ydic161

Page 1

İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

OCAK/ŞUBAT 2013/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X161


EDİTÖRDEN

editörden - içindekiler

Değerli okuyucu, Ocak sayısı ile birlikte bir yılı daha geride bırakıp yeni bir yılda yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayımızın başyazısında 2012 dünyasındaki barbarlığa, emperyalistlerin barış çağı dedikleri fakat dünyanın bir çok yerinde yerli işbirlikçileri ile birlikte halklara karşı yürüttükleri haksız savaşlara yer ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Halkların Kardeşliği sayfalarında Halkların Demokratik Kongresi (HDK) üzerine kapsamlı bir değerlendirme yazısını bulabilirsiniz. Yine aynı sayfalarımızda Kürtçe dili üzerine ve Kürtçenin uğradığı yasaklar üzerine “Yasaklı bir dilin öyküsü” başlıklı bir araştırma yazısını okuyabilirsiniz. 19 Ocak Hrant’ın ölüm yıldönümü. Hrant Dink’in kalleşçe katledilişinin üzerinden 6 yıl geçti. Bu sayımızda onun anısına 2006 yılının Aralık ayında Agos Gazetesinde yayınlanan “Nora Nare Hoy Nare” başlıklı makalesini siz okurlarımızla paylaşıyoruz. Kadın sayfalarımızda, 8 Mart’ta yasalaşan ve Bakan Fatma Şahin’in “kadınlara 8 Mart hediyesi” dediği “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un kadınlar

açısından gerçekten ne anlama geldiğini, yasada nelerin yer alıp nelerin yer almadığını irdeleyen bir yazı var. Panorama sayfalarında Suriye’deki gelişmeleri, Mısır’da referandumu ve ABD’de yapılan başkanlık seçimlerini değerlendiren yazılara yer verdik. Sayfalarımızın devamında yine bir okurumuzun gönderdiği, hapishanelerdeki PKK ve PAJK’lı tutsaklarının başlattığı açlık grevleri ve bizim buna desteğimiz ile ilgili bir eleştiri yazısını bulabilirsiniz. Kavganın doğrusu doğrunun kavgası sayfalarımızda ise “Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı ile ilgili tartışma devam ediyor. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Son olarak Almanya’da yayınlanan ML dergi “Trotz Alledem” (Her şeye Rağmen)’in 61. sayısından (Eylül 2012) çevrilen AEP ile ilgili “Sosyalizme giden yol mu?” başlıklı değerlendirmeyi okuyabilirsiniz. Tüm okurlarımızın yeni yılını kutluyor, mücadele dolu bir yıl diliyoruz. YDİ Çağrı Ocak 2013 ✓

İÇİNDEKİLER

2

GÜNDEM İLLE DEVRİM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3

Eskisi de yenisi de aynı: Obama Başkan seçildi!. . . . . . . . . . . . . . . . 36 Anayasa referandumu ve gelişmeler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Halkların Demokratik Kongresi Üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Yasaklı Bir Dilin Öyküsü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 “Nora Nare Hoy Nare”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25

OKUR MEKTUBU Açlık grevleri ve tartışılması gereken bir konu!. . . . . . . . . . . . . . . . 42

YENİ KADIN DÜNYASI “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27

KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI Gecikmiş bir mektup.... mu acaba?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 “Gecikmiş bir mektup... mu acaba?” başlıklı eleştiriye yanıt…. . 47 Sosyalizme giden yol mu? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49 Bir panelin ardından. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64

PANORAMA Suriye konusunda haklı bir eleştiri, uyarı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32

GÜNCEL Nepal hakkında karar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 161 · Ocak/Şubat 2013 • ISSN 1301692X161 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net


gündem

İLLE DEVRİM! Barış içindeki dünyanın her yanından silah sesleri yükseliyor. Afrika kıtası zaten herhalde rengi yanlış! olduğu için, yok sayılıyor. Orada Ruanda’dan, Mali’den, Somali’den, Kongo’dan, Mozambik’ten vs. gelen silah sesleri için “beyaz dünya”nın kulakları sağır! Şimdilik Afrika bu “beyaz” egemen dünyanın ilgi odağında bulunmuyor.

B

ir yıl daha tarihe karıştı. 2012 yılını geride bıraktık. Kıyamet tellallarının bu kez Maya takvimine dayandırdığı kehanetleri tutmadı. Dünya batmadı. Dünya batmadı batmaya ama işçiler, emekçiler, bu dünyanın ezilenleri, “Gemide güverte yolcusu” “Büyük insanlık” için, 2013’e de “batsın bu dünya” dedirtecek bir dünya devroldu.

DİNAMİT= BARIŞ! Yine kan revan içinde bir dünya. Bu dünyada emperyalistlerin kendi aralarında doğrudan karşı karşıya gelip savaşmadıkları bir hale barış diyorlar. Bu dünyanın en prestijli barış ödülleri, yürüyen savaşların baş sorumlularına, en büyük savaş tüccarlarına veriliyor.2012’nin Nobel Barış ödülü Avrupa Birliği’ne verildi. 4 yıl önce “değişim” “evet biz becerebiliriz” şiarlarıyla büyük umutlarla taze başkan seçilen Obama’ya vermişlerdi bu ödülü! Dünyanın dört bir yanında savaş yürüten ABD emperyalizminin ordusunun başkomutanı! Neden barış ödülü? Çünkü barış lafı ediyor! Şimdi Avrupa Birliği! Neden Barış ödülü? Ödülü veren Komite açıklıyor: Çünkü efendim “Avrupa’da ikinci dünya savaşının bitiminden bu yana barış yaşanıyor“muş!!!. Ve bunda “Avrupa Birliği belirleyici rol oynamış”. Muş, mış,miş… Dandini dandini dasdana… Böyle uyutuluyor işçiler, emekçiler. Bu gerekçeleri yazanlar, örneğin bu “Avrupa Birliği” sayesinde Avrupa’nın göbeğinde savaş yaşanmış olduğunu, eski Yugoslavya’nın savaşla pa-

ramparça edildiğini bilmiyorlar mı? Yoksa Yugoslavya Avrupa’dan çıkıp başka yerlere mi taşındı da bizim mi haberimiz yok? Ya da, örneğin Libya’daki savaşta bu şimdi Nobel barış ödüllü Avrupa Birliği üyelerinin doğrudan yer aldığını bilmiyorlar mı? Ya da örneğin Almanya’nın dünyanın en büyük üçüncü silah satıcısı olduğunu bilmiyorlar mı? Fransa’nın Afrika kıtasında yürüyen savaşların çoğunda doğrudan askerleri ve lejyonerleri ile doğrudan savaş tarafı olduğunu bilmiyorlar mı? Vs. Bütün bunları ve daha fazlasını biliyorlar. Buna rağmen Obama’ya, AB’ne barış ödülü veriyorlarsa, bunun bir tek anlamı var: Bunların barıştan anladığı bu. Nobel ödüllerinin adı İsveçli bilim adamı Alfred Nobel’den geliyor. Bu bilim adamının bilime katkısı Dinamiti bulmak. Bu buluşu sayesinde milyonlar, milyarlar kazandı. Bugün savaşların kullanılan en önemli patlayıcısı olan dinamitin kaşifi adına verilen bir barış ödülünden bundan fazla bir şey beklemek de herhalde biraz fazla iyimserlik olurdu!

DERİN BARIŞ HALLERİ… Barış içindeki dünyanın her yanından silah sesleri yükseliyor. Afrika kıtası zaten herhalde rengi yanlış! olduğu için, yok sayılıyor. Orada Ruanda’dan, Mali’den, Somali’den, Kongo’dan, Mozambik’ten vs. gelen silah sesleri için “beyaz dünya”nın kulakları sağır! Şimdilik Afrika bu “beyaz” egemen dünyanın ilgi odağında bulunmuyor. O kadar ki, örneğin

3


gündem

Sahra halkı 1961’de tanınan referandum hakkının kullanılmasını, o zamandan bu yana referandum yapılması için alınmış 196 - yanlış okumadınız yazıyla tam yüz doksan altı - BM kararı (!)nın uygulanmasını hala kamplarda ve Fas işgali altındaki bölgede bekliyor! 42 yıldır! Sabırla! Fakat sabrın da bir sonu var! Güney Afrika’da siyah işçilere, şimdi rengi siyah, özü beyaz sömürü rejiminin ateş açtığı silahlar Avrupa’dan, Amerika’dan geliyor. Bu ve Afrika’nın

4

yeraltı, yerüstü zenginliklerinin en ucuz fiyatlarla kapatılması yetiyor şimdilik emperyalistlere. Bu arada en büyük dertleri Çin’in bu alana giderek daha fazla nüfuz etmesi. Bunu engellemenin hesapları içindeler. Üst tarafı, Afrikalılar yesinler birbirlerini. Ne kadar çok savaş, o kadar çok kar! Arada bir hatta “ insanlık dram”larını engellemek maskesi altında, BM kararları ile geçici müdahalelerde bulunup, üç beş yerel despotu “insanlığa karşı işlenmiş suç”lardan dolayı “Uluslararası Mahkeme” önüne bile çıkartırlar! Ne kadar “demokrat”, ne kadar “insan hakkı savunucusu” olduklarını gösterirler böylece! O mahkeme önüne çıkardıklarının daha önceleri, çıkarlarını savunan “dostları” olduklarını unutarak, unutturarak! Revizyonist kamp çöktü. Çökenin sosyalizm/komünizm olduğunu anlattılar halklara. Daha önce

dünyadaki savaşların nedeninin hep dünyanın komünistler ile “demokrat, özgürlükçüler” arasında bölünmüş olması olduğunu söylüyorlardı. ‘Pis komünistler!’ Komünizmi yaymak için savaş çıkartıyorlardı! Batının özgürlükçü demokrasileri de komünizmin yayılmasını engellemek için savaş yürütmek zorunda kalıyorlardı! Hiç istemedikleri halde savaşıyorlardı zavallı demokratlar! Sonra komünizmin çöktüğünü anlattılar. Artık savaşlar son bulacak, dünya sürekli bir barış çağına girecekti! Bunu anlattılar halklara. Öyle olmadı! Tersine savaşlar çoğaldı. Yeni teoriler, yeni düşmanlar ürettiler! “Kültürler arası savaş!” gündeme getirildi. Son kullanma tarihi geçip, yenisi üretilene kadar geçerli olmak koşuluyla, “İslamcı Teröristler” yeni baş düşman ilan edildiler. Modern haçlı savaşları başlatıldı. Emperyalistlerin kontrolünde olmayan veya kontrolden çıkanlar - birçok halde önüne İslamcı sıfatı yapıştırılarak“terörist” ilan edildiler. Barış adı verilen savaş durumları için gerekçe yoksa uydururuz! O çok yetkin ve üretken ve konuşkan sosyologlarımız, politologlarımız ve bilumum bilim insanlarımız ne güne duruyor? Boşuna mı yetiştiriyoruz onları? Filistin’de Siyonist İsrail işgali ve Filistin halkına karşı yürütülen vahşi savaş, İslamcı teröristlere karşı meşru savunma hakkının kullanılması diye yutturulmaya çalışılıyor. Derin barış içindeki dünyanın savaş yangınları içindeki alanlarından biri kan içinde Filistin. 2012 yılının bu bağlamdaki belki en olumlu gelişmesi, Filistin’in BM e “üye statüsünde olmayan devlet!!!” olarak kabulü oylamasında, ABD ve İsrail’in hayır oyları ile neredeyse yalnız kalmaları idi. Toplam 9 oyda kaldı ’hayırcı’lar. Bu diplomatik alanda büyük bir yenilgi ve sonun başlangıcı anlamına geliyor. Dünyanın büyük çoğunluğu (BM üyesi 138 devlet!) Gaza ve Batı Şeria’daki Filistin yönetimini Filistin devleti olarak tanıyor. Irak’ta savaş şimdi biraz yerelleşerek sürüyor. Saddam sonrası kendi kafalarına göre bir Irak düzenlemesini beceremedi batılı emperyalistler. Pentagon’da yapılan hesaplar Bağdat’tan döndü, dönüyor.


VE KANAYAN SURİYE... Suriye güncel olarak emperyalistler arasında yürüyen yeniden paylaşım dalaşında “temsilci savaşı”nın en yoğun yaşandığı alan. Anda yürüyen savaş, görünürde Esat rejimi ile onun karşıtı güçler -muhalefet- arasında Suriye’deki iktidar için yürüyen bir savaş. Bir yanda Baasçı-faşist Esat rejimi var. 40 yılı aşkın, babadan oğula devredilerek geçen, burjuva anlamda bile demokrasiden nasibini almamış bir rejim. Görüntü modern! Türkiye’deki Kemalist laiklik gibi bir “laik” Müslüman Arap devleti! Çok kısa süre önceye kadar Arap olmayanlara vatandaşlık hakkı bile vermeyen Arap şovenisti bir rejim. İktidardaki Nusayri ağırlıklı devlet burjuvazisinin “yok yok” bir zenginlik içinde yaşadığı, Sünni Müslüman olan halk çoğunluğunun büyük bir yoksulluk içinde yaşadığı bir ülke. Dışa karşı, Lübnan’da olduğu gibi emperyal emeller peşinde koşan bir rejim. İçte yer yer sosyalist laflarla da süslenen faşist bir tek parti diktatoryası. Baas dışındaki partiler gerçekte Baas iktidarının payandaları olmayı kabul etmediklerinde kaldırılıp atılan incir yaprakları. İnsan hakları, fikir özgürlüğü vs. yok! Gerçek Baas karşıtlarının yolunu zindan, işkence vb. bekliyor. Bu rejime karşı isyan haklı bir isyan. Bu rejimin devrilmesi talebi haklı bir talep. Mart 2011 de “Arap baharı” denen ayaklanmaların henüz soğumamış nefesi Suriye’ye de erişti. Toplumun yoksul Sünni kesimleri önce kırlık bölgelerde başlayan silahsız gösterilerle yoksulluğa karşı protestolarını dile getirdiler. Gösteriler kısa zamanda ülkenin büyük kentlerine de sıçradı ve demokrasi talepleri, Esad rejiminin devrilmesi yönünde talepler yükselmeye başladı. Bu dönemde AKP hükümeti, o zamana kadar can ciğer kuzu sarması oldukları “Esad kardeşleri”ne reformcuklar yapması yönünde telkinde bulundu. Daha önce Libya’da Kaddafi kardeşleri-

nin başına gelenleri hatırlattı. Fakat Esad bu uyarılara kulak asmadı. Güvendiği güçlü bir ordusu, hiç de dar olmayan bir kitle tabanı, uluslararası alanda Libya ördeğinden ders almış görünen Rusya, Çin gibi “dost”ları vardı. Esad rejimi halkın önemli bir kesiminin haklı isyanını silahlı şiddetle, savaşla ezmeye yöneldi... Yangına bu körükle gidiş, isyancıların da silaha sarılması ile iç savaşı tetikledi. 2013’e Suriye’de şimdi bir yılı aşkın süredir yürüyen iç savaşın giderek yükseldiği bir ortamda giriyoruz. Bu iç savaşın 2012 Aralık ayı itibarıyla bilançosu 40 bine yakın ölü, on binlerce yaralı. BM mülteciler örgütü UNHCR in verileri 400.000’e yakın Suriye vatandaşının Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e sığındığı bilgisini veriyor. Suriye Arap Kızılay’ının verdiği bilgilere göre Suriye’nin kendi içinde 2,5 milyon insan yaşadıkları köyü, kasabayı, şehri terk etmiş, yollarda, savaş göçmeni konumunda. Süren iç savaş gıda maddelerinde kıtlığa, yiyecek fiyatlarının 3 mislinden fazla yükselmesine yol açtı. Açlık ölümleri giderek artıyor. UNHCR verilerine göre 4 milyondan fazla Suriyeli enternasyonal yardım olmaksızın yaşayamaz durumda. İşte “Barış içinde” bir Noel ve yılbaşı kutlayan dünya halinin Suriye’den görünüşü böyle!

gündem

Afganistan’da da savaş sürüyor. Batılı emperyalistler –çıkarlarını garantiye alarak- askerlerini geri çekme işini nasıl yapabileceklerinin kaygısı ve hesabı içindeler. Parçalanmış Kürdistan topraklarının her parçası, yoğunluğu değişik olsa da, savaş içinde. Ve yürüyen bütün savaşlarda emperyalist güçler, kimi zaman geri planda, kimi zaman doğrudan savaşın içinde. Emperyalistler arası savaş şimdilik yerel-bölgesel savaşlarda, temsilciler savaşı olarak yürüyor.

SAVAŞAN GÜÇLER… Esad rejiminin karşısında savaşan Suriyeli “muhalif güçler” homojen bir yapıya, Esad sonrası için ortak bir programa vs. sahip değil. Bütün muhalefeti birleştiren tek ortak nokta ‘Esat karşıtlığı’. Bu muhalefet içinde çok çeşitli güçler var: Batılı emperyalistlerle işbirliğine hazır, AKP benzeri, ılımlı Sünni İslamcılar; batıyla araları bozuk olan radikal şeriatçı Sünni İslamcılar, liberal demokratlar, kendine sosyalist ve komünist diyen bir dizi küçük gruplar vs. Görünen o ki, hareket içinde bir bütün olarak Sünni İslamcılar taban ve örgütlenme olarak en güçlü kesim. Suriyeli Kürtler bütün muhalefet içinde çok özel bir konumda bulunuyor. PKK’nin “demokratik konfederalizm”, “demokratik özerklik” programına sahip çıkan PYD Batı Kürdistan’da kitle tabanı açısından en güçlü Kürt örgütlenmesi olarak görünüyor. PYD iç savaşta, çatışan iki taraftan birinin yanında açıkça yer almadı. Özellikle Esat rejiminin hâkimiyeti dışına çıkan ve Kürtlerin meskûn olduğu sınır bölgelerinde –Güneybatı Kürdistan’da - ortaya çıkan iktidar boşluğunu, savaş yürütmeksizin, yerel iktidar kurarak doldurma yolunu tuttu. Esat rejimi yeni bir cephe açmamak için bu gelişmeye göz yummak zorunda kaldı.

5


gündem 6

Burada bir yanda batılı emperyalist büyük güçle ve onlara birlikte hareket edenler, kabaca “emperyalistgerici batı dünyası” var. Bu “taraf” tabii homojen bir güç değil. Bunların kendi aralarında da bir dizi çelişmeler var. Fakat bu onların Esad rejiminin devrilmesi konusunda neredeyse bir blok halinde hareket etmesinin engeli değil. Bu tarafın hedefinde Ortadoğu’da iflas etmiş, hakların ayaklanmasının hedefi haline gelmiş rejimler yerine halk çoğunluğunun desteğine sahip, batılı emperyalistlerle iyi geçinen ılımlı İslamcı rejimler yerleştirmek var. Ortadoğu’da Müslüman çoğunluklu ülkelerin bu çerçevede yeniden düzenlenmesi var. Tabii bu düzenleme işinin birçok zorlukları var. Evdeki hesapların çarşıya uymaması mümkün. Örneğin bu zorluklar Irak’ta yaşandı yaşanıyor. Libya’da yaşanıyor. Mısır’da yaşanıyor. Fakat genel hedef belli. Buna uygun işbirlikçiler aranıp bulunmaya çalışılıyor. Bunlar öncelikle destekleniyor. Suriye’de de olan bu. Suriye’de Esad rejiminin yıkılması, aynı zamanda hedefte bulunan İran’daki molla rejiminin yıkılması veya “terbiye edilmesi kontrol altına alınması için de önemli. Çünkü Ortadoğu’da İran rejiminin en yakın müttefiki Esad rejimi. Batılı emperyalistler için Esad her halükârda mutlaka devrilmesi gereken bir despot. Bu taraf açısından bu temel hedeften geri adım atmak bu saatten sonra beklenemez. Bu tabii Esad rejimi içinde yer alan Baascıların bir bölümünün olası bir Esad’sız geçiş hükümetinin içinde yer almasının engeli değildir. Batılı emperyalistler Ortadoğu’yu yeniden düzenleme işinde ne kadar ciddi olduklarını “Suriye” krizinde son olarak aldıkları NATO kararıyla da gösterdiler. NATO Türkiye’ye üç ayrı NATO üyesi devletin (Almanya-Hollanda-ABD) Patriot füzeleri konuşlandırması kararı aldı ve uygulamaya geçti. Bu Suriye’deki iç savaşta, bunun daha da uzaması halinde Suriye uçakları için uçuşa yasaklanmış bir “koruma bölgesi” kurmanın, böylece “muhalefete” tabii insani yardım adı altında sunulacak olan- çok daha açık askeri desteğin bir adımıdır. Bu Esad Suriye’sine karşı açık NATO müdahalesinin, Esad rejimini zayıflatma ve devirme için işgal hazırlığının bir adımıdır. Bu aynı zamanda fakat hem alanda, hem dünya çapında hegemonya dalaşında esas rakiplerden biri olan Rusya’ya karşı da, onu askeri olarak abluka altına almanın yeni bir adımıdır. Bu arada bu adım, Türkiye’nin de Suriye’deki savaşa bugüne kadar olduğundan daha doğrudan katılmasının bir adımıdır. Suriye’de Esad rejiminin uluslararası alandaki destekçileri, Ortadoğu’da faşist İran Molla rejimi, Latin

Amerika’daki Yankee emperyalizmine karşı ülkeler ve büyük güçler içinde de Rusya ile Çin’dir. Rusya ve Çin, BM Güvenlik Konseyinde şimdiye kadarki bütün oylamalardaki veto tavırlarıyla Suriye’deki iç savaşa BM kararıyla müdahaleyi engellediler. Bu Batılı emperyalistler açısından defteri dürülmüş olan Esad rejiminin ömrünü uzatan temel etmenlerden biri. Batılı emperyalistler ile Rusya ve Çin arasında, bu ikincileri veto tavrından vaz geçirmek için diplomatik pazarlıklar yürüyor. Bunun için tabii Esad sonrası Suriye’de Rusya’nın ve Çin’in çıkarlarının ve paylarının garanti altına alınmasını gerekiyor. Bu pazarlıklar her iki tarafın da kabullenebileceği bir sonuca vardırıldığında, Rusya ve Çin’in oyunun renginin veto’dan, çekimsere dönüşmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Onun sonrası BM Güvenlik konseyi kararıyla “Suriye’deki insanlık dramına son vermek, insani yardım” vs. gerekçeleriyle Suriye topraklarının kuzey bölümünün işgali anlamına gelecek adımların atılması olacaktır.

TEMSİLCİLER SAVAŞI VE TAVIR… Yani görünürde Suriye’nin içinde Esad rejimi ile karşıtları arasında bir iç iktidar savaşı yürüyor, fakat bu savaşın gerisinde çok daha büyük emperyalist çıkarlar ve aktörler var. Bu anlamda yürüyen savaş bir temsilciler savaşı. Fakat bu birincisi, bu savaşın çıkış noktasında halkın önemli bölümünün haklı bir ayaklanması olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Eğer emperyalistlerin de fazla beklemediği ve hazırlıklı olmadığı bu ayaklanma olmasa idi, aslında Esad rejimi Ortadoğu’daki dengelerde batılı emperyalistlerin de istikrar açısından kabullendiği bir rejim idi. İkincisi: Suriye’deki iç savaşın taraflarından faşist Esad rejimi tarafının savaşında hiçbir haklı yan yoktur. Buna karşı Esad rejimine karşı mücadele cephesinde haklı, devrimci bir savaş yürütenler de vardır. Bu güçler, muhalefet içinde egemen görünen İslamcı güçlere göre zayıf da olsalar, varlar. Savaşıyorlar. Devrimciler, demokratlar, sosyalistler, komünistler bu güçlere destek verme yükümlülüğüne sahiptir. Üçüncüsü: Suriye’de bu savaş içinde şimdiye dek açıkça iki tarafın birinin yanında yer almayan, iktidar boşluğundan yararlanarak kendi iktidar alanların yaratan Kürt hareketi haklı bir davanın savunucusudur. Onların bir çeşit devletleşme yönünde attıkları adımların desteklenmesi görevdir. Dördüncüsü: Esad rejimine “ülkelerin iç işlerine


di tecrübeleri ile öğrendiğini görmüyor. İleriye gitmenin tek yolu var... İsyan, ille isyan! Devrim, ille devrim... Devrimler, bunlar ilk anda istenen sonuçları vermeseler, kesintiye uğrasalar, onları en ağır karşı devrim dönemleri izlese bile, ezilen haklar, emekçiler, işçiler açısından en büyük öğretmen, en büyük okuldur. O okulda işçiler, emekçiler bir yandan ayaklanan halk karşısında hiçbir despotun ayakta durmayacağını kendi pratiğinde, görür öğrenir! Kendi gücünün farkına varır! Öz güveni gelişir! O okulda işçiler emekçiler aynı zamanda eğer emekçi sınıflar olarak bağımsız hareket etmezlerse, eğer örgütlü ve silahlı olmazlarsa, devrimlerinin yarım kalacağını, giden bir sömürücü sistemin yerine, bir başkasının geleceğini görür öğrenirler. Bir dahaki sefere daha iyisini yapmak üzere!!!

gündem

karışmama” ilkesi vs. adına sahip çıkılması, ona adeta antiemperyalist bir direniş payesinin verilmesi bir siyasi aymazlıktır. Suriye’ye karşı “insanlık dramını engelleme” vs. adına geliştirilecek bir emperyalist askeri müdahaleye kararlılıkla karşı çıkılması gereklidir. Bu yapılırken aynı zamanda Suriye halklarının faşist Esad rejimini devirme hakkına da sahip çıkılmalıdır. Beşincisi ve en önemlisi: Şimdi “Arap Baharı”nın , “Arap Kışı”na döndüğünden yakınanlar var. Bin Ali, Kaddafi, Mübarek gibi faşist despotların devrimci halk ayaklanmaları ardından birer birer devrilmesi ertesinde olanlara bakıp hayıflanıyor bunlar. Öyle ya bu despotlar yıkıldı ama yerine gelenler halkların iktidarları değil. Ve bu despotların devrilme sürecinde, başlangıçta halk ayaklanmalarında fazla dahli olmayan emperyalistler bütün güçleri ile dev-

AKP hükümetinin yönetimindeki Türkiye, 2013‘e Suriye’deki iç savaşta ‘taraf ‘olarak giriyor. Batılı Emperyalistlerle aynı safta, batılı emperyalistlerin favorize ettiği muhalif güçlerin baş destekçilerinden biri AKP Türkiye’si. Suriyeli batı yanlısı Sünni Müslüman muhalifler için Türkiye, savaş eylemlerinden sonra geri çekildikleri cephe gerisi konumunda. AKP hükümeti sözcüleri oldukça erken Esad’ın gitmesi/ götürülmesi yönünde tavır takındı. reye girdiler. Despotların devrilmesinde Kaddafi’nin devrilmesinde ve katlinde olduğu gibi doğrudan rol oynadılar. Halkların gerçek devrimci önderliklerden yoksun oluşları, burjuvazinin iktidarda olmayan, emperyalizmle iç içe olan başka kesimlerinin bu devrim hareketlerinin başına geçmesini beraberinde getirdi. Sonuç: Halklar ayaklandı, birçok ülkede eski yerleşik faşist iktidarların yerine, şimdi öncelikle batının “ılımlı Müslüman” burjuva kesimleri iktidara yürüyor. İktidara yürüyenler, iktidara yerleşme yönünde adımlar attıkça, onların da gerici, despot, faşist yüzleri açığa çıkıyor. Bu gelişmeleri görenlerin bir bölümü “ne oldu, keşke olmasaydı” tavrı içinde, aslında ileriye doğru değil, geriye, şeriata doğru gidildiğini söylüyorlar. Bu görüşte olanlar, halkların bu gelişmelerden ken-

İşte Rusya’da 1905 ve 1917 Şubat devrimleri! İşte Çin’deki 1927 ayaklanması! İşte 21 yüzyılın Arap ayaklanmaları!

DERİN BARIŞIN BİR BAŞKA YÜZÜ… Emperyalistler bir yandan temsilci savaşlarında, dünyanın yeniden paylaşılmasında paylarını korumaya ve büyütmeye çalışıyor. Diğer yandan gelmesi eninde sonunda kaçınılmaz yeni bir büyük “dünya” savaşı için mevzileniyor. “Batı” şimdilik hâlâ ABD önderliğinde blok halinde Rusya ve Çin’e karşı mevzilerini güçlendiriyor. Çin harıl harıl silahlanıyor. Eksikliklerini gideriyor. Rusya da çöküş ertesi gerilemenin izlerini silmeye çalışıyor. Dışta saldırganlık artarken, “iç cephe” ya da “cephe gerisi” tahkim ediliyor. Irkçılık, milliyetçilik hiçbir zaman olmadığı boyutlarda

7


gündem 8

körükleniyor. Faşist örgütler emperyalist “demokrat” devletlerin göz yumması, bazen açığa çıkan doğrudan destekleriyle güçleniyor, güçlendiriliyor. Bunlar dışta yürütülen ve yürütülecek savaşlar için cephe gerisinin tahkimi işleri. Fakat cephe gerisinin tahkimini zorlayan tek unsur, dıştaki savaşlar ve savaş hazırlıkları değil. Aynı zamanda içte gelişme olasılığı yüksek olan sınıf savaşımına karşı da hazırlanıyor burjuvazi. Bu hazırlık acilen gerekli. Çünkü 1970’li yılların sonlarından itibaren batılı emperyalist ülkelerde izlenen neo liberal dedikleri ekonomi politikalarında yolun sonuna gelindi. Emperyalist dünya 2008’de ikinci dünya savaşı ertesinin en derin mali krizini yaşadı, mali kriz devrevî ekonomik krizi de olağanüstü derinleştirdi. Dünya ekonomisi ikinci dünya savaşından sonra ilk kez küçüldü. Bu arada bir dizi mali kurum ve tekel iflas etti, bir dizi mali kurum ve tekel iflas noktasına geldi ve ancak devletlerin araya girip, iflas noktasında olanları devletleştirmesi veya onlara sıfır faiz ile borç vermesi ile “kurtarıldı”. Fakat bu “kurtarıcı” rolündeki devletlerin zaten içinde bulundukları derin borç batağına daha fazla batmaları sayesinde oldu. Bu kurtarılmaların iki üç yıl sonrasında bizzat bir dizi devletin kendisi iflas noktasına geldi. Bu kez de bunlar başka devletlerin ve uluslararası mali kurumların devreye girmesi ile “kurtarıldı.” Sonu gelmez bu dipsiz kuyu “kurtarma” operasyonlarının işçiler ve emekçiler açısından anlamı, artan işsizlik, artan vergiler, eksilen gerçek ücretler, yoksulluğun artışıdır. Emperyalist metropollerde ve bağımlı konumdaki kapitalist ülkelerde işçilerin

emekçilerin kazanılmış hakları birer birer ellerinden alınmaktadır. Bu gelişmeler karşısında işçi sınıfındaki ve emekçilerdeki hoşnutsuzluk artmaktadır. Bu hoşnutsuzluk kendini yer yer artan grev ve direniş hareketlerinde göstermektedir. Örneğin iflas durumuna gelen Yunanistan’da birbiri ardına gelen günlük genel grevler; bunları bastırmak için burjuvazinin bütün gücüyle saldırıları, sokak çatışmaları gelişmenin olası yönünü göstermektedir. Bu gelişmeler burjuva iktidarları açısından, bugün gerçek ml önderliklerin güçsüzlüğü sonucu onların iktidarlarını gerçek anlamda tehdit eden boyutlarda olmasa da, olumlu gelişmeler değildir. Bu gelişmeler burjuvaziyi yeni tedbirler almaya zorlamaktadır. Bu bağlamda “İslami Terörizm” öcüsü bugün batılı ülkelerde emperyalist ve gerici burjuvazinin elindeki en önemli ideolojik silahlardan biri. “Olası terörist saldırılara karşı” (Buradaki teröristler tabii andaki durumda öncelikle İslamcı teröristler oluyor genellikle! Öyle olunca genelde Hıristiyan nüfus ağırlıklı Avrupa ve Amerika’daki emperyalist metropollerde halkları bu “yabancı” düşmana karşı burjuvazinin kuyruğunda sıraya dizmek daha kolay oluyor) “demokratik ve özgür düzeni” “batılı yaşam tarzını” savunma adına, demokratik haklar adım adım ortadan kaldırılıyor. Haberleşmenin gizliliği, özel hayatın dokunulmazlığı vb. burjuva demokratik haklar çoğunluğun da kabulüyle yok ediliyor. Ne yapacağız? Burjuvazinin attığı her adımı sorgulayacağız! Onların yalanlarının arkasında gizlenmiş gerçeği görmeyi öğreneceğiz!


DIŞTA SAVAŞ… AKP hükümetinin yönetimindeki Türkiye, 2013‘e Suriye’deki iç savaşta ‘taraf ‘olarak giriyor. Batılı Emperyalistlerle aynı safta, batılı emperyalistlerin favorize ettiği muhalif güçlerin baş destekçilerinden biri AKP Türkiye’si. Suriyeli batı yanlısı Sünni Müslüman muhalifler için Türkiye, savaş eylemlerinden sonra geri çekildikleri cephe gerisi konumunda. AKP hükümeti sözcüleri oldukça erken Esad’ın gitmesi/ götürülmesi yönünde tavır takındı. Esad rejimine karşı BM kararı çıkarılmasını, muhalefetin meşru güç olarak tanınıp, silahlandırılmasını (Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte) en yüksek sesle talep eden güçlerden biri. Muhalefetin askeri eğitimi, bu arada (resmi ve açık olmayan) silahlandırılması konusunda da en önde gelen güçlerden biri. Fakat “Türkiye”nin Suriye’deki savaşta “taraf” olması durumu bununla sınırlı kalmayabilir. Bu hükümet NATO’dan, güya “Suriye”nin füze tehdidine karşı korunmak için” Patriot bataryaları desteği talep etti. Ve bu talebi kabul edildi. 2013’ün başlarında Türkiye’nin güney sınırı yakınlarında Hollanda, Almanya, Amerikan askerlerini ve Patriot bataryalarını göreceğiz. Aslında “barışın korunması” için getirildiği savunulan bu bataryaların gelişi, Suriye’ye karşı açık bir NATO saldırı / işgal hareketinin habercisi. Tabii bunun için önce BM kararı zorlanacaktır. Olası bir BM kararı veya Rusya ve Çin’le pazarlıkların sonuç vermediği ve BM kararı alınamadığı şartlarda, olası bir NATO harekâtı çerçevesinde Türk ordusu da saldırı/işgal ordusu olarak Suriye’ye girme hazırlıklarını yapmış durumdadır. AKP bu bağlamda Türkiye’yi adım adım Ortadoğu’da yeni bir sıcak savaş içine sokma yönünde adımlar atmak-

tadır. Kuşkusuz bu savaş, sınırlı ve geçici bir savaş olarak, mümkün olduğunca BM kararı ile ve tek başına yürütülmeyecek bir savaş olarak kurgulanmaktadır. Hesap kuzey Suriye’nin işgali şartlarında oldukça kısa bir süre içinde Esad rejiminin devrileceği üzerine kuruludur. Fakat Irak’taki savaşın da nasıl kurgulandığı ve geliştiği bilindiğinde, bu kurgunun gerçekleşmesi çok kuşkuludur. AKP’nin temsilciliğini yaptığı Türk burjuvazisinin böyle bir savaş içinde yer almaktan beklentisi, Esad rejimi devrildikten sonra “hesap dışı” kalmamaktır. Onlar bu olası savaşta paylaşımda söz sahibi olmak, her şeyden önce de öncelikle Güney Kürdistan’dan sonra, Batı Kürdistan’da da bir Kürt devletinin kurulmasını engellemek, bunun engellenemediği şartlarda bu devlet / bölge içinde PKK yerine başka güçlerin egemenliğini sağlamak için yer alacaktır. AKP hükümet sözcüleri Esad rejiminin mezalimi konusunda laflar edip, Esad faşistinin katlettiği “Müslüman kardeşlerimiz” için sahte gözyaşı döküyor. Onlar böylece bütün kamuoyu yoklamalarında savaş tarafı olmayı reddettiği görülen halk çoğunluğunu, vicdanlara seslenerek savaş yanlısı hale getirmeye çalışıyor. Türkiye’deki burjuvazinin AKP tarafından temsil edilen büyük kesimi aslında Saddam Irak’ına karşı savaşta Kuzeyden Irak’a girilmemiş olmasını, bir fırsatın kaçırılmış olması olarak değerlendiriyor. Ve bu kez böyle bir hata yapmak istemiyorlar. Bu kez eğer BM kararı çıkarsa, en önde yer almak istiyorlar. Burjuvazinin savaştan yana olan kesiminin bundan çıkarı var. Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının, onları Suriye’deki hakların bir bölümü ile düşman konumuna sokan ve sokacak böyle bir savaştan çıkarı yoktur. Burjuvazinin çıkarı, halkın çıkarı değildir. Bugün AKP hükümetinin bu savaş siyasetlerine karşı çıkmak; Türk hâkim sınıflarına “Suriye’den elinizi çekin!” demek işçilerin ve emekçilerin acil görevlerinden biridir. Olası bir BM kararı ertesinde Suriye’ye karşı girişilecek bir harekât, adı ne olursa olsun, emperyalist bir saldırı ve işgal hareketi olacaktır. İşçiler ve emekçiler böyle bir harekâtın karşısında tavır almalı, buna bugünden hazırlanmalıdır. İşçi sınıfı ve emekçiler bu bağlamda emperyalist ve gerici savaşa karşı hareket içinde, dertleri yalnızca AKP hükümetine karşı olmak olan, ulusalcı güçlerden de kendilerini ayırmayı bilmelidir. Suriye’deki savaşta Türkiye’nin yer almasına, Esad rejiminden yana oldukları için ve AKP hükümetine karşı olduk-

gündem

Onların “barış”tan söz ettiklerinde kasıtlarının işçilere, emekçilere, halklara karşı savaş olduğu gerçeğini kazıyacağız beyinlerimize ! Onlar “İslamcı terörizm”e karşı mücadele dediklerinde, onların kuyruğuna takılmak yerine, kastettiklerinin gerçekte sömürü düzenine karşı her başkaldırı olduğunu kavrayacağız! Onlar bizden “krizi aşmak için fedakârlık” talep ettiğinde, kendi sömürdüklerinizi kullanın deyip, gerçek ücret artışı talep edip, mücadeleyle söke söke alacağız! Ve ille isyan, ille devrim diyerek yürüyeceğiz haksızlıkların üzerine! Başka çare, başka çözüm yok.

9


gündem 10

ları için karşı çıkanlarla, bizim ortak bir yanımız yoktur olamaz.

İÇTE SAVAŞ… Esad rejiminin katlettiği Suriyeli kardeşlerimiz için timsah gözyaşları döken AKP hükümeti, ülke içinde de savaşı tırmandırıyor. Şimdi kış şartları nedeniyle çatışmalarda biraz gerileme olsa bile savaş her gün her iki taraftan canlar alarak sürüyor. AKP hükümeti bir yandan KCK operasyonları ile BDP‘ne yönelik dokunulmazlık kaldırma tehditleri ile Kürt kimliğiyle yapılan siyasetin yasal yollarını tıkarken, diğer yandan PKK’nin silahlı güçlerine karşı savaşı yoğunlaştırıyor. Türkiye’de burjuvazinin önemli bir bölümü gelinen yerde, PKK’ne karşı yürütülen savaşın, Türk burjuvazisinin uzun vadeli çıkarları açısından yararlı olmaktan çok, zararlı hale geldiğini düşünüyor. Bu kesim bu savaşın askeri çözümünün olmadığını, askeri olarak PKK’nin sıfırlanmasının mümkün olmadığını, PKK’nin halkın önemli bir kesimini temsil ettiğini görüyor. Bu savaşın bitirilmesini istiyor. Bu kesim bu savaşın bitirilmesi için, PKK ile pazarlık da dâhil her yolun kullanılmasından yana. AKP hükümeti “Kürt sorununun çözümü” bağlamında burjuvazinin bu kesiminin sözcülüğünü yapıyor. Bu savaş eninde sonunda savaşı yürütenler arasında, Kürt halkının önemli bir bölümünün temsilciliğini yapan PKK ile TC devleti arasında bir anlaşma ile sonlandırılacaktır. Savaşın bitmesinden yana olan burjuva kesimi ve o kesimin siyasetini yapan AKP hükümeti açısından, savaşın sonlandırılması talebiyle, anda savaşın sertleşmesi, sertleştirilmesi birbiri ile çelişen şeyler değil. Savaşın sonlandırılması, PKK’nin silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklaması, silahları bırakması, TC’nin şiddet tekelini de fakto kabul etmesiyle olacaktır. PKK ise bugün silahları ön şartsız bırakmaya hazır değildir. Yapılan ve yapılacak pazarlıklarda ciddiye alınmak için, güçlü olmak, görünmek zorundadır. PKK için savaş, barış için pazarlıklarda pazarlık gücünü arttırmak için olmazsa olmaz bir şarttır. Türk hakim sınıfları açısından ise PKK’nin pazarlık masasındaki gücünü azaltmak için onun askeri olarak mümkün olduğunca zayıflatılması gereklidir. AKP hükümeti tarafından savaşın yoğunlaştırılmasının mantığı budur. PKK’nin silahları bırakmasının ön şartları vardır. Bunlar PKK tarafından deklare edilmiştir.

Bunların bir bölümü önümüzdeki kısa dönem içinde gerçekleşmesi mümkün olmayan taleplerdir. Bu taleplerde esnemeler olabilir, olacaktır. Örneğin A. Öcalan’ın “özgürleştirilmesi” talebi böyle bir taleptir. Sonuçta olmaz ise olmaz olanlar geriye kalacaktır. PKK ile savaşın sonlandırılmasının olmazsa olmazı yeni bir anayasadır. Türk milletinin, Türkiye’deki diğer millet ve milliyetlere üstünlüğünü ve onların üzerinde egemenliğini kayıt altına alan bir Anayasa ile bu olmaz. Bugünkü Anayasa’da öngörülen katı merkeziyetçilikle de bu olmaz. 1982 Anayasasının “değişmez ve değişmesi önerilemez” ilk üç maddesini koruyan bir Anayasa ile sorunun “barışçı çözümü” yoktur. AKP Anayasa komisyonuna verdiği değişiklik önergelerinde, aslında PKK silahları bırakmak için kabul edebileceği bir Anayasa doğrultusunda öneriler (BDP bunu zaten yaptı, fakat onun yaptırım gücü yok) getirdi. Ancak bunlar Anayasa komisyonunda kararlar oybirliği çıkması gerektiği için, ortak öneri haline gelmedi ve gelmez. Siyaseten AKP’nin BDP ile birlikte yeni bir Anayasa yapması bugünkü şartlarda mümkün değildir. CHP ile MHP’nin Anayasanın ilk üç maddesini değiştirmeye onay vermesi mümkün değildir. AKP’nin bu Anayasayı tek başına değiştirip, referanduma götürecek gücü yoktur. Bu, bu yasama döneminde savaşın sonlandırılması için anayasal ön şartın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir. Yani en erken 2015‘in sonlarına kadar, belki daha uzun bir süre devlet/PKK savaşı, belki belli sürelerde ateşkeslerle de olsa, sürecektir.

AKP ‘NİN HESAPLARI VE ÇARŞI… AKP’nin planı, 2024 /2025’e kadar tek başına iktidarı sürdürmektir. 2014’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Erdoğan’ın “Halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak bu makama çıkması bu planın bir parçasıdır. Aslında Erdoğan, bu cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yapılacak bir anayasa değişikliği ile başkanlık sistemine geçip, halk tarafından seçilmiş ilk başkan olmak istemektedir. Fakat AKP bugünkü şartlarda bunu gerçekleştirecek gücü sahip değildir. Bu durumda Erdoğan’ın şimdilik “seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak köşke çıkması, başkanlık sistemine geçi-


ÇARŞI BİZİZ… 2013’e girerken ne dünya hallerinde, ne memleket hallerinde belirleyici önemde bir değişiklik yok. Kapitalist- emperyalist dünya, dün olduğu gibi bu-

gün de olabilecek en adaletsiz dünya. Yalnızca şu olgu bile bu dünyanın adaletsizliğinin boyutlarını göstermeye yeter: Bugün dünya yüzündeki 7 milyar insanı doyurabilecek kapasitenin çok üzerinde gıda maddesi üretiliyor. Yani herkese yetecek yiyecek var. Bugün dünya yüzünde üretilen gıda maddelerinin üretiminin % 80’nini 10 büyük gıda tekeli elinde bulunduruyor. Ve bu tekeller dünya yüzünde en fazla kar eden tekeller içinde en ön sıralarda yer alıyor. Hal böyle iken dünyada her beş saniyede bir bir insan açlıktan ölüyor. Bu dünya, batması gereken bir dünya. Açlık ölümlerinin ortadan kalkmış olduğu bir dünya gerek insanlığa. Eğer bu emperyalist kapitalist adaletsiz dünya, bu adaletsizliğe rağmen ayakta kalıyorsa bu, bu dünyada ezici çoğunluğu oluşturan işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin buna göz yumması sayesindedir. Egemenler planlarını yapıyor ve birçok halde bu planlarını pratikte de uygulayabiliyor. Eğer ezenler sömürenler sömürü, daha fazla sömürü üzerine hesaplarını yapıyor ve bu hesaplar çarşıya uyuyorsa; bunun sorumlusu çarşının kendisidir, bizleriz. Bizim sabrımız, tevekkülümüz, bananeciliğimiz, “ben ne yapabilirim”kiciliğimiz, korkularımız, özgüvensizliğimiz, bencilliğimizdir egemenleri bizim üzerimizde egemen yapan. Ama Arap ayaklanmalarının gösterdiği bir şey var: Bıçağın kemiğe dayandığı yerde ayaklanıyoruz. Umut burada. Umut isyanda. İsyan daha fazla isyan… Yine Arap baharının gösterdiği bir şey var: Biz ayaklandığımızda bizi durduracak bir güç yok aslında. Bizi öldürebilirler. Ama durdurmazlar. Yeter ki biz olalım. Düşen birimizin yerini on doldurur. Biz ayaklandık mı, deviririz devrilmez görünen despotları. Kurtuluş devrimde... Devrim... Daha fazla devrim … ille devrim! Arap ayaklanmalarının gösterdiği bir başka şey daha var: Eğer devrimde bu devrime yol gösteren, işçi sınıfının bilimi ile yolumuzu aydınlatan, işçiler ve emekçilerin burjuvaziden bağımsız hareketini yönlendiren bir öncü örgütü yoksa devrimimiz yarım kalır… Bir despot gider, bir başkası gelir… Görev bütün bunları ve daha fazlasını bilmek, öğrenmek, örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmektir! 21.12.2012 ✓

gündem

şin ertelenmesi büyük ihtimaldir. Şimdiki şartlarda, Erdoğan’ın –eğer o bunu isterse- 2014’de cumhurbaşkanı olmasını engelleyecek bir güç görünmüyor. O kadar ki, burjuva muhalefet bu konuda umudunu AKP’nin cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda bölünmesine Gül ‘ün adaylığını koymasına bağlamış durumda! AKP’nin planında öngörülen Erdoğan’ın iki dönem üst üste, ikinci dönemde tercihen başkan olarak seçilmesi üzerine kurulu. O zaman, Erdoğan’ın bugün yakındığı “kuvvetler ayrılığı”nın kontrolsüz iktidar konusunda önüne çıkardığı engeller de kalkmış olacak! Erdoğan usulü, adeta padişah-başkan sistemi bunu öngörüyor. Fakat AKP’nin bunu gerçekleştirmesi kolay değildir. Planın içinde tabii bu arada 2015 genel seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidarı yeniden kazanması yanında, en az 330 garanti oyluk bir çoğunlukla iktidar olması hesabı var. Bunun sağlanması şartlarında AKP bugün Anayasa Komisyonuna sunduğu değişik önerilerini de kapsayan yeni bir Anayasa taslağını meclisten geçirip, halkoyuna sunarak yeni Anayasa’nın yapıcısı olmak planları içindedir. Bu hesap çarşıya uyarsa, PKK ile savaşın sonlandırılmasının da ön şartları oluşturulmuş olur. Bu mümkün müdür? Bugünkü şartlarda bu zordur; fakat imkânsız değildir. 2015 genel seçimlerine dek AKP hükümetlerinin ekonomide bugüne kadarki performansı sürerse (Bu bağlamda önümüzdeki 20 ayda enternasyonal alanda borç balonlarının patlaması, 2008’den daha büyük bir mali kriz ve bunun devrevî krize yansıması ihtimali vardır. Bu Türk ekonomisi açısından da büyük olumsuz gelişmeleri beraberinde getirir. Bu AKP ye oy kaybettirir.) ve burjuva muhalefet bugünkü hiçbir şekilde alternatif olmayan tavırlarını sürdürürse, AKP’nin bu hesapları çarşıya da uyabilir. Tabii bu arada özellikle seçim dönemleri yaklaşırken, birkaç aylık da olsa ateş kes sağlanması, AKP’nin barış açısından bir umut olduğunun gösterilmesi önemlidir. Bu bağlamda, son süresiz Açlık Grevleri yoluyla PKK içinde barış görüşmelerinin tam adresi olarak tescil edilen A. Öcalan’ın bu yönde çağrı yapmaya ikna edilmesi gereklidir. Ki gelişmelerin gösterdiği gibi o buna zaten hazırdır.

11


Halkların Demokratik Kongresi Üzerine

✌ halkların kardeşliği için

HDK adeta bir renk cümbüşüdür. Kendilerine komünist, Marksist, devrimci etiketi yapıştıranlar da bu oluşum içerisinde yer almaktadır. Hangi amaçlar uğruna birlik? Kiminle birlik sorularına doğru yanıt verilmesi gerekir. HDK içinde kendilerine komünist, Marksist, devrimci ismini veren grup ve parti bulunmaktadır. Bunların hepsinin aynı zamanda komünist isme layık olmaları mümkün değildir. Gerçek komünistlerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilimsel sosyalizmi taşıma ve ML temelde eğitme görevi var. HDK’nin Kurulmasına Giden Süreç

Ü

12

lkelerimizde 12 Haziran seçimleri arifesinde, 17 siyasi parti ve örgütün içerisinde yer aldığı “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oluşturuldu. Bloğun deklarasyonunda, “Bizler, emek, demokrasi ve özgürlük güçleri olarak bu gidişata dur demek için enerjimizi birleştiriyoruz. Türkiye’nin tüm ezilen ve sömürülen kesimlerinin, mağdur olan her yurttaşın sesini ve talebini Meclis’e taşımakta kararlıyız. Bunun için bağımsız adaylarla seçime giriyoruz” deniliyordu. Faşist 12 Eylül cuntasının getirdiği %10 seçim barajı yüzünden, BDP’nin parti olarak seçimlere katılıp barajı aşması zor görünüyordu. Bu yüzden seçimler öncesi ittifak arayışlarına girildi ve BDP önderliğinde “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oluşturuldu. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”n da yer alan grup ve partiler şunlardı: BDP, EMEP, KADEP, EDP, SDP, Yeşiller Partisi, EHP, DİP, DSİP, İKP, İSP, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, İşçi Cephesi, KÖZ, Sosyalist Birlik Hareketi, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Toplumsal Özgürlük Platformu, Türkiye Gerçeği. Bu oluşum çerçevesinde 41 ilde 64 kişi bağımsız milletvekili adayı oldu. İttifaka yön veren ve ittifakın görüşlerini şekil-

lendiren esas olarak BDP idi. Seçimler öncesinde Türk devleti, Kürt halkının temsilcilerinin meclise girmemesi için her yola başvuruyordu. Blok’un seçim yarışında, koşullar eşit değildi. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok”unun seçim başarısının engellenmesi için onun karşısına engeller dikildi. Askeri operasyonlar ve BDP’li siyasetçilere yönelik KCK operasyonları seçim kampanyası döneminde de hız kesmeden sürdürüldü. YSK (Yüksek Seçim Kurulu) aldığı bir kararla, bloğun kimi bağımsız adaylarının adaylığını engellemeye kalktı.12 Haziran 2011’de Türkiye’de genel seçimler yapıldı. Devletin bütün engellemelerine rağmen “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oylarını – daha önceki seçimlerde BDP’nin onunla birlikte hareket edenlerin oyuyla karşılaştırıldığında– oran olarak az da olsa artırdı. Milletvekili sayısını 22 den 36’ya çıkararak bir başarıya imza attı. Bloğun seçim başarısı, bağımsız milletvekili sayısını artırması ile birlikte, seçim döneminde oluşturulan bloğun kalıcı hale getirilmesi için tartışmalar başlattı. Seçimlerden – milletvekili sayısı baz alındığında– önemli bir başarı kazanarak çıkan blok, seçimlerden sonra Kongre Girişimi adı altında çalışmalarına devam etti. 20 ayrı


devam edecektir. Parti, kongre içinde düşünülen bir yapıdır. Parti, kongre’nin bütün ilkelerini ve politik yaklaşımlarını benimseyecektir. Parti, yerel seçimlere, genel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine katılma sürecinde etkin olacaktır. Parti ile kongrenin birbirinin alternatifi olmadığı, partinin kongre içinde bir yapı olduğu ve işlevlerinin farklı olduğu belirtiliyor. Kısaca parti, kongrenin seçimlerdeki siyasal koludur. Partiye katılan kongre bileşenlerinin kendi özgün faaliyetlerini sürdürmekte özgür oldukları vurgusu yapılıyor. Parti de yer almayan kongre bileşenlerinin HDK bünyesinde özgür oldukları söylenmektedir. HDK’nın 1. Genel Kurulu 12-13 Mayıs 2012’de Ankara’da toplandı. Sonuç bildirgesinde verilen bilgiye göre; “64 ilden birey, kurum, örgüt ve partilerden bileşenleri ve birlikte mücadele yürüttüğü emek, barış ve demokrasi güçlerinin de katılımıyla, dünyanın dört bir yanında ezilen ve sömürülen halkların, sömürüsüz, baskısız ve eşitlikçi bir düzen arayışını sürdürdüğü koşullarda” toplanmıştır. HDK 1. Genel Kurulu, HDK’nin uluslararası ilişkileri; Ortadoğu politikaları, Filistin halkı ve tutsaklarıyla dayanışma; Kürt sorununda eşit haklara dayalı demokratik çözüm ve barış meselesi; AKP Hükümeti’nin siyasal, ekonomik ve sosyal alanlardaki baskı ve saldırılarına karşı mücadele; yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler, parti kuruluşu; ekolojik yıkıma karşı mücadele; artan nefret suçlarına ve cinayetlerine, kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine; ulusal istihdam stratejisine, işçi cinayetlerine; eğitim, kültür ve sanatın gericileştirilmesi, sağlığın piyasalaştırılması yönündeki saldırılara karşı ve “yeni anayasa” çalışmalarına ilişkin kararlar aldı. 1. Genel Kurul, bir parti kurarak,

✌ halkların kardeşliği için

bölgede Kongre Girişimi hazırlık çalışmaları yürütüldü. Genel seçimler arifesinde oluşturulan „Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok“un da yer almayan ESP (Ezilenlerin Sosyalist Partisi), Kongre Girişimi hazırlık çalışmalarında yer aldı. Kongre Girişimi, 15-16 Ekim 2011‘de 820 delegenin katılımı ile Ankara‘da toplandı. İki gün süren ve Büyük Kongre olarak adlandırılan bu kongrede, Halkların Demokratik Kongresi’nin kuruluşu ilan edildi. Büyük Kongre’de birçok kararlar alındı. Kongrenin amaçları ve hedefleri maddeler halinde sıralandı. HDK programı kabul edildi. Kongre’de partileşme kararı alındı. Genel Kurul, içinden seçilen 121 kişilik yürütme organı olarak Genel Meclis ve onun çalışmalarını koordine edecek olan 25 kişilik bir Yürütme Kurulunu belirledi. Coğrafi olarak yirmi bölgede oluşturulan Bölge Meclisleri, İl Meclisleri ve İlçe Meclisleri var. Bu meclislerin nasıl çalışacağı ve hangi aralıklarla toplanacağı tüzükte ayrıntılı olarak yazılmıştır. 12 Haziran 2011’de seçilen partili ve bağımsız milletvekilleri, Kongre’yi destekleyen eski milletvekilleri ve il belediye başkanları Genel Kurul’un doğal delegeleridir. 15-16 Ekim 2011’de Ankara’da toplanan Kuruluş Genel Kurulunda “yerel yönetim ve milletvekili genel seçimlerinde siyasal amaç ve çıkarlarının ifadesi olacak ve temsil gerekliliklerini karşılayacak bir parti oluşumunu başlıca örgütsel hedeflerinden biri olarak” benimsenmişti.” Kongreye katılanların, kurulacak partiye katılmaları zorunlu değildir. Partiye katılanlar ile katılmayanlar arasında bir ayrıcalık gözetilmemektedir. Partinin kuruluş hazırlıklarını genel meclis yürüttü. Kongre bileşenlerinin partiye katılımı ve partinin işleyiş kurallarına ilişkin usul ve esaslar Genel Meclis’in önerisi ve Kongre Genel Kurul kararıyla belirlendi. Kongre ve meclislerin rolü aynen

13


✌ halkların kardeşliği için 14

yerel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine ve genel seçimlere etkin politik müdahale kararı aldı. Kongre’de seçilen Genel Meclis, iki kongre arasında, kongrenin aldığı kararların hayata geçirilmesi ve tespit edilen hedefler için çalışma yapar. Genel Meclis’in 45 günde bir ve salt çoğunlukla toplanması tüzük hükmüdür. Genel Meclis’in çalışmalarını yürütmek üzere, Genel Meclis içinden seçilen ve 19 kişiden oluşan Yürütme Kurulu var. Genel Meclis Yürütme Kurulu, 9 Ekim 2012’de yaptığı toplantıda partinin isminin Halkların Demokratik Partisi olmasına karar verdi. Halkların Demokratik Partisi’nin kurucu eş başkanları olarak Fatma Gök ve Yavuz Önen belirlendi. Genel Meclis toplantısı 13 Ekim 2012’de Ankara’da yapıldı. Genel Meclis toplantısında 10-11 Kasım’da yapılacak 2. Genel Kurul hazırlıkları üzerine görüşüldü. Parti kuruluş başvurusu Ankara’da 12-15 Ekim 2012 tarihleri arasında gerçekleştirildi. HDK, 10-11 Kasım 2012‘de Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde, Türkiye’nin 76 ilinden gelen delegelerin toplandığı ve „Hemen Barış, Herkese İş ve Özgürlük“, „Halkların Demokratik Partisi ile Seçimlere“ hedeflerinin vurgulandığı 2. Genel Kurulu’nu yaptı. Emek, demokrasi, kadın, gençlik, halklar, inançlar, LGBT bireylerin sorunları, doğa ve çevrenin tahribi, kentsel dönüşüm gibi konuları ele alan, değerlendiren ve hedefler belirleyen HDK Genel Kurulu, yerel seçimlere tüm halk güçlerinin birliğinin sağlandığı Halkların Demokratik Partisi ile girmeyi hedeflediğini ilan etti. Kongre, Kürt sorununda acil ve adil çözüm talep etti. Acil çözüm için çatışmalı ortamın ve şiddetin sona erdirilmesi, demokratik çözüm mekanizmalarının devreye girmesi, barış ve eşitliğin sağlanması için her türlü dolaysız ve dolaylı müzakerenin başlatılması gerektiğine dikkat çekildi. Acil çözüm için anayasal ve yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, güven arttırıcı adımların atılması gerekliliğine işaret edildi. AKP iktidarında işçi ve emekçilerin haklarını geriletmeye yönelik bir dizi girişime değinilen Genel Kurul’da, işçi ve emekçiler üzerindeki sermaye egemenliğini ve devlet denetimini daha da artıracak, esnek, kuralsız ve dolayısıyla güvencesiz çalışmayı egemen kılacak adımlara karşı ortak mücadelenin önemine ve gerekliliğine vurgu yapıldı. Kıdem tazminatının fona devri, taşeron işçiliğini sınırlayan engellerin kaldırılması, kiralık işçi bürolarının devreye alınması, yeni esneklik biçimlerinin yasal hale getirilmesi, part time ve geçici olarak çalıştırılanların daha olumsuz koşullarda çalıştırılması, kadınlar için

esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, kamu personel rejiminde değişiklikle kamu emekçilerinin güvencelerinin kaldırılması gibi düzenlemelere karşı ortak mücadele çağrısı yapıldı. Metal işçilerinin mücadelesini selamlayan HDK Genel Kurulu, metal işkolundaki TİS görüşmeleri başta olmak üzere, insan onuruna yakışır bir asgari ücret için işçi sınıfı ve tüm emekçi kesimlerin mücadelesinin birleştirilmesinin zorunluluğuna dikkat çekti. HDK’nin 2. Genel Kurulu 121 asil ve 30 yedek olmak üzere toplam 151 Genel Meclis üyesini seçerek çalışmalarını sonlandırdı.

HDK veya HDP nasıl bir oluşum olmalı? Buraya kadar kısaca HDK’nın gelişim sürecini ve yaptıkları kongreler hakkında bilgi verdik. HDK’ya eleştirel notlar yöneltmeden önce, HDK’nin nasıl bir işleve sahip olması gerektiği hakkında ki düşüncemizi anlatmak istiyoruz. Biz bir çatı partisi düşüncesini ve bu yönde atılan adımları olumlu buluyoruz. Olumluluktan anladığımız, HDK’nın bir çatı partisi olması, ülkelerimizdeki faşist sisteme karşı asgari müşterek ilkelerde birleşilmesi ve ajitasyon propaganda serbestliğinin olmasıdır. Olumluluktan anladığımız, devrim talepleri ile reform taleplerinin birbirinden ayrılması ve reform taleplerinin devrimci taleplerle birleştirilmesidir. Olumluluktan anladığımız, çatı partisinin işlevinin doğru anlatılması ve yığınlara yanlış bilinç verilmemesidir. HDK adeta bir renk cümbüşüdür. Kendilerine komünist, Marksist, devrimci etiketi yapıştıranlar da bu oluşum içerisinde yer almaktadır. Hangi amaçlar uğruna birlik? Kiminle birlik sorularına doğru yanıt verilmesi gerekir. HDK içinde kendilerine komünist, Marksist, devrimci ismini veren grup ve parti bulunmaktadır. Bunların hepsinin aynı zamanda komünist isme layık olmaları mümkün değildir. Gerçek komünistlerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilimsel sosyalizmi taşıma ve ML temelde eğitme görevi var. Ajitasyon-propaganda özgürlüğünü savunmak komünistlerin görevidir. Komünistler, ML olmadığını düşündüğü örgütlerin sahte komünistliğini teşhir etme, devrimci kitlelerin eylem içinde de, gerçek komünistler ile sahteleri arasında bir seçim yapabilme imkânını elde etmeleri için çalışma görevleri var. Komünist olduğunu iddia eden her örgütün yapması gereken işlerden biri budur. Devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıklarının üstünü örtmek; sanki aralarında bir görüş birliği varmış bilincini vermek; sağlam bir birlik varmış gibi göstermek bilinçlerin


HDK Tüzüğü Üzerine 12-13 Mayıs 2012’de yapılan HDK 1. Genel Kurulunda, yapılan kimi değişikliklerle HDK tüzüğü karara bağlandı. Tüzük 18 madde ve 2 geçici maddeden oluşmaktadır. Tüzüğün 2. maddesinde, kongrenin tanımı şöyle yapılmaktadır: “Kongre, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği ortak bir dayanışma ve mücadele zeminidir.” Kongre tanımı böylece yapıldıktan sonra, 3. madde de kongrenin amacı açıklanmaktadır. Kongrenin tanımında yapılan tespitlerde yanlışlık yoktur. Yanlış olan amaç ve tanımların tüzüğe konulmasıdır. Tüzük, kongrenin işleyiş kurallarının tespit edildiği bir belge olması gerekir. Tüzük, kongrenin amaçlarını ve bu amaca varmak için ilkelerin ilan edildiği bir belge değildir. Kongrenin amacı ve ileri sürülen taleplerin yeri tüzük değil, programdır. Tüzüğün 4. maddesinde kongrenin ilkeleri anlatılmaktadır. İlkelerin ç şıkkında; “bileşenlerin, ifade,

düşünce ve inanç özgürlüğünü”n tanınacağı söylenmektedir. Yani kongre bileşenlerinin düşüncelerini ifade etme ve arzu edilen dine inanma özgürlüğü vardır. Tabii ki burada söylenenler yanlış değil ama eksiktir. Kongre bileşenleri, birbirlerini eleştirebilmeli ve kamuoyu önünde açık ilkeli ideolojik mücadele hakkına sahip olmalıdır. Kongre bileşenlerinin arasındaki görüş ayrılıklarının üzerinin örtülmesi, sanki aralarında bir görüş birliği varmış havasının verilmesi, sağlam bir birlik varmış gibi gösterilmesi bilinçlerin karartılması ve kitlelerin aldatılmasıdır. HDK oluşumunda yer alanlar öncelikle ayrılık noktalarını yok saymamalı ve bu ayrılıkların neler olduğunu da açıklamalıdır. Tüzüğün 15. maddesinde Genel Kurul delegelerinin nasıl seçileceği açıklandıktan sonra şöyle denilmektedir: “a) Emek Demokrasi ve Özgürlük Blok’u çalışmaları kapsamında, 12 Haziran 2011 itibariyle seçilen partili ve bağımsız milletvekilleri Kongre’nin TBMM’deki temsilcileri olup, Kongre Genel Kurulu’nun doğal delegeleridir. b) Kongre’yi destekleyen partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekilleri Genel Kurul’un doğal delegeleridir. c) Kongre’yi destekleyen eski milletvekilleri ve il belediye başkanları Genel Kurul’un doğal delegeleridir.” Görüldüğü gibi milletvekilleri, bağımsız milletvekilleri, kongreyi destekleyen milletvekilleri, kongreyi destekleyen eski milletvekilleri ve il belediye başkanları Genel Kurulun doğal delegeleridir. Bu uygulama açıkça ayrımcılıktır. Delege seçiminin anahtarı ne ise, milletvekilleri de bu uygulamaya tabi olmalıdır. Elit bir kesime ayrıcalıklar tanınması, kongrenin diğer delegelerine yapılan bir haksızlıktır. Eleştirdiğimiz sistem ayrıcalıklar ve imtiyazlar üzerinden şekillenmiştir. Sisteme alternatif program ortaya koyanların, ayrıcalıklı uygulamalardan vazgeçmesi gerekir. Uğruna mücadele ettiğimiz sosyalist bir toplumda ayrıcalıklara yer yoktur, olmamalıdır. Modern revizyonizmin sosyalizm adına uyguladığı ve çöküşüne yol açan uygulamaların adıdır ayrımcılık. Kongre delegeleri, aynı hak ve yükümlülüklere sahip olmalıdır. Ayrımcılık reddedilmelidir.

✌ halkların kardeşliği için

karartılmasıdır. Görüş ayrılıklarının üzerinin örtülmesi, gerçek komünistlerle, sahte komünistler arasındaki farklılığın görülmemesi anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden komünistler, asgari müşterek birliklerde ajitasyon-propaganda özgürlüğünün vazgeçilmez savunucuları olmak zorundadır. Konulan hedeflerin doğru belirlenmesi ve mevcut sistemin yıkıntıları üzerinde gerçekleşmeyecek taleplerin öne sürülmemesi veya bu taleplerin mevcut sistemin yıkılması ile olabileceği net olarak belirlenmelidir. Çatı partisinin temel özelliği devrimci bir platforma sahip olma ve ajitasyon-propaganda özgürlüğünün olmasıdır. Düşündüğümüz çatı partisinin yönelimi faşist sisteme karşı asgari ilkelerde birleşilmesi olmalıdır. Kuşkusuz çatı partisi örgütlenmesinde yer alan kimi gruplar reformist olabilir. Eğer platform devrimci ise, propaganda ve ajitasyon özgürlüğü varsa, komünistler kimi reformistlerin varlığından yola çıkarak, böylesi bir oluşumdan uzak duramaz, durmamalıdır. Çatı partisinin nasıl olması gerektiği konusundaki düşüncelerimiz kısaca böyledir.

HDK Programı Üzerine HDK programında, Genel Kurul kararlarında ve sonuç bildirgelerinde ileri sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Yanlış olan öne sürülen kimi taleplerin mevcut sistem içerisinde gerçekleşmeyeceğidir. Mevcut sistem içerisinde gerçekleşme-

15


✌ halkların kardeşliği için 16

si mümkün olmayan taleplerin, program ve tüzüğe ana siyasal akım kim? Yeni bir toplum, köhnemiş bu yazılması, diğer yandan bu gibi taleplerin devrim sistemin temelleri üzerinden mi yükselecek? Eğer olmaksızın gerçekleşmeyeceğinin bilince çıkartıl- yeni bir toplumu yaratmak bir devrimi mümkün kımaması, devrim ve reform taleplerinin böyle iç içe lıyorsa, bu neden açık olarak yazılmıyor? Açık yazılgeçirilmesi, bilinçlerin karartılmasıdır. Sömürünün mıyor çünkü HDK yeni bir toplumun devrimle gerkaldırılması, insanın insana kulluğunun sona erdiri- çekleşebileceğini savunmuyor. HDK’nın bütün temel leceği söylemleri de bunların ancak proleter devrimi metinlerinde, kelime düzleminde de olsa, devrim, ile gerçekleşebileceği söylenmedikçe, bilinç karart- devrimci, sosyalizm vb. kavramlar yoktur. maya hizmet eder. Sömürünün kaldırılması ancak Sömürü nasıl ortadan kaldırılacak? proletarya diktatörlüğü ile olur. Amaç İnsanın insana kulluğuna nasıl sömürünün kaldırılması ise, bunun son verilecek? “Şimdiye hangi yolla olacağının da açık İşçi sınıfı, sömürücü sınıfolarak yazılması gerekir. kadarki toplumlalara karşı sömürülenleri Devrimciler, komünistler rın tarihi, sınıf savaşımları kendi etrafında birleşsistemin kötü yanlarıtirerek; sömürücülenı düzeltme, işçilerin tarihidir. rin iktidarını yıkar. emekçilerin daha iyi Özgür insan ile köle, patrisyen ile Yıkılan iktidarın şartlarda yaşama mücadelesini redpleb, feodal bey ile serf, lonca ustası ile yerine kimi ülkelerde önce halk detmeden, bu mükalfa, kısaca, ezen ile ezilen birbirleriyle diktatörlüğü, soncadeleyi sistemi yıkma mücadelesi sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, ra sınıf mücadelesi yoluyla devrim ile birleştirirler. kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman ilerletilerek proleBu açıdan bakılaçık bir mücadele, her defasında ya top- tarya diktatörlüğü dığında; özgürlüiktidarı kurulur. ğün, bağımsızlığın, lumun tümüyle devrimci bir yeniden Proletarya diktatördemokrasinin devkuruluşuyla, ya da çatışan sınıflalüğünün kurulması rimle kazanılacağıdemek, proletaryanın nın yüksek sesle ifade rın birlikte çöküşü ile sonuçsiyasi iktidarının kuruledilmesi gerekiyor. lanan bir mücadele sürması demektir. Proletarya Büyük Kongrenin sonuç iktidarı ele geçirdiği andan itibildirgesinde şöyle deniliyor: dürmüşlerdir.” baren üretim araçları üzerindeki “Halktan, ezilenden, yok sayılanözel mülkiyeti adım adım kaldırır ve dan, doğadan, emekten, özgürlükten, yerine sosyalist mülkiyeti adım adım kurar. Yani eşitlikten, barıştan, adaletten ve demokrasiden yana olanları, egemenlerin dayattığı neo-liberal ve an- burjuvazinin mülkü elinden çeşitli yollarda alınır, ti-demokratik düzenin bekası için yarışan iki ana siya- yerine kamu mülkiyeti kurulur. Burjuvazinin sınıf sal akımın ufkunun ötesinde yeni bir toplum, insanın olarak tasfiyesi, sosyalizmin temel hedefidir. Sosyainsana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzen, list mülkiyetin hâkimiyetinin kurulduğu an, insanın insanca bir yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemeye insan tarafından sömürülmesinin imkânlarının orçağırıyoruz.” Programın 27. maddesinde ise söylenen tadan kaldırıldığı andır. Ülkelerimizde faşist devlet şu: “Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bula- yıkılmadan, burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin yerine sosyalist mülkiyet kurulmacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.” Burada yazılanlarla ilgili olarak sorulacak sorular dan, sömürü ortadan kaldırılamaz. İnsanın insana var. Faşist sistemin hüküm sürdüğü ülkelerimizde kulluğuna son verilemez. Sömürü ve insanın insana “yeni bir toplum, insanın insana kulluğunun son bu- kulluğuna son vermenin yolu budur. HDK’nın “insalacağı sömürüsüz bir düzen” nasıl kurulacak? Bu yeni nın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir topluma varmak için, legal kurulan HDK mi müca- düzen” söylemi boş bir söylemdir. Çünkü proletarya deleyi örgütleyecek? Düzenin bekası için yarışan iki diktatörlüğü kurulmadan, sosyalist mülkiyet hâkim


dünyasında insanlık iki ana kampa bölünmüştür. Sömürücüler ve sömürülenler. Sömürücü sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki çelişme uzlaşmazdır. Sömürücü sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki çelişmeler ancak büyük altüst oluşlarla, devrim veya karşı-devrim ile çözülebilir. Sınıf savaşımlarından anlaşılması gereken kısaca budur.

✌ halkların kardeşliği için

kılınmadan sömürü ortadan kaldırılamaz, insanın insana kulluğuna son verilemez. HDK’nın devrim veya sosyalizm diye bir derdi yoktur. Sosyalizm diye bir sorunu olmayanların, ”sömürüsüz bir düzen” kurmaları da mümkün değildir. Büyük Kongre sonuç bildirgesinde “İnsanlığın tarihi eşitlik, özgürlük ve adalet arayışı ve mücadelesi tarihidir.” denilmektedir. Sınıf savaşımı tanımı başka kavramlarla açıklanabilinir. Önemli olan kavramların içeriğinin nasıl açıklandığıdır. HDK’nın temel metinlerine bakıldığında, HDK’nin sorunlara sınıfsal açıdan yaklaşmadığı görülmektedir. Sınıf savaşımı ile ilgili yazılanların içi doldurulmadığı sürece söylenenler boş laftır. HDK neden sınıf savaşımı söylemini kullanmıyor? HDK’nın Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu ve tanımını yaptıkları sınıf savaşımına bir eleştirileri var mı? Nasıl açıklıyorlar bu sorunu? İnsanlık tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Marks ve Engels, Komünist Partisi Manifestosu’nda insanlık tarihini şöyle anlatıyorlar: “Şimdiye kadarki toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, feodal bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, kısaca, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir mücadele, her defasında ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte çöküşü ile sonuçlanan bir mücadele sürdürmüşlerdir.” (Bkz. Komünist Partisi Manifestosu, İnter Yayınları, Aralık 1998 İstanbul, s. 38) Komünist Manifesto’nun “tarih sınıf savaşımları tarihidir” cümlesiyle başlaması, toplumsal gelişmenin diyalektik ilerleyişine yapılmış güçlü bir vurgudur. Tarih, eski toplumun bağrında bir ileri aşamanın ortaya çıkmasıyla, sınıfların birbirleriyle girdiği çatışma ve bu çatışmada eskinin yıkılması, yeni ve ileri olanın kurulmasıyla olanaklı olmuştur. Her toplumsal sistem ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olarak bir sınıf karakteri taşır. Gündelik yaşamın temel belirleyeni, hâkim sınıf ile bu sınıfın karşısında yer alan sınıfın çatışmasının boyutlarıdır. Sınıfların ortaya çıkışından itibaren tarihi, sınıf savaşımlarının tarihi olarak anlamak gerekir. İlkel köleci toplumdan feodalizme, feodalizmden kapitalizme geçişi sağlayan itici güç, ekonomik yapıya bağlı olan sınıflar arasındaki savaşımdır. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile gelişen süreç sınıf savaşımlarını doğurmuştur. Günümüz

Yeni bir toplum nasıl kurulacaktır? Kürt ulusal sorunu yakıcı bir sorun karşımıza çıkmaktadır. Kürt ulusunun kendi kaderini belirleyeceği özgür bir ortamın oluşturulması gerekir. Özgür bir ortamın varlığı, ülkenin gerçek anlamda demokratikleşmesine bağlıdır. Özgür ortam, ulusal sorunda hukuki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacağı ortamdır. Ülkelerimizde hâkim sınıfların iktidarı yıkılmadan, ülke çapında demokratik devrim zafer kazanmadan, Kürt sorunun gerçek çözümü mümkün değildir. Bu bağlamda Kürt sorunun kalıcı ve gerçek çözümünden söz ediyoruz. Tabii ki mevcut sistemin koşulları içinde yürütülen mücadeleye bağlı olarak kimi kazanımların elde edilmesi mümkündür. Kimi kazanımların elde edilmesi, Kürt sorunun gerçek çözümü değildir. Kürt sorunun çözülmesinin ilk adımı proletarya önderliğinde yapılacak Demokratik Halk Devriminin zaferine bağlıdır. HDK’nın söylemleri, bilinçlerin karartılması ve gerçeklerin çarpıtılmasıdır.

Her devrimin çözmesi gereken sorun siyasi iktidar sorunudur. Türkiye, emperyalizme bağımlı geri kapitalist bir ülkedir. Demokratik devrim şimdiye kadar tamamlanmamış, demokratik devrimin bir dizi temel görevi çözülmemiştir. Bu görevleri; emperyalizme bağımlılığa son vermek, ekonomide ve özellikle üstyapıdaki feodalizmin kalıntılarını tasfiye etmek, ulusal sorunu çözmek, faşist devlet iktidarını yıkarak gerçek demokrasiyi sağlamak, kadınların kurtuluşunun yolunu açmak şeklinde özetleyebiliriz. Devrim aşaması ülkemizde anti-emperyalist, demokratik halk devrimi aşamasıdır. Demokratik devrim işçiköylü temel ittifakı temelinde, Komünist Parti’nin önderliği ve proletaryanın hegemonyası altında, faşist diktatörlüğü yıkacak, emperyalizmden bağımlılığı ve feodalizmin kalıntılarının tasfiyesini gerçekleştirecek, ulusal baskıyı ortadan kaldıracak, ulusal sorunu, en başta da Kürt sorununu çözecek, işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kuracaktır. Sosyalizme giden yolu demokratik devrim açacaktır. İşçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlü-

17


✌ halkların kardeşliği için

ğü şartlarında sürdürülecek sınıf savaşıyla, proletarya diktatörlüğü kurulacak, proletarya diktatörlüğü altında sosyalizm inşa edilecek, bayrağında “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” yazılı olan komünist topluma yürünecektir. HDK programının 10. maddesinde şöyle deniliyor:

“Kongremiz, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme/ düzene itirazı olanların gücünü açığa çıkarmayı ve bu gücü örgütleyerek, demokratik bir toplum yaratmayı amaçlar. Kongremiz, halkın yerelde karar alma ve uygulama süreçlerine en geniş katılımını sağlamayı amaçlayan ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği siyasi ve idari modelleri hedefler.” Anti-demokratik olan bu sistemde, sisteme muhalif olanlar açığa çıkarılacak, örgütlenecek ve demokratik bir toplum yaratılacaktır! Yerel düzeyde, halkın karar alma süreçlerine katılımı amaçlanacak ve farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği bir model yaratılacaktır! Söylenenler kısaca böyle. Yukarda demokratik bir toplumun nasıl yaratılması gerektiğini açıkladık. Faşist sisteme karşı mücadele edilmesi, demokratik kimi hakların kazanılması mümkündür. Mümkündür ama kazanılan demokratik hakların kalıcı hale getirilmesi ve gerçekten de demokratik bir toplumun kurulması sistem sınırları içinde olacak şey değildir. Yerelde karar alma mekanizmalarına halkın katılımının sağlanmasının adı demokratik özerkliktir. Bu konu üzerinde ayrıca duracağız. HDK, “anayasa yapmayı anti-demokratik yasalarla oluşturulmuş, halk temsiliyetini sınırlayan parlamento bileşimine bırakma”yacağını anayasayı halkla birlikte inşa edeceğini söylüyor. Mevcut sistem içerisinde hedef olarak konulan kimi taleplerin ancak bir devrimle gerçekleşebileceğini, sistem koşulları içinde gerçekleşmeyeceğinin bilinmesi gerekiyor. Bu sistem

içerisinde burjuva demokrasisine geçişle birlikte, demokratik bir anayasa yapmak mümkün olabilir. Andaki durumda hâkim sınıfların yönetim biçimi burjuva demokrasisi değil, faşizmdir. HDK’nın programı devrimci değil, reformisttir. HDK açısından reformizm nihai amaçtır. Mücadele, burjuvazinin kabul sınırları içinde tutulmaya özen gösterilmiştir. Reformizm, işçi-emekçi kitlelerin mücadelesinin egemen sınıfın dayanaklarını ortadan kaldırmayan uzlaşmacı bir çizgiye çekilmesidir. Oluşturulacak toplumsal muhalefet ile düzenin temellerine yönelmeden, düzen sınırları içerisinde kimi demokratik taleplerle yetinmeye çalışmanın adıdır HDK programı. HDK programı, hâkim sınıflarla devrimci tarzda hesaplaşma mücadelesinden vazgeçerek, yalnızca burjuvaziden bazı reformlar koparmak için bir program ortaya koymuştur. HDK programının 21. maddesi demokratik özerklik konusundaki tavrını açıklıyor ve şöyle diyor: “Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.” 13-14 Mayıs 2012’de yapılan birinci Genel Kurul’un aldığı kararlarda da aynı savunu tekrarlanmaktadır. Demokratik Özerkliğin Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulması, Abdullah Öcalan, PKK ve BDP’nin savunduğu bir modeldir. Bu modelin Kürt öncü güçlerinin savunduğunu ve reformist bir konumda olduklarını biliyoruz. Ama ilginç olan HDK içerisinde yer alan ve komünist olduğunu iddia edenlerin, Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulan demokratik özerklik modeline tek eleştiri yöneltmemeleridir. Demokratik özerklik aslında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kültürel kimi hakların elde edil-

Türkiye bir halklar hapishanesidir. Ulusal sorunun çözülmesi ancak ülkelerimizin demokratik bir ortama kavuşması ile çözülebilir. Ulusların kendi özgür iradeleri ile karar verebilecekleri şartların yaratılması gerekir. Ülkenin demokratikleştirilmesi, Demokrat Halk Devriminin tam zaferine bağlıdır.

18


kanının ülkemize yerleştirilmemesi için mücadele ve Ortadoğu’daki gelişmelerde halkların taleplerinin desteklenmesi. Altın aramada kullanılan teknolojik yöntemlerin yarattığı tahribata karşı mücadele.12 Eylül darbesiyle hesaplaşma. 1915 Ermeni Soykırımının tanınması. Kadına yönelik şiddete karşı aktif mücadele, cinsiyetçiliğe, homofobi ve transfobiye karşı mücadele, barış mücadelesini yürüten kadınların birlikte mücadelesini oluşturmak için çaba sarf edilmesi. Esnafın sorunlarına ilişkin mücadele. Faili meçhuller ve toplu mezarların açığa çıkarılması için mücadele. Kadın örgütlerinin mücadelesinin ortaklaştırılması. Yazımızın akışı içerisinde de belirttiğimiz gibi, reform talepleri ile devrim talepleri yan yana sıralanmıştır. Devrimciler açısından çalışmanın merkezinde sınıf mücadelesi, devrimci çalışma vardır. Reformistler açısından ise, çalışmanın merkezinde devrimci çalışma değil, düzenin açıklarını yamama çalışması olan reformist çalışma vardır. Devrimci, reformlar için mücadeleyi reddetmez. Reformlar için mücadeleyi devrim için mücadeleye bağlı olarak ele alır ve yürütür. Bu anlamda devrimci için reformlar için mücadele, devrimci mücadelenin bir yan unsurudur. Reformist için devrimci mücadele ara sıra sözü edilebilecek bir çalışmadır. Bu açıdan soruna bakıldığında çalışmanın merkezinde neyin durduğu sorusu temel sorudur. Reformist ile devrimci arasındaki fark, birisinin sürekli devrimden bahsetmesi, diğerinin bahsetmemesi şeklinde değildir. Reformistler de yer yer devrimden bahsedebilirler, kağıt üzerinde doğru şeyler söyleyebilirler. Ama ne yazık ki, HDP’nin tüm temel metinlerinde, devrim, devrimci ve sınıf mücadelesi ile ilgili hiçbir söylem yoktur. Soruna sınıf perspektifi açısından yaklaşılmamaktadır. HDK Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve demokrasinin yerleşmesi için mücadele ettiğini öne sürmektedir. Ülkenin tam demokratikleştirilmesi, reform talebi değil, devrim talebidir. Ülkelerimizin tam demokratikleştirilmesi ancak DHD ile gerçekleşecektir. Devrimden bağımsız olarak, ülkelerimizi tam demokratikleştireceklerini savunanlar, devrimci değil, reformisttirler. Reformizm yenilgiye, ML zafere götürür.

✌ halkların kardeşliği için

mesidir. Demokratik Özerklik, sistem içerisinde getirilen ve zoraki birliğin temellerine yönelmeyen bir modeldir. Talep edilen özerklik gerici burjuva demokratik ülkelerdeki eyalet sisteminin bir versiyonudur. Özerk bölgeler veya eyaletler kültürel işlerle meşgul olurken, merkezi otorite tüm gücünü sermayenin emrine vermektedir. Türkiye’de Demokratik Özerklik talebi demokratik bir taleptir. Demokratik özerklik, düne göre ileri bir adım olmasına rağmen, ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü değildir. Bu talep zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Kürt halkı için tek çözümün demokratik özerklik olduğunun söylenmesi, gerçek kurtuluşun reformizm uğruna heba edilmesidir. Türkiye bir halklar hapishanesidir. Ulusal sorunun çözülmesi ancak ülkelerimizin demokratik bir ortama kavuşması ile çözülebilir. Ulusların kendi özgür iradeleri ile karar verebilecekleri şartların yaratılması gerekir. Ülkenin demokratikleştirilmesi, Demokrat Halk Devriminin tam zaferine bağlıdır. DHD, ulusal sorunda hukuki eşitsizliği ortadan kaldıracak, ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları ortamı yaratacaktır. Ülkelerimizde hâkim sınıfların iktidarı yıkılmadan, ülke çapında demokratik devrim zafer kazanmadan, ulusal sorunun gerçek çözümü mümkün değildir. HDP’nin programı reformist bir programdır. BDP’nin reformist çizgisi HDP’yi şekillendirmiştir. HDP dışındaki grup ve partiler BDP’nin kuyruğu takılmıştır. Taleplerin bir bölümü şöyledir: Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için mücadele. Demokrasiyi kazanmak için mücadele (siyasi partiler yasası, TCK, Anayasa, özel yetkili mahkemelere ilişkin mücadele). Vicdani ret ve anti militarizmin savunulması. Gençliğin sınavlar, eğitimin içeriği, anadilde eğitim gibi konulardaki temel taleplerinin ve mücadelelerin sahiplenilmesi. Emek mücadelesinin son dönemde yükselttiği taleplerin sahiplenilmesi. Sürmekte olan HES, termik santral, nükleer santral karşıtı mücadelenin desteklenilmesi ve taleplerinin takipçisi olmak, su sorunu, ekolojiyi ilgilendiren yasal çerçeveye ilişkin talepler, ekolojiye ilişkin anayasada yer alacak maddelere ilişkin çalışmalar yapmak, bu konuda bir merkezi miting düzenlemek. Halklar ve özgürlükler: anadilde eğitim meselesini bütün halklar için tartışan, devlet arşivinin açılmasını içeren taleplerin desteklenmesi, bu konuda etkinlikler, atölyeler, kurslarla bu konunun değerlendirilmesi. Füze kal-

Not: HDK belgelerinden yaptığımız tüm alıntılar http://www.halklarindemokratikkongresi.net/temelmetinler.asp sitesinden alınmıştır.

Kasım 2012 ✓

19


Yasaklı Bir Dilin Öyküsü

✌ halkların kardeşliği için

Dil, dil birliği ulus/millet olmanın kıstaslarından bir tanesidir. Kürt ulusunun dili Kürtçedir. Kürdistan ülkesi, 17 Mayıs 1639’da, Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile ikiye bölündü. Bu dönemde henüz uluslaşma bilinci yoktu. Kürt ulusu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslaşma sürecinin henüz başlarında iken dört parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesinin aktörleri, Kemalist Türk burjuvazisi, İngiliz, Fransız emperyalistleri, İran ve Arap gericileri idi. Uluslaşma süreci daha tamamlanmadan, Kürdistan dört parçaya bölünüyordu. Dil Nedir?

D

20

il, geniş anlamıyla, düşünce, duygu ve güdüleri, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bildirmeye yarayan bir iletişim aracıdır. İnsanların aralarında anlaşmaya, kendilerini ifade etmelerine araç olan dil, bir dilbilgisi sistemi içinde örgütlenmiş, düşünce ve duyguları bildirmeye yarayan ses, işaret ya da hareketlerin bütünüdür. Dil, toplumun bütün bir tarihsel seyri tarafından, yüzyıllar boyunca altyapıların tarihi tarafından oluşturulmuştur. Dil, sadece bir sınıf tarafından değil, bütün toplumun, toplumun bütün sınıflarının gerek sinim lerini karşılamak için oluşturulmuştur. Dil, insanlar arası ilişkinin bir aracı olarak bütün topluma hizmet etmek için, toplumun bütün üyeleri ve toplum için ortak bir dil, sınıf konumlarından bağımsız olarak toplumun bütün üye-

lerine hizmet etmek için oluşturulmuştur.

Kürtlerin Dili Kürtçedir Kürtler, yerleşik olarak dört sömürgeci devletin (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) sınırları içinde yaşamaktadır. Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın adı Kürdistan’dır. Söz konusu sömürgeci ülkelerin resmi dilleri ise Türkçe, Farsça ve Arapçadır. Bir milyon civarında Kürt’ün Kafkasya’da yaşadığı tahmin edilmektedir. Türkçe Ural-Altay, Arapça Sami, Farsça da Hint-Avrupa dil grubu içerisinde yer almaktadır. Bu dillerden yalnızca Farsça Kürtçe ile aynı dil grubundadır. 40 milyon insan Kürtçe konuşmaktadır. Kürtçe bağımsız bir dildir. Arapça ve Türkçe ile hiçbir bağı yoktur. Kürtler ve Farslar Ari kökenlidir. Dilleri aynı grup içinde yer alır, ama her biri bağımsız bir dildir. Kürt-


Kürdistan’ın Parçalanması Dil, dil birliği ulus/millet olmanın kıstaslarından bir tanesidir. Kürt ulusunun dili Kürtçedir. Kürdistan ülkesi, 17 Mayıs 1639’da, Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile ikiye bölündü. Bu dönemde henüz uluslaşma bilinci yoktu. Kürt ulusu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslaşma sürecinin henüz başlarında iken dört parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölün-

mesinin aktörleri, Kemalist Türk burjuvazisi, İngiliz, Fransız emperyalistleri, İran ve Arap gericileri idi. Uluslaşma süreci daha tamamlanmadan, Kürdistan dört parçaya bölünüyordu. T.C tarihi Kürtler üzerinde uygulanan ulusal baskı ve katliam tarihidir. 1927-1947 yılları arası Kuzey Kürdistan Örfi İdare (Sıkıyönetim) biçimi Umumi Müfettişlik adı altında yönetildi. Bu müfettişler, oranın tek hakimiydiler. Ölüm cezalarını onaylıyor, istediği kişileri yerlerinden başka illere sürebiliyorlardı. Sonraları bu Umumi Müfettişliğin yerini Olağan Üstü Hal Bölge Valiliği aldı. Son yıllarda ise, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında ve Özel Yetkilerle donatılmış mahkemeler aracılığıyla adı konulmamış Olağanüstü Hal uygulanıyor. 30 yıldan bu yana yürüyen bir savaş var. Bu yazımızda, genel olarak dört parçada Kürtler üzerinde uygulanan baskıları, katliamları değil, Kürt dili üzerinde uygulanan baskıları anlatmak istiyoruz.

✌ halkların kardeşliği için

ler geçmiş dönemlerde kendi dilleriyle eğitim ve öğretim yapıyorlardı. Medreselerde matematik, mantık, gramer, fıkıh vb konularda eğitim ve öğretim, Kürtçe ve Arapça yapılırdı. Ama öğretim birliği (Tevhidi Tedrisat) kanunuyla bu medreseler kapatıldı. T.C’nin kuruluşundan sonra, özellikle de 1924 Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Kürt dili, kimliği, kültürü yok sayıldı. Kürtçede lehçe ve şivelerin varlığı bir gerçekliktir. Bu gerçeklik yalnızca Kürtçeye ait bir özellik de değildir. Tüm dillerde lehçe, şive ve ağızlar vardır. Kürtçenin “karma ve derleme bir dil” olduğu söylenir! Tümüyle arı ve öz bir dil yoktur. Her dilde yabancı sözcükler vardır. Türkçede küçümsenmeyecek oranda yabancı kelimeler vardır. Dilde yabancı kelimelerin varlığından yola çıkılarak, o dilin dil olmadığı söylemi yanlıştır. Kaldı ki Kürtçe üzerindeki baskılardan dolayı, Kürt dili ve edebiyatı istenilen ölçüde gelişmemiştir. Ama tüm baskılara rağmen Kürtçe varlığını korumuş, Kürtçe kitaplar yazılmış ve Kürt dilinin gelişmesi için çalışmalar yapılmıştır. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce, Kürtler Mezopotamya’da yaşıyordu. Birçok dilbilimci ve kürdoloğun belirttiği gibi, Kürt dili Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almaktadır. Bu ailede yer alan İran dil grubu, Kürtçeyi de içermektedir. Kürtçe, bu grubun kuzeybatı bölümünde yer almaktadır. Bu dil grubunda yer alan bazı dilleri şöyle sıralayabiliriz: Farsça, Kürtçe, Belucice, Osetçe, Yexnubçe, Peştûca, Pamirce vb. Kürt dilinin yerinin iyice bilinmesi için dilleri sınıflandırmakta yarar var. Dilbilimciler, genel olarak dili iki yönden; biçimine (morfolojik) ve akrabalık ilişkilerine (genetik) göre ayırırlar. Her dilin kendine özgü kuralları, özellikleri ve kalıpları vardır. Diğer dillerden ayrılan farklılıklarının yanı sıra, ortak yanları da vardır. Bu ortak kurallar, aynı dil ailesinden olan dillerde çokça görülür. Bundan dolayı bazı dillerin ortak özelliklere ve benzer kurallara sahip olmaları son derece normal ve doğal bir durumdur. Kürtçe, birçok kural, kalıp ve özellikleriyle Farsça, Arapça ve Türkçeden ayrılmaktadır.

Bilinmeyen Dil! 14 Nisan 2009’da KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) operasyonları başlatıldı. 14 Nisan 2009’da başlatılan operasyonlarla ilgili iddianame 18 Haziran 2010’da hazırlandı. İddianame, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. 7 bin 578 sayfalık iddianamede 103’ü tutuklu, 152 sanık hakkında, TCK’nın ‘’Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak’, ‘’Örgüt üyesi ve yöneticisi olmak’’, ‘’Örgüte yardım etmek’’ suçlarını işledikleri iddia ediliyordu! 18 Ekim 2010‘da “KCK-Davası”nın ilk duruşması Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Türkiye’nin birçok ili ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen siyasetçi, insan hakları savunucusu, aydın, yazar, akademisyen, gazeteci ve sendikacının yanı sıra binlerce kişi de adliye önüne akın etti. Davaya basın da yoğun ilgi gösterdi. Davanın ilk duruşmasında, sanıkların Kürtçe savunma talepleri ret edildi. Kürtçe savunma mahkeme tarafından “bilinmeyen dil” olarak tutanaklara geçirildi. Devletin resmi televizyonu 24 saat Kürtçe yayın yapıyordu, mahkeme salonlarında ise Kürtçe tutanaklara „bilinmeyen dil“ olarak geçiyordu.

Kürtçe Üzerinde Tarihsel Yasaklar Kemalistler daha kurtuluş savaşı sırasında 1921’de Koçgiri’de katliama imza atmışlardı. Kemalistler, iktidarlarını sağlamlaştırdıktan sonra, Kürt katliamları yapmakla yetinmediler. Kürtlerin dili olan Kürtçeyi de yasakladılar. Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasının ardından, 8 Eylül 1925’te

21


✌ halkların kardeşliği için

da Kürtçenin konuşulmasının yasaklanması üzerine “Şark Islahat Planı” devreye sokuldu. “Şark Isyapılmıştı. Bu öneri, 13 Ocak 1928 günü yapılan Dalahat Planı”nın 14. maddesinde şöyle deniliyor: rülfünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin yıllık “Aslen Türk olup Kürtlüğe yönelmeye başlayan Makongresinde ise bir talebe dönüştü. Cemiyet başkalatya, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Er- nının yaptığı konuşmada azınlıkların genel yerlerde gani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Türkçeden başka bir dil kullanmalarının yasaklanmaÇemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekim- sını istemesi, Türk Ocakları’nda düzenlenen bir ikinci han, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, toplantıda karara dönüştürüldü. Bu toplantıda alınan hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve karar gereğince, genel yerlerde Türkçe konuşulmasını kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türk- özendiren tabela, duyuru, flamalar asılmaya, bu koçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin nuda konferanslar verilmeye başlandı. Tiyatro, sineemirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan ma, lokanta, otel ve gazino gibi yerlere Türkçe konuşmasını “tavsiye eden” afişler asıldı. Gazeteler bu cezalandırılacaktır.” (Kürtlere Vurulan Kelepçe, kampanyayı destekleyen ateşli yazılarla Şark Islahat Planı, Mehmet Bayrak, Özdoldu, Türkçe konuşmayanlar Ge Yayınları, s. 129) Burada ismi açıkça taciz edildi. Uygulama anılan şehirler aslen Türkmüş ateşli ve gerilimli bir şekilKürt halkının dilinin yaama Kürtlüğe yönelmişde gerçekleşti. Yabancı ler! Kürtleşmenin ennında, çocuklarına Kürtçe ad dilde gazete okuyan gellenmesi içinde acil insanların ellerinden verilmesi de yasaklandı bu ülkede. tedbirler alınıyor ve gazeteler alındı ve 12 Eylül darbecileri, Soyadı Kanunu’nda Kürtçenin yaşamın yırtıldı. Gençlerin her alanında konuyaptıkları değişiklikle, “kişinin rızası olTürkçe konuşmaşulmasının cezayanlara müdahamadan mahkeme kararı ile isim ve soyadının landırılacağı belesi sonucunda değiştirilebileceği”ni kararlaştırdılar. 12 Eylül lirtiliyor! Vilayet kavgalar oldu. döneminde Adıyaman, Urfa, Antep, Mardin, ve kaza merkezUmumi yerlere lerinde, hükümet Diyarbakır, Siirt gibi birçok kentte 3524 köyden asılan “Vatandaş Türkçe Konuş!” ve belediye dai2842’sinin adı değiştirildi. T.C‘nin kuruluflamalarını yırtan relerinde ve diğer şundan bu yana toplam 44 bin 609 köyün azınlıklar gözaltına kuruluşlarda, okulalındı. larda, çarşı ve pazar12 bin 422’sinin adı yalnızca Kürtçe ve 1928’de üç ay gibi larda Türkçeden başka Kürtçeyi andıran ifadeler içerdiği kısa bir süre içinde dil kullananlar cezalanOsmanlı Alfabesi yerine için değiştirildi. dırılacaktır. Söylenen bu... Latin Alfabesi kabul edildi. 1915 yılında Muş’u ErmeniTürk kültürü dışındaki kültürlelerden arındıran genç İttihatçı Vali rin asimilasyonu temelinde bir „resAbdülhalik Renda, kariyerini 1916’da mi kültür seferberliği“ başlatıldı. Bunun Halep Valisi olarak sürdürdü. Devlet görevlileiçin yapılacak ilk işlerden biri, „Resmi Tarih“ yazmakri, jandarma ve aşiret reisleri ile kıyımın “sivil” ayağını tı. Öncelikle bir Türk Tarih Encümeni oluşturuldu. oluşturdu. Renda, daha sonra 20’li yıllarda Kürtlerin Bu girişim, daha sonra Türk Tarih Kurumu’na dönasıl tasfiye edileceğine ilişkin ünlü Şark Raporları’nı hazırladı. Abdülhalik Renda 1925’te TBMM başkanı nüştürüldü. Bunu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olarak idi. Hazırladığı Doğu Raporu’nda, “Türkçeyi hakim başlayıp Türk Dil Kurumu’na dönüşen kurumlaşma dil haline getirmek gerekir.” “... Fırat’ın batısındaki izledi. Bir yandan Türk dili ve edebiyatı geliştiriliyor, vilayetlerin bir kısmında dağınık vaziyette yerleşmiş diğer yandan diğer kültürler ya görmezlikten geliniolan Kürtler Türk yapılmalı” diyordu. (Aktaran Ha- yor ya da onlara ipotek konuyordu. 1930’da İçişleri Bakanlığınca Valiliklere „çok gizli san Cemal, Kürt Sorununda Yeni Bakış, Barışa Emanet Olun, Everest Yayınları, Ekim 2011, İstanbul, s. ve kişiye özel“ bir „Türkleştirme Genelgesi“ gönderildi. Bu „çok gizli“ genelgenin 12. maddesinde şöyle 251) 1926’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda en deniliyordu: „12- Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve topbüyük tartışmalar Türkçeden başka dillerin en çok 22 lum gelenek ve göreneklerin de milliyet ve ırk hislerini


Resmi ideoloji tarafından Kürtçe sürekli reddedildi ve böyle bir dilin olmadığı savunuldu. 12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte Kürtçe yeniden yasaklandı. Darbeciler kendi elleriyle hazırladıkları 1982 Anayasası’ndaki “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” ifadesini, 1983’te çıkarılan Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’la perçinlediler. Kanuna göre, Türk vatandaşlarının anadili Türkçeydi ve Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı! Kanun 12 Nisan 1991’de kaldırıldı. Kanun güya kaldırılmıştı ama uygulamada yasaklar devam ediyordu. 6 Kasım 1991’de, Kürt milletvekillerinin TBMM’de Kürtçe yemin etmeleriyle yeni bir süreç başladı. Dört DEP milletvekili hapse gönderildi. Yakın tarihe kadar hapishanelerde Kürtçe konuşma yasağı sürdü. Türkçe bilmeyen Kürt anneler hapishane ziyaretlerinde çocukları ile tek kelime konuşamadılar. Kürt halkının dilinin yanında, çocuklarına Kürtçe ad verilmesi de yasaklandı bu ülkede. 12 Eylül darbecileri, Soyadı Kanunu’nda yaptıkları değişiklikle, “kişinin rızası olmadan mahkeme kararı ile isim ve soyadının değiştirilebileceği”ni kararlaştırdılar. 12 Eylül döneminde Adıyaman, Urfa, Antep, Mardin, Diyarbakır, Siirt gibi birçok kentte 3524 köyden 2842’sinin adı değiştirildi. T.C‘nin kuruluşundan bu yana toplam 44 bin 609 köyün 12 bin 422’sinin adı yalnızca Kürtçe ve Kürtçeyi andıran ifadeler içerdiği için değiştirildi. Kuzey Kürdistan‘da onlarca şehirde devlet dairelerinin kapılarına “Türkçeden başka bir dil konuşmak kesinlikle yasaktır” yazılı duyurular asıldı. 12 Eylül öncesinde Adalet Partisi milletvekilli olan Şerafettin Elçi’nin TBMM’de ‘Kürt’ olduğunu söylediği için 1981’de yargılanarak hapsedildi. Devlet İstatistik Enstitüsü görevlilerinin 1980-85 nüfus sayımları için kullanılan formlara konuşulan diller kısmına ‘Kürtçe’ şıkkına da yer verdikleri için “bölücülük” gerekçesiyle, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandılar. Seçim kampanyalarında yazılı Kürtçe propaganda yapmak yasak. Seçimler döneminde YSK seçim yasaklarını açıklarken, Kürtçe seçim propagandasının yasak olduğunu açıklama gereği duyuyor. Seçim yasaklarına uymayanlar hakkında, davalar açılıyor ve cezalar veriliyor.

✌ halkların kardeşliği için

daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiçbir suretle rağbet edilmeyerek ve cesaretlendirmeyerek adi ve ilkel özellikleri her vesileyle sergilenerek kötülenmeli ve ayıplanmalı, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek.“ (bkz. Mehmet Bayrak, Kürtler, Öz-Ge yayınları, sf. 508-509) Bu genelge, 1925’te yürürlüğe konulan „Şark Islahat Planı“nın uygulamalarından biriydi. Kürtlerin ulusal bilince ulaşmalarını engellemek, geciktirmek için her türlü yasak düşünülüp uygulanıyordu. Kürt diline, Kürt tarihine, Kürt edebiyatına ilişkin bir iz bırakmamak için her şey yapılıyordu. Türkçenin Kürtçenin yerini alabilmesi için yatılı okullara ve kız okullarına ağırlık veriliyordu. Örf adetler, gelenek ve görenekler, „ırk hislerini“ uyanık tuttuğu gerekçesi ile kötülenecek ve ayıplanacaktır! Kürtçe konuşanların isim ve lakaplarının Türkçeleştirilmesi ve nüfustaki kayıtların da düzeltilmesi gerektiği söyleniyor. Türkleştirme siyasetine uygun olarak adımlar atıldı, katliamlar yapıldı. Türkçe dışındaki dillerin, bırakın eğitim dili veya resmi dil olmasını, günlük yaşamda dahi kullanılması yasaklandı. Ama tüm çabalar ulusal bilincin gelişimini engelleyemedi, Kürtçeyi yok edemedi. 1935 yılında CHP’nin 4. Kongresinde, Başbakan İsmet İnönü yaptığı konuşmada, herkesin Türkçe konuşması gerektiğini söylüyordu.“Bundan sonra susmayacağız. Bizimle beraber yaşayan bütün vatandaşlar artık Türkçe konuşacaklar” diyordu. Ayşe Hür, 21.10.2012’de Radikal’deki yazısında Kürtçe konuştuğu için ceza verilen bir olayı şöyle anlatıyor: “Bu cezaların nasıl uygulandığına dair sözlü tarihten bir örnek verelim: “Kozluklu Mele (Hoca) Abdullah anlatıyor. 1940’lı yıllar. Diyarbakır’a gitmiş. Çarşıda Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşuyor. Biri çarşıda kolunu tutuyor ve “Gel, belediyeden seni çağırıyorlar” diyor. Hoca, “Tû kîyî?” (Sen kimsin?) diye soruyor. Şahıs, “Ben belediye zabıtasıyım” diyor. Hoca, “Belediye reisi beni tanımaz ki beni çağırsın” dese de zorla Reis’in huzuruna çıkarılıyor. Reis, “Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun. Her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin” diyor. Hoca itiraz etmeden cebindeki paraları masaya bırakarak, “Al sana para” diyor. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken ekliyor: “Paralar sizde kalsın. Ben Türkçe bilmiyorum. Akşama kadar çarşıda Kürtçe konuşacağım. Senin zaptiye efendin de benimle gelsin. Akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de evime giderim.” (Bakış, 30 Haziran 1999)

Ana Dilde Eğitim En Temel İnsan Hakkıdır Anadilini öğrenme ve toplumsal yaşamda onu kullanabilme, her insanın sahip olduğu temel bir haktır. Anadilde eğitim hakkı, bir insan hakkıdır. Dil ve insan hakları ilişkisinde merkezi olgu anadildir. Ana-

23


✌ halkların kardeşliği için

dil, bireyin ilk öğrendiği, ağırlıklı ve kalıcı bir şekilde hayatında kullandığı dildir. Anadilde eğitim hakkı, her bireyin doğal insan hakkıdır. İnsanların vazgeçilemez ve inkar edilemez bazı temel hakları vardır. Yaşam hakkı, inanma hakkı, düşünce ve ifade etme hakkı, konut hakkı, evlenme hakkı, seyahat etme hakkı vb gibi. Ana dil kişinin öğrendiği ilk dildir. Ana dili öğrenme veya öğretme başkasının vermesi gereken bir hak değil insanın en doğal hakkıdır. Ana dilde eğitimin yasaklanması insanın temel haklarından birinden yoksun bırakılması anlamı taşır. BM Genel Kurulu’nun 1993 tarihli, 47/135 sayılı kararıyla ilan edilen „Ulusal veya etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup Olan Kişilerin Haklarına Dair Bildiri’nin 3. maddesinde şöyle deniliyor: “Devletler mümkün olduğu kadar, azınlıklara mensup kişilerin anadillerini öğrenmelerini veya anadillerinde eğitim almaları için yeterli imkânlara sahip olabilecekleri gerekli tedbirleri alır” (bkz. http:// www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/ pdf01/209-213.pdf) Ayrıca Avrupa Konseyi’nin 1995 tarihli „Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi“nde azınlıkların eğitim hakkıyla ilgili olarak “Taraf devletler gerektiği takdirde kendi ülkelerindeki ulusal azınlıkların ve çoğunluğun kültürü, tarihi, dili ve dini hakkındaki bilgileri geliştirmek için eğitim ve araştırma alanlarında tedbirler alır” der. (Bkz.http:// www.avrupakonseyi.org.tr/antlasma/aas_157.htm) İnsan Hakları ve Çocuk Hakları Evrensel Bildirgelerinde, eğitim ve anadilde eğitim hakkına özel vurgu yapılmaktadır. Eğitim hakkı, insani, temel bir haktır. Anadilde eğitim ise çocuğun sağlıklı gelişimi açısından vazgeçilmez öneme sahiptir. Anadilde eğitimin uluslararası sözleşmelerde kendine yer edinmesi de bu yüzdendir. Uluslararası burjuva hukuk belgelerinde, ana dilde eğitim ve azınlıkların korunması ile ilgili birçok madde vardır. Türkiye uluslararası sözleşmelere imza atmıştır. Kimi sözleşmelere ise çekince koyarak imzalamıştır. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin

17., 29. ve 30. maddelerine çekince koymuştur.

Sonuç Yerine Avrupa Birliği yolunda çıkarılan uyum yasaları kapsamında, Kürtçe üzerindeki baskılar hafifletildi. Devletin televizyonu 24 saat Kürtçe yayın yapıyor. Ama ana dili Kürtçe olanlar üzerindeki baskılar sürüyor. Ana dilde eğitim talebi reddediliyor. Kuşkusuz Kürtçe üzerindeki baskıların hafifletilmesi, Kürtçenin okullarda seçmeli ders olarak kabul edilmesi, üniversitelerde yabancı diller bölümlerinin açılması, tüm baskılara rağmen Kürtçe yayınların çıkmaya başlaması, hapishanelerde mahkûmların yakınları ile Kürtçe konuşması, Kürt halkının öncü güçlerinin yürüttüğü mücadelenin sonucudur. PKK ve PAJK’lı tutsaklar 12 Eylül 2012’de hapishanelerde açlık grevine başladılar. Öne sürülen taleplerden biri de, Kürt halkının anadilde eğitim ve savunma taleplerinin karşılanmasıdır. Kürt halkı ve tutsaklar tarafından dillendirilen bu talep haklı bir taleptir. Sonuç olarak, faşist sistemin koşulları içerisinde, kimi kazanımlar elde edilmesine rağmen, milliyetler arasındaki tam hak eşitliği sağlanamaz. Tam hak eşitliğinin sağlanmasının temel koşulu zoraki birliğin parçalanmasıdır. Ulusların birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olacaktır. Hiçbir dile özel bir imtiyaz tanınmayacaktır. Zorunlu devlet dilini istemiyoruz. Her milliyet, kendi dilinde konuşma, eğitim yapma, bütün ilişkilerinde dilini kullanma hakkına sahip olmalıdır. Hiçbir dil başka bir dil üzerinde imtiyaz kullanamaz, kullanmamalıdır. Burada açıklamaya çalıştığımız temel ilkelerin gerçekleşmesi ve pratiğe geçirilmesi ancak Demokratik Halk Devrimi ile olabilir. O halde görev, Kürt halkını da özgürleştirecek DHD için çalışmak ve örgütlenmektir.

PKK ve PAJK’lı tutsaklar 12 Eylül 2012’de hapishanelerde açlık grevine başladılar. Öne sürülen taleplerden biri de, Kürt halkının anadilde eğitim ve savunma taleplerinin karşılanmasıdır. Kürt halkı ve tutsaklar tarafından dillendirilen bu talep haklı bir taleptir.

24

Kasım 2012 ✓


“Nora Nare Hoy Nare”

19

Ocak 2007 tarihinde kalleşçe kurşunlayıp katlederek aldılar Hrant’ı aramızdan, kaybettik O’nu. Kaybımız büyüktü! Çünkü kaybettiğimiz insan, bu coğrafyada soykırıma uğramış bir milletin evladı olarak, soykırımda yer alan millet ve milliyetlerden halklara karşı kin ve düşmanlık besleme, kışkırtma yerine; en başta ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçiliği reddediyor, milliyetçiliğin her türüne karşı enternasyonalist tavır sergiliyor, halkların kardeşliğinin sağlanması için mücadele veriyordu. Hrant’a sıkılan kurşunlar, gerçekte halkların kardeşliğine sıkılmış; Türk, Kürt Ermeni halkları arasında kardeşliği sağlayacak az sayıdaki sağlam köprülerden biri yıkılmıştı... Katledilişinin 6. yıldönümünde Hrant’ın katillerini lanetliyor ve O’nu unutmadığımızı, unutmayacağımızı; O’nu aramızdan alıp götüren katilleri ve cinayetini

✌ halkların kardeşliği için

Katledilişinin 6. Yıldönümünde Hrant’ı unutmadık, unutturmayacağız!

unutturmayacağımızı; Hrant Dink’i halkların kardeşliği için, özgürlük için verdiğimiz mücadelemizde yaşatacağımızı bir kez daha haykırıyoruz! Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz! Hrant Dink’in Agos Gazetesi’nde, 29 Aralık 2006 tarihinde yayınlanan bir yazısını yayınlıyoruz. YDİ ÇAĞRI

Nora Nare Hoy Nare İşte yine yeni yıl heyecanının getirip dayattığı “Zaman”, “Hız” ve “Değişim” denkleminin baskısı altındayım. Hemen her yılbaşı olduğu gibi karmaşık duygular içindeyim. “Değişim”i “Zaman”a bölüyor “Hız”la çarpıyor, sonunda da “Elde var sıfır, elde var sıfır” diye hayıflanıyorum. Niye ki “Değişim”in “Hız”ına hiç ama hiç yetişemiyorum. Şunun şurasında daha 35 yıl önce tanışmamış mıy-

25


✌ halkların kardeşliği için 26

dım o dönemin en ilerlemiş teknolojik aleti olan si- isim. yah beyaz televizyonla. Zaten ilk mucidi de ben değilim... Ermenistan’da Şimdi ise iletişim ve bilişim marketlerini dolduran çokca kullanılan bir isim. bin bir çeşit yeni teknolojik ürün var adını, işlevini ve Ama pes etmiş değilim... “Babiklik” (dedelik) haknasıl çalıştığını bilmediğim. kım var ve “Nare” koydurmak için her türlü entrikaÖylesi bir çağda yaşıyorum ki o çağın getirdiği ya başvurup, elimden gelen tüm hinoğluhin baskıları nimetleri ve değişimleri yakalamaktan acizim. Kul- uygulayacağım. landığım aletlerin bir-iki fonksiyonunu anca becereÜstelik şimdiden kendime beste de hazırlamış biliyorum, varolan diğer sayısız fonksiyonundan ise durumdayım. Nora’yı ve Nare’yi birlikte severken, bihaberim. “Nora Nare hoy Nare” diye halay da tutacağım. Değişimi görebiliyorum... Değişimi fark edebiliyo“Zaman”, “Değişim” ve “Hız” denklemini torurum ama hepsi o kadar... Ona ulaşmak ne mümkün! num ve kendi üzerimden sorgulamam boşa değil elHa ki bir yerinden yakalıyorum, o zaten değişiyor. bet. Ona baktığımda ancak, çok daha net anlıyorum “Değişim” hangi “Zaman”da bu kadar “Değişim”in ve “Zaman”ın “Hız”ını. Sa“Hız”la aktı yarabbim! dece teknolojinin değil onun hıÇok şükür ama, imdadıma zına da yetişemiyorum artık. yetişen birbuçuk yaşındaÇok çabuk büyüyor, çok da “... Sen Nare’yi nereden ki torunum “Nora”m var. çabuk öğreniyor. uydurdun?” derseniz... Kendisine aldığımız Bütün ayrıcalıklar ona. onca öğretici, onca eğiO artık bütün ilgimizin Nareg’den... Kadim Ermeni istici hatta onca cicili üstünde yoğunlaştığı minden. bicili çocuk kandıran tek merkez. oyuncaklara inat, o Öncesinde oğluma Nareg’in “g”sini kaldırın olsun size kendi yarattığı teknomisafirliğe giderdik feminen bir isim. lojik oyuncaklarıyla şimdi, “Nora’ya gidiyoZaten ilk mucidi de ben değiyakalıyor benden kaçan ruz”. Ya da hanım müjhızı. deyi verip eve erken gellim... Ermenistan’da çokca Nora’yı gözlediğimde memi istediğinde oğlum ya kullanılan bir isim.” “Zaman”, “Hız” ve “Değişim” da gelinim değil sanki gelen, denilen denklemin cevabının sıfır “Noralar geliyor”. Öylesine ayrıcaolmadığını görebiliyorum. lıklı ki bugüne değin bir tek eşim bana Denklemi ben çözemiyorum ama birbuçuk ya- “Çutak” (Keman) diye takma ismimle seslenirdi, şındaki Nora çözüyor. Nerede varsa teknolojik bir şimdi o da başladı. düğme, Nora’nın parmağı onda! Kâh buzdolabında, Eşimle aramızdaki özel ilişkimize balıklama girdi. kâh fırında... Kâh telefon tuşunda kâh televizyon kuE vallahi de hoşgeldi. mandasında. Teknoloji ve onun değişim hızı belki Gerçi tam “Çutak” diyemiyor “Tutak” diyor ama... benim kuşağıma hatırı sayılır bir nanik yaptı, bizim Bana doğru koşup bir “Tutak Babig” deyişi var ki kendisine ulaşmamıza zaman olarak fırsat tanımadı, değmeyin keyfime gitsin. O an işte intikamımı almış diğer bir deyişle elimizden kaçtı ama görüyorum ki hissediyorum bana nanik yapan “Zaman”ın ve “DeNora’dan kurtuluşu yok. ğişimin” “Hız”ından. Üstelik torun “Nora” yalnız da değil, yakında ikinci Hanenizden torunlar eksik olmasın dostlar. torun “Nare” de geliyor. Gerçi ben “Nare” diye erken Hadi bu yılın başında onların “Genatsı”na (Varötüyorum çünkü babası başka isimde ısrarlı. “Karu- lığına) içelim. İçelim ve çabalayalım ki onlar mutlu na” diye bir isim uydurmuş... “Karun”un (Bahar) ar- olsunlar, acı çekmesinler. Ne demişti Ermeni ozan dına bir “a” ekleyip feminen yapmış, kendince yeni Tumanyan bir kız ismi üretmiş. “İlle de Karuna olacak” diyor. “Abrek yereğek payts mez bes çabrek” “Yaşayın ço“Sen Nare’yi nereden uydurdun?” derseniz... cuklar, ama bizim gibi yaşamayın.” Nareg’den... Kadim Ermeni isminden. Nareg’in “g”sini kaldırın olsun size feminen bir Hrant Dink Agos Gazetesi, 29 Aralık 2006 ✓


Kadına yönelik şiddete karşı yasal mücadele

K

adına yönelik şiddete karşı yasal zemindeki mücadele aslında 1990’lı yılların 2. yarısından itibaren hız kazanmaya başladı. Türkiye’deki kadın hareketinin mücadeleleri sonucu 1998 yılında 4320 sayılı “Aileyi Koruma Kanunu” yürürlüğe girdi. Yürütülen mücadele için önemli bir kazanım olsa da yasanın içeriği, eksiklikleri ve en önemlisi de pratiğe uygulanmaması nedeniyle oldukça yetersiz bir yasa idi. Zaten yasanın iki tane maddesi vardı. Evli veya boşanmış veya evli olup ta fiilen ayrı yaşayan kadınlar (yasa bireyler diyordu) için koruma tedbirlerini düzenliyor ve nafakayı düzenliyordu. 2010 yılının Aralık ayında koruma talep etmesine rağmen koruma verilmemesi ve ertesinde eski eşi İstikbal Yetkin tarafından boğazı kesilerek öldürülen Ayşe Paşalı cinayetinin ardından kadın kurumlarının da bastırması sonucu hükümet yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalışmak zorunda kaldı.

Mart 2011 yılında başlayan yasa çalışmaları 12 Haziran’da yapılan genel seçimler nedeniyle yarıda kaldı. Genel seçimlerin ardından Fatma Şahin “Kadından ve Aileden Sorumlu Bakan” oldu. Daha sonra bakanlık isminden “kadın” kelimesini çıkardılar ve bakanlığın ismi “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” olarak değiştirildi. Bu değişiklik bile devletin kadından çok aileyi ön plana çıkardığını, onu korumayı esas aldığını gösteriyordu. Eylül 2011’de yasa ile ilgili çalışmalar tekrar başlatıldı. Bakanlık “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı” adı ile bir taslak sundu. Taslağın görüşülmesi için kadın kurumlarına çağrı yapıldı. Ve ilk toplantı 19 Eylül 2011’de gerçekleştirildi. Diğer yandan 236 tane kadın kurumunu temsil eden “Şiddete Son Kadın Platformu” da kendi taslağını hazırlayıp bakanlığa sundu. Bu taslak 44 maddeden oluşan geniş kapsamlı bir taslak idi. Platformun

yeni kadın dünyası

“Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” üzerine...

27


yeni kadın dünyası 28

talebi ısrarla bu taslağın esas alınması ve bunun üzerinden gidilmesi idi. Fakat bu kabul edilmedi. Bakanlık yasayı çok kısa bir süre içerisine sıkıştırıp 8 Mart’ta çıkarmayı planlıyordu. Kadın örgütleri ise bu denli önemli bir yasa için daha fazla zaman ayrılmasını talep etmelerine rağmen Bakanlık sıkıştırmaya devam etti. Kadın kurumları ve Bakanlık arasında çok yoğun ve yorucu bir trafik yaşandı. Yasa taslağı yasalaşana kadar Bakanlık tam 5 tane ayrı taslak gündeme getirdi! Daha kadın kurumları bir taslak üzerine tartışıp sonuçlandırıp bakanlığa sunmadan yeni bir taslakla karşı karşıya kaldılar. Bu kez onunla uğraşmak zorunda kaldılar ve bu böyle 5

taslak boyunca devam etti. Bütün o tartışmaların, kadın kurumlarının itirazlarının, yasal zemindeki bu çetin bir mücadelenin ardından nihayet Bakan Şahin’in “Kadınlara 8 Mart hediyesi” olarak sunduğu yasa 8 Mart 2012’de “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” ismiyle yasalaşarak yürürlüğe girdi. Kadın kurumlarının bütün itirazlarına rağmen bakanlık isminden olduğu gibi yasanın isminden de “kadın” çıkarılarak yerine “aile” geçirildi. Çünkü bu erkek egemen devlet için aile kutsaldır, dokunulmazdır. Kadınlar ancak aile içerisinde var olabilirler. Ve

ne olursa olsun ailenin bütünlüğünün bozulmaması kadın yaşamından çok daha önemlidir. Şimdi 8 Mart’ta kabul edilen 24 maddelik “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”da neler var neler yok kısaca ona bakalım.

YASADA NELER VAR? Evli olmayan kadınları da kapsıyor Daha önceki ilk taslaklardan birinde kadın kurumlarının zorlamaları sonucu evli kadınların yanı sıra “yakın ilişki içinde yaşayanlar”ı da kapsayan bir yasa olacaktı. Fakat bu daha sonraki taslaklardan çıkarıldı. Bunun üzerine kadın örgütleri tarafından 28 Aralık’ta “devletin görevi bazı kadınları değil her kadını şiddetten korumaktır” adı altında bir yürüyüş düzenlendi. Bu olumsuz değişiklik kamuoyunun tepkisini çekti. Bunun üzerine “yakın ilişki içinde yaşayanlar” ibaresi girmese de “kadınların, çocukların, aile bireylerinin” şeklinde bir sıralama yasaya konuldu. Burada kadının medeni hali ile ilgili herhangi bir atıf olmadığı için tüm kadınları kapsadığını söyleyebiliriz. Bu neden önemli? Çünkü örneğin evli olmayıp ta birlikte yaşayan kadın ve erkekler var. Yada birlikte yaşamasalar da sevgili ilişkisi içerisinde olan insanlar var. Ve bu ilişkilerde de kadına yönelik şiddet çok yaygındır. Yada örneğin aşkına karşılık vermediği için öldürmeye kadar varan şiddet olayları var vs. Yasanın sadece evli kadınları kapsaması aslında bir sürü kadının şiddet ile baş başa bırakılması demektir. Kabul edilecek bir şey değildir.

Mülki Amir ve kolluk güçleri tarafından verilecek koruyucu tedbir kararları Yasaya göre bundan sonra mülki amirler (vali ve kaymakamlık) şiddete maruz kalan kadınlara koruyucu


yeni kadın dünyası

tedbir kararları almakla yetkili olacak. - Şiddeti uygulayanın uzaklaştırılması ve kadına Mülki amirliklerin alacağı tedbirler öncelikle şunlar yaklaşmasının yasaklanması, olacak: - Eve girmesinin yasaklanması, evin kadına tahsis - Kadına ve gerekiyorsa çocuklara bulunduğu yerde edilmesi, veya gerekiyorsa başka bir yerde uygun barınma yeri - Şiddeti uygulayanın aynı şekilde çocuklardan da sağlaması uzak tutulması - Geçici maddi yardım yapılması. - Eve, okula yada işyerine yaklaşmaması - Kadının hayati tehlikesi bulunması halinde, acil - Kadının şahsi eşyalarına yada ev eşyalarına zarar durumlarda geçici olarak koruma altına alınması. vermemesi, Yukarıdaki tedbir kararlarını artık polis ve jandar- Silah ruhsatı olsa bile silahını teslim etmesi. ma gibi kolluk kuvvetleri de alabilecek. Artık yetki- Şiddet uygulayan kişinin mesleği gereği (polis, janmiz yok diyemeyecekler. Daha doğrusu dememeleri darma, güvelik vs.) silah taşıması zorunlu bile olsa gerekiyor. Kadını korumak için tedbir almak zorun- bunu teslim etmesi. Vs. dalar. Aksi taktirde örneğin polis yada jandarma Bu önleyici tedbirleri yine acil durumlarda, hayati suçlu duruma düşeccek. Fakat pratikte bir çok halde tehlikenin var olduğu durumlarda başvurulan polis kadınların tekrar şiddet ortamına geri gönderildik- ve jandarma da alabiliyor. Ama bunları tatil günleri lerini biliyoruz. Sadece son dönemde yaşanan kadın hariç 24 saat içinde aile hakiminin bilgisine sunması cinayetlerine bakmak yeterli. Öldürülen gerekiyor. kadınların önemli bir kısmının daha Kısacası artık yasaya göre kadınlaKişi tedbir önce polise yada savcılığa başvurrın korunması ile ilgili acil teddukları fakat buna rağmen katbirleri en yakın mülki amirkararlarına uymadığı ledildikleri ortaya çıkıyor. ler, kolluk kuvvetleri ve aile takdirde birinci ihlalde 3 mahkemeleri çıkarabileHakim tarafından cek. günden 10 güne kadar, ikinci verilecek koruyucu Eskiden yürürlükte ihlalde 15 günden 30 güne kadar tedbir kararları olan 4320 sayılı yasaya Yukarıdakilere ek olarak hapis cezası ile cezalandırılabilecek. göre tedbir kararları en hakim tarafından verilefazla 6 ay verilebiliyordu. İhlalin niteliğine göre bu ceza artıcek koruyucu tedbirlerin 6 ay sonunda tehdit vs. yor ama toplamda 6 aydan fazla devam kapsamı da yeni yasada ettiği sürece tekolmamak koşuluyla şeklinde genişletiliyor. rardan başvuru yapmanız Bunlar 5 madde halinde gerekiyordu. Yeni yasada bu bir sınırlandırma getiridüzenlenmiş: kaldırılıyor ve eğer gerekli göliyor. - Kadının evli olması halinde birrülürse süresiz tedbir kararı alınalikte yaşadıkları yerin dışında bir yere biliyor. yerleştirilmesi “Zorlama Hapsi” - Kimlik bilgilerinin değiştirilmesi, Yasada yer alan bir diğer madde adına “zorlama - İşyerinin değiştirilmesi - Tapu kütüğüne aile konutu şerhi konulması. Bu hapsi”denilen uygulama. Kişi tedbir kararlarına önemli. Çünkü o zaman erkek istediğinde ev erkeğin uymadığı taktirde, örneğin kadına yada çocuklarına yaklaşmaması gerektiği halde yaklaşıyorsa, bir türlü üzerinde kayıtlı olsa bile evi satamıyor. - Kadının çalışabilmesi için Çocuklara ücreti devlet taciz etmeye devam ediyorsa yani zorluyorsa o kişiye alınan karara uymadığı için (bu durumda uzaklaştarafından karşılanan kreş olanağının sağlanması. tırma kararına) adına “zorlama hapsi” denilen hapis Hakim tarafından verilecek önleyici tedbir cezası veriliyor. kararları Kişi tedbir kararlarına uymadığı takdirde birinHakimin sadece koruyucu tedbirleri değil aynı za- ci ihlalde 3 günden 10 güne kadar, ikinci ihlalde 15 manda önleyici tedbirleri de alabilmesi öngörülüyor. günden 30 güne kadar hapis cezası ile cezalandırıÖnleyici tedbirler olarak şunlar sıralanıyor: labilecek. İhlalin niteliğine göre bu ceza artıyor ama

29


yeni kadın dünyası

toplamda 6 aydan fazla olmamak koşuluyla şeklinde bir sınırlandırma getiriliyor. Şu anda bu şekilde yasaya konulan madde az kalsın şu şekilde geçecekti: 10 Ocak tarihli taslakta eğer erkek bir daha tedbir kararına uymamazlık etmeyeceğini taahhüt ederse hapse atılmayacaktı. Bu madde büyük tepki topladı. Kadın kurumları, platformlar “kadınların hayatları üzerinden pazarlık yapılmasına izin vermeyiz” dediler ve bu ibare baskılar sonucu yasa taslağından çıkarılmak zorunda kalındı.

Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri Yasa yürürlüğe girdikten sonra ilk 2 yıl içinde (aslında önceki taslaklarda 1 yıl içinde deniyordu. İki yıla çıkarıldı) 14 ilde “Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri” adı verilen merkezler açılacak. Basına yansıyan haberlere göre 2012 Aralık ayının başında bakanlık tarafından Türkiye genelinde 11 ilde kurulan “Koza Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri”; Adana, Antalya, Ankara, Bursa, Denizli, İstanbul, İzmir, Mersin, Samsun, Şanlıurfa, Trabzon’da aynı zamanda açıldı. Tüm koruma talepleri, kararlar, zorlama hapsi kararları “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri”ne bildirilecek ve tek bir yerden bu kararların takibi ve koordinasyonu yapılabilecek. Kadın kurumlarının karşı çıkmış olmalarına rağmen “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri” hem şiddet gören kadına hem de şiddet uygulayan erkeğe hizmet veren merkezler olacak. Fakat karşı duruşlar sonucu bu madde yasadan çıkarılmasa da “zorunlu haller dışında farklı birimlerde sunulur” şeklinde bir ibare yerleştirildi. Aslında bu merkezlerin sadece şiddete maruz kalanlara hizmet verecek yerler olması gerekirdi.

kadına geçici olarak günlük net asgari ücretin 30’da biri ödenecek ve bu gelir vergiden muaf olacak. Korunan kişi 1’den fazla ise bu rakamın %20’si oranında ek ödeme yapılabilecek. Sadece geçici maddi yardım değil aynı zamanda çucuklu kadınlar için kreş yardımı da öngörülüyor. Bu yardım çalışmayan kadına 4 aya kadar, çalışan kadına ise 2 aya kadar asgari ücretin yarısını geçmeyecek şekilde yapılacak.

Sağlık giderleri Hiçbir sağlık güvencesi olmayan kadınların tüm sağlık harcamaları (diş dahil) Bakanlık tarafından karşılanacak.

Masraf alınmayacak Bu merKanun kapsamındaki her türlü kezler bakanlık başvuru harç ve masraftan muaf tutulacak. Noter gibünyesinde kurulacak derleri, vergi, pul, posadli tıp raporu gibi birimler olarak tarif ediliyor. ta,belgelerden ücret talep Kadın örgütleri ve diğer kitle edilemeyecek. örgütleri ile birlikte çalışacak TASARIDA NELER YOK? ayrı bir kurum olarak değil. KaŞiddeti Önleme dın sığınma evlerinin, kadın ve İzleme örgütlerinin buralarla hiç- Merkezleri Bu merkezler bakanlık bir ilişkisi olmayabünyesinde kurulacak birimler olarak tarif ediliyor. Kadın cak. örgütleri ve diğer kitle örgütleri ile

Geçici maddi yardım 30

Bu yasa ile şiddete maruz kalan ve sığınma talep eden

birlikte çalışacak ayrı bir kurum olarak değil. Kadın sığınma evlerinin, kadın örgütlerinin buralarla hiçbir ilişkisi olmayacak. Yukarıda da değindiğimiz gibi bu merkezlerin sadece 14 ilde kurulması öngörülüyor. Bu iller dışında yaşayan kadınların bu merkezlerden yararlanma hakkıolmayacak.

Sağlık giderleri Şiddete maruz kalan kadının sağlık giderlerinin Sağlık Bakanlığı tarafından karşılanması meselesinde “hiçbir sosyal güvencesi olmayan kadınlara sağlanması” ibaresine yer veriliyor (diş ünitesi dahil). Bu madde, kocası üzerinden sosyal güvencesi olan kadınların sağlık giderlerinin Sağlık bakanlığı tarafından karşı-


Bütçe Bakanlık bütçesinden karşılanacağı söylenen harcamalar için yasada ayrı, ek bir bütçe oluşturulması ile ilgili herhangi bir düzenleme yok. Ne kadar kaynak ayrılacağı belli değil.

Sığınaklar Metin boyunca kadın sığınaklarından neredeyse hiç bahsedilmiyor. Daha çok “barınacak yer temini” ifadesi kullanılıyor. Sığınma evi açılması konusunda mülki idareye herhangi bir sorumluluk verilmiyor. Barınacak yer olmaması durumunda misafirhane, yurt gibi seçenekler sayılıyor. Fakat eğer kadınların çocukları da varsa burada ne şekilde ve ne kadar kalabilecekleri sorununa açıklık getirilmiyor.

Eğitim Yasada polis ve jandarmanın eğitimine yer verilirken yasanın asıl uygulayıcıları olan hakim ve savcıların eğitimi ile ilgili herhangi bir düzenlemeye yer verilmiyor. Böyle bir düzenleme kadın örgütleri talep ettiği halde yasaya konulmadı. Oysa yasanın pratikte temel uygulayıcıları olarak hakim ve savcılara da kadının insan hakları, kadın erkek eşitliği, toplumsal cinsiyet vs. üzerine eğitim verilmesi önemliydi. Kadına yönelik şiddet ile ilgili alınan mahkeme kararlarına baktığımızda bu konuda bir bilincin yaratılması alınan kararların en azından bir ölçüde kadına yönelik şiddet ile ilgili davalarda erkek egemen kararlar alınmasının (Ceza indirimi, tahrik indirimi, iyi hal uygulaması vs). önüne geçilebilirdi.

Müdahillik Bağımsız kadın kurumlarının, örgütlerin kadına yönelik şiddet davalarında müdahil olması, taraf olması ve duruşmalara katılması yönündeki talepleri yasa

metnine eklenmedi.Bu tür davalara katılma hakkı sadece Bakanlığa veriliyor.

Tedbirlerin hepsi geçici nitelikte Tedbirlerin hepsi geçici nitelikte. Kadınların bundan sonra tek başına ayakta durabilmeleri, yeni bir hayat kurabilmeleri için iş eğitim gibi olanaklara kavuşturulması gibi düzenlemeler yasada yer almıyor. Geçici destekler bittikten sonra kadın kendi kaderiyle baş başa bırakılıyor.

yeni kadın dünyası

lanmayacağı anlamına geliyor. .Kadın kocası üzerinden sigortalı olmaya devam edecek. Fakat bu kadının güvenliği açısından tehlikeli bir durum. Çünkü bu durumda eğer koca isterse kadının nerede, hangi hastanede, ne zaman vs. tedavi olduğunu takip edebilir. Böylelikle eğer kadın kocadan gizleniyorsa koca kadını rahatlıkla bulabilir. Kadın örgütlerinin, koca üzerinden sigortalı yada sigortasız tüm kadınların sağlık giderlerinin bakanlık tarafından karşılanması gerektiği talebine rağmen bu madde yasadan çıkarılmadı.

Sonuç olarak Yasa tasarısının içeriği kabaca böyle. Daha önceki 4320 sayılı “Aileyi Koruma Kanunu” ile karşılaştırıldığında kuşkusuz daha ileri düzeyde bir yasa. Bu yasanın yapım aşamasında kadın kurumların önemli taleplerine yer verilmemiş olsa da yasanın bu duruma gelmesinde önemli payları var. Bizim açımızdan bu yasanın önemi ilk defa yasal düzeyde bu genişlikte kadına yönelik şiddete karşı bir dizi olumlu tedbirin alınmış olmasıdır. Yapmamız gereken bu yasanın biz kadınlar için ne ifade ettiğini iyice öğrenip pratikte kullanmak olmalıdır. Çevremizde şiddet gören kadınlara bu çerçevede yardımcı olmaktır. Fakat hayalci olmamak lazım. Yasa bir dizi olumlu düzenleme getirmiş olabilir ama bunların pratiğe uygulanmasıdır önemli olan. Yasa çıktıktan sonra da şiddet durmadan devam etti, ediyor, mahkemeler erkek egemen kararlar almaya devam ediyor. Geçen yıl Aralık ayında Sibel Yılmaz adlı bir genç kadın Zonguldak’ta sevgilisi Anıl Tezcan tarafından ruhsatsız silah ile adliye önünde vuruldu. Dava yeni sonuçlandı. Kadını öldüren kişi adam öldürmekten müebbet alması gerekirken 21 yıl ceza alıyor. Çünkü mahkeme bu kişiye tahrik indirimi uygulanıyor. Buna benzer bir sürü örnek var. Burjuva sistemde kadına yönelik şiddet burjuvazinin kendisinin yaptığı yasalarla sona ermez. Çünkü kadına yönelik şiddet, yrımcılık bu kapitalist sistemin hergün yeniden teşvik ettiği dolaylı yada dolaysız bir şekilde ürettiği bir durumdur. Bu nedenle kadına yönelik şiddete karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız ele alınamaz. Yasal haklardan yararlanmak için sonuna kadar mücadele, kapitalizme karşı mücadele ile birlikte ele alınmak zorundadır. Ocak 2013 ✓

31


panorama

PA NOR A M A Suriye konusunda haklı bir eleştiri, uyarı! - SURİYE -

S

32

uriye’deki gelişmelerle ilgili yazdığımız yazılara, kimi okurlarımız sözlü eleştiride bulundu ve yanlış yaptığımız konusunda bizi uyardı. Sözkonusu eleştiri, yürüyen savaşta haklı bir yan olmadığı ve buna bağlı olarak da desteklenecek bir yanın da olmadığı yönlü tespite yöneliktir. Eleştiri, bu tespitin Esad/ Baas faşist rejimine karşı mücadelenin haklı, meşru yanını ve yürüyen savaşta Esad rejimine karşı haklı bir yanın olduğunu dıştaladığı ve durumun böyle ortaya konmasının yanlış olduğu biçiminde ifade edilebilir. En başta söylenmesi gereken şey, okurlarımızın bu eleştirisinin ve uyarısının doğru olduğudur. Dergimizdeki yazıları eleştirel bakışla okuyup yanlışımıza dikkat çeken okurlarımıza da “iyi ki varsınız” diyoruz. Bu arada tüm okurlarımızı, eleştirileriyle, uyarılarıyla ve de “kontrolleriyle” bizi desteklemeye –destek verenleri de desteklerini sürdürmeye- çağırıyoruz. Birlikten güç doğacağı gibi, yanlışlardan arınıp daha iyisini yapabilmek de kollektif tartışmanın iyi yürüdüğü bir birlikteliği gerektirir. Okurlarımızın bilince çıkarmasını istediğimiz bir nokta da, eleştirilerinizin bizi geliştirdiği, gelişmemize hizmet ettiğidir. Bu nedenle de eleştirilerinizi geciktirmeden ve mümkünse

Suriye’deki gelişmelerle ilgili ilk yazımız dergimizin 153. sayısında yayınlandı. Sözkonusu yazımızda “Baas rejimine karşı mücadele meşrudur!” başlığı altında, Baas rejiminin faşizm olduğunu, buna karşı mücadelenin de, protestolarda ileri sürülen talepler için de mücadelenin haklı ve meşru olduğunu ortaya koyduk. Yani en başa Esad/ Baas rejimine karşı mücadeleyi koyduk. yazılı olarak, bu mümkün değilse sözlü olarak da bize ulaştırmanızı bekliyoruz. Gelen eleştirinin haklı olduğunu söylemek ve böylece özeleştiri yapmak doğrudur ama yanlışın anlaşılması ve aşılması için yeterli değildir. Bu nedenle hem Suriye konusundaki esas yaklaşımımızı ve hem de yanlışımızı ortaya koymayı gerekli buluyoruz.

YAKLAŞIMIMIZ... Suriye’deki gelişmelerle ilgili ilk yazımız dergimizin 153. sayısında yayınlandı. Sözkonusu yazımızda “Baas rejimine karşı mücadele meşrudur!” başlığı altında, Baas rejiminin faşizm olduğunu, buna karşı mücadelenin de, protestolarda ileri sürülen talepler için de mücadelenin haklı ve meşru olduğunu ortaya koyduk. Yani en başa Esad/ Baas rejimine karşı mücadeleyi koyduk. İkinci ve geniş biçimde tavır takındığımız yazımız ise 158. sayıda yayınlandı. Sözkonusu yazının giriş bölümünde -ki bu bölüm genel olarak öne çıkan noktaları özetleyen bölümdür-, şunları savunduk: “17 Ağustos 2011 tarihli yazımızda Baas rejiminin faşist bir rejim olduğunu ortaya koyduk ve demokratik


YANLIŞIMIZ... 153. sayımızda bu yönlü bir tespit yoktur. Gelişmeler özetlenmekte ve ağırlık Baas rejiminin faşist olduğunun ortaya konmasına ve buna karşı mücadelenin haklı ve meşru olduğuna verilmektedir. 158. sayımızda ise burjuvazinin çanak yalayıcısı kalemşorların

şiddete karşı sahtekarlıkları teşhir edilirken, “Ama eğer bir silahlı çatışma varsa, bu karşılıklıdır. Sorun kimin haklı olup olmadığıdır.” tespiti yapılmakta ve bu bağıntıda “Somutta Batılı emperyalistler, TC, Katar ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgesel gerici güçlerin savaş kışkırtıcılığının aracı olan ‘Özgür Suriye Ordusu’ ve bunlarla ortak hareket eden silahlı muhalefet de Esad rejimi ve silahlı güçleri gibi haksız gerici savaşın bir parçasıdır.” (Sayfa 27) değerlendirmesi yapılmaktadır. Burada somut kimlerin kastedildiği belli olduğundan, bu tespit, dikkatli formüle edilmemiş denip düzeltilebilir bir tespit olarak kabul edilebilir. Ama buradaki dikkatsizlik, iki tarafın da karşı devrimci olduğu, bu bağlamda bu somut adı verilen iki tarafın da desteklenecek yanı olmadığı yaklaşımı yerine, genelde yürüyen savaşın “haksız gerici savaş” olduğu anlayışına temel atmıştır. Yani yürüyen savaşta desteklenecek ya da desteklenmeyecek güçler meselesi ve bu güçlerin karakterleri ile genelde yürüyen savaşın karakterinin ne olduğu sorunu birbirine karıştırılmıştır. Temeli dikkatsiz bir ifadeyle burada atılan yanlış, 159. sayımızda şu biçime bürünmüştür: “Her iki tarafında da karşıdevrimci, emperyalist, gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı bu savaşın, ezilen sınıf ve tabakalar, halklar açısından savunulacak hiçbir yanı yoktur. Faşist Baas rejimine karşı ‘Suriye halkının çıkarlarını savunma’ adına emperyalist barbarlık kendisini taşeron güçlerin barbarlığı biçiminde gösterirken, faşist Baas rejimi de kendisini koruma, ‘teröristlere karşı olma’ adına barbarlığı meşru göstermeye çalışmaktadır. Kısacası, savaşın hangi tarafına bakarsanız bakın, barbarlıktan başka bir şey görünmüyor!” (Sayfa 5-6) Yeni İşçi Dünyası Ekim 2012 sayısında da şöyle ifade edilmektedir: “Suriye’de bir süreden beri, iki tarafı da karşı devrimci, emperyalist, gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı bir savaş yürüyor. Bu savaşın savunulacak, desteklenecek hiçbir haklı yanı yoktur.” (Sayfa 2) Esad/ Baas rejimini ve emperyalistleri, yerel gerici devletleri karşıdevrimci olarak değerlendirmek ve bunların desteklenecek haklı bir yanının olmadığını savunmak yanlış değildir. Yanlış olan genel olarak yürüyen savaşta haklı bir yanın olduğu gerçeğinin dışlanmasıdır. Bu da savaşın –anda çatışan, savaşan güçler olmalarına rağmen- sadece bu güçler arasında yürüyen bir savaşa indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Evet, genel yaklaşımımız bu değil. Evet, bu sa-

panorama

haklar ve talepler için de Baas rejimine karşı mücadelenin meşru olduğunu savunduk, savunuyoruz. (...) Bu talepler için Baas rejimine karşı mücadele meşru olduğu gibi, demokrasi için de mücadeleydi, mücadeledir. Bu açıdan bakıldığında kuşkusuz ki mücadelenin hedefine konacak olan Baas faşist rejimiydi, rejimidir. Biz bu talepler uğruna verilen demokratik mücadelenin ötesinde, faşist Baas rejiminin Suriye’deki değişik milliyetlerden işçi ve emekçiler tarafından yıkılması, yerine işçi sınıfı önderliğinde demokratik (Halk demokrasisi) bir iktidarın kurulmasından yanayız. Böylesi bir mücadele Suriye halkları tarafından verildiğinde, kuşkusuz ki imkanlarımız dahilinde her tür dayanışmada bulunacağız. Ama Baas rejimini yıkması gereken ve yıkacak olan Suriye’nin değişik milliyetlerden halklarıdır, işçileri ve emekçileridir. Bu açıdan bakıldığında ‘demokrasi’ istemi sahtekarlığıyla Esad’ı iktidardan alaşağı etmeye çalışan emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin, Suriye somutunda da TC’nin her türlü müdahalesine karşıyız.” (sayfa 24-25) Aynı yazımızda gelişmeleri somut olarak da aktardıktan sonra, yazımızı bitirirken şunları savunduk: “Faşist Baas rejimine karşı Suriye halklarının demokratik hakları ve özgürlükleri için mücadelesinin yanındayız! Kahrolsun faşist Baas rejimi! Aynı biçimde başta faşist TC’nin olmak üzere tüm emperyalistlerin ve yerel gerici devletlerin Suriye’ye müdahalesine de hayır!” (sayfa 33) Bu alıntılarda da görüleceği gibi hem faşist Baas rejimine karşı mücadelenin haklı ve meşru olduğu, bu rejimin yıkılması gerektiği ve bunun için mücadeleyi sahiplendiğimiz; hem de emperyalistlerin, yerel gerici devletlerin müdahalesine karşı olduğumuz ortaya konmaktadır. Yazılmış yazılar içinde ve Yeni İşçi Dünyası’nın Ekim 2012 sayısında da Suriye halklarının Esad rejimine karşı verdiği demokratik, bağımsız mücadelesini desteklediğimiz dile getirilmektedir. Yani bizim anlayışımız yürüyen savaşta, Esad rejimine karşı mücadelenin demokratik, haklı yanının olmadığı anlayışı değildir. Peki yanlışımız nerededir? Nasıl oluştu?

33


panorama

vaşta haklı bir yanın olduğunu, desteğimizin bu haklı, demokratik mücadeleye olduğunu savunduk, savunuyoruz. Buna rağmen ama, özellikle 159. sayımızda ve Yeni İşçi Dünyası Ekim 2012 sayısında yaptığımız bu tespitler yanlıştır. Doğru yaklaşımımızla çelişmekte ve evet buna gölge düşürmektedir. Andaki savaşı genelde, “iki tarafı da karşı devrimci, emperyalist, gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı bir savaş” olarak değerlendirdiğimizde bu savaşın Esad rejimine karşı olan demokratik haklı yanını dıştalamış oluyoruz. Bu yüzden de “Bu savaşın savunulacak, desteklenecek hiçbir haklı yanı yoktur.” tespiti mümkün

olmuştur. Ama gerçeklik böyle değil. Esad/ Baas rejimine karşı mücadelenin kendisi haklıdır, bu savaşın haklı yanıdır. Savaşta haklı bir yanın olup olmadığı meselesiyle, savaşı yürüten güçlerin desteklenip desteklenmemesi meselesi birbirine karışmıştır. Bunu bilince çıkararak önümüzdeki dönemde takınacağımız tavırlarda bu hatayı tekrarlamamak, bunu aşmak görevimizdir. Bu açıklamalarımızın da buna hizmet edeceği düşüncesiyle, yanlışımızı görüp, aşmamız için eleştiren, uyaran okurlarımıza bir kez daha “iyi ki varsınız”, sağolun diyerek teşekkür ediyoruz.

KISACA SURİYE’DEKİ GELİŞMELER HAKKINDA...

34

Dergimizin 159. sayısında, 23 Ağustos 2012 tarihine kadarki gelişmeleri ortaya koymuştuk. Bu sayımızda yaptığımız yanlışı bilince çıkarmayı daha önemli gördüğümüzden ve de aradan geçen dört aylık süreçte yaşananların önemli bölümünün esasta gelişmeleri özde değiştirmeyen ve günlük haber olma dışında de-

ğer taşımamasından dolayı; burada, gelişmeleri geniş biçimde ortaya koyma yerine, bu dönemde öne çıkan iki soruna dikkat çekmekle yetiniyoruz. Birincisi Esad’a karşı oluşturulan muhalefetin yeniden biçimlendirilmesi, ikincisi ise altı Patriot füzesi bataryasının Türkiye’de Suriye sınırına yakın yerlere yerleştirilmesi meselesidir. ABD emperyalizminin, AB ve içindeki emperyalistlerin, TC’nin, Arap Ligi’nin vd. oluşturup desteklediği Suriye Ulusal Konseyi (SUK), işverenlerinin istediği görevi yerine getirmediğinden, özellikle de Esad’a karşı muhalefeti birleştirme yeteneğine sahip olmadığından, buna bağlı olarak da Esad’a karşı mücadelede verimli olamadığından; yeniden dizayn edildi. Bu adımın atılmasını talep eden güç, öncelikle ABD emperyalizmiydi. 2012 yılı Kasım ayı başlarında Katar’ın Doha kentinde yapılan toplantıda SUK çatısı altında toplananlar dışındaki muhalefetin de birleştirilmesi için görüşmeler, pazarlıklar sürdü. Medyaya yansıdığı kadarıyla toplantının ilk günlerinde kapsamlı bir muhalefet gücü oluşturulamamış, esasında SUK yönetimi yenilenmiş, reorganize edilmiştir. SUK başkanlığına Hristiyan inancından olan ve Türkiye’de yaşayan George Sabra getirildi. Bu arada SUK’tan istifaların, ayrılmaların yaşandığı yönlü haberler de basına yansıdı.Fakat daha sonradan basına yansıyan haberlere göre istenen yeni muhalefet yapılanması gerçekleştirilmişti. “Suriye Ulusal Konseyi” de böylece lağvedilmiş ve yeni çatı altında çalışmalarını sürdürmeyi kabul etmiştir. Muhalefetin yeni adı: “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu”dur. Bu aynı zamanda “Suriye Ulusal Koalisyonu” olarak da ifade edilmektedir. Kuşkusuz adının değiştirilmesi otomatik olarak bu muhalefet çatısı altında birleşen güçleri değiştirmemiştir. Suriye’de Esad rejimine karşı olan muhalefetin parçalı durumu son bulmuş değildir.


panorama

Buna rağmen yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Yeni lerin başka hesapları da olduğunu, bu adımların çok oluşturulan bu muhalefet (çatı örgüt) Suriye’lilerin yönlü hesaplar içinde sadece ikisi olduğunu ortadan uluslararası alandaki meşru temsilcisi olarak günde- kaldırmıyor. Esad rejimine karşı tavır bağlamında me getirilmiştir. Birçok devlet oluşur oluşmaz tanı- da uluslararası düzeyde var olan çelişkiler varlığını ma adımını attı. Ama esas karar 12 Aralık’ta Fas’ın sürdürüyor. Diğer hesapları saymazsak Patriot’ların Marakeş kentinde yapılan “Suriye Halkının Dostları” Türkiye’ye yerleştirilmesinin aynı zamanda Suriye’ye toplantısında verildi. 114 devletin desteklediği söyle- yönelik havasahasında uçuş yasağının ilan edilmesine nen karara göre, “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri hazırlık hesabı da vardır. Bu da Esad karşıtı muhaleUlusal Koalisyonu” “Suriye halkının tek meşru temsil- fetin (SUK’nın) kimi temsilcilerinin taleplerini karcisi” olarak kabul edilmiştir. şılama ve Esad’a karşı daha etkili savaşma olanağını Böylece muhalefetin tüm bu devletler tarafından yaratma hesabıyla içiçedir. açıkça desteklenmesinin yolu da açılmıştır. Bunun bir Uluslarası diplomatik çabalar çelişmelerle uygun başka hesabı da şimdilik yurtdışında Esad’a alternatif halde çıkmazdadır. BM Özel Temsilcisi Lakhdar bir “Hükümetin” kurulmasıdır. Brahimi’nin diplomatik çabaları da esasınPatriot füzelerinin Türkiye’ye yerleşda yine kendisine görev verenlerin tirilmesine gelince, durum kısaca engeliyle karşılaşıyor. Kofi Annan Sonuçta 2013 şöyledir. Türkiye devlet olarak bile muhalefet ve Patriot füzeNATO’nun kuruluş belgesileri konusundaki gelişmeleri, yılında Esad rejimine nin dördüncü maddesinin 30 Haziran 2012 tarihinde karşı mücadelenin genişötesinde beşinci maddeyi Cenevre’de yapılan toplande gündeme getirmeye çaleme olasılığı ve hatta eğer tıda tarafların üzerinde uzlışmış ama şimdiye kadar laştığı yaklaşımı ortadan Esad yeni oluşturulan muhabeşinci madde gündeme kaldıran bir gelişme olarak lefet tarafından koltuğundan değerlendirip eleştirmektealınmamıştır. Türk devletinin tampon bölge oluşturuledilmezse, dıştan doğrudan dir. Rusya, Çin vd. de buna ması tavrı da şimdiye kadar benzer tavır içindeler. BM bir müdahale olasılığı da fazla taraftar bulmadı. Yapılan Genel Kurulu’nda (20 Aralık NATO toplantılarında ya da gö2012) çoğunluk oyuyla –bağlavardır. rüşmelerde “Türkiye’ye destek” veyıcı olmamasına rağmen- yine tek rildiği yönlü açıklamalar yapıldı. Özelyanlı bir kınama tavrı, 135 devletin likle Urfa’nın Akçakale ilçesine havan ve evet, 12 hayır ve 36 çekimser oyuyla karar altop mermilerinin düşmesiyle beş kişinin ölmesi ve 13 tına alındı. Çelişkilerin Rusya, Çin, İran ve kimi Latin kişinin yaralanması olayı ve devamındaki gelişmeler, Amerika devletleri ile ABD, AB ülkeleri başta olmak Türk devletinin “kendisini koruması için” NATO’dan üzere Arap Ligi ülkelerinin çoğu vd. arasında olduğu önlem alma talebinde bulunmak için görüşmeleri sür- gerçeği her seferinde kendisini göstermektedir. dü. Sonuçta 2013 yılında Esad rejimine karşı mücadeSonunda NATO, 6 Patriot füze bataryasıyla 1200 lenin genişleme olasılığı ve hatta eğer Esad yeni oluşkadar askeri Türkiye’de Suriye sınırına yakın yerlere turulan muhalefet tarafından koltuğundan edilmezse, yerleştirme kararını verdi. NATO üyesi ülkeler içinde dıştan doğrudan bir müdahale olasılığı da vardır. Yani Patriot’ların sadece ABD, Almanya ve Hollanda’nın Suriye’de her şey mümkündür! Şimdiye kadar SUK elinde bulunmasına dayanılarak da bu ülkelerin par- içinde yer almayan ve dış müdahaleye de karşı çıkan lamentoları, yetkili mercileri tartışıp verilen kararı Esad karşıtı muhalefet ve bu muhalefet içinde de önonayladılar. 2013 Ocak ayı ortalarında bu füze batar- celikle Kürtlerin tavırları da gelişmelerin hangi yönde yalarının Malatya, Maraş ve Adana’ya yerleştirileceği olacağını belirleme konusunda önemlidir. Gelişmeleaçıklandı. rin hangi yönde olacağını ise birlikte göreceğiz. Esad rejimine karşı savaşın “yeni” araçlarla ve metodlarla sürdürüleceğinin önemli adımlarıdır bu iki gelişme. Kuşkusuz “iki gelişme” dediğimizde bunların 23 Aralık 2012 ✓ hem uluslararası düzeyde hem de Türkiye’de egemen-

35


panorama

Eskisi de yenisi de aynı: Obama Başkan seçildi! - ABD -

6

36

Kasım 2012 tarihinde ABD’de seçimler yapıldı. Medyada öne çıkarılan başkanlık seçimiydi ama seçimler bununla sınırlı değildi. Hem Temsilciler Meclisi hem de Senato’nun üçte birinin yenilenmesinin yanısıra kimi eyaletlerde vali seçimleri de sözkonusuydu. Cumhuriyetçilerin başkan adayının belirlenmesi için yarış aylarca sürdü ve Obama’ya rakip olmayı Mitt Romney kazandı. Ardından da Romney ile Obama arasında seçim yarışı başladı. Bu iki aday arasında göze batan esas farklılık Romney’in Obama’nın tersine savaş yanlısı tavırlar takınmasıydı. İç siyaset açısından ise, özellikle Obama tarafından kararlaştırılan ve yürürlüğe konan sağlık sigortasını ortadan kaldıracağını, Obama’nın zenginlerden daha fazla vergi alma düşüncesine karşı, Romney’in vergi sisteminde zenginlerin vergiden muaf tutulduğu ya da az vergi ödediği bir tavrı savunması öne çıkan farklılıklardı. Buna rağmen ama seçim yarışı 2008’e göre sönük geçti ve adaylar arasında köklü denecek bir fark yoktu. Seçilmeleri durumunda tarzları dışında ABD’nin siyasetinde, emperyalist çıkarların savunulmasında özde bir farklılık yoktu. Obama’nın dört yıllık başkanlığı sürecindeki icraatlarının kitlelerin ondan beklentilerini boşa çıkardığı ve beklentilerin yüksek tutulmadığı da ayrı bir olgudur. Ekonomik ve mali krizin esas yükünün yine işçilere emekçilere yüklenmesi, devlet borçla-

rının 16 Billion Doları geçmesi ve bu borçlanmanın sürdürülmesi vb. durumu kitlelerin Obama’dan beklentilerinin boşa çıkmasıyla birleştiğinde, Obama’nın seçimleri kaybedebileceği yönlü tahminleri güçlendiriyordu. ABD emperyalizminin içinde bulunulan durumdaki çıkarlarının savunulması bağlamında Romney’in Obama’nın siyasetine alternatif olabilecek bir programı ise gerçekten yoktu. Emperyalist kesimlerin bir bölümü Romney’i desteklese de, önemli bir kesimi Obama’yı desteklemiştir. Obama’nın seçimlerde 852 milyon dolar ve Romney’in ise 752 milyon dolar harcadığı açıklandı. Gereksiz harcamalar arasında gösterilen televizyon reklamları giderleri ise 900 milyon dolar olarak belirtildi. Seçimlere toplam 6 Milyar Dolar harcanarak yeni bir rekor kırıldı. Tabii ki bu giderler değişik ekonomik çıkarlara sahip olan kesimlerce karşılandı. Altı büyük bankanın ABD’nin Brüt İç Ürün’deki payının 1995’te %20’nin altında olduğu ve bunun 2009 yılında %65 civarına yükseldiği yönlü verilere bakıldığında, yönetimin de egemen tekellerin çıkarlarının temsilcisi olduğu bilindiğinde, kimin başkan seçileceği fazla önem arzetmiyordu. Seçim propagandası içinde ilginç olan bir nokta “The Portsmouth Herald” adlı günlük gazetenin yorumcularından Bill Case’nin, ABD Komünist Partisi’nin Obama’yı destekleme tavrına dayanarak “Önümüzdeki başkanlık seçimlerinde gerçek soru, bi-


cumhuriyetçiler Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu kazandı. Senato’da ise az bir farkla demokratlar çoğunluğu elde etti. Bu durum da Obama’nın Başkan olarak çıkarmak istediği kararların Meclis ve Senato tarafından da onaylanması gerektiğinden işini zorlaştırmıştır. 6 Kasım 2012 seçimlerinin galibi yine Obama’ydı. Seçimden önce Mitt Romney’in kazanma olasılığının büyük olduğu yönlü tahminler medyada kol geziyordu. Hatta 2008 yılında Obama’nın seçilmesine katkıda bulunduğu söylenen “Katrina” kasırgası gibi bu sefer de “Sandy” kasırgası sayesinde Obama’nın kazandığı yönlü açıklamalar da eksik olmadı... Seçmen sayısı net olarak belli olmamasına rağmen oran olarak kullanılan oyların %51’ini Obama’nın, %48’ini ise Romney’in aldığı yönünde sonuçlar açıklandı. %1 ve üstü ise bağımsız aday(lar)a verilmiştir. Oy sayısı olarak Obama’nın 65.464.068 oy ve Romney’in ise 60.781.275 oy aldığı bilgisi medyada yayınlandı. Bu sayıların kesin veriler olup olmadığı ise belli değil. Bunun kesin veri olduğunu kabul ettiğimizde Obama’nın 2008’e göre (66.882.230 oy aldığı belirtilmişti) yaklaşık 1,5 milyon oy kaybettiği ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyetçiler ise yaklaşık 2 milyon oy çoğaltmıştır. Sonuçta Obama -2008’deki seçime göre 33 delege kaybetse de-, “seçmen delegelerinin” 332’sini, Romney ise 206’sını kazandı. Böylece ABD emperyalizminin eski başkanı, yeni başkanı oldu. Seçimden sonra yaptığı konuşmada taraftarlarına teşekkür ederken Romney ve yardımcısını “zorlu kampanya” için tebrik eden Obama, diğer şeylerin yanısıra şunları da söyledi: “Biz çocuklarımızın borç yükü olmayan, eşitsizliklerle zayıflamamış, küresel ısınmanın tehdit etmediği bir Amerika’da yaşamasını istiyoruz. Yeryüzünün şimdiye kadar gördüğü en güçlü ordunun koruduğu güvenli ve saygın bir ülke olarak devretmek istiyoruz.” (Hürriyet, 8 Kasım 2012) Obama’nın bu konuları dile getirmede ciddi olup olmadığını tespit etmek zor. Ama dediklerinde ciddi de olsa, Obama’nın önümüzdeki dört senelik Başkanlık döneminde “borç yükü olmayan, eşitsizliklerle zayıflamamış, küresel ısınmanın tehdit etmediği” bir Amerika hedefine varamayacağını tespit etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Burada esas vurgu “en güçlü orduya” yapıldığı ve bunun için de silahlanmanın daha da ilerletileceği ve bunun esasında silah üreticilerine, satıcılarına yarayacağını söylemek için de kahin olmaya gerek yoktur. Temsilciler Meclisi’nde ise cumhuriyetçiler, -2010

panorama

zim kapitalist mi ya da marksist sosyalist bir ülke mi olacağımız sorusudur.” diyerek “Şimdiye kadar hiç bir Başkan, andaki Başkanımız kadar Komünizme/ Sosyalizme yakın değildi.” yorumunu yapmasıydı. ABD/ KP’nin tavrının “sağcılar yönetime gelmesin” diye Obama’ya destek vermesi ise ibret vericidir. ABD’nin seçim sisteminde Başkan doğrudan halk tarafından seçilmiyor. Seçmenler “ikinci seçmen” ya da “seçmen delegesi” denen delegeleri seçiyor. Bu delegeler de – toplam 538- “Seçiciler Kurulu” olarak Başkanı seçiyor. Seçimlerde bu delegelerden 270’ini kazanan Başkan oluyor. Ayrıca her eyalette çoğunluğu elde eden taraf, eyaletin tüm “seçmen delegeleri”ni kazanıyor. Örneğin oy sayımı sonradan belli olan Florida’da, verilen bilgilere göre Obama oyların %50,01’ini almıştır. Romney %49,14 oranında oy aldığı halde Florida’nın 29 delegesini de Obama (demokratlar) kazandı. Bu yüzden de seçim dalaşının esası “seçmen delegesi” çok olan eyaletlerdeki seçimleri kazanmaya yönelik yürütülmektedir. Bu durum ülke çapında kullanılan oyların çoğunluğunu almayan birinin de başkanlık seçimlerini kazanabilmesini mümkün kılmaktadır. ABD seçimleri bağlamında ilginç bir nokta da seçmen sayısının net olarak belli olmamasıdır. Gerçi nüfusun 18 yaş ve üzeri sayısına bakıp seçme hakkı olanların sayısı ortaya çıkarılabilir. Ama seçmen sayısı her seçimde kendisini kaydettiren seçmenlerin sayısına göre değişmektedir. Örneğin 2008 yılındaki seçimlerde Obama’ya bağlanan umutlar sayesinde yüksek katılımlı bir seçim yaşanmıştı. Buna göre 130 milyondan fazla insan –seçmenlerin %61’inden fazlası- seçime gitmişti... Obama ve rakibinin aldığı oylar toplandığında ise 125 milyonu geçmişti. Bu hesabı yapanlara göre toplam seçmen sayısı 213 milyon kadardır. Fakat bu seçimlerde kayıtlı olan seçmen sayısı 146 milyon olarak medyaya yansıdı. Hürriyet gazetesinin 7 Kasım tarihli haberine göre ise 180.345.625 seçmen vardır. Kısacası seçmen sayısı konusunda güvenilir, net bir sayı yoktur. Buna rağmen açık olan şey, seçime katılmayan seçmenlerin sayısının yüksek olduğudur. Ortalıkta dolaşan farklı rakamlara göre, 50 ile 90 milyon arası sayıda seçmen seçimlere katılmamıştır. Temsilciler Meclisi ve Senato’da çoğunluk sağlamak, kendi programını uygulayabilmek açısından her Başkan için önemlidir. Obama ve demokratlar 2008 yılında yapılan seçimlerde çoğunluğu kazanmışlardı. Fakat Temsilciler Meclisi için seçimler iki yılda bir yapılmaktadır. 2010 yılındaki seçimlerde

37


panorama 38

seçimlerine göre 7 milletvekili azalsa da- çoğunluk- ler yasası” somutunda sayısı 12 milyon olarak verilarını korudu. Buna göre cunhuriyetçiler 233, de- len “kaçak” göçmenlere vatandaşlık hakkı sorunu mokratlar ise -2010 seçimlerine göre 5 milletvekili da çözülmeyi bekleyen önemli sorunlardan biridir. artırarak- 195 milletvekili kazandı. Boşta kalan 7 Obama’nın seçimi kazanmasında önemli rol oynayan milletvekili koltuğunun durumu ise belli değil. ve “hispanik” ya da “siyahlar” denen kesimlerin oySenato’da demokratlar 53, cumhuriyetçiler 45 ba- larını almadan seçimleri kazanmanın zor olduğunu ğımsızlar da 2 koltuk sahibi. Bağımsızların demok- gören cumhuriyetçilerin, sözkonusu bu yasanın çıkratlara yakın olması ise, bunların da demokratlara masına destek vermelerinin olasılığı vardır. sayılmasına yol açmıştır. Seçimlerde 33 senato koltuDış siyaset ya da ilişkiler meselesi de Obama’nın ğu sahibi yenilendi ve demokratlar 23, cumhuriyet- eski döneminde olduğu gibi yeni döneminde de cidçiler 8, bağımsızlar da 2’sini kazandı. Bu durumda di sorunları içermektedir. Mali ve ekonomik krizin Obama almak istediği kararlarda, çıkarmak istediği birlikte getirdiği sorunlar, Irak, Afganistan ve diğer yasalarda Temsilciler Meclisi’nin (cumhuriyetçilerin) ülke ve bölgelerdeki savaşların beraberinde getirdiği engeliyle karşı karşıyadır. sorunlar, doların uluslararası düzeyde değerinin Obama’nın ikinci başkanlık dönemindüşürülmesi bağlamında karşılaşılan de karşı karşıya olacağı sorunlar, sorunlar; Suriye’ye yönelik siyaset hem ülke içinde hem de uluslave Ortadoğu’daki sorunlar, emABD seçimleri bağrarası arenada azalmamıştır. peryalist büyük güçler içinde lamında ilginç bir nokta da Daha yeni dönem görevine Çin ile yaşanmak zorunda seçmen sayısının net olarak belli başlamadan Obama ve yökalınan rekabet, Çin’in doolmamasıdır. Gerçi nüfusun 18 yaş netimini uğraştıran sorunlar bazındaki döviz reservve üzeri sayısına bakıp seçme hakkı ların başında 2013 yılının lerinin yüksekliği ve istebütçesinin belirlenmesi se bununla ABD’yi iflasa olanların sayısı ortaya çıkarılabilir. meselesi gelmektedir. Vergötürebilme olasılığı... ve Ama seçmen sayısı her seçimde kengi ve mali konularda cumburada ifade etmediğimiz disini kaydettiren seçmenlerin huriyetçilerle anlaşamazsa, daha bir çok sorun, Obama sayısına göre değişmektedir. devlet borçlarının üst sınırını/ yönetimini uğraştıracağa benlimitini daha fazla yükseltemezziyor. se, ekonomik ve mali kriz kendisini Sözün kısası, Obama geçen dört daha da sert biçimde gösterebilir. yıllık süreçte sistemin bir parçası olSeçim propagandasında ve vaatlerinde günduğunu icraatlarıyla isbatlamıştır, gelecek dört deme gelmese de Obama’nın karşı karşıya kalacağı yıllık süreçte de aynısını yapacaktır. İnsanların tensorunlardan biri emeklilik sistemi sorunudur. Bunun lerinin renginin, onların sınıfsal karakterini belirleemekli olma yaş sınırının yükseltilmesi temelinde mediği bir kez daha açığa çıkmıştır. Rengi ne olursa mi yoksa emeklilik aylıklarının düşürülmesiyle mi olsun burjuvazi ve temsilcilerinin, renkleri ne olursa “çözüleceği” soru işaretidir. Açık olan şey bunlar- olsun tüm işçi ve emekçilere düşman olduğu da açıkdan hangi yol seçilirse seçilsin kaybeden milyonlarca tır. Mesele soruna işçi sınıfının sınıfsal temeldeki emekli olacaktır. yaklaşımını kendimize mal etmek ve sınıfsız, sömüObama’ya oy kazandıran sağlık sigortası sorunu rüsüz bir dünya için mücadeleyi körüklemek ve bu ise yeni değişikliklerle yerine oturtulması, sağlam- uğurda elimizden geleni sonuna dek yapmaya çalışlaştırılması gerekiyor. Bu konuda da Obama istediği maktır. gibi kararlar çıkaramadığından bu yolda kaplumbağa ABD emperyalizmine karşı olduğu gibi tüm emhızıyla ilerleme durumunda. Önümüzdeki dört sene peryalist dünya sistemine karşı mücadele dünyanın içinde, yani Obama’nın başkanlığı sürecinde daha ezilenlerinin, sömürülenlerinin devrim için, soskötü hale gelmeyecek alanların başında sağlık sigor- yalizm için mücadele birliğini gerektiriyor. Yaşasın tası sorunu gelmektedir. Bir dahaki seçimlerde seçi- dünyanın tüm işçilerinin ve ezilen halklarının birliği lebilecek cumhuriyetçi bir başkanın sağlık sigortasını ve ortak mücadelesi! iptal etme ihtimali varlığını sürdürüyor. Obama’nın 2008 seçimlerinde vaat ettiği “göçmen24 Aralık 2012 ✓


- MISIR -

M

ısır’daki gelişmeler “kontrollü geçiş”te iktidar dalaşının değişik biçimlerde sürdüğünü ve bu “geçiş”in engebeli olduğunu yeniden göstermektedir. Ezilenler açısından esas sorunların başında gelen en önemli sorunlardan biri, gerçekten işçi sınıfının ve emekçilerin öncü gücü olan bir komünist partinin yokluğu sorunudur. “Arap Baharı” bağlamında Mısır’daki gelişmelere değindiğimiz yazılarımızda özel olarak işçi sınıfının bu mücadeledeki yerini ve rolünü ortaya koymadık. Bu olgu, esasında ülkedeki genel gelişmelerin öne çıkmasına bağlı olarak oluşan bir durumdur. Anlaşılır ama eksik olan bir şeydir bu. Bunu kabul etmemize rağmen, dergimizin iki aylık periyotlarla çıkması ve buna bağlı olarak uluslararası alanda öne çıkan gelişmelerden sadece az sayıdaki gelişmeye değinebilmemiz, bizim önemli gördüğümüz her konuda tavır takınmamıza olanak tanımamaktadır. Bunun okurlarımız tarafından anlayışla karşılanmasını arzu ediyoruz. Bu durumu aşabilmemizin bir yolu okurlarımızın bize desteklerini sürekli hale getirmesi ve güçlendirmesidir. Mısır’da yaşanan mücadelelerde işçi sınıfının durumu ve rolünü ortaya koymada yaşanan bir sıkıntı da, esasında bu konuda medyaya çok az haberin yansımasıdır. Arapça okuma imkanımızın olmaması ise bir başka engeli teşkil ediyor. Kuşkusuz ki Arapça bilen okurlarımızın bu konuda bizi desteklemesi çok önemlidir. Eksikliğini sürekli hissediyoruz. Bizim bu durumumuza rağmen Mısır’da işçi sınıfı kendi hakları için mücadele vermeyi sürdürüyor... Evet Mısır’da işçi sınıfının mücadelesi hakkında medyaya fazla haber yansımasa da, az sayıdaki haber-

ler bile işçi sınıfının giderek daha fazla kendi hakları için mücadele ettiğini ortaya koymaktadır. Örneğin ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işten atılanların geri işe alınması, uzun vadeli sözleşmeler vb. için verilen mücadelede 2012 yılında gerçekleşen eylem sayısı yüzlercedir. Sadece Eylül ayının ilk yarısında gerçekleşen protesto eylemleri, grevler 300 kadardır. Bunların 131’i kamu hizmetlerinde, 61’i sanayide, 62’si üniversiteler de içinde olduğu okullarda, 11’i transport işlerinde ve 10’u hastahanelerde ve diğerleri de başka alanlarda gerçekleşmiştir. Tüm bu grevlerin resmen kabul edilen sendikalara rağmen gerçekleşmesi ise bir başka olgudur ve bu grevler devlet tarafından “illegal” ya da “korsan” grevler olarak kabul edilmektedir. İlginç olan bir durum da bu mücadelelerde önemli rol oynayan sendikaların, 1200 kadar işletme sendikası olmasıdır. Yani her işletmede resmi sendika dışında örgütlenen işletme sendikası vardır ve o işletmede mücadeleyi de bunlar örgütlemektedir. Kuşkusuz ki bu mücadeleler devletin saldırganlığına maruz kalmaktadır. Kimileri grev örgütlemekten hapis cezasına çarptırılmaktadır. Buna rağmen ama Mısır’da işçi sınıfının demokratik hakları için mücadelesi giderek güçlenmektedir. Son haftalarda Mısır’daki gelişmeler bağlamında Türkiye ve batılı medyayı işgal eden gelişmeler esasında iki konuyla ilgilidir. Biri Başkan Mursi’nin 22 Kasım’da kendi yetkilerini genişleten kararname ve buna karşı protestolar idi, diğeri de Anayasa’nın oluşturulması ve bunun için referandumdu. Mursi’nin 22 Kasım’daki kararnamesinin özü, yeni anayasanın yürürlüğe girmesine kadar, Mursi tara-

panorama

Anayasa referandumu ve gelişmeler...

Son haftalarda Mısır’daki gelişmeler bağlamında Türkiye ve batılı medyayı işgal eden gelişmeler esasında iki konuyla ilgilidir. Biri Başkan Mursi’nin 22 Kasım’da kendi yetkilerini genişleten kararname ve buna karşı protestolar idi, diğeri de Anayasa’nın oluşturulması ve bunun için referandumdu.

39


panorama 40

fından, Başkanlık koltuğuna oturduktan itibaren alınan kararların, kararnamelerin değiştirilemeyeceği ve kurucu meclisin herhangi bir mahkeme kararıyla dağıtılamayacağı vb. idi. Aslında bununla yetkilerini genişletse de, Mursi referanduma sunulacak Anayasa taslağını garantiye alıyordu. Mursi aynı zamanda Başsavcı’nın görev süresini de dört yılla sınırlayarak, andaki Başsavcı görevinde olan ve Mübarek tarafından 2006 yılında tayin edilen Abdülmecid Mahmud’un görevine son verdi. Tüm bunların yanısıra “Başkan devrimi, ulusal birliği korumak ya da ulusal güvenliği sağlamak için gerekli gördüğü her önlemi almaya yetkili olacak.” denilerek “ulusal birlik” adına Mursi tek yetkili ilan ediliyordu. Sözkonusu bu kararnamede, medyaya yansıdığı kadarıyla Mursi Anayasayı hazırlamakla görevli olan 100 kişilik kurula 2 aylık ek süre tanıyordu. Bu kararnameye karşı protestolar başladı ve bu protestolara kimi yerlerde yüzbinlerce ifade edilen katılım sağlandı. Bu protestolarda, Tahrir Meydanı’nın yeniden işgali gibi Başkanlık binasının 100 bin kişi tarafından kuşatılması gibi eylemlerin yanısıra, Başsavcı Abdülmecid Mahmut’un görevden alınmasını “yargıya müdahale” olarak gören hakimler ve savcıların protestoları da gündemde yerini aldı. Binlerce Avukat da bu protestolara destek verdi. Protestolarda yine çatışmalar yaşandı ve en az 10 kişi yaşamını yitirirken yüzlercesi yaralandı. Müslüman Kardeşler’in bürolarına saldırıldı, yakıldı. Protestolarda dile getirilen esas talep Mursi’nin sözkonusu kararnameyi geri alması, iptal etmesiydi. Mursi’nin bu protestolara yanıtı ilk önce “Kararlarım geçicidir” biçiminde oldu. Gerçekten de bu kararname yeni Anayasa’nın yürürlüğe girmesine kadardı ve bu da “geçici” idi... Mursi’nin kararnamenin kapsa-

mını daraltacağını söylemesine rağmen protestolar dinmedi. Protestocular tarafından kararname geri alınana kadar eylemlerin sürdürüleceği açıklandı. Tahrir Meydanı’nda 26 siyasi örgüt ve harekete mensup binlerce insan bir haftalık oturma grevi eylemi gerçekleştirdi. Bu arada Anayasa’yı hazırlamak için oluşturulan 100 kişilik kurulda Müslüman Kardeşler ve Selefiler’i protesto eden laik kesimler bu çalışmayı terk ediyordu. 29 Kasım’a gelindiğinde, Mursi’nin 2 aylık ek zaman tanımasına rağmen acil bir maratonla Anayasa maddeleri onaylanmaya başlandı ve 1 Aralık’ta Anayasa taslağı Başkan Mursi’ye sunuldu. Anayasa taslağı daha Mursi’ye teslim edilmeden, Anayasa için referandumun Aralık ayı ortalarında yapılacağı ilan edildi. Böylece pr ot e s t ol a rd a hem kararnamenin hem de referandum tarihinin iptali yönünde talepler gündemi belirledi ve Anayasa taslağının da yeniden hazırlanması istendi. Bu arada Anayasa Mahkemesi’nin (çalışanlarının tabii ki) grevciler arasına katılması ve birçok gazetenin ortak başlıkla “Diktatörlüğe hayır!” diye yayınlanması vb. gelişmeler ortamı iyice gerdi. Hakimlerin, savcıların ve de avukatların protestolara katılması, grev yapmasının perde arkasında yatan gerçeklik, yargıya müdahaleyi protesto etme adına Mursi’ye karşı, kendi çıkarlarını koruma çabası vardır. Bu aslında Türkiye’de devletin Kemalist memurlarının AKP’ye karşı tavırlarına benzemektedir. Mübarek döneminin bürokratları kendi konumlarının ve de çıkarlarının zedelenmesine karşıdırlar. Bu bürokratlar protesto hareketini genelde belirleme durumunda değil ama yine de önemli bir tabakayı oluşturmaktadır. Mübarek’e karşı mücadelede mücadelenin hedefi durumunda olan bürokratların bir ke-


lığında ve de ordunun ekonomik işleri alanındaki iktidarı ve egemenliği, verilen bilgilere göre bu Anayasa ile de varlığını sürdürmektedir. Burada şunu da belirtmek gerekiyor ki, bizim bu değerlendirmemiz medyaya yansıyan bilgilere dayanmaktadır, Anayasa’nın kendisini inceleme durumunda değiliz. Yani sözkonusu edilen maddelerin gerçekte neyi içerdiği belli değil. Anayasa taslağının içeriğine ve referanduma karşı protestoların yaşandığı, ama Mursi’nin yetkilerini genişleten kararnameye karşı protestolara göre daha zayıf olan protestoların devam ettiği bir ortamda, ordunun da desteğiyle Anayasa taslağı için referandum 15 ve 22 Aralık tarihlerinde gerçekleşti. Referandumda 130 bin polis ve 120 bin asker görevlendirildi. Yazımızı yazdığımızda referandumun resmi sonuçları henüz açıklanmamıştı. Fakat medyaya yansıyan haberlere göre referanduma katılım %32 idi. Anayasa taslağına evet diye onay verenlerin oranı da %64’tü. Yani toplam seçmen sayısının üçte biri referanduma katılmıştı ve bunun üçte ikisi de Anayasa taslağına evet oyu vermişti... Rakamlarla belirtirsek belki daha anlaşılır olur. 51 milyondan fazla olduğu söylenen seçmenden 16,5 milyonu referanduma katılmış ve yaklaşık 10,5 milyonu Anayasa taslağına evet oyu vermiştir. Yani 40 milyondan fazla insan bu Anayasa taslağına onay vermemiştir. Kaba bir hesapla yaklaşık olarak seçmenlerin %20’sinin oyuyla Anayasa onaylanmış oluyor! Resmi sonuçların rakamları değiştirebileceği kabul edilse de, sonucun, yani Anayasa taslağının onaylanması sonucunun değişmeyeceği kesin gibi görünmektedir. Muhalefetin bu sonucu kabul etmemesi ve protestolarını sürdürmesi ve hatta çatışmaların yoğunlaşması durumunda farklı bir durum ortaya çıkabilir. Fakat andaki durumda Anayasa taslağının onaylandığını ve iki ay içinde parlamento seçimlerinin gündeme alınacağını hesaba katabiliriz. Bu hesabı altüst edecek esas şey, gerçekten de kitlelerin militan mücadelesidir. Esas mesele de içinde bulunulan koşullarda böylesi bir mücadelenin olmasının ihtimalinin ne kadar olduğudur. Kitlelerin militan mücadelesi ile zorlanmadığı sürece ordu ile anlaşan Mursi’nin bu konuda geri adım atacağının ihtimali azdır. Mısır’daki “kontrollü geçişin” daha nelere yol açacağını ve ne zaman son bulacağını göreceğiz. 24 Aralık 2012 ✓

panorama

simi, şimdi Mursi’ye karşı mücadelenin bir kesimini oluşturmaktadır. Gerek protestolara katılımların yükseldiği ve Aralık ayı başlarında 100 bin kişinin Başkanlık binasını kuşattığı ve durumun hiç de öyle kolayca kontrol altına alınamayacağının görüldüğü, on kadar insanın yaşamını yitirdiği şiddetli çatışmaların yaşandığı bir ortamda, ABD emperyalizminin Dışişleri Bakanı ve de Başkanı devreye girdi ve Mursi’nin acilen diyalog için adımlar atması talep edildi. Bu arada Ordu da bir yandan protestoculara karşı Mursi’yi korurken, tanklarla, uçaklarla kendisini gösterirken “karanlık bir tünelden geçen Mısır’ın felakete doğru sürüklendiği, ancak ordunun buna izin vermeyeceği” yönlü açıklama yapıyordu. Bu talep ve açıklamanın ertesinde “ulusal diyalog” adı altında 54 kadar olduğu söylenen temsilci ile Mursi 8 Aralık’ta bir araya geldi ve yaklaşık 11 saatlik görüşme sonrasında Mursi, protestolara yol açan kararnameyi geri aldığını ilan etti. Fakat Anayasa için referandumun 15 Aralık’ta yapılması kararından vazgeçmedi. Mursi’nin sözcüsü Başkanın referandumu erteleme yetkisi yoktur diye durumu açıklamaya çalıştı. Mursi’nin bu adımı protesto eylemlerinde bir azalmayı beraberinde getirse de eylemler son bulmadı. Bu adımdan itibaren gündemde esasında Anayasa taslağının eleştirisi ve referandumda takınılacak tavrın ne olacağı sorunu vardı. Savcıların, hakimlerin ve de avukatların protestoları nedeniyle referandumu denetleyecek hakimlerin azlığından dolayı, referandum tarihi 15 Aralık ve 22 Aralık olarak belirlendi. Birincisinde 10, ikincisinde 17 ilde referandum yapılacaktı. Buna göre 51 milyondan fazla olan seçmen sandık başına çağrılıyordu. Anayasa taslağının 1 Aralık’ta Mursi’ye sunulduğu ve içeriğinin kitleler tarafından gerçekte bilinmediği ve üzerine tartışmadığı bir ortamda referanduma gidiliyordu. Anayasa taslağı üzerine ordu ile Mursi/ Müslüman Kardeşler ve Selefiler uzlaşmıştı. Arka plana geçse de ordunun ülkenin en büyük patronu olarak çıkarları, imtiyazları, medyaya yansıdığı kadarıyla Anayasa taslağında korunuyordu. Bu konuda anda Mısır’da egemen olan taraflar arasında bir uzlaşmanın olduğu yeniden ortaya çıkmaktadır. Kendi aralarındaki çelişkilere rağmen işçilere, emekçilere karşı ve de ülkede bir “sola” kayışı engellemek için asgari müştereklerde buluşmuşlardır. Ordunun bütçe ve dış siyasette, savunma bakan-

41


Açlık grevleri ve tartışılması gereken bir konu!

okur mektubu

Kaynağı ne olursa olsun YDİ Çağrı olarak eylem biçimine olan eleştirimizin eylem sürecinde, destek ve dayanışma ile birlikte dile getirilmemiş olması, yapılmış bir hatadır.

A

şağıda, Abdullah Öcalan’ın çağrısı ile 68. gününde sonlandırılan açlık grevi eylemi hakkında takındığımız tavrı eleştiren bir okurumuzun yazısını yayınlıyoruz. Okurumuzun getirdiği eleştirileri doğru buluyoruz. Biz açlık grevi eyleminin taleplerini haklı, meşru ve desteklenmesi gereken talepler olarak gördük, destekledik. Açlık grevi eylemine başından itibaren süresiz-dönüşümsüz –ölüm orucu- şeklinde başlanmasını taktik olarak doğru bulmamamıza rağmen, bu eylemi gücümüz ölçüsünde destekledik. Örneğin: 5 gün süren dönüşümlü dayanışma açlık grevi yaptık. Bir bölgede, açlık grevleri ile dayanışma platformunun kurulması ve dayanışma eylemlerinin yapılması sürecinde aktif olarak yer aldık. Çeşitli bölgelerde yapılan dayanışma eylemlerine katıldık. Bunları yaparken, açlık grevcileri ile dayanışma gösterirken; düşünsel farklılığımızı, ölüm orucu noktasında farklı düşündüğümüzü ortaya koymadık. Süresiz-dönüşümsüz açlık grevi yerine, süresiz-dönüşümlü açlık grevi eylemi yapılması gerektiğini, bu somutta doğrusunun bu olduğunu dayanışma içinde ortaya koymamız gerekiyordu. Okurumuzun da dikkat çektiği gibi “eylem biçimine olan eleştirimizin eylem sürecinde, destek ve dayanışma ile birlikte dile getirilmemiş olması, yapılmış bir hatadır.” Bu hatamızı kabul ediyoruz. Bu hatamızın bilincimize çıkmasını sağlayan okurumuza teşekkür ediyoruz. YDİ ÇAĞRI

Değerli YDİ Çağrı çalışanları, yoldaşlar!

42

Bu mektubumla hem sizinle hem de dergimizi okuyan tüm devrimcilerle bir konuyu tartışmak istiyorum. Daha doğrusu bu mektubumla tartışmayı başlatmak istiyorum. Hepinizin de bildiği gibi 12 Eylül 2012 tarihinde başlatılan ve 68. gününde Abdullah Öcalan’ın mesajıyla son verilen bir süresiz-dönüşümsüz, yani ölüm

orucu eylemi gerçekleşti. Tartışmak istediğim nokta, bu eylemin talepleri, “taleplerimiz gerçekleşene kadar eylemimiz sürecek” açıklamaları, ya da eyleme “eylem amacına ulaşmıştır” denerek son verilmesi vb. sorunları değil. Bu konulardaki değerlendirmelerin ayrıca yapılması gereklidir ama yine de ben başka bir konuyu tartışmaya açmak istiyorum. Açlık grevi eyleminin sonlandırılması bağlamında dergimizin sitesinde 18.11.2012 tarihinde yapılan açıklamada, açıklamanın sonunda şunlar yazılıyor: “YDİ ÇAĞRI olarak açlık grevi eyleminin 68. gününde sonlandırılmasını olumlu buluyoruz. Açlık grevi eyleminin başından itibaren süresiz-dönüşümsüz başlatılmasını taktik olarak doğru bulmamamıza rağmen; (Süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin diğer adı ölüm orucudur. Ölüm orucunu ilke olarak reddetmiyoruz. Tutsaklar için ölüm orucu ancak hiçbir çıkış yolu kalmadığında, başka mücadele biçiminin/ yönteminin olmadığı koşullarda başvurulabilecek bir eylem biçimidir. Bu somutta en başından itibaren ölüm orucu ile eyleme başlanılması yanlıştı. Yapılması gerekli olan süreli-dönüşümlü açlık grevi eylemi yapmak idi. Bu düşüncede olmamıza rağmen, eylem kırıcısı olmamak için düşünsel ayrılığımızı dayanışmanın önüne geçirmedik.) bu eylemi gücümüz ölçüsünde destekledik. Açlık grevi eyleminin talepleri haklı, meşru ve desteklenmesi gereken taleplerdi. 5 gün süren dönüşümlü dayanışma açlık grevi eylemi yaptık. Açlık grevi ile dayanışma eylemlerine katıldık. Bedenlerini açlığa yatıran Kürt siyasi tutsakların mücadelelerini selamlıyoruz.” Bu açıklamayı okumadan önce, bu konuda takınılan tavırlarda neden açlık grevinin süresiz-dönüşümsüz olmasına hiç eleştiri getirilmiyor diye eleştiri mektubu yazmayı düşünüyordum. Ama bu açıklama sorunun bu yanını açıkladığından, bu konuyu tartışmaya gerek kalmadı.


Bir YDİ Çağrı okuru 23 Aralık 2012 ✓

okur mektubu

şünsel farklılığımızı dile getirmeyelim? Bunu dile getirmemiz dayanışmanın önünde engel mi? Ya da dayanışmanın önüne geçirmek midir? Bence hayır! Hem dayanışma, hem eylem ve hem de açlık grevi eyleminin süresiz-dönüşümsüz biçimi yerine, süresizdönüşümlü biçime büründürülmesinin doğru olduğunu savunmak mümkündür ve de doğrudur. Bu yol ile de doğrudan eylem ve dayanışma içinde ilişkide bulunduğumuz insanlara doğrunun propagandasını yapmış oluruz. İnsanları ikna etmenin en etkili yollarından biri budur. Bizim gücümüze ve etkilediğimiz kitleye baktığımızda somut eylemi değiştirme ya da sonlandırma imkanı zaten yoktu. Fakat varsayalım ki on binlerce kitleyi harekete geçirecek, yönlendirecek durumdayız. Peki böylesi bir durumda var olan yanlışa karşı doğruyu savunma ve eylemi bizim doğru bulduğumuz yöne çevirmek için kamuoyu önünde açık eleştiri ve tartışmadan kaçınmamız mı gerekir? Ya da başkaları nasıl yorumlarsa yorumlasın, yanlış eylem biçiminin “eylem kırıcısı’ olup, eylemi doğru raya oturtmak için mi mücadele edeceğiz. Bence ikincisi doğrudur. Bu durumda doğru olan galip gelmiş olacaktır. Kaynağı ne olursa olsun YDİ Çağrı olarak eylem biçimine olan eleştirimizin eylem sürecinde, destek ve dayanışma ile birlikte dile getirilmemiş olması, yapılmış bir hatadır. Bunun açıklanması ise kendimizi egemen olan yaklaşıma, -eleştiri saldırıdır, ya destek ya eleştiri diye ikisini karşı karşıya koyan yaklaşımauydurmuş olduğumuzun itirafıdır. Tüm devrimcilerin eleştirinin saldırı olmadığı, eleştiri ile desteğin, dayanışmanın birbirini dıştalamadığı, tersine eğer devrimcilerin, komünistlerin mücadelesinin güçlenmesi isteniyorsa, açık ideolojik mücadele, eleştiri ve özeleştirinin, devrim için mücadelede olmazsa olmazların başında geldiği bilinçlere kazınmak zorundadır. Kimi durumlarda, yapılmış yanlışlara, hatalara getirilen eleştiriler, dayanışmanın en büyüğü olabilir. Bunun için de doğru yaklaşımın devrimci hareket içinde egemen olabilmesi için kendimizin savunduğumuz ML siyasete uygun davranmamız, diğerlerini buna ikna etmemiz gerekiyor. Bunun için mücadele etmeye değer! Bu mektubumun buna hizmet etmesi arzusuyla çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Evet, süresiz-dönüşümsüz açlık grevi diğer tanımıyla ölüm orucudur. Söz konusu talepler haklı ve meşru da olsa, bunlar için mücadele vermek gerekli de olsa, bu somutta eylem biçimi olarak ölüm orucu yanlıştı. Açıklamada: “Yapılması gerekli olan sürelidönüşümlü açlık grevi eylemi yapmak idi” deniyor, buna süresiz-dönüşümlü açlık grevi eylemi düşüncesi, önerisi de eklenmelidir. Yani açlık grevinin kendisi süresiz, ama grev yapanlar bunu dönüşümlü yapacak. Somut eylemde bu taktiğin seçilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum. Esas meseleme gelince durum şöyledir. Yaptığım alıntıdaki açıklamada, eleştirimizi neden kendimize sakladığımız açıklanmaktadır ve “eylem kırıcısı olmamak için düşünsel ayrılığımızı dayanışmanın önüne geçirmedik” deniyor. Benim buna itirazım var! Bilindiği gibi Türkiye ve Kuzey Kürdistan “sol” ve devrimci hareketi içinde eleştiri ile dayanışma birbirine karşı konmakta ve eleştiri saldırı, eleştirenler de saldırgan ve de düşman olarak gösterilmektedir. Bunun pratik örneklerini doğrudan YDİ ÇAĞRI çalışanları da sık sık yaşamıştır. Ya toplantılarda eleştirilere verilen yanıtlarda, takınılan tavırlarda ya da herhangi bir yerde bildiri dağıtma, dergi satma esnasında bu anlayış kendisini açığa vurmaktadır. Bu yanlış anlayışlara karşı olduğumuzdan devrimciler arası ilişkilerde, ideolojik mücadeleyi, açık eleştiri ve tartışma yaklaşımını yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Acı bir gerçek ki, bizim dışımızda bu yaklaşıma uygun davranan kimse hemen hemen yok. Gücümüze baktığımızda dağı iğneyle kazıp devirmeye benzer bir durum söz konusu. Yani işimizin bu konuda da çok zor olduğu açıktır. Fakat bu zorluk, bizim de aynı tavrı savunmamızı haklı çıkarmaz. Yanıt olarak bizim zaten böyle bir tavır savunmadığımızı söylemek, yazmak mümkündür. Genelde doğrudur da. Ama alıntı yaptığım açıklamada eleştiri ile destek karşı karşıya konmakta, eylem kırıcısı olmamak için eleştirimizi eylem sürecinde dile getirmediğimiz teslim edilmektedir. Başka bir ifadeyle eleştirmenin eylem kırıcısı olmakla eş anlamlı olduğunu kabul ettiğimizden dolayı düşünsel farklılığımızı ortaya koymadık. Bu da yanlıştır. Eleştiri, farklı düşünceyi savunmak ve ifade etmek eylem kırıcılığı değildir. Eylem kırıcısı olmama adına farklı olan düşüncemizi kendimize saklamak da kökten yanlıştır. “Düşünsel ayrılığımızı dayanışmanın önüne geçirmedik” ne demektir? Dayanışmamızı yaparken, haklı ve meşru taleplere sahip çıkarken neden dü-

43


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 44

Gecikmiş bir mektup... mu acaba? D

ergimizin 156. sayısında “İşçi sınıfı içindeki milliyetçi yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözkonusu yazıda daha önce 1 Mayıs’ta ve 8 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da yapılan “Demokratik Bir Türkiye” mitinginde atılan “Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı eleştirilmektedir. Aynı sayıda bu eleştiriye YDİ Çağrı adına “Eleştiri üzerine” başlığıyla tavır takınıldı. Yazıları okuduğumda bu tartışma hakkında tavır takınmak istedim, ama ne yazık ki bugüne kadar mümkün olmadı. Bu bağlamda mektubum gecikmiş durumdadır. Tartışmanın son bulmadığını söyleyen YDİ Çağrı çalışanları beni yazmaya teşvik etti. Tartışmanın konusu olan slogan bana göre sorunludur, ama esas sorunum YDİ Çağrı adına bu sloganın doğru olduğunu açıklamak için verilen yanıtladır. Sloganın kendisine yakından baktığımızda, karşımıza üç nokta çıkmaktadır: Arab olmak, isyancı olmak ve kavgada kararlı olmak! İsyancı ve kavgada kararlı olmak militan bir yaklaşımı ifade etmektedir. Ama içeriği bilinmediğinde, ya da içeriğinden bağımsız olarak kendi başına ele alındığında ne isyancı olmak ne de kavgada kararlı olmak fazla bir şey ifade etmiyor. Çünkü belirleyici olan kimin ne için kime karşı isyan ettiği ve sözkonusu kavganın neyin kavgası olduğudur. Yani dinci gericiler ve faşistler de isyancı ve kavgalarında kararlı olabilirler. Militan olmanın kendisi tek başına devrimci, komünist olmanın ölçüsü ve isbatı değildir. Peki bu iki noktanın başında ne yer alıyor? Arab olmak! Arab olmanın kendisi de ulusal kimliğini, kökenini ifade etme dışında şu ya da bu sınıfsal tavrı belirleyen bir nitelik değildir. Sloganın kendisi isyancı ve kavgada kararlı olmayı “Arab” olmaya bağlı olarak vurgulamaktadır. Bu da sorunludur. Çünkü sınıfsal mücadele tavrı bu sloganda ifade edilmemekte, tersine milliyetçiliğe ya da milliyetçi düşüncelere hizmet etmeye açık bir slogandır bu. Slogan hakkındaki görüşümü özetledikten sonra “Eleştiri üzerine” başlıklı yazıda sorun olarak gördüğüm kimi noktalara bakalım. Sırasıyla gidersek durum şöyledir. Eleştiri getiren okur, eleştirisini Ankara’daki eylemden sonra yazılı hale getirmiştir. Sloganın 1 Mayıs’ta bir bölgede atıldığını da yazmaktadır. Eleştiriye tavır

takınılırken sözkonusu sloganın oluşma süreci anlatılmakta ve “Ne bu slogan üretildiğinde, ne de 1 Mayıs ertesinde bu slogan ile ilgili herhangi bir eleştiri getirilmemiştir. Böyle olduğundan 8 Ekim 2011’de Ankara’da düzenlenen ‘Demokratik Bir Türkiye’ mitinginde de bu slogan sık sık atılmıştır.” (sayfa 66) İstek, durumu ortaya koymak olsa da, eleştiri Ankara’daki eylemden sonra –ki eylem anında sözlü eleştiri getirildiği ve kısa bir tartışma yürütüldüğü ve sloganın atılmasında sakınca olmadığı kararı verildiği yönlü bilgi, eleştiri yazısında verilmektedir- gelmiştir. Öncesinde eleştiri getirilmemiş olması sloganın doğru olduğunu isbatlamaz. Eleştiri getirene de “niye daha önce eleştiri getirmedin” dercesine tavır takınmak da tartışmayı ilerletmez, tersine boğar. Eleştiri ne zaman gelirse gelsin belirleyici olan içerik tartışmasıdır. Slogana daha önce eleştiri getirilmemiş olması, bu sloganı üreten ve atan okurların hatasının zamanında görülmediğini göstermektedir. İçerikte farklı düşünülmese, eleştiri getirene “iyi ki bizi uyardın, geç de olsa yanlışımızı gördük” vb. biçimde tavır takınılabilirdi. Asıl sorun sayfa 67’de sloganın anlatıldığı paragrafta yer almaktadır. Bütünlük içinde okunması için tamamını buraya aktarıyorum. “ ‘Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız!’ sloganı Mısır’da, Tunus’ta ve daha birçok Arap ülkesinde yaşanan isyanlara gönderme yapan bir slogandır. Bu slogan ile bu ülkelerdeki Arap halklarının kendi burjuva diktatörlüklerine başkaldırmış olmaları selamlanmaktadır. İsyan edenlerin Arap halkları olduğu bilindiğinden, sloganın içeriğinde ‘Arabız’ sözünün geçiyor olmasını bir sorun olarak görmüyoruz. Bunun yanında slogan Arap halklarının isyanının selamını Çukurova bölgesinde yaşayan Arap ulusuna da taşımaktadır. Yaşanan isyanlar örnek gösterilerek TC’deki Arap ulusuna da bir mesaj gönderilmektedir. Çağrı kortejinde yer alanların önemli bir bölümünü Arap ulusundan gelen komünistler oluşturmaktadır. 1 Mayıs mitingine katılanların azımsanmayacak bir bölümünü de yine Arap ulusundan işçi ve emekçiler oluşturmaktadır. Bu nedenle sloganın bulunduğu bölge itibariyle de ‘Arabız’ sözünü içeriyor olması anlaşılır bir durumdur.” (sayfa 67) Burada sloganın doğruluğunu savunmak için sapla saman birbirine karıştırılıyor ve sloganın kendisinden çok daha fazla ve açık milliyetçiliğe paye veriliyor.


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Haydi isyanlara gönderme yapmayı kabul ettik. Peki Bu terslik ezen ve ezilen ulusların milliyetçiliği sözkonusu Arap ülkelerinde isyan eden halklar “Arap” anlatılırken de sürdürülmektedir. Kuşkusuz ezen olma düşüncesi temelinde mi isyan etti? Egemenler ulus milliyetçiliği ile ezilen, ezene karşı başkaldıran “Arap” ulusundan değil mi? Bu noktada “Arap” ulusun milliyetçiliği farklıdır. Ezilen ulusun ezilmeye ulusu bir bütün olarak isyancı ve kavgada kararlı karşı mücadelesinde olan demokratik yan da, ezilen gösterile bilir mi? İsyancı “Arap”ların karşısında ulus milliyetçiliğine karşı mücadele etmemeyi, ya diktatör, zalim “Arap”lar yok mu? Yoksul Araplar da komünistlerin ezilen milliyetçilikten yana olması egemen Araplara karşı isyan ettiyse o zaman sloganda gerektiği anlamına gelmez. Tersine, komünistler niye Arap halkının işçilerine, emekçilerine vurgu her türlü milliyetçiliğe karşı mücadele vermekle yapılmıyor da “Arap” olmaya vurgu yapılıyor? Üstelik yükümlüdürler. Mesele ezen ulus milliyetçiliğine sözkonusu isyanlarda Arap ulusuna mensup olmayan karşı mücadele yol ve yöntemiyle, ezilen ulusun milliyetlerden de ezilenler yer aldı, onları yok saymak milliyetçiliğine karşı mücadele yol ve yöntemlerinin farklı olması meselesidir. Ulusal sorunda ikili görev ne kadar doğrudur? Slogan kendi başına “Çukurova’da yaşayan Arap de bu farklılığa bağlı olarak gündeme gelmektedir. ulusuna mesaj” vermemektedir. Yaşanan isyanlar Ulusal sorunun çözümünde ezilen ulusların sloganla, örnek olarak gösterilmemektedir. Ya burjuvalarının da söz sahibi olduğu belirtilmekte ve Sovyetler Birliği’nde referandumda bunun nasıl da “Arap halklarının isyanının selamını” olduğuna örnek verilmektedir. Eğer ulusal taşımamaktadır. Burada sloganın sorun burjuvazinin önderliğinde kendisi değil, sloganı atanların “çözülme” durumunda ise, ya bu sloganla ne yapmak istediği Eğer ulusal sorun da ayrılma hakkının nasıl anlatılmaktadır, ama bu istek kullanılacağı konusunda sanki sloganın içeriğiymiş sözkonusuysa, o zaman referanduma gidilirse, gibi gösterilmektedir. Arap kökenli komünistlerin burjuvazi de sözsahibidir, Siyasi olarak yapılan bir olacaktır. Bu ama ikili görev bağlamındaki esas önemli hata ise, sloganın komünistlerin ulusal doğruluğunu, Çağrı görevleri Arap milliyetçiliğne sorunun gerçek çözümü kortejinde ve bölgede Kuşkusuz karşı mücadele etmeleridir. Bölgede değildir. Arap ulusundan komünistler iktidara insanların olması yaşayan Arap ulusundan işçi ve gelince ezilen ulusların gerekçe gösterilirken emekçilere “Arabız” bilincini, yani ayrılma haklarını yapılmaktadır. özgürce kullanma Eğer ulusal sorun ulusal yanı propaganda ve ajite ortamını oluşturmaya sözkonusuysa, o etme yerine sınıfsal birliğin çalışır. Ama komünistler zaman Arap kökenli her somutta, sınıf komünistlerin ikili propagandasını, ajitasyonunu mücadelesinin ilerletilmesi görev bağlamındaki esas yapmaları gerekir. için neyi doğru bulurlarsa, o görevleri Arap milliyetçiliğne konuda propaganda ve ajitasyon karşı mücadele etmeleridir. yaparlar. Burada esas mesele ezilen Bölgede yaşayan Arap ulusundan ulusun özgür iradesiyle verdiği kararın işçi ve emekçilere “Arabız” bilincini, kabul edilmesi ve buna karşı her türlü zor ve yani ulusal yanı propaganda ve ajite etme şiddetin kullanılmasının reddedilmesidir. Bu ama yerine sınıfsal birliğin propagandasını, ajitasyonunu ezilen ulusun vermiş olduğu kararın komünistler yapmaları gerekir. Burada yapılan açıklama ve mantıkla, hangi bölgede hangi ulusa mensup insanlar tarafından her zaman doğru görüleceği anlamına yaşıyorsa, o ulusal kimliğin vurgulanması ve öne gelmez. çıkarılması haklı gösterilebilir. Bu yüzden “sloganın Ezen ve ezilen ulusların milliyetçiliklerinin farklılığı bulunduğu bölge itibariyle de ‘Arabız’ sözü içeriyor ve ezilen ulusların burjuvalarının da sorunun olması anlaşılır bir durumdur.”(abç) tespiti, ezilen çözümünde sözsahibi olacağı düşüncesi üzerine ulus milliyetçiliğine teslim olmaktır. Ayrıca slogan tartışma, sloganın doğruluğunu anlatma çabası içinde sadece sözkonusu bölgede değil, Ankara’da da atılmış gündeme gelmektedir. Ve bu noktada takınılan tavır, ve eleştiri de bu eylemden sonra gelmiştir. Bu yüzden sloganın, milliyetçi düşüncenin yaygınlaştırılmasına bölgeye atıfta bulunarak slogan haklı çıkarılamaz. hizmet ettiğini göstermektedir. Sorun anlaşılabilirlik sorunu değil, bunun doğru Bu tartışmada bizim Arapları (TC sınırları içindekileri) olup olmadığıdır. Mesele eğer Marksizm-Leninizm’in bir ulus olarak görüp görmediğimiz tartışmasının yeri ulusal soruna yaklaşımı temelinde ele alınacaksa, yoktur. Çünkü eleştiri getiren okur, yazısında Arapların buradaki tavır ML’nin ulusal soruna yaklaşımına bir ulus olmadığı düşüncesini savunmamaktadır. Araplar bir ulus değil de ulusal azınlık olsaydı da terstir.

45


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 46

sloganın içeriği ve tartışmanın özü değişmezdi. Arap Arap milletine karşı milliyetçi, ırkçı tavırlar dünyanın ulusundan işçi ve emekçileri komünizme kazanmak, her yerinde değil ama birçok ülkede ve başta da örgütlemek görevi de değişmezdi. Bir etnik kökenden Türkiye’de vardır. TC sınırları içinde ezilen ulus olan gelen işçi ve emekçileri kazanma görevi, o etniğin ulus Arap ulusu -Filistin de buna eklenebilir-, en azından olup olmadığına bağlı değildir, onların işçi ve emekçi 22 devlette egemen ve ezen ulus olma konumundadır. olmasına bağlıdır. Etnik kökenleri bu mücadelede Hrant Dink örneği ile bu sloganın karşılaştırılması yol ve yöntemler bağlamında, onların sorunlarını aynı zamanda, Araplara karşı ırkçı tavırların varlığı ile öğrenme ve hakları için mücadelede dile getirme Ermenilerin soykırıma uğratılmasının da aynı kefeye bağlamında vb. gözönüne alınacak, alınması gereken konmasına yol açıyor ve bu yanlıştır. bir farklılıktır, ama komünizme kazanma, örgütleme TC sınırları içindeki Arap ulusu sözkonusu edilirken görevi buna bağlı değildir. ezilen bir ulus vardır. Ama genel olarak Arap Bu yüzden de: “Arapları bir ulus olarak kabul olmaktan bahsedilirse, hem değişik devlet sınırları ettiğimize göre Arap ulusundan işçi ve emekçileri içinde olan Araplar sözkonusudur, hem ezilen ulus örgütlemek ve bu ulusal sorunun çözümü bağlamında olarak Araplar hem egemen ulus olarak Araplar; da onları komünizme kazanmak YDİ Çağrı’nın tüm bunlara taç olarak da Arap kökenli işçi, emekçi görevidir.” (sayfa 67, abç.) tespiti yanlış anlayış ile burjuva Araplar vardır. “Arabız” derken hangi temelinde yapılmaktadır. Esas mesele Arap Arap kesimine ait olunduğu sloganda ifade ulusundan işçi ve emekçilerin hangi edilme durumu yoktur. Bu sloganı bir siyaset temelinde kazanılmaya de bölgedeki durum sonucu Arap Bu tartışmada çalışılacağıdır. Bu tartışma kökenli komünistler atıyorsa da, eleştiri getiren okurun iş daha da kötüdür. TC bizim Arapları (TC tartışmadığı bir meseledir. sınırları içinde yaşayan 60sınırları içindekileri) bir ulus Sloganın doğruluğu ya da 70 bin Ermeninin hepsi de olarak görüp görmediğimiz yanlışlığını isbatlamak için “Ermeniyiz, Hrant’ız” diye de YDİ Çağrı’nın görevini slogan atmasıyla, Ermeni tartışmasının yeri yoktur. yeniden keşfetmeye gerek olmayanların bu sloganı Çünkü eleştiri getiren okur, yoktur. atması arasında da önemli yazısında Arapların bir ulus Sloganın doğruluğunu bir farklılık vardır. isbatlamak için ulusal sorun Yanıtın sonuna doğru yapılan: olmadığı düşüncesini tartışmasından sonra Hrant “tek başına bir slogandan tüm savunmamaktadır. Dink örneği verilmektedir. içerik açıklaması beklenmeyeceği “Bizler nasıl ki Hrant Dink’in gibi ‘milliyetçi yaklaşım’ eleştiride katledilmesinden sonra ‘Hepimiz çıkarılamaz.” (sayfa 67) tespiti, ayakları Ermeniyiz’ sloganını attıysak, ‘Arabız, isyancıyız, havada bir tespittir. Slogan şu ya da bu derginin, ya kavgada kararlıyız’ sloganı da aynı temel düşüncededir. da grubun konu hakkındaki içeriğin tümünü tabii ki Hepimiz Ermeni değiliz ama hepimiz Hrant Dink açıklayamaz. Zaten bunu slogandan bekleyen yanlış şahsında Ermenilere yönelen bu saldırının karşısında yapıyordur. Fakat sloganın kendi içeriği vardır ve bu Ermenilerin yanındayız. ‘Arabız, isyancıyız, kavgada içerik evet komünist içerik olabileceği gibi milliyetçi kararlıyız’ sloganı ile de sadece TC’de değil, tüm içerik de olabilir. Örneğin “Türkiye Türklerindir!” dünyada aşağı görülen, miskin, sessiz, tevekkül sloganı açık ırkçı bir içeriğe sahiptir. Eğer slogan ,çerisinde her şeye boyun eğen halklar olarak görülen milliyetçi içeriğe sahipse o zaman okurların, Arap ulusuna aynı mesaj gönderilmektedir.” (sayfa 67) eleştirenlerin bu slogandan “milliyetçi yaklaşım” Burada da yine sapla saman karıştırılmaktadır, çıkarması doğaldır. Tartışma, sloganın milliyetçi benzemeyenler benzetilmeye çalışılmaktadır. Hrant olup olmadığı, milliyetçiliğin yaygınlaşmasına Dink, bu coğrafyada soykırıma uğratılmış, neredeyse hizmet edip etmediği üzerinedir. Bundan dolayı da kökü kurutulmuş bir ulusa mensuptur. Bu soykırımda, tartışmada buna odaklanmak gerekir. Bu sloganın anda TC olarak varolan devlet sınırları içinde yaşayan yanısıra başka sloganların atılması da bu sloganın hemen tüm ulus ve ulusal azınlıklardan insanlar içeriğini değiştirmez. Eleştiri getiren okur, YDİ belli bir sorumluluk ve suçluluk taşımaktadırlar. Çağrı’nın genel yaklaşımının milliyetçi olduğunu En azından soykırım döneminde yaşayan dedeleri, savunmamaktadır. Başka sloganlarla halkların babaları vb. şahsında durum böyledir. Geçmişle kardeşliğinin savunulduğunu tespit etmek yanlış kopuş sağlamadıkları ölçüde de kendileri sorumluluk polemik yürütmenin örneğidir. taşır. Hrant Dink katledildiğinde sözkonusu olan Bu mektubumun tartışmaya katkıda bulunması soykırımda sorumluluğu ve suçluluğu olan ulus ümidiyle hepinize çalışmalarda başarılar dilerim. ve ulusal azınlıklardan insanların Hrant Dink’e “Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz!” diye YDİ Çağrı okuru sahip çıkmalarıdır ve bu olumlu, doğru bir tavırdır. 28 Ekim 2012 ✓


üzerinden bu kadar zorlama eleştiri getirmek doğru değildir. Çünkü bu tür şeyler çoğaltılabilir de. Arap ülkelerinde isyan edenler elbette Arap olma düşüncesi temelinde isyan etmediler. Ama bir gerçek açıktır, isyan edenlerin çok büyük çoğunluğu Arap ulusundan işçi ve emekçilerdi. Egemen, baskıcı, zorba Arap burjuvazisine, diktatörlerine karşı isyan ettiler. Bir slogandan teorik açıklama beklemek doğru değildir. Ama ekleyelim “Hepimiz Ermeniyiz” dediğimizde Ermeni Burjuvalar mı oluyoruz? Ermeni burjuvalar yok mu? Kaldı ki ulusal sorundan bahsedildiği yerde, o ulusun tamamının baskı altında olduğunu, burjuvazisinin de egemen ulusun burjuvazisinin baskısı altında olduğunu unutmamalıyız. 3- “Siyasi olarak yapılan bir önemli hata ise, sloganın doğruluğunu, Çağrı kortejinde ve bölgede Arap ulusundan insanların olması gerekçe gösterilirken yapılmaktadır. Eğer ulusal sorun söz konusuysa, o zaman Arap kökenli komünistlerin ikili görev bağlamındaki esas görevleri Arap milliyetçiliğine karşı mücadele etmeleridir. Bölgede yaşayan Arap ulusundan işçi ve emekçilere “Arabız” bilincini, yani ulusal yanı propaganda ve ajite etme yerine sınıfsal birliğin propagandasını, ajitasyonunu yapmaları gerekir.” Bölgeyi, Arap ulusunun sınıfsal bileşimini, kültürünü ve yaşayış tarzını bilmeden eleştiri getirmek mümkündür. Fakat bu eleştiri doğru değildir. Bu konuyu biraz açıklayalım. Antakya (Arabistan’da) yaşayan Araplar içerisinde Arapların ulus olduğu bilinci yoktur. Arap ulusunun ulusal hak talepleri ve bu yönlü bir mücadelesi yoktur. Arap ulusu içinde, eğer bir milliyetçilikten bahsedilecekse bu ne yazık ki Türk milliyetçiliğidir. T.C devletinin yoğun asimilasyon siyaseti sonucu, Antakya’da yaşayan Araplara, Türk olmadıkları, Arap oldukları bilincini vermek yanlış değildir. Bu bilinci vermek ulusal sorunda ikili görev ile çelişmez. 4- Okurumuz eleştirisinde: “Bu tartışmada bizim Arapları (TC sınırları içindekileri) bir ulus olarak görüp görmediğimiz tartışmasının yeri yoktur. Çünkü eleştiri getiren okur, yazısında Arapların bir ulus olmadığı düşüncesini savunmamaktadır. Araplar bir ulus değil de ulusal azınlık olsaydı da sloganın içeriği

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Mayıs 2011 Adana ve 8 Ekim 2011 Ankara eylemlerinde YDİ ÇAĞRI kortejinde “Arabız isyancıyız, kavgada ısrarlıyız” sloganı atıldı. Bu slogan nedeniyle bir tartışma yürütülmektedir. Bu slogan üzerine gelen eleştiri ve eleştiriye yanıt dergimizin 156. sayısında yayınlandı. Şimdi ise başka bir okurumuz hem slogan üzerinden, hem de verdiğimiz yanıt üzerinden eleştiriler getirmektedir. Bu eleştiriler içerisinde daha önce gelen eleştiriye yanıt verdiğimiz konular üzerinde tekrar durmayacağız. Okurumuzun yeni getirdiği eleştiriler üzerinde duracağız. 1- Okurumuz sloganın atılma süreci ile ilgili olarak, “Öncesinde eleştiri getirilmemiş olması sloganın doğru olduğunu ispatlamaz. Eleştiri getirene de “niye daha önce eleştiri getirmedin” dercesine tavır takınmak da tartışmayı ilerletmez, tersine boğar.” demektedir. 156. sayımızda okurumuzun eleştirisine verdiğimiz yanıtta söylenen açıktır. Daha önce eleştiri gelmediği için slogan Ankara’da da atılmıştır. Ankara mitinginde gelen eleştiri üzerine kortej sorumlusu bir sorun görmediğini belirtmiş ve slogan atılmaya devam edilmiştir. Eğer Adana eylemi sonrasında eleştiri gelmiş olsaydı, slogan tartışmalı olduğu için Ankara mitinginde atılmazdı. Anlatılmak istenen budur. Bu konuda tavrımızın tartışmayı ilerletmediği, boğduğu eleştirisini haksız bir eleştiri olarak görüyoruz. 2- Okurumuz: “Burada sloganın doğruluğunu savunmak için sapla saman birbirine karıştırılıyor ve sloganın kendisinden çok daha fazla ve açık milliyetçiliğe paye veriliyor. Haydi isyanlara gönderme yapmayı kabul ettik. Peki, söz konusu Arap ülkelerinde isyan eden halklar “Arap” olma düşüncesi temelinde mi isyan etti? Egemenler “Arap” ulusundan değil mi? Bu noktada “Arap” ulusu bir bütün olarak isyancı ve kavgada kararlı gösterile bilir mi? İsyancı “Arap”ların karşısında diktatör, zalim “Arap”lar yok mu? Yoksul Araplar egemen Araplara karşı isyan ettiyse o zaman sloganda niye Arap halkının işçilerine, emekçilerine vurgu yapılmıyor da “Arap” olmaya vurgu yapılıyor? Üstelik söz konusu isyanlarda Arap ulusuna mensup olmayan milliyetlerden de ezilenler yer aldı, onları yok saymak ne kadar doğrudur?” demektedir. Bir slogan

1

“Gecikmiş bir mektup... mu acaba?” başlıklı eleştiriye yanıt…

47


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 48

ve tartışmanın özü değişmezdi. Arap ulusundan işçi ve emekçileri komünizme kazanmak, örgütlemek görevi de değişmezdi.” demektedir. Ancak bu doğru değil, çalışmamız değişirdi. Eğer ezilen bir ulustan bahsediyorsak propagandamızda ve çalışmalarımızda bu yanı kullanırız, kullanmalıyız. Bir ulusun kendi kaderini tayin etme ve ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkı vardır. Ulusal azınlıkların ise yoktur. Bu nedenle ulus ile ulusal azınlık arasında çalışmamızda bir fark olur. Özelliklede ezilen ulus bir ulus olduğunun ve ezildiğinin bilincinde, ayırdında değilse. 5- Okurumuz: “Burada da yine sapla saman karıştırılmaktadır, benzemeyenler benzetilmeye çalışılmaktadır. Hrant Dink, bu coğrafyada soykırıma uğratılmış, neredeyse kökü kurutulmuş bir ulusa mensuptur. Bu soykırımda, anda TC olarak varolan devlet sınırları içinde yaşayan hemen tüm ulus ve ulusal azınlıklardan insanlar belli bir sorumluluk ve suçluluk taşımaktadırlar.” diyor. O halde şunu sormak gerekir; Arabız demek için illa soykırıma uğramak, kökü kurutulmuş olmak mı gerekiyor. Kanıksanmış olanlar doğru, yeni olanlar yanlış. Tam da yürüyen tartışma böyle bir tartışma. Ermeniler yıllarca soykırıma karşı mücadele ettiler. Kürtler inkar ve asimilasyonlara karşı mücadele ettiler. Ve mücadele ile kendilerini kabul ettirdiler. O halde sorun yok. Ama Araplar mücadele ile kendilerini kabul ettirmediler. O halde sorun var. Marksizm-Leninizm soruna böyle yaklaşmaz. Var olmak için katliama, soykırıma uğramak şart değildir. 6- “Hrant Dink katledildiğinde söz konusu olan soykırımda sorumluluğu ve suçluluğu olan ulus ve ulusal azınlıklardan insanların Hrant Dink’e “Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz!” diye sahip çıkmalarıdır ve bu olumlu, doğru bir tavırdır.” Peki, Antakya ilhak edildiğinde aynı ulus ve ulusal azınlıklardan insanların sorumluluğu ve suçluluğu yok muydu? Araplar yıllardır aşağılanırken, Arap uşağı, fellah, yalancıysam Arap olayım, arapsaçı vb. denilerek küçümsenirken aynı ulus ve ulusal azınlıkların sorumluluğu yok muydu? 7- Yazıda: “Arap milletine karşı milliyetçi, ırkçı tavırlar dünyanın her yerinde değil ama birçok ülkede ve başta da Türkiye’de vardır. TC sınırları içinde ezilen ulus olan Arap ulusu -Filistin de buna eklenebilir-, en azından 22 devlette egemen ve ezen ulus olma konumundadır. Hrant Dink örneği ile bu sloganın karşılaştırılması aynı zamanda, Araplara karşı ırkçı tavırların varlığı ile Ermenilerin soykırıma uğratılmasının da aynı kefeye konmasına yol açıyor ve bu yanlıştır.”

deniyor. Olmayanları eleştirmemek gerekir. Yazının hiçbir yerinde bu yönlü bir eşitleme yoktur, varmış gibi eleştirmek, kendi düşüncemizi yazıya atfetmek doğru bir yöntem değildir. 8- “Yanıtın sonuna doğru yapılan: “tek başına bir slogandan tüm içerik açıklaması beklenmeyeceği gibi ‘milliyetçi yaklaşım’ eleştiride çıkarılamaz.” (sayfa 67) tespiti, ayakları havada bir tespittir. Slogan şu ya da bu derginin, ya da grubun konu hakkındaki içeriğin tümünü tabii ki açıklayamaz. Zaten bunu slogandan bekleyen yanlış yapıyordur. Fakat sloganın kendi içeriği vardır ve bu içerik evet komünist içerik olabileceği gibi milliyetçi içerik de olabilir. Örneğin “Türkiye Türklerindir!” sloganı açık ırkçı bir içeriğe sahiptir. Eğer slogan milliyetçi içeriğe sahipse o zaman okurların, eleştirenlerin bu slogandan “milliyetçi yaklaşım” çıkarması doğaldır.” Bu eletiri ayakları havada bir eleştiridir. Eğer birileri bir slogandan “milliyetçi yaklaşım” düşüncesi çıkarıyorsa, bu o sloganın milliyetçi olduğunu göstermez. Bunu Marksist-Leninist ilkelere göre ispatlamak gerekir. Burada tekrar şunu sormamız gerekiyor: “Arabız” dendiği için sloganın içeriği milliyetçi oluyor da “Ermeniyiz” dendiğinde neden olmuyor? TC’de Arap ulusu var. Arap ulusundan insanların, kendilerine “Arabız” demesi, Kürtlerin kendilerine Kürdüz demesi kadar, Ermenilerin “Ermeniyiz” demesi kadar doğaldır. Türk hakim sınıfları tarafından ezilen uluslarla empati kurmak, baskılar karşısında sessiz kalmamak için Türk ulusundan komünistlerin kendilerini Arap, Kürt, Ermeni olarak ifade etmeleri, bunu haykırmaları doğaldır. Bizim açımızdan “Arabız isyancıyız, kavgada ısrarlıyız” sloganı bir ajitasyon sloganıdır. Bu slogan Arap Baharına gönderme yapan, Arap Baharındaki mücadeleci ruha atıfta bulunan, mücadeleye, isyana, mücadelede kararlığa çağıran bir slogandır. Slogan içindeki “Arabız” sözcüğü birebir okunamaz. “Arabız” sözcüğü isyana atıftır. Slogan içindeki “Arabız” kelimesi bir ulusa, ulusal azınlığa atıf değil, bir devrimci kalkışmaya atıftır. Nasıl ki “Hepimiz Ermeniyiz,hepimiz Hrantız” sloganındaki Ermeni ve Hrant birebir okunamazsa, buradaki Arap sözcüğü de birebir okunamaz. Bu nedenle de bu slogana yönelen, sloganın milliyetçi bir slogan olduğu eleştirisi yanlıştır. Aralık 2012 YDİ ÇAĞRI ✓


Arnavutluk’taki Devrim ve Arnavutluk Emek Partisi

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Almanya’da yayınlanan ML dergi “Trotz Alledem” (“Her Şeye Rağmen”)’in 61. sayısından (Eylül 2012) çevrilmiştir.

Sosyalizme giden yol mu? - Tezler Halinde Değerlendirme Ön Açıklama Arnavutluk’taki devrim ve sosyalizm ve Arnavutluk Emek Partisi’nin gelişmesi hakkındaki tezlerimizi neden 2012 yılında tartışmaya sunuyoruz? Arnavutluk çoktan emperyalist dünya sistemi içinde yerini aldı. Ama biz Marksist-Leninistler için sosyalist Sovyetler Birliği’nin rolü ve Kruşçof yönetiminde kapitalizmin restorasyonu, 1960’lı ve 1970’li yıllarda sosyalist Çin ve Arnav ut lu k ’un mücadeleleri ve onların sosyalizmin inşası konsepti eskiden olduğu bugün de çok günceldir. Neden? Çünkü bizler olumlu deney imlerden ve gelişmelerden olduğu gibi, hatalar ve gerilemelerden öğrenmeye ve devrim mücadelemiz ve teorimiz için özeleştirisel dersler çıkarmaya çalışıyoruz. Bu önümüzde duran uzun soluklu ve karmaşık bir taleptir. Ama komünist dünya hareketi içinde ileriye doğru adımlar atmak için biricik yoldur. Marksizm-Leninizm teorisinin temelinde komünist dünya hareketini özeleştirisel olarak sorgulamak, düzeltmek ve bugünkü görevlerimize uygulamak ve bununla dünya hareketinin yeni bir programını yaratmak; bunlar hepimiz için devasa

bir meydan okuyuştur. Bizler buna bir katkı yapmak istiyoruz.

I. Tarihsel olarak: 20. Yüzyılın Başından 1941’de AKP’nin Kuruluşuna Kadar 1.

Arnavutluk Devrimi, her şeyden önce yabancı faşist işgalcilere ve onların ülke içindeki yardakçılarına yönelmiş bir ulusal kurtuluş devrimiydi. Bu devrimde halkın esas motivasyonu yurtseverlik, kendi kaderini belirleme uğruna ulusal mücadele idi. “Varlığını ve geleceğini korumak için, halk ve ulus olarak pek çok ve güçlü düşmanlara karşı mücadele etmesi gerekti. “ (Arnavutluk Emek Partisi Tarihi, sf: 6, Naim Frasheri Yayınevi, Tiran 1971, Alm., Türkçesi: Arnavutluk Emek Partisi Tarihi, AEP Tarihi, Birinci Kitap, Ağustos 1974, sf:2, Internationaler Buch+Platten Verlag+Vertrieb – Günter Uhl, 6 Frankfurt 1, Postfach 4502) [Alıntılanan / atıfta bulunulan tüm Almanca’dan Türkçe’ye çeviriler tarafımızdan yeniden gözden geçirilerek düzeltilmiştir - ÇN]

49


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

2. Arnavutluk 1912’ye kadar – kanlı bir şekilde bastırılan birçok ayaklanmalara rağmen – Osmanlı hegemonyası altında idi. Arnavutluk Balkan savaşları sürecinde 28 Kasım 1912’de bağımsızlığını ilan etti. Bu Arnavut toprak sahipleri ve burjuvazisi tarafından girişilen “Bağımsızlık ilanı Arnavutluğu geri bir tarım ülkesi olarak buldu. Kentlerde ve kısmen de kırda kapitalist ilişkiler gelişmeye başlamasına karşın, bu ilişki henüz başlangıç evresinde bulunuyordu. Dağ sakinlerinin, özellikle ülkenin kuzeyindekilerinin toplumsal yaşamı hâlâ pederşahi kalıntılarını barındırırken düzlük bölgelerde ve kısmen de dağlık alanlarda latifundiyalar (büyük araziler) sistemi egemendi.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 14, altını çizen HR) „Bağımsız Arnavutluk, kendisine karşı şovenist bir siyaset izleyen burjuva devletleriyle kuşatılmıştı. Bu devletleri destekleyen, 1913’de Arnavutluk topraklarının yarısını alıp ülkeyi parçalayan emperyalist güçler bununla da yetinmeyip, Arnavutluğu Balkan haritasından bütünüyle silmek ya da köleleştirmek emellerinden vazgeçmediler.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 14, Türkçesi, age., sf:7-8) 3. Arnavutluk, birinci dünya savaşında “savaş halinde bulunan devletlerin siyasi ve askeri çıkarlarının çarpıştığı bir savaş meydanına döndü. 1915 Nisan’ında (Londra) gizli anlaşmasıyla Arnavutluğun bağımsızlığını emperyalist İtilaf Güçleri tasfiye etmeyi ve paylaşmayı kararlaştırdılar. Emperyalist güçlerin orduları savaşın sonuna kadar ülkenin tümünü işgal ettiler.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 17, Türkçesi, age., sf:10-11) 4. Gizli anlaşmaların Rusya’daki muzaffer proleter devrim hükümeti tarafından yayınlanması Arnavutluk’ta bir öfke dalgasını tetikledi. “Özgürlük, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün sağlanması için antiemperyalist hareket Londra anlaşmasına karşı büyük boyutlara ulaştı.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 19, Türkçesi, age., sf:12) İtalyan işgalciler 1920 Yazında Arnavutluk’u terk etmek zorunda kaldılar.

50

5. Emperyalist işgalci birliklerin Arnavutluk’tan defedilmelerinden sonra demokratik bir düzenin kurulması için mücadele odak noktası haline geldi. Sayısal olarak çok zayıf olan işçi sınıfı “daha partisini değil, sendikal örgütlerini bile kurabilecek kadar ideolojik

ve siyasi bakımdan olgunlaşmamıştı.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 20, Türkçesi, age., sf:13) İşçi hareketi, tüm ülkeyi kapsayan geniş halk hareketiyle kaynaştı. (Halk hareketinin) ana gücü köylülük ve yoksul kentsel kitlelerdi.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 21, Türkçesi, age., sf:14) Tarım sorunu halk hareketi içinde baş rolü oynadı. Anti-feodal mücadelenin yükselişinde bu sorunun Sovyetler Birliği’ndeki örnek oluşturan çözümü de katkı sağladı. Köylüler, toprak beylerinin tazminat ödenmeksizin mülksüzleştirilmesini ve toprakların köylülere dağıtılmasını talep ettiler. “Fakat köylülerin bu ana talepleri demokratik hareketin başını çeken burjuvazinin siyasi grupları tarafından desteklenmedi.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 21, Türkçesi, age., sf:14) 6. Büyük çoğunlukla küçük burjuva aydınların saflarından gelen devrimci demokratlar köylülerin taleplerini desteklediler. Demokrasi uğruna mücadele, Haziran 1924’de devrimci güçlerin zaferiyle sonlanan bir ayaklanmaya yol açtı. Fan Noli başkanlığındaki ulusal-küçük burjuva bir hükümeti iktidara geldi. (AEP-Tarihi, sf: 22)Fan Noli hükümetinin demokratik programı ülkenin feodal beyleri, emperyalistler ve onların çanak yalayıcıları tarafından hiddetle ret edilirken, halkın geniş kitleleri tarafından desteklendi. Gericilikle bir uzlaşma arayan küçük burjuva devrimci hükümetin tutarsız tavrı, kendisinin halk kitlelerinin güvenini yitirmesini beraberinde getirdi. 24 Aralık 1924 tarihinde, küçük-burjuva devrimin zaferinden yaklaşık altı ay sonra “Ahmet Zogu’nun yönettiği” Arnavut toprak ağaları ve burjuvazisinin gerici orduları “Yugoslavya üzerinden gelerek, gerici Sırp ve Beyaz Rus birliklerinin desteğiyle Tiran’a girdiler. Fan Noli hükümetini devirdiler.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 24, Türkçesi, age., sf:17) “1925 Ocağında Zogo-kliği Arnavutluk’ta cumhuriyet ilan etti. Ahmet Zogo’yu cumhurbaşkanı yaptı. 1928 Eylül’ünde bu cumhuriyet bir krallığa dönüştü ve Zogo kendini Arnavutların kralı ilan etti.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 25, Türkçesi, age., sf:17) 7. Ahmet Zogo yönetimi emperyalist güçlere karşı bir “açık kapı” siyaseti uyguladı (AEP Tarihi, Alm., Sf. 26, Türkçesi sf: 18) Faşist İtalya ile ekonomik ve siyasi bağlantılar giderek daha da sıkılaştı. “Arnavutluk, giderek İtalyan emperyalizminin yarı-sömürgesi haline geldi.“ (AEP Tarihi, Alm., Sf. 27, Türkçesi sf: 19) “Zogo rejimi altında da Arnavutluk Avrupa’nın en geri


9. Arnavutluk’ta ilk işçi örgütlerinin kurulması Zogo-rejiminin ilk yılları dönemine rastlamaktadır. Bu örgütler kalifiye işçilerin dayanışma dernekleri biçiminde ortaya çıktılar ve işçi hareketinin örgütlendirilmesinde önemli bir rol oynamadılar. (AEP Tarihi, Alm., Sf. 31, Türkçesi sf: 22)

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

8. “Zogo reijiminin halk düşmanı anti ulusal siyaseti halk kitleleri arasında genel bir hoşnutsuzluk yarattı. Antiemperyalist (ulusal) demokratik görevlerin çözümü için mücadele yine gündeme geldi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 29, Türkçesi sf: 21)

Diktatörlüğünün kurulmasından sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalan Arnavut devrimci demokratların örgütlenmesini destekledi. Mart 1925’te Viyana’da genç Sovyetler Birliği hakkında “tüm ezilen halkların doğal koruyucusu” değerlendirmesini yapan demokratik örgüt “Ulusal-Devrimci Komite” (KONARE) kuruldu. Genç devrimcilerden oluşan bir grup sosyalist Rusya’da Komintern’in eğitimlerine katıldı. Bu grup Ağustos 1928’de Moskova’da Arnavut komünist grubunu kurdu. “Aynı yıl içinde toplanan 8. Komünist Balkan Konferansı, Arnavutluk komünistlerine ilerde Arnavutluk Komünist Partisini kurabilmelerini sağlamak amacıyla ‘işçi ve köylülerin saflarından en ileri unsurları örgütlemek ve birleştirmek’ ve bu yolda, uzun vadeli ve titiz bir hazırlık çalışması yapmak talimatını verdi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 35, Türkçesi sf: 25) ( Adını Nisan 1927’den sonra “Ulusal Kurtuluş İçin Komite” olarak değiştiren) KONARE içindeki bu grup bir komünist fraksiyon oluşturdu. Arnavutluk’a geri dönen grubun üyeleri, her şeyden önce Ali Kelmendi, çeşitli işçi örgütleri içinde yeni komünist hücreler ve fraksiyonlar kurdular. Korça komünist grubu ile bağlantıya geçtiler ve bu grubun kendisini komünist temelde sağlamlaştırmasına yardım ettiler.

tarım ülkesi olarak kaldı. (…) Esas olarak ticaret alanını kapsayan kapitalist ekonomi biçimi Arnavutluk ulusal ekonomisinin egemen biçimi haline gelemiyordu.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 29, Türkçesi sf: 20)

“...Emperyalist işgalci birliklerin Arnavutluk’tan defedilmelerinden sonra demokratik bir düzenin kurulması için mücadele odak noktası haline geldi. Sayısal olarak çok zayıf olan işçi sınıfı “daha partisini de10. ğil, sendikal örgütlerini bile kurabileA r n av u t lu k ’t a k i cek kadar ideolojik ve siyasi bakımilk komünist hücre 1928’de Korça’da işçidan olgunlaşmamıştı.” (AEP ler ve zanaatkârlar araTarihi, Alm., sf: 20, Türksındaki ilerici unsurlar tarafından kuruldu. Korça’da çesi, age., sf:13) kısa bir süre içinde başka hücreler ortaya çıktı. Haziran 1929’da çeşitli komünist hücrelerin çalışmasını koordine etmek ve örgütlenmesini geliştirmek için bir danışma toplantısı düzenlendi. Legal işçi dernekleri vasıtasıyla işçi hareketi ile komünist hücrelerin bağlantı kurmaları kararlaştırıldı. “Haziran 1929 Toplantısı” Arnavutluk’ta “Korça Komünist Grubunun doğuşunu ve örgütlü komünist hareketin başlangıcını belirledi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 32, Türkçesi sf: 23) 11. Komünist hareketin gelişmesinde III. (Komünist) Enternasyonal (Komintern) de belirleyici bir rol oynadı. Komintern kendi bünyesindeki ‘Balkan Federasyonu’ vasıtasıyla Haziran Devriminin bastırılması ve Zogo-

12. Zogo-rejiminin İtalya karşısındaki bütünüyle teslimiyetçi ve işbirlikçi tavrı Arnavut burjuvazisinin bir bölümünün çıkarlarıyla da çelişti. Eski subaylar ve burjuva aydınlardan oluşan darbeci bir gizli örgüt kuruldu. Bunun hedefi Zogo-monarşisini devirmek ve Arnavutluk’taki İtalyan müdahalesini devreden çıkarmak idi. Anti-Zogocu bir ayaklanmanın hazırlanmasına komünistler de kısmen katıldılar. 14 Ağustos’ta Fieri’de patlak veren ayaklanma Zogo-birlikleri tarafından çok hızlı ve kanlı bir şekilde bastı-

51


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

rıldı. Bu burjuva muhalefet tarafından Zogo-rejimine karşı yapılan biricik ayaklanma-darbe girişimi, Anti-Zogocu burjuva hareketin geniş bir halk hareketini örgütlemek ve yönetmek yeteneğine sahip olmadığını açıkça gösterdi. 13. 1929’da patlak veren ve tüm kapitalist dünyayı kapsayan ekonomik kriz bu dünyayı temellerinden sarstı. Bunun karşısında Sovyetler Birliği’nde kriz yaşamaksızın gelişmekte olan sosyalist inşanın başarıları duruyordu ve dünyanın her yerinde emekçi kitleler arasında sosyalizmin / komünizmin prestiji artıyordu. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Arnavutluk’ta da sosyalizm / komünizm düşünceleri halk kitleleri arasında şimdiye kadarkinden çok daha büyük bir çekim gücüne sahipti. Komünist örgütler büyüdüler. Diğer tarafta ise “sosyal, antikapitalist“, ırkçı demagojiyi kullanmakta olan faşist hareket ve onun örgütleri de güçlendi. Onlar İtalya, Almanya ve Japonya’da iktidara geldiler. Faşizm tehlikesi ve her şeyden önce faşist güçlerden kaynaklanmakta olan dünya savaşı tehlikesi giderek büyüdü. 1935’te Moskova’da toplanan KE’nin VII. Dünya Kongresi bu koşullar altında faşizme karşı mücadelenin taktik çizgisini geliştirdi: Anti-faşist Halk Cephesi. 14. Bu koşullar altında Arnavutluk’ta da faşist köleleştirmeye karşı mücadele gittikçe daha büyük bir önem kazandı. Arnavut burjuvazisi en büyük oranda Zogorejimi ile bütünleşmişti. Burjuvazinin İtalyan tekelci sermayesi ile ve onun ülke içindeki yardakçıları ile çelişkileri bulunan kesimleri anti-Zogocu, antiemperyalist, antifaşist hareketi yönetme yeteneğinde ve durumunda değildi. “Artık komünistler, halk kitlelerinin demokratik haklarını elde etmek ve ülkenin bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunmak için mücadelenin başına geçebilecek tek devrimci güçtü.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 46, Türkçesi sf: 35)

52

15. Zogo tarafından 1935’te atanan yeni “liberal” hükümet, demagojik bir manevradan başka bir şey olmayan çok gürültülü reform vaatlerinde bulundu. Şimdi artık komünistlerin önderliğinde bulunan demokratik hareket frenlenmeliydi. Ama bu çabalar başarısız kaldı. Komünist gruplar, legal dernekler biçiminde volan kayışlarını yaratmak ve böylece komünistlerin

işçi ve halk hareketi ile birleşmesini ileriye götürmek için legal olanakları iyi kullandılar. 16. Bu döneme kadar var olan ve yeni oluşan Arnavutluk’taki komünist gruplar her ne kadar güçlenseler de, gruplar arasındaki eşgüdüm zayıf idi. Dahası örgütler siyasi berraklığa ve sağlamlığa sahip değillerdi. “Komünist hareket, gelişmesi sırasında Troçkistlerin çıkardığı ciddi engellerle karşı karşıya kaldı.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 53, Türkçesi sf: 41) 1937 yılı başında Atina’da kurulan Troçkist bir grup “Arnavutluk Komünist Partisi” olarak ortaya çıktı. Arnavutluk komünist hareketi içinde bu Troçkist grup ile birlikte KP kurmaya hazır olan çeşitli güçler vardı. Daha henüz birleşik olmayan komünist hareket troçkizme karşı mücadele içinde zaman zaman hâlâ çok bölünmüş ve zayıf idi. 17. Uluslar arası durum günbegün kötüleşti. Faşist devletler savaş hazırlıklarını ve faaliyetlerini güçlendirdiler. Nazi-Almanyası 1938’de Avusturya’yı ve 1939’da Çekoslovakya’yı işgal etti. Bu arada İspanya’daki faşist askeri birlikler, saflarında tüm dünyadan enternasyonalistlerin de savaştığı Cumhuriyetçi ordu güçlerini Alman ve İtalyan faşistlerinin desteklemesiyle yenilgiye uğrattılar. Faşist İtalya 23 Mart 1939 tarihinde Arnavutluk’u askeri olarak işgal etmeyi kararlaştırdı. Zogo-rejimi bu olgunun üstünü örtmeye ve gizli tutmaya çalıştı, ama bunu başaramadı. Komünistlerin önderliğinde ülkenin her yerinde güçlü antifaşist-antiemperyalist yürüyüşler örgütlendi. Buna rağmen kısmen birbirleriyle ihtilaf içinde bulunan komünist örgütler yekpare bir önderliği yaratmayı ve halkı ülkeyi tehdit etmekte olan işgale karşı silahlı eylemler içinde örgütlemeyi başaramadılar. “07 Nisan 1939’da, faşist İtalya Arnavutluğa saldırdı. Zogo ve kliği ülkeyi kendi kaderine terk ederek kaçtı.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 70, Türkçesi sf: 55) Arnavutluk, “yurtsever gruplar”ın (AEP) tek tek mücadelelerine rağmen faşist İtalya tarafından işgal edildi. 18. İtalya işgal edilmiş Arnavutluk’ta faşist bir işgal-rejimi yerleştirdi. İtalya’nın lütfu ile kurulan, Arnavut büyük toprak ağalarının ağırlıkta olduğu “kurucu meclis” Arnavut tacını İtalyan krala sundu… Böylece III. Viktor Emanuel hem İtalya’nın hem de


20. “Yukardan” görüşmelerle denenen bir birleşme yürümedi. Bu “birlik” komünistlerin ana gruplarının bir örgüt içinde kaynaşmasını öngörmüyordu. Gruplar eskiden olduğu gibi ayrı ayrı kaldılar, görüşlerini savunmayı sürdürdüler ve kendi saflarındaki anti-Marksist unsurlardan kendilerini ayırmadılar. Grupların tabanlarındaki üyeleri, birliğe önderler arasındaki müzakerelerle değil, bilakis sadece faşist işgalcilere karşı ortak bir mücadele ile ulaşılabileceğini gittikçe daha fazla kavradılar. 28 Kasım 1939’da ulusal tatil günü münasebetiyle ülkenin en önemli kentlerinde kadın ve erkek komünistlerin önderliğinde antifaşist kitlesel yürüyüşler gerçekleşti. Çeşitli komünist grupların tabanındaki samimi komünistler mücadele içinde birliği yarattılar ve şimdi tek bir parti içinde bir araya gelmeyi talep ettiler.

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

19. “Özgürlük ve ulusal bağımsızlığın yitirilmesi Arnavutluk halkını sarstı; onun ateşli yurtseverlik ve ulusal gurur geleneksel duygularını zedeledi. İşgalcilere karşı nefreti giderek büyüdü.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 76, Türkçesi sf: 60) Bu öfke kendisini çeşitli eylemlerde ifade etti. Faşist işgal koşulları altında “İtalyanlaştırma ve ülkenin yağma edilmesi faşist planına karşı mücadele için ve Arnavutluk’un kurtarılması ve ulusal bağımsızlığa ulaşılması için bütün halkın harekete geçirilmesi ana görev haline geldi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 77, Türkçesi sf: 61) Bu görev birleşmiş bir devrimci önderliği gerekli kıldı. Komünist gruplar, işgalci rejime karşı en baştan itibaren sağlam, reddedici bir tutum alan biricik siyasi güç idiler. Ne var ki onlar bölük-pörçük idiler ve bu bölünmüşlük onları kurtuluş mücadelesi için ortak bir çizgi hazırlamaktan ve kendilerini halk hareketinin başına geçmekten alıkoydu. Zaman ve görevler komünist hareketi birleşmeye zorladı.

21. Arnavut devriminin daha sonraki önderi Enver Hoca öğrenim gördüğü Fransa’dan 1936’da komünist devrimci olarak Arnavutluk’a döndü. Önce Tiran’da sonra da orada faaliyet gösteren komünist gruba katıldığı ve onun en aktif üyelerinden bir haline geldiği Korça’da lise öğretmeni olarak çalıştı. O, faşist işgal arifesinde bu grup tarafından Tiran’a yollandı. Tiran’daki Korça grup seksiyonu, başlarında Enver Hoca ile kısa bir süre içinde başkentteki antifaşist ve komünist hareketin önemli bir merkezi haline geldi.

Arnavutluk’un kralı oldu. Arnavutluk pratikte faşist diktatörlük altında İtalyan İmparatorluğunun Arnavut valilerle yönetilen bir vilayeti haline geldi. Faşist Mussolini Hükümeti tarafından uygulanan Arnavutluk’un işgali ve bir İtalyan iline dönüştürülmesi siyaseti Arnavutluk’un geri egemen sınıfları, feodaller, gerici burjuvazi ve ruhani takım tarafından tüm güçleriyle desteklendi.

22. İtalya, Haziran 1940’da Hitler Almanya’sının yanında resmen savaşa girdi. İtalyan askeri birlikleri 28 Ekim 1940 tarihinde Arnavutluk’tan Yunanistan’a saldırdılar. Ne var ki başlangıçtaki başarılardan sonra Yunan Ordusunun darbeleri altında geri çekilmek zorunda kaldılar. Kasım ayında Korça’yı ve Aralık başında Gjirokastra’yı boşalttılar. Arnavut kadın-erkek komünistleri bu savaşta, kardeş Yunan halkına onun kurtuluş savaşında omuz veren bir çizgiyi izlediler. Zorla askere alınan, Arnavut asker ve milislerine askerden kaçmaya yönelik çağrılar yayınladılar. İtalyan işgalcilerin, Arnavutları kendilerinin emperyalist savaş arabalarına koşturmak planı böyle başarısızlığa uğradı. Ne var ki Yunan burjuvazisinin Arnavut kardeş halkıyla birlikle İtalyan faşistlerine karşı mücadele etmekten başka planları vardı. Onlar kendi paylarına bir Büyük Yunanistan için planlarını izlediler ve bu kez onlar Korça ve Gjirokastra’yı işgal ettiler. Ne var ki bu işgal, Nazi-Almanya’sının Nisan 1941’de Yunanistan’a da saldırdığında, savaş gidişatı vasıtasıyla revizyona uğradı. Yunanistan’ın Alman Nazi-askeri birlikleri tarafından işgal edilmesiyle, faşist İtalya’ya Güney Arnavutluk’u yeniden işgal etmek imkânı doğdu. İtalya, bir “Büyük Arnavutluk” yaratarak kendisinin işgal bölgesini büyüttü. Bu bölge aynı zamanda kısmen emperyalist güçlerin Londra Büyükelçiler Konferans’ında 1913 yılında Sırbistan’a verilen bölgeleri de kapsadı. Böylece faşistler, kendilerinin konumlarını güçlendirmek için eski milliyetçi ihtilafları ve Balkan ülkelerindeki geri güçlerin şovenizmini körüklediler ve kullandılar. 23. İtalya ile Yunanistan arasındaki kısa savaş Arnavut kitlelerine işgalci rejimin çürüklüğünü berrak bir şe-

53


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

kilde gösterdi. Antifaşist halk hareketi gittikçe daha da güçlendi. Rejimin bu hareketi bastırmaktaki acizliği giderek daha apaçık hale geldi. 1941’de – önce yurtsever Müslim Peza tarafından – işgalci rejime karşı yürütülen silahlı gerilla eylemleri başladı. İşgalciler gerilla çetelere karşı cezalandırma seferlerini başladıklarında, buna yanıt, Arnavut ordu birlikleri saflarından kitlesel kaçışlardı.“Enver Hoca ve yoldaşları Peza’nın yurtsever gerillalarının önemini takdir ederek onları örgütlemek ve savaşçılarının siyasi bilinçlerini yükseltmeleri gereken birkaç komünisti onlara göndermeyi kararlaştırdı. (…) Ulusal kurtuluş hareketini örgütlemek ve genişletmek için komünistlerin dağlarda bulunmaları onların faaliyetlerinin yeni bir aşamasının başlangıcı oldu.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 89, Türkçesi sf: 71)

II. 1941 – 1944 Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Tek Örgütleyicisi Olarak AKP

54

24. Hitler Almanya’sının 22 Haziran 1941 tarihinde Sovyetler Birliği’ne saldırması dünyanın tüm kadın-erkek komünistleri ve samimi antifaşistleri için yeni bir durum yarattı. Şimdi apaçık bir şekilde şimdiye kadar dünyanın biricik proleter iktidarının varlığını sürdürmesi veya yok edilmesi, Nazilerin dünya egemenliği veya Nazi-faşizminin ortadan kaldırılması söz konusuydu.

Tek tek halkların faşist işgale karşı mücadelesi, şimdi apaçık bir şekilde faşist despotluğa karşı sosyalizm ve demokrasinin küresel mücadelesinin bir parçasıydı. Tek tek ülkelerdeki komünist hareketlerin birleştirilmesi ve antifaşist halk cephelerinin yaratılması artık her zamankinden daha acildi. 25. Nazi-Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırısından sonra Arnavutluk’ta faşist işgalcilere karşı direniş eylemleri muazzam derecede güçlendi. Grup çıkarları ve ikincil sıradaki görüş farklılıkları bu ortak mücadelelerde samimi komünistlerin nezdinde geri plana atıldı. “İşgalcilere ve vatan hainlerine karşı mücadeleler tüm grup üyelerinin en iyi kesimini birbirine bağlayan bağ oldu.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 94, Türkçesi sf: 75) Komünistler tarafından yönetilen büyük kitle yürüyüşleri ve onların yiğitçe, sarsılmaz, militan mücadelesi “’Komünist’ adlandırma şimdi halk nezdinde gittikçe daha iyi bir izlenim” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 95, Türkçesi sf: 76) kazanmasını beraberinde getirdi. Bununla birleşik komünist partisinin kurulması için uygun koşullar da yaratıldı. Ağustos 1941’de Arnavutluk’un en önemli komünist grupları arasında AKP’nin kurulması için bir görüşmenin örgütlenmesi üzerine anlaşma sağlandı. 26. Arnavutluk Komünist Partisini (AKP) kurmak amacıyla bir araya gelen komünist grupların görüşmeleri 8. Kasım’dan 14 Kasım 1941’e kadar faşistlerce işgal altındaki Tiran’da düzenlendi. Birinci günde grupların kaynaşması ve AKP’nin kuruluşu tarihsel kararı ele alındı. Yedi kişilik bir geçici MK seçildi. Yapılan bir anlaşma gereğince eski en önemli grup önderlerinden (başkan ve yardımcısı) hiçbiri yönetimde yer almadı. Bu parti açıkça Marksizm-Leninizmin ideolojik temeli üzerinde kuruldu ve örgütsel temeller olarak Leninist parti ilkelerini kabul etti. Ve “Ülkenin içinde bulunduğu tarihsel durumda partinin stratejik hedefi olarak şu tespit edildi: Arnavutluk halkının ulusal bağımsızlığı ve faşizmsiz bir Arnavutluk’ta demokratik bir halk hükümeti için mücadele.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 104, Türkçesi sf: 84) AKP’nin kuruluşunda “stratejik hedef” olarak sadece ulusal-demokratik devrimin ilk hedefleri belirtilmektedir; ama devrimin sürdürülmesine ve devrimin sonal hedefine değinilmemektedir. Arnavutluk


28. AKP, kuruluşunda bazı programatik eksiklikleriyle

29. AKP, ajitasyon ve propaganda faaliyetinde kendisini ulusal-demokratik-antifaşist hedeflerle sınırladı. Uzak hedef olarak sosyalizm-komünizmin propagandasından uzak durdu. O propaganda ve ajitasyonunda “tüm dürüst Arnavutlara” yöneldi ve “herkesi ULUSAL KURTULUŞ için, FAŞİST İŞGALCİLERE KARŞI mücadeleye” çağırdı. (AEP Tarihi, Alm., Sf. 115, Türkçesi sf: 93) Bu mücadeleden ortaya çıkması gereken “ d e mok rat i k halk hükümeti”, somut sosyo - e konom i k durumda doğal olarak çoğunluğunu köylülerin oluşturacağı işçi – köylü ittifakına ve “dürüst milliyetçilerle” ittifaka dayanıyordu. Ajitasyon ve propagandada “proletarya diktatörlüğü”, “sosyalist görevler” ve “sosyalizm” vs. gibi siyasi hedefler görülmüyordu. 30. AKP, kurtuluş için silahlı mücadelenin öneminin altını doğru bir tarzda çizdi ve Ulusal Kurtuluş Ordusunun çekirdeği olarak gerilla grupları kurulmasını ve gerilla faaliyetini ağırlık noktası olarak koydu. Bir diğer ağırlık noktası Ulusal Kurtuluş Cephesi idi. Şubat 1942’de MK Ulusal Kurtuluş Şuralarının kurulması talimatını verdi. “Bu şuralar antifaşist mücadele için halkın örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi için manivela olarak ve aynı zamanda ‘gelecekteki hükümetimizin nüveleri olarak hizmet etmelidirler.’ “(AEP Tarihi, Alm., Sf. 119, Türkçesi sf: 97) Bu şuralar geniş halk kitleleriyle bağlantı örgütü ve

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

27. Bir ulusal kurtuluş cephesi düşüncesi de kuruluş sırasında ifade edildi: “… Özgür Arnavutluğu isteyen bütün milliyetçilerle, (bir dipnotta onlar daha sonra “dürüst milliyetçi” veya “yurtsever milliyetçi” olarak tanımlanmaktadırlar) faşizme karşı mücadele etmeye hazır olan bütün samimi Arnavutlarla birleşmeliyiz.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 106, Türkçesi sf: 85) Arnavutluk gibi bir ülkede ulusal kurtuluş cephesinin yaratılması ne kadar önemli ve doğruysa, milliyetçilerin burjuva niteliklerinin altını çizmekten vazgeçmek bir o kadar eksiktir.

Marksist-Leninist bir partidir. O, Arnavut halkının antifaşist, antiemperyalist mücadelesinin açıkça önderidir. O dünya çapında, proleter dünya devriminin bilinçli örgütlü öncüsünün bir parçasıdır.

için sosyalizm ve komünizmin doğrudan propaganda edilmesinden uzak durulmaktadır. Sosyalizmden yana propagandaya sadece Sovyetler Birliği ile bağlantı içinde değinilmekte ve şöyle sınırlandırılmaktadır: “AKP, Sovyetler Birliği’ni Arnavutluk halkının sadık ve samimi bir dostu, onun Arnavutluk’ta halk iktidarını kurmasında ve sağlamlaştırmasında ona destekleyecek olan bir müttefiki olarak görüyordu. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ise, faşist devletlere karşı mücadelede sadece geçici müttefiklerdi. Bu nedenle partiyi kurması gereken komünist grupların toplantısında şu görev konuldu: ‘Onun faşizme karşı mücadeledeki öncü rolü ve sosyalizmin inşasındaki büyük başarıları popularize edilmelidir.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 109, Türkçesi sf: 87-88) Önde duran hedef olarak antifaşist devrimi ve demokratik halk hükümetini tespit etmek ne kadar doğruysa, AKP’nin kuruluşunda nihai hedefin adlandırılmasından uzak durmak o kadar yanlıştır.

55


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56

Ulusal Kurtuluş Cephesinin organları olarak planlanmıştı. “Yurtsever milliyetçiler”in kazanılması, yani sınıfsal olarak konuşulursa burjuvazi ve toprak sahiplerinin yurtsever, İtalyan işgalcilere karşı mücadele etmeye hazır kesimlerinin kazanılması, ulusal kurtuluş şuraları ve AKP için çok önemliydi. “AKP’nin yurtsever milliyetçiler karşısında aldığı doğru tutum parti ile halk arasındaki bağın kurulmasında özel bir öneme sahipti. (…) MK ve partinin bölge komiteleri milliyetçilerle yaptıkları çalışmalarında büyük titizlik, sabır ve ustalık gösterdiler. Bu faaliyetlerini özel bir özen gerektiren çalışmalarının en önemli alanlarından biri olarak değerlendirdiler.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 119 - 120, Türkçesi sf: 97-98) “Yurtsever milliyetçiler”, kurtuluştan sonra “demokratik halk hükümeti”nin temelini oluşturacak olan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nde örgütlü ve önemli bir unsur idiler. 31. 1941 Kasım-Görüşmelerinden sonra, pratikte Arnavutluk KP’nin Kuruluş Kongresi’nden sonra AKP’nin adının Kasım 1948’de Arnavutluk Emek Partisi olarak değiştirilmesine kadar toplam olarak 11 MK plenumu, birkaç danışma toplantısı ve bir olağanüstü ve bir de olağan parti konferansı yapılır. Olağan hiçbir parti kongresi yoktur. AKP, Arnavutluk Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin (DHC) ilanından sonra da açıktan AKP olarak ortaya çıkmaz. Bu parti iktidarın devralınmasından dört yıl sonra hâlâ “yeraltında veya arka planda” idi. Parti programı Demokratik Cephe (eski Ulusal Kurtuluş Cephesi) programının arkasına saklanmıştı. Enver Hoca’nın Hatıralarına göre, Bir AKPdelegasyonunun Temmuz 1947’de Sovyetler Birliği’ne yaptığı ziyaret sırasında Stalin, hem AKP’nin adının AEP olarak değiştirilmesini, hem de partinin legalleştirilmesini önerir. (Enver Hoca, Stalin ile Karşılaşmalar, Hatıralar, sf: 69-70, Alm. Tiran 1984 – Karşılaşmalar) Söz konusu ziyaretten sonra gerçekleşen AKP’nin son, 11. MK-Plenumunda şu özeleştiri yapıldı: “Plenum partinin devletin yönetimini kendi eline almasından sonra da yarı-legal konumunu sürdürmesini yanlış olarak adlandırdı. Parti programının Demokratik Cephe programının arkasına saklanması, parti üyelerinin parti mensubiyetliklerini gizlemeleri ve AKP’nin talimatlarını cephe kararları olarak yayınlamaları olgusunun ağır bir hata olduğu açıklandı.” Ne var ki bu hataların sorumluluğu aşağıda görüleceği üzere Yugoslavya KP’nin ve onların AKP içinde-

ki ajanlarının üstüne atıldı. “YKP’den devralınan bu biçimler partinin tüm ülke yaşamında oynadığı önder rolünü zayıflattı ve onun varlığını tehlikeye soktu. Anti-Marksist ve Yugoslavya önderliğinin yöntemlerinin içeri girmesini mümkün kılan bir tüzüğün bulunmayışı zararlı olarak adlandırıldı ve tüzüğün hazırlanması ele alındı. Plenum Koçi Çoçe’yi Titocuları sınırsız bir şekilde desteklemesi ve partinin örgütsel çizgisini çarpıtmasından sorumlu kıldı.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 345, Türkçesi AEP Tarihi - 2, Yurt Kitap-Yayın, İkinci Basım, Mart 1990, sf: 83) Komünistleri kendi hataları için her türlü sorumluluktan aklayan özeleştirinin bu yöntemi MarksistLeninist değildir. 32. AKP’nin kurulmasından hemen sonra parti içinde Temmuz 1942’deki olağanüstü bir parti konferansında partiden ihraç edilen tasfiyeci bir fraksiyon çıktı. AKP ‘nin kuruluşundan, AEP’nin birinci kongresine kadar, sonunda Enver Hoca etrafındaki grubun kendisini kabul ettirdiği birçok parti içi mücadele yaşandı. 33. AKP’nin parti gazetesi Zeri i Populit’in ilk sayısı Ağustos 1942’de çıktı. O “bütün Arnavutluk halkına” yöneldi ve halkı “dürüst ve anti-faşist olan herkesi dini, siyasi aidiyeti ve eğilimi… fark etmeksizin bağımsız, özgür ve demokratik bir Arnavutluk için mücadele etmeye bu organ etrafında birleşmeye” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 134, Türkçesi sf: 111) çağırdı. Zeri i Populit’in siyasi yönelimi, parti çizgisiyle uyum içindeydi. O bir KP nin merkez yayın organı olmaktan çok bir kurtuluş cephesi gazetesi idi. 34. AKP 16 Eylül 1942 tarihinde Peza’da bir Arnavut Ulusal Kurtuluş Konferansı örgütledi. Bu konferans Ulusal Kurtuluşun geçici genel şurasını seçti ve KP tarafından hazırlanan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Platformunu oy birliğiyle onayladı. Bu konferansta resmen kurulan Ulusal Kurtuluş Cephesi çeşitli siyasi partilerin bir koalisyonu değildi. Bu konferans işgalcilere karşı mücadele içinde geniş halk kitlelerinin gönüllü birliğini legalize etti. KP, bu cephenin biricik ve doğrudan önderiydi. Bu cephenin temelinde işçi sınıfının köylülük ile ittifakı yatıyordu. “Yurtsever milliyetçiler” gruplar halinde veya tek tek cepheye girdiler. Bölgelerde somut


36. İtalya 8 Eylül 1943’de kapitülasyonunu açıkladı. Bu teslimiyet Alman-İtalyan ordularının Sovyet-Alman cephesinde, Kuzey Afrika’da ve müttefik askeri birliklerin Güney İtalya’da karaya çıktıklarından sonra maruz kaldıkları büyük yenilgilerin sonucuydu. Bu aynı zamanda İtalyan halkının hızlı bir şekilde büyüyen antifaşist direnişinin sonucuydu. Arnavut halkının İtalyan işgalci ordusuna karşı direnişi de bu bağlamda bir rol oynadı. Şimdi Arnavutluk’ta İtalyan işgalcilerin yerini Alman saldırganlar aldı. Alman saldırganlar Arnavutluk’a yaklaşık 75.000 Nazi-askeri konuşlandırdılar. Alman işgaline karşı mücadeleyi bölmek için “Dost olarak ‘Arnavutluk’u İtalyan boyunduruğundan kurtarmak amacıyla geldiklerini’,onu komünizme karşı mücadelede desteklerse, Alman Ordusunun ‘Arnavutluk halkına bağımsızlığı garanti edeceğini” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 191, Türkçesi sf: 160) bu işgalci güç açıkladı. KP tarafından yönetilen Arnavut halkı Nazilerin bu demagojisine kanmadı, bilakis yeni işgalcilere karşı özgürlük ve bağımsızlık için mücadeleyi daha büyük şiddetle sürdürdü. “Ulusal Cephe” içinde örgütlü iç gericiliğin bir kısmı yeni işgalci güç etrafında toplandı ve Alman emperyalizminin çanak yalayıcıları olarak çalıştılar. İç gericiliğin diğer bir kısmı, Zogocular, İngiliz emperyalizminin yardakçıları olarak hizmet ettiler. Komünistlerin önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Cephesi iç gericiliğin örgütlerini silah zo-

37. 1943 Sonbaharında önce bir İngiliz, daha sonra bir Amerikan askeri misyonu, sözüm ona ulusal kurtuluş hareketini desteklemek için davet edilmeksizin Arnavutluk’a geldi. Onlar Ulusal Kurtuluş Ordusunun genel kurmayının emrine verildiler. Birkaç partizan birliğinde de İngiliz subaylar vardı. Bunlar devrimci güçlerin iç gericiliğe karşı mücadelesinde ‘hakem’ olarak hareket ettiler. Bu askeri misyonların esas derdi kurtuluş mücadelesini kendi denetimleri altına almak ve komünistlerin etkisini geriletmek idi. AKP, bu İngiliz, Amerikan müdahalesini devrimin zaferi için bir tehlike olarak adlandırdı ve bunlar karşısında derhal kararlı bir tutum aldı. Ulusal Kurtuluş Cephesi askeri misyonların iç işlerine her türlü müdahalesini yasakladı. Bir açıklamada şöyle deniyordu: “Müttefiklerin askeri heyetleri… Bizim ile gericilik arasına hiçbir şekilde hakem olarak girmemelidir. Bizim gericiliğe karşı mücadelemiz onlara uygunsa, o zaman iyi, yoksa onlara kapıyı göstereceğiz.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 200, Türkçesi sf: 167)

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

35. Sovyetler Birliği Kızıl Ordusu’nun 2 Şubat 1943’de İkinci Dünya Savaşında Stalingrad uğruna muharebedeki zaferiyle yeni bir evre başlamaktadır. Stalingrad Nazi-İmparatorluğu’nun çöküşünün ve faşizmin yenilmesinin başlangıcıdır. Bu olayın Arnavutluk’taki ulusal kurtuluş hareketi üzerinde de büyük etkileri vardı. Silahlı mücadele daha yüksek bir aşamaya geçti. Üç ay içerisinde kurtarılmış bölgelerin toprakları ikiye katlandı. AKP’nin Mart 1943’deki ilk ülke konferansı rotasını halkın genel ayaklanmaya hazırlanmasına yöneltti. Bu konferans, silahlı ayaklanma için zincirin en önemli halkası olarak Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun örgütlenmesi kararını aldı.

ruyla yok etmeyi kararlaştırdı.

cephe çalışmasını yöneten Ulusal Kurtuluş Şuraları halk iktidarı organlarının görevlerini yerine getirdiler.

38. 1943/1944 Kışında Arnavut hainler tarafından desteklenen Alman işgalciler Arnavut kurtuluş güçlerine karşı en büyük askeri saldırıya giriştiler. Bu saldırı kurtuluş güçlerinin kahramanca mücadelesiyle korkunç kayıplar verdirerek başarısızlığa uğratıldı. Mart 1944’den itibaren inisiyatif Ulusal Kurtuluş Ordusunun elinde bulunuyordu. Genel Kurmayın emriyle 5 Nisan’da Alman faşistlerine karşı genel saldırı başladı. Gericilerin ve bunların yanında İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin çeşitli manevraları boşa çıkarıldı. Neredeyse ülkenin yarısı işgalcilerden kurtarıldı. Kurtarılan bölgelerde halk şuraları biçiminde halk iktidarı egemen oldu. 39. 24’den 28 Mayıs 1944’e kadar kurtarılmış kent Permeti’de “Ulusal Kurtuluşun I. Antifaşist Kongresi” toplandı. Bu kongre Ulusal Kurtuluşun Antifaşist Şurasını seçti. Bu artık yasama ve yürütme erkine sahip en yüksek kurum ve Arnavut devletinin halk egemenliğinin temsilcisiydi. Bu kongre Arnavutluk ilk halk meclisiydi. Kongre, Antifaşist Şurayı, Ulusal Kurtuluşun Antifaşist Komitesini (AK) seçip, geçici halk de-

57


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

mokratik hükümetini kurmakla görevlendirdi. Kongrenin onayladığı AK Arnavutluk’un ilk halk demokratik hükümeti idi. Başkanlığa Enver Hoca seçildi. 28 Mayıs 1944’de Ulusal Kurtuluş Ordusunun Başkomutanı Enver Hoca, Arnavutluğu Alman işgalcilerden tamamen kurtarmak ve iç gericiliği bütünüyle imha etmek için genel saldırıyı emretti. “Anavatanın bütünüyle kurtarılması ve halk devriminin zaferiyle 29 Kasım 1944’de Arnavutluk’taki faşist egemenlik son buldu ve aynı zamanda emperyalist güçlere her türlü bağımlılık, bunlarla her türlü bağlantı ve köleleştirici her türlü anlaşma da tasfiye edildi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 252, Türkçesi sf: 214) 40. Ulusal, antifaşist kurtuluş devriminin zaferi aynı zamanda, bunlar faşist işgalcilerle işbirliği yaptıklarından, yerli büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve gerici ruhban takımının iktidardan alaşağı edilmesi anlamına geldi. “KP, ülkede sınıf mücadelesinin keskinleştirilmesine çağrı yapmadı; feodal ağalara, klik başlarına ve burjuvaziye karşı mücadele şiarları atmadı; çünkü o (KP – ÇN) esas saldırısını sonuna kadar faşist işgalcilere yöneltti. Sınıf mücadelesi sömürücü sınıfların açıktan ihanetini keskinleştirdi. Bu sınıfların çıkarlarını temsil eden siyasi örgütler “Ulusal Cephe” ve “Legaliteti”, sadece faşist işgalcilere hizmet ettiklerinden dolayı Ulusal Kurtuluş Ordusu tarafından imha edildiler. Bu açıktan açığa anti-ulusal ve halk düşmanı tutumları nedeniyle eskiden egemen sınıflar siyasi iktidara katılımın her hakkını kaybettiler.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 253, Türkçesi sf: 215) Ulusal kurtuluş mücadelesinin ana itici güçleri işçi sınıfı ve yoksul ile orta köylülük idiler. Kentlerin küçük ve orta burjuvazisi de mücadeleye katıldılar. Onların da halk şuralarında sağlam yerleri vardı. “İşçi sınıfı ulusal kurtuluş mücadelesinde önder rol oynadı. Bu rol Arnavutluk KP aracılığıyla gerçekleşti.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 253, Türkçesi sf: 215)

III. 1944 – 1948 Kurtuluştan Sonra Devrimin Sürdürülmesi Sırasında AKP

58

41. KP önderliğindeki antiemperyalist-antifaşist-demokratik halk iktidarının kurulmasıyla birlikte – aynı zamanda uygun enternasyonal çerçeve koşulları altında – antiemperyalist, demokratik devrimi kesin-

tiye uğramaksızın sürdürmenin ve proletaryanın bilinç ve örgütlenme seviyesi izin verdiği ölçüde sosyalist devrime geçmenin bütün siyasi ön koşulları vardı. Burada AKP’nin şimdiye kadarki siyasi çalışmasında sosyalizme geçiş sorunlarını hemen hiç tartışmadığının, proletarya ve emekçi kitleleri bu konuda ideolojik olarak eğitmediğinin bilinçte tutulması gereklidir. Yani AKP’nin önünde bir yandan ekonomik olarak Avrupa’nın en geri ve savaş hasarlarıyla yerle bir olmuş ülkesinde ekonomik inşayı ilerletmek ve aynı zamanda, her ne kadar yurtseverlik konusunda mücadele içinde çelikleşmiş, ama demokratizm ve sosyalizm bakımından deneyimsiz işçi emekçi kitleleri bu konuda politize etmek büyük görevi bulunuyordu. Özellikle bu ikinci yaşamsal görevde hatalar yapıldı. Arnavut devrimine daha iktidarı devralındığında, onun sahip olmadığı ve sahip olamayacağı sosyalist özellikler bahşedildi. Çünkü proletaryanın bilinçli edimi olmaksızın ve proletarya diktatörlüğü olmaksızın sosyalizm yoktur. AEP-tarihinde şu değerlendirmeler bulunuyor: “Ulusal kurtuluş mücadelesi sonuna kadar antiemperyalist, demokratik bir devrim idi. Ama bu devrimin içinde, burjuvazinin siyasi iktidardan alaşağı edilmesi, yeni devletteki yönetici rolün yalnızca KP tarafından devralınması vs. gibi sosyalist devrimin talepleri de gerçekleştirildi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 252, Türkçesi sf: 214) Bu olgu olarak doğru değildi. Arnavut ulusal devriminde burjuvazinin tümü iktidardan indirilmedi, bilakis işgalcilerle işbirliği yapan büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve ruhban takımı indirildi. Antiemperyalist ulusal devrime katılan küçük ve orta burjuvazi halk iktidarında yer aldı. Önder rolü üstlenen KP kitlelerin gözünde onun ajitasyon ve propagandasıyla her şeyden önce yurtsever bir partiydi. Bunun ise sosyalist devriminin talepleriyle pek bir ilgisi yoktur. 42. Marksist teoriye göre, sosyalizm için, “ekonomideki sosyalist sektör” vs. için siyasi temel ön koşulun proletarya diktatörlüğü olduğunu berrak idi. Bu teorik zorluğun altından, 2. Dünya Savaşı sürecinde ve ondan sonra ortaya çıkan halk demokrasileri somutunda bu iktidarlar sonradan “proletarya diktatörlüğünün bir biçimi”ne dönüştürülerek kalkıldı. Kurucu meclis 11 Ocak 1946’da Arnavutluk’u Halk Cumhuriyeti ilan etti ve başında Enver Hoca’nın bu-


44. DC ve AKP içindeki en önemli siyasi mücadele 1948’e kadar “Balkan Federasyonu” sorununda yürüdü. Komünist dünya hareketinin Balkanlar’daki komünist partileri ve halk demokratik devletleri bir Balkan Federasyonu içinde birleştirmek enternasyonalist planlarını Yugoslavya Komünist Partisi (YKP), kendisinin milliyetçi, hegemonyacı emellerini gerçekleştirmek ve proleter enternasyonalizmi maskesi altında emperyalizm karşısındaki işbirlikçi yanlış siyasi çizgisini kabul ettirmek için kullanmaya çalıştı. AKP’nin kurtuluş mücadelesinden çelikleşmiş olarak çıkan komünist kadroları AKP ve Arnavutluk HC’nin bağımsızlığını tehdit eden bu tehlikenin farkına vardılar, YKP ve AKP içindeki YKP-taraftarlarının bu çizgisine karşı ofansif bir ideolojik-siyasi mücadele yürüttüler. Bu mücadele Stalin önderliğindeki SBKP tarafından da desteklendi.

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

43. Devrimin sürdürülmesinde AEP ve halk iktidarı doğru bir tarzla ekonomik yeniden inşaya yoğunlaştı ve büyük başarılar elde etti. Balkanlara yayılan İngiliz ve ABD-emperyalistlerinin çeşitli manevralarını geri püskürtebildiler. Demokratik Cephe (DC), Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin dolaysız halefi, kurtuluştan sonra tüm devrimde aktif güçlerin içinde çalıştığı biricik legal siyasi örgüt idi. Siyasi çizgi uğruna mücadele DC ve onun arkasında duran AKP içinde yürütüldü.

AKP-MK’nin 11. Plenumu Yugoslav müdahalesinin ve AKP içindeki YKP-yanlısı fraksiyonun düşmanca faaliyetinin sona erdirilmesini perçinledi. Bu on birinci Plenum “genel olarak doğru olmayan bir çizgi” olarak değerlendirdiği “savaş sonrası dönemdeki partinin örgütsel çizgisi” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 345), ile ilgili olarak özeleştiri yaptı. Oysa bu gerekli özeleştiride hataların tüm sorumluluğu “parti düşmanlarının” üzerine yıkıldı. 11. Plenum AKP’nin yarı-legal durumunu kaldırmayı ve partinin adını AEP olarak değiştirmeyi kararlaştırdı.

lunduğu yeni hükümeti seçti. Hükümet tarafından hazırlanan anayasa taslağı kamuoyu önünde tartışmaya sunuldu. İki aylık açık tartışmadan sonra kurucu meclis anayasayı kabul etti. Arnavutluk HC’nin bu ilk anayasasında ne proletarya diktatörlüğünden, ne de sosyalizmden vs. söz edilmektedir. Oysa tarihte şunlar tespit edilmektedir: “Anayasanın kabul edilmesiyle birlikte demokratik halk düzeninin proletarya diktatörlüğünün devleti olarak siyasi örgütlenme süreci tamamlandı.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 296, Türkçesi AEP Tarihi -2, Yurt Kitap-Yayın, İkinci Basım, Mart 1990, sf: 39) Yani emekçi nüfusun daha baştan bunun proletarya diktatörlüğü olduğunu bile bilmediği bir proletarya diktatörlüğü! Ne var ki bu teorik koltuk değneği tek başına AEP’nin eseri değildir, bilakis önce Dimitrof tarafından formüle edilmiş ve tüm komünist dünya hareketi tarafından devralınmıştır.

IV. AEP’nin Kuruluşu – Devrimin Sürdürülmesi 45. AEP’nin I. Kongresi 8 Kasım’dan 22. Kasım 1948’e kadar Tiran’da toplandı. Merkezi ekonomik görev “üretici güçlerin hızlı bir gelişmesiyle ülkeyi büyük geri kalmışlığından çıkarmak” olarak tespit edildi. Partinin ismi Arnavutluk Emek Partisi olarak değiştirildi. Bu değişiklik “ülke ve partinin sosyal bileşimi” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 360, Türkçesi: AEP Tarihi -2, Yurt Kitap-Yayın, İkinci Basım, Mart 1990, sf: 98) ile gerekçelendirildi. Halkın yaklaşık % 80’ini köylülük oluşturuyordu. Bu gerekçelendirme yanlıştı ve yanlıştır! KP bir halk partisi değil, bilakis toplumun komünist öncüsünün bir partisi, işçi sınıfının temsilcisi, onun öncü partisidir. AKP’nin adının AKP önderliğinde iktidar ele geçirildikten sonra AEP’ne çevrilmesi AKP’nin özel gelişmesine, parti ile ulusal cephenin iç içe geçmesine, yani öncü örgüt ile kitle örgütünün iç içe geçmesine bağlıdır. Bunun aynı zamanda AKP’nin kendisini uzun süre cephenin arkasında gizlemesi yanlışı ile de bağı vardır. AEP her şeyden önce acil ekonomik görevlere yoğunlaştı. Arnavutluk HC, AEP-önderliğinde büyük başarılara ulaştı. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin desteği de ekonominin hızlı bir şekilde gelişmesine yardım etti. 46. 31 Mart’tan 07 Nisan 1952’ye kadar süren AEP’nin II. Parti Kongresi 1. Beş Yıllık Planı kararlaştırdı. Onun önemli ve gerçekçi ana hedefleri şunlardı: “Birinci beş yıllık plan döneminin sonunda Arnavutluğun geri bir tarım ülkesi durumundan bir tarım-sanayi ülkesi dönüştürülmesi için, sosyalizmin ekonomik temelinin inşasının ve üretici güçlerin gelişme hı-

59


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

425, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 152) Kruşçof bu seyahatten iki gün önce “kardeş partileri” SBKP-MK’nin Kominform kararının revize edilmesi hakkındaki kararı üzerine bilgilendirdi ve onların bu tavrı onaylamasını talep etti! AEP, 25 Mayıs 1955 tarihli bir iç yazıda her şeyden önce Kruşçof’un diğer partilere danışmadan eski ortak kararları revize etmeye girişmesine, yöntem açısından karşı çıkarak, alçak sesle eleştirisini ifade etti. Bu iç yazı AEP’nin modern revizyonizme karşı mücadelesinin başlangıcıdır. Bu eleştiri çok çekingendir. Ve bu, Arnavutluğun ulusal çıkarlarını geçmişte güçlü bir şekilde ilgilendiren bir siyasi sorundadır.

zının arttırılması; işçi sınıfının emekçi köylülükle ittifakının sağlamlaştırılması ve kitlelerin maddi ve kültürel düzeyinin yükseltilmesi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 296, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 130)

V. AEP ve Kruşçof Revizyonizmine karşı Mücadele

60

47. YKP (Daha sonra Yugoslavya Komünist Birliği, YKB) emperyalizm karşısındaki uzlaşmacı ve içte revizyonist çizgisi nedeniyle Kasım 1949’da Kominform’un bir kararıyla dünya komünist hareketinden ihraç edildi. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen Kruşçof-Kliği SBKP içindeki konumlarını güvence altına aldıkça revizyonist çizgilerini daha açıkça savunmaya başladılar. Açık revizyonist çizgilerini DKH içinde de hâkim kılmaya yöneldiler. Enternasyonal olarak komünist dünya hareketinin Marksist-Leninist hattının revize edilmesini ilk açıktan açığa deneme “Yugoslavya Sorunu” nda geldi. “Revizyonist Yugoslav yöneticilerinin itibarının iade edilmesinin mutlaka gerekli olduğunu ispatlamak için (Kruşçof revizyonistleri tarafından) ne mümkünse yapılıyordu. 1955 Mayıs’ında (daha SBKP 20. Parti Kongresi’nden önce) Kruşçof, diğer partilerin onayını almaksızın, Enformasyon Bürosu’nun Tito Kliğinin ihaneti hakkındaki kararlarını ve bütün komünist ve işçi partilerinin bu ihanet hakkındaki doğru değerlendirmelerini reddetmeye bir Sovyet parti ve hükümet heyeti başında Belgrad’a gitti.” (AEP Tarihi, Alm., Sf.

48. Şubat 1956’da gerçekleşen SBKP’nin XX. Parti Kongresi’nde Kruşçof grubu şimdi üç yıllık hazırlıktan sonra Marksizm-Leninizmin özsel temel ilkelerine şiddetli bir saldırıyı açıkça başlattı. SBKP için baştanbaşa revizyonist bir genel hat tespit edildi. Marksist-Leninist genel çizgiye saldırılar, bir gizli raporda kişiye tapmaya karşı mücadele adına, Stalin’in şahsına yönelik yersiz saldırılarla birleştirilerek yapıldı. Bu kudurgan kışkırtmalara karşı SBKP’nin parti kongresinde AEP tarafından en cılız sesle bile olsa hiç bir eleştiri yoktur. Enver Hoca selamlama konuşmasında XX. Parti Kongresi’ni “bizim için büyük bir okul” olarak övmektedir. (SB basını, 1956, cilt I, sf: 732) Mayıs 1956’da gerçekleşen AEP’nin 3. Parti Kongresi’nde de 20. Parti Kongresi’nin çizgisine hiçbir eleştiri yoktur. Tersine, bu parti kongresine MK-raporunda “ Marksist-Leninist bilime 20. Parti Kongresi’nin katkıları” methedilmektedir. Ancak bazı açıktan revizyonistlerin AEP’nin şimdiye kadarki genel çizgisini SBKP 20. Parti Kongresi hattı doğrultusunda revize etme çabası geri çevrilir. Şimdiye kadarki genel çizgi onaylanır. 49. Kasım 1957’de Moskova’da komünist ve işçi partilerinin uluslararası görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşme ertesinde bir ortak açıklama yayınlanır. Bu 1957 ortak açıklaması kimi Marksist-Leninist tezlerin yanında, SBKP 20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisinin tüm özsel “yeniliklerinin” yan yana/ veya arka arkaya bulunduğu eklektik bir uzlaşma belgesiydi.


51. Kasım 1960’daki 2. Moskova Danışma Toplantısı’na Enver Hoca başkanlığındaki AEP-Delegasyonu ile birlikte toplam 81 parti katıldı. Enver Hoca konuşmasında 20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisini doğrudan ve ismini vererek eleştirmeksizin birçok noktada bu çizgiyle çelişen Marksist-Leninist pozisyonları öne sürdü. İçeriksel olarak şu sorunlar söz konusuydu (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 494-503; Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 207-216)): Savaş ve barış; barış içinde bir arada yaşama, sosyalizme giden yol, Stalin, Yugoslavya revizyonizmi, komünist partiler arasındaki ilişkiler. Bu gayet usturuplu bir dille ve pozitif olarak getirilen, 20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisini hiçbir şekilde açıkça karşısına almayan eleştiriler bile SBKPrevizyonistlerinin şimdi Çin KP’nin yanında AEP’ni de bölücüler listesine koymasına ve ona kudurmuşçasına saldırmasına yetti. Aslında birincinin tekrarı olan 2. Moskova Danışma Toplantısı’nın ortak açıklaması AEP tarafından birincisi gibi “genelde doğru” olarak değerlendirildi ve “bazı doğru olmayan değerlendirmeler”e rağmen diğer partilerle birlikte imzalandı. Şimdiye kadar AEP’in SBKP’ne getirdiği eleştiriler çoğu kez dolaylı ve ad vermeksizin “içte” getirilen eleştirilerdi; kamuoyu önünde açık eleştiri yoktu. Bu tavır komünistler arasındaki kamuoyu önündeki eleştirinin “sadece komünizmin karşıtlarının işine yarayacağı” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 444, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 169) şeklindeki yanlış, anti-Marksist anlayışa dayanmaktadır. (1) [Söz konusu belgeler hakkındaki değerlendirmemiz için TA sayı 16’ da “ Genel Çizgi hakkında Polemik” yazısına bakın. Agd, s 37-38 ] 52. Tam da AEP IV. Parti Kongresi’nde kararlaştırılan ‘Üçüncü Beş Yıllık Plan’ın görevlerini gerçekleştirme çalışmasına girişeceği sırada revizyonist Sovyet önderliği AEP ve Arnavutluk HC’ne karşı siyasi ve iktisadi alanda genel bir saldırıyı başlattı. Revizyonist yönetim ideolojik görüş ayrılıklarını devletlerarası ilişkiler alanına taşıdı. Revizyonist Sovyet yönetimi her iki devlet arasında yapılmış tüm anlaşmaları tek taraflı olarak fesih etti, sözleşmeler temelindeki 1961-1965 yılları arasındaki

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

50. Çin KP Nisan 1960’da Lenin’in doğum günü münasebetiyle “yaşasın Leninizm” başlığıyla Lenin’in bazı önemli alıntılarını derleyerek yayınladı. Bu broşür dünyanın birçok dillerinde milyonlarca nüsha basıldı ve bu arada Moskova’da da dağıtıldı. Kruşçof-revizyonistleri için bu “Sovyetler Birliği’ne karşı yönelen düşmanca bir hareket” idi. Bu revizyonistler Romanya İşçi Partisi’nin Parti Kongresi’ni, buraya katılan partilerle birlikte, Çin KP’nin mahkûm edilip komünist dünya hareketinden ihraç edileceği uluslararası bir danışma toplantısı sahnelemek için kullandılar. Hüsnü Kapo’nun başında bulunduğu AEP-Delegasyonu SBKP tarafından sunulan malzeme üzerine yürütülecek bir tartışmaya karşı çıktı. Bu delegasyon şu görüşü savundu: Görüş ayrılıkları önce her iki ilgili parti arasında tek başlarına tartışılmalıdır. Ama eğer görüş ayrılıkları ikili görüşmelerde giderilemiyorsa, o zaman sosyalist ülkelerin komünist ve işçi partileri bunun üzerine düzenlenecek bir danışma toplantısında tartışmalıdır. Bu tavır bütünüyle beklenmedik bir durumla karşılaşan birçok delegasyon tarafından paylaşıldı. Kruşçof, bu tavrı AEP’nin bir “başkaldırışı” diye adlandırdı ve AEP’ne en şiddetli bir şekilde saldırdı. Yoğun baskı uygulamasına rağmen SBKP hedefine ulaşamadı. Kasım 1960 için tüm komünist ve işçi partilerinin uluslar arası bir danışma toplantısı kararlaştırıldı. Kruşçof-revizyonistleri, Kasım-Toplantısına kadar, bu toplantıya SBKP ile “görüş birliği”ne sahip bir delegasyon yollanması için AEP’ne baskı uygulamayı sürdürdüler. Aksi takdirde Bükreş’te “ortaya çıkan yanlış anlama kıvılcımı alev alacaktır” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 492, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 206)

tehdidi savruldu. AEP, Sovyet maddi yardımına çok gereksinim duymasına rağmen onun baskısına boyun eğmedi.

Girişte 20. PK mihenk taşı olarak ve onun siyasi ifadeleri “Marksizm-Leninizmi ileriye geliştiren katkılar” olarak değerlendirilir. Bu deklarasyonun nesnel işlevi, 20. Parti Kongresi’nin çizgisinin ML’in ilerletilmesi olduğu değerlendirmesini uluslar arası alanda onaylatmak idi. Daha sonraları hem revizyonistlerin hem de Marksist-Leninistlerin komünistlerin “programatik belgesi” ve “ortak programı” olarak atıfta bulundukları bu çürük uzlaşma belgesini AEP fesih edilmesine kadar “Programatik Belge” ve “ortak program” “Marksist-Leninist güçlerin bir zaferi olarak” ve “emperyalizme ve revizyonizme karşı mücadelede komünist ve işçi partilerinin militan” bir “programı” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 464) olarak savundu.

61


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62

tüm kredileri durdurdu ve bütün ticaret ilişkileri ile her türlü bilimsel-teknik ve kültürel işbirliğini kesti. Bu yönetim Arnavutluk’tan tüm Sovyet uzmanlarını meydan okurcasına çekti. “AHC buna rağmen Kruşçof-Kliğinin bu düşmanca eylemlerini kamuoyu önünde mahkûm etmedi.” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 531) AEP iç mektuplarla böylesi bir yanlış uygulamadan vazgeçmesi konusunda revizyonist önderliği ikna etmeye çalıştı. Ekim 1961’de, SBKP’nin 22. PK’inde Kruşçof, “kendilerini 30 paraya satmış olan emperyalizmin ajanları” olarak iftira ettiği AEP’nin önderlerinin devrilmesi için çağrı yaptı. Çin KP-Delegasyonu buna açıkça karşı çıktı. Ancak bu olaylardan sonradır ki, AEP SBKP’ne karşı eleştirisini kamuoyu önünde yapmaya başladı. “Bu koşullar altında AEP de susamazdı” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 533) AEP MK şunu açıkladı: “ N. Kruşçof AEP’ni kamuoyu önünde eleştirerek enternasyonal komünist ve işçi hareketi ve sosyalist kampın birliğine saldırıyı başlattı. N. Kruşçof bu anti-Marksist işlem ve onun tüm sonuçlarının bütün sorumluluğunu taşımaktadır.” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 534) 53. AEP bu kopmaya “emperyalist-revizyonist blokaja karşı sosyalist toplumun tam inşası”na ilişkin kampanya ile karşılık verdi. Enver Hoca, Arnavutların yurtseverliğine çağrı yaparak onların “rezilce ve köle olarak yaşamaktansa, ot yiyip onurlu bir şekilde ölmeyi” tercih edeceklerini açıkladı. “Tasarrufluluk rejimi” uygulamaya kondu. Bütün olumsuz şartlara rağmen halk kitlelerinin yaşam seviyesinin düşmemesi sağlanabildi. AEP içinde revizyonizm ile araya kesin bir ayrım çizgisi çekildi, bu dışa karşı da propaganda edildi. Ülkede kitle çizgisinin derinleştirilmesi için ve bürokratizme karşı kampanya başlatıldı. İdeolojiksiyasi mücadele “bütünün çıkarını kişisel çıkarların üstüne koyalım” şiarı altında yürütüldü. [2] [Bkz. :TA, S. 17-18 “ Enternasyonal KH Genel Çizgisi hakkında öneri” hakkında değerlendirmemiz] AEP enternasyonal olarak 1960 Moskova Danışma Toplantısının Deklarasyonu’na olumlu atıfta bulunarak SBKP 22. PK’nin revizyonist “komünizmin Dünya Manifestosu”na karşı çıktı. AEP’nin eleştirisi diğerlerinin yanında, *Tito’nun itibarının geri verilmesine, *ABD-emperyalizmine teslimiyete, *BM’de Sovyetler Birliği’nin kapitülasyonuna (Kongo),

*Almanya için barış sözleşmesinden ve Alman sorununun çözümünden vazgeçilmesine, *ABD ve SB’nin atom silahları tekeline ve atom silahlarını kilitleme sözleşmesine (1963), * Varşova Paktı –devletleri için Moskova sözleşmesine karşı (burada sosyal-emperyalist hegemonya kayıt altına alınmaktadır), Sovyetler Birliği’nin Çin’e karşı ABD ile eşgüdümüne (“en büyük düşman”, Çin’e karşı Hindistan’ın desteklenmesi vs.), *ABD’nin Güneydoğu Asya’ya askeri birlikler kaydırmasını kolaylaştıran silahsızlanma anlaşmalarına, * Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma için Şura (RGW-”COMECON”) deki yeni düzenlemelere (Doğu Avrupa’da SB’nin ekonomik hegemonyası için) *sosyal demokrasiye ideolojik ve örgütsel yakınlaşmaya karşı yöneldi. 1962’de Zeri i Populit’te artık doğrudan ve Kruşçof revizyonizmine isim vererek saldıran bir dizi makale çıktı. Buna paralel olarak AEP bir dizi ülkede Marksist-Leninist partilerin inşa edilmesini destekledi: Avustralya, Seylan, Şili, Kolombiya, Peru, Avusturya, İngiltere, Hollanda, İspanya, İtalya, Fransa vs.

VI. Dünya Komünist Hareketinin Genel Çizgisi Hakkında Polemik ve AEP 54. Çin KP’nin MK, Haziran 1963’de “Komünist Dünya Hareketinin Genel Çizgisi Üzerine Öneri”yi ve her ay bu genel çizginin temel pozisyonları ve Sovyet revizyonizmi ile görüş ayrılıkları üzerine bir yorumu yayınladı. Bu öneri ve “Büyük Polemiğin Belgeleri” başlığında bunu izleyen dokuz yorum, Çin KP ve AEP etrafında kümelenen, yeni ortaya çıkmakta olan Marksist-Leninist partiler ve grupların yeni, enternasyonal, anti-revizyonist genel çizgisidir. Bu belgeler genel olarak bakıldığında anti-revizyonist mücadele belgeleridirler; ama kısmen de Marksist-Leninistlerin revizyonizme karşı mücadeledeki yarım yamalıkları [Bu yansıtan önemli hataları da içermektedir. (2) konuda Bkz.; TA sayı 17/18’de yayınlanmış olan “DKH’nin Genel çizgisi hakkında öneri” hakkında değerlendirmemiz] 55. “Polemik”-belgeleri yayınlandıktan sonra revizyonistler, Çin KP ve AEP’ni mahkûm etmek amacıyla Moskova’da yeni bir enternasyonal danışma toplantısına çağrı yaptılar. AEP, bunun üzerine “diğer partilerle konuşmaksızın keyfi tarzda” planlanan bu konferansı bir bölücüler konferansı adlandırdı ve ka-


56. Ekim 1966’da, kısmen Çin’deki kültür devrimi olaylarının da etkisiyle AEP – MK’nin “kitle çizgisinin geliştirilmesi”ne ilişkin çağrısı yayınlandı. 4. Beş Yıllık Planın ortaya çıkarılması için bir kitle tartışma kampanyasına girişildi. Bürokratizme karşı mücadelede şu sorunlar ele alındı: İdaredeki burjuva yöntemlerin kalıntıları, bilinçte burjuva ve küçük-burjuva kalıntılar, Diğer ülkelerde yapılan deneyimlerin Arnavutluk’un somut durumuna eleştirisel uyarlama olmaksızın uygulanması; devlet ve parti içindeki bürokrasi tehlikesinin küçümsenmesi; sınıf düşmanının ve onun ideolojisinin baskısı. Esas görüş şu idi: Bürokratik tavır ve davranışlar imtiyazlı bir hizmetliler ve kafa işçileri tabakasının oluşması için temel oluşturuyordu; bu, kapitalizmin restorasyonuna götürürdü... Şu anti-bürokratik önlemler alındı: Tüm kararları vs. kitleler arasındaki canlı çalışmaya yöneltelim; üst organların alt organlara yönelttiği bürokratik talimatlara karşı; halk şuraları ve yerel parti komitelerinin öneminin arttırılması; her kadro kendisine verilen görevlerden bizzat kendisi sorumludur; yukardan denetim aşağıdan kontrole dayanmalıdır; kadroların doğrudan üretime katılması; tüm yasa ve kararnamelerin gözden geçirilmesi; maaşların (yüksek ve orta düzeyde olanların düşürülmesiyle) emekçilerin yaşam seviyesine (yaklaşık 1:2,5, bir branşta 1:1,7) yakınlaştırılması; orduda siyasi komiserler ve parti komitelerinin yeniden uygulamaya

57. V. Parti Kongresi Kasım 1966’da gerçekleşti. Bu parti kongresi partinin özellikle son yıllardaki deneyimlerini genelleştirdi. “Sosyalist devrimi tüm alanlarda kesintisiz geliştirmek ve derinleştirmek” “(AEP-Tarihi, Alm., Sf: 617) parti kongresinin temel şiarıydı. Teorik olarak esas sorun, halk demokrasisi ile proletarya diktatörlüğü arasında berrak olmayan ayrımın görülmemesi, bunun sorun yapılmaması ve bu sorundaki hataların aşılmaması idi. “Sınıf mücadelesinin sömürücü sınıfların üstesinden gelindikten sonra da toplumun ana itici gücü kalacağı” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 618), Arnavutluk’taki sınıf mücadelesinin o zamanlar d(iğerlerinin) y(anında) “ideolojik alanda gerçekleştiği” (age) ve bunun “insanların beyin ve yürekleri uğruna, bir mücadele, burjuva ve revizyonist yozlaşmaya karşı bir mücadele” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 619) olduğu, “ideolojik mücadelenin dolaysız bir şekilde kültür devrimine hizmet ettiği” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 626) doğru bir şekilde saptandı. Ekonomik gelişme ile ilgili olarak şu önlemler doğru bir şekilde konu edildi ve ele alındı: Tarımsanayi ülkesinden aynı zamanda kent ile kır arasındaki farkları küçülterek bir sanayi-tarım ülkesine geçişin gerekliliği. Adem-i merkeziyetçilik kapitalist ekonomiye götürür (Örnek: Yugoslavya). Tarımsal Üretim Kooperatiflerinde (Kolhozlar - ÇN) özel kullanımına izin verilen çiftlik toprağının küçültülmesi. Kafa işçileri çalışma zamanlarının üçte birini doğrudan üretime katılarak kullanmalıdır. Demiryolu inşası için gönüllü gençlik tugayları kurulmalıdır. Birikim fonları tüketim fonlarından muhakkak daha hızlı gelişmelidir; toplumsal çıkarlar kişisel çıkarların üstüne konmalıdır; anın çıkarı gelecek çıkarına tabi kılınmalıdır (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 632). 5. Parti Kongresi’nden sonraki dönemde iki önemli kitlesel kampanya vardır: “Dine, dini önyargılara ve gerici gelenek ve göreneklere karşı hareket” ve “Kadının bütünlüklü kurtuluşu için hareket”. Her iki harekette de devrimci başarılar elde edildi.

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

VII. AEP ve Kültür Devrimi

konması. Tüm rütbelerin (1944’de Ulusal Kurtuluş Ordusu için uygulanmaya konmuştu) kaldırılması; eş zamanlı olarak sosyalist inşanın bu aşamasında mutlak eşitlikçilik konusunda uyarma.

tılmayı reddetti. Bu, komünist dünya hareketinin resmen de bölünmesi anlamına geliyordu. Kruşçof’un Ekim 1964’de Sovyetler Birliği’nde devrilmesi, kısa bir süre için dünya hareketini şaşkınlık yarattı. AEP şu doğru pozisyonu savundu: Kruşçof’un devrilmesi büyük bir başarıdır, ama bu devriliş modern revizyonizmin sonu anlamına gelmez. “Revizyonizmin ne rotası, ne siyaseti ne de sosyal-ekonomik kökleri ortadan kalkmıştır.” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 591) Brejnef önderliğindeki SBKP tüm komünist partileri ve halk demokrasilerine müdahale etmeyi güçlendirdi ve bunu güya “dünya Komünist hareketinin birliğini” sağlama lafları ile cilaladı. “Yeni” Sovyet yönetiminin bu manevrası da AEP tarafından komünist dünya hareketini “bölme çabaları” olarak geri çevrildi.

(Devam edecek) ✓ 63


Bir panelin ardından

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

K

64

ÖZ 10 Kasım 2012’de konusu “Ekim Devrimi ve Troçkizm” olan bir panel gerçekleştirdi. Beyoğlu Bağlam Yayınları salonunda yapılan panelin konuşmacıları; İşçi Kardeşliği Partisi’nden Şadi Ozansu, Komünist Zemin dergisinden Zafer Dize, Köz gazetesinden Orhan Dilber’di. Bizler de yarı ve tam Troçkistlerin; Ekim devrimini, Ekim devriminde Troçki’nin rolünü nasıl değerlendirdiklerini dinlemek, konu hakkında görüşlerimizi ifade etmek için panele katıldık. Panelin açılış konuşmasında: “Bu panelin iki konuşmacısı daha olacaktı. Kendilerini de bu panele davet ettik, onlar da çağrımızı kabul etmişlerdi. Bunlardan biri DİP, diğeri ise Marksist Bakış idi. YDİ Çağrı ile Esenyurt’ta yaptığımız Troçkizm paneli sonrası kendi işlerinin yoğunluğundan dolayı ve Troçkizm konulu panelden dolayı bize tepkilerinden dolayı bu panele katılmayacaklarını söylediler.” Bilgisi verildi. II. Bölümden oluşan panelin I.bölümünde konuşmacılar 20’şer dakika konuştu. Sorulara 20 dakika zaman ayrılmıştı. 8 kişi soru sordu. Görüşlerimizi ifade etmek özel olarak söz istedik. Zamanın az olduğu gerekçesi ile 3 dakika süre verildi. Bu süre içinde ne kadar görüş ifade edilebilinirse, kısaca konuşmacıların konuşmaları hakkında üç noktada görüşlerimizi ifade ettik.

II. bölümde konuşmacılar kendilerine sorulan sorulara 20’şer dakika konuşarak cevap verdi. Kendisi de yarı Troçkist olan, Troçkizmin kimi önemli görüşlerini savunan KÖZ; açık Troçkist iki grup ile “Ekim Devrimi ve Troçkizm” konulu panel yaptı. Panelde kimin ne söylediğini aktarmaktan ziyade, panelde yaptığımız konuşmada da değindiğimiz kimi noktalarda tavır takınmak istiyoruz.

Lenin’in İki Taktik eserindeki devrim anlayışı nedir? Orhan Dilber konuşmasında: 1917’de devrim konusunda Lenin’in İki Taktik’teki görüşlerinden vaz geçtiği, Troçki’nin görüşlerine yaklaştığı Troçkist efsanesinin palavradan ibaret olduğunu söylerken haklı pozisyondaydı. Panelin konuşmacılarının hiçbiri de bu görüşü savunmadı. Ancak Orhan Dilber Lenin’in İki Taktik’teki devrim anlayışını özetlerken başka bir yanlışa düştü: “Lenin İki Taktik’te tek devrimden bahseder. Sınıfsız toplumun yolunu açacak sosyal devrim. Şubat devrimi İki Taktik’te öngörülen devrim değildir. Şubat devrimine demokratik devrim demek Menşevizmdir. Ekim devriminden sonra sosyal devrim olmadı.” Sosyo-ekonomik yapıya göre değil, özneye göre devrim aşamasını savunan Orhan Dilber Lenin’in


Orhan Dilber’in Şubat devriminin demokratik devrim olarak adlandırılmasına itirazı var. O’na göre: “Şubat devrimi demokratik devrim değildir. Şubat devrimine demokratik devrim demek Menşevizmdir. Şubat devrimi İki Taktik’te ön görülen devrim değildir.” İki Taktik’te ön görülen devrim ne idi? İşçi sınıfı önderliğinde, işçi köylü ittifakı temelinde, iktidar hedefi İKDDD olan, Çarlık rejimi yıkacak olan demokratik devrim. 1917 yılında Şubat ayında Rusya’da demokratik devrim Bolşeviklerin ön gördükleri biçimde gerçekleşmedi. Orhan Dilber’in “Şubat devrimi İki Taktik’te ön görülen devrim değildir” itirazını; Rusya’da kendilerine “eski Bolşevikler” diyenler Nisan 1917 yılında Lenin’e karşı getiriyorlardı. Bu itiraza Lenin şu cevabı vermişti: “Bolşevik şiar ve düşünceler tarih tarafından genelde tamamen onaylanmıştır, fakat somut olarak olaylar, benim ( ya da başka birinin) bekleyebileceğinden başka biçimde şekillenmiştir, daha orijinal, daha kendine özgü, daha renkli.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, İnter yayınları, sayfa 23) Çarlık iktidarını yıkan Şubat devriminden sonra, Rusya’da ikili bir iktidar ortaya çıktı. Bir yanda emperyalist burjuvazinin önderliğinde Geçici Hükümet; diğer yanda ise işçilerin, köylülerin, askerlerin iktidar organı olan İşçi-Köylü-Asker Sovyetleri. “1917 Şubat-Mart Devrimi’ne kadar Rusya’da devlet erki eski bir sınıfın, başta Nikola Romanov olmak üzere derebeyi soylu büyük toprak sahiplerinin elindeydi. Bu devrimden sonra devlet erki başka, yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin elinde bulunmaktadır. Devlet erkinin bir sınıfın elinden başka bir sınıfın eline geçişi, bu kavramın gerek tam bilimsel gerekse de pratik-politik anlamında, devrimin en önemli, temel birinci özelliğidir. Bu ölçüde Rusya’da burjuva ya da burjuva-demokratik devrim sona ermiştir.” (a.g.k. syfa 22) Lenin’e göre Şubat devrimi burjuva demokratik devrimdir. Bu devrim çarlık iktidarını yıkmış, iktidar yeni bir sınıfın burjuvazinin eline geçmiş, bu anlamda burjuva devrim Rusya’da sona ermiştir. Şubat devrimine demokratik devrim denilmesini Menşevizm olarak adlandıran Orhan Dilber’in yanlış tespiti hakkında Lenin’den bir alıntı daha yapalım: “Rusya’da Şubat Devrimi ile devlet iktidarı yeni bir sınıfın, burjuvazinin ve burjuvalaşmış toprak ağaları-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Şubat devrimi burjuva-demokratik devrimdir!

devrim anlayışını tahrif etmektedir. Nedir Lenin İki Taktik’te ortaya koyduğu devrim anlayışı? Lenin İki Taktik adlı eserinde: Burjuva demokratik devrimin önderi olarak görülen burjuvazinin gericileştiğini, burjuvazinin demokratik devrimi sonuna dek ilerletmek diye bir sorunu ve programı olmadığını; demokratik devrimi sonuna kadar ilerletmenin proletaryanın çıkarına olduğunu; Rusya’da demokratik devrimin işçi sınıfı önderliğinde, işçi köylü temel ittifakına dayanılarak, işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü şiarı ile gerçekleştirilebileceğini; demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında Çin seddi olmadığını ortaya koyar. Demokratik devrimden sosyalist devrime durmaksızın geçmek için tek kıstasın “işçi sınıfının bilinci ve örgütlenme ve işçi sınıfı ile yoksul köylülüğün ittifak derecesi” olduğunu ortaya koyar. Lenin aşamalı kesintisiz devrim anlayışını savunur. “Proletarya, otokrasinin direnişini şiddet yoluyla kırmak ve burjuvazinin yalpalayan tavrını etkisizleştirmek için, köylülüğün büyük kütlesini yanına çekerek demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir. Proletarya, burjuvazinin direnişini şiddet yoluyla kırmak ve köylülük ve küçük burjuvazinin yalpalayan tavrını etkisizleştirmek için halkın yarı proleter unsurlarını yanına çekerek sosyalist devrimi gerçekleştirmelidir.” (Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, İnter yayınları, sayfa 116) Lenin İki Taktik eserinde, demokratik devrim ve sosyalist devrim kavramlarını kullanır. Bu kavramları kullanırken, kavramların içeriğinden ne anladığını da ortaya koyar. Lenin’e göre işçi sınıfı önderliğindeki demokratik devrimin iktidar hedefi, işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğüdür. İKDDD şartlarında sınıf mücadelesi kesintisiz sürdürülecek, yarı yolda durulmayacak, işçi sınıfı yoksul köylülük ile birlikte sosyalist devrime yürüyecek; proletarya diktatörlüğü şartlarında sosyalizmi inşa edecektir. “Tüm halkın ve özellikle de köylülüğün başında – tam özgürlük için, tutarlı demokratik devrim için, cumhuriyet için! Tüm emekçilerin ve sömürülenlerin başında- sosyalizm için! Devrimci proletaryanın politikası gerçekte bu olmalıdır, devrim zamanında her taktik sorunun çözümünü ve işçi partisinin atacağı her pratik adımı belirleyecek ve ona baştan sona nüfuz edecek sınıf şiarı bu olmalıdır.” (a.g.k. sayfa 130) Aktardığımız iki alıntıdan da görüleceği üzere Lenin’in devrim anlayışı açık ve nettir.

65


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 66

nın eline geçmiştir. Bu anlamda Rusya’da Burjuva-De- devrim olduğu” düşüncesini savundu. mokratik Devrimi tamamlanmıştır. İçinde bulunduğuKöylülük diye bir sınıf tanımayan, sınıf denilince muz dönemin özelliği, devrimin birinci aşamasından aklına sadece işçi sınıfı gelen, saf işçi devrimini sa–ki bu aşamada proletarya bilinçlenme ve örgütlenme vunan Ozansu’nun tüm devrimleri proleter devrim düzeyi geri olduğundan iktidarı burjuvaziye kaptır- görmesi bir anlamda anlaşılırdır. O tüm devrimlere mıştır- ikinci aşamasına geçiş içinde bulunmamız- baktığı zaman sadece işçi sınıfını görmektedir. Şedır. Bu ikinci aşamada iktidar burjuvazinin elinden masında, kafasında saf işçi devrimi vardır. Objektif alınmalı ve proletaryanın ve köylülüğün en yoksul gerçeklik farklı, Ozansu’nun kafasındaki gerçeklik kesiminin eline geçmelidir.” (Lenin, Taktik Hakkında farklıdır. Objektif gerçeklik şudur: Nüfusun önemMektuplar, Nisan Tezleri ve Ekim devrimi, aktaran li bir bölümünü köylülüğün oluşturduğu ülkelerde, Ekim Devrimi Üzerine, H. Yeşil, Dönüşüm devrimlerde işçi sınıfı önder güç olmasıYayınları, sayfa 16) na rağmen, işçi sınıfının müttefiki Lenin’e göre Şubat devrimi köylülük ile ittifak olmadan burjuva demokratik devdevrimin başarıya ulaşması Bürokratik komprador rimdir. Rusya’da Mart mümkün değildi. Hele sermaye ve emperyalist serma1917’de Çarlığın yıkılhele nüfusunun yüzde ması anlamında de80’nin köylü olduğu ye kamu mülkiyetine dönüştürüldü. mokratik devrim Rusya’da, Çin’de Demokratik devrimden sosyalist devtamamlanmıştı. köylülük ile ittifak Fakat demokrime geçiş sürecinde hatalar yapıldı. Mao kurmadan devratik devrimin rim mümkün Zedung 1957 yılında “burjuvazi ile birlikte değildi. daha çözülmesi gereken bir dizi Çin’de 1949 sosyalizmin inşası” yanlış görüşünü savungörevi vardı. Bu yılında ÇKP’nin du. Geçiş sürecinde yapılan hatalar sonu- önderlik ettiği, görevler Ekim sosyalist devrimi işçi sınıfı öndercu, Çin’de gerçek anlamda sosyalizm tarafından çözülliğinde, işçi-köylü inşa edilemedi. Burjuvazi Rusya’da dü. temel ittifakına dayalı demokratik halk olduğu gibi bir bütün olarak tasÇin’de burjuva devrimi başarıya ulaştı. fiye edilemedi. mülkiyet ilişkileri Feodalizmin ve komprador tasfiye edildi mi? bürokrat kapitalizmin iktidarı İKP’den (İşçi Kardeşliği Partisi) yıkıldı. Yerine işçi-köylü-şehir küTroçkist Şadi Ozansu konuşmasında işçiçük burjuvazisi- milli burjuvazinin ortak lerin köylülerin demokratik diktatörlüğü (İKDD) ile iktidarı kuruldu. Troçkist sürekli devrim tartışmalarının aşıldığını, bu Bürokratik komprador sermaye ve emperyalist sertartışmaların geçmişte kaldığını, Ekim devriminden maye kamu mülkiyetine dönüştürüldü. Demokratik sonra tüm devrimlerin Troçkist sürekli devrim tezini devrimden sosyalist devrime geçiş sürecinde hatadoğruladığını söyledi. lar yapıldı. Mao Zedung 1957 yılında “burjuvazi ile Tüm devrimlerin, Troçkist sürekli devrim tezini birlikte sosyalizmin inşası” yanlış görüşünü savundoğruladığı iddiası palavradan ibarettir. Demokratik du. Geçiş sürecinde yapılan hatalar sonucu, Çin’de devrimde köylülüğün oynadığı devrimci rolü inkar gerçek anlamda sosyalizm inşa edilemedi. Burjuvazi eden, köylülüğün önemini yadsıyan, saf işçi devrimi- Rusya’da olduğu gibi bir bütün olarak tasfiye edileni savunan Troçkistlerin sürekli devrim tezini hiçbir medi. devrim doğrulamamıştır. Burjuvazinin bir bölümünün iktidarda olduğu, işPalavra atmada sınır tanımayan Ozansu konuşma- letmelere sahip olduğu, kardan pay aldığı bir yerde; sında; Çin’de devrimden sonra “burjuva mülkiyet Ozansu’nun iddia ettiği gibi “burjuva mülkiyet ilişilişkilerinin tasfiye edildiğini, Çin devriminin pro- kilerinin tasfiye” edilmesi mümkün değildir. leter devrim olduğunu, bütün devrimlerin proleter Kasım 2012 ✓


güncel

Nepal hakkında karar

ICOR

’un ICC (Uluslararası Eşgüdüm Komitesi - ÇN) Nepal’deki şu andaki durum üzerine ayrıntılı tartışmadan sonra şu sonuçları çıkardı: 1. Anayasa yapıcı Meclis’in (CA) bir anayasa hazırlamaksızın 27 Mayıs 2012 gece yarısı dağıtılması Nepal’in demokratik sürecinde geriletici bir darbe anlamına geldi ve orada çok kritik ve karmaşık bir siyasi durum yarattı. 2. ICOR bununla ilgili olarak Cumhuriyeti veya bir bütün olarak demokratik sistemi güvence altına almak için zamanında önlemlerin alınmasının zorunluluğunu vurgular. Mevcut siyasi durumun kötüleşmesi devam ederse, bu halde birincisi; 2006 Nisan-Hareketi’nin ve cumhuriyetçi ve demokratik sistemin tarihsel kazanımlarının bir bütün olarak ortadan kalkması ve diktatörlüğün bu veya şu türüne geri dönüş yoluna girilmesi; ikincisi Nepal’in ulusallığının, egemenliğinin, bütünlüğünün ve bağımsızlığının tehdit edilmesi ve iflas etmiş bir ulus olarak ilan edilmesi çok muhtemeldir. 3. Nisan-Hareketi, tüm sol, demokratik siyasi partiler, örgütler ve güçlerin birliği sonucu geriye dönüşe karşı koymayı başardı. Nisan-Hareketini destekleyen siyasi parti ve örgütlerin bu birliğinin sürdürülmesi, Nisan-Hareketinin kazanımlarını ve Cumhuriyeti korumak veya demokratik bir anayasa çıkarmak için bugün de hâlâ ulusal bir gerekliliktir. 4. Şuandaki kritik ve zor durumdan çıkış, Anayasa yapıcı Meclisin dağıtılmasıyla henüz bitmemiş bir görev olan demokratik bir anayasa ile mümkündür. Ve bu görev Anayasa yapıcı bir Meclisin yeniden seçilmesiyle tamamlanabilir ve tamamlanmalıdır. Bu ise, Nisan-Hareketini destekleyen parti ve örgütlerin seçimleri gerçekleştirmek amacı için uzlaşan bir hükümet kurmak konusunda anlaşmak zorunluluğunu gerekli kılar. 5. Ülkenin gerici güçleri mevcut bu siyasi durumu kullanmakta ve Cumhuriyet ile demokratik sistemi başarısızlığa uğratmak ve monarşiyi yeniden getirmek için her şeyi harekete geçirmektedirler. Buna

benzer tarzda Amerikan emperyalizmi ile Hindistan yayılmacılığı ülkenin ulusallığını, egemenliğini ve bütünlüğünü zaafa uğratmaya veya engellemeye planlı bir şekilde çalışmaktadırlar. Bu nedenle sol, demokratik ve yurtsever güçler, ülkenin gerici güçler vasıtasıyla gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında karşı karşıya bulunduğu tehlikelerden kurtarılması için bir araya gelmelidirler. Nepal’in geleceği bunun ne kadar başarılı olacağına bağlıdır. 6. Nepal halkının başlıca sorunlarının çözümünün, siyasi, ekonomik ve sosyal sistemin radikal bir değişikliği ile gerçekleşeceği ve bunun ancak başarılı demokratik /ya da yeni demokratik bir devrim ile mümkün olduğu konusunda sağlam kanıya sahibiz. Siyasetimizi, programımızı ve ajitatif eylemlerimizi sürdürerek devrim için zemini hazırlıyoruz ve bunun uğruna mücadele etme hakkını kendimizde buluyoruz. Şu andaki durumda esas çabalarımızı demokratik sistemi sağlamlaştırmak ve ulusallığı savunmak için bunun üzerine yoğunlaştırmalıyız. Bu görevlerin yerine getirilmesi radikal değişiklikler veya daha yüksekçe öze sahip bir devrim için subjektif ve objektif koşulları yaratacaktır. 7. İCOR, kendisinin Nepal halkının haklı mücadelesinin, bugün demokrasi davası ve milliyet için ve uzun vadeli olarak devrim davası için daima yanında bulunacağının güvencesini verir. (İCOR’un bu kararı Almanca’dan Türkçeye çevrilmiştir.) ✓

67



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.