu da düzeltip özür diliyoruz.) Mohammed Bouazizi için ölmek yaşamaktan kolay bir hale gelmişti, “artık yeter!” diyordu. Bu sefer, sayısı belli olmayan birçok insan, Mohammed Bouazizi’yi örnek alarak, içinde bulunduğu çıkmazı protesto ederken belki kitlesel protestoları tetikleyebilme umuduyla, Bin Ali rejiminin kalıntılarına karşı mücadeleyi sürdürme umuduyla ya da amacıyla kendisini yakmakta, yakmaya kalkışmaktadır. Fakat bu yakmalar, intiharlar ne kitlelerin protestolarını tetiklemekte ne de eski rejime karşı mücadeleyi güçlendirmektedir. Olan ölenlere oluyor ve toplumsal gelişme ile mücadele kendi mecrasında yolunu alıyor. Bu örnekleme ilk başta önemsiz görünebilir. Ama Mohammed Bouazizi’nin kendisini yakma eylemi ve bunun etkisi ile Bin Ali rejiminin yıkılmasından bir sene sonra gerçekleştirilen yakma eylemleri ve etkisi Tunus’taki gelişmelerin, “Tunus Devrimi”nin patlak vermesi ile anda içinde bulunduğu çıkmaz arasındaki farklılığı ortaya koymaktadır. 2010 sonu 2011 başlarında böylesi bir eylem kitlelerin kendiliğinden hareketini ve isyanını tetiklerken, şimdiki yakma eylemlerinin önemli bir etkisi veya rolü yoktur. Kendiliğinden harekete bilinçli devrimci, komünist bir önderlik gerekiyor ve bunun olmadığı yerde, siyasi iktidar bağlamında boşalan alanı “Tunus Devrimi”ni boğan, boğacak olan gerici güçler dolduruyor! “Arap Baharı” yaz’a uğramadan güz’e dönmüştür... Kısa vadede “baharı” yaz’a çevirecek bir durum ne yazık ki görünmüyor.
SEÇİM VE SONUÇLARI Kurucu Meclis için seçim 23 Ekim 2011 tarihinde yapıldı. Kurucu Meclis 217 sandalyeden oluşuyor. Bunun için 80’den fazla parti, sayısız seçim ittifakı ve bağımsız adaylar seçimde yarıştı, adayların sayısı 11.618 olarak verildi. Seçimlere katılım yaklaşık %52 diye açıklandı. Kayıtlı seçmen sayısı, -Tunus ve yurtdışındaki Tunus’lular- toplam 8.289.900 olarak açıklanırken seçime katılanların sayısı 4.308.888 olarak
15
panorama 16
verildi. Buna göre en büyük “parti” seçime katılmayanların “partisiydi”! Medyaya yansıyan haberlere bakıldığında sandalye dağılımında farklı veriler var. Fakat seçimlerin galibi bellidir. İslamcı Ennahda geçerli oyların yaklaşık %41,5’ini ve sandalyelerin 89’unu (bu sayı 90 olarak da veriliyor) alarak büyük farkla birinci sırayı kaptı. İkinci sırada yer alan “Cumhuriyet için Kongre” ise oyların yaklaşık %14’ünü ve sandalyelerin 30’unu (29) aldı. Üçüncü sırayı “Halkın Deklarasyonu”, dördüncü sırayı “Ettakatol” ve beşinci sırayı da “İlerici Demokratik Parti” alırken “Devrimci Alternativ” olarak seçimlere katılan “Tunus Komünist İşçi Partisi” (TKİP) 3 sandalye elde etti. Bu sonuçlara bakıldığında sıralama islamcılar, liberaller, sosyaldemokratlar vd. biçiminde görünüyor. Ennahda’nın birinci parti olarak seçilmesinin perde arkasında yatan gerçeklik, sadece islamcı olması değildir. Birçok etken bir arada... Ennahda’yı seçenlerin bir bölümü Tunus’a şeriatın getirilmesini isteyen kesim değildir. Bu bağlamda öne çıkan en önemli nokta, Ennahda’nın, seçime katılan partiler arasında –TKİP gibi kitleler içinde etkisi fazla olmayan partileri saymazsak- Bin Ali rejimiyle, rejimin temsilcisi olarak görülmemesi noktasıydı. 1980 askeri cuntasının Türkiye’de seçim oyunu oynamaya kalkıştığında halkın cuntanın adaylarını değil de Özal’ı seçmesine benzer bir durum var. Bin Ali rejimine en uzak görülen parti en çok oyu aldı. Medyaya yansıdığı kadarıyla önemli rol oynayan bir şey de, Ennahda’nın özellikle Katar üzerinden aldığı mali destek ile medya üzerindeki propaganda olmuştur. Bu bağlamda Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler üzerinden ABD emperyalizminin Ennahda’yı desteklediği de medyaya yansıyan görüşler arasındadır. Bu desteğe dayanarak Ennahda kitleler içindeki çalışmalarını tüm diğer partilerden daha örgütlü ve yoğun biçimde yürütmüş, yoksullara “yardım” adına seçim rüşveti dağıtmıştır. Bu konuda AKP’yi örnek aldıkları pratiklerinde görülmektedir. Ennahda liderlerinden Gannuşi de AKP’yi örnek aldıklarını ama kendilerinin laik olmadığını, kendilerini “ılımlı İslamcı parti” olarak tanımladıklarını açıkladı. (Hür. 25 Ekim 2011) Kuşkusuz ki Ennahda’nın birinci parti olmasını açıklayacak daha fazla nokta vardır, ama burada aktardığımız birkaç nokta öne çıkanlar arasındadır.
Değerlendirebildiğimiz kadarıyla revizyonist akımdan gelen ve revizyonist siyaset geleneğini sürdüren TKİP temsilcileri ise, kendilerinin TKİP olarak değil de “Devrimci Alternatif” adıyla seçimlere katılmalarının oy oranını düşürdüğü ve bunun taktik hata olduğunu savunmaktadırlar. Bu özeleştiri olarak kabul edilse de, TKİP adıyla seçime katılmak en iyi halde birkaç sandalye daha elde etmeyi sağlayabilirdi ama seçimlerin kaderini değiştirmeyecekti. Seçimlerden çıkan bu sonuçlara uygun olarak da Kurucu Meclis 22 Kasım 2011 tarihinde toplandı. Ennahda, “Cumhuriyet için Kongre” ve “Ettakatol” arasında koalisyon oluştu. Böylece önceki geçici hükümet ve başkanın yönetimi ve buna bağlı olarak Bin Ali’nin sonrası döneminin geçici yönetimleri sürecinde kararlaştırılan kanunlar da otomatikmen geçersiz hale geldi. Siyasi iktidar açısından esas karar verici güç olan başbakanlık koltuğuna Ennahda adayı Hamadi Cebali seçilirken, Kurucu Meclis başkanlığına “Ettakatol”dan Mustafa bin Cafer ve geçici başkanlığa da “Cumhuriyet için Kongre”den Muncef Marzuki seçildi. Kurucu Meclis’in bir sene içinde yeni anayasayı hazırlaması, başkanlık ve parlamento seçimlerini örgütlemesi gerekiyor. Bu görevleri yerine getirdiğinde yeni anayasa temelinde yapılacak seçimlerle başkan ya da hükümet yenilenerek geçici yönetim son bulacak... Bu noktadan itibaren de Bin Ali sonrası rejimin ne olduğu netlik kazanacak. Ama oraya varılana kadar Tunus’ta, özellikle de kitlelerin yıldönümündeki protestoları gibi “ekmek ve özgürlük” için mücadeleyi nasıl sürdüreceğini kestirmek mümkün değil. Buna rağmen sancılı da olsa genel olarak gidişatın emperyalizmle işbirliği içindeki burjuvazinin gerici burjuva demokrasisine doğru olduğu, olacağı tespit edilebilir. 20 Ocak 2011 tarihli yazımızda da tespit ettiğimiz gibi: “Halkların devrimlerinin yarı yolda kalmaması için, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları için komünist önderlik, sosyalizm/ komünizm hedefi mutlak gerekliliktir. Ve bugün en büyük eksiklik budur. Tunus’taki gelişmeler bugün komünistlerin önündeki en önemli görevin, halklara önderlik edebilecek yetenekte bir örgütlenmeyi yaratmak olduğunu gösterdi.” (sayı 150, sayfa 30) Aradan geçen bir yıllık süreç ve deneyimler de bu görevin aciliyetinden ve öneminden bir şey değiştirmedi. 22 Şubat 2012 ✓
- MISIR -
T
unus’taki isyanın en hızlı etkilediği ve başkanının yönetimden çekilmek zorunda kaldığı ülke Mısır’dı. Mısır’daki gelişmeleri ve olayları rakamlarla ifade etmeye kalkışırsak, Mısır’ı, son bir yıl içinde “Arap Baharı”ndan etkilenen ve protestoların yaşandığı ülkeler arasında en çok olayın ya da gelişmenin yaşandığı ülke olarak tanımlayabiliriz. Rakamlara değil de rejimdeki değişime baktığımızda ise, tüm bu olay ve değişikliklere rağmen sözkonusu ülkeler arasında Mısır’ı, rejiminde en az değişimin yaşandığı ülke olarak değerlendirmek de gerçeğin ifadesi olma durumundadır. Kuşkusuz ki hiç bir şey yerinde saymıyor ve her şey sürekli bir hareket ve değişim içindedir. Bu felsefi olarak da toplumsal olarak da genelde tespit edilebilir. Ama bu tespit sözkonusu değişikliklerin öze ait olup olmadığına yanıt vermemektedir. Somut olarak Mısır’daki gelişmelere baktığımızda, halk isyan etmiş ve onlarca yıllık bir hükümdarı koltuğundan etmiştir. Bu bağlamda, evet, ille de istenirse bir devrimin yaşandığı da tespit edilebilir. Fakat bir başkanın, hükümdarın tek başına rejimi oluşturamayacağı bilindiğinde, o hükümdarın alaşağı edilmesinden sonraki yönetimin ve rejimin karakteri özde bir değişiklik olup olmadığını gösterir. Mısır’da Ordu, ister Nasır, Sedat dönemlerinde olsun, ister Mübarek döneminde olsun, isterse de Mübarek sonrası dönemde olsun esas yönetici, iktidarın sahibi güç olagelmiştir. Dergimizin 150. sayısında Mısır’daki gelişmelere değinirken özel olarak Ordu’nun rolünü ortaya koymamız da bu yüzdendir. Ordu sadece siyasi iktidarda değil ekonomik alanda
da büyük bir güçtür. Ordu’nun Mısır’ın ekonomisindeki gücü, kimi değerlendirmelere göre yaklaşık üçte bir iken, kimi haberlerde verilen verilere göre ülkenin ekonomisinin yaklaşık %40’ına sahiptir. Buna bağlı olarak isyan ve protestoların, özellikle de grevlerin yaşandığı dönemde gerileyen ekonomik durumda Ordu da ekonomik olarak kayıplara uğradı. Bundandı Ordu yetkililerinin protestoculara bir an önce evlerine dönmeleri ve üretimin normale dönmesi gerektiği yönlü açıklamalarda bulunmaları. Bu olgulara bakıldığında, Mübarek koltuğundan edilse de, iktidarın sahipleri arasından birileri azalsa da, Ordu yönetimdedir ve ekonomik gücünü iktidarı elde tutmak için, iktidarı da ekonomik çıkarlarını korumak için kullanmaktadır. Bu temelde değerlendirme yapıldığında, Mübarek sonrası dönemde özde bir şeyin değişmediğini tespit etmek, olgunun ortaya konmasından başka bir anlama gelmiyor. Burada hemen şunu da belirtmekte yarar var: Anda rejimin özünde bir şey değişmediğini tespit etmek, kendi başına ele alındığında tek tek çok şeyin de değiştiğini reddetmek anlamına gelmiyor. Örneğin kadınların mücadelesi ve isyandaki rolü, devlet denetimi dışındaki sendikal örgütlenmelerin rolü ve gelişmeleri, gençlerin mücadelesi ve isyanda rolü vb. vb. konularda yaşanan gelişmeler, genel olarak toplumsal gelişme için çok önemlidir. Fakat bunlar rejimdeki değişiklik değil, rejimin değişmesini dayatan gelişmelerdir. Ordu’nun rolüne ve konumuna dikkat çektikten
panorama
Askeri yönetimli “kontrollü geçiş”!
Protestocular, eylemlerinde Ordu’nun Mübarek döneminden hiç de farklı olmayan saldırganlığını yaşadıkça, Yüksek Askeri Konsey Başkanı Tantawi’yi “üniformalı Mübarek” olarak adlandırmaya ve giderek protestoların merkezine “askeri yönetime son”, ya da “Tantawi’ye ölüm” vb. taleplerini koydular.
17
panorama 18
sonra özetle 1 Mart 2011’den bugüne kadarki gelişmelere bakalım.
GELİŞMELERDE ÖNE ÇIKAN BAZI NOKTALAR 11 Şubat 2011 tarihinde Mübarek’in istifa ettiği ve yönetimin Yüksek Askeri Konsey tarafından devralınacağı açıklanmıştı. Ardından Yüksek Askeri Konsey ülkeyi resmen yönetmeye başladı. Bu arada aldığı ilk önlemler içinde Anayasa’yı askıya alma, yani geçersiz ilan etme adımı da vardı. Aynı zamanda yeni anayasa için bir komisyonun oluşturulacağı da açıklandı. Fakat 4 Mart 2011 tarihinde Anayasa’nın kimi maddelerinde yapılmak istenen değişiklikler kamuoyuna açıklandı ve referandumun 19 Mart’ta yapılacağı ilan edildi. Sözde, bu değişiklikler adil ve demokratik parlamento ve başkanlık seçimlerini güven altına almak için yapılıyordu. Hukuki anlamda ele alındığında, sözkonusu maddelerdeki değişim, eski maddelere göre kimi iyileştirmeleri içeriyor. Örneğin başkanlığın en fazla iki kere dörder sene sürebileceğiyle ilgili 77. madde “ömür boyu başkanlığa” sınırlama getiriyor. Ya da 148. Madde, sıkıyönetimin Başkan tarafından ilan edilebileceğini, ama yürürlüğe girebilmesi için Başkanın bunu bir hafta içinde parlamentoya sunması ve parlamentoda çoğunlukla onaylanması gerektğini belirliyor. Bu da Başkanın yetkilerini kısıtlamadır. Sözkonusu referandum 19 Mart’ta yapıldı ve seçmenlerin (45 milyon civarında olduğu söyleniyor) %41’inin katılımıyla ve bunların %77,2’sinin oyuyla değişiklikler yapıldı. Birçok örgüt ve kesim referandumu, özellikle askıya alınmış, geçersiz bir anayasada değişiklik yapılmasını anlamsız bulduklarından reddetti. Bu değişikliklere rağmen Ordu 30 Mart’ta “geçici bir anayasa” ilan etti. Medyaya yansıyan haberler doğru ise ülke çapındaki hukukun dayandığı temel kaynağın şeriat olduğu bu anayasada yazılmıştır. Bu anayasanın parlamento ve başkanlık seçimlerine kadar geçerli olduğu ilan edildi. Bununla birlikte Ordu kendi konumunu da güçlendirdi. Buna göre başbakanın ve bakanların rolü ve yetkisi danışma işleviyle sınırlandırılmıştır. Aynı biçimde Ordu kendisine parlamento ve başkanın seçilip seçilmemesi konusunda karar verme yetkisini; ya da bu süreçte hükümeti atama ya da görevden alma yetkisini de vermiştir... Kısacası ordu ülkedeki gelişmeleri dizayn eden esas güçtür. Bu da sözkonusu olacak yeni Anayasa’nın esas
olarak Ordu’nun kontrolü ve izniyle oluşturulacak bir anayasa olacağını gösteriyor. Bir yandan devlet kontrolündeki sendikalardan bağımsız sendikaların kurulmasına izin verilirken, diğer yandan grev ve eylemlere katılanlara cezalar için yeni kanunlar çıkarılmaktadır. Örneğin 23 Mart 2011 tarihinde esasında “toplantı hakkı”nın kısıtlanmasını içeren bir kanun onaylandı. Bu kanunun 1. maddesine göre, özetle protesto eden herkes, eğer olağanüstü hal durumunda –ki bu kanun çıkarıldığında hala olağanüstü hal vardı ve pratikte grev yasağı anlamına geliyordu- işi sürüncemede bırakma ya da durdurma durumunda, bir grev örgütleyen ya da grevde yer alan herkes hapisle ya da en az 12.500 ile 25.000 TL para cezasına çarptırılır. Aynı biçimde protesto ya da grevleri yazılı ya da sözlü olarak teşvik eden ya da yardımda bulunan herkese hapis ya da para cezası verilecektir... Ülkenin en büyük tekeli ya da holdingi olarak Ordu kurumu kuşkusuz ki bu kanunla kendi ekonomik çıkarlarının temsilciliğini de yapmaktadır. Bu kanunun dışında “Partiler kanunu”nda da kimi değişiklikler yapıldı. Hemen her burjuva devlet gibi, partilerin ilkeleri, amacı, programı siyasi ve çalışma metotlarının Anayasa’nın temel ilkeleriyle; ulusal güvenliği, ulusun birliğini, sosyal barışı ve demokratik düzeni korumak için gerekli taleplerle çelişemeyeceği belirlenmiştir. Böylece işlerine gelmeyen partilerin “ulusal güvenliği” ya da “ulusun birliğini” zedeliyor diye yasaklanmasının yolu kanunen garantiye alınmıştır. 7 Eylül 2011 tarihinde “askeri egemenlik altında günlük” adıyla yayınlanan bir rapora göre, Ordu’nun 7 aylık yönetimi döneminde Yüksek Askeri Konsey yaklaşık 12.000 sivil insanı yargılanması için askeri mahkemelere çıkarmış. Bu rakam tüm Mübarek döneminde askeri mahkemelerce yargılanan sivillerin sayısından çok fazlaymış... Mübarek’in yargılanmasına gelince durum kısaca şöyledir. Göstermelik olarak Mübarek ve ailesinin kimi mensuplarına ve birlikte çalışanlarına karşı sorgulama ve yargılama başlatıldı. Savcı Mübarek hakkında ölüm cezası talep etmiştir. Aylardır mahkemesi sürüyor. Ama Şubat ayı başlarına kadar bir tek gün bile hapse konmamıştır. 7 Şubat’ta medyaya yansıyan haberlere göre, Mübarek nihayet hapse konacakmış... Ama hapse konup konmadığı belli değil. Tüm bu süreçte, sivil ya da askeri hastahanelerde bakım kontrolüne alınmıştır...
Mübarek sonrası dönemde de yüzlerce insanın yaşamını yitirdiğini tespit edebiliriz. Protesto ve çatışmaların ya da katledilme olaylarında iki durum diğerlerinden farklı olduğundan bilince çıkarmakta yarar var. Biri Kıptilere karşı saldırılar, diğeri de 74 kişinin ölümüyle sonuçlanan futbol maçındaki çatışmalardır. Olayların detayına, yazıyı uzatacağından değinmiyoruz. Ama sözkonusu bu olaylarda ortaya atılan bir düşünceye dikkat çekmek gerekiyor. O da, Ordu’nun kargaşa çıkararak kendisini halka koruyucu güç olarak kabul ettirme
Mübarek’i alaşağı eden yoğunlukta olmasa da, protestolar sürekli yaşandı. Yer yer 100.000 civarında ya da 1 milyona kadar katılımlı protestolar yaşandı, ama çoğunlukla onbinlerce katılımlı diye ifade edilebilecek protestolar yaşandı. Kuşkusuz ki bu protestolarda hemen hemen her seferinde kolluk güçleriyle çatışmalar ve katletmeler yaşandı. Katledilenlerin sayısı konusunda net bir rakam verilmiyor. Nisan ayı ortalarında askeri konseyin de onayladığı habere göre Mübarek’i istifaya zorlayan isyan döneminde (yaklaşık üç hafta) 365 değil de 846 insan yaşamını yitirmiştir. İnsan hakları savunucularının görüşüne göre ise bu sayı 1500 civarındadır. Günlük gazetelerde verilen haberlere baktığımızda
temelinde iktidarının süresini uzatmaya çalıştığı düşüncesidir. Ve bu düşüncenin maddi temeli de vardır. Futbol maçı bağlamında öne çıkan bir düşünce de, “Tahrir Meydanı”nda Mübarek’in yönetimine son veren protestolarda öne çıkan “Ultra” adıyla anılan kesimden intikam alma amacıyla sözkonusu saldırıların planlandığıdır. 74 ölünün önemli kesiminin “Ultra”lardan olması bu düşüncenin de doğru olabileceğine işaret etmektedir. Bu dönemde ilginç olan bir gelişme, Mısır yönetiminin dış ilişkiler bağlamında ABD ve Alman emperyalizminin kimi STÖ ve çalışanlarına karşı takındığı tavır oldu. Sözkonusu STÖ büroları basıldı kimi çalışanları tutuklandı ve toplam 44 kişinin mahkemeye çıkarılıp yargılanacağı açıklandı. ABD ve Al-
panorama
Ordu’nun halkın isyan ettiği dönemdeki fazla saldırgan olmayan, hatta protestocuları “koruma” yönlü tavrına kanan kesimlerin “Ordu halk el ele” diye attığı slogan ve yaklaşımının yanlışlığı, pratikte fazla zaman geçmeden kendisini kanıtladı. Protestocular, eylemlerinde Ordu’nun Mübarek döneminden hiç de farklı olmayan saldırganlığını yaşadıkça, Yüksek Askeri Konsey Başkanı Tantawi’yi “üniformalı Mübarek” olarak adlandırmaya ve giderek protestoların merkezine “askeri yönetime son”, ya da “Tantawi’ye ölüm” vb. taleplerini koydular.
19
panorama 20
man emperyalizminin uyarıları ve tehditleri karşısında nasıl bir adım atılacağı belli değil.
PARLAMENTO SEÇİMLERİ... Protestoların son bulmadığı ve Ordu’nun yönetimden çekilmesi talebinin yükseldiği bir ortamda, 28 Eylül 2011 tarihinde Yüksek Askeri Konsey parlamento seçimleri için tarihleri açıkladı ve başkanlık seçimleri için de yaklaşık bir zaman belirledi. 28 Eylül’de aynı zamanda 12 Ekim’e kadar milletvekili adaylarının tespit edilmek zorunda olunduğu da açıklandı. Yani parti ya da seçim ittifaklarının aday belirlemek için sadece iki hafta zamanları vardı. Buna göre parlamento seçimleri üç aşamalı olacaktı ve 28 Kasım, 4 Aralık 2011 ve 3 Ocak 2012 tarihlerinde yapılacaktı. Parlamento Meclisin alt kamarası olarak belirlendiğinden bir de üst kamara olarak belirlenen Şura seçimi sözkonusuydu. Bu seçim de iki aşamalı olup 29 Ocak ve Şubat ayın ortalarında yapılması planlanmıştı. 1 Kasım 2011 tarihinde de Başbakan yardımcısı seçim kurallarını açıkladı. Buna göre diğer şeylerin yanısıra Ordu parlamentonun üzerindeki kurumdu ve Ordu’ya otonomi adına geniş yetkiler garanti ediliyordu. Bu açıklamaya karşı onbinlerce insan protestoda bulundu. Sonuçta medyada pek belli olmayan, kimi değişikliklerin yapıldığı açıklandı. Seçimlerle öngörülen şey, Meclisin bu iki kamarasının yeni anayasa için ortak olarak 100 kadar kişiyi seçmesi, bunların anayasayı hazırlayıp referanduma sunması ve referandumun sonucu belli olduktan sonra da 45 –60 gün içinde başkanlık seçimlerinin yapılması ve Ordu’nun devreden çıkmasıdır... Başkanlık seçimlerinin tarihi net değildi ama protestoların dindirilmesi için de olsa en geç Haziran ayı sonuna kadar yapılacağı sonradan açıklandı. Buna göre Ordu Temmuz ayında yönetimi devretmesi gerekiyor! Bu planın ilk ayağı, yani parlamento ve Şura seçimi gerçekleşti. Seçimlere katılım oranı konusunda medya mümkün olduğunca veri vermekten kaçınıyor. Ama kullanılan oylara bakıldığında, 45 Milyon kadar olduğu söylenen seçmenin 27 Milyonu oy kullanmıştır. Buna göre eğer veriler doğruysa seçimlere katılım oranı %60 kadardır. Parlamentoda bağımsız adaylar dışında 15 parti ya da seçim bloku temsil edilmektedir. Seçimlerin açık farklı galibi islamcılardır, islamcılar içinde de “Müslüman Kardeşler”in seçim ittifakı olarak gösterilen “Hürriyet ve Adalet Partisi” (HAP),
seçmen sayısı 45 Milyon olarak kabul edildiğinde 10 Milyondan biraz fazla oyla %22,5; ama kullanılan oyları temel aldığımızda %37,5 oy oranı ile birinci parti olmuştur. 498 sandalyeden 235 sandalyeyi elde etmiştir. Parlamentoda 508 sandalye var, ama bunlardan 10’u seçilmiyor Ordu tarafından atanıyor. “Müslüman Kardeşler”den daha aşırı islamcılardan Selefilere bağlı El-Nur Partisi ise kullanılan oyların %27,8’iyle 127 sandalye elde etmiştir. “Soft” ya da “Hard” islamcılar parlamentonun yaklaşık dörtte üçünü oluşturuyor. Kendilerini liberal olarak tanımlayanlar akımlar içinde ikinci güç durumunda. Sol olarak gösterilen ama gerçekte sosyaldemokrat olanlar ise, üçüncü akım... ve en zayıfı! “Devrim Sürüyor” adıyla seçimlere katılan ittifak, özellikle Mübarek’i koltuğundan eden protestoların başını çeken genç kesimin bir bölümünün de içinde olduğu bloktu. Bunlar oyların %2,8 ile 9 sandalye elde ettiler. Şura seçimleri bağlamında ise kesin sonuçlar ne yazık ki elimizde yok. Bu yüzden güçler dengesini tam olarak ortaya koyma durumu yok. Ama genel olarak seçimlerden ortaya çıkan tablo islamcıların Ordu ile işbirliği temelinde bir anayasanın oluşturulacağına işaret etmektedir. Oluşturulacak anayasanın ne kadar burjuva demokrasisini içereceği esasında protesto hareketinin –ki bunların bir kesimi seçimleri boykot etti- örgütlülüğüne, gücüne ve mücadelesine bağlıdır. 25 Ocak 2012 tarihinde, isyanın yıldönümünde protesto hareketinin yeniden onbinlerce insanın katılımıyla “Tahrir Meydanı”nı işgal etmesi ve Ordu güçleriyle çatışmaların yaşanması, az da olsa umut vericidir. Protesto hareketinin ordunun yönetimden çekilmesi yönlü taleplerin sisteme karşı mücadeleye dönüştürülmesi için mücadele, anda güçlendirilmesi gereken mücadeleden biridir. Bu arada Yüksek Askeri Konsey bu yıldönümünde “sıkıyönetim”e son verildiğini, bunun sadece “şiddetle cürüm” işleyenlere karşı yürürlükte olacağını açıkladı. “Kontrollü geçiş”in nasıl devam edeceğinin takipçisi olacağız elbette... Mısır’la ilgili önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi: “Mısır’da da dayanışmamız ezilenlerin sömürücülere, zorbalara karşı demokrasi, özgürlük, ekmek için verilen mücadeleyedir!” (sayı 150, sayfa 39) 25 Şubat 2012 ✓
panorama
Despotizme karşı mücadele sürüyor! - BAHREYN -
“Ulusal diyalog” adına yürütülen görüşmelerde duruma yeniden hakim olan Kral rejiminin temsilcileri sözü edilen basit reformları da bir kenara atarak muhalefeti kendi içinde bölmeye ve hiç bir şey olmamış gibi baskılarını sürdürmeye çalıştı, çalışıyor.
T
unus ve Mısır’daki isyanların etkilediği ülkelerden biri de Bahreyn idi. Kralın despotizmine karşı mücadelede kitleler, Bin Ali ve Mübarek rejimine, faşizmine karşı mücadeleden cesaret almış, “Tahrir Meydanı”nı örnek alarak “İnci Meydanı”nı işgal etmişlerdi. 14 Şubat 2011 tarihinde planlanan protesto eylemiyle Kral’a karşı eylemlere dönüşmeye başlayan gelişmeler ve çatışmalar yaklaşık bir ay sürmüş ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin “Körfez İşbirliği Konseyi” (KİK) adına Bahreyn’e askeri müdahalesiyle 14 Mart’ta bastırılmıştı. Sözkonusu gelişmeleri 15 Ağustos 2011 tarihli yazımızda ortaya koymuştuk. (bkz. Sayı 153, sayfa 37-40) 14 Şubat 2012 tarihini protesto eylemlerinin yıldönümü olarak gören kral rejiminin kimi muhalif güçleri, “İnci Meydanı’na geri dönüş” olarak gösterdikleri protesto eylemleri gerçekleştirdi. Rejimin kolluk güçleri yine eylemcilere saldırdı, çatışmalar yaşandı. Yine, “Kahrolsun Kral!” sloganları atıldı. 14 Şubat 2011 tarihinden bu yana yaşananlar hem Kral rejiminin despotizminin hem de buna karşı mücadelenin, şu ya da bu biçimde ya da yoğunluktaki katılımla
protestoların sürdüğünü göstermektedir. İlk başlarda “ılımlı” olarak tanımlanan, protestolarda şiddet eylemlerini reddeden muhalefet, militan ve kolluk güçlerine karşı şiddete de başvuran muhalefete yamandı ve bu dönemdeki protesto eylemleri Kral’a reformlar yapma sözü vermeye zorladı. “Ulusal diyalog” adına yürütülen görüşmelerde duruma yeniden hakim olan Kral rejiminin temsilcileri sözü edilen basit reformları da bir kenara atarak muhalefeti kendi içinde bölmeye ve hiç bir şey olmamış gibi baskılarını sürdürmeye çalıştı, çalışıyor. Bu arada “ılımlı” muhalefet yer yer protestolara katılıp Kral’ın sözünü verdiği hükümetin parlamento tarafından denetlenmesi vb. yönlü reformların yerine getirilmesi talebini yükseltseler de, militan muhalefete de karşı konumlanmıştır. Genelde şiddet eylemlerine karşı olma adına rejimin ayakta kalmasına hizmet etmektedirler. Radikal olarak gösterdikleri kesimi dıştalamaya çalışmaktadırlar. Bu temelde muhalefet kendi içinde ayrışmıştır. Kuşkusuz bu da Kral’ın, hem ABD emperyalizminin hem de “Körfez İşbirliği Konseyi”nin hem askeri müdahalesi, hem de mali desteğiyle kendisini muhalefete karşı güçlü gör-
21
panorama 22
mesine –ki gerçek durum da budur- ve verdiği reform sözlerini sürüncemede bırakmasına hizmet etmektedir. Bırakın Kral rejimini devirmeyi, Kral’ı reform yapmaya zorlamak için bile güçlü ve militan bir muhalefet, olmazsa olmaz koşullardandır. 15 Ağustos 2011 tarihinden bu yana olan gelişmelere göz attığımızda öne çıkan kimi noktalar şunlardır. Parlamentonun alt kamarasında Şii’leri temsil eden El Vifak’ın protestoculara yönelik saldırıları protesto ederek 18 milletvekilini parlamentodan çekmesine bağlı olarak, 24 Eylül 2011 tarihinde, bu 18 milletvekilinin yerini doldurmak için seçimler yapıldı... Parlamentonun alt kamarası, gerçekte karar verme, yasa yapma vb. durumda olmadığından; buraya seçilen milletvekillerinin “halkın temsilcileri” olarak gösterilmesinden ve Kral’ın despotizminin üzerini örtmeye hizmet etmekten başka önemli bir rolü olmadığından, seçimler ülkedeki gelişmeleri pek etkilemedi. Buna rağmen seçimlerde herhangi bir terslik olmaması için devletin baskı makinası işletildi. O kadar ki, hiç de alışık olmayan önlemler ya da tehditler gündeme getirildi. Örneğin, protestolara katılacak olanlar, “Ehliyet”lerine el konulacak diye tehdit edildiler! Rejimin insanlık düşmanı yüzü, 29 Eylül’de bir Özel Mahkeme tarafından 13 doktor ve hemşireye 15er sene ve 7 sağlık çalışanına 5 ile 10 sene arası hapis cezasının verilmesiyle de kendisini açıkça gösterdi. Cezanın gerekçesi, sözkonusu kişilerin protestolara katılanları tedavi etmesidir. Kasım ayı ortalarından itibaren protesto ve çatışmalar yeniden yoğunlaşmaya başladı ve değişik düzeylerde ve biçimlerde bugüne kadar varlığını sürdürdü. Bu arada 14 Şubat 2011 tarihinden itibaren yaşanan protesto eylemlerinde, katledilen insanların devlet güçleri tarafından katledilip edilmediği, ya da durumun ne olduğunu, kısacası insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak için oluşturulan “Bağımsız Araştırma Komisyonu”, 23 Kasım’da 500 sayfa olduğu söylenen Raporunu açıkladı. Rapor Kral’ın huzurunda televizyonda yayınlanarak açıklandı. Verilen bilgiye göre rapor için 8000 kadar belgeye bakılmış ve 5000’den fazla tanıkla görüşülmüştür. Basına yansıdığı kadarıyla sözkonusu raporda, devletin kolluk güçleri protesto eylemlerinin başından itibaren “aşırı”, “dengesiz” güç kullanmış, keyfi tutuklamalarda bulunmuş, gözaltına aldığı eylemcilere fiziksel ve psikolojik işkence yapmıştır, eylemcilere
karşı aşağılayıcı, onurlarını zedeleyici davranmıştır vb. vb. Yine sözkonusu rapora göre en az 4000 işçi protesto eylemlerine katıldığı gerekçesiyle işten atılmıştır. 14 Şubat’tan raporun yazılmasına kadarki dönemde 40 kişi yaşamını yitirmiştir. Bu arada son dönemdeki çatışmalarda ölenlerin sayısıyla birlikte 60 kişinin öldüğü belirtilmektedir. Gözaltına alınan 2919 kişiden 741’i hala hapistedir. Aralık ayı sonu ve Ocak 2012 başlarında protestolar –özellikle 15 yaşındaki bir gencin öldürülmesinin protesto edilmesi vb.- gündemi iyice işgal ederken, 15 Ocak’ta Kral yeniden “Ulusal Diyalog Forumu”nun önerilerini gözönüne alacağını ve anayasada reformlar yapacağı açıklamasında bulundu. Örneğin yeni yasaların parlamentonun oyuna sunulması gibi, Kral’ın yetkilerini formel olarak da olsa kıstlayan reformlar gibi değişiklikler sözkonusudur. Tabii ki bu yöndeki açıklamaya uygun reform adımları atılırsa! 14 Şubat’ın yıldönümünde özellikle de “14 Şubat Gençliği” adlı grubun –ki bu grup radikal olarak adlandırılıyor- “İnci Meydanı’na geri dönüş” çağrısıyla yapılan protesto eylemlerine kolluk güçlerinin saldırıları ve yaşanan çatışmalar Kral’ın ciddi biçimde geri adım atmadığını, atmaya da yanaşmadığını ortaya koyuyor. Olayların rayından çıkmaması için Kral’ın büyük ağababası ABD emperyalizminin temsilcileri, taraflara şiddetten kaçınma ve “siyasi gelecek için gerçek bir diyalog aracı” bulma çağrısında bulundu. Bahreyn’de protestolar, devletin kolluk güçlerinin eylemcilere saldırdığı ve onlarcasını katlettiği böylesi bir ortamda, Kral, Suriye Başkanı Esad’a “halkını dinlemesi”ni öğütledi! Sonuçta 14 Şubat protesto eylemlerinin başlangıcının yıldönümü olarak ele alındı ve yeniden protestolar yoğunlaştırıldı. Kral rejiminin despotluğuna rağmen mücadele sürüyor. 15 Ağustos 2011 tarihli yazımızda tespit ettiğimiz gibi: “Kısaca ifade edilirse kitlelerin protestolarında yavaş da olsa, henüz az sayıdaki insanın talebi de olsa giderek rejime karşı bir tavır gelişmektedir. Ezilenlerin cephesinde bakıldığında bu gelişme iyidir ve desteklenmesi gereken bir gelişmedir.” (sayı 153, sayfa 40) Bizim desteğimiz de “Kahrolsun Kral! Özgürlük istiyoruz!” diyerek rejime karşı demokratik hakları için mücadele edenleredir. 23 Şubat 2012 ✓
- YEMEN -
T
unus’taki halk isyanının etkilediği ve başkanı somutunda andaki yönetime karşı olan kesimi cesaretlendirdiği ülkelerden biri de Yemen’di. Yemen’de, Başkan Salih’in istifa etmesi talebinin yükseldiği eylemler, protestolar 27 Ocak 2011 tarihinde başlamıştı. Yemen’deki gelişmelere değindiğimiz 14 Haziran 2011 tarihli yazımızda sonuçta şunu tespit etmiştik: “...Salih yönetimine öyle ya da böyle son verileceği artık kesindir. Sorun, bunun nasıl bir yol ve gelişmeleri izleyeceğidir. Salih’e alternatif birilerinin olmaması da muhalefetin eksikliklerinden biridir.” (sayı 152, sayfa 41) Haziran 2011’den bu yana olan gelişmeleri değerlendirmede hatırlanması gereken bir olgu da, sözkonusu yazımız yazıldığı dönemde, uğradığı bir saldırı sonucu yaralandığı söylenen Başkan Salih’in tedavi için Suudi Arabistan’a gitmiş olmasıdır. Salih’in Yemen’e geri dönüp dönmeyeceği soru işaretiydi. Yemen’deki genel durum ve gelişmeler bağlamında tespit edilmesi ve bilince çıkarılması gereken olgulardan biri de, Salih’in başkanlığına karşı olan andaki muhalefetin varlığı gibi, bu yönetimle çatışmalı durumda olan ve bu son bir yıllık süreçte de rejimin kolluk güçleriyle –her gün olmasa da- sık sık çatışan farklı kesimlerden oluşan bir muhalefetin var olduğu olgusudur. Buna bağlı olarak Yemen’de Temmuz 2011’den bu yana protestolar, çatışmalar her zaman gündemde kalmış ve sayısı tam belli olmayan onlarca insan yaşamını yitirmiştir. Öyle ki, sonuçta koltuğunu devretmek zorunda kalan Salih bile, bu durumunu: “yüzlerce insan öldürüldükten sonra barışçıl bir yönetim
değişikliğinden bahsedilemez” diye ifade etti. Medyada verilen bilgilere göre 27 Ocak 2011 tarihinden 27 Ekim 2011 tarihine kadar 1500 kadar insan yaşamını yitirmiştir. Son dört aylık dönemde de onlarca insanın katledildiği gözönüne alınırsa öldürülenlerin sayısının daha yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu olguların dışında Yemen’de, “terörizme”, “El Kaide” ve bağlantılı “teröristlere karşı mücadele” adına ABD emperyalizminin insansız uçaklarla sık sık bombalamalarda bulunduğu savaş da varlığını sürdürmektedir. Protestolar, çatışmalar ve ölümler Salih’in Suudi Arabistan’da olduğu dönemde de yaşandı. Fakat 23 Eylül 2011 tarihinde Salih’in Yemen’e geri dönmesi ile protestolar daha da yoğunlaştı. Bu arada Ekim ayı ortalarında başkent Sanaa’da son dönemlerin en yoğun çatışmalarının yaşandığı haberleri medyaya yansıdı. Bu gelişmeleri gözönüne alan BM Güvenlik Konseyi 21 Ekim’de oybirliğiyle Yemen’deki şiddeti kınadı ve Salih’e yeniden “Körfez İşbirliği Konseyi” (KİK) tarafından hazırlanan ve daha önce Salih tarafından imzalanmayan anlaşmayı imzalama çağrısında bulundu. Bir yandan protesto ve çatışmalar sürerken sözkonusu KİK tarafından hazırlanan anlaşma üzerine pazarlıklar da sürdü. Sonuçta, 23 Kasım 2011 tarihinde Salih, yönetimini adım adım devretmesini öngören anlaşmayı Suudi Arabistan’ın başkenti Riad’da imzaladı. KİK tarafından ABD ve AB temsilcileriyle görüşmeler temelinde hazırlanan anlaşma, “Arap Baharı” sürecinde özellikle Mübarek’in görevini devretmesi
panorama
“Kontrollü geçiş”te atanmış başkan seçimi!
“Kontrollü geçiş” sürecinin hedefi başkanlık seçiminden itibaren “yeni” başkan ve hükümet/ parlamento tarafından iki sene içinde “ulusal diyalog” sağlaması, atanacak bir komisyonun yeni bir anayasa hazırlaması ve bunun referandumla kabul edilmesi ve de parlamento seçimlerinin yapılmasının gerçekleştirilmesidir.
23
panorama 24
planı üzerine görüşlerde ifade edilen “kontrollü geçiş” bakış açısıyla hazırlanmıştı. Bu, gerçekte demokrasiye geçiş falan değildi. Hayır! Esas olarak bu, halkın isyanını, öfkesini dindirmek için anda hedefe konan başkanın görevi bırakması; kitlelerin taleplerinde kendi egemenliklerine pek zarar vermeyen, ama kitleleri aldatmak için kimi noktalarda verilebilecek tavizlerin verilmesinin göze alınması; açık despot, faşist, askeri yönetim yerine gerici burjuva demokrasisinin monte edilmesidir. Bu temelde hazırlanan anlaşma Salih’in 30 gün içinde başkanlığı, yardımcısı Hadi’ye devretmesini, 90 gün sonra da başkanlık seçiminin yapılmasını; ama başkanlık seçimi yapılana kadar da Salih’in “Onursal Başkan” titr’ini taşımasını, seçimlerle birlikte resmen
ne saldıranlar dışında, siyasi tutuklulara genel af ilan etti. Başkanlık seçiminin de 21 Şubat 2012 tarihinde yapılacağı açıklandı. “Kontrollü geçiş” sürecinin hedefi başkanlık seçiminden itibaren “yeni” başkan ve hükümet/parlamento tarafından iki sene içinde “ulusal diyalog” sağlaması, atanacak bir komisyonun yeni bir anayasa hazırlaması ve bunun referandumla kabul edilmesi ve de parlamento seçimlerinin yapılmasının gerçekleştirilmesidir. Kısacası, Yemen halkı 1994’ten beri Salih’in yardımcılığını itirazsız yerine getiren ve meslekten asker olan Başkan Yardımcısı Hadi’ye bu sefer Başkan olarak “dayanmak” zorunda... Sözkonusu anlaşmanın imzalanması Salih karşıtlarının protestolarını sonlandırma yerine teşvik etti.
Salih’in devrinin son bulmasını içeriyordu. Buna karşılık Salih ve ailesine ve de Salih’in yönetimi sürecinde O’nunla çalışan “önemli şahsiyetler” için dokunulmazlık garantisi öngörülüyordu. Bunların yapılması için de muhalefetin bir kesiminin –daha önce “Ulusal Konsey” kuran ve Salih’in yargılanmasını isteyen muhalefeti dıştalayan işbirlikçi kesimin- içinde yer aldığı bir “Ulusal Birlik” hükümetinin kurulması ve bu hükümetin parlamentoda öngörülen dokunulmazlık hakkında karar aldırması gerekiyordu. 27 Kasım’da Başkan Yardımcısı Hadi muhalefetten “bağımsız” biri olarak gösterilen Mohammed Basindwa’yı Başbakan olarak atayarak yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Salih ise Başkan olarak 3 Haziran 2011’de kendisi-
Örneğin 24 Aralık’taki protestoya 100.000 insanın katıldığı haberi verildi. Bunların esas karşı oldukları nokta Salih ve ailesinin dokunulmazlığı, tabii ki buna bağlı olarak yargılanmaktan kurtulması noktasıydı. Salih’e ölüm solganları bu protestolarda dile gelen sloganlar arasındaydı. Buna rağmen gerek muhalefetin kendi içinde bütünlük oluşturmaması, Salih’e karşı ortak noktada buluşamaması; özellikle de yeni çatışmalardan kaçınmak adına muhalefetin önemli bir kesiminin –“Ulusal Konsey”ciler- Hadi ile “kontrollü geçiş” konusunda işbirliği yapması durumu, Salih ve ailesine dokunulmazlık kararının “Ulusal Birlik” hükümeti ve parlamento tarafından alınmasını kolaylaştıran etkenler arasındadır. Andaki güçler dengesi egemenlerin öngördüğü “kontrollü geçişi” engelleyecek du-
SEÇENEKSİZ BAŞKANLIK “SEÇİMİ”!!! 21 Şubat 2012 tarihinde yapılması planlanan “seçim” yapıldı! Gerçekte ama buna seçim demenin kendisi bile gerçeğin üzerini örtmek, kitleleri aldatmak; bunun da ötesinde kitleleri kelimenin gerçek anlamıyla aptal yerine koymaktan başka bir anlama gelmiyor. “Seçim”in oynadığı esas rol, Salih’in yönetiminin resmen son bulması için gerekli görülen formaliteyi yerine getirmesidir. “Başkanlık seçimi” bağlamında bilince çıkarılması gereken kimi olgular şunlardır. En başta vurgulanması gereken olgu, Başkan Yardımcısı Hadi, gerek KİK tarafından hazırlanan anlaşma ile, gerekse de “Ulusal Konsey”i oluşturan güçlerin andaki yönetimle uzlaşması ile “geçiş dönemi” olarak planlanan iki yıllık sürecin “Başkanı” olarak tespit edilmiş, diğer bir deyimle atanmıştı! Bu atamaya bağlı olarak da 21 Şubat 2012 tarihindeki “Başkanlık seçim”inde Hadi tek adaydı! Halkın, “oyun” bile denemeyecek bu dayatmaya karşı, “seçim sandığına” gitmesi durumunda bile, kendi istediği herhangi bir aday yoktu. Pratik olarak Salih’ten kurtulmak isteyenlere Hadi’ye evet demeleri dayatılmıştı! Medyaya yansıyan haber ve yorumlara göre, gerçekten de çoğu seçmen, bu “seçimin” Salih dönemine son verme anlamına geldiğinden, sandığa gidip oy kullandığını açıklamıştır. 21 Şubat’ta “seçim”leri boykot edenlerin sayısı hiç de küçümsenecek düzeyde değildi. Boykot ve protestolarda yeniden çatışmalar ve ölümler yaşandı. Özellikle Güney Yemen’de bölgenin daha fazla haklara sahip bir özerkliğini isteyenlerden, Güney’in Kuzey’den ayrılmasının isteyenlere kadar –bu yüzden medya bunları “bölücü” olarak tanıtıyor- ve Kuzey’de de Salih ve şürekasının yargılanmamasına karşı olanların bir bölümü – aynı zamanda Şii’lerin çoğunlukta olduğu
bölgeler boykotçuydu! Güney’de “seçim” lokallerinin büyük bölümünün (%70 civarı) kapalı kaldığı yönlü haberler medyaya yansıdı. Buna rağmen 24 Şubat 2012 tarihinde “seçim”e katılımın %65 civarında olduğu ve Hadi’nin oyların %99,8 ile “seçildiği” Yüksek Seçim Komisyonu tarafından kamuoyuna açıklandı! Buna göre yaklaşık 12 Milyon olarak gösterilen seçmenden, 8 Milyon’a yakını Hadi’yi “seçmiştir”!!! Neresinden bakılırsa bakılsın açık bir sahtekarlık sergilenmiş, atanmış “geçiş süreci başkanı” böylece meşru ilan edilmiştir! Medyaya yansıyan en son haberlere göre 27 Şubat’ta Salih Yemen’e dönmüş olacak ve “kendi eliyle iktidarı Hadi’ye devredecek”miş! “Seçim” propagandasında Hadi tarafından verilen vaatler içinde, Salih’in akrabalarının siyasi, askeri, polis ve gizli hizmet örgütlerini, kurumlarını “terketmek zorunda” kalacakları bir “reform” yapma vaadi de vardı. Bunun yerine getirilip getirilmeyeceği soru işareti iken, iki yıllık “geçiş süreci”nde nelerin yaşanacağı da net değil. Gidişat, önceden varolan –özellikle Güney Yemen bağlamındaki- çelişki ve çatışmaların kolayca son bulmayacağı; geçici Başkan Hadi ve hükümetin sözünü ettiği “ulusal diyalog” çabasının, Salih’in yönetimine karşı olanların protestolarını önemli ölçüde dindireceği; ama burjuva anlamda da olsa demokratik bir Yemen için mücadelenin geçmişten daha fazla verileceğine işaret etmektedir. “Terörizme karşı mücadele” adına yıllardan beridir Yemen’de başta ABD emperyalizmi ve işbirlikçisi Suudi Arabistan tarafından sürdürülen savaş ise değişik biçim ve düzeyde de olsa varlığını sürdüreceğe benziyor. Ne Salih rejimi ne onun devamı olan “kontrollü geçiş” rejimi ve ne de bu sürecin sonunda oluşturulacak rejim Yemenli işçilerin, emekçilerin temel sorunlarına çözüm getiremez! Kurtuluşlarının yolunu açamaz! 14 Hazıran 2011 tarihli yazımızda da belirttiğimiz gibi: “Kurtuluş için tek yol, Yemenli işçilerin, emekçilerin, yoksul köylülerin, feodalizmin, dinin etkisinden kurtularak sömürü sistemine karşı devrim mücadelesine sarılmalarıdır. İşçi sınıfı önderliğinde demokratik devrim Yemenli ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşunun yolunu açacaktır. Bunun için mücadeleye değer!” (sayı 152, sayfa 41) 24 Şubat 2012 ✓
panorama
rumda değil. 21 Ocak 2012 tarihinde parlamentoda sözkonusu dokunulmazlık kararı alındı. Böylece Salih ve şürekası hem canını hem de malını kurtarmıştı! 22 Ocak’ta ise Salih, başkanlık yetkilerini –gecikmeli olarak- yardımcısı Hadi’ye devretti. Bunun ertesinde Salih önce Umman’a, birkaç gün sonra da “tıbbi tedavi” için ABD’ye gitti. Bu gelişmeden sonra, Salih’e idam isteyenlerin protestolarının değişik düzeylerde sürmesinin yanısıra, dikkatler esas olarak 21 Şubat 2012 tarihinde yapılması planlanan “Başkanlık seçimi”ne çevrilmişti!
25
güncel
D
26
Dünyada Durum ve Ekonomik Gelişmeler
ünya ekonomisinde 2007’in üçüncü çeyreğinde başlayan devrevi ekonomik kriz devresinde, devrenin kriz aşaması çok büyük bir hızla -takriben bir yıl içinde- aşılarak 2008’in dördüncü çeyreğinde depresyon aşamasına girildi. Bunda 2008 Eylül’ünde ABD’de Lehman Brothers’in iflası ertesinde yaşanan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasının en derin krizi olan mali kriz, bu krizin kısa süre içinde reel sektöre yansıması belirleyici rol oynadı. 2009 yılında, yıl bazında dünya ekonomisi İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez sıfırın altında % - 0,9’luk bir “büyüme” ile küçüldü. Birçok ülke 2009 yılının değişik 3 aylık dönemlerinde İkinci Dünya Savaşı ekonomi tarihlerinin en derin diplerini yaşadılar. Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında, 2009 yılının son çeyreğinde yeniden büyümeye başladı. 2009’ un son çeyreğinde başlayan büyüme 2010’un tümünde, dört çeyreğinde de sürdü. Bir bütün olarak ele alındığında dünya ekonomisi 2010 yılında bir yıl önceye göre kimi rakamlara göre % 4,6, kimi rakamlara göre ise % 5,1 oranında büyüdü. Tabii bu büyüme , % - 0,9’luk bir tabandan yola çıkan bir büyümedir. Bunun dışında bu büyümede motor rolünü, bundan önceki dönemlerden ayrı olarak ABD ve diğer batılı emperyalist ülkeler değil, yüksek tempoyla büyüyen ve dünya ekonomisindeki ağırlıkları giderek artan Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi ülkeler oynuyor. 2010 yılı için Çin’in büyüme hızı % 10,3; Hindistan’ın büyüme hızı % 10,4 idi. Buna karşı gelişmiş endüstri ülkeleri başlığı altında anılan ABD ve diğer batılı emperyalist büyük güçlerin büyüme ortalaması % 3’tü. 2011 yılında da dünya ekonomisinde büyüme, 2010’a göre biraz hız keserek sürdü. 2011 yılındaki büyümenin kesin rakamları henüz yok. Bunlar Mart/Nisan aylarında ortaya çıkacak. Ancak değişik ekonomik araştırma kurumlarının tahminleri % 2-3 arasında oynayan rakamlar veriyorlar. Bu oldukça düşük oranlı büyümede kimi doğal afetlerin, kimi kapitalizm yapısı felaketlerin getirdiği muazzam kayıplar yanında (Japonya’da Tsunami;
ardından Fukuşima) aşılmış görünen mali krizin değişik biçimlerde ve boyutlarda hep yeniden gündeme gelmesi ve bunun yine reel ekonomiyi olumsuz etkilemesi belirleyici rol oynuyor. Bu rakamlar buna rağmen derin mali krizin yansıması sonucu çok hızlı girilen (1 yıl içinde) depresyon aşamasından, yine çok hızlı çıkıldığı ve bir yıl içinde canlanma evresine geçildiğini gösteriyor. 2012 yılına devrevi ekonomik kriz devresinde canlanma aşamasında giriyoruz. Dünya ekonomisi, son 35 yılın ortalama büyüme hızının (ki bu % 3,5 civarındadır) gerisinde bir hızla büyümeye devam ediyor. Normal gelişme içinde bu büyümenin hızlanması ve iki yıl içinde kalkınma evresinin yaşanması gerekir. Ancak bu kriz devresinde hiçbir şey “normal” yürümüyor. Çünkü yukarıda da açıklandığı gibi anormal boyutlardaki bir mali krizin reel ekonomiye de yansıması sonucu, reel ekonomide çok hızlı ve derin bir dip yaşandı; mali krizin görünürdeki hızlı aşılması ile de dipten çok hızlı bir çıkış yaşandı. Burjuva ekonomik araştırma kurumları 2012 için reel ekonomideki büyümenin 2011’e göre biraz daha hız keseceğini öngörüyor. Avro bölgesi için hatta yeniden 0 altı büyüme, yani ekonomik küçülme öngörülüyor. Bu aslında normal değil, ama gerçekçi. Neden? Çünkü görünürde çok hızlı aşılmış olan mali kriz devletlerin borç balonunun şişirilmesi yoluyla “aşıldı”. Zaten aşırı derecede borçlu olan emperyalist/kapitalist devletler batma noktasına gelen finans kuruluşlarının borçlarını üzerlenerek – yani finans kapitalin “zarar”larını toplumsallaştırarak- çöküşü önlediler. Bir dizi ülkede devlet borçlarının, GSYİH‘ya (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) oranı % 100!ü aştı! Özelikle, GSYİH oranı düşük olan, borcu GSYİH’dan daha fazla olan ülkeler için bu iflas anlamına gelir. Artık öyle bir noktaya gelinir ki, çok yüksek faizlerle bile, devletin mali yükümlüklerini yerine getirebilmek için gerekli olan yeni borç bulmak mümkün olmaz. Bu durum AB’de 2010’da İrlanda somutunda, ardından Yunanistan somutunda yaşandı. İlk dalgada
(yani yeni kredi) alacak. Avrupa Destek Fonu’nda şu anda 250 Milyar Avro var. Bunu “kaldıraç” yöntemi ile – Avro bölgesi devletlerinin en başta Almanya ve Fransa’nın EFSF’e verilen kredilerin belli bir bölümüne garanti vermesi yoluyla- 4 katına çıkartma umudundalar. Bu plana göre bundan böyle herhangi bir AB üyesi devlet iflas sınırına gelirse, böylece EFSF 1000 milyar (1 trilyon) Avro’yu harekete geçirebilecek. Bunun karşılığında Yunanistan mali ve ekonomi politikası konusunda egemenlik hakkından vaz geçiyor. Bütün mali ve ekonomik politika doğrudan EFSF, Avrupa Merkez Bankası tarafından, yani gerçekte Almanya/Fransa ikilisi tarafından belirleniyor. Belirlenen bu politikanın köşe taşları da belli: Çok sıkı bir para politikası, -devlet harcamalarında büyük kesintiler- gelirlerin arttırılması, -bunun için küçük ve orta sermayenin ve emekçilerin vergi yükünün arttırılması- devletin küçültülmesi, -özelleştirme- sosyal hakların kısıtlanması. Bu programın uygulanmasının doğrudan ve çok sıkı denetlenmesi.
güncel
diğer Avrupa devletleri devreye girerek, EFSF üzerinden (Avrupa Mali İstikrar Kurumu/ Bu Avro üyesi devletlerin mali güçlerine oranla katkıda bulundukları ortak fon; fonda IMF’nin de payı var. Fon AB üyesi devletlerin mali yükümlülüklerin yerine getiremez duruma düşmesini engelleme amaçlı. Kurulduğunda fonun 750 milyar dolar avroluk bir fon olması planlanmıştı, de fakto 440 milyar Avro toplandı ) toplam 190 milyar Euroluk -110 milyarı Yunanistan olmak üzere- “acil yardım” (yardım dedikleri aslında hiç de düşük olmayan bir faizle kredi vermek) paketleriyle doğrudan iflası geçici olarak önlediler. Çünkü AB bölgesinde, hele hele 17‘lik Avro bölgesinde bir Avro bölgesi üyesi devletin iflası, Avro bölgesinin bugünkü yapısı ile çöküşü; Avro’nun dünya piyasalarında dolar karşısında önemli ölçüde değer kaybetmesi anlamına gelir; AB hem ABD, hem Rusya, Çin vb. ne karşı gerilerdi. İlk “paket”le aşılmış gibi görünen iflas tehlikesi fakat tabii ki geçmedi. 2011 yazında Yunanistan yeniden ödemelerini gerçekleştirememe sorunuyla karşı karşıya geldi. İtalya, İspanya, Portekiz de sırada idiler. AB, en başta da Almanya/Fransa ikilisi bu durumun aşılması adına zirve üzerine zirve düzenlediler. Sıkı pazarlıklar sonucu en son 27 Ekim’de yapılan zirvede yeni bir “paket” bağlandı. Buna göre: - Elinde Yunanistan Devlet Tahvili bulunan mali kurumlar, bunları bunların üzerindeki değerin yarısı kadar değere sahip yeni devlet tahvilleri ile değiştirecek. Yani Yunanistan’ın özel mali kuruluşlara olan devlet borcu yarı yarıya silinmiş olacak. Bunu özel bankalar büyük pazarlıklar sonucu kabul ettiler. Bir açık iflas halinde hiç bir şey alamama yerine, alacağın yüzde ellisini almak daha uygun görüldü. -Özel bankalar açısından bu 100 milyar Avro civarında kayıp demek oluyor. (Fakat bu tabii kağıt üzerinde nominal kayıp. Gerçekte Yunanistan şimdiye kadar ödediği ve hep artan faiz ödemeleriyle aldığı borçtan fazlasını ödemiş durumda.) - Bankaların bu “feragat”ı karşılığında, Avro bölgesi devletleri Yunanistan’dan alacaklı olan mali kuruluşların yarısı silinmiş alacaklarının üçte biri için garanti veriyorlar. (Bunun yarısının da Yunanistan’ın özelleştirmelerden elde edeceği gelirle karşılanması öngörülüyor.) Yunanistan bu yeni “kurtarma paketi” çerçevesinde, Avrupa Devletleri Mali İstikrar Fonu’ndan 2014 yılına dek toplam takriben 100 milyar Avro yardım
Mali piyasalar nasıl işliyor? Bu paket bu zirvenin hemen ardından Kasım başında Cannes’da yapılan G20’ler toplantısında da onaylandı ve adeta kurtuluş planı olarak sunuldu. Bu planın açıklanması ardından bütün dünya borsaları yükselişe geçti. Borsalar bir gün içinde % 5 civarında değer kazandı. Reel ekonomide hiç bir yenilik yoktu. Ama mali piyasada- spekülasyon alanında- bir gün içinde % 5 civarında bir değer yükselişi oldu. Reel ekonominin 2010 yılındaki yıllık değer artışı oranı, borsalarda bir gündeki orana eşitti! Sonra kendisine açıkça dayatılan bu planı kabul eden Yunanistan başbakanı Papandreu Yunanistan’a döndükten sonra, 2 Kasım’da bu planı halk oyuna sunacağını açıkladı. Aslında üzerine çok konuşulan demokrasi adına gayet normal olan ve demokrasi açısından sevinçle karşılanması gereken bu açıklama mali piyasalarda panik yarattı. Öyle ya, kurtuluş diye sunulan plan cidden halkoyuna sunulmaya kalkılırsa sonucun ne çıkacağı belli olmazdı. Hatta Yunanistan’daki kamuoyu yoklamalarına bakılırsa, halkın bu planı reddetme olasılığı büyüktü. 3 Kasım’da dünya borsalarının değer kaybı % 5’in üzerinde oldu. Papandreu’nun aslında taktik bir manevra olarak ileri sürdüğü halkoyu resti, Merkel ve Sarkozy tarafından gerekirse Yunanistan’ı Avro bölgesinden dış-
27
güncel
lama tehdidi ile karşılandı. Papandreu geri adım atarak, referandumu muhalefet partisini ekonomik paketin uygulanması konusunda sorumluluk almaya zorlamak için gündeme getirdiğini açıkladı. Referandumun gündemden kalkması ile dünya borsalarında 3 Kasım’daki değer kaybı da bir iki gün içinde değer kazançlarıyla dengelendi. Yine reel ekonomide hiç bir değişiklik olmamıştı. Ama mali piyasada kıyamet kopuyordu.
Borç balonu şiştikçe şişiyor..Bu balon günün birinde mutlaka patlayacak!
28
2008 Eylül’ünde patlayan sınırsız spekülasyon balonunun beraberinde getirdiği finans krizi, devletlerin devreye girerek finans sektörünü borçlanarak desteklemesi ile ve finans sektöründe kimi çürümüş unsurların iflası ile görünürde aşıldı. Bu aşılma çok daha büyük boyutlarda bir finans krizinin temelleri döşenerek güya aşıldı. Gerçekte her önemli siyasi karardaki aşırı dalgalanmaların günlük trilyon dolarla değer kayıpları, değer kazançlarının gösterdiği gibi gerçekte aşılmış bir şey yoktur. Şimdi aşırı şişmiş ve her gün biraz daha şişen bir devlet borçları balonu ile karşı karşıyayız. Gerçekte olmayan değerlerle bunlar gerçekten varmış gibi alış veriş yapılıyor. Dünyada karşılığı olmayan trilyonlarca dolar değerinde kağıt, gerçek değerlermiş gibi dolaşıyor. Bu dolaşım ağının çökmemesi için devlet borç balonları şişmeye devam ediyor. Öyle ki kimi devletler doğrudan iflas noktasını aşmış durumda, bir dizisi de bu noktaya giderek daha fazla yaklaşıyor. Önümüzdeki dönemde bu aşırı şişen balonların patlaması kaçınılmaz. Bu patlamanın önce AB Avro alanında Yunanistan’ın resmen iflasını ilan etmesi – yani borç hizmetini yerine getiremeyeceğini resmen açıklaması-, bunun ardından Yunanistan’dan yüksek alacaklı bankaların iflas etmesi ve dünya finans sisteminde büyük kayıpların yaşanması, bugünkü borsa değerlerinin geçen finans krizinde olduğundan daha fazla değer kaybetmesi (2008 Eylül’ü/2009 Ekim’i arasında borsaların değeri yarıya inmişti) yoluyla fiktiv sermayenin önemli bir bölümünün yok edilmesi şeklinde gelişmesi olasıdır. Bu halde Yunanistan Avro bölgesinden çıkar, yeniden drahmiye ve ulusal ekonomiye dönerek önemli ölçüde küçülerek sağlıklı hale gelmeye çalışır. Avro bölgesi daralır. Bu daralmanın ne ölçüde olacağını gelişmeler belirler. Herhalde Yunanistan’ın iflası halinde Avro bölgesi-
nin bugünkü kapsamı ile sürdürülme imkanı yoktur. Tabii bu senaryo dışında senaryolar da mümkündür. Mümkün olmayan tek şey vardır: Borç balonunun patlamadan şişmeye revam etmesi, kimi yamalarla büyük bir patlamanın uzun süre engellenmesi. Boyutları itibarı ile 2008 Eylül krizinden çok daha büyük bir mali kriz, bir büyük patlama kaçınılmazdır. Anda bilinmeyen tek şey bunun ne zaman olacağı –ki çok uzun süre daha sürdürülebilir değildir durum- ve somut olarak nerde, nasıl patlayacağıdır. Emperyalistler de aslında patlamanın kaçınılmazı olduğunu biliyor. Bunun bir anlamda ayakları yerden (gerçek üretiminden, reel ekonomiden) kesilmiş olan finansal sistemin reel maddi temellere kabul edilebilir ve sürdürülebilir oranda yakınlaştırılması için zorunlu olduğunu, piyasada büyük ölçüde bir temizliğin (fiktif sermaye tasfiyesinin) gerekli olduğunu biliyorlar. Ancak bu patlamadan büyük zarar görecek sermaye kesimleri (ki bu finans krizi bugüne kadarkilerden daha derin olduğu gibi, bunun reel ekonomiye yansıması da o kadar güçlü olacak) ve bunun siyasi sorumluluğunun çok büyük olduğunu bilen siyasetçiler balonu yamayarak şişirmeye devam ediyorlar. Yaptıkları günü kurtarmak, bir anlamda patlamayı mümkün olduğunca ertelemektir. Şimdiye kadar yaşanan en büyük mali krizi beraberinde getirecek olan büyük patlama, tabii ki reel ekonomiyi de olumsuz olarak etkileyecektir. Eğer bu patlama önümüzdeki bir iki yıl içinde gerçekleşirse, –ki bu mümkündür- bu içinde bulunduğumuz devrevi kriz devresinde iki dipli bir devre yaşayacağımız anlamına gelir. Büyük patlama mali alanda çok büyük kayıpları ve iflasları beraberinde getirirken, reel ekonomiye yansıması birebir olmayacaktır. Mali alanda gerileme ve kayıplar oran olarak, reel ekonomide olandan çok daha yüksek olacaktır. Çünkü bu alanda rantlar da reel ekonomide olduğundan çok daha yüksektir. 2008 mali krizi sonrasında bir yıl içinde finans alanında kayıp –gerileme % 50 iken, reel ekonomide % 5’lik büyüme % -0,9’a düştü. Yani % 6 civarında idi. Bunun dışında şu da kesindir: Büyük patlama, emperyalist dünyanın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en derin ekonomik krizine yol açsa da, bu kapitalizmin sonu olmayacaktır. Kapitalizm kendiliğinden çökmez. O proleter devrim için objektif şartları olgunlaştırır. Onu tarihe gömmek için işçi sınıfının bilinçli, örgütlü eylemi gereklidir. Bu bağlamda ne yazık ki işçi sınıfı ve emekçi yığınların olgunlaşan
Demokrasi yalanı Emperyalistlerin en büyük yalanlarından biri onların demokrasi yanlısı olduğudur. “Özgürlük ve Demokrasi”. Bu iki sözcük emperyalizmin propagandacılarının ağzında sürekli çiğnenen bir sakızdır. Emperyalist politikacılar, savundukları emperyalist devletin emperyalist rakipleri söz konusu olduğunda veya bağımlı ülkeler söz konusu olduğunda özgürlük ve demokrasi savunucusu kesilirler. Hatta Yugoslavya’nın parçalanmasında olduğu gibi,
kullanıldı. Hükümet temsilcilerinin zirveleri de aslında mali krizin yaratıcısı da olan uluslararası finans kuruluşlarının mutfak çalışmasını yaptıkları planların onay mercii olarak noterlik görevini yerine getirdiler. AB’de son dönemdeki gelişmelerde, seçilmiş siyasetçilerin dikte edilen ve halka rağmen uygulanması gerçekten de zor olan ekonomik programları hayata geçirmedeki çekingenliği ve beceriksizliği karşısında onlar şimdilik bir kenara bırakılarak “demokrasinin beşiği” olarak tanıtılan Yunanistan’da Avrupa Merkez Bankası müdür yardımcılarından Papademos önderliğinde bir geçici hükümet kuruldu. İtalya’da
güncel
devrim şartlarını devrime dönüştürme için hazırlığı çok yetersizdir.
Büyük patlama mali alanda çok büyük kayıpları ve iflasları beraberinde getirirken, reel ekonomiye yansıması birebir olmayacaktır. Mali alanda gerileme ve kayıplar oran olarak, reel ekonomide olandan çok daha yüksek olacaktır. Çünkü bu alanda rantlar da reel ekonomide olduğundan çok daha yüksektir. Irak’ın, Afganistan’ın işgalinde olduğu gibi, Libya’da Kaddafi’yi, Libya halkını bombalayarak devirdiklerinde olduğu gibi “demokrasi” adına savaşlar yürütürler. Rusya, Çin vb. söz konusu olduğunda bunlardaki demokrasi eksiklikleri dile getirir, protesto ederler. Türkiye gibi ülkeler hakkında hazırladıkları raporlarda demokratikleşme konusunda atılacak adımlar bağlamında direktifler verir, taleplerde bulunurlar. Demokrasi tüyleri takınarak gezerler ortalıklarda. Fakat demokrasi kendi çıkarları ile çeliştiğinde, bu kaba maskede çatlaklar çıkar ortaya. O çatlakların ardında kirli, gerçek yüzleri görülür. Bunu örneğin 2008 mali krizi ertesinde yaşananlarda çok açık gördük, görmeye devam ediyoruz. Emperyalist ülkeler güya belli aralıklarla yapılan seçimlerde işbaşına gelen, halkın seçtiği kurum ve kişilerce yönetiliyor. 2008 mali krizi ertesinde alınan ve uygulanan acil eylem planlarında seçilmiş parlamentolar gerçekte devre dışına çıkarıldı. G-8 /G 20 toplantılarında aslında büyük finans kuruluşlarının hazırladığı eylem planları hükümet temsilcileri tarafından onaylandı ve uygulamaya konuldu. Parlamentolar en iyi halde sonradan bu planların açıklandığı forumlar olarak
Berlusconi önderliğindeki hükümet dağıtıldı, yerine ekonomi bilimcisi Mario Monti önderliğinde parlamento dışından oluşturulan 12 kişilik bir hükümet kuruldu. Tabii bu hükümetler programlarını parlamentoya sunup onay aldılar. Yani görünürde parlamenter demokrasi –her ne kadar hükümetler parlamento tarafından oluşturulmamış olsa da- işliyor. Ama nasıl işliyor? Parlamentoların onay dışında bir tercihi mümkün değil. Çünkü hem Yunanistan, hem İtalya somutunda Avrupa Merkez bankası; AB’nin yönetici güçleri Alman ve Fransız emperyalistleri ve hem de ABD Dünya Bankası ve IMF’nin her iki ülkeye dayattığı net: Ya bizim dayattığımız programı, bizim dayattığımız hükümetle yürütmeyi kabul edeceksiniz ya da devlet iflasını ilan edeceksiniz. Emperyalistler işlerine gelmediği zaman demokrasiyi –lafzını bir yana bırakmadan- rafa kaldırmakta hiç bir sakınca görmüyorlar. Lenin’in emperyalizmin siyaseti konusunda yaptığı “emperyalizm bütün çizgi boyunca gericiliktir” tespiti somut pratikte her gün yeniden kanıtlanıyor.
Fırsatlar ve tehlikeler Bütün bu gelişmelerin sonucu burjuvazinin teşhiri
29
güncel 30
için bol malzeme çıkıyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin kendi doğrudan yaşadıkları üzerinden, komünist propaganda ve ajitasyonun doğru olduğunu görmeleri için durum iyi. Bir yandan kriz var denip, ücretler kısıtlanır, işçiler işten çıkarılır kazanılmış haklar kısıtlanırken, diğer yandan bankalara, tekellere milyarlarca dolar hibe ediliyor. Bu devletin kimlerin devleti olduğunu açık olarak gösteriyor. Diğer yandan kitleler artık yeter, bundan ötesi olmaz deyip ayaklandıklarında, yıkılmaz, sarsılmaz denen sistemler sarsılıyor. Devrimci faaliyetin başarısı için büyük fırsatlar var. Dünya’da devrimci mücadeleyi büyütmenin objektif koşulları olgun. Sorun emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünde, devrimci komünist önderliğin eksikliğinde yatıyor. Bu eksiklik sonucu kitleler Mağripte olduğu gibi ayaklansalar, nefret ettikleri diktatörleri devirseler bile, yerine kendi iktidarlarını kuramıyorlar. Komünist faaliyet bu eksikliği gidermek içindir. Çalışmalarımızda ekonomik verilerin olduğu gibi ortaya konması ve doğru yorumlanması gereklidir. İşçilerin güven duydukları bir yapının olması gerekir. Bu yapı ajitasyon yapma adına palavra atmamalı, gerçek ne ise onu ortaya koymalı, yapabileceklerini söylemeli, söylemlerine uygun davranmalıdır. İşçilerin, emekçilerin özü-sözü bir olan güvenilir bir yapıyı mücadele içinde görmeleri lazım. İşçi sınıfı içinde “sol” adına iş yapanların pratikteki olumsuz ve yanlış duruşları, işçilerin devrimcilere güvenini yitirmesine neden olmakta, işçiler güven duymamaktadır. “Sol”un yaptığı çalışmalar, yaptığı hatalar vb. nedenleri dolaysıyla, işçiler içinde “sol”a güven yok, tersine güvensizlik var. Devrimcilerin, sosyalist iddiasında olanların işçi sınıfı içinde çalışmalarında tutarlı olmaları, kendi yaşamlarında da sınıftan yana tavırlar içine girmeleri lazım. İşçilere söylenmesi gereken şudur: devrim işçi sınıfın, emekçilerin yapacağı iştir, başkasından beklenilmemelidir. Şunun bilincinde olmalıyız: Devrim bir öncü örgütün işi değil, kitlelerin işidir. Fakat devrimin başarısı, burjuvazinin bir kesiminin yerine bir başka kesiminin iktidarının kaldıracı olmaması için, öncünün faaliyeti belirleyici önemdedir. Bir yandan devrim için, devrimci faaliyet için şartlar her geçen gün daha olgunlaşıyor. Diğer yandan fakat gelişmeler, demagojik antikapitalist ve ırkçımilliyetçi söylemlerle ortaya çıkan açık faşist güçlerin gelişmesi için fırsatlar yaratıyor, bu anlamda devrim-
ci gelişme açısından tehlikeler de içeriyor. Avrupa’da açık faşist partilerin iktidarda olduğu ülkeler var; örneğin Macaristan’da parlamentoda 2/3 çoğunluğa sahip hükümet partisi açıkça faşist bir programa sahip. Onun da daha sağındaki Nazi propagandası yapan parti ikinci büyük parti. Romanlara karşı pogromlar (yalnızca Macaristan da değil, Bulgaristan’da) geliştiriliyor. Hollanda’da faşist parti % 20’lere yakın oy alıyor. Burjuvazinin faşist örgütleri nasıl besleyip büyüttüğü son dönemde Almanya’da bir kez daha belgelendi. Görüldü ki, Alman “Anayasayı Koruma Kurumu” (Almanya MİT’i) 10 yıldır cinayetler işleyen bir Nazi terör örgütünün esas finansörüdür! Almanya’daki faşist Parti NPD (Almaya Ulusal Demokrat Parti), yönetim kademelerinin üçte biri devlet ajanı olduğu gerekçesiyle yasaklanamadı! Yine Almanya’da Sosyal Demokrat Parti üyesi Sarrazin’in açık ırkçılık propagandası yapan ve Nazilerin sahip çıktığı “Almanya kendi kendini yok ediyor” kitabı aylardır en çok satan listesinde. Avrupa’daki toplumlarda krizin derinliğine paralel olarak toplumda zaten var olan ırkçı yaklaşımlar, burjuvazi tarafından körüklenerek daha da gelişiyor. ABD’de “Tea party” (Çay Partisi) ismi altında Cumhuriyetçi Parti içinde örgütlenen grup açıkça faşist görüşler savunuyor. Bu tehlikeleri de görüp, buna karşı doğru taktikler geliştirmek görev. Antifaşist mücadelede faşizmin kapitalizmin ürünü olduğunun, faşizmin ancak kapitalizmin yıkılması ile bir daha dönmemecesine tarihe gömülebileceğinin gösterilmesi bizim çalışmalarımızda merkezde durmak zorunda.
İşgal Et Hareketi “Arap Baharı” bütün dünyada emekçiler, halklar açısından cesaret ve umut verici bir rol oynadı. Bir dizi ülkede kitle hareketleri Arap Baharına atıflarda bulundu. Örneğin İspanya’da krizin yükünün emekçilerin sırtına yüklenmesine karşı başkentin en büyük meydanını günlerce işgal eden eylemciler, meydana “Tahrir meydanı” ismini verdiler. Son dönemde öncelikle emperyalist ülkelerde yine Arap Baharının silahsız kitle eylemlerine, kamusal alan işgallerine atıfta bulunan bir “İşgal Et” hareketi gelişiyor. Hareket önce ABD’de New York Borsasının bulunduğu cadde olan “Wall Streeti İşgal Et” şiarı altında gelişti. Ve hala da, polisin yoğun saldırılarına ve Wal Streetteki işgali şiddet kullanarak dağıtmasına rağmen, en güçlü olarak ABD de sürüyor. Avrupa’da finans merkezleri Londra, Frankfurt, Paris’te de ben-
yasi olarak bu slogan işçi sınıfı ve emekçilerin sınıfsal çıkarları ile burjuvazinin en zengin kesim içinde yer almayan kesimi arasındaki çelişmeleri gözlerden gizleyen bir slogan. Sonuç olarak bu sloganın hedefi kapitalizmi yıkmak değil, en iyi halde yüzde bire ket vurarak, kapitalizmi biraz “uygarlaştırmak”. Hareket katılımı itibarı ile de bir işçi hareketi değil. Zaten eylemin biçimi (sürekli işgal) çalışan bir işçinin bugünkü şartlarda katılımına imkan veren bir biçim de değil. Daha çok işsiz gençlerin katıldığı, küçük burjuva nitelikli bir hareket. Bütün zaaflarına rağmen, bu hareket emperyalist ülkelerde de sessizliği bozan, toplumda bir tartışma ve hareketlenmeyi körükleyen bir hareket olarak olumlu rol oynuyor. Hareket içinde hareketin andaki küçük burjuva reformcu ve pasifist çizgisini eleştirerek yer almak, güç oranında doğru bir siyaseti bu hareket içine taşımak da görevdir.
güncel
zer eylemler yapıldı, yapılıyor. Yalnızca finans merkezleri değil, Waşington, Berlin gibi yönetim merkezlerinde de işgal hareketleri var. Bu eylemlerin bir özelliği eylemlerin örgütlenmesinde internetin oynadığı rol. Eylemlere çağrı internet üzerinden yapılıyor. Kamusal alanda “işgal” eylemi, caddelerde, parklarda vb. uzun süreli kamplar kurma biçiminde gerçekleştiriliyor. Böylece uzun süreli bir protesto eylemi başlatılıyor. İşgal Et hareketi homojen bir hareket değil. İçinde kapitalizmin yıkıcı etkilerine karşı olan her çeşit örgüt ve insan var. Hareket içinde yer yer gerçekten antikapitalist güçler yer almasına ve bunlar hareket içine antikapitalist görüşler taşımasına rağmen, hareket geneli itibarı ile genelde kapitalizme karşı değil, sömürüyü fazla kaçıran “aç gözlü spekülatörlere, bankerlere” karşı; finans kapitalin spekülasyonlarının sınırlandırılmasını, kuralsızlığın kaldırılmasını, kapitalizmin “uygarlaştırılmasını” talep eden bir hareket. Hareket kendisinin “ %99 ‘un % 1 e karşı” hareketi olduğu iddiasında. “Yüzde 99 Yüzde Bire Karşı” İşgal Et Hareketinin en temel sloganı. Bir yanı ile doğru bir biçimde var olan ve neo liberal politik ekonomi ile son on yıllarda iyice bozulan gelir dağılımındaki muazzam eşitsizliğe dikkat çekiyor bu slogan. Gerçekten toplumun çok küçük bir bölümünün elinde, toplumun tüm zenginliğinin çok büyük bir bölümü toplanmış bölümde. Toplumun çok küçük bölümünü oluşturan (% 1 bunu ifade ediyor) en zengin kesim, toplumun zenginliğinin çok önemli bölümüne el koyuyor. Örneğin ABD’de ülkenin en zengin 400 kişisinin elinde bulunan değer, toplumun en az ve az gelirli 150 milyon kişisinin elinde bulunan değere eşit. (Der Spiegel 43/2001, s74) 1983 ile 2007 arasındaki dönemde ABD’de en zengin % 1’lik kesimin net geliri % 103 artarken; en alttaki % 40’lık kesimin net geliri % 63 azalmış! Bu kadar büyük farklar olmasa da, bütün emperyalist dünyada gelir dağılımındaki eşitsizliklerin büyümesi genel eğilim. %1, % 99’a karşı, bu gelişmeye karşı duyulan tepkinin ifadesi olarak ele alındığında, abartılı da olsa belli bir gerçekliğe işaret eden, dikkat çeken bir ajitasyon sloganı olarak kullanılabilir. Fakat bu slogan aynı zamanda hareketin sınıfsal ve siyasi niteliği hakkında da bilgi verici bir slogan. Sınıfsal olarak bu slogan burjuvaziyi en zengin %1’e indiren, bir bütün olarak burjuvaziyi, kapitalizmi değil, onun en üstteki kesimini hedef alan bir slogan. Burjuvazi % 1’den daha kapsamlı bir sınıf. Si-
Ülkelerimizde Durum ve Gelişmeler Ekonomik gelişmeler Antakya (Arabistan), Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de (AA/KK/T) ekonomik gelişmeler genel hatları itibarı ile dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelere paralel oldu. 2008 mali krizi AA/KK/T ekonomisine de, zaten içinde bulunulan devrevi ekonomik kriz devresinde kriz aşamasından depresyon aşamasına çok hızlı geçilmesi ve dibin çok derin olması biçiminde yansıdı. Ancak farklar da vardı. Mali kriz Türkiye’de finans sektöründe herhangi bir banka ya da mali kurum iflasına yol açmadı. Bunun nedeni 2001 krizi ertesinde mali sektörün bütünüyle yeniden düzenlenmiş olmasıdır. Bu anlamda AA/KK/T ekonomisi mali krize, diğer batılı ekonomilerden daha hazırlıklı girmişti, daha az zararla çıktı. Bunun dışında AA/ KK/T ekonomisi yerleşik emperyalist batılı ekonomilere göre depresyon evresinde canlanma evresine daha yüksek büyüme temposu ile geçti. 2010 yılında ekonomi yıl bazında % 9 büyüdü. 2011’in ilk üç aylık döneminin büyüme hızı % 12 büyüme ile Çin’in de önünde, bu üç aylık bazda dünya rekoru anlamına geliyordu. 2011’in ilk dokuz ayı sonunda büyüme ortalama % 9,6 idi. (Bkz. TÜİK Haber Bülteni, sayı 252,12 Aralık 2011, s 1) Dördüncü üç ayda büyümenin hızında düşüş olduğu biliniyor. Bunun ne kadar olduğu Mart’ta rakamlar çıkıncı belli olacak. Fakat yıl bazında %8 civarında bir büyüme olacağı görünüyor. Bu hem dünya ortalamasının, hem de en baş-
31
güncel 32
ta batılı emperyalist ülkelerin büyüme oranının çok üzerinde bir büyümedir. AA/KK/T’de “sol” un önemli bir bölümü bu büyüme gerçeğini yok sayıyor. İki gerekçe getiriliyor: 1. “Gerçek durum bu değildir. Bunlar AKP’nin denetimindeki resmi istatistiklerdir. Gerçek durumu yansıtmamaktadır vs.” Bu bağlamda söylenecek şey şudur: Bu kendi kendini kandırmadır. Yalnızca AKP denetimindeki TÜİK istatistikleri değil Dünya Bankası, IMF, bir dizi yabancı ekonomi enstitüsünün rakamları da Türkiye’de yüksek oranlı büyümeyi gösteriyor. Kaldı ki, burjuvazinin de kendi karlarını arttırmak için gerçek durumun bilgisine ihtiyacı vardır. 2. “Ne büyümesi? İşçilerin, köylülerin emekçilerin durumuna bakın. Onlar gün geçtikçe yoksullaşıyor. Büyümüyor, küçülüyoruz vs.” Bu gerekçe, bu gerekçeyi getirenlerin kapitalist ekonominin mekaniğinden zerrece bir şey anlamadıklarını gösterir. Bunlar kapitalizmi halk için, emekçi için, işçi için bir refah aracı olarak görüyor. Emekçilerin refah durumuna bakarak, büyüme olup olmadığına karar veriyor. Hayır, kapitalizm emekçiler için refah sistemi değildir. Kapitalizmde büyüme öncelikle ve esas olarak burjuvazinin zenginliğini arttıran bir büyümedir. AA/KK/T’de burjuvazi açısından, en başta da tekelci burjuvazi açısından – ama yalnızca onlar açısından değil, daha az da olsa, KOBİ’ler açısından da- işler tıkırındadır. Tekellerin karı son dönemlerin en yüksek karlarıdır. Kaldı ki veriler halkın durumunun gittikçe kötüleştiğini de göstermiyor. İki önemli veri: Uluslararası alanda gelir dağılımında eşitliği/eşitsizliği göstermek için kullanılan 0-1 arası bir skalada 0’a yaklaşıldıkça bir iyileşmeye işaret eden Gini Katsayısı bağlamında, Türkiye’nin Gini Katsayısı 2002’de 0.44 idi, 2010’da bu rakam 0.402 ye gerilemişti. Bu gelir dağılımı adaletsizliğinin ortadan kalktığı vs. anlamına gelmiyor, (2010’da nüfusun en düşük gelirli % 20’si, gelirlerin % 5,8’ne sahipken; en üst gelirli % 20’nin gelirlerden aldığı pay % 46,4 idi) ama yüzde 20’lik nüfus dilimlerinin toplumsal zenginlikten aldıkları pay bağlamında 2002-2010 arasında en az kazanan % 20’lik bölümün payının az miktarda da olsa arttığını gösteriyor. Son yayınlanan işsizlik rakamları, işsizlik oranında da bir gerileme olduğunu gösteriyor. Eylül 2011 itibarıyla işsizlik oranı % 8,8 ile son 7 yılın en düşük seviyesinde idi.
AA/KK/T ekonomisinde beklenti büyümenin 2012’de de hız keserek sürmesidir. Bu hız kesmede cari açığı küçültmek için ithalatta belli ölçüde kısıntıya gidilerek (ithalat mallarının önemli bölümü üretimde kullanılan ara mallar olduğu için bu üretimde de hız kesme anlamına geliyor) “ekonominin soğutulması” siyaseti rol oynayacak. Bunun yanında tabii dıştan kaynaklı tehlikeler büyük. Uluslararası alandaki olası bir büyük patlama kaçınılmaz olarak son dönemde ihracatı önemli ölçüde artan TC ekonomisi açısından (2011 yılı ihracat tutarı 135 milyar dolara yakın!) büyük olumsuz etki yapacaktır. Büyüme oranının ne kadar düşeceği bu dış faktörlere de bağlıdır. Şunu tespit etmek zorundayız, Türkiye ekonomisi burjuvazinin çıkarları temel alındığında, son dönemde eski dönemlere oranla çok daha iyi yönetiliyor. “Sol” genelde bu gerçekleri olduğu gibi kavrayıp, bu gerçekler temelinde siyaset geliştirme yerine, “her geçen gün daha kötüye gidiyoruz” temelinde siyasetsizlik üretiyor, bu yüzden de bir türlü siyasi alternatif olamıyor.
AKP Hükümet olmaktan, İktidar olmaya yürüyor 2011’in en önemli siyasi olaylarından biri kuşkusuz seçimlerdi. Seçim kampanyası sırasında “Sol” un beklentisi AKP’nin geriletilmesi idi. Öyle ya halkımızın durumu her geçen gün kötüleşiyordu. Halkımız AKP‘ne sandıkta dersini verecekti. CHP’nin video kaset ile başa gelmiş yeni “umut” başkanı, AKP’ni sandığa gömme çağrıları yapıyor, CHP’nin % 40 oy alacağını söylüyordu. Bu durumda bir CHP MHP koalisyonu bile kurulabilirdi. Sonuçta seçimler yapıldı. Sandıktan üçüncü kez AKP, oylarını da arttırarak tek başına iktidar olarak çıktı. Seçime katılım geçmiş seçimlere göre daha yüksekti. AKP’nin oyu bu kez neredeyse % 50 idi. Geçerli her iki oyun biri AKP lehine kullanılmıştı. Bu açıkça halkın önemli bölümünün AKP hükümetinden hoşnut olduğu anlamına gelir. Bu gerçeği tespit edip, bunun nedenlerini araştıracak yerde, seçim ertesinde yine bu “yanlış seçim” in nedenleri üzerine gerekçeler üretildi. Kemalist kesimin en ilk gerekçesi, seçim sahtekarlığı. AKP katiyen %50 oy alamazdı. Aldığına göre mutlaka seçim sahtekarlığı yapılmıştı vs. Bu gerekçe kendi kendini avutmaktan başka bir şey değildir. Hemen her sandık başında her partinin temsilcisinin olduğu bir ortam-
gerek minimum sayı 330. Anayasa değişikliği, hatta AKP’nin iddiası olan yeni Anayasa yapma işini AKP tek başına yapacak güce sahip değil. Diğer tüm yasaları istese değiştirebilir gücü var. Yürütmede: Şimdi 10 yıldır hükümet tek başına ellerinde. Polis teşkilatının çok büyük bölümü ellerinde, bürokrasinin %90’ı ellerinde. Ordu ellerinde değil, fakat orduyu da siyaseti belirleme durumundan çıkardılar. Ordu hala siyaseti etkiliyor, fakat artık belirleyemiyor. Ordu ile AKP ilişkileri/gücü “pat” durumunda. Bunun en açık örneğini 2011 yazında YAŞ öncesinde ve YAŞ’ta gördük. Türkiye tarihinde ilk kez Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu generallerin terfileri konusunda AKP hükümeti ile anlaşamayan Genel Kurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanı istifa ettiler. Genel Kurmay başkanı kamuya yayınladığı istifa mektubunda TSK’nın hain bir saldırı altında olduğunu, bunu protesto ettiklerini vs. söyledi. Aslında bu istifalar isyan çağrısı idiler. Ama çağrıya uyan olmadı. Hükümet resti gördü, 4 saat içinde yeni Genel Kurmay başkanını atayarak, zamanın değişmiş olduğunu gösterdi. YAŞ’ta da asker kanatla hükümet kanadı arasındaki çelişmeler sürdü. Asker kanat tutuklu generallerden terfisi gelenlerin terfilerinin yapılmasını (hüküm giymedikçe suçsuz sayılırlar gerekçesiyle) talep etti; hükümet yargıda olanların hepsinin emekli edilmesini istedi. Sonunda ne asker kanadın, ne de hükümetin istediği oldu. Mahkemeler sonuçlanana kadar statülerin korunması noktasında uzlaşma sağlandı. Pat durumu dediğimiz güç dengesinin bir ifadesidir bu. Son olarak ordunun belirleyici olmaktan çıktığının çok açık bir örneğini daha yaşadık. İnternet Andıcı davasında ifade verenlerin büyük bölümü siteleri komutanlarının (Dönemin Genel Kurmay Başkanı Başbuğ) emri ile yaptıklarını söylediler ve bu ifadeler sonucu Başbuğ tutuklandı. İfadeyi verenler Başbuğ’un tutuklanamayacağını düşündüler, ama tersi oldu. Başbuğ’un tutuklanmasından Başbakan da rahatsızlığını dile getirdi, tercihlerinin tutuksuz yargılanma olduğunu açıkladı, ama buna rağmen yargı tutukladı. Türkiye tarihinde ilk defa bir sivil mahkeme eski bir genelkurmay başkanını hükümeti devirmeye teşebbüsten tutukluyor. Ordu-hükümet ilişkisi bağlamında henüz “pat” durumu var, ağırlık yavaş yavaş hükümet, AKP yönüne kayıyor. Yargıda:
güncel
da, seçim sahtekarlığı seçim sonuçlarında büyük değişiklikler yaratacak boyutlarda olmaz. Olmadı. İkinci gerekçe: AKP oyları satın aldı. Halk rüşvetle oy verdi. Bu da oy verme işinin gizli olduğu ortamda kendi kendini kandırmadır. AKP evet halkın önemli bölümü tarafından bu seçimlerde de onaylanmıştır, yetki almıştır. Bu yetki verenler içinde evet en yoksullar, yoksullar, işçiler, emekçilerin önemli bölümü vardır. Gerçek budur. Bu gerçeğin temelinde yukarıda verileri konan ekonomik durum yatmaktadır. Kuşkusuz AKP’ye verilen oylarda ideolojik siyasi yaklaşımlar, eğilimler de rol oynamaktadır. Evet AA/KK/T’de seçim sistemi çok adaletsizdir. Yüzde 10 ülke barajı çok yüksek bir barajdır. Ve bu çok yüksek baraj küçük partilere gitmesi muhtemel oyların büyük partilerde toplanmasına yol açmaktadır. Bu olgudur. Bu olgu olduğu kadar son seçim sonuçlarının gösterdiği bir başka olgu daha var. Baraj bu seçimlerde % 3’e bile çekilmiş olsa, parlamentonun yapısı değişmeyecekti. Bugün parlamentoya giren 4 Parti (BDP de aslında bağımsızlar üzerinden parti olarak girdi parlamentoya) dışındaki partilerden hiç biri yüzde ikiyi bile geçemiyor. AKP çok önemli hatalar yapmazsa önümüzdeki bir kaç dönem iktidarda olacak görünüyor. Şu anda burjuva partiler içinde AKP’nin alternatif olacak bir parti yok. Devrimci sol ise halk nezdinde zaten şu an alternatif değil. AKP burjuvazinin çıkarları açısından yapılması gerekli her işi yapıyor; belediyeler hizmet veriyor, oy tabanı esasen yoksul ve orta kesimden oluşuyor. Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda AKP çok önemli bir yanlış yapmazsa gelecekte de kazanır. Egemen sınıfların kendi aralarında dalaşı açısından değerlendirildiğinde AKP artık yalnızca hükümet değil; o artık gerçek anlamda tek başına iktidar olma yönünde ilerliyor. Bürokrat Kemalist devlet iktidarı adım adım tasfiye ediliyor, devlet AKP tarafından ele geçiriliyor. Bu bağlamda 2010’daki Anayasa Referandumu’ndan sonra, 2011’deki seçim zaferi önemli kilometre taşları, dönüm noktaları oldu. İktidarın üç alanı ele alındığında gelinen yerde egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında durum şu: Yasamada: Yasamada AKP 327 (Meclis Başkanı çıktığında 326) Milletvekili ile istediği yasayı tek başına çıkarabilecek konumda. Anayasa hariç. Anayasayı değiştirmek için
33
güncel 34
Yargının alt ve orta kesimlerinde AKP egemen. Bunu “sahadaki” bütün yargıçlar ve savcıların katıldığı (toplam 12000’e yakın) HSYK seçimleri açıkça gösterdi. Adalet Bakanlığı’nın gösterdiği liste, Kemalist YARSAV listesinin iki mislisi oy aldı. HSYK yargıyı belirleyen, yeni yargıç atamalarını yapan esas kurum. Bu kurumu elinde tutan, uzun vadede tüm yargıyı kontrol eder. Bu bağlamda Kemalistlerin kendi gerçek güç(süzlük)lerinin farkında bile olmadıkları çıktı ortaya. Bilindiği gibi Referanduma sunulmak için AKP oylarıyla karara bağlanan Anayasada değişiklikler öngören yasada, HSYK seçimlerinin usulü de belirlenmiş, her hakim ve savcının bir kişiye oy vereceği bir yöntem yasaya yazılmıştı. YARSAV ve CHP ortak çalışmayla yasanın usulle ilgili maddesini Anayasa Mahkemesi’ne götürdüler. Seçimlerin bu biçimde yapılmasının demokratik olmayacağı gerekçesiyle, liste seçimi istediler. O dönemdeki Kemalist Anayasa Mahkemesi çoğunluğu da bu isteği kabul etti. Hesap YARSAV’ın listesinin kazanacağı üzerine kurulu idi. Hesap seçimden döndü! HSYK’da sonsuza dek iktidar olma hesapları yapanlar, baş aşağı gidip, yeni HSYK üyelerinin atanmasında hiçbir rol oynayamaz duruma geldiler. Yargının alt ve orta kesimlerinde AKP’nin egemenliği mutlak bir egemenlik değil; burada hala Kemalist yargıç ve savcılar da varlığını sürdürüyor. Fakat azınlıkta oldukları kesinlikle görüldü. Uzun vadede de bunlar tasfiye olacaktır. Yüksek yargıda Kemalistler hala egemendir. Yargıtay ve Danıştay’da egemenlikleri sürmektedir. Ancak yeni atamalar HSYK üzerinden yapılacağından bu egemenliğin zamanı sınırlıdır. Anayasa Mahkemesi’nde son gelişmelerin gösterdiği, Kemalist egemenliğin yıkılmış olması, fakat henüz Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin de eline geçmemiş olması, bir pat durumunun varlığıdır. CHP’nin 30’un üzerinde KHK hakkında yürütmenin durdurulması ve iptal istemiyle açtığı davalarda red kararı ancak başkanın oyunun iki sayılması ile çıktı. Yargının tümüyle AKP’nin eline geçmesi AKP’nin bir dönem daha hem hükümeti hem Cumhurbaşkanlığını elinde tutmasına bağlı. En geç bir dahaki dönemde bu süreç tamamlanmış olacaktır. Bir bütün olarak ele alındığında, AKP ile yerleşik bürokrat Kemalist iktidar sahipleri arasındaki iktidar dalaşı esas olarak AKP lehine çözülmüş durumdadır. AKP esas olarak yalnızca hükümet olmaktan çıkmış iktidar olmuş durumdadır. Fakat henüz tam olarak
ele geçiremediği “son kale”ler vardır. Bunlar ordu ve yüksek yargıdır. AKP’nin hedefi 2023’e kadar %100 iktidar olmak, yeni bir anayasa ile Kemalist cumhuriyet yerine kendi cumhuriyetini kurmaktır.
AKP’nin kendi içindeki çelişkiler Bugünkü perspektifle AKP’nin bu hedefe varmasını demokratik seçimlerle vb. engelleyecek bir güç görünmüyor. Olağandışı gelişmeler olmazsa (örneğin Ortadoğu’da bir genel savaş; TC’nin bu savaş içinde yer alması ve savaştan çok ağır kayıplar, yenilgi ile çıkması vb.) ve AKP çok önemli siyasi hatalar yapmazsa, AKP’nin 2023’e kadar iktidarda olması şaşırtıcı olmaz. Tabii askeri darbe ile AKP’ni devirme olasılığı Türkiye şartlarında hiçbir zaman bütünüyle dıştalanamaz. Fakat bu bugünkü perspektifler çok küçük bir ihtimaldir. Ordunun açık darbeci unsurları Ergenekon/Balyoz/Andıç operasyonları ile çok ağır darbe almış, ayrıca darbelerin kötü olduğu noktasında toplumsal bir algı ve yargı da oluşmuştur. Sembolik de olsa, sonuçta belki bir şey çıkmasa da, şimdi 12 Eylül’ün arta kalan paşalarının ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle mahkemeye çıkartılması da, darbe heveslilerini iki kez düşünmeye itecektir. Ayrıca darbenin dış desteği de yoktur. Bu durumda Kemalistler umutlarını AKP’nin bölünmesine, bölünerek küçülmesine, yok olmasına bağlıyorlar. AKP’nin içindeki her çelişme, acaba bölünürler mi umuduyla dikkatle izleniyor ve körükleniyor. Fakat bu umudun da pek gerçekliği yok. Görünen AKP’nin kurumlaşmış olduğu; lider kadrosunu da –Erdoğan’ın yerinin doldurulması çok zor olmasına rağmen- yenileyip yolunu sürdürebileceğini gösteriyor. Başlangıçta ve bir süre R. Tayyip’in devreden çıkması halinde (örneğin bir suikast sonucu) AKP’nin dağılma ihtimali yüksekti. Gelinen yerde böyle bir durumda AKP’nin çok ağır bir yara almasına rağmen varlığını sürdürecek kadar kurumlaşmış olduğu görülüyor. AKP içinde tabii ki çelişmeler var. AKP cemaatler bağlamında esas olarak bir cemaatler koalisyonu görünümünde. Esas iki güç F.Gülen cemaati ve Milli Görüş kökenliler. Bunlar arasında esasta birlik olmasına rağmen, aralarında örneğin Ergenekonun tasfiyesinde kullanılacak yöntemler vs. konusunda taktik farklılıklar vardır. Partideki bu ayrılık emniyette ve yargıda da kendini göstermektedir. Gerek emniyet içinde, gerekse yargıdaki F. Gülenciler, yer yer hükümeti de zora sokan işler yapabilmektedir. Örneğin
AKP genel seçimlerde halka yeni bir Anayasa yapacağını vadetti. Bunun yeni yasama döneminde önceliklerinden biri olduğunu açıkladı. Halktan yeni Anayasa için de oy istedi. Erdoğan seçim sonrası ilk konuşmasında bir kez daha yeni Anayasanın öncelikleri içinde olduğunu ilan etti.
le ve bunu geçirme imkanının olmadığını gördüğü noktada geri çekti. Bunun yerine siyasi iktidarı ele geçirme mücadelesinde elzem olan kimi değişiklikler yapma yolunu tuttu. Şimdi yeni Anayasayı yeniden gündeme getirdi. AKP yeni Anayasa ile 30’lu yılların Atatürkçü- devletçi- Türkçü temellerden uzaklaşmak istiyor. AKP’nin yapmak istediği kendi ideal Anayasasında “ideoloji” (kastettikleri Atatürkçülüğe atıflardır) olmayacak; Türkler dışındaki milliyetleri yok sayan inkarcı ırkçı Türkçülük olmayacak; laiklik yer alırsa tanımı “bütün dinlere eşit uzaklık” biçiminde yapılacak, aşırı merkezi yapılanma olmayacak, yerel yönetimlere çok daha geniş yetkiler tanınacak. Bütün bunlar gerçekte egemen burjuvazinin talepleri. Bu taleplere uygun bir Anayasa, tabii ki en başta özel mülkiyetin korunmasını, bireysel hakları koyacak, grev hakkını karşısına lokavtı koyacak vs. Yani bu
Ardından yeni Anayasa için herkesten, her kurumdan katkı istendi. Bir Anayasa Komisyonu kuruldu. Yeni Anayasa tartışmalarında ilk sorulması gereken soru şudur: AKP gerçekten de yeni bir Anayasa istiyor mu? Yoksa yalnızca şov mu yapıyor? Bu soruya aslında bugün Türkiye’de egemen burjuvazi – AKP onun sözcülüğünü yapıyor- ne istiyor sorusunu sorarak ve buna cevap vererek tamamlamak gerekir. KK/T’in egemen burjuvazisinin iki temel örgütü TÜSİAD ve MÜSİAD yeni bir Anayasa isteklerini açıkça ortaya koymuşlardır. Onlar yeni bir Anayasa istiyorlar. Esasta Türkiye’nin andaki durumu ve gelişmesine ters gelen, uluslararası alanda işbirliği yapılan emperyalist ülke ve kurumların talepleri ile çelişen, gelişmeye dar gelen bu Anayasanın değişmesini istiyorlar. TÜSİAD bu isteğini daha 1990’larda ortaya koydu. Yani AKP yeni Anayasa konusunda gayet ciddidir. AKP yeni bir Anayasa yapmak istiyor. Bu AKP’nin programında da var. Geçen dönem bir taslağı tartıştırmaya başladı, ardından Kemalist tepkiler nedeniy-
Anayasa gerici bir burjuva demokrasisinin Anayasası olacak. AKP böyle bir Anayasa yapmak istiyor. Fakat böyle bir Anayasayı tek başına yapacak gücü yok. 326 Milletvekili Referanduma sunulacak bir Anayasa değişikliği yapmaya yetmiyor. Kaldı ki, Anayasal anlamda şimdiye kadarki Kemalist faşist cumhuriyetin yerine yeni bir cumhuriyet geçirme anlamına gelecek böyle bir yeni Anayasaya bizzat AKP içinden itiraz getirecek güçler vardır. Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi bile teklif edilemez ilk üç maddesinin AKP içinde de –çok olmasa da- savunucuları vardır. Yani AKP tek başına Anayasa yapmaya katlığında bizzat kendi içinden fire verecektir. Kaldı ki yeni Anayasa bağlamında, AKP içinde bir bölüm –başta Erdoğan olmak üzere- devlet örgütlenmesinde Başkanlık sisteminin bugünkü parlamenter sistemden daha iyi olduğu görüşünde. Onun ideal Anayasası aynı zamanda Başkanlık sistemini içeren bir Anayasa. Buna ise AKP de karşı olanlar, şu anda taraftar olanlar kadar,
Yeni Anayasa tartışmaları
güncel
Erdoğan ve AKP’nin Milli Görüş kökenli kanadı Kemalistlerin iktidardan tasfiyesinde daha dikkatli ve temkinli yürünmesinden yanadır. Bu bağlamda örneğin kimi tutuklulukların uzunluğundan, gereksiz gördükleri, her şeyin siyasi sorumlusu olan hükümeti zor duruma sokan tutuklamalardan vb. rahatsızdırlar. Ancak bütün bunlar iktidar için birbirlerine ihtiyaçları olan ve özde bir olan bu gurupların partiyi bölecekleri vb. anlamına gelmez.
35
güncel 36
belki hakta onlara göre daha güçlü görünüyor. Yani olmaz. Bu dönemde yeni Anayasa yapılabilmesi için AKP ya, CHP ve MHP ile; ya da BDP ile uzlaşmak, anlaşmak zorundadır. Ancak bu halde 330 bulunabilir. Ancak CHP ve MHP en baştan, “değiştirilemez üç madde” den yana olduklarını açıklamışlardır. O halde bunlarla yeni Anayasa mümkün değildir. Sayısal olarak çok zorlama ile BDP ile kurulacak bir ittifakla yeni bir Anayasa yapılabilir. Yeni Anayasa aslında Kürt sorununun barışla bağlanabilmesi için de olmazsa olmaz ön şarttır. Bu anlamda böyle bir anlaşmanın mantıki, maddi temeli vardır. Ancak BDP’nin AKP’ni baş düşman ilan ettiği; AKP’nin BDP’ni PKK ile eşitlediği bir ortamda böyle bir birliktelik siyaseten imkansızdır. BDP ile birlikte yapılacak yeni Anayasanın AKP’ne getireceği artı Kürt oyları ve liberal oylarla; AKP’nin kaybedeceği Türk milliyetçisi oylar karşılaştırıldığında, AKP’nin kaybı kazancından büyük olur. BDP açısından da baş düşman ilan edilen AKP ile ortak iş yapma, ona oy kaybettirir. O halde bu dönemde yeni bir Anayasa yapılma ihtimali yok denecek kadar azdır. Şimdi atılan “anayasa hazırlama turları” bu anlamda nafile turlardır. Fakat bir başka açıdan bunlar nafile turlar değildir. AKP bir yandan Anayasayı tartıştırarak, gündemi istediği gibi belirleme şansına sahip olmakta; diğer yandan bu Anayasa tartışmaları içinde kendi Anayasa taslağını olgunlaştırmaktadır. Bu olgunlaşmanın belli bir aşamasında, AKP kendi Anayasa taslağını, bu benim taslağımdır, toplumda tartışılarak ortaya çıkarılmış, toplumsal uzlaşmayı ifade eden taslaktır diyerek, meclis gündemine getirip – çıkmayacağını bile bile oylatması da, küçük bir ihtimal de olsa- mümkündür. Bu durumda BDP köşeye sıkıştırılmış olur. AKP’de bir dahaki seçimlere “Biz demokratik bir Anayasa yaptık. Ve bunu meclisten geçirmek, yasa haline geçtirmek, halka sunmak için elimizden gelen her şeyi yaptık. Ama engellendik. Şimdi sizden bize tek başımıza Anayasa yapacak çoğunluk vermenizi istiyoruz” şeklinde bir propaganda ile seçimlere gidebilir. Bu arada bu dönemde, yeni Anayasa yapılmaksızın, 1982’nin delik deşik olmuş Anayasası üzerinde CHP ve MHP’nin yapmaya hazır olduğu kimi Anayasa değişiklikleri de yapılabilir. Bu CHP ve MHP açısından, biz Anayasa değişikliklerine karşı değiliz deme avantajını verir. AKP açısından ise iktidar yolunda yürü-
menin kimi başka engelleri ortadan kaldırılmış olur. PKK’nin Anayasa konusunda getirdiği minimum talep “1921 Anayasası”nın temel alınmasıdır. Aslında 1921 Anayasasında öngörülen özerklik adına geniş yerel yönetim yetkilerinden başka bir şey değildir. Bu yerel yönetimler ulusal kimlikler üzerine kurulmadıkça ki 1921 Anayasası bunu öngörmüyor zaten, AKP bunu zaten yapmak istemektedir. Bunu burjuvazi istemektedir. Ve eninde sonunda olacaktır. Bu anlamda bir “özerklik” yeni bir Anayasa olmadan da, Anayasa değişikliği yapılarak da getirilebilir. Bu AKP açısından “Kürt sorununun çözümü” konusunda adım atmak olarak satılabilir. Ancak ilk üç madde yerinde durdukça, Kürt sorununun barışçı çözümü için Anayasal çerçeve henüz yoktur. Toplumun geniş kesimi gelinen yerde esas olarak T.C de farklı ulusal-etnik kimliklerin yaşadığını, olduğunu kabullenmiş durumdadır. Toplumun küçük bir bölümü buna karşı çıkmakta, yoğun biçimde gürültü koparmaktadır. Hal böyle olduğu için gidiş Anayasanın toplumun çoğunluğunun kabullendiği doğrultuda düzenlenmesi yönündedir.
Cumhurbaşkanlığı sorunu A.Gül’ün cumhurbaşkanlığı 2014 yılında doluyor. Bu konuda burjuva muhalefet Cumhurbaşkanlığı süresinin 2012’de dolduğu konusunda elinden geldiğince gürültü kopardı. Fakat bu AKP’nin meclisteki kahir çoğunluğu göz önüne alındığında boşa gürültüydü. AKP kanunda açık olmayan bu noktada istediği kararı alacak konumdaydı. Nitekim bu konuda bir yasa çıkarıldı. Bir dahaki Cumhurbaşkanı 2014 yılında 5. yıllığına halk tarafından seçilecek. Bir kişinin en fazla iki kez seçilme hakkı var. Birinci turda % 50’yi aşamayan adaylardan en çok oy alan ikisi ikinci turda yarışacak. Bugünkü şartlar ve gelişme perspektifinde 2014 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’nin göstereceği adayın seçileceğinden yola çıkmak gerekir. Bir çok burjuva yorumcusu, Türkiye’de Rusya’da olana benzer bir görev değişikliği olacağını öngörüyor. Yani R.Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacak; Gül ise 2015’de yapılacak genel seçimler ertesinde başbakan olacak. Bir yıllık dönem geçici bir başbakanla idare edilecek. Bu tabii ki eğer AKP böyle isterse kolaylıkla gerçekleşebilecek bir senaryodur. Ancak AKP’nin bunu böyle isteyip istemediği belli değildir. AKP bu konu-
Ortadoğu’da gelişmeler ve TC Ortadoğu’da bu hükümetin bir süre önce savunduğu ve uygulamaya koymaya çalıştığı “komşularla sıfır sorun” siyaseti, yerini bir dizi komşuyla karşı karşıya gelmeye bıraktı. Bu aslında T.C hakim sınıflarının aktif tercihi değil, dıştaki gelişmelerin ve batı ile birlikte hareket etme stratejik tercihinin dayattığı bir siyaset değişikliği. Türkiye şu anda Ortadoğu’da batının Türkiye ile birlikte en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail ile karşı karşıya. Bu karşı karşıyalık one minute kriziyle başladı, Mavi Marmara ile devam etti, T.C elçisinin aşağılanması ile zirve yaptı. Gelinen yerde İsrail’deki hükümet gidene, o hükümetin ırkçı Siyonist küçük ortağı hükümetten dışlanana kadar da bu karşı karşıyalık sürecek görünmektedir. İsrail ile karşı karşıya olmak veya öyle görünmenin hem içerde hem dışarıda siyaseten getirdiği avantajlar da vardır. Şimdi T.C’nin etkisi ve çekiciliği Arap yığınları arasında, en başta da Filistin’de İsrail ile “sıfır sorun” döneminden daha fazladır.
Türkiye şu anda ABD’nin yıllardır devirmeye çalıştığı İran rejimi ile de karşı karşıyadır. Bu karşı karşıya gelmede NATO’nun, aslında (Amerika’nın) Rusya’ya karşı oluşturduğu füze kalkanı için kullanılan radar sisteminin bir bölümünün Türkiye’de konuşlandırılması çıkış noktası olmuştur. İran bunu kendine karşı yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu karşı karşıya gelme fakat iyi ticari ilişkileri fazla etkilememektedir; ayrıca konjonktürel olarak PKK’nin bastırılmasında da işbirliği yapılabilmektedir. Orta ve uzun vade açısından İran’daki radikal Şii Molla rejimi ile, Türkiye’deki Sünni ağırlıklı batıcı ılımlı İslam rejimi, Müslüman ağırlıklı nüfusa sahip ülkeler için iki ayrı model oluşturmaktadır. Bu noktada bu iki rejim birbirinin rakibi ve düşmanıdır. Bu arada İran üzerinde ABD’nin başını çektiği uluslararası baskı arttırılmakta; İsrail’de açıkça bombalama tehditlerini arttırmaktadır. Bu gelişme karşısında İran Çin ile Rusya ile, Latin Amerika’da sosyalist geçinen ülkelerle ilişkilerini sıklaştırmaktadır. Irak’ta ABD askerleri resmen Irak’tan çekildikten sonra, beklendiği gibi işler karışmış; Şii ağırlıklı merkezi hükümet, hükümet içinden Sünni kanadı tasfiyeye yönelmiş, Maliki yönetimi, başkan yardımcısı Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartmış; Haşimi Sünni ağırlıklı özerk Kürt bölgesine sığınmış, T.C hükümeti de Haşimi’ye sahip çıkmıştır. Bu arada Irak’ta Sünni gerillaların bomba ve intihar eylemleri artmıştır. Merkezi rejim istikrarlı değildir. De fakto üç ayrı iktidar vardır. TC hükümeti Irak’taki gelişmelere seyirci kalmayacağını açıklayarak, açıkça İran tarafından desteklenen Şii Maliki yönetimine karşı tavır almıştır. Gelişmelerin ucu açıktır. Suriye bağlamında nüfusun çoğunluğunun Sünni olduğu bir ülkede, Şii Beşar Esat yönetimi işbaşındadır. Halkın bir bölümü, ağırlıklı olarak Sünni kesim, Arap Baharı sürecinde Beşar Esat yönetimine karşı başlangıçta silahsız gösterilerle demokrasi talepleri ile ayaklanmıştır. Bu aşamada “kardeş” Esatla iyi ilişkiler içinde olan T.C hükümeti, Beşar Esat’a reform yapma çağrıları yapmış; Batıya karşı da Esat’ı ikna ettiği yönünde açıklamalar yapmıştır. Başlangıçta oynamaya soyunduğu rol arabuluculuk rolüdür. Fakat Beşar Esat yönetimi silahsız ayaklanmaları silahla, kanla boğmaya girişmiş, bu zaten Arap Baharı sürecinde bu güvenilmez yönetimi devirmek için fırsat kollayan ABD ve batılı emperyalistlere, Beşar Esat rejimini defterden silme fırsatı vermiştir. “Suriye’deki gelişmeleri kendi iç işlerimiz gibi görüyoruz “
güncel
da aynen bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi “zamanı gelince konuşur, istişare eder, sonucu söyleriz” tavrı içindedir. R.T. Erdoğan aslında başkanlık sisteminde başkan olmak istediğini açıkça beyan etmiştir. Fakat 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dek başkanlık sisteminin Anayasal hüküm haline getirilmesi imkansızdır. Siyasi sorumsuz bir Cumhurbaşkanlığı RTE’nin isteği değildir. Diğer yandan AKP tüzüğüne göre RTE yanında, 70’e yakın öne çıkan AKP yöneticisinin, bir dahaki seçimlerde milletvekili adayı olma hakkı yoktur. Yani eğer tüzüğü ciddiye alıp değiştirmezlerse –ki bu yönde bir eğilim yok şu anda- bir dahaki mecliste AKP grubunda bugünkü yöneticiler olmayacak. Bu durumda partiyi, mecliste parti grubunu yönlendirme işleri bugünkünden biraz daha zor olacak. RTE gibi tartışmasız bir liderin parti yönetiminde doğrudan müdahalesi gerekli olacak. Bunlar göz önüne alındığında, RTE’nin Cumhurbaşkanı olmama ihtimali de vardır. Cumhurbaşkanlığını tercih ederse, bunu sağlık nedenleriyle, biraz daha sakin sulara çekilmek için yapacağından yola çıkmak gerekir. AKP’nin planı, cumhurbaşkanının ve başbakanın kim olacağından bağımsız olarak, 2023’e kadar hem hükümeti, hem cumhurbaşkanlığını elde tutmaktır.
37
güncel 38
açıklamaları yapan AKP hükümeti için bu noktadan itibaren artık Esat’ın gidici olduğu değerlendirmesi yapılmış ve Beşar Esad’a karşı açık tavır takınılmıştır. Beşar Esat yönetimine karşı silahlı mücadelenin –en azından bir bölümünün- Türkiye’de ve Türkiye üzerinden örgütlenmesi başlamıştır. “Kardeş Esat”, devrilecek düşman haline gelmiştir. Artık Beşar Esat reformlar da yapsa, AKP hükümeti ile Beşar Esat yönetimi kendi ülkelerinde iş başında kaldığı sürece dostluk ilişkileri mümkün değildir. Şimdi 21 üyeli Arap Birliği üzerinden Beşar Esat, reformlar yapmaya ve sonuçta geri çekilmeye ikna edilmeye çalışılıyor. Batı yanlısı, işbirlikçi Arap rejimleri kanlı çatışmalar sonrası zorla bir devrilme haklara kötü örnek olacağı için, sorunu bu biçimde fazla kan dökülmeden hal etmeye çalışıyorlar. Bu arada tabii Libya’daki gibi doğrudan bir müdahaleyi de engellemeye çalışıyorlar. Suriye’de Beşar Esat rejiminin Ortadoğu’daki tek dostu olarak İran’la Türkiye karşı karşıyadır. Beşar Esat gidicidir. Zamanı belli değildir. ABD Türkiye’ye bu işi çözmesi için, açık çağrı yapmaktadır. Fakat T.C egemen sınıfları, T.C hükümeti Suriye’ye karşı tek
başlarına bir askeri saldırıdan yana değildir. Suriye’ye karşı ancak Libya’da olduğu gibi bir BM kararı ertesinde, bir NATO operasyonu içinde yer alır Türk ordusu. Fakat bu bugünkü şartlarda, Çin ve Rusya, Libya’daki hatalarından öğrendikleri (BM Güvenlik Konseyinde veto koymayıp çekimser oy kullandılar. Müdahale kararı böyle çıktı.) için olmaz. Şimdilik bir süre batılı emperyalistler tarafından Türkiye üzerinden de silahlandırılan muhalefetin Beşar Esad’ı çekilmeye zorlaması beklenecektir. Beşar Esat bir yandan şiddetin dozunu arttırırken, bir yandan da genel af gibi reformlarla iktidarını korumaya çalışmaktadır. Beşar Esat rejiminin yıkılması, batılı emperyalistler açısından İran’ın izole edilmesi açısından da önemlidir. İran nasıl Ortadoğu’da Suriye’nin tek dostu ise; Suriye de İran molla rejiminin tek dostudur. Bir bütün olarak Ortadoğu tam bir kaynayan kazan görünümündedir. Çelişmelerin açık çatışmaya ve savaşa dönüşme ihtimali giderek yükselmektedir. Kürt ulusal hareketi bu çelişmeli ortamdan kendi çıkarları için yararlanmaya yönelik politikalar geliş-
KCK operasyonları/yükseltilen saldırılar ve savaş Türkiye’de egemen burjuvazi gelinen yerde net olarak eğer Kuzey Kürdistan bir sömürü alanı olarak elde tutulmak isteniyorsa, inkarcı politikalardan uzaklaşıp, gerçekleri kabul etmenin; Kürtlerin ulusal kimliklerini tanımanın ve onlara belirli ulusal hakları vermenin kaçınılmaz olduğunu görüyor. Türkiye’de egemen burjuvazinin andaki AKP hükümeti, Anayasa sorununun tartışmasında ortaya konulduğu gibi, aslında Kürt sorununun Anayasal çerçevede çözülmesinden yana. Bunu RTE seçim sonrası konuşmasında ortaya koydu. Bunu son olarak Bülent Arınç mecliste yaptığı bir konuşmada açıkça ortaya koydu. Bu arada seçim ertesinde, AKP hükümetinin sorumluluğunda MİT ile PKK arasında yapılan bir görüşmenin tape çözümü internette yayınlandı. Kaynağı belli olmayan bu yayınlanma ertesinde yürüyen tartışmalarda, toplumun önemli bir bölümünün barış sağlanacaksa böyle görüşmelerin normal olduğunu düşündüğü çıktı ortaya. Gelişmeler seçim öncesi sağlanan çatışmasızlık ortamının süreceği yönünde idi. Bu ortamda gelen bir- iki PKK eylemi ertesinde hava değişti. Devlet güçleri bir yandan KCK operasyonları adı altında, öncelikle Kürt ulusal hareketinin legal ve silahsız kanadına karşı saldırılarını, diğer yandan PKK gerillasına karşı askeri saldırılarını yoğunlaştırdı. AKP’de genel tavrı itibarıyla bu geniş çaptaki saldırıların siyasi sorumluluğunu üzerlendi. Savaşın böyle yükseltilmesi tavrı bir dizi yorumcu, bu arada savaşın tarafı olan PKK tarafından da, AKP açısından şimdi sorunun barışçıl çözümünden, silahlı çözümüne geri dönen bir siyaset değişikliği olarak yorumlanıyor. Bu yorum doğru ve gerçekçi bir yorum değil. Evet savaşın yükseltildiği, bunun siyasi sorumluluğunu AKP’nin üzerlendiği, ordunun, emniyetin operasyonlarının siyasi sorumluluğunu AKP hükümetinin taşıdığı, söylemde de düne göre daha sert söylemlerin varlığı olgu. Binlerce silahsız Kürdün, bu arada seçilmiş onlarca belediye başkanının tutuklandığı da olgu. Fakat Türkiye’de egemen burjuvazi ve onun AKP hükümeti, sorunun salt silahlı çözümünün
mümkün olmadığını; Türkiye’nin Sri Lanka olmadığını, Kürtlerin Tamiller, PKK’nin Tamil Tiger örgütü olmadığını biliyor. Savaşın eninde sonunda evet PKK ile oturup konuşularak da bitirileceğini biliyor. Kendi egemenliği şartlarında çözümün yeni bir Anayasal çerçeveyi gerektirdiğini biliyor. Aynı bilgiler tersten PKK için de geçerli. PKK’da Kuzey Kürdistan’ın T.C’den koparılıp, ayrı bir Kürdistan devletinin parçası olmasının, emperyalist bir büyük gücün doğrudan desteği olmaksızın gerçekleşmeyeceğini biliyor. Böyle bir desteğin olmadığını, ufukta görünmediğini bildiği için zaten T.C’nin devlet bütünlüğünü sorgulayan bir siyasetten çoktan vaz geçmiş, taleplerini en uç noktada 1921 Anayasasında öngörülen biçimdeki bir bölgesel özerklikle, belirli ulusal hakların elde edilmesi (ana dilde eğitim gibi) sınırlamış durumda. O da çözüm için yeni bir Anayasa gerektiğini biliyor ve bunu talep ediyor. Bu durumda eninde sonunda anda savaşan bu iki güç masaya yeniden oturacaktır. Şimdi T.C açısından savaşın yükseltilmesinin mantığı masaya oturmadan önce karşı tarafı mümkün olduğunca zayıflatmaktır, pazarlıkta elini güçlendirmektir. KCK operasyonları da aynı mantık çerçevesindeki operasyonlardır. PKK pazarlık gücünü arttırabilmek için Arap Baharı’nı Türkiye’ye taşıma yönünde çağrılar yapmıştır. T.C böyle olası bir gelişmenin önünü almak için serhildanları örgütleyebilecek örgütlü kesimi tutuklayarak devreden çıkarmaya çalışmaktadır. Bu sorunun Anayasal çözümünden vaz geçildiği anlamına gelmiyor. Murat Karayılan’ın Ocak ayı başında yaptığı açıklama, burjuva medya tarafından, “PKK savaş çağrısı yapıyor” şeklinde aktarıldı. Bu açıklamada gerçekte devrimci bir savaş için çağrı yok. “2012 yılını kader yılı yapalım” çağrısının içeriği, Murat Karayılan tarafından, gerillaların kendini saldırıları karşı koruması, Abdullah Öcalan’ın sahiplenilmesi, KCK tutuklarının mahkemelerde Kürtçe konuşması, tüm yurtseverlerin devlete karşı Kürtçe konuşması ile doldurulmaktadır. PKK içinde şu anda hakim olan anlayış aslında savaşı yükseltme anlayışı değildir. Fakat PKK içinde bu anlayış dışında savaşı yükseltmekten yana olanlar da var. Biz bütün gücümüzle devletin saldırıları karşısında Kürt halkının yanında olduğumuzu göstermeliyiz. Bunu yaparken ama gerçekler neyse onu anlatmalıyız. Saldırıları Kürtlere karşı soykırım vb. olarak nitelemek, gerçekleri kavramamaktır. 15.01.2012 ✓
güncel
tirmeye çalışmakta ve fakat verili güç dengelerinde, kurulu kurtlar sofrasında bir çok halde kendisi başkalarının çıkarları için kullanılan bir araç haline dönüşebilmektedir.
39
✒ okur mektubu
Nazi Faşistlerine Geçit Yok! No Passaran!
“Gücümüz çeşitliliğimizdir’. Bu inanç doğrultusunda ilerledik ve ilerliyoruz. Antifaşist grupların, partilerin, sendikaların, yerel girişimlerin, gençlik kollarının ve dindar grupların ittifakı ile açıkça gösterdik ki barikatlar yasaldır ve Dresden hepimizindir!...”
67
40
yıl önce Kızıl Ordu’nun Almanya’ya doğru hızlı ilerleyişini gören Batılı müttefikler, Batı cephesinde yoğun bir bombalama harekâtı başlattı. Bu çerçevede birçok kent savaş uçakları tarafından bombalandı. 13-14 Şubat 1945’te İngiliz ve Amerikan hava kuvvetleri Almanya’nın Dresden kentini bombalamıştı. Nazi faşistleri, 13-15 Şubat 1945’te Dresden kentinin bombalanmasını bahane ederek her yıl yürüyüş izni alıyor. Faşistlerin yürü-
yüşlerini engellemek için de yıllardır karşı gösteriler yapıldı, yapılıyor. Son üç yılda Nazilerin Dresden’in 67 yıl önce bombalanmasının yıldönümünde yapmak istedikleri yürüyüşler engellendi. Avrupa ve Almanya’da faşist hareketler gelişiyor. NPD (Almanya Ulusal Demokrat Partisi) vb. faşist partiler, ‘70’li yılların sonlarına kadar ağırlıklı olarak İkinci Dünya Savaşı döneminden kalma Nazilere ev sahipliği yapan nostalji dernekleri görüntüsü
okur mektubu
2010’da Nazilerin Dresden’de yapacakları gösteriyi engelemek için, antifaşistler, Dresden caddelerini doldurma çağrısı yaptı. Böylece şehre ulaşan 5.000 Nazi, polisin yürüyüşü bloke etmek isteyen antifaşist eylemcileri şiddet kullanarak uzaklaştırma girişimine rağmen yürümeyi başaramadı. 2011’de de antifaşistlerin Dresden sokaklarını bloke etmesi sonucu Naziler yürüyemedi, yürütülmedi. Öte yandan Neonazilerin gövde gösterisi yapmak istedikleri Dresden’de ırkçılara karşı çıkmak, ırkçı propaganda yapmalarını engellemek ve Nazilere karşı barikat oluşturulmasını istemek, Dresden savcılığı tarafından suç haline getirildi. 2011 yılında yapılan protesto gösterilerine katılanların telefonları, emniyet müdürlüğü tarafından kurulan özel bir sistemle dinlendi ve bütün görüşmeler kaydedildi. Bu skandalın ortaya çıkması sonucu Dresden emniyet müdürü istifa etmek zorunda kaldı. Nazi faşistlerini engellemek için sokağa çıkan 200 kadar antifaşist hakkında soruşturma açıldı, barikat çağrısı yapan afişler toplatıldı ve eylemlere katılan iki Sol Parti milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Dresden Savcılığının isteği üzerine Federal Parlamento Dokunulmazlık Komisyonu, Sol Parti Milletvekilleri Caren Lay ve Michael Leutert’in dokunulmazlığını kaldırarak yargılanmalarının önünü açtı. Mecliste grubu bulunan CDU/CSU, FDP ve SPD antifaşist eyleme katıldıkları için Sol Parti milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için oy verdi. Nazi faşistlerinin yapmak istediği yürüyüşün engellenmesi sonucu, Alman polisi başarılı eylemleri organize edenlerin peşine düştü. Evler basıldı, soruşturmalar açıldı. Hatta kimileri hakkında “terör yasasına” dayanarak davalar açtı. Nazilerin Dresden yürüyüşünün iki yıl üst üste engellenmesinin ardından gözler 2012 Şubat ayına çevrilmişti. Almanya’da birçok grup ve parti Dresden Nazi yürüyüşünün engellenmesi için bir birlik oluşturdu. Zira yürüyüşün iki yıl üst üste engellenmesi, Naziler açısından büyük stratejik öneme sahip bir propaganda ve örgütlenme zemininin ortadan kalkması olasılığını beraberinde getirmişti. 13 Şubat 2012’de Naziler Dresden’de Alman polisinin koruması altında 1600 kişinin katıldığı bir yürüyüş yaptılar. 13 Şubat günü, antifaşist eylemciler insan zincirleri ve blokaj noktaları oluşturarak yolları kapadılar. 10 binden fazla insan Neonazileri kent merkezine sokmamak için ellerinde mumlarla insan zinciri oluşturdu. Şehir merkezinden uzak yerde Nazi fa-
✒
taşıyordu. 1980’lerden itibaren yeni bir Nazi kuşağı ortaya çıkmaya başladı. Bu kuşağın temel siyaseti “yabancı düşmanlığı” ve Nazi Almanya’sına duyulan özlem idi. Duvarın yıkılmasının ardından kötüleşen ekonominin ve neo-liberal ekonomi politikasının yarattığı hoşnutsuzluğu kendi amaçları doğrultusunda kanalize etmekte başarılı olan Naziler, bir yandan göçmenlere ve solculara yönelik şiddetin dozunu arttırırken, diğer yandan seçim başarıları üstünden belediye meclislerine ve eyalet parlamentolarına girerek meşru bir siyasi aktör olarak kabul görme çabalarını yoğunlaştırdılar. Öte yandan Naziler, gerek Doğu, gerek Batı Almanya’da birçok belediye ve eyalet meclisine seçilmeyi başardılar. Naziler, siyasi aktör olarak kabul görme çalışmalarını yürütmenin yanısıra, ırkçı temelde cinayet işlemeye devam ediyorlardı. 1990’dan bugüne kadar ırkçı temelde, faşistlerin işlediği cinayetlerin sayısı 182’dir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Dresden’e yapılan hava saldırısının kurbanlarını anma etkinlikleri düzenlenmeye başladı. Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinin ardından Federal Alman Devleti, Dresden’in bombalanmasını tarihsel bağlamından kopartarak kurbanların anıldığı resmi yas etkinlikleri düzenlemeye başladı. Bu etkinlikler, Nazi Almanya’sının 60 milyon insanın ölümüne yol açan, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan faşist devlet olarak değil, müttefiklerin ölçüsüz şiddetine maruz kalan etkinliklere dönüştürüldü. Böylece 90’lı yıllardan itibaren Nazi faşistleri de resmi anma etkinliklerinin bir parçası olmaya başladılar. Nazi faşistleri, 2000 yılında “bomba terörünün kurbanlarını onurlandıralım” sloganıyla ilk kez resmi 13 Şubat etkinliklerinden bağımsız, 500 kişilik bir “yas yürüyüşü” düzenlediler. Bu sayı dört yıl içinde iki bini geçti. 2005 yılında yürüyüş, ilk kez resmen NPD tarafından düzenlendi ve katılımcı sayısı 6.500’e ulaştı. Böylece Dresden yürüyüşü, Hitler’in vekili olan ve 47 yıl hapiste kaldıktan sonra intihar sonucu ölen Rudolf Heß’i anmak amacıyla, Bavyera Eyaleti’nin kuzeyinde küçük bir şehir olan Wunsiedel’de düzenlenen ve tüm Avrupa’dan Nazilerin katıldığı yürüyüşün antifaşist direniş sonucunda olanaksız hale gelmesinin ardından, Avrupa çapında Nazilerin bir araya gelerek güç gösterisi yaptığı en önemli etkinliğe dönüştü. Alman hakim sınıfları, yıllarca Nazilerin yürüyüşünü görmezden gelerek resmi anma etkinliklerinde Dresden’de yaşananların Naziler tarafından propaganda amaçlı kullanılmasını kınamakla yetindiler!
41
✒ okur mektubu 42
şistlerinin yürüyüş yapmalarına izin verildi. Alman polisi Nazilerin yürüyüş güzergahını değiştirerek, Nazilerin planlanandan daha kısa süren bir yürüyüş yapmalarına yardımcı oldu. İstenildiği gibi yürüyüşlerini yapamayan Nazi faşistleri, 18 Şubat’ta yeniden Dresden’de yürüyüş yapacaklarını ilan ettiler. Nazilerin Dresden’de yürümelerini engellemek isteyen gruplar şu çağrıyı yaptılar: “Geçtiğimiz iki sene içinde bazılarının ‘imkansız’ denileni başardık ve Dresden’deki Nazi gösterilerini engelledik. Binlerce Nazi insanlık dışı ideolojilerini gösterme amaçlı yürüyüşlerini gerçekleştiremedi. Naziler geçen sene Şubat ayındaki gösteriyi, Şubat 1945’te müttefiklerce bombalanmasına ithafen ‘masum şehir Dresden’ efsanesine dayandırmışlardı. Şehir yönetiminin göz ardı etme çabası ve halkın kararlılık konusundaki yetersizliği yüzünden bu organizasyon 7000 kişi ile Avrupa’nın en büyük Nazi yürüyüşü olacaktı. Ama 2010 ve 2011 gösterilerini kuşatmalar ve ablukalarla engelleyen insanlar sayesinde Naziler amaçlarına ulaşamadılar. Biz her türlü tarihsel revizyonizmin karşısındayız. Neonazilere Alman tarihini çarpıtma ve nasyonal sosyalist akımları yüceltme fırsatı verilmemelidir. Bu yüzden biz de 13 Şubat 2012’ de Dresden’deki nasyonal sosyalist tarihi hatırlatmak için ‘Täterspuren’ yürüyüşünü gerçekleştireceğiz. ‘Söylediklerimizi yapar, yaptıklarımızı söyleriz’. Bu şiar ışığında ilerledik ve ilerliyoruz. Ortak amacımız Nazi gösterisini yığınların barikatlarıyla durdurmaktır. Amacımız polislerle herhangi bir çatışma içine girmek değildir. Nazileri engellemek konusunda kararlıyız, bizden kaynaklı bir gerginlik yaşanmayacaktır. Bizimle aynı amacı hedefleyen herkes ile dayanışma içinde olacağız. ‘Gücümüz çeşitliliğimizdir’. Bu inanç doğrultusunda ilerledik ve ilerliyoruz. Antifaşist grupların, partilerin, sendikaların, yerel girişimlerin, gençlik kollarının ve dindar grupların ittifakı ile açıkça gösterdik ki barikatlar yasaldır ve Dresden hepimizindir! Antifaşistler geçtiğimiz aylardan beri giderek artan devlet baskısıyla karşı karşıyadırlar. Hukuk dışı telefon dinlemeleri, yanlı ceza yargılamaları ve hatta dokunulmazlıkların kaldırılması bile bizi yıldıramaz. Bizi dışarıdan ‘aşırıcılık’ suçlamalarıyla bölmeye çalışıyorlar, biz ise kararlılığımızla cevap veriyoruz. Bölünmeyeceğiz. Sivil itaatsizlik hakkımızdır, blokajlar yasaldır! Bizi yıldırmalarına izin vermeyelim. Şubat ayında
Dresden’deki protestomuz aynı zamanda devletin toplanma hakkımızı peyderpey elimizden almasına ve casus devlete düzenine karşıdır. Dresden’deki göstericileri daha da gözlemlenebilir kılmak amacıyla orantılı hukuk düzeni prensibinin bilinçli bir şekilde ertelenmesi istenmektedir. Buna kati suretle karşıyız. Bunun yanında her türden yıldırma politikasına ve vatandaşlık haklarının kısıtlanmasına itiraz ediyoruz. 2012’de de Nazi yürüyüşünü durduracağız. Sachsen’de saklanan Nazilerin işlediği seri cinayetler kararlı bir Antifaşist oluşumunun önemini bir kere daha göz önüne sermiştir. Antifaşist oluşum karalanmamalı, bilhassa desteklenmelidir. Yıllardır Nazi şiddeti, saldırılar ve Nazi ortamlarındaki silahlanmanın boyutu küçümsenmektedir. Artık yeter! Sokaklarda Nazilere bir metrekare dahi yer yoktur. Onları Dresden’de durduracağız: renkli ve sesli, yaratıcı ve kararlı. Faşizme hayır, savaşa hayır!“ 18 Şubat 2012’de, Nazilerin yürüyüşüne engel olmak için binlerce insan Dresden’e akın etti. Polis, yoğun güvenlik önlemleri almıştı. Nazilerin Dresden’de yürüyüş yapmalarını engellemek için tüm katılımcılar kararlı görünüyordu. Her renkten grup ve parti, merkezi tren garının önündeki alanda bir araya gelmişti. Alman düzen partisi olan Sosyal Demokrat Partisi’nin gençlik kolu da alanda yerini almıştı. Geçen yıl eyleme katıldıkları için Sol Parti milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için SPD’de oy vermişti. Nazi faşistlerine karşı yapılan eylemlere katıldıkları için, yargılamalarının önünü açmak için dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verenler, dostlar alışverişte görsün misali alandaki yerlerini almışlardı! Yürüyüş saat 12’de başladı ve saat 16’da sona erdi. Yürüyüş kolunun en önünde “BLOK DRESDEN 2012. Nazi yürüyüşü tarihe karışana kadar onu engelleyeceğiz!“ başlıklı pankart açıldı. Oldukça uzun bir yürüyüş rotası seçilmişti. Yürüyüşün bitiş noktası da ilginçti. Geçen yıl Dresden’de Nazilerin yürüyüşünün engellenmesinin ardından polis birçok eve ve kurumlara baskın yapmıştı. Baskın yapılan yerlerden bir tanesi de Gençlik Evi binasıydı. Gençlik Evi binasında arama yapılmış ve burada bulunan insanlar hakkında “Terör Yasasına” muhalefet ettikleri iddiasıyla dava açılmıştı. Polis helikopteri havadan yürüyüş kolunu izliyordu. Üç yıl önce 7 bin Nazi Dresden’de yürüyüş
Naziler 1 Eylül 1939’da Polanya’ya saldırarak II. Dünya Savaşı’nı başlatmışlardı. Nazi orduları 22 Haziran 1941’de sosyalizmin anavatanı Sovyetler Birliği’ne saldırmışlardı. 1941 yazı ve sonbaharı boyunca, Nazi Birlikleri Sovyetler Birliği’nin içinde ilerledi, ama Kızıl Ordu’nun kararlı direnişi, Nazilerin Leningrad ve Moskova gibi kentleri ele geçirmesini engelledi. Nazi sürüleri, işgal ettikleri diğer ülkelerin tersine, Sovyetler Birliği’nde istedikleri gibi ilerleyemiyorlardı. 6 Aralık 1941’de, Sovyet Birlikleri, Nazi güçlerini Moskova’nın dışından kalıcı olarak çıkaran önemli bir karşı saldırı başlattı. Bir gün sonra, 7 Aralık 1941’de, Japonya Hawai’deki Pearl Harbor’ı bombaladı. Amerika Birleşik Devletleri anında Japonya’ya savaş ilan etti. Doğu Cephesi’nde, 1942 yazı süresince, Naziler, Volga nehrindeki Stalingrad’ı olduğu kadar Kafkas petrol alanlarındaki Bakü şehrini de ele geçirmek
okur mektubu
73 Yıl Önce Ne Olmuştu?
amacıyla Sovyetler Birliği’ne saldırılarını yenilediler. Ağustos 1942’de Nazi orduları Stalingrad’a saldırdı. Stalingrad kuşatıldı ama teslim alınamadı. 2 Şubat 1943’te Stalingrad’ta, Alman Altıncı Ordusu Sovyetler Birliği’ne teslim oldu. Nazi faşistlerinin Stalingrad’ta bozguna uğramaları savaşın kaderini değiştirmişti. Stalingrad savaşında Kızıl Ordu’nun kazandığı zafer sonucu, savaşın seyri Sovyetler Birliği lehine değişmeye başladı. ABD ve İngiltere savaşın Sovyetler Birliği lehine gelişmeye başladığını gördükleri andan itibaren, Nazi sürülerine karşı savaşmaya başladılar. 1945 başlarında, Nazilerin artık uzun süre savaşamayacağı ortaya çıkmıştı. Müttefik liderler, ABD Başkanı Roosevelt, İngiltere Başbakanı Churchill ile SSCB’nin önderi Stalin Kırım’daki Yalta kentinde toplandılar ve Almanya’nın koşulsuz olarak teslim alınması konusunda anlaştılar. Ocak 1945’te SSCB askerleri Budapeşte’ye, Nisan başında da Viyana’ya girdiler ve Berlin’e doğru ilerlediler. 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar. Kentin merkezinde ki sığınağında ordularını yönetmekte olan Hitler 30 Nisan’da intihar etti. Yerine Amiral Karl Dönitz’i atamıştı. Ama Nazilerin savaşacak güçleri kalmamıştı ve beklenen oldu. Naziler, 8 Mayıs 1945’te teslim bayrağını çektiler. Saksonya Eyaleti’nin başkenti olan Dresden, Doğu Almanya’nın Berlin ve Leipzig’in ardından en büyük üçüncü şehri. İngiliz ve Amerikan uçakları, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaştığı 13 Şubat 1945’te iki gün sürecek ve Dresden’i yerle bir edecek bir hava saldırısı başlatmış, saldırının sonucunda şehrin askeri ve sivil altyapısı büyük ölçüde tahrip edilmişti. Koalisyon güçlerinin Dresden’i bombalamasının haklı nedenleri vardı. Dresden’in bombalanması, Kızıl Orduyu korumanın ve savaşı kazanmanın bir parçasıydı. Dresden, Nazilere güçlü destek veren bir kitle potansiyeline sahipti. Nazi faşistlerinin ikinci askeri kışlalarının olduğu bir şehirdi Dresden. Dresden, silah endüstrisine ev sahipliği yapıyor ve askeri malzeme üreten fabrikalarda ellibin işçi çalışıyordu. Kısacası Nazi ordularının savaşı yürütmesinde Dresden kentinin önemli bir rolü vardı. Faşizme karşı mücadelenin iktidar mücadelesine bağlı olarak yürütülmesi gerekir. Faşizm, emperyalist dünya sisteminin bir ürünüdür. Bizim mücadelemiz, kapitalizmin yıkılması ve yerine sosyalizmin kurulması içindir. Faşizme geçit vermeyeceğiz. No Passaran... Berlin’den YDİ Çağrı Okuru 19 Şubat 2012 ✓
✒
yapmıştı. Üç yıl sonra binlerce insanın katılımı ile Nazilerin yürüyüş yapmalarına fırsat verilmedi. Beklenen oldu ve Naziler Dresden’de planladıkları yürüyüşü yapamadılar. Yürüyüş boyunca sloganlar atıldı, konuşmalar yapıldı. Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri tarafın¬dan öldürülmüştü. Konuşmalarda, Nazilerin yabancılara yönelik saldırıları ve yabancıların öldürülmesine pek fazla değinilmedi. Yürüyüşe, Alternatif Göçmen Politikaları ve Kültür Evi (Allmende), Almanya Bolşevik İnisiyatif tarafları da Dresden’de idi. Allmende ve Bolşevik İnisiyatif taraftarları, 2000 ile 2006 yılları arasında öldürülen sekiz Türkiye’li ve bir Yunanlı’nın resimlerinin yer aldığı tişörtler giyerek bir sıra halinde kortejdeki yerlerini aldılar. Ayrıca “Irkçı Ölümlerden Devlet Sorumludur” yazılı bir pankart taşıdılar. Öldürülenlerin resimleri ve isimlerinin yazılı olduğu tişörtlerin giyilmesi ve tek sıra halinde yürünmesi, dikkatleri bu grubun üzerine çekilmesine neden oldu. Bolşevik İnisiyatif taraftarları ayrıca “Dresden 2012, Tarihin Tahrifatı, Devlet ve Naziler Elele... Faşizm Bir Düşünce Değil Aksine Suçtur!” başlık bildiri dağıtıp, yayın satışı yaptılar. Yürüyüşün rotasının uzun olması, katılımcıların yorulmasına neden olmuştu. Ama bu yorgunluk tatlı bir yorgunluktu. Çünkü Nazi faşistleri amaçlarına ulaşamamış ve planladıkları yürüyüşü yapamamışlardı. Dresden’de Nazilere geçit verilmemişti.
43
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
TROÇKİZM ÜZERİNE IV
T
44
TROÇKİST GRUP VE ÖRGÜTLER HAKKINDA...
roçkizm Rus devrimci işçi sınıfı hareketi içinde küçük burjuva akımlardan biri olarak ortaya çıktı. Devrimin tayin edici yılı olan 1917’de, Temmuz ayından sonra pratik olarak Leninizme yaklaştı. 1917’de Ekim devriminin ön günlerinde Troçki, RSDİP(B)’e (1925’de Partinin adı SBKP(B) olarak değişti) parti program ve tüzüğünü kabul etme temelinde katıldı. Buna rağmen Troçkizm SBKP(B) içinde fraksiyon olarak varlığını sürdürdü ve Ekim Devriminden sonra Sosyalizmin inşası sürecinde Leninist çizgiye karşı küçük burjuva-bozguncu muhalefet olarak ortaya çıktı. Bunu izleyen yıllarda Troçkizm teori ve pratikte Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına karşı mücadele tugayı biçimini aldı. 1930’lu yıllarda Troçkizm dünyanın ilk işçi devletine karşı uluslararası burjuvazinin sol maskeli saldırgan rolünü üstlendi. Troçkizm objektif olarak emperyalizmin maşası haline geldi ve haklı olarak karşı devrimci siyasi akım ve örgüt ilan edilerek üzerine gidildi. Bu mücadelede kimi yanlışlar yapılmış olsa da, karşı devrimci bir ideoloji ve Sovyet devletine saldıran örgütlenmeler olarak Troçkizme karşı mücadele haklılığını korumaktadır. 1938’de Troçki ve yandaşları, hareketlerini kurumsallaştırmak için Dördüncü Enternasyonal’i kurdular. Troçki, Dördüncü Enternasyonal’in „devrimi gerçekleştirebilecek tek güç” olduğunu ve gerek kapitalizme gerekse „Stalinizme“ karşı mücadele edeceğini söylüyordu. Bu yıllarda Troçkizm özellikle küçük burjuvazi ve aydınlar içinde, fakat yer yer işçi sınıfı içinde de belirli bir kitle tabanı da kazandı. Sözüm ona „Stalinizm“e ve sosyalizmin anavatanı olan Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele ediyorlardı! Troçkizmin gelişmesi içinde uygun ortam vardı. II. Dünya Savaşı yıllarında Dördüncü Enternasyonal’den kopmalar yaşandı. Bazı Troçkistler, SSCB’nin artık “yoz-
laşmış bir işçi devleti” sayılamayacağını söyleyerek, Dördüncü Enternasyonal’den ayrıldılar. Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Sekreteryası, II. Dünya Savaşı sonrası siyasi durumu ve Doğu Avrupa’daki Halk Demokrasisi Devletleri değerlendirmek amacıyla 1946, 1948 ve 1951 yıllarında bir dizi uluslararası kongre topladı. 1951 kongresi, Doğu Avrupa Devletlerini “deforme olmuş işçi devletleri” olarak tanımladı. Aynı kongre, Michael Pablo’nun, Troçkistleri „Stalinist komünist partilerin“ içinde daha etkin olmaya çağıran görüşlerini de benimsedi. Pablo’ya göre „Stalinist Komünist Partiler“ gerçek bir işçi hareketine dayanmaları halinde Stalin’in etkisinden kurtulabilirdi. Pablo’ya göre; Yugoslavya’nın kendi yolunu seçmesi, bunun olabilirliğini göstermişti! 1951 kongresinde Troçkistlerin „Stalinist Komünist Partiler içinde faaliyet göstermesi“ (İçten fethetme/ entrizm) yönünde karar alındı. 1951 kongresinin ele aldığı bir sorun, Doğu Avrupa’daki yeni “Halk Demokrasisi” ülkeler idi. Troçkist görüşe göre SSCB, kendi varlığı için tehdit olmadığı sürece kapitalizmle uyum içinde yaşayacak, devrimi yaymaya çalışmayacaktı. Doğu Avrupa ülkelerindeki durum bu tezle çelişiyor gibiydi. Tartışmalar sonucunda Kongre; SSCB yönetiminin hâlâ „karşıdevrimci“ olduğunu, Doğu Avrupa’daki yeni rejimlerin II. Dünya Savaşı’nın askeri ve siyasi bir sonucu olduğunu, SSCB’nin rejimini bu ülkelere yaymasının devrimcilikten değil, varlığını koruma güdüsünden kaynaklandığını açıkladı. Bugün, aradan onyıllar geçmiş durumda ve ne biz ML güçler, ne de Troçkistler işçi sınıfı hareketi içinde geçen yüzyılın 30’lu yıllarındaki öneme ve güce sahibiz. 1950’li yıllardan itibaren burjuvazinin işçi sınıfı hareketi içindeki ana tahribatı Troçkistlerden değil, Kruşçov modern revizyonizminden kaynak-
Mandelcilik: İkinci Dünya Savaşından sonra yeniden toparlanan Dördüncü Enternasyonal içerisinde Michel Pablo ve Ernest Mandel’in başını çektiği bir akım ortaya çıktı. Onlara göre, „Stalinist partilerin içinde“ “devrimci unsurlar” bulunmaktaydı, hatta bazı „Stalinist örgütler“ gerçekten de devrimciydi. Bu nedenle Troçkistler Stalinist Komünist Partilere “derin giriş” yapmalıydılar ve onların içinde çalışma yürütmeliydiler. Aynı çizgiye göre, o dönemde yeni ortaya çıkan Yugoslavya bürokratik devlet değildi ve gerçek bir işçi devleti idi. Dördüncü Enternasyonal, pek çok militanını bu dönemde Yugoslavya’ya gönderdi. Böylece Dördüncü Enternasyonal’in, “her koşul altında işçi sınıfının partisinin bağımsızlığı” ve “Stalinist, merkezci, sendikalist, ulusalcı ve benzeri akımlarla kesin olarak ayrılarak uzlaşmacılığı reddetme” ilkelerin-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Troçkist Akımlar
den vazgeçilmiş oluyordu. SSCB, bürokratik rejimin egemen olduğu bir ülke olarak değerlendiriliyordu! Aynı zaman da SSCB’de ki rejimin, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki bir “geçiş aşaması” olduğu iddia ediliyordu! Pablo-Mandel akımı, işçi sınıfı dışında devrim için yeni öncüler aramaya başladılar ve ilk olarak ulusal kurtuluş hareketlerini buldular. Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketine koşulsuz destek verildi, hatta Cezayir’in bir “yarı işçi devleti” olduğu iddia edildi. Bunun yanlış olduğu daha sonra kabul edildi. Daha sonra Küba’nın da bir işçi devleti olduğu ileri sürüldü. En sonunda “bürokratik bir işçi devletinin, gerçek bir işçi devleti ile aynı işlevi görebileceği” iddiasında bulunuldu. Yeni kitle öncüleri düşüncesiyle gerillacılığa, ulusal kurtuluş hareketlerine, „Stalinist“ ve merkezci partilere, eşcinsel ve feminist hareketlere destek verildi. Troçkist Enternasyonal’in Mandel/ Pablo’cu kesiminin Bolivya seksiyonu ülkede hızla yükselen işçi hareketini görmezden gelip gerilla mücadelesine koşulsuz bir biçimde katıldı ve Che’ye koşulsuz destek verildi. Che’nin öldürülmesinden sonra, gerillalarla birlikte bütün Bolivya seksiyonu yok edildi. Yıllar sonra ise bu tip gerillacılığın yanlış olduğu kabul edildi ama bu kez de onun yerine “anayasalcılık”benimsendi. Troçkist Enternasyonal içindeki bütün seksiyonlar ise kendi bölgelerinde ve iç işlerinde tamamen serbest bırakıldı, böylece Dördüncü Enternasyonalin tüzüğündeki “demokratik merkeziyetçilik” ilkesi fiilen terk edilmiş oldu. 1985 yılından itibaren SSCB’de başlayan Glastnost ve Perestroyka hareketleri ise Sovyetler Birliğinin “bürokrasiden kurtarılması” ve “gerçek bir işçi iktidarına dönüşmesi” olarak kabul ediliyor, bu hareketlerin en sonunda yaşanan dağılma ise bir “işçi devrimi” olarak tanımlanıyordu. Mandel bizzat SSCB’ye seyahat edip Gorbaçov’u kutluyordu. Pablo-Mandel çizgisinin ortaya çıkışından sonra James P. Cannon tarafından yazılan “Dünyanın Dört Bir Yanındaki Troçkistlere Açık Mektup” ile buna tepki gösteren bazı bileşenler ayrılıp Dördüncü Enternasyonal’in uluslararası Komitesi(DEUK)ni kurdu. Daha sonra Cannon’un başını çektiği ABD seksiyonu Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Sekreterliği(DEUS) ile tekrar birleşti ve Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği(Birsek)ni kurdu. Morenoculuk: Bu akım, ismini Nahuel Moreno’dan alır. 1940’lı yıllarda Arjantin’de Moreno’nun başını çektiği bir grup Marksist İşçiler Grubu’nu kurdu. Peronculuğu gerici ve sağcı bir akım olarak değerlendir-
✒
landı. Troçkistler modern revizyonizm ile marksistleninistler arasındaki mücadelede ortayolcu bir hat izlediler. Troçkizmin siyasi etkisi salt açıktanTroçki’ye atıfta bulunan örgütler tarafından gündeme gelmiyor. Sol ve Marksist-Leninist hareket içinde Troçkizmin önemli ölçüde etkisi sürüyor. Örneğin Çin’de Lin Biao Kültür Devriminde “Emperyalizmin toptan çöküşü” gibi tezlerle Troçkizmin etkisi altındaydı. Küba’daki Castro-Gueveracı ortayolcu çizgi de Troçkizmden etkilenmişti. Bugün “21. yüzyıl Sosyalizmi” yakıştırmasıyla Heinz Dieterich’in tezleri ve buna bağlı olarak Chavez önderliğindeki Venezüela “devrimi” Troçkizmden epey etkilenmiştir. 2009’da Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Caracas’ta gerçekleştirilen Uluslararası toplantıda dünya sosyalist hareketinin en üst otoritesi olarak “V. Sosyalist Enternasyonal”in kurulmasını önerdi. Troçkistler bugün tarihin kendilerini haklı çıkardığını söylüyorlar! Ya dünya devrimi ya da hiç! Onlara göre tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olduğu Leninist tezi yozlaşmaya, bürokratik diktatörlüğe ve sosyalizmin yıkılmasına yolaçmıştır. Son derece sol radikal şiarlarla özellikle gençliğin ve entellektüellerin dikkatini çekiyor ve dinleniyorlar. Troçki, içsavaş ve emperyalist müdahale döneminde Kızıl Ordu’nun komutanlığını yapmış olmasına rağmen, bugün burjuva çevrelerde de sözümona komünizmin “caniliklerine” bulaşmadığı için “iyi adam” sayılıyor. Troçkist aydınler Troçki’ye “devrimin temiz vicdanı” yaftasını asıyorlar.
45
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 46
mekle kalmadı onu faşist olarak da tanımladı. 1958 yılında işçi hareketinin desteğini hızla yitiren Peron, sağcı Frondizi ile işbirliğine girişti. Bu durum, işçi hareketinin, sendika bürokrasisinin, sol grupların ve hatta Peroncuların büyük tepkisini çekerken sadece Moreno onu destekledi. 1958 seçimleri Peron açısından büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Pabloculuğa sert eleştiler getiren Moreno aslında onlardan farklı yönelişlere girmedi. Küba Devrimi’ne kadar gerillacılığa karşı çıkan ve Kastro’yu “goril” olarak tanımlayan Moreno daha sonra Kastroculuğun savunuculuğunu yaptı ve gerillacılığa destek verdi. 1969 yılında ise gerillacılığa tekrar karşı çıkmaya başladı. Burjuva anayasalcılığı destekleyen Moreno 19.yüzyıldaki Arjantin anayasasını savunmaya başladı.1970’lerde tekrar kurulan askeri diktatörlüğü “en demokratik askeri hükümet” olarak tanımladı. Bu askeri hükümetin İngiltere ile yaptığı savaştan yenilgiyle çıkmasından sonra büyüyen işçi hareketine destek vermedi. Daha önce Deuk ve Birsek içinde faaliyet göstermiş olan Moreno, kendi enternasyonali olan Uluslarası İşçiler Birliği-Dördüncü Enternasyonal(LIT-CI)i kurdu. LIT-CI 1987’de Moreno’nun ölümünden sonra büyük bir krize girdi. Moreno, modern revizyonizmin çöküşünü işçi devrimi olarak selamladı. Büyük bir krize giren LIT-CI pek çok parçaya bölündü. Lambertcilik: Bu akım ismini Pierre Lambert’ten almıştır. Lambert Troçki’nin yaşadığı yıllarda Dördüncü Enternasyonal’e katılmış daha sonra DEUK saflarında bulunmuştur. DEUK’dan ayrılan Enternasyonalist Komünist Örgüt, 68 Fransa’sındaki olaylarda „Kızıl Üniversite“ gibi sol sekter sloganları savunarak kendisini gençlik hareketine uyarladı. Bir dönem Moreno ile birlikte Enternasyonal kurma çabasına giren örgüt bu anlaşmayı gerçekleştiremedi ve Moreno, kendi enternasyonalini kurdu. Uluslararası Sosyalist Akım: Bu akım Tony Cliff’in teorilerini kabul etmektedir. Uluslararası Sosyalist Akım’ın diğer troçkist akımlardan ayrıldığı en önemli nokta SSCB’nin sınıfsal analizidir. Akım dünya devriminin yenilmesi ve Rusya’daki iç savaş nedeniyle işçi sınıfının deklase olduğunu vurgulayarak, bu sayede bürokrasinin iktidara geldiğini savunur. SSCB’de iktidar işçi sınıfında değil, bürokrasidedir. Bu yüzden SSCB devlet kapitalistidir. Bu görüş ilk defa Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı kitabında dile getirilmiştir. Akım’a üye örgütler 1999 Seattle gösterilerinden sonra tüm dünyada antikapitalist hareketin inşasının gerekli olduğunu savunma-
ya başladılar. Ortodoks Troçkizm: Aslında yukarıdaki akımların hepsi kendisini “Ortodoks Troçkist” olarak görmektedir ama bunların dışında doğrudan bu ismi kullanan bir başka akım vardır. Bu akım yukarıdaki akımların hepsini pabloculuğun farklı fraksiyonları olarak değerlendirmektedir. İşçi sınıfının partisinin bağımsızlığını savunarak reformist olarak tanımladıkları pablocu, Stalinist, merkezci, reformcu, gerillacı, sendikacı, ulusal kurtuluşçu hareketlerin hiçbiri ile ittifaka yanaşmaz, onların devrimcileşebileceğini düşünmez. İşçi sınıfının marksist bir parti altındaki birleşik cephesini savunur. Bu akım, diğer akımlardan farklı olarak küreselleşmeyi reddetmez. Bu akıma göre; Küreselleşme dünya ekonomisinin hızla uluslararasılaşması, üretimin dünya çapında yeni teknolojilerle planlanması olgusudur. Bu nedenlerle küçük burjuva sınıfının hızla mülksüzleşmesine ve işçi konumuna gelmesine neden olmaktadır. Bu durum kendisine küçük burjuva ve ulusal burjuva gibi sınıflara dayandıran, küçük burjuva perspektife sahip olan pablocu, „Stalinist“, merkezci, ulusal kurtuluşçu akımların hızla gerilemesine neden olduğunu iddia etmektedir.Bu durum Ulusal kurtuluş hareketlerinin ve gerillacı hareketlerin emperyalizmle uzlaşmasına neden olmuştur. Dünya ekonomisinin uluslararasılaşmasına paralel olarak ulusal sınırlar içindeki direnişler, grevler, devrimler başarısızlığa uğramıştır. Bu durum sendika bürokrasisinin gücünü pekiştirmesine ve işçi sınıfının haklarının ve ücretlerinin gaspedilmesinde kullanılan örgütler olarak sendikaların benimsenmesine neden olmuştur. İşçi sınıfı sendika bürokrasisine karşı geçiş talepleri doğrultusunda karşı çıkmalıdır. Sendikaların devrimci dönüşümü imkânsızdır. Zaten sendikalar kapitalizm içindeki sömürü üzerine pazarlık örgütleri olarak var olurlar sosyalizm gibi bir perspektifleri yoktur. Fakat en geniş işçi örgütleri olduğu için Marksistler bu örgütlerde propaganda ve işçi kazanma faaliyetleri içine girmelidir. Küreselleşmenin bir başka yönü ise üretimin dünya çapında örgütlenmesine giden yolu döşeyerek, üretimde yeni teknolojileri devreye sokarak,, işçi sınıfını olağanüstü büyüterek ve birleştirerek sosyalist bir dünyanın alt yapısını hazırlamasıdır! Bu akım, ulusal sınırlar içinde yapılan direnişlerin hızla erimesine pararlel olarak dünya devrimi için bir enternasyonal görüşünü benimser. Fakat Enternasyonali (Örneğin Bir-Sek gibi) farklı ülkelerdeki devrimci partilerin birliği değil, demokratik merkeziyetçi bir
Sol Troçkistler Bu akım Entrizmi reddediyor ve “Bolşevik-Leninist İşçi Partileri” inşa etmeyi ve bunları kitlesel örgütlere geliştirmeyi hedefliyor. Ajitasyon ve propagandalarında çok sol, laf radikali ve “devrimci”ler. Ancak çok açık olmasa da şu ya da bu ölçüde bunlar da entrizmi uyguluyorlar.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
sızılacak hedeflerin alanı son derece genişti. Burjuva partilerinden sendikalara ve kültürel örgütlere kadar uzanıyordu.
✒
dünya partisi olarak ele alır. Entristler: Entrizm Fransızca kökenlidir ve “içine girmek” anlamını taşır. Troçkizmin entrist taktiği kendi pozisyonlarını kabul ettirmek için örgütlere girmek ve bunlar içinde politik faaliyet yürütmektir. Troçkist entristler tüm sendikalarda, sosyal-demokrat partilerde, SOL’lar içinde, Sivil Toplum Örgütlerinde (STÖ) ‘demokratik sol’lar olarak çalışmakta ve bu örgütleri içten fethetme stratejisini izlemektedirler. Bu şekilde işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmayı, ve demokratik seçimlerle politik iktidara gelmeyi istiyorlar. Bu kesim için devrimci şiddet ancak ve ancak, bu kurumlarda çalışmanın yolları tıkandığında ve legal çalışma imkanları egemenlerce engellendiğinde gereklidir. Troçkistler, «Dördüncü Enternasyonal»in yazgısını «entrizm» stratejisi yardımıyla değiştirebileceklerini düşünüyorlardı. Kaçak güreşme ve ideolojik provokasyon taktiklerinin öncüsü Troçki’ydi. Ona ve onun fikirlerine hayran olan Isaac Deutscher kitaplarından birinde, Troçki’nin, «Dördüncü Enternasyonal»i ayakta tutmanın bir yolu olarak «Entrizm»e başvurmaya karar verdiği ortamı anlatır. Deutscher, Troçki’nin «Dördüncü Enternasyonale ilişkin plânları üzerine şunları yazar: «Onun ‘Entrizm’e ne büyük umutlarla bağlandığını kişisel deneyimden biliyorum. O zamanlar, ben de dahil olmak üzere onun düşüncesini paylaşanlardan bir grup, ona sonu gelmeyecek bir talih oyununa giriştiğini boşuna anlatmaya çalıştık. Sonunda, «Dördüncü Enternasyonal» gerçekten ölü doğdu. Troçki, buna rağmen, ona umutsuzca hayat vermeye çalıştı ve kendisini izleyenlere öğrettiği tek şey, sosyalist partilere girmek ve orada yeni Enternasyonal için taraftar toplamaya çalışmak oldu.» (I. Deutscher, Ironies of History. Essays on Contemporary Communism (Tarihin Cilveleri. Çağdaş Komünizm Üzerine Denemeler) Londra, 1966, s. 175-176. Aktaran Stalin Arşivi) İkinci Dünya Savaşından sonra «Dördüncü Enternasyonal» «entrizm» politikasını yeniden, büyük ölçüde geliştirmeye girişti. 1950 ve 1960’larda «Dördüncü Enternasyonal»in çeşitli gruplarından Troçkistler düzenledikleri «kongreler»de bulundukları ülkelerdeki Komünist partilerin etkilerinin ve işçisınıfının devrimci geleneğinin göreli gücüne bağlı olarak, partilere ve kitle örgütlerine çeşitli biçimlerde sızma politikasını geliştirmeye çalıştılar. «Entrizm»in varlıklarını sürdürecek ve konumlarını güçlendirip, genişletecek son bir çare olduğunu açıkça belirttiler. Dördüncü Enternasyonal tarafından belirtilen gizlice
Çeşitli Troçkist gruplar hakkında genel bilgiler Bazı Troçkist gruplar ve açılımları şöyledir: Uluslararası Birlik Komitesi (International Liaison Committee / Comité de Enlace Internacional) Birleşik Sekreterlik(BirSek) Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi(DEUK) Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal(UİB-DE) Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu(CRFI) Uluslararası Marksist Akım(IMT) Uluslararası Sosyalist Akım(ISTENDENCY) Bir dizi Troçkist örgüt IV. Enternasyonal’e üye. Diğerleri ya “Enternasyonal Liga”ya (IL) ya da “Enternasyonal Sekreterlik”e (IS) ya da bazılarında olduğu gibi her ikisine karşı da “tarafsızlar”! Dördüncü (IV.) Enternasyonal Dördüncü Enternasyonal’e dahil olduklarını söyleyen yüzlerce küçük örgüt var. Ve her fraksiyon da kendisini “gerçek” Troçkist olarak görüyor ve diğerlerini “gerçekte Troçkist olmamak”la suçluyor. Bu anlamda kimin Dördüncü Enternasyonal’e dahil olduğu ve kimin olmadığını söylemek zor. Dördüncü Enternasyonal 1938’de henüz Troçki hayattayken ve onun çağrısıyla Paris’te kuruldu. Dördüncü Enternasyonal’in örgütsel birliği 1953’de resmen çözüldü. Bunun ana nedeni IV. Enternasyonal’in önderlerinin II. Dünya savaşı sonrasında ‘yozlaşmış işçi devleti Sovyetler Birliği’nin yıkılacağı öngörüsünün boş çıkmış olmasıydı. Tam tersine 2. Dünya savaşı ertesinde Sovyet iktidarı siyasi olarak daha da güçlenmişti. Ayrıca Tito’nun “devrimci” değerlendirilmesi ve “Entrizm” konularında da ayrılıklar mevcuttu. Bütün bu fraksiyon ve ayrılık mücadelelerinde 1944’ten beri Dördüncü Enternasyonal Avrupa Büro-
47
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 48
su Başkanı olan M.Pablo özel bir rol oynuyordu. 1948 yazında Tito önderliğindeki Yugoslavya Komünist Partisi Kominform’dan (Komünist Enformasyon Bürosu – dağıtılan III. Enternasyonal’in devamı olan örgüt) dışlandığında Pablo Tito’yu devrimci olarak selamladı. “Yugoslavya’daki gerçek devrimci olayların diğer Doğu Avrupa ülkelerine de yansıyacağı”ndan yola çıkıyordu. (bkz.www.arbeitermacht.de/ni/ni83/vierte.htm, Eylül 2003) Pablo’nun bu pozisyonları 1951’de IV. Enternasyonal’in 3. Dünya Kongresi’nde kabul gördü. Tüm seksiyonlar ve önderler bunları imzaladı. Devamen Pablo ilerici programın uzun süreli gizlendiği “yeni biçimde bir Entrizm” politikası izliyordu. Buna karşı gelen herkes IV. Enternasyonal’den atıldı. 1953’de Amerikalı, Britanyalı ve bir bölüm Fransız Troçkisti Pablizm olarak adlandırdıkları bu rotaya karşı çıktılar. IV. Enternasyonal’i terkedip IV. Enternasyonal Enternasyonal Komitesini (IK) kurdular. Bölünmeden sonra Pablo önderliğindeki çoğunluk fraksiyonu kendine Enternasyonal Sekreterlik (IS) adını verdi. 1963’de Enternasyonal Sekreterlik ile Enternasyonal Komitenin yeniden birleşmesi yönünde çeşitli akımların gayreti oldu ve bunlar Pablo’yu birleşmenin önündeki ana engel olarak değerlendirdi ve aynı yıl Birleşme gerçekleşti ve Dördüncü Enternasyonal’in Birleşik Sekreterlik’i oluşturuldu. (http://de.wikipedia.org/ wiki/Michel_Pablo) O günden bu yana IV. Enternasyonal parçalanmış bir akım olarak varlığını sürdürüyor. Bugün IV. Enternasyonal her birinin kendini esas IV. Enternasyonal gördüğü üç enternasyonal örgüte bölünmüş durumda. Yeniden birleşen, “Yürütme Büro”lu IV. Enternasyonal (geçmişte “Birleşik Sekretarya”ydı) örgütsel sürekliliğini 1938’de kurulan IV. Enternasyonal’e kadar dayandırıyor. Bu Birliğe Almanya’da “Enternasyonal Sosyalist Sollar” (isl) ve “Devrimci Sosyalist Birlik” (RSB) dahil. İsl, VSP’nin dağılmasından sonra, Mart 2001 yılında kuruldu. 2002’den beri IV. Enternosyonal’in üyesi olarak propaganda yapıyor. Sosyalist Gazete (Sozialistische Zeitung SoZ)nin yayımlanmasına destek oluyor. Ayrıca, Avusturya Sosyalist Alternatif (RSB) ve Sosyalist Alternatif/Dayanışma (Basel) ile birlikte Inprekor’u (Enternasyonal Basın Organı) çıkarıyorlar. RSB: Devrimci-Sosyalist Birlik (RSB) kendini IV.
Enternasyonal’in sol kanadı olarak görüyor. “Avanti” adlı bir gazete çıkarıyor. Brazilyalı kardeş örgütü Lula Hükümetine katıldı ve bundan ancak 9 ay sonra “sol kanat” RSB’den eleştiri geldi. Ancak, bugüne kadar Brazilyalı kardeş parti DC’yi IV. Enternasyonalden atmayı talep etmiş değiller. “Enternasyonal Komite”li IV. Enternasyonal ABD’li David North önderliğindeki “Workers League” (İşçi Ligası) etrafında birleşen bir yönetim organı. Seksiyonlarının hemen hepsi “Social Equality” (“Sosyal Eşitlik”) ekini adlarında taşıyorlar. Dünyaçapında görece çok sayıda taraftar kazanmayı başarmış durumdalar. Internette “World Socialist Website (WSWS)” siteleri var. Bu Birlik’in Almanya’daki üyesi olan “Sosyal Eşitlik Partisi” (PSG), “Eşitlik” adlı bir gazete çıkarıyor, Almanya’da genel seçimlere katılıyor ve kendini SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ve Sol Parti ye alternatif olarak göstermeye çalışıyor. Kendini“ortodoks” Troçkist olarak yansıtıyor. Seçimlere reformist, sol-sosyal demokrat bir programla katıldı. Troçkist akımların birbirleriyle mücadelesinde hangi yöntemleri kullandıklarına dair bir örneği, Spartakist dergisinde PSG hakkında yayınlanan değerlendirmeden şu alıntıda görmek mümkün: “Bunlar 1979’daki 21 Iraklı KP üyesinin idamını haklı gösteriyor ve destekliyorlar. 1977’den beri Gaddafi’yle sıkı bir anlaşmaları var ve bu sayede sözde-kitle-günlük gazetesi News Line’ın yayımlanması için 1 Milyon pound elde ettiler.” (Spartakist Özel Sayı, Almanya Federal Seçimleri 2005: PSG- ortodoks-troçkist maskeli siyasi haydutlar, www.spartacist.org/deutsch/ spk/wahl/psg.html) 1933’de Fransa Partisi CORQI etrafında oluşan IV. Enternasyonal Pierre Lambert önderliğindeki Fransa Partisi CORQI ve LIT önderliğinde oluşan IV.Enternasyonal’e Almanya’dan “Enternasyonalist Sosyalist İşçi Örgütü” (ISA) üye ve bu şimdilerde SPD içinde aktif!!! IV. Enternasyonal’in örgütlerinin hepsi entristlerden oluşuyor. Bunlar açık reformist örgütler. Uluslarasası alanda IV. Enternasyonal’e ait örgütler şunlar: Cezayir: Socialist Workers Party; Belçika: Revolitionary Communist League (French) + Socialist Workers Party (Flemish); Brazil: Partido Socialismo e Liberdade (PSOL); Britanya: Socialist Resistance; Canada: New Socialist Group + Canada/Quebec: Socialist Left; Danimarka: Socialist Workers Party; RedGreen Alliance; France: Nouveau Parti Anticapitalis-
Enternasyonal Marksist Eğilim (Almanya ve Avusturya’daki seksiyonu: “Der Funke” (Kıvılcım) İşçi Enternasyonali İçin Komite (Almanya’daki seksiyonu: SAV) Enternasyonal İşçi Partisi Örgütlenmesi için Koordinasyon Komitesi “Coordination Commitee for the Construction of the International Workers Party” Enternasyonal Bolşevik Eğilim (Almanya’da: “Spartaküs Grubu”) Enternasyonal Ortodoks Troçkizm Merkezi Enternasyonal Komünist Liga (Almanya’da: Spartakist-İşçi Partisi) International Liaison Committee for a Workers International International Workers League International Workers’ Unity (Fourth International) Internationalist Communist Union (Fransa’da: “Lutte Ouvriere” – İşçi Mücadelesi) Almanya’da varlığını gösteren belli başlı Troçkist örgütler hakkında bilgiler: (Bu bölümü bütünüyle Almanya’da yayınlanan ML “Herşeye Rağmen” (Trotz Alledem) dergisi, sayı 57’den çevirdik. ITO-Germany: 1992’den beri var ve kendini Sosyalist Dünya Devriminin Partisi IV. Enternasyonal’in oluşturulmasının aracı olarak görüyor. Üyeleri kısmen diğer Troçkist akımlardan geliyor. Örneğin Almanya ITO’nun kökleri, RSB’ (Devrimci Sosyalistler Birliği)nin kuruluş aşamasında azınlık olan “RSB Leninist Eğilim”e dayanıyor. 1997’de ITO-Destekçileri, RSB o zamanki PDS (2007’den beri Die Linke (Sollar)) içinde entrist çalışma imkanı gördüğü için RSB’yi terkettiler. PDS/Sollar içinde Komünist Forum, Komünist Platform ve Marksist Çalışma Grubu içinde çalıştılar. Federal seçimlere adaylarını da gösterdiler. ITO 2001’den bu yana PDS/Sollar dışında bir akım olarak ortaya çıkıyor. ITO bugün Italya, Büyük Britanya, Danimarka, Ukrayna, ABD ve Hindistan’da üyelere sahip. Kendi verdikleri bilgilere göre Yunanistan, Filistin, İspanya, Arjantin ve Latin Amerika’nın başka devletlerinden örgütlerle “IV. Enternasyonal’in yeniden kurulması hareketi” çerçevesinde sıkı işbirliği içinde. “Sosyalist Partilerin burjuva hükümetlerine katılmasını kesinlikle reddediyoruz. İşçi Partileri – eğer inandırıcı olmak istiyorlarsa- sınıfsal özerklik-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Enternasyonal Troçkist Muhalefet IV. Enternasyonal Geleneğine dayandığını söyleyen diğer örgütler:
✒
te (NPA); Almanya: International Socialist Left (isl) + Revolutionary Socialist League (RSB); Yunanistan: Organization of Communist Internationalists of Greece (OKDE); Irlanda: Socialist Democracy; Italya: Bandiera Rossa Association + Critical Left; Japonya: Japan Revolitionary Communist League; Fas: The militant; Hollanda: Socialist Alternative Politics; Pakistan: Labour Party Pakistan; Portekiz: Combate.Info + Left Bloc; Puerto Rico: Political Education Workshop; Sri Lanka: Nava Sama Samaja Party (NSSP); Spanish State/Catalonia: Revolta Global + Anticapitalist Left; Isveç: Socialist Party (SP) IV. Enternasyonal’i yeniden kurmak isteyen birlikler: Bolshevik Current for the Fourth International – IV. Enternasyonal için Bolşevik Akım IV. Enternasyonal için Komünist Örgüt. Almanya’daki seksiyonu “KOVI BRD” Bu grup kendini şöyle konumlandırıyor: “ABD ve Avusturalya’da da üyeleri bulunan “IV. Enternasyonal için Komünist Örgüt (KOVI)” dünya çapında gerçek Marksizmin yeniden inşası ve işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı için mücadele eder. IV. Enternasyonal’in yeniden kurulması KOVI’nin faaliyetinin merkezinde durmaktadır. ABD’de Proletarian Revolution adlı dergi yayımlıyoruz, Almanca dilinde ise düzensiz aralıklarla KOVI Belgelerini ve Bildiriler yayınlıyoruz. (www.Irp-cofi.org, 7 Eylül 2008) KOVI Federal Almanya, Sovyetler Birliğinde devlet kapitalisti bir oluşumun varolduğuve bürokrasinin yeni sınıf olarak ortaya çıktığı pozisyonunu savunuyor. Diğer Troçkist grup ve Partiler KOVI tarafından “merkezci” olarak adlandırılıyor ve “sınıfsal olmayan ya da küçük burjuva sosyal hareketlere oportunist yaltaklık”la eleştiriliyor. Almanya Spartakist İşçi Partisi (SpAD) “stalinophil” (Stalin sevici) olmakla suçlanıyor. Ve bunun daha yumuşak biçimiyle Spartakus grubu için de geçerli olduğu söyleniyor. (Frank Nitzsche, Aus dem Schatten in die Reichweite der Kameras, 2006, s. 76) Workers International to Rebuild the Fourth International International Trotskyist Commmittee for the Political Regeneration of the Fourth International (4. Enternasyonal’in yeniden canlandırılması için Enternasyonal Troçkist Komite) Liaison Committee for the Reconstruction of the Fourth International : Sadece Arjantin ve Bolivya’da var. Troçkist Fraksiyon (Troçkist Fraksiyon Avrupa)
49
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 50
lerini korumalıdırlar. Burjuva parlamentosu Marksistler için ancak sınıf mücadelesinin bir tribünü olabilir. Biz bunun yerine parlamento dışı hareketi ve emekçilerin ve gençliğin öz örgütlenmesini savunuyoruz. Kapitalizm dünya sistemi olduğundan, ona karşı direniş de enternasyonal örgütlenmek zorundadır. Nasıl ki sosyalizm bir tek ülkede inşa edilemezse, sağlıklı bir devrimci örgüt ulusal yalıtılmışlık içinde yaratılamaz. Bu nedenle bizler Enternasyonal Troçkist Muhalefet içinde örgütlendik ve Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak IV. Enternasyonal’in yeniden inşasını hedefliyoruz.” (bkz:http://home.igc. org, Januar 2010) İşçi sınıfını reformist bir parti için örgütlemek, kapitalizmin reform edilebilirliği hakkında hayaller yaymak anlamına gelir. Bu aynı zamanda devrimin gerekliliği ve devlet aygıtının şiddetle yıkılması gerektiğinin inkarı anlamına gelir. ITO şimdi Sollar’ın dışına çıkmış olsa da, hala daha sosyal demokrat partilerin işçi partileri olduğu görüşünü savunuyor. Ve hala daha bunları yeniden İşçi Partilerine dönüştürmeyi planlıyor. Devamen, ITO gibi Troçkistler bir ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olduğu teorisinin Stalin’e ait anti-marksist bir teori olduğunu iddia ediyorlar. Bu Troçki’nin de merkezde duran pozisyonuydu: “Öncelikle hatırlatalım ki, tek ülkede Sosyalizm teorisi ilk kez 1924 güzünde Stalin tarafından formüle edilmiştir ve sadece Marksizmin ve Lenin okulunun geleneklerine taban tabana zıt olmakla kalmamakta, aynı zamanda Stalin’in aynı 1924 yılının baharında yazdıklarıyla da çelişmektedir.” (Leo Troçki, Sürekli Devrim, Fischer Bücherei, s. 8, Almanca) Buna karşın Lenin daha 1915’deki bir makalesinde “Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Hakkında” makalesinde emperyalizmin politik-ekonomik eğilimleri temelinde şu analizi yapmıştır: “Ekonomik ve politik gelişmelerin eşitsizliği kapitalizmin temel bir yasasıdır. Buradan, sosyalizmin zaferinin önce az sayıda, hatta bir tek kapitalist ülkede dahi olabilirliği çıkar.” (Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Hakkında, cilt 21, s. 345, Almanca) Sovyetler Birliği’nde Proletarya Diktatörlüğü altında bir tek ülkede Sosyalizmin inşasında başlanmış olduğu da olgudur. Emperyalist ablukaya ve karşı devrimin tüm sabotajlarına rağmen – buna Troçkist muhalefetin yaptıkları da dahildir- büyük kazanımlar elde edilmiştir. Enternasyonal Marksist Eğilim’in Almanya’daki seksiyonu: “Der Funke” (Kıvılcım)
Der Funke, uluslararı sosyal demokrat partilerin sınıf karakterlerinin belirlenmesi konusundaki görüş ayrılığı nedeniyle 1992 yılında CWI’den (İşçi Enternasyonali için Komite – İngilizce kısaltması CWI) koptu. “Gelecek dönemde kapitalizmin krizmi kendisini işçi-kitle örgütlerinin krizi olarak gösterecek. Oportunist ve uyumlu yönetimlerin engellemeleri kırılacaktır. Sendikalar ve Partiler iyice bir sarsılacak ve daha sonra buradan sol reformist ve merkezci akımlar oluşabilecektir. Biz sola kayan işçilere ve gençlere hitap etmeyi ve kazanmayı becermek zorundayız. Bundan dolayı işçi sınıfının kitle örgütlerine yönelimimizden vazgeçmemeliyiz.” (bkz.:Marksist Düşünceler İçin Enternasyonal Girişim, www.der-funke.de/ rubrik/programm/standort.html, Nisan 2005) Almanya’da SPD-Yeşiller Koolisyon Hükümeti döneminden bu yana (1998-2005) Der Funke, PDS ve WASG (şimdi ikisi Sol Parti içinde birleşti) yoğunlaştı. Sol Parti PDS ve WASG’ı iki yeni sosyaldemokrat Parti olarak değerlendiriyor ve bunların içinde Troçkistlerin kendi programlarıyla çalışmaları gerektiğini savunuyorlardı. Daha sonra, bunlar Sol Parti’de birleşti ve Der Funke Sol Parti’ye yakın gençlik grubu “Solid!” ile birlikte çalışmaya başladı. Avusturya’daki Der Funke hala Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) içinde çalışıyor. SPD içinde varlığına devam ve Sol Parti içinde çalışma şöyle savunuluyor: “Yukardan dayatılan sınıf mücadelesine karşı biz tabandan tutarlı angajmanla yanıt vermeliyiz. Gerçek bir dönüşüm ancak çalışan nüfusun, sendikaların ve sosyal demokrat partilerin (SPD, PDS, WASG) ve sosyal hareketlerin tabanından gelebilir.” (Biz kimiz ve nerde duruyoruz, Der Funke, Sayı 56, 2005 yazı, s. 27) Ve devamen: “Sol Parti son seçimlerden güçlenerek çıktı. O sosyal adalet ve savaşa karşı açık tutumu nedeniyle seçildi. 2009 yılında oy kullanmayan kitleleri harekete geçirebilen tek partiydi. Bu anlamda şimdi umutları kırmamak zorunda.” (Sol’u inşa etmek, marksist profili güçlendirmek, www.funke.de, 26 Haziran 2010) “Haydi SOL saldırıya! SOLLAR’ın hareketi ücretli emekçilerin çıkarlarına hizmet etmelidir. Kapitalist dayatmalar ve Sosyal Demokrat önderlere taviz ve onların önünde diz çökmek yok! SOLLAR sınıf savaşında önder rolünü oynamalıdır. Ancak bu şekilde parlamentoda çalışan nüfus için çalışması mümkün olabilir. SOLLAR SPD’de hala varolan işçi tabınını kendi siyaseti için kazanmalı ve sosyal demokrasinin yönetimini baskılamalı ve hamle yapmaya zorlamalıdır.”(SOLLAR
Troçkizm bugünün şartlarına uygun olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle 80’lerin sonu ve 90’ların başında, Doğu Bloğu ülkelerinde çöken revizyonizmin ardından, Troçkizmin çekiciliği artmaya başladı. Troçkistler, modern revizyonizmin çökmesini, tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeciği tezini ileri sürerek haklı çıktıklarını anlatmaya başladılar! Bilhasa küçük burjuvazi Troçkist “saf devrim” teorile-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Türkiyeli Troçkist örgütler
rinin çekiciliğine kapıldı. Modern revizyonizmin ihaneti sonucu ve burjuvazinin bilinçli propagandasıyla, Troçkizm bugün yeniden canlanma evresine girmiştir. Bugün dünyada Troçki’nin ortaya koyduğu şekliyle “saf” troçkizmi savunan, kendini açıkça Troçkist olarak da tanımlayan bir çok akım vardır. 4. Enternasyonal içinde ,yalnızca kendilerinin gerçek Troçkist olduğunu iddia eden ve diğerlerini ihanetle suçlayan bir çok fraksiyon vardır. Bu “saf” Troçkistlerin dışında, Troçkizmden kaynaklanan düşünceleri savunan çok sayıda örgüt gurup ve kişi vardır. Bunlar Troçkizm suçlamasını red etmektedirler. Ama Troçkizmden geniş çapta etkilendikleri açıktır. Dünya çapında “emperyalizm toptan çöküşe gidiyor, her yerde hemen sıcak savaşa girişmek gereklidir” şeklinde görüşleri savunan, “öncü savaş, foko örgütlenmesi” görüşlerini savunan, CastroGuevara-Debray maceracı çizgisi, bugün yaygın olan yarı-troçkist akımdır. Türkiye’de Hikmet kıvılcımlı ana hatlarıyla Troçkist bir çizginin temsilcisiydi. Ama o açıkca Troçkist olduğunu söylemekten titizlikle kaçınıyordu. Troçkizmi revizyonist düşüncelerle sulandırmıştı. Mahir Çayan yarı-troçkizmin ülkemizde teorik savunuculuğunu yapmış ve kesintisiz devrimde görüşlerini sistemli bir şekilde ortaya koymuştu. THKO’nun savunduğu görüşler esas olarak yarı-troçkist görüşlerdi. Kızıl Bayrak ve KÖZ vb yapılarda açıkca Troçkist olduklarını söylemiyorlar, ama savundukları görüşler itibarı ile yarı Troçkist bir konumda konaklıyorlar. Bir zamanlar ülkelerimizde açıkca Troçkist olduğunu söyleyen gurup, guruplar çok azdı. Ülkelerimizde daha çok açık “saf” Troçkizm’den çok yarı-troçkist akım olarak nitelediğimiz akımlar vardı. Sosyal emperyalist kampın çöküşü ertesinde, Troçkizmin çekiciliği ülkelerimizde de artmaya başladı. Son yıllarda bir çok açık Troçkist guruplar oluştu. Dünün yarı utangaç Troçkistleri bugün açıkca Troçkist olduklarını ilan ettiler. Bugün ülkelerimizde Troçkizm kendisini, köylülüğün devrimci rolünün inkarı, saf proleter devrim teorisi, Sovyetler Birliği kazanımlarını red etme, Troçki’nin görüşlerini Lenin’e mal etme, Türkiye’de feodal artıkların varlığının inkarı, dünya devrimci hareketi konusunda merkezci bir tavır takınma, emperyalizmin ülkeyi geliştirdiği teorilerini savunma ve “foko” teorilerini savunmak vb şekillerinde kendini gösteriyor. Ülkelerimizde bulunan ve kendilerini açıkca Troçkist olarak nitelendiren kimi guruplar
✒
için devrimci bir program! www.derfunke.de/content/view/671/81, Ocak 2009) Der Funke dergisi yılda dört-altı sayı çıkıyor. Bu dergide siyasal arkaplana ilişkin makaleler yer alıyor, ancak bunlarda çoğunlukla gerçekten açık bir siyasi yönelim eksik. Ne bir partinin yaratılması gerektiğinin ne de sistemin şiddetle yıkılması gerektiğinin propagandasını yapıyorlar. “Marksistler/Troçkistler bugünkü dönemde güçlerini abartmamalıdırlar. Toplumsal bir bazı olmaksızın hızlı Marksist bir kitle partisinin inşası konusunda kendimizi kandırmayalım! Bu sadece ve sadece bizi yolumuzdan alıkoyar. Yapmamız gereken daha önemli şeyler var, yoldaşlar! Bu nedenle: Sol Parti, PDS ve WASG içinde sosyal demokrat önderliğe alternatif bir ciddi marksist/troçkist yönelim rota için! Ucuz sloganlar ve kişisel suçlamalar yerine tabanda sabırlı ikna çalışması için! Birleşik Sol Parti içinde (şu an reformist olsa da!) antikapitalist muhalefetin sistemli inşası için! (Troçkistler bölücülük yapmıyor! www..derfunke.de/content/view/822/75, Kasım 2009) Der Funke kendisini “Komünist Manifestonun yayınlanmasından 150 yıl sonra hala Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin Düşüncelerinin geleneğinin takipçisi görmektedir. Biz kendimizi Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonalin zengin deneyimlerinin mirasçısı görüyoruz. Enternasyonal Sol Muhalefetin geleneğinin (ILO) ve IV. Enternasyonal’in Kuruluş Kararlarının sürdürücüsüyüz. Ted Grant’ın kişiliğinde Troçki’nin düşüncelerinin sürekliliği yaşamaktadır. 2002 yılı Leo Troçki’nin ve Sol Muhalefetin Rus Komünist Partisinden dışlanmasının 75. yıldönümüdür. Ted Grant başından itibaren Troçki tarafından kurulan Enternasyonal Sol Muhalefetin üyesiydi. O, Bolşevizmin, Leninizmin ve Ekim Devriminin günümüze kadar taşınmasının simgesidir.” (Siyasi yerin belirlenmesi; Marksist Düşünceler için Enternasyonal Angajman, www.derfunke.de/content/view/45, Nisan 2002)
51
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 52
şunlardır:
Marksist Tutum Proletarya bir ülkede iktidarı ele geçirdiğinde tek ülkede sosyalizmi inşa edebilir mi?” ML ile Troçkistler arasındaki temel ayrım noktalarından biri budur. Esasında Stalin, 1924’ten sonra Troçkistlerin temel tezlerine karşı ideolojik mücadele yürütmüş ve Troçkist tezlerin anti-ML olduğunu ispatlamıştır. Troçki ve takipçileri, kendi tezlerini Lenin’e malederek, Lenin’inde kendi tezlerini savunduğunu iddia ediyorlar! Lenin, Troçkizmin yanında değil karşısındadır. Lenin’e karşı saldırıya geçildiği noktada, Troçkizm iflas eder. Troçki’nin görüşlerine inanan bir çok insan Troçki’nin görüşleri ile Lenin’in görüşleri arasında bir paralellik olduğunu sanır. Çünkü Troçkislerin yalan makinaları, gerçekleri çarpıtmakta ve kendi görüşlerini Lenin’e maletmektedir. Troçkistler, Lenin’i çarpıtarak, Lenin’e saldırırken, Stalin’e de emperyalist burjuvazinin paralelinde saldırmaktadırlar. “Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum” adlı Troçkist grupta temel tezlerini şöyle formüle ediyor: “Sosyalizm, yerel ya da ulusal ölçekte değil, ancak dünya ölçeğinde inşa edilebilecek sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Tarihsel deneyim, Stalinizmin yerleştirdiği “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisinin ve onun pratikteki ifadesi olan “ulusal sosyalizmin” gerici bir ütopya olduğunu kanıtlamıştır.” “Proleter devrim sürekli devrimdir. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Kapitalizm özellikle ana merkezlerinde vurulmadıkça yıkılamaz.“ “Sosyalizm hedefi ulusal değil, dünyasal bir hedeftir. Keza, sosyalizm için gereken maddi önkoşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığı sorusu da, tek tek ülkeler bazında değil dünya ölçeğinde yanıtlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Çünkü kapitalizm, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, yerel ya da ulusal düzeyle sınırlı kalmayıp, dünya ölçeğinde yaygınlaşmış ve dünya sıstemi yaratabilmiş bir üretim tarzıdır. Bu bağlamda, insan toplumlarının ayrı ayrı tarihlerini bir dünya tarihine dönüştüren de kapitalizm olmuştur. O halde kapitalizmi tarihsel olarak aşma iddiasını taşıyan sosyalizm de, yerel ya da ulusal ölçekte değil, ancak dünya ölçeğinde örgütlendiği zaman gerçek içeriğiyle yaşanabilecektir. Bu nedenle Stalinizmin yerleştirdiği “tek ülkede sosyalizm” sözde
teorisi ve bunun pratik ifadesi olan “ulusal sosyalizm” hedefi, Marksizmden köklü bir sapış ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla örtüşmeyen gerici bir ütopyadır.” (bkz http://www.marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm) Sosyalizm tek ülkede inşa edilemezmiş! Tek ülkede sosyalizm teorisini Stalin icat etmiş! Lenin, emperyalizmi kapitalizmin yeni bir aşaması ve en son aşaması olarak tahlil etti. Tek tek kapitalist ülkelerde sosyalizmin zaferinin mümkün olduğunu söyledi. Bir ülkede proletaryanın iktidarı ele geçirdiğini varsayalım. „Kapitalizmin ana merkezlerinde“ beklenen devrim olmadı ve kapitalizm yıkılmadı! Peki, tek bir ülkede iktidarı ele geçirmiş olan proletarya ne yapacak? Troçkistlere göre, proletarya geri bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Çok Leninist geçinen Troçkistlere, Lenin’inden alıntılar ile cevap verelim. İşte Lenin’den örnekler: “Dünya (ama Avrupa değil) Birleşik Devletleri, komünizmin tanı zaferi demokratik devlet de dahil bütün devletlerin kesin olarak ortadan kalkmasına yol açmadıkça, sosyalizmle ilişkilendirdiğimiz ulusların birliği ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Kendi başına bir şiar olarak “Dünya Birleşik Devletleri” şiarı ise pek doğru değildir, çünkü birincisi, sosyalizme tekabül eder; ikinci olarak, bu şiar, tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkansızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler yaratabilir. Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir kapitalist bir ülkede mümkün olduğu sonucu çı¬kar. Kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, bu ülkenin muzaffer proletaryası, diğer ülke¬lerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak kapitalist dünya¬ya karşı ayaklanacaktır. Proletaryanın burjuvaziyi alaşağı ederek zafer kazandığı toplumun politik biçimi, söz konusu ulusun ya da ulusların proletaryasının güçlerini, henüz sosyalizme geçmemiş devletlere karşı mücadelede gittikçe daha çok merkezileştiren demokratik cumhuriyet olacaktır.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt V sf. 151 İnter Yayınları)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
juva devrimcileri, bundan 125 yıl önce, devrimlerinin büyüklüğünü zorbalara, toprak sahiplerine karşı olduğu gibi kapitalistlere karşı da terör uygulayarak güvence altına almışlardı!) “Burjuvazinin uşakları kesilen ve böyle düşünen ve sosyalist-devrimcilerin de kendilerine katıldıkları sözde-marksistler (eğer düşüncelerinin teorik temelleri incelenirse) emperyalizmin ne olduğunu, kapitalist tekellerin ne olduğunu, devletin ne olduğunu, devrimci demokrasinin ne olduğunu anlamıyorlar. Çünkü, eğer, bunu anlasalardı, sosyalizme gitmeden öncülük edilemeyeceğini kabul etmek zorunda kalırdı.” (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, Sf. 404, Yaklaşan Felaket ve Önlemenin Yolları) “Çeşitli ülkelerde kapitalizm, son derece farklı bir biçimde gelişir. Bundan da şu kaçınılmaz sonuç çıkar ki sosyalizm, bütün ülkelerde aynı anda zafer kazanamaz. Sosyalizm ilkin bir tek ya da birkaç ülkede zafer kazanırken öteki ülkeler, belli bir süre boyunca burjuva ya da burjuva öncesi ülkeler olarak kalacaktır.” (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, Sf. 18-19, Proleter Devrimin Askeri Programı,-abç- ) Lenin 1923’te şöyle söylüyordu: “Onların (II. Enternasyonal kahramanlarının) Batı Avrupa sosyal-demokrasisinin gelişme seyri içinde ezberlemiş olduğu ve bizim sosyalizm için henüz olgun olmadığımız, onlar arasında çeşitli ‘allame’ bayların vurguladığı gibi, bizde sosyalizm için objektif ekonomik önşartların olmadığı şeklindeki argümanı... son derece basmakalıptır. Ve hiçbirinin de aklına kendi kendine şöyle sormak gelmiyor: Devrimci bir durumla, birinci emperyalist savaşta ortaya çıkmış olduğu gibi bir durumla karşılaşan bir halk, durumunun çaresizliğinin sonucu, kendisine hiç olmazsa, uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarım elde etme şansını sunan bir mücadeleye atılamaz mı”(...) “Eğer sosyalizmi yaratmak için belirli bir kültür düzeyi gerekli ise (ki bu belirli ‘kültür düzeyi’nin ne olduğunu kimse söyleyemez), neden işe ilk önce bu belirli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde etmekle başlayıp, ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve Sovyet düzeni temeli üzerinde ilerleyip diğer halklara yetişmeyelim”(...) “Sosyalizmi yaratmak için, diyorsunuz, uygarlık gereklidir. Mükemmel. Peki ama, daha sonra sosyalizme doğru ileri harekete başlamak üzere niçin ilk önce çiftlik sahiplerinin kovulması ve Rus kapitalistlerinin kovulması gibi uygarlığın böylesi önkoşul-
✒
Görüldüğü gibi Lenin “Dünya Birleşik Devletleri” sloganını bu şekliyle yanlış buluyor. Bu slogan sosyalist bir Avrupa Birleşik Devletlerini ifade etse dahi, ‘sosyalizmin tek bir ülkedeki zaferinin olanaksızlığı’ gibi yanlış sonuçlara yol açabileceğini söylüyor. Çünkü Lenin, sosyalizmin tek bir ülkede de gerçekleşebileceğini belirtiyor. Sosyalizmin tek ülkede zaferi ile sosyalizmin nihai zaferi arasında fark vardır. Troçkistler bu farkı kavramadıkları için yanlış sonuçlara varıyorlar. Sosyalizmin nihai zaferi ancak sosyalizmin dünya çapında egemen olması veya kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmanın almasıyla söz konusu olabilir. Sosyalizmi, sadece tek ülke sınırları içerisindeki proletarya değil, birçok ülke proletaryasının ortak mücadelesi ile nihai zafere götürebilir. Sosyalizm dünya genelinde egemen olduğunda, kapitalist kuşatma ortadan kaldırıldığında, ancak bu koşullarda sosyalizmin nihai zaferinden söz edilebilir. Lenin, sosyalizmin tek ülkede nihai zafer kazanamayacağını, ancak ileri ülkeler proletaryasının çabalarıyla yani dünya genelinde sosyalizmin kurulmasıyla ancak sosyalizmin nihai zafer kazanabileceğini belirtiyor. Troçki ve takipçileri tam da bu noktada Lenin’i çarpıtıyor. Lenin daha 1914’te Troçki’nin kim olduğunu şöyle anlatıyordu: “1901-1903 yıllarında Troçki, ele avuca sığmaz bir ‘Iskra’ taraftarıydı ve Ryazanov, onun 1903 yılındaki Parti Kongresi’ndeki rolünü, “Lenin’in sopası” olarak niteliyordu. 1903 sonunda Troçki bu kez ele avuca sığmaz bir Menşevik olmuştu. Yani “Iskra” taraftarlığından “Ekonomistler”e geçmişti; “eski ‘Iskra’ ile yenisi arasında bir uçurum olduğunu” açıkladı. 1904/1905 yılında Menşeviklerden ayrılıp, yalpalayan bir tutum alarak kah (“Ekonomist”) Martinov’la birlikte çalışır, kah kaba-solcu “sürekli devrim”i ilan eder. 1906/1907 yıllarında Bolşeviklere yakınlaşır. 1907 ilkbaharında ise Rosa Luxemburg’la dayanışma içinde olduğunu açıklar.” (Bkz Lenin seçme eserler cilt IV İnter Yayınları sf. 216) Lenin’in söyledikleri açık ve net. Troçki’nin “sürekli devrim teorisi” ile hemfikir olmadığını anlatıyor Lenin. Deniliyor ki; Lenin 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Troçki’nin çizgisine gelmiştir. Troçkistlerin iddiası budur. Ekim devriminden sonra da Lenin’den bir çok alıntı yapılabilinir. İşte Lenin’den bazı örnekler: “Sosyalizm için henüz olgun olmadığımız söyleniyor; sosyalizmi ‘kurmak’ için henüz çok erkendir; devrimimiz burjuva bir devrimdir; bu nedenle burjuvazinin uşakları olmak gerekir (oysa Fransa’nın bur-
53
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 54
larını bizde yaratamayacak olalım? Normal tarihsel düzenin böylesi biçim farklılaşmalarının caiz olmadığını ya da imkansız olduğunu hangi kitapta okudunuz ki?”(Lenin ‘Son Mektuplar ve Makaleler’ Başak Yayınları sf. 36-37) Kısacası sosyalizmin tek bir ülkede inşa edilmesi tezi Lenin’e aittir. Stalin, bu tezi geliştirmiş ve SSCB’de pratikte uygulamıştır. Sorulacak soru şudur: Proletarya, dünya devrimi olmaksızın tek bir ülkede iktidarı ele geçirebilir mi? Evet, Proletarya tek bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ve bu teorik olarak mümkündür. Emperyalizm koşullarında devrim, emperyalist zincirin en zayıf halkasında patlak verir. Çünkü kapitalizm çarpık ve dengesiz gelişmektedir. Proletaryanın tek bir ülkede iktidarı ele geçirmesi tarihsel olarakda kanıtlanmıştır. Proletarya Rusya’da bir dünya devrimi gerçekleşmeksizin iktidarı ele geçirmiştir. İktidarı ele geçiren proletarya yerinde saymayacak ve sosyalist toplumu inşa etmeye başlayacaktır. Eğer proletarya sosyalizmi inşa etmeyecekse, neden iktidara gelsin ki? Troçki ve takipçilerine göre; proletarya geri bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Bu düşünce ML bilimi ile örtüşmeyen bir düşüncedir. Devam edelim. Marksist Tutum’un devlet, komünizmin evreleri ile ilgili savunduğu düşünceler antiML’dir. Şöyle diyorlar: Komünist toplum, gerek alt gerekse üst aşaması itibarıyla sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Komünist toplumun alt aşaması olan sosyalizm, özel mülkiyetin ve sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticilerin doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir dönem olacaktır. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” biçiminde ifade edilebilecek bir bolluğa erişildiğinde ise komünist toplumun üst evresine ulaşılmış olacaktır.” Marksist Tutum, Komünist toplumun evreleri bağlamında sap ile samanı birbirine karıştırıyor. Markizm-Leninizm biliminde komünist toplum ikiye ayrılır. Alt ve üst evre. Alt evresine sosyalizm üst evresine de komünizm denilir. Bu iki evre arasında bir Çin seddi yoktur ama önemli farklılıklar vardır. Komünist toplumun ilk evresi, henüz kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş biçimiyle bir komünist toplum değil, kapitalist toplumun bağrından çıkmış biçimi ile bir komünist toplumdur. Bu toplum eko-
nomik, entellektüel bütün ilişkilerinde, içinde çıktığı eski toplumun izlerini taşır. Bu toplumda üretim araçları bireylerin özel mülkiyetinden çıkarılır, toplumsal mülkiyet haline gelir. Proletarya iktidarı ele geçirdiği andan itibaren üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti adım adım kaldırır, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetini adım adım gerçekleştirme yoluna girer. Sanayide devletleştirme; tarımda kollektifleştirme; giderek kömünleşme proletarya iktidarının tutması gereken yoldur. Tüm bu yolun sonunda sömürücü sınıflar ortadan kaldırılır. Yani önce işçi sınıfının siyasi iktidarı kurulacak ve sömürücü sınıflar yok edilecektir. Geriye aralarında farklılıklar olmasına rağmen dost sınıflar kalacaktır. Dost sınıflar arasındaki çelişme antagonist bir çelişme değildir. Buradan itibaren komünist toplumun üst evresi kendine özgü temeller üzerinden gelişmeye başlayacaktır. Gelişme içinde üretim araçları üzerindeki mülkiyet kamu mülkiyetine dönüştürülecek; kafa emeği ile kol emeği; kır ile kent arasındaki farklar kalkacak, bu dost sınıflarda yok olacaktır. Sınıfların bütünü ile ortadan kalkmasıyla birlikte, bütün bireyler özgür bir toplumun özgür bireyleri haline gelecektir. Ne diyor Marksist Tutum? Komünizmin ilk evresinde sınıflar kalkacak, devlet yok olacaktır. Çokca Lenin’i savunduğunu söyleyenler Lenin’i çarpıtıyor. (Bkz Lenin, Seçme Eserler,Cilt 7 Sf. 99-109, İnter Yayınları) Sınıfların ve devletin tümüyle kaldırılması ancak komünist toplumun üst evresinde gerçekleşecektir. Sosyalist toplumda “her¬ke¬se ye¬te¬ne¬ği¬ne gö¬re, her¬kes¬ten kat¬kı¬sı¬na gö¬re” il¬ke¬si¬ geçerlidir. Komünist toplumun üst evresinin ilkesi ise “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesidir. Bu konuyu Lenin’in ‘komünist toplumun üst aşaması’ başlığı altında söylediği iki alıntı ile bitirelim: “Toplum, ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre’ ilkesini gerçekleştirdiğinde, yani insanlar toplumsal ortak yaşamın temel kurallarına uymaya alıştıklarında ve emekleri, onların yeteneklerine göre gönüllü olarak faaliyet gösterebilecekleri kadar verimli olduğunda, devlet tamamen sönüp gidebilecektir.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 7,Sf. 102. İnter Yayınları) “Sosyalizm ile komünizm arasındaki bilimsel fark ise açıktır. Genellikle sosyalizm olarak nitelenen şeyi Marx, komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt aşaması diye
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Elif Çağlı, bildiğimiz Troçki’nin devrim aşamaları teorisini alt alta sıralıyor. Bunun için de “Marksizmin Işığı Altında” kitabını yazmasına da gerek yoktu. Çünkü Troçki takriben bu görüşleri 105 yıl önce savunmuştu. Bu görüşlerin anti-ML görüşler olduğu bizzat Lenin ve Stalin tarafından, ondan da önemlisi pratik tarafından mahkum edilmişti. Ne diyor Elif Çağlı? Tek bir ülkede “işçi iktidarı” kurulamaz, ancak tüm kapitalist ülkelerde ezilen nufusun çoğunluğu proletaryasının önderliği altında birleşirse işte o zaman işçi iktidarı kurulabilinir! Ayrı bir demokratik devrim aşamasına gerek yok vb. Tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesini ve emperyalizmin en zayıf halkasından kırılması gerektiğini yukarda açıkladık. Şimdi bir kez daha tarihi gerçeklere ve Lenin ile Troçki arasındaki ayrım noktalarının neler olduğuna bakalım. Lenin ile Troçki arasında devrimin itici güçleri, önderliği, ittifaklar, devrimin zaferi ve sonrasında kurulacak iktidarın yapısı, sosyalist devrimle ilişkisi vb konularında nitel bir çelişme vardı. Troçki, sosyalizm öncesi bir ara aşama olan demokratik devrimin zaferini imkansız görüyordu. Troçki’ye göre emperyalizm çağında demokratik devrimlerin çağı geçmiştir. Bu yüzden Lenin’in burjuva devrimin sonucunda oluşturulması hedeflenen iktidarın sınıf karakterini belirten proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü sloganı yanlıştır. (bkz. Troçki, Sürekli Devrim, Sf. 10) Demokratik devrim bağımsız bir aşama olarak değil, proletarya diktatörlüğü koşullarında yani sosyalist devrimin içinde gerçekleşebileceğini savunuyordu Troçki. 1917 Şubat’ın da ne oldu? Çarlık yıkıldı. Siyasal özgürlükler kazanıldı. Bolşevik parti yasal hale geldi. Lenin ülkeye döndü. Devrimci basın, Sovyetler, sendikalar, dernekler özgür bir ortama kavuştu. Çarlığın devrilmesinden sonra, Rusya’da ikili bir iktidar ortaya çıktı. Bir yandan emperyalizm, burjuvazinin önderliğinde “Geçici Hükümet”; diğer yanda ise işçilerin, köylülerin, askerlerin iktidar organı olan İşçi-Köylü-Asker Sovyetleri. Ancak Şubat Devrimi ertesinde bu İşçi-Köylü-Asker Sovyetlerinin içinde, Bolşevik Partisi değil, aslında zengin köylülerin ve küçük-burjuvazinin çıkarlarını savunan “Sosyal Devrimciler” ve “Menşevikler” hakimdi. Lenin Nisan Tezlerinde “Rusya’da Burjuva Demokratik Devrimin tamamlandığı”nı belirtir. Evet Çarlığın yıkılması anlamında demokratik devrim tamamlanmıştı. Fakat Demokratik devrimin daha çözmesi gereken bir dizi
✒
adlandırıyordu. Üretim araçları ortak mülkiyet haline geldiği ölçüde, ‘komünizm’ sözcüğü buraya da uygun düşer, fakat bunun tam komünizm olmadığı unutulmadıkça, Marx’ın açıklamalarının büyük önemi, burada da, komünizmi kapitalizmden gelişen bir şey olarak değerlendirerek, diyalektik materyalizmi, gelişim öğretisini tutarlılıkla uygulanmasında yatmaktadır. Skolastik olarak icat edilmiş, ‘uyduruk’ tanımlar ve (sosyalizmin ne olduğu, komünizmin ne olduğu üzerine) yararsız laf cambazlıkları yerine Marx, komünizmin ekonomik olgunluğunun basamakları olarak nitelenebilecek şeyin bir tahlilini yapıyor. İlk aşamasında, ilk basamağında komünizm henüz tamamen olgun olamaz, kapitalizmin geleneklerinden ya da izlerinden tamamen kurtulmuş olamaz. Komünizmin ilk aşaması sırasında ‘burjuva hukukunun dar ufku’nun korunması gibi ilginç bir olgu bununla açıklanır. Tüketim maddelerinin paylaşımı alanında burjuva hukuku elbette ki burjuva devletini önşart koşar, çünkü hukuk, hukuk nırmlarına uymayı zorlayacak durumda olan bir aygıt olmadan bir hüçtir.” (Lenin age sf. 104-105) Marksist Tutum Grubunun yazarlarından Elif Çağlı şöyle yazıyor: „Dolayısıyla günümüzde tüm kapitalist ülkelerde toplumsal devrimin ilerleyişi, bir işçi iktidarını kurmak üzere fiilen örgütlenmiş proletaryanın hegemonyası altında nüfusun ezilen çoğunluğunun birleşmesi halinde mümkün olabilir. Devrimin demokratik görevlerini gerçekleştirmek için, başlangıç olarak ayrı bir “demokratik devrimci” iktidar aşamasına (proletarya ile köylülüğün ya da genel olarak küçük-burjuvazinin “demokratik” diktatörlüğü) gerek duyulacağı biçimindeki aşamalı iktidar anlayışları, işçi sınıfının devrim stratejisini oluşturamaz. Bu türden aşamalı devrim stratejileri, teorik açıdan proletaryanın iktidar hedefini gölgeleyen, pratik açıdan ise devrimi ilerletme şansı olmayan stratejilerdir. Küçük-burjuva devrimci iktidarlar ya da proletarya hegemonyası altında gerçekleşmeyen sözde devrimci koalisyonlar, son tahlilde burjuva işbirliğiyle sonuçlanır. Tarihsel deneyimlerin kanıtladığı üzere, emperyalizm çağında demokratik dönüşümlerin de, kapitalizmi tasfiye edecek sosyalist dönüşümlerin de üstesinden gelebilecek devrim, proleter devrimdir. Devrimci proletaryanın iktidar hedefi, proletarya diktatörlüğünün, yani işçi demokrasisinin kurulmasıdır.“ (Bkz. http://www.marksist.net/elif_cagli/MI_proletaryanin_tarihsel_misyonu.htm)
55
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56
görev vardı. Lenin’deki değişiklik neydi? Lenin gerçekten özeleştiri yapıp Troçki’nin sürekli devrim teorisini mi savundu? Tabiki hayır. Lenin demokratik devrim, sosyalizm, köylülük, proletaryanın önderliği, devrim aşamaları vb. konularda görüşlerini yanlış ilan edip değiştirmedi. Lenin’de öze ilişkin değişen bir şey yoktu. Değişen yalnızca objektif koşullar, sınıflar arası güç ve ilişkilerdi. Troçki şöyle diyordu: “Biz demokratik devrimi, başka herhangi bir yerden daha derinlemesine, daha kararlı, daha kusursuz bir biçimde tamamlamış olmamıza rağmen, bağımsız bir demokratik devrim yaşamadık.” (Troçki, Sürekli Devrim, Sf. 109) Troçki’ye göre, 1917 Şubat’ında bir demokratik devrim gerçekleşmemişti. Ancak Ekim devrimiyle hem sosyalist hem de demokratik devrim gerçekleşmişti. Lenin şöyle yazıyordu: “Rusya’da Şubat Devrimi ile devlet iktidarı yeni bir sınıfın, burjuvazinin ve burjuvalaşmış toprak ağalarının eline geçmiştir. Bu anlamda Rusya’da Burjuva Demokratik Devrimi tamamlanmıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin özelliği, devrimin birinci aşamasından – ki bu aşamada proletarya bilinçlenme ve örgütlenme düzeyi geri olduğundan iktidarı burjuvaziye kaptırmıştırikinci aşamasına geçiş içinde bulunmamızdır... Bu ikinci aşamada iktidar burjuvazinin elinden alınmalı ve proletaryanın ve köylülüğün en yoksul kesiminin eline geçmelidir.” (Lenin, ‘Taktik Hakkında Mektuplar’ Nisan tezleri ve Ekim Devrimi) Lenin, Çarlığın yıkılması ertesinde Burjuva Demokratik Devrimin tamamlandığını söyler. Demokratik devrimin bütün görevleri çözüldükten sonra sosyalist devrime geçilmesi anlayışına karşı çıkar ve devrimin sosyalist aşamaya geçişinin Rusya şartlarında mümkün ve zorunlu olduğunu söyler. Lenine göre, sosyalist devrim demokratik devrimin arta kalan görevlerinide çözecektir. Troçki, Lenin’in fikir değiştirdiğini ve Troçkizm’i savunduğunu ilan eder. Tabi o bunu Lenin öldükten sonra yaptı. Troçki’ye göre Lenin, Şubat Devriminden sonra Nisan tezleri ile ‘sürekli devrim’ kuramını benimsemiştir. Demokratik devrimi savunmaktan vazgeçmiş sosyalist devrimi savunmuştur. Bu tarihten itibaren Lenin proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü tezinin yanlış olduğunu görmüş, hayatı boyunca savunduğu bu tezden vazgeçmiştir! Bu tarih Lenin için bir dönüm noktasıdır. Gerçek Leninizm asıl olarak bu tarihten sonra başlar denilebilir! Troçki ve takipçilerinin savunusu budur. Troçki şöyle diyor:
“1905-17 Bolşevik deneyimi ‘demokratik diktatörlük’ü kapatıp, üzerine süngüyü vurabilmiştir. Kapının üzerine Lenin kendi elleriyle ‘Girilmez, Çıkılmaz’ ibaresini yazmıştır.” (Troçki, Sürekli Devrim, Sf. 109) Lenin demokratik devrimden vazgeçmiş! proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğünü yanlış ilan etmiş! Troçki, Lenin’in hiçbir zaman sosyalist devrim sloganını kullanmayacağını düşünüyordu. Çünkü Troçki, Bolşevikleri, sürekli olarak sosyalist devrimi belirsiz bir geleceğe ertelemekle, demokratik devrimi savunarak, sosyalist devrimi unutmakla, proletaryayı kapitalizm sınırları içerisinde tutmakla eleştirmiştir. Lenin zamanı geldiğinde, sosyalist devrim sloganını ortaya attığında Troçki şaşırmış kalmıştır. Bolşevizm’den hiçbir şey anlamamış olan Troçki, objektif koşullardaki değişikliğe bağlı olarak Lenin’in parti programına tamamıyla sadık kalarak sosyalist devrimi savunmasını “büyük bir değişiklik” olarak nitelemiştir. Oysa Lenin değişmemişti. Lenin Troçki’nin çizgisinede gelmemişti. Lenin, demokratik devrim ve sosyalist devrimin ayrı olgular olduğunu, ancak aralarında geçiş olabileceğini 1905’te de, 1917 Şubat devriminden sonra da savundu. Lenin Şubat devriminden sonra Troçki’nin ‘sürekli devrim’ teorisini savunmak bir yana şöyle diyordu: “Fakat burjuva-demokratik devrimin kazanımlarını Rusya’nın halklarının sahip olduğu şeylerin sağlam bir parçası yapmak için ilerlemeye devam etmek zorundaydık, ve ilerledik de. Burjuva demokratik devrimin sorunlarını; ilerlerken, geçerken, bizim esas ve gerçek, bizim proleter-devrimci, sosyalist çalışmamızın “yan ürünü” olarak çözdük. Reformlar –bunu her zaman söyledik- devrimci sınıf mücadelesinin bir yan ürünüdür. Burjuva-demokratik dönüşümler –dedik ve bunu olgularla ispatladık- proleter, yani sosyalist devrimin bir yan ürünüdür. Geçerken değinelim ki, “ikibuçukuncu” Marksizmin Kautsky, Hilferding, Martov, Çernov, Hillquit, Longuet, MacDonald, Turati ve ‘ikibuçukuncu’ Marksizmin tüm diğer kahramanları... Burjuva-demokratik ve proleter-sosyalist devrim arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlayamadılar. Birincisi, ikincisine geçer. İkincisi, geçerken birincisinin sorunlarını çözer. İkincisi, birincinin eserini pekiştirir. İkincisinin birinciyi ne derece geçmeyi başaracağını mücadele ve yalnızca mücadele tayin eder.” (Lenin, Seçme Eserler, C. 6, Sf. 519 İnter Yayınları ) Lenin, demokratik devrimin önemini her zaman sosyalizm mücadelesi açısından ele almıştır. Yığınla-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
çağrımız; Lenin’den ellerini çekmeleridir. Devam edelim. Temel görüşlerinde şöyle yazıyorlar: “Emperyalizm çağında siyasal bağımsızlığını kazanmış, yani kendi burjuva ulus-devletini kurmuş az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürge, yarı-sömürge ya da yeni-sömürge kavramlarıyla ifade edilmeleri kesinlikle yanlıştır.” (bkzhttp:// www.marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm) Burada savunulan düşüncelerin ML bilimi ile hiç bir ilgisi yoktur. Bugünkü emperyalist dünya ezen ve ezilen ülkeler olarak ikiye ayrılmaktadır. İleri derece gelişmiş kapitalist ülkeler var. Emperyalizme bağımlı ülkeler var. Emperyalizme bağımlı ülkelerde de kapitalizm gelişir. Bağımlı ülkelerde gelişen kapitalizmin sınırmları önemli ölçüde emperyalizm tarafından belirlenir.Görünüşte siyasi bağımsız bir dizi devlet var. Ancak bunlar ekonomik, askeri, siyasi, kültürel vb. emperyalizme bağımlıdır. Bugün kural olarak sömürgecilik emperyalizmin siyaseti değildir. Tabi ki kural dışı kimi örnekler var. Ama kural olarak 2. Dünya Savaşı sonrasında emperyalizm yeni-sömürgecilik dediğimiz politikayı hayata geçirdi. Emperyalist dünya sistemi bütünlüğü içinde ele alındığında kendisi ezilen ülke kategorisi içinde olan birçok çok uluslu devlet kendi iç ilişkileri açısından ezen konumundadır. Bu ülkelerin iç sömürgeleri var. Ve bu kural dışı değil kural olandır. Marksist Tutum’a göre; bugün dünyada varolan bütün ülkeler eğer ulusal devletlerini kurmuşlarsa, bunlar kapitalist ülkedir, emperyalizme bağımlı değildir. Bu düşünce silsilesi anti-ML’dir. Çokca Lenin’i savunduğunu iddia edenler Lenin’in 1916’da yazdığı Emperyalizm kitabından hiçbir şey anlamamışlardır. Anlasalardı bu saçma sapan görüşleri de savunmazlardı. Marksist Tutum temel tezlerinde şöyle diyorlar: “Stalinizm egemen bürokrasinin sınıf çıkarlarını yansıtan ideolojik-politik-örgütsel çizginin adıdır. Kaba tutarsızlıklar, inanılmaz zigzaglarla dolu olsa da, bu çizginin temelinde tüm Stalinistlerin ortak olarak savunmakta duraksamadıkları “ulusal çıkarlar” anlayışı yatmaktadır. Bu yüzden Stalinizm, dünya işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini zayıflatan ve Marksizmin özüne tamamen aykırı düşen bir ideolojidir. Nasıl ki bürokratik diktatörlük işçi devletinin karşı-devrimci inkârıysa, Stalinizm de aynı şekilde Leninizmin inkârıdır. 1917 Ekim Devrimiyle hayata gözlerini açan işçi iktidarı ile bu iktidara son
✒
rın bilinç, örgütlenme ve hareket düzeyine denk düşen demokratik evresini aşan devrim artık sosyalist devrim evresine girmiş demektir. Sosyalist devrimin gündeme gelmesi için, bütün demokratik görevlerin çözülmesi gerektiği sonucu çıkmaz. 1917’de de böyle oldu. Demokratik devrim gerçekleşti, hareket demokratik evresini genel olarak aştı ve sosyalist devrim için koşullar olgunlaştı. Burjuva devrim gerçekleştikten sonra görev, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyine göre en kısa sürede sosyalist devrime geçiştir. Bu Lenin’in Troçkizm’e geçmesi değil bizzat Leninizm’in ta kendisidir. Bu Leninist düşüncenin, Troçki’nin yığınların bilinç ve örgütlenme düzeyini dikkate almayan oportünist ‘sürekli devrim’ teorisiyle uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur. 1917 Şubat ve Ekim devrimi Troçki’nin ‘sürekli devrim’ anlayışını doğrulamaz; Lenin’in kesintisiz devrim anlayışını kanıtlar. Bu ikisinin üzerinde yükseldiği tezler birbirine karşıttır. Bu konuyu Lenin’in 10 Kasım 1918’de yazdığı ve Kautsky’nin dönekliğini ispatladığı eserinden bir alıntı ile sonlandıralım. “Ve her şey dediğimiz gibi oldu. Devrimin seyri düşüncemizin doğruluğunu gösterdi. Önce “tüm” köylülükle birlikte monarşiye karşı, ortaçağa karşı (ve devrim o noktaya kadar bir burjuva devrimi, burjuva-demokratik devrim olarak kaldı). Sonra, yoksul köylülükle birlikte, yarı-proletarya ile birlikte, tüm sömürülenlerle birlikte, zengin köylüler, Kulaklar, spekülatörler dahil kapitalizme karşı, ve bu ölçüde devrim sosyalist olacaktır. Bu ikisi arasında yapay bir Çin Seddi çekmeye, ikisini birbirinden proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesinden başka bir şeyle ayırmaya çalışmak, Marksizmin en büyük tahrifidir, onu yüzeyselleştirmektir, onun yerine liberalizmi geçirmektir. Bu, ortaçağa kıyasla burjuvazinin ilericiliğine yapılan sahte bilimsel atıflarla sosyalist proletaryaya karşı burjuvazinin gerici savunuculuğunu üstlenmek anlamına gelir.” (Lenin Seçme Eserler, Cilt 7, Sf. 204, İnter Yayınları) Lenin’in söyledikleri açık ve net. Ne diyordu Troçki? Lenin 1917’de Troçki’nin çizgisine gelmiş! İyi ama Lenin bu satırları 1918’de yazdı. Troçki ve takipçileri, Stalin’e saldırdıkları gibi Lenin’e saldıramıyorlar ama Lenin’i Troçkistleştirmeye çalışıyorlar! Lenin’in çizgisi ve savunduğu düşünceler çok açık olmasına rağmen, Lenin’i çarpıtıyorlar. Lenin’e açıktan saldırdıkları zaman biteceklerini biliyorlar. Bu yüzden güya Leninist geçinerek, birçok iyi niyetli insanların kafasını bulandırıyorlar. Troçkist ve takipçilerine
57
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 58
verip egemen olan Stalinist rejim arasında, nice Bolşevik önder ve militanın kanıyla boyanmış bir karşıdevrim süreci uzanmaktadır.” Marksist Tutum’un bu tezleri hakkında önce Lenin’e başvuralım. Şöyle diyor Lenin: “Marksizmin hiçbir ciddi sorununda hiçbir zaman Troçki sağlam görüşlere sahip olmadı, her zaman şu ya da bu görüş farklılıklarının ‘yırtık ve yarıklarına sızdı’ ve bu arada bir taraftan bir tarafa sıçradı.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 4 Sf. 296, İnter Yayınları) “Troçki bolşevizmi çarpıtıyor, çünkü o hiçbir zaman Rus burjuva devriminde proletaryanın rolü hakkında bir ölçüde kesin görüşlere sahip olmayı becerememiştir.”(Lenin Seçme Eserler Cilt 3 Sf. 475, İnter Yayınları) “Sonuç: Troçki ve Buharin’in tezleri bir dizi teorik hata, bir dizi ilkesel yanlışlık içeriyor. Siyasi olarak, meseleye tüm yaklaşım tarzı tam bir densizliktir. Troçki yoldaşın “tez”leri politik olarak zararlıdır. Onun politikası son tahlilde sendikaları bürokratikçe hırpalama politikasıdır.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 9 Sf. 51, İnter Yayınları) Kendilerine Leninist demeyi, Troçkiye ihanet saydıklarından; kendilerini “marksist devrimciler”, “devrimci marksizm” olarak nitelendiriyorlar. Lenin’e saldırmak çok zor oldugundan, Troçkistlerimiz, Stalin nezdinde dünyada bir ilk olan proletarya devletine saldırmakta ve bu saldırı için de yalan makinalarını devreye sokmaktadır. Lenin’in ölümü ertesinde Stalin, Leninizmin bayrağını devraldı ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına önderlik etti. Sosyalizmin anavatanını ortadan kaldırmak için emperyalistler harıl harıl çalışıyordu. Ne yazık ki, emperyalistlerin saldırılarının yedeğinde hareket edenlerde vardı. Bunlar SB’inde sosyalizmin inşasına karşı çıkıyorlardı. Karşı çıkışlarına rağmen sosyalizm muazzam başarılar kazanıyordu. Sosyalizmin inşasını engellemeyeceklerini anlayan Troçkistler sabotajlara başvurmaktan çekinmiyorlardı. Stalin, Troçki ve takipçilerinin gerçek yüzünü açığa çıkardı ve O’nun ML ile bir ilgisinin olmadığını ispatladı. Bundan dolayı Stalin’e saldırıyor Troçkistler. Marksizmin kuramcıları olan Marks-Engels, pratik sosyalizmi yaşayamadılar. Marksizm, Lenin’in ustaca katkısıyla Bolşevik Parti önderliğinde Sovyetler Birliği’nde şekilleniyordu. Sosyalizmin hayal olduğunu savunan „ütopik sosyalistler“ tarih karşısında ağır yenilgiye maruz kalmışlardı. Karşı-devrimciler, Sovyet Devrimini boğmanın hesabını yapıyordu.
Lenin’in beklenmeyen ölümü, Sovyet devletine bu genç devrimi devam ettirmeye, ileri taşımaya yetmezken bu şanlı görev Stalin’in omuzlarına yükleniyordu. Stalin, ilk işçi devletinin pratik devamcısı ve ilerleticisi idi. O, emperyalist burjuvazinin korkulu bir rüyası idi. Nazi ordularını yenen ve Berlin’e kadar kovalayan Sovyet Kızıl Ordusunun baş komutanı idi Stalin. Emperyalist burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni yıkamamış tam tersine emperyalist dünya sisteminin birçok ülkesi, emperyalist sistemin dışına çıkmış ve Halk Demokrasili Devletlerini kurmuştu. Emperyalist burjuvazinin Stalin düşmanlığı anlaşılır bir durumdur. Anlaşılır olmayan emperyalizmin yedeğinde hareket eden ve kendilerine „marksizm“ adını takıp burjuvaziyle aynı safta duranların durumudur. „Marksizm“ adını takanlar, emperyalist burjuvazi ile kendilerini nasıl ayırıyorlar sorusuna Troçkistler cevap vermek zorundadır. Stalin’e saldıran emperyalist burjuvazinin temel yöntemi yalan makinası ve tarih çarpıtıcılığıdır. Gizli servislerin labaratuvarlarında üretilen sahte belgeler ile bilinçler karartılıyor ve Stalin ile Hitler aynılaştırılıyor. Emperyalist burjuvazi, Nazizm ve Stalin’i aynı çuvala koymakta, Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde verdiği tarihin en fedakar savaşımını görmezden gelmektedir. Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine „Marksizm“ adını takanlarda bu koraya katılıyor. Sosyalizm düsmanlığını, Stalin’e saldırarak gizlemek nafiledir. Zira söz konusu olan dünya halklarının faşizme karşı topyekun baskaldırısıdır. Troçki ve Troçkizm başkaldırı bir yana o sıralar Sosyalist anavatanı yıkma çağrıları yapıyordu. İşte Troçkizmin gerçek yüzü budur. “Stalinizm” diye bir öğreti yoktur. Bu Troçkistlerin uydurmasıdır. Stalin’i “zigzaglı” bir çizgi izlemekle suçlayanlara önerimiz, Troçki ve Stalini karşılaştırarak okumalarıdır. Fırıldak gibi dönen ve izlediği zigzaglarla ünlenen kişinin adı Troçki’dir. Oysa Lenin’in öğrencisi olan Stalin, Troçki’nin aksine istikrarlı bir çizgi izlemiş ve SB’de sosyalizmin inşasına önderlik etmiştir. Tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesini “ulusal çıkarların” temel alınması olduğunu savunanlar, ML’den hiç bir şey anlamadıklarını ortaya koyuyorlar. Stalin’in izlediği çizginin Lenin’in izlediği çizgi olduğunu yukarda uzun uzun anlattık. Leninizme aykırı çizgi izleyenler Troçki ve takipçileridir. (bkz http://www.marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm)
Bolşeviklerle menşevikler arasındaki ayrılığın kökleri “proletaryanın derinliklerinde” değil, ama Rus devriminin iktisadi içeriğinde yatıyor. Bu içeriği görmezlikten geldikleri için Martov’la Troçki , Rusya’daki parti-içi savaşımın tarihsel anlamını kavrama olasılığından, kendilerini yoksun bırakmaktalar. Sorunun özü, ayrılıkların teorik ifadesinin proletaryanın şu ya da bu katına “derinden” işleyip işlemediği değildir. Sorunun özü, 1905 devriminin iktisadi koşullarının, proletaryayı liberal burjuvaziyle, sadece işçilerin gündelik yaşam koşullarını iyileştirme sorununda değil, ama aynı zamanda tarım sorununda, devrimin bütün siyasal sorunlarında, vb. düşmanca ilişkiler içine soktuğu gerçeğidir. “Sekterlik” gibi, “kültür eksikliği” gibi etiketler dağıtarak Rus devrimindeki eğilimlerin savaşımından dem vurmak, ama proletaryanın, liberal burjuvazinin ve demokratik köylü yığınlarının temel iktisadi çıkarları hakkında tek söz söylememek, ucuz gazetecilerin düzeyine düşmek demektir. ( ...) “Bu gerçekten “sınırsız” laf cambazlığı, liberalizmin “ideolojik gölgesi”nden başka bir şey değildir. Hem Martov, hem Troçki başka başka tarihsel dönemleri birbirine karıştırıyorlar.” (...) “Şimdi biz Martov’u tasfiyeciliğin önderlerinden biri olarak görüyoruz. Martov, marksist görüntülü sözlerle tasfiyecileri daha “akıllıca” savundukça, daha tehlikeli oluyor. Ama Martov, 1903-1910 arasında yığınsal işçi hareketindeki bütün eğilimlere damgasını vuran görüşleri herkesin önünde açıklayıp yorumluyor. Öte yandaysa Troçki , sadece kendi kişisel yalpalayışlarını temsil ediyor, başka bir şeyi değil. 1903’te menşevikti, menşevikliği 1904’te bıraktı, 1905’te yeniden menşeviklerin arasına döndü ve sadece ultra-devrimci sözler parlatmakla yetindi, 1906’da menşeviklerden bir kez daha ayrıldı, 1906’nın sonlarında kadetlerle seçim anlaşması yapılmasını savundu (yani bir kez daha menşeviklerle birlik oldu), 1907 ilkyazında, Londra kongresinde “siyasal eğilimlerden çok bireysel görüş tonlarında” Rosa Luxemburg’dan ayrıldığını söyledi. Troçki bir gün hiziplerden birinin ideolojik stokundan, ertesi gün ötekinin stokundan çalar ve bu nedenle de kendisinin hizipler üstü olduğunu ilan eder. Teorik olarak, Troçki , tasfiyeciler ve otzovistlerle hiçbir noktada görüş birliğinde değildir, ama uygulamanın kendisinde goloscular ve vperyodcularla tam bir görüş birliğindedir.”(Bkz. Lenin Seçme Eserler Cilt 3, Sf. 467-486, İnter Yayınları)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
İlk sayısı Aralık 2004’te çıkan Marksist Bakış dergisinin, Ankara’da iki İstanbul’da ise bir dergi bürosu var. 2009 Nisan ayında “Sürekli Devrim Hareketi” ilan edildi. İnternet sitelerinin başlığıda “Sürekli Devrim Hareketi”dir. Marks, Engels ve Lenin’in yanına Troçki’nin de resmi konulmuştur. Bu tabiki Troçki’yi de klasik usta olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Marksist Bakış’ın yanında; İşçinin Yolu(15 günlük gazete) ve Marksist Liseliler(dergi) dergileride çıkarılmaktadır. Troçkist gruplar arasında belirli farklılıklar olmasına rağmen, birçok konularda ortak paydaları da var. Birçokları Lenin ile Stalin arasına Çin Seddi çekmekte ve Lenin mirasının Troçki tarafından üzerlenildiği safsataları yaygınlaştırılmaktadır. Marksist Bakış şöyle diyor: “Nasıl zamanında Marks’ın devrimci öğretisinin içini boşaltıp yarattıkları “ulusal-Alman” Marksizmi ile işçileri eğitenler(!) Lenin’e hakaretler savurarak Marksizmin gerçek devamcılarının kendileri olduğunu dillerine doladılarsa, Stalin ve şürekası da Menşevizmi Leninizm, Leninizmi de Menşevizm olarak yutturmaya çalışırken, Ekim devriminin mirasına sahip çıkan Troçki’ye akıl almaz iftiralar, kara çalmalar, “hain” suçlamaları yöneltmekten, onu ve takipçilerini katletmekten geri kalmadılar.”(Bkz. http:// www.bolsevik.org/1277.htm) Burada tarihsel olgular açıkça çarpıtılıyor. Troçki 1903 sonlarında Menşevik olmuştu. 1904-1905 yılında Menşeviklerden ayrılıp ekonomist Martinov’la bir araya gelmişti. Lenin’i savunduğunu söyleyenlere Lenin ile cevap verelim. Lenin Troçki hakkında şunları yazıyordu: “Troçki, Menşeviklerin peşinden koşuyor ve özellikle tantanalı laflara sarılıyor.” (...) “Bolşevizmle menşevizm arasındaki savaşımın, olgunlaşmamış bir proletarya üzerinde etkinlik kazanma savaşımı olduğuna ilişkin teori yeni değildir. Birçok kitapta, broşürde,liberal basındaki yazılarda (1903’ten bu yana değilse bile) 1905’ten beri bu görüşle karşılaşmaktayız. Martov’la Troçki , Alman yoldaşların önüne, marksist bir kılıf geçirdikleri liberal görüşleri koyuyorlar.”(...) “Troçki ilan ediyor: Menşevizmin ve bolşevizmin, diyor, “proletaryanın derinliklerinde kök saldıklarını” düşünmek, “bir hayaldir”. Bu, Troçki ‘nin ustası olduğu, yankı yapıcı ama boş sözlere iyi bir örnektir.
✒
Marksist Bakış
59
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 60
Troçki ise, Stalin’e saldırdığı gibi daha önceleri Lenin’e saldırıyordu. Troçki 1904 yılında yazdığı “Politik Görevlerimiz” adlı yazının IV. Bölümünde Lenin’e şöyle saldırıyordu: “Lenin ve destekçileri bir bütün olarak toplumun ya da Partinin gelişiminin yasaklanamayacağı gerçeğini reddettikleri ölçüde yenilgilerinin nedenlerini de anlamayacaklar.”(...) “Partimizin gerici kanadını başının, Lenin yoldaşın, Sosyal Demokrasiyi tanımlarken, Partimizin sınıf karakterine teorik bir saldırı oluşturacak biçimde Jakobenizmin bir karikatürüne özgü taktiklere başvurması bir tesadüf değil, karakteristik bir konumlanıştır. Evet, teorik bir saldırı, Berstein’ın ‘eleştirel’ görüşlerinden daha az tehlikeli değil.” (…) „Yoldaş Lenin eğer kendisinin yegane ilke olarak -utanmaz (şayet kusursuz değilse) bir ilke- benimseyip yaydığı slogandaki gibi ‘iki adım’ geri atmak istemiyorsa, kendi tanımı doğrultusunda bir adım ileri atması ve bundan kaynaklanan bütün sonuçları kabullenmesi ve Partili yoldaşlarına yeni kartvizitini yollaması gerekecektir.“ (…) „ Ya, burjuva-devrimci demokrasisiyle (Jakobenizm) proleter demokrasisi arasında kurduğun köprüyü tamamlayacaksın, Marksizmi terk ederek burjuva liberalizmiyle proleter sosyalizmi arasında bir köprü kuran liberaller gibi, ya da seni bir teorik saldırıya sevk eden pratikten cayacaksın. Ya biri/ya öteki Yoldaş Lenin!“ (Bkz. www.marksist.org) Lenin’e saldıran Troçki, Lenin’i partinin „gerici kanadını“ın temsilcisi olarak görüyor! Lenin’in sosyal demokrasiyi tanımlaması Jakobenizmin bir karikatürü imiş! Lenin’in görüşleri revizyonizmin babası Berstein’in görüşlerinden daha tehlikeli imiş! Lenin, burjuva demokrasisi ile proleter demokrasi arasında bir köprü kurmuş vb. Troçki açıkca Lenin’e küfrediyor. Troçki, daha sonra aynı argümanlarlaı Stalin’e saldırıyordu. Menşevizmi kim savunuyor? Lenin’den uzun yaptığımız bu alıntıları yorumlamaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Lenin’in Troçki hakkında yaptığı onlarca değerlendirme var. Troçki asla bir Bolşevik değildi. O sadece rüzgâr kimin arkasından esiyorsa onunla hareket eden bir konumdaydı. Bolşevik-Menşevik ayrışmasında Menşeviklerden taraf olan Troçki bir süre sonra da kendinin hizipler üstü olduğunu iddia ederek Menşeviklerden ayrılmıştır. Bu süre içinde Alman oportünistleriyle yediği içtiği ayrı gitmeyen Troçki Bolşeviklere karşı da savaşa devam etmiştir.
Lenin her zaman Troçki’nin güvenilmez biri olduğunu söylemiştir. Lenin’in Stalin hakkında yaptığı bir siyasi eleştiri var mı? Stalin, yanlış bir çizgi savunuyorduysa bunun tarihsel kökleri Lenin döneminde yokmuydu? Lenin’in vasiyetinde Stalin hakkında söylediği “aşırı kaba” olduğu dışında bir eleştiri var mı? Vasiyette de söylenen siyasi bir eleştiri değil. Oysa Lenin vasiyetinde Troçki’yi bolşevik olmamakla eleştirmiştir. Lenin, yaşamı boyunca Troçki’nin yanlışlarına karşı mücadele etmiştir. Tarihi gerçek budur. Marksist Bakış dergisi şöyle yazıyor: “Sovyet sisteminin ilkeleri neden uygulanamadı? Aynı zamanda Ekim devriminin yenilgisi anlamına gelen bu süreç, dünya devrimi dalgasının yenilgisiyle başladı. Ekim Devrimi’nin önderleri Rusya’da devrimin yalnız başına uzun süre ayakta kalamayacağının farkındaydılar. Lenin: En küçük bir şüphe duyulmamalıdır ki gerçekleştirdiğimiz devrim, eğer tek olmaya devam ederse, eğer başka hiçbir ülkede devrimci hareket olmazsa, amaçladığı zafere ulaşamayacaktır... Bütün bu zorluklar karşısında tek kurtuluşumuz, tekrar söylüyorum, tüm Avrupa’yı kapsayan bir devrimdir. Başka bir yerde de Lenin bu düşüncesini şöyle ifade eder: Yalnız tek bir ülkede değil bir ülkeler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyetler Cumhuriyeti’nin emperyalist devletler ile yan yana uzun bir süre varolacağı düşünülemez. Sonunda ya biri ya da öbürü kazanmak zorundadır.“ Marksist Bakış ve bütün Troçkistlerin yaptığı gibi Troçki’yi de Ekim Devrimin önderi olarak görüyorlar. Üç ay önce partiye alınan Troçki bir anda Ekim Devriminin lideri oluveriyor! Troçki’nin görüşlerini biliyoruz. O, geri bir ülkede proletaryanın iktidarı ele geçirebileceğini ancak dünya devrimi gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmin inşa edilemezliğini savunuyordu. Marksist Bakış, Lenin’in de böyle düşündüğünü ve kaynağını vermediği Lenin’inden alıntılar yapıyor. Lenin hiç bir zaman Troçki’nin savunduğu görüşleri savunmadığını biliyoruz. Aksine Lenin tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesinin olanaklı ve mümkün olduğunu savunuyordu. Lenin devlet, sosyalizm ve komünizm üzerine yaptığı teorik değerlendirmelerde her zaman sosyalizmin tek ülkede inşa edilebileceğini, bunun geri bir kapitalist ülkede bütün zorluklarına rağmen mümkün olduğunu belirtmiştir. Bolşevikler, Ekim Devriminden hemen sonra devrimin Avrupa’da yayılacağını ve Avrupa proletarya-
“Bu politikanın komünizm görüşüyle nasıl geçindiği ve nasıl olup da komünist Sovyet iktidarının, özel ticaretin gelişmesini teşvik ettiği sorununa değinmek istiyorum. Bu, komünizm bakış açısından onaylanabilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, köylü ekonomisinde vukubulmuş olan değişiklikleri dikkatle incelememiz gerekir. Başlangıçta durum öyleydi ki, tüm köylülüğün çiftlik sahiplerinin iktidarına karşı bir taarruzunu görüyorduk. Çiftlik sahiplerine karşı aynı şekilde hem yoksul köylüler hem de Kulaklar karşı çıkıyorlardı, elbette farklı niyetlerle olsa da: Kulaklar, çiftlik sahibinin elinden toprağı almak ve onun üzerinde kendi işletmesini geliştirmek hedefiyle. Burada o zaman Kulakların ve yoksul köylülerin farklı çıkarları ve gayretleri gün yüzüne çıkıyordu. Ukrayna’da bu çıkar karşıtlığı bugün de bizde olduğundan çok daha berrak görülebilir. Yoksul köylülük bu çiftlik sahiplerinin toprağının ellerinden alınmasından dolaysız olarak pek az yararlanabildi, çünkü bunun için elinde ne malzeme ne de alet-edevat vardı.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ele yürüdükleri bir dönemdi.“ Savaş komünizmden NEP’e geçişe ilişkin 10. Parti Kongresi önemli kararlar alır. Parti Kongresi kararında, teslim yükümlülüğü yerine ayni verginin geçirilmesinden söz ediliyordu. Besin maddelerindeki ayni vergi, teslim yükümlülüğü temelindeki vergiden daha azdı. Savaş Komünizmi, şehir ve kırdaki kapitalist unsurların kalesini baskınla, cepheden saldırıyla ele geçirme teşebüsüydü. Lenin, biraz geri çekilme, kuvvet topladıktan sonra yeniden saldırıya geçip kalenin kuşatılmasını öneriyordu. Lenin X1. Parti Kongresinde, geri çekilmenin sona erdiğini açıklayıp, „Özel sermayeye karşı taaruza hazırlanın“ şiarını attı. NEP Lenin döneminde başlayan ve 1928’lere kadar sürdürülen bir politikadır. NEP ekonomik alanda kapitalizmin gelişmesine izin veren bir politikanın adıydı. Lenin, NEP’ten ilk başta herşeyden önce kapitalistlerin, tüccarların ve Kulakların yararlanacağını biliyordu. NEP politikası köylülükle işbirliğini koruma ve sağlamlaştırmak için tavizler verilmesi anlamına geliyordu. Çünkü köylülük, hakim şartlar altında meta satışı olmadan, kapitalizmin belli bir canlanması olmadan varolamazdı. Köylülükle işbirliği ticaretten başka bir yolla gerçekleştirelemezdi. Köylülükle ancak bu yolla işbirliği sağlamlanabilinir ve sosyalist ekonominin temelleri atılabilinirdi. Tavizler sorununa Lenin böyle yaklaştı. Lenin bu politika ile ilgili olarak şöyle yazıyordu:
✒
sının ileri ülkelerin bir kısmında iktidara geleceğini umuyorlardı. Özellikle Almanya’da proletaryanın iktidara geleceğini düşünüyorlardı. Bu bir beklentiydi. Ama bu beklenti gerçekleşmedi. Lenin, sosyalizmin nihai zaferi anlamında kesin zaferinin asla tek ülkede gerçekleşemeyeceğini söylüyordu. Sosyalizmin nihai zaferi ile bir ülkede sosyalizmin inşa edilmesi farklı şeylerdir. Troçkistlerin kavramadığı tam da bu noktadır. Onlar Lenin’in sosyalizmin nihai zaferi bağlamında söylediklerinden yola çıkarak, Lenin’in tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceği tezini savunduğunu iddia ediyorlar. Bu Lenin’in açıkça çarpıtılmasıdır. Lenin’in savunmadığı görüşlerin Lenin’e maledilmesidir. Lenin 1923’te şöyle yazıyordu: “Eğer sosyalizmi kurmak için belli bir kültür seviyesi gerekiyorsa (gerçi bu belli “kültür seviyesi”nin ne oldugunu kimse açıklayamaz), neden önce bu belli seviye için koşulları devrimci yoldan elde etmekle işe başlayıp ve sonra, isçi¬ köylü iktidarı ve Sovyet sistemi ile, diğer halklara yetişmeye devam etmeyelim? Sosyalizmi kurmak için uygarlık gerekiyor diyorsunuz. Çok güzel. Fakat neden önce kendi ülkemizde, toprak ağalarını ve Rus kapitalistlerini kovmak gibi önkoşulları yaratıp, daha sonra sosyalizm yürüyüşüne başlayamayalım? Bilinen tarihsel düzende bu tür değişikliklerin uygunsuz ya da imkânsız olduğunu nerede ve hangi kitapta okudunuz?” (Bkz. Lenin Son Mektuplar ve Makaleler, N.Sukhanov un notlarıyla ilgili olarak, Başak Yayınları Sf. 36) Devan edelim, Troçkist Marksist Bakış şöyle yazıyor: „İç savaştan sağ çıkmayı başaran işçi devletini önemli bir tehlike daha bekliyordu: şehirleri beslemek istemeyen köylüler. Yeni Ekonomik Politika (NEP) ile birlikte köylülere istedikleri tavizler verildi; özel sektörün bir serbest pazar oluşturmasına imkan sağlandı. Şehirlere gıda arzını artırmak için girişilen bu politikanın bedeli, işçi sınıfının gücünün mülk sahipleri lehine azalması ve bürokrasinin hem partide hem de işçi devletinde konumunu hızlı bir şekilde güçlenmesi oldu. Devrim ülkesinde canlanan serbest piyasa, para merkezli ilişkileri ve değerleri üst düzeyde tetikliyordu. NEP zenginleri esip gürlerken başkentin sokaklarında geceleri fahişeler devrimden sonra yeniden görülmeye başlanmıştı. Para, güç, imtiyaz, ayrıcalık ilişkilerinin hızla kendine yeni alanlar açtığı NEP dönemi bürokrasinin güçlenmesine en elverişli şartları yaratıyordu. Bu, kürklü hanımlar, fraklı beyefendiler ile koltuk sahibi bürokratların el
61
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62
Ve şimdi görüyoruz ki, yoksul köylülük, Kulakların müsadere edilen topraklarını gasbetmesini önlemek için örgütleniyor. Sovyet iktidarı bizde ortaya çıkan yoksul köylü komitelerini ve Ukrayna’daki ‘mülksüz köylü komiteleri’ni destekliyor. Ve en sonu sonuç ne oldu? Sonuç şu oldu ki, orta köylüler köyde çoğunluk unsur haline geldi... Gerek Kulaklık doğrultusundaki gerekse yoksulluk doğrultusundaki aşırı uçlar geriledi, ve nüfusun çoğunluğu orta köylü tipine yakınlaşmaya başladı. Eğer köylü ekonomimizin üretkenliğini yükseltmek istiyorsak, o zaman ilk plânda orta köylülere dayanmalıyız. Komünist Partisi politikasını buna göre kurmalıydı... Yani köylülüğe karşı politika değişikliği, bizzat köylülüğün durumunun değişmiş olmasıyla açıklanır. Köy daha orta köylüleşmiştir ve eğer üretici güçleri geliştirmek istiyorsak, bunu hesaba katmak zorundayız.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 9, Sf. 184-185, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Nep politikası, serbest ticaretin yapılması, alt yapıda kapitalizmin canlanmasına izin verilmesi, üretici güçlerin geliştirilmesi, ülkedeki ürün miktarının artırılması ve köylülükle işbirliğinin sağlanmasıdır. Lenin, köylülüğe verilen tavizlerden spekülatörlerin, kapitalistlerin, Kulakların yararlanacağını biliyordu. Ama meselenin özü itibariyle spekülatörlere ve Kulaklara verilen tavizler değildi. Çünkü genelde NEP ve özelde ticaretten, yalnızca kapitalistler ve Kulaklar değil, aynı zamanda devlet ve kooperatif organları da yararlanıyordu. Ticareti sadece kapitalistler ve Kulaklar değil, devlet organları ve kooperatifler de yapıyordu. Devlet organları ve kooperatifler, ticaret yaparak, özel ticaret üzerinde üstünlük kazanıyorlardı. Böylelikle Sovyet sanayisi köylü ekonomisiyle birleştiriliyordu. Bir köylü ülkesinde orta köylü kazanılmadan sosyalizmin inşası mümkün değildi. Bu politika Leninist bir politikaydı. Marksist Bakış, NEP dönemini eleştirecekse önce Lenin’i sorgulamalıdır. Ama biz Troçki ve takipçilerinin köylülük konusundaki yaklaşımlarını biliyoruz. Troçki’ye göre; proletarya diktatörlüğü sosyalist önlemler almaya başladığında köylülüğün tamamıyla çatışmaya girmelidir! Troçki, köylülükle proletarya arasında büyük çatışmalar çıkacağını ve proletarya diktatörlüğü, Avrupa sosyalist devrimi gerçekleşmezse ayakta kalamayacağını söylüyordu! Troçki, köylülüğün (kır proletaryası ve yoksul köylülüğün) de sosyalizm mücadelesine kazanılmasına karşı çıkıyordu. O şöyle diyordu: “Böyle yapmakla proletarya, yalnızca, devrimci
mücadelesinin ilk aşamaları boyunca kendisini destekleyen tüm burjuva gruplarla değil, kendisiyle işbirliği yaparak iktidara geldiği köylülüğün geniş kitleleriyle de düşmanca bir çatışmaya girecekti.” (Troçki, 1905, Önsöz, Tarih Bilinci Yayınları) Troçki’ye göre köylülük baştan sona sosyalizme karşıdır. Lenin ve Troçki arasında nitel bir fark olduğu açıkça ortadadır. Leninizm köylülüğü tek bir bütün olarak görmez. Köylülük içinde çıkarları birbiriyle çelişen farklı sınıf ve katmanlar vardır. Topraksız köylüler, yoksul köylüler, orta köylüler ve zengin köylüler. Sosyalist devrim mücadelesinde, köylülüğün büyük çoğunluğunu oluşturan topraksız ve yoksul köylülük sosyalizmden yana kazanılmalı, orta köylülük tarafsızlaştırılmalı ve zengin köylülüğe karşı savaşılmalıdır. Leninizmin köylülüğe bakış açısı budur. Şöyle devam ediyor Marksist Bakış: “Ekim’in iki lideri bu sefer de bürokrasiye karşı büyük bir işbirliği yapacaklardı. Lenin’in hastalığı ve ardından ölümü bu işbirliğinin yaşama geçmesini engelledi. Troçki, Lenin olmadan açık kavgayı başlatacak ve Bolşevizmi ve Sovyetleri savunmak için Sol Muhalefeti örgütleyecekti.” Troçki’nin Ekim Devrimi lideri olmadığını daha önce yazdık. 1998’de RSDİP’in kuruluşu, şekillenişi, yürüttüğü mücadele, geçirdiği aşamalar, parti çizgisinin oluşturulması vb bağlamında Troçki’nin rolü nedir? Üç ay önce partiye alınan birisi nasıl oluyorda bir anda Ekim Devriminin lideri oluveriyor? Lenin ölmeseymiş, Troçki ile “büyük işbirliği” yapacakmış ve bürokrasiye karşı mücadele edeceklermiş!!! Lenin ölümü ile Troçki yalnız kalmış ve “Bolşevizmi” savunmak için harekete geçmiş!!! Diğer tarafta ama gerçekler var. Troçki’nin en önemli özelliklerinden biri onun ilkesiz olması, bugün söylediğinin tersini yarın aynı bağnazlıkla savunabilmesidir. 1918’den Lenin’in ölümüne kadar olan dönemde, Troçki ile Lenin arasında görüş ayrılıkları devam eder. Bu dönemde en önemli ayrılık noktaları köylülere karşı tavır ve çalışma tarzı konusunda çıkar. Troçki köylük bölgelerde “derhal kollektifleştirme, her türlü özel mülkiyete derhal el koyma” ülkenin sanayini kalkındırmak için köylülerden alınacak artık değerin artırılmasını savunuyordu. Köylülere karşı gerekirse şiddet kullanılmalıydı. Böyle bir politika nufusunun coğunluğunu köylülerin oluşturduğu Rusya’da, işçi sınıfını bir anda tecrit eder, devrimci yenilgiye götürürdü. Ama Troçki “saf proleter devrimi” teorileri içinde bu objektif durumu görmüyordu.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ti kongresinde seçilir. Kongre Merkez Komitesine, bir dahaki kongreye kadar partiyi yönetme yetkisini verir. Parti üyeleri, parti merkez komitesinin ve yönetici organların çalışmalarını ve çizgisini onaylamıyorsa, kongrede, parti yönetici organlarının değiştirilmesi mücadelesini verir. En yüksek organ parti iradesini temsil eden Parti Kongresidir. Parti içi demokrasi gereği kongrenin çoğunluğu parti yönetici organlarını seçer. Parti azınlığı çoğunluğun seçimine saygı duymalı ve kabul etmelidir. Azınlık partiye kendi görüşünü zorla dayatamaz. Parti içi demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını ifade eder. Stalin parti içi demokrasi hakkında şöyle diyor: “İşçi sınıfının aktivitesinin yükseltilmesinden bahsettim, işçi sınıfının milyonluk kitlelerinin iktisadımızı inşa eserine, sanayimizi inşa eserine çekilmesi gerektiğinden söz ettim. Ancak işçi sınıfının aktivitesinin yükseltilmesi ciddi ve büyük bir görevdir. İşçi sınıfının aktivitesini yükseltebilmek için, her şeyden önce, Partinin kendisi aktifleştirilmelidir. Bizzat Parti, sağlam ve kararlı biçimde Parti-içi demokrasi yolunu izlemeli, örgütlerimiz, Partimizin kaderini biçimlendiren Parti üyelerinin geniş kitlelerini inşa sorunlarımızın tartışılmasına çekmelidir. Bu olmadan işçi sınıfının aktifleştirilmesinden hiç söz edilemez.” (Stalin, Eserler, Cilt 8 Sf. 128, İnter Yayınları) Parti içi demokrasinin anlamı budur. Troçki ve takipçilerinin parti içi demokrasiden anladıkları, Leninist parti teorisini inkar eden, parti içinde fraksiyonların ve grupların varlığını öngören, partiyi hiziplerin ‘at koşturduğu’ bir tartışma kulübüne çeviren burjuva demokrasi anlayışıdır. Troçki, şöyle diyordu: “Parti yaşamında gerçek bir özgürlük, tartışma özgürlüğü, parti çizgisini kolektif biçiminde ve de gruplar aracılığıyla oluşturma özgürlüğü olmaksızın, bu partiler asla belirleyici bir devrimci güç haline gelemeyeceklerdir.” (Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Sf. 137) Parti içerisinde Troçki’nin tartışma özgürlüğünü temel alması doğrudur. Partinin aldığı her karar üzerine, pratik eylemi zedelemediği sürece son noktaya kadar tartışılmalıdır. Ancak bu tartışma özgürlüğü nasıl olacaktır? Troçki tartışma özgürlüğü sloganını çarpıtıyor ve onu hizipler özgürlüğü sloganına dönüştürüyor.Troçki’nin bundan çıkardığı sonuç; tartışma özgürlüğü grup ve hizip özgürlüğüdür! Parti yalnızca bir tartışma ve düşünce kulübü değildir. Parti aldığı kararları yaşama geçiren bir sınıf örgütüdür. Karar alınmadan önce parti içinde sonuna kadar tartışılır,
✒
1924’te parti köylülük bölgelerde özel mülkiyete izin veren yeni ekonomik politika programını (NEP) kabul edince, parti yöneticilerini “ihanetle” suçlayacak kadar ileri gidiyordu. Troçki’nin bu dönem içinde geliştirdiği çalışma tarzı ise, her şeyi kararnamelerle çözmeye çalışan bürokratik bir çalışma tarzıydı. Lenin bu konuda Troçki için “O kendini beğenmiştir. Kararnamelerle yönetmeye ise de meraklıdır” der. Temel niteliklerinden biri bürokrat çalışma tarzı olan Troçki’nin ilerki dönemde, SBKP yöneticilerini “bürokratizmden” ötürü suçlaması ilginçtir. Şimdi Troçki’nin “Sol Muhalefet”i nasıl örgütlediğine bakalım. Troçki Lenin’in hastalanması ve ölümüyle birlikte Bolşevik partiye karşı açıktan ve hizipçi savaşımına hız verdi. Lenin’in ölümünden hemen önce yapılan (16-18 Ocak 1924) 13. Parti Konferansında Troçkist muhalefet kendini açıkça ortaya koyuyordu. Zor dönemlerde Troçki ya partiyi terkediyor veya karşı cepheden partiye saldırması ile biliniyordu. 1923 Sonbaharında Almanya ve Bulgaristan’daki devrim yenilgiye uğramış ve ülke içinde ekonomik sıkıntılar yaşanıyordu. Lenin, hasta yatağında yatıyordu. Tam da bu dönemde Troçki, Bolşevik Partiye karşı saldırıya geçti. Troçki, parti içindeki tüm anti-Leninist unsurları etrafında topladı ve muhalif bir platform ortaya çıkarttı. Platforma 46 Muhalifin Açıklaması adı verildi. Açıklamalarında, ciddi bir iktisadi kriz doğacağı ve Sovyet iktidarının yıkılacağı kehanetinde bulundular. Muhalefet, bu durumdan çıkış yolu olarak parti içinde hiziplere ve gruplaşmalara özgürlük talep ediyordu. 46’lar Platformunun hemen ardından, Troçki’nin, Parti kadrolarına yazdığı bir mektup devreye sokuldu. Bu mektupda Troçki daha önce bilinen eski Menşevik görüşlerini tekrarlıyordu. Bu iki belge Troçkistler tarafından Parti üyelerinin tartışmasına sunuldu. Troçkistler açıkca partiye meydan okuyor ve parti içinde genel bir tartışma açılmasını istiyorlardı. Parti bu isteği kabul etti ve parti içinde genel bir tartışma açıldı. Bu genel tarışma sonrasında Troçkistler parti içinde ağır yenilgi aldılar. Sadece üniversite ve devlet dairelerindeki hücrelerin küçük bir kısmı, Troçkistler lehinde oy kullandı. Ocak 1924’te XII. Parti Konferansı toplanır. Konferans, Troçkist muhalefeti mahkum eder. Konferansın aldığı kararlar, daha sonra XIII. Parti Kongresi ve Komintern V. Kongresi tarafından da onaylanır. Şimdi biraz geriye dönelim. SBKP(B)’de, parti merkez komitesi başta olmak üzere yönetici organlar par-
63
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 64
görüşler çatışır, pozisyonlar netleşir. Geniş tartışma ertesinde Parti Kongresi bu tartışmalar ışığında karar alır. Ancak demokrasi gereği azınlık çoğunluğun aldığa karara uymak zorundadır. Karar alındıktan sonra partinin tümü, kararı yanlış bulan azınlıkda, kararın hayata geçirilmesi için üzerlerine düşen görevleri yapmak zorundadır. Parti içi demokrasinin ve parti üyeliğinin temel kıstası budur. Lenin’in ölümü Troçki ile yapacağı ittifakı engellemiş! İddia bu idi. Şimdi birde Lenin’in ne dediğine bakalım. Lenin, 1921’de partinin X. Kongresine parti içi gruplarla ilgili karar taslağı yazar. Bu taslak kongrede kabul edilir ve karara bağlanır. Bu kararın 6. maddesi şöyledir: “Bu yüzden Parti, şu ya da bu platformda oluşturulmuş olan (örneğin “işçi muhalefeti”, “Demokratik merkeziyetçilik” grupları vs. gibi) istisnasız tüm grupların feshedilmiş olduğunu açıklar ya da derhal feshedilmesini emreder. Bu Kongre kararının yerine getirilmemesi, Parti’den kesin ve derhal ihracı gerektirir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 9, Sf. 160, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Lenin, parti içindeki gruplar hakkında söylediği ve Parti Kongresinde onaylanan karar budur. Lenin’in önerdiği ve X. Parti Kongresinin aldığı karardan Troçki’ memnun değildir. Parti içinde grupların ve hiziplerin olmaması, partinin irade ve eylem birliğine sahip olması Troçki’yi rahatsız ediyordu. Troçki bu rahatsızlığından dolayı parti içinde gruplara özgürlük istiyordu. Yani partinin platformunun dışında başka platforma sahip, kendi yönetimi ve ilkeleri olan gruplar partinin içerisinde varolacak! Parti bir irade ve eylem birliği değil, gruplar toplamı veya hizipler karmaşası olacak! Troçki’nin parti içi demokrasiden anladığı, partinin tasfiye edilmesi anlamına gelen, onu bir hizipler toplamına indirgeyen demokrasi budur. Troçki’nin savunduğu parti modeli, parti içinde hizipler ve gruplar olacak, bu hizip ve gruplar, parti kararlarına karşı kendi platformları ile ortaya çıkacak, partinin irade ve eylem birliğinin ortadan kaldırıldığı bir parti modelidir. Lenin, parti içi gruplardan bahsederken şöyle söyler: “Parti içinde ve tüm Sovyet çalışmalarında sıkı bir disiplin sağlamak ve her türlü fraksiyonculuğun bertaraf edilmesinde en büyük birliği sağlamak için Kongre MK’yı, disiplin ihlali veya fraksiyonculuğun yeniden canlandırılması ya da ona gözyumulması hallerinde, Partiden ihraca varana dek tüm Parti cezası önlemlerini, MK üyelerine karşı ise adaylık ko-
numuna indirme ve en uç önlem olarak hatta Partiden ihraç cezasını uygulamakla yetkili kılar.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 9, Sf. 160, İnter Yayınları) Lenin’in görüşleri kısaca böyle. Lenin ile Troçki arasında Parti meselesinde de nitel bir farkın olduğu açıkca ortada. X. Parti Kongresinin aldığı karar var. Bu karara rağmen, Troçki 46’lar platformunu açıklıyor, partiye karşı cepheden saldırıya geçiyor ve partinin genel bir tartışma açmasını istiyor. X. Parti Kongresinin kararına göre Troçki’nin derhal partiden atılması gerekiyor. Fakat Troçkistlerimizin çokça eleştirdiği Stalin, X. Parti Kongresi kararına rağmen Troçki’yi partiden atmıyor ve genel tartışma önerisini kabul ediyor. Troçkistlerin iddia ettiklerinin tersine Stalin önderliğindeki Merkez Komitesi, Troçki ve muhalefet üzerinde amansız bir baskı uygulamadı. Muhalefetle her tartışmayı, parti birliğini güçlendirme çalışmasına dönüştürdü. Çünkü Merkez Komitesi muhalefetin gittiği hizipçi yoldan döneceğini, partinin ve proletaryanın çıkarlarını savunacağını düşünüyordu. XIII. Parti Kongresi ertesinde Leningrad’lı bir grup Troçki’yi partiden ihraç etme başvurusunda bulundu. Leningrad il komitesi Troçki’yi partiden ihraç eden bir kararı kabul etti. Merkez Komitesi çoğunluğu bu kararla hem fikir değildi. Leningrad il komitesi, yürütülen mücadeleden sonra ikna edildi. Bir süre sonra Leningrad’lılar bu defa Kamanev ile birlikte Troçki’nin Politbüro’dan derhal ihracını istedi. Ancak Stalin ve MK çoğunluğu Kamanev ve Zinovyev ile aynı görüşte değildi ve Troçki’nin ihracı engellendi. Troçki’nin atılmasını, bir yıl sonra Troçki’nin yanında saf tutan Kamanev ve Zinovyev istiyordu ama Stalin engelliyordu. Ne ilginç değil mi? İşte Troçki’nin Lenin’in hastalığı esnasında başladığı, Marksist Bakış’ın “Bolşevizmi ve Sovyetleri savunmak için Sol Muhalefeti örgütle”diği tarihi gerçek böyleydi. Uzun uzun anlatmamızın nedeni de, gerçekleri çarpıtan ve Troçki’den başka kitap okumayan Troçkistlerin gerçek yüzünü birkez daha ortaya koymak içindir. Marksist Bakış’ın savunduğu diğer Troçkist argümanlar üzerinde burada durmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü Troçkizm üzerine yazdığımız yazılarda bunlara zaten değindik. Aynı şeyleri yeniden tekrarlamanın gerekli olmadığını düşünüyoruz. (bkz http://www.bolsevik.org/1278.htm) (Devam edecek) ✓
leri bölmek ve sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesine engel olabilmek için işçileri ulusal ve kültürel farklılıklarından dolayı bölmek, egemenler için güçlü bir fırsat zemini oluşturmaktadır. Egemenlerin bu siyasetlerini boşa çıkarabilmenin tek yolu, işçi sınıfı içinde her türden milliyetçiliğe ve ayrılıkçılığa geçit vermemek ve hayır demekle mümkündür. Bütün ülkelerin bütün işçileri, dünyanın bütün işçi ve emekçileri, hangi ulus, soy, topluluğundan olurlarsa olsunlar, sömürücü sınıflarının bütün baskıcı, gerici ve milliyetçi politikalarına karşı tek başına sınıf kardeşliği bilinciyle hareket etmek zorunluluğunu kendini gerekli kılar. Bu işçi sınıfının enternasyonallik ilkesinin temelini oluşturur. Bu temelde yürütülen çoğu siyasi oluşumların siyaset yapmak adına içine düştükleri hataların da ortaya çıktığı günümüz emek hareketlerinin de zaafları görülmektedir. Demokratik Kürt hareketi karşısında hayırhah ve şovenist bir tutum sergileyen TKP (Türkiye Komünist Partisi) ve ya da her durumda Yurtsever Kürt hareketinin peşinden kopmayanların (son olarak kongre hareketi içinde sol ve “sosyalist” kesimlerinde eleştirisiz yer alma çabaları) bütün hatalara rağmen ilkesiz davranmaları özünde milliyetçiliğinde yedeğine düşüldüğünü göstermektedir. En iyi halde dahi sahiplenilen yurtseverlik bilinci işçi sınıfının kendi öz sorununun üzerini örtmekte ve sınıf temelli örgütlenmesine engel olmaktadır. Bütün bu bilgiler göz önüne alındığında, işçi ve emekçilerin her türden milliyetçiliği, ayrılıkçılığı ve farklılıkları sınıfa yönelik çalışmalarında araç olarak kullanmaması gerektiği anlaşılmalıdır. Başta sosyalistler olmak üzere bütün işçi ve emekçiler kapitalizm koşullarında ortaya çıkan ulusal farklılıkların bilincinde olarak, bu en hassas meselelerde dahi bütün işçi ve emekçilere tek bir sınıfın, işçilerin, emekçilerin üyesi olduğu vurgusunu yinelemelidir. Bunun dışında hiçbir farklılık kabul edilemez. Bizler ulusların ve azınlıkların sorunlarının ne kadar can alıcı ve acil sorunlar olduğunu bilerek, her türlü milli ve şovenist yaklaşımlardan uzak durarak, ulusların ve azınlıkların tam hak ve eşitliğinden yana, ezilen ulusların öz-
serbest kürsü
İ
şçiler arasındaki bölünmelerin başlıca etkenlerden biri de milliyetçilik düşüncesidir. İşçi ve emekçilerin ulusal özellikleri sebebiyle sürekli bir ayrışmaya tabi tutulmaları düzen sahiplerinin bilinçli ve sistemli uyguladıkları politikaların başında gelmektedir. Bu politikaların amacı işçilerin bir sınıf, ortak yaşam koşullarına mahkum edilmiş, diğer bütün sosyal ve ekonomik yaşam biçimlerinden ayrı bir topluluk olarak bilinmesini istememelerinde yatmaktadır. Nedeni ise bir sınıf olarak ayırt edilmenin kendi içinde örgütlenmeyi de gerektirdiği bilinciyle yüzleşmesidir. Bu sebeple sıklıkla dile getirilen söylemler arasında din kardeşliği, aynı geminin yolcuları gibi safsatalar özellikle işçiler ve ezilen yoksullar arasında çokça yaygınlaştırılmıştır. Oysaki gerçek bu bilinçli yaygınlaştırılan safsatalardan çok farklıdır. Zengin bir Müslüman ile fakir bir işçinin aynı dine, ulusa mensup olması her ikisinin de aynı kaderi paylaştığı, kardeş olması anlamına gelmez, gelemez. Burada ayırt edilmesi gerekilen nokta ekonomik koşullar, yaşam biçimleri ve üretim araçları üzerinde ki mülkiyet ilişkisinin biçimleridir ve buda sınıfsal bir ayrımla mümkündür. İşçilerin bu doğal örgütlenme dürtüsünü engelleyebilmek için yaygınlaştırılan milliyetçi, yurtsever, hemşerici vb. düşüncelerin işçi sınıfı içinde ki örgütlülüğü de parçalamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Kürt sorunu temelinde gelişen Kürt ulusal hareketinin boyutlarını incelediğimizde, diğer ulus ve azınlıkların büyük bir çoğunluğunun bu hareketin kendisini düşman olarak yargılaması egemen olan milliyetçi düşüncelerin ürünüdür. Bunun sonuçları içinde ise Kürt ulusuna mensup bütün bireylerin halklar arasında potansiyel teröristler gibi ön yargıların oluşması ve böylelikle Kürt ulusundan olanların işçi, emekçi çevreleri arasında da ayrılıkçılığa maruz kalması günümüzde karşılaştığımız bir örnektir. Bu durum Ermeni, Rum, Yahudi kabaca söyleyecek olursak “Türkiye’de” yaşayıp ta Türk olmayan bütün milliyetler ve azınlıklar için de geçerli bir durumdur. Bütün bu gerçekler bir tek açıklamayla özetlenebilir. Egemen olan siyasetlerin ve sermaye çevrelerin işçi-
✒
İşçi sınıfı içindeki milliyetçi yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi
65
✒ serbest kürsü 66
gürce ayrılma hakkını sonuna kadar gözeterek, azınlıkların özgürce gelişimini güvence altına alınarak savunulabileceğini bilmeliyiz. Buradan yola çıkarak 8 Ekim 2011’de Ankara’da sendikaların gerçekleştirdiği “Demokratik Bir Türkiye” mitinginde ve daha önce bir bölgede yapılan “1 Mayıs 2011” mitinginde oluşturulan kortejler ve yürüyüşler boyunca YDİ Çağrı Çalışanlarının ve okurlarının atıkları sloganlardan birisi olan “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız.” sloganının Çağrı düşüncesine aykırı olduğunu görmek gerekir. Kısa bir tartışmanın ardından sloganın atılmasında bir sakınca olmadığı kararı alınarak slogan miting boyunca birçok kez söylenmiştir. Burada yapılması gerekilen alınan karar doğrultusunda eylem birliğini bozmamak için bu slogana bütün Çağrı okurlarının katılması olmalıdır ve öylede yapılmıştır. Fakat bu tartışmayı genişletmekte ve bizi geliştirmesine hizmet etmesi için tartışmayı buraya taşımak gerektiğini düşündüm. Atılan bu sloganın genel olarak içeriği, bir dizi Arap ülkelerindeki yaşanılan halk hareketlerine empati duyulmasından kaynaklı Arap ulusuna mensup Çağrı okurlarının bölgelerimizdeki Arapları da etkilemesi düşüncesinden yola çıkıldığı anlaşılmaktadır. Bu genel niteliğinin dışında bir başka sakıncalı biçimi ise okurların istem dışı Arap milliyetçiliğini de yapmış olduklarıdır. Kuşkusuz buradaki niyet iyi bir niyetten ibaret olarak devletin Araplar üzerindeki bir takım olumsuz yaptırımları karşısında bir isyan niteliği taşımaktadır. Fakat sorunda burada baş gösteriyor. İşçilerin mücadeleleri ve örgütlenmeleri içinde bu milli karakterlerinden dolayı kolayca kendi milli kabuklarına çekildikleri yadsınamaz ve bunun sonucunda şiddetli milli yaklaşımlarında gelişmesine yol açabilir. Bu gelişebilecek bir olgu olmakla birlikte yaratılan milli karakterli atmosfer miting ve yürüyüşlerin heyecanıyla kendini daha da çarpıcı göstermektedir. Bu tür yaklaşımların yukarıda açıklamaya çalıştığım işçi sınıfının enternasyonallik ilkesiyle de uyuşmadığını söylemekte fayda var. Niyet her ne kadar iyi olursa olsun Lenin’in de dediği gibi “cehenneme giden yolda iyi niyetli taşlarla döşenmiştir” sözünü hatırlatır bizlere. Bu eleştirinin Çağrı okurları tarafından da dikkate alınarak, sonraki eylem ve etkinliklerinde bu türden milli karakterli yaklaşımlardan kendilerini sakınmaları gerektiği bilincinde olmak ve bu sloganın hatalarını gözden geçirerek, işçi sınıfı içindeki çalışmaları-
mızda bizi ilerleteceğini düşünmeliyiz. Milliyetçilik ve şovenizmin kışkırtıldığı günümüzde Maksim Gorki’nin “ANA” adlı romanın da ki şu paragrafın işçi ve emekçiler için büyük bir önem taşıdığını yinelemekte de fayda var; “ –Haklısın anacığım! Dedi Andre. Hepimizin ortak malı. Bizim için ırk, ulus diye bir şey yoktur, yoldaş ve düşman vardır. Tüm dünyanın tüm işçileri bizim yoldaşımız, dünyadaki bütün zenginler ve hükümetler ise bizim düşmanımızdır. Tüm dünyada biz işçilerin ne çok ve ne büyük bir güç olduğunu görmek, bizleri nasıl mutlu ediyor, bilsen! Dünyadaki bütün insanlar, Alman’da Fransız’da İtalyan’da aynı şekilde seviniyor, aynı şekilde üzülüyor. Biz hepimiz bir ananın; tüm işçilerin kardeşliği düşüncesinin çocuklarıyız. Bu düşünce adalet göklerinin bizleri aydınlatan güneşidir. Adalet gökleri ise işçilerin gönlündedir. Bir işçi dünyanın neresinde olursa olsun bunun adına ne derse desin, sosyalist düşünce açısından daima bizim kardeşimizdir.” Yaşasın işçi sınıfı enternasyonalizmi Dünyanın bütün işçileri birleşin! YDİ Çağrı Okuru Ekim 2011 ✓
Eleştiri üzerine…
Ö
ncelikle bazı olguları vurgulamak gerektiğini düşünüyoruz. Eleştirilen slogan “Arabız isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganıdır. Bu slogan 1 Mayıs 2011’de Adana’da düzenlenen 1 Mayıs mitingine katılan Yeni Dünya İçin Çağrı kortejinde atılmıştır. Bu slogan ve kortejimizde atılan daha birçok slogan güncel gelişmeleri kapsayan yeni sloganlar üretilmesi çabasının bir ürünüdür. Devrimci hareket sloganı ilk defa duymuştur. Bu slogan bölgedeki Çağrı okurlarının ortaklaşa ürettikleri ve kararlaştırdıkları bir slogandır. Ne bu slogan üretildiğinde, ne de 1 Mayıs ertesinde bu slogan ile ilgili herhangi bir eleştiri getirilmemiştir. Böyle olduğundan 8 Ekim 2011’de Ankara’da düzenlenen “Demokratik Bir Türkiye” mitinginde de bu slogan sık sık atılmıştır. Bu miting sırasında yoldaşımız sloganı milliyetçi bulduğunu söylemiş ve eleştirmiştir. Yoldaşımızın eleştirisini yazıya dökmesinin konuyu tartışmak açısında önemli olduğunu düşünüyor ve okurumuza teşekkür ediyoruz. Ancak getirdiği eleştiri konusunda aynı fikirde değiliz.
serbest kürsü
Arapları bir ulus olarak kabul etmemiz bağlamında ayrılmaktayız. Bugün TC’de yaşayan Araplar bir ulus oluşturmaktadırlar. Elbette bu konuda Arap ulusunun anda bir direnişi, bir talebi yoktur, ancak bu onları bir ulus olarak kabul edip etmememizde bir kıstas değildir. Bir ulusu ulus yapan temel özellikler Stalin tarafından ortaya konulmuştur. Arapları bir ulus olarak kabul ettiğimize göre Arap ulusundan işçi ve emekçileri örgütlemek ve bu ulusal sorunun çözümü bağlamında da onları komünizme kazanmak YDİ Çağrı’nın görevidir. Bu görevde önemli bir pay doğal olarak Arap ulusundan gelen komünistlere de düşmektedir. Esas olarak bölgede bulunan Çağrı okurlarının bu konuda çok daha fazla katkıda bulunmalarıdır bir zorunluluktur. Bu temelde de atılan slogan YDİ Çağrı’nın bu farklılığına ve görevine uygun düşmektedir. Bizler nasıl ki Hrant Dink’in katledilmesinden sonra “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını attıysak, “Arabız isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı da aynı temel düşüncededir. Hepimiz Ermeni değiliz, ama hepimiz Hrant Dink şahsında Ermenilere yönelen bu saldırının karşısında Ermenilerin yanındayız. “Arabız isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı ile de sadece TC’de değil, tüm dünyada aşağı görülen, miskin, sessiz, tevekkül içerisinde her şeye boyun eğen halklar olarak görülen Arap ulusuna aynı mesaj gönderilmektedir. Tüm bunların yanında sloganların temel görevi kitlelere bir konu hakkında çarpıcı bir mesaj vermek, ajite etmektir. Sloganlar bir görüşün manifestosu değildir. Bu nedenle tek başına bir slogandan tüm bir içerik açıklaması beklenemeyeceği gibi “milliyetçi yaklaşım” eleştiride çıkarılamaz. Örneğin bu sloganın atıldığı yerde atılan diğer sloganlar da bir görüş oluşturmak açısından önemlidir. Sadece bir ulusa vurgu yapan sloganlar atılıyorsa buradan bir fikir edinebiliriz. Ama bu sloganın yanında halkların kardeşliğine, işçi ve emekçilere, devrime ve sosyalizme vurgu yapılıyorsa buradan başka sonuçlar çıkarabiliriz. Biz bunların birbirinden farklı olduğunu düşünüyor ve bizim kortejlerimizde sadece bir ulusa vurgu yapılmadığını, halkların kardeşliğinin savunulduğunu biliyoruz. Bu açıklamalarımız doğrultusunda bundan sonraki eylemlerde de bu sloganın atılmasında bir sakınca görmüyoruz. 20.02.2012 / YDİ Çağrı ✓
✒
“Arabız isyancıyız, kavgada kararlıyız!” sloganı Mısır’da, Tunus’ta ve daha birçok Arap ülkesinde yaşanan isyanlara gönderme yapan bir slogandır. Bu slogan ile bu ülkelerdeki Arap halklarının kendi burjuva diktatörlüklerine başkaldırmış olmaları selamlanmaktadır. İsyan edenlerin Arap halkları olduğu bilindiğinden, sloganın içeriğinde “Arabız” sözünün geçiyor olmasını bir sorun olarak görmüyoruz. Bunun yanında slogan Arap halklarının isyanının selamını Çukurova bölgesinde yaşayan Arap ulusuna da taşımaktadır. Yaşanan isyanlar örnek gösterilerek TC’deki Arap ulusuna da bir mesaj gönderilmektedir. Çağrı kortejinde yer alanların önemli bir bölümünü Arap ulusundan gelen komünistler oluşturmaktadır. 1 Mayıs mitingine katılanların azımsanmayacak bir bölümünü de yine Arap ulusundan işçi ve emekçiler oluşturmaktadır. Bu nedenle sloganın bulunduğu bölge itibariyle de “Arabız” sözünü içeriyor olması anlaşılır bir durumdur. Ancak bunlara rağmen okurumuz işçi sınıfı içerisindeki milliyetçi yaklaşımlar ile bu sloganı yanlış bir şekilde karşılaştırmaktadır. Çünkü ezen ulusların milliyetçiliği ile bu uluslara başkaldıran ulusların milliyetçiliği, yani ezilen ulusların milliyetçiliği arasında fark vardır. Biri iktidar olması dolayısıyla kendinden olmayan diğer ulusları ezmek için çaba göstermekte ve gerici bir pozisyonda durmaktadır. Ancak diğeri kendisine yönelen baskılara karşı bir ulus olarak direnmekte ve bu yanıyla demokratik bir içeriğe bürünmektedir. Bugün Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi de böyledir. Öte yandan ulusal sorun çözümü için ezilen ulusların sadece işçi ve emekçileri değil, burjuvaları da söz sahibidir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde ayrılıp ayrı devlet kurma veya Sovyetler Birliği içerişinde birleşme yönünde yapılan referandumlara sadece o ulusların işçi ve emekçileri değil, tamamı katılmıştır ve bu doğrudur. Eğer ortada ulusal bir sorun varsa bu sorun o ulusa mensup olan herkesin sorunudur. Çünkü ezen ulusun baskısı sadece (onlara bir kat fazla olarak ta olsa) işçi ve emekçilere değil, o ulusun küçük-burjuvazisine, burjuvazisine de yönelmektedir. Bugün ulusal sorunun gerçek çözümünün demokratik halk devriminde çözüleceğini savunmaktayız. Bu sorunu tüm uluslardan işçi ve emekçilerin mücadelesi çözecektir. Ulusal sorunun çözümü ulusal hareketlerden beklenemez. Ancak gerçekten komünist olan hareketler bu sorunu nihai anlamda çözebilirler. Biz ülkelerimizdeki devrimci hareketlerden TC’deki
67
8 Mart 2012: Kadın katliamlarına, tacize, tecavüze ve örgütsüzlüğe karşı
Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye!