İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
EYLÜL/EKİM 2013/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X165
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu, yaz aylarının ardından yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayımızı yayına hazırlarken emperyalistler ve onun Türkiye gibi işbirlikçileri, Suriye’ye yönelik yeni bir emperyalist saldırının hazırlığı içerisindeler. Bu saldırıdan en çok zarar görenler yine işçi ve emekçi halklardır. Çünkü bu savaş bizim değil egemenlerin çıkarları için yürütülen bir savaş olacaktır. Dergimizin başyazısını “Suriye’ye emperyalist müdahaleye hayır!” başlığıyla Suriye’deki bu gelişmelere ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. AKP, gezi olaylarının ardından ne kadar çevreci olduğunu, ağaç dostu olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Bu sayımızda AKP’nin bu konudaki sahtekarlığını teşhir eden detaylı bir değerlendirme yazısını okuyabilirsiniz. Gezi direnişi ile ilgili bir diğer yazımız kimi devrimci çevrelerin gezi direnişinden çıkardıkları yanlış sonuç ve değerlendirmeleri ele alan bir yazı. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Rojava’da, Türk Devletinin de bizzat desteklediği gerici ve
faşist güçlerin Kürt ulusuna yönelik saldırılarını teşhir eden ve Rojava ile dayanışmaya çağrı yapan bir makale bulabilirsiniz. Ağustos ayı içerisinde yaşanan bir diğer önemli gelişme, Ergenekon davasında kimi üst düzey askeri yetkililere darbeye teşebbüsten verilen ağır hapis cezaları oldu. “ Darbecilerle hesap bitmedi” başlıklı makaleyi ilgiyle okuyacağınızı tahmin ediyoruz. Panorama sayfalarımızda bir kez daha Mısır’da yaşanan son gelişmeleri ve Brezilya’daki gelişmelerin ele alındığı iki yazıya yer verdik. Kavganın Doğrusu, Doğrunun Kavgası sayfalarımızda bu kez Stalin’e ve ona yönelik antikomünist saldırılara yer verdik. Sayfalarımızın devamında ise bir okurumuzun “AKP Faşizmi” tespitimizi eleştiren bir yazısını ve buna verilen cevap yazısını okuyabilirsiniz. Son olarak gençlik sayfalarımızda kapitalizm şartlarında gerçek barışın ne anlama geldiğini irdeleyen bir yazı bulabilirsiniz. Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle... YDİ Çağrı Eylül 2013 ✓
İÇİNDEKİLER GÜNDEM Suriye’ye Emperyalist Müdahaleye Hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Akp’nin Çevreciliği Yalan ve Talan Üzerinde Yürüyor!. . . . . . . . . . . . 5
PANORAMA “Kontrollü geçiş süreci” DARBE yedi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 “20 Cent Devrimi” ya da “Sirke Devrimi”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
GÜNCEL Gezi direnişi ve yanlış değerlendirmeler yumağı.... . . . . . . . . . . . . 15
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI Stalin’den Öğrenmek Yenmeyi Öğrenmektir! . . . . . . . . . . . . . . . . . 40 “AKP Faşizmi” Mi Yoksa Devlet Faşizmi Mi?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45 “Akp Faşizmi” Mi Yoksa Devlet Faşizmi Mi? Başlıklı Yazı Üzerine. 47
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN ROJAVA İLE DAYANIŞMAYA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 GÜNCEL Darbecilerle hesap bitmedi!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
2
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Kapitalizm olduğunda “barış” bu kadar olur. Sosyalizmde ise gerçek barış olacaktır. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 165 · Eylül/Ekim 2013 • ISSN 1301692X165 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net
İ
ki yılı aşkın bir süredir Suriye’de kan gövdeyi götürüyor. Arap Baharı Suriye’ye faşist Esad rejimine karşı halkın bir bölümünün demokrasi talepleri ile barışçı sokak eylemlerine geçmesi biçiminde yansıdı. Esad rejiminin başlangıçtaki bu silahsız eylemlere cevabı, yoğun silahlı saldırılarla bu eylemleri ezmeye çalışmak biçiminde oldu. Halkın bir bölümünün haklı demokratik taleplerle başlattığı silahsız eylemler yerini giderek kanlı bir iç savaşa dönüşen silahlı çatışmalara bıraktı. İki buçuk yıl içinde yüzbinin üzerinde insanın hayatını kaybettiği, milyonlarca insanın Suriye içinde ve dışında göçe zorlandığı bu iç savaşta bütün emperyalist büyük güçler ve bölgedeki bütün gerici güçler şu veya bu biçimde yer aldılar, alıyorlar. Kimi Esad rejiminin yanında, kimi Esad rejimine karşı mücadele eden, kendi içinde çok parçalı, içinde önemli ölçüde açık İslamcı şeriatçıları da barındıran muhalif güçler yanında, arkasında kendi emperyalist ve gerici çıkarlarının savunulması savaşı yürüttüler, yürütüyorlar. Suriye’deki savaş çoktan Suriye’nin içindeki bir iç savaş olmaktan çıkıp, emperyalist çıkarların yoğun bir biçimde kozlarını paylaştığı bir mini dünya savaşına dönüşmüş durumda. Faşist Esad rejimi için savaş, kendi kanlı faşist iktidarını ne pahasına olursa olsun sürdürmeye yönelik bir ölüm kalım savaşı. Arkasında emperyalist büyük güçlerden Rusya ve Çin “meşru rejimi destekleme”, “iç işlere karışmama”, “İslamcı terörizme karşı olma” vs gerekçeleri ile duruyor. Bölgesel güçlerden ise faşist Şeriatçı Şii İran rejimi; onun desteğinde ve kontrolündeki Hizbullah rejiminin destekçileri. Türkiye’de başta ulusalcılar olmak üzere, anti RTE-AKP cephesinin kimi unsurları da yer yer güya anti emperyalizm” adına Esad rejimini destekliyorlar. Suriye’de Esad rejimine karşı mücadele eden güçler arasında bir birlik yok. Savaşan güçler arasında görünen o ki ağırlık batılı emperyalistlerin güvenmediği İslamcı, Sünni şeriatçı güçlerin elinde.
gündem
Suriye’ye Emperyalist Müdahaleye Hayır! Batılı emperyalistler bugüne kadar bütün çabalarına rağmen, Esad sonrası için güvenebilecekleri, kendi kontrolleri altındaki bir iktidar alternatifini yaratabilmiş durumda değiller. PYD/YPG önderliğindeki Kürtler savaşın yarattığı iktidar boşluğunda, Rojava’da kendi öz yönetimlerini kurma yönünde haklı bir savaş yürütüyor. Batılı emperyalist güçlerin bu arada Türkiye’nin de bütün muhalefeti batının kontrolünde bir çatı altında birleştirme çabalarında YPG kendi bağımsız konumunu korumaya çalışıyor. Türk devleti şeriatçı İslamcı çeteleri Kürtlerin üzerine salıyor. Rojava’da Kürtlerin Esad karşıtı muhalefetin parçası olmalarını, özerklik ilan etmemelerini istiyor. Batılı emperyalistler bugüne kadar bütün çabalarına rağmen, Esad sonrası için güvenebilecekleri, kendi kontrolleri altındaki bir iktidar alternatifini yaratabilmiş durumda değiller. Bu yüzden aslında Esad’ın devrilmesinden yana olan batılı emperyalistlerin muhalefete desteği sınırlı kaldı. Suudi Arabistan, Katar, Türkiye açıktan silah ve parayla ve her şeyden önce lojistik destek ve korunaklı bir cephe gerisi sağlama açısından pratik destek bağlamında şeriatçı muhalefetin esas dayanakları oldular. AKP hükümeti başlangıçta biraz da batılı emperyalist güçlerin gazına gelerek, anti Esad tavırlarda en öne çıkan güç haline geldi. AKP hükümeti BM kararıyla Suriye Esad rejimine karşı askeri bir saldırı için diplomatik çabalar yürütürken, batılı emperyalist güçlere de Suriye muhalefetine yeter destek vermedikleri yönünde eleştiriler getirdi. Suriye’de Esad rejimine karşı bir dış askeri müdahalenin en ateşli savunucularından biri olarak
3
gündem 4
öne çıktı. Türk devletinin, AKP hükümetinin Suriye’ye askeri müdahale konusunda çok istekli olmasının nedeni, O’nun Ortadoğu’da yayılmacı, büyük bir güç olma siyaseti ile ilintilidir. Ortadoğu yeniden şekilleniyor. Bu şekillenmede Türk devleti aktör olmak, büyük güç olmak, pastadan pay kapmak istiyor. Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyinden bir askeri müdahale kararına veto koyacaklarını açıkladıkları yerde, Suriye’ye doğrudan bir askeri dış müdahalenin uluslararası hukuki dayanak kılıfının olamayacağı açık olarak görüldü. Bu noktada bir dış müdahale, daha önce Yugoslavya’nın parçalanmasında olduğu gibi, BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın, “İnsanlığa karşı suçu önlemek” gerekçesiyle “gönüllüler koalisyonu” tarafından yapılacak bir müdahale olarak kurgulanmaya başlandı. Bunun da ön şartı ABD tarafından “Kimyasal silah kullanımı” olarak açıklandı. Şimdi ortada kimin nasıl kullandığı belli olmasa da kimyasal silah kullanımı sonucu yüzlerce ölü olduğu olgu. ABD hükümeti, Fransa, İngiltere, Suriye muhalefeti adına konuşanlar açısından bu “insanlık suçu”nun faili de belli: Suriye rejimi. Türkiye’de AKP hükümeti açısından da bu zaten en başından itibaren belli. Rusya, Suriye rejimi, İran açısından ise, daha kimyasal silah kullanılmış olup olmadığı bile belli değil; kullanılmış olması halinde ise bu “bir provokasyon” ve Suriye’ye karşı saldırıyı kışkırtmak için “İslamcı teröristler”in marifeti. Bu arada BM adına bir heyet hala bölgede araştırmalar yapıyor. Sonuç şimdiden belli: Kimyasal silah kullanımı sonucu yüzlerce kişi ölmüştür. Kimin yaptığını araştırma ise zaten bu heyetin işi değildir. Sonuçta kimin yaptığı sorusuna verilecek cevabı belirleyecek olan gerçeğin ne olduğu değil, savaşan güçlerin andaki siyasi hesapları ve çıkarlarıdır. Savaşta ilk yenilen zaten gerçeğin kendisidir. Propagandadır gerçek denilen şey! Şimdi Güvenlik Konseyinde sorun tartışılacak; taraflar bilinen tavırlarını açıklayacaklar, ortak bir karar çıkmayacak ve fakat batılı emperyalistler; ABD önderliğinde “Kimyasal silah kullanıldığı”, “sorumlunun Suriye rejimi olduğunun açık olduğu” ve bunun cezasız bırakılamayacağı gerekçeleriyle, sınırlı bir askeri harekatla Suriye Esad rejiminin kimi hedeflerini füzelerle, hava saldırılarıyla vuracak, rejimin askeri gücünü zayıflatmaya çalışacaktır. Henüz
alternatif yaratılmamış olduğu için hedef doğrudan “rejim değişikliği” olarak değil, “Kimyasal silah kullanımının uluslararası toplum tarafından” kabul edilmeyeceğinin gösterilmesi olarak açıklanmıştır. Bunun yalnızca Suriye’deki Esad rejimine karşı değil, Suriye halkına ölüm getirecek bir emperyalist askeri saldırı olacağı gözlerden gizlenmektedir. Emperyalist ülkeler için söz konusu olan kendi çıkarlarıdır. “Sivillerin zarar görmesi, insan hakları, insanlığa karşı suç” vb. çıkarlara geçirilen maskedir. Kimyasal silahları üreten, kimyasal silah üretme tekniğine sahip olan, bu tekniği kimi ülkelere satan emperyalistlerin kendileridir. Şimdi kimyasal silah kullanılmasına karşı görünmeleri sahtekârlıktır, iki yüzlülüktür! Emperyalistlerin yürüttükleri savaşlarda sivilleri düşünmedikleri geçmişte yürüttükleri savaşlarla belgelidir. Yapılacağı ilan edilen, gelecek olan saldırı, hangi maske ile gizlenirse gizlensin, emperyalist haydutluktur, emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkar kapışmasının bir yansımasıdır. Bu saldırıya karşı çıkmak “elinizi Suriye’den, bütün Ortadoğu’dan çekin” demek, bütün savaş karşıtlarının, demokratların, sosyalistlerin görevidir. Suriye’de faşist Esad rejimine karşı ayaklanma, bu rejimin devrilmesi, yerine demokratik bir rejimin geçirilmesi için mücadele haklı ve meşru bir mücadeledir. Görev bu mücadele içinde gerçek demokrasi güçlerine destek vermektir. Emperyalist müdahalelerin ise böyle bir amacı ve derdi yoktur. Suriye halklarının geleceğini ancak Suriye halklarının kendisi belirleyebilir. Emperyalist ve gerici güçlerin müdahaleleri bu mücadeleye yalnızca zarar vermektedir. Kurtuluş ya halkların kendi elindedir, ya da kurtulma adına yalnızca emperyalizme bağımlı iktidarlar el değiştirecektir. Gerçek demokrasi, özgürlük ancak işçilerin, emekçilerin kendi siyasi iktidarları ile kazanılacaktır. Gerçek demokrasi özgürlük için, işçilerin emekçilerin iktidarı için, sömürüye karşı, emperyalist gerici savaşlara karşı, yeni bir dünya için, sosyalizm için mücadeleye, örgütlenmeye! Türk devleti elini Suriye’den çek! Baş düşman dışarıda değil içeride! Emperyalistlerin hazırlandığı Suriye’ye askeri müdahaleye karşı çıkalım. Emperyalist müdahaleye hayır! Emperyalist savaşa hayır! 29.08.2013 ✓
gündem
AKP’nin Çevreciliği Yalan ve Talan Üzerinde Yürüyor! Evet, bugün enerjide dışarıya bağımlı olduğumuz hayatın gerçeği. Ama hayatın diğer bir gerçeği de, bu bağımlılığı sağlayanların TC hükümetleri olduğudur. Şimdi AKPHükümeti ve O’nun başı kalkmış, kendine ait olmayan bir teknik ile yapılacak atom santralleriyle bu bağımlılıktan kurtulacağız diyorlar! Ey beyhude! Bırak sen 3. Atom Santralini kendin yapma hayalini, elin adamı kendi yaptığını, yarattığı canavarı kontrol edecek durumda değil!
T
üm Cumhuriyet tarihindeki hükümetler gibi AKP-Hükümeti de çevre düşmanı bir hükümettir. Ama onlar bin bir yalanla doğaya, çevreye uyguladıkları talanı gizlemeye çalışırlar, gizlerler. Andaki AKP hükümeti çevre hareketinin gelişmesi ve yer yer AKP yalanlarını açığa çıkarması sürecinde çevreciliğe daha bir önem veriyor görünüyor. Tabii bu yalanların daha da artması demek. Öyle ki talan arttıkça yalan da artıyor.
Yalanda sınır yok: 2,8 milyar ağaç dikmişler! RTE, GEZİ Direnişçilerini „çapulcu“, yıkıcı, devlet malına zarar verici ilan etti. Gerçeği araştırma imkânı olmayanlara AKP’yi ve kendisini „en büyük“ çevreci olarak yutturmaya çalıştı. RTE alanlara topladığı insanlara gerçekle alakası olmayan nutuklar attı! Atıyor! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Gezi Direnişi karşısında devlet imkânlarıyla yaptığı Ankara Sincan, İstanbul Kazlı Çeşme/Samsun mitinglerinde gırtlağını yırtarcasına bağırarak iktidarları döneminde 2,5 milyar ağaç diktiklerine defalarca vurgu yaptı. Hatta bu sayıyı Erzurum mitinginde 2,8 milyara yükselti. Önce ajitasyon ve demagojilerdeki farkın ne olduğunu anlamakta yarar var. Bahsi geçen yalan rakamı 1,5 milyardan başlar; en yüksek noktası ise 4,5 milyara yükselen ağaç sayısıdır. 1,5 ile 4,5 milyar arasın-
daki rakam 3 milyar ağaç demektir. Her 5-6 metre aralıklarla ağaç dikerseniz 1 dönüme sığdıracağınız ağaç sayısı 30-40 arasındadır. Bu da 75-100 milyon dönüm alan demektir. Yani işkembe-i kübradan atılan rakamlar arasındaki fark 100 milyon hektar alan demektir. Gerisini siz hesaplayın… Varsayalım ki Başbakan RTE’ın dediği rakam doğru... RTE’ın sıkça vurgu yaptığı 2,8 milyar ağacın hesabını yaparsak çıkan sonuç nedir? Birlikte görelim: 2,8 milyar ağaç diktik iddiasının karşılığı 80-90 milyon dönüm alan demektir. Bu da 8-9 milyon hektar alana tekabül eder. Bunun km² hesabı yapıldığında 80-90 bin km² -lik alanı içermektedir. Türkiye‘nin toplam yüz ölçümü 780 bin km² dir. Yani AKP palavracıları Türkiye’nin en az yedide birini ağaçlandırdık diyorlar. Nerede bu ağaçlar? Yalanın bu kadarı az rastlanan durumdur. Yoksa bunlar kendi kontrollerindeki belediyelerin diktikleri çiçek fidanlarını da mı ağaç kategorisinde değerlendiriyorlar? Bu yalanlar talan edilen ormanlık ve ağaçlık alanların hesabını karartmak içindir. Rantlarının üstünü örtmek içindir. İşledikleri yeşil alan “cinayetleri”nin görülmesini engellemek içindir! Yalanda sınır yok: Nükleer enerji/nükleer santral yalanları! Gerçekten Türkiye’nin atom enerjisine/nükleer enerjiye ihtiyacı var mı? AKP’ye, Başbakan RTE ve
5
gündem 6
atom lobicilerine göre var! Hem de zaruri! Peki, bu zarurilik nerden geliyormuş? AKP’ye ve RTE’ye göre; 1) ‘Her 7-10 yılda bir enerji tüketimimiz ikiye katlanacakmış!, çünkü sanayileşiyormuşuz!’ Sanayileştiğimiz doğrudur, ama her 7-10 yılda ikiye katlandığı, AKP palavrasıdır. Alın size ekonomik büyüme rakamları, (2002: % 7,9, 2003: % 5,9, 2004: % 9,9, 2005: % 7,6, 2010: % 9,2, 2011:% 8,8 2012 : % 2,2, 2013 beklentisi ise %4 dür... GSH’nın sanayi payı % 29,6, hizmet sektörünün payı ise % 58,5’ dir. Toplam çalışanlarda sanayinin payı % 19,3, hizmet sektörünün ise % 44,5 dir. Bu rakamlar ortada iken enerji tüketiminin ikiye katlanacağı iddiası palavradan başka bir şey değildir. 2) ‘8,2 milyar dolarlık doğalgazdan elde edilen elektrik nükleerden 400 milyon dolarla elde e d i l i r m i ş , doğalgaz fiyatları yarıya inse bile gene nükleer enerji ile yarışamazmış.’ Sanki, atom karşıtları atomun alternatifi olarak “doğal gaza devam“ mı diyorlar da böyle bir polemiğe ihtiyaç duyuluyor?!! Nükleeri doğal gazla yarıştır, diyen kim? Biz diyoruz ki, tüm çevre düşmanı enerji kaynaklarının yegâne alternatifi yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Geçerken söyleyelim, kimse sana 400 milyona atom reaktörü kurmaz! Son yapılan nükleer santral anlaşması 400 milyon değerinde miydi?!!! Rantı gizlemek için söylenen kaba bir yalandır bu. 3) ‘2012-2036 yıllarında Türkiye ortalama 12,34 Cent’ten elektrik satın alacakmış, bu nükleerde 1 Cent, amortismanlı hesaplanırsa 8 Cent olacakmış!’ Bu da nükleer santrallerin gerekliliğini haklı çıkarmak için söylenen yalanlardan birisidir. Doğmayan çocuğa don biçme misali, tüm propaganda gelecek ile ilgili. Sen önce bugün ne yaptığına bak! Önce elindeki nimetlerin değeri bil! Uzun vadeli düşüneceksen, bugünden yatırımın ağırlığını yenilenebilir enerji kaynaklarına yönlendir! Atomdan ucuz elektrik elde edeceğiz sizin palavranız. Rekabet Kurulunun görüşüne ve Rus Rosatom ile yaptığınız antlaşmaya göre TEDAŞ kWh- kilovat/saati- 23 kuruştan alacak ve buna 8 kalem ekler yapacak ve tüketiciye vardığında fiyat 33-35 kuruş olacak. Bunu cente vurduğunuzda andaki kur hesabıyla ortaya çıkan rakam 18-20 centtir. Buna ucuz diyenin aklı ile bir problemi olsa gerek! Riskler bu hesabın içinde değil! Gelecek hesabı yapanlar gerçekte geleceğimizi rehin altına alıyorlar! 4) ‘Üçüncü nükleer santrali belki de Türkiye olarak
kendimiz yapacağız. Enerji ihtiyacımızın yüzde 72’sini dışarıdan alıyoruz.’ RTE (09.05.2013) ‘Nükleer santral inşa ederek hem ucuz elektrik üretecekmişiz! Böylece hem dışa bağımlılıktan kurtulacağız hem de karbon salınımını azaltarak çevreyi çok daha fazla güçlendirmiş olacakmışız...!’ Evet, bugün enerjide dışarıya bağımlı olduğumuz hayatın gerçeği. Ama hayatın diğer bir gerçeği de, bu bağımlılığı sağlayanların TC hükümetleri olduğudur. Şimdi AKP-Hükümeti ve O’nun başı kalkmış, kendine ait olmayan bir teknik ile yapılacak atom santralleriyle bu bağımlılıktan kurtulacağız diyorlar! Ey beyhude! Bırak sen 3. Atom Santralini kendin yapma hayalini, elin adamı kendi yaptığını, yarattığı canavarı kontrol edecek durumda değil! Atom dışa bağımlılığımızı daha da artırır! Çünkü hem bu tekniğe sahip değiliz, hem de hammaddesi olan uranyuma sahip değiliz! 5) ‘Nükleer santral inşaatında 10 bin kişi istihdam edilmesi planlanıyormuş!..’ Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a göre, “Akkuyu ve Sinop’taki santraller 44 milyar dolarlık yatırım büyüklüğüne sahip olacak” mış! (04.05.2013) Eğer dert buysa, biz deriz ki, bu 44 milyar dolarlık yatırımla, yenilenebilir enerjinin alt yapısının kurulması çalışmasında istihdam edilecek kişi sayısı 10 bini değil 100 bini aşar ve kalıcı da olur! Çünkü her zaman atom santrali yaptırmayacaksın, ama yenilenebilir enerjiye yapılacak yatırım hep kendini katlayarak ve yenileyerek gelişeceği için bir istihdam alanı da sağlamış olacaksın. Ama sizin derdiniz bu değil! 44 milyar hesabınıza da bir hatırlatma yapalım: 2008 demeçlerinizde maliyet hesaplarına dönüp bir bakın ve bugün geldiğiniz yeri görün! Yarın bittiğinde bugün söylediklerinizi yalayacaksınız! Tabii hayatta kalırsanız! Eh ona da varisleriniz çözüm bulur, “dün dündür, bugün bugündür” burjuva mantığınız hep böyle çalışır! Bundan asla şüphemiz yoktur! 6) Hedef: 2030’da yüzde 10 nükleer (RTE: 27.03.2012) Enerji Bakanı Taner Yıldız, 6 Mayıs 2009’da Rusya ile Akkuyu için imzalanan imza törenine şahitlik etmiş! 4 yıl sonra da dün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Japonya Başbakanı Shinzo Abe ile Sinop için yapılan sözleşme imza töreninde yer almış. değil mi!...-BN) (04.05.2013) (Ne tesadüf ‘Türkiye ile Japonya arasında tamamlanan hükümetler arası anlaşmaya göre, 22 milyar dolar yatırımla kurulacak santral 4 üniteden oluşacakmış. Toplam ku-
milyar kWh ve 2012’de ise 239,5 kWh tir. Tüketim de bu rakamların altındadır, çünkü kayıplar ve kaçak kullanım hesapları da bu hesabın içine konulmak zorundadır. Sonuç olarak bu rakamlar dikkate alındığında en düşük senaryoya göre 2020 yılında elektrikteki talep artışı %6,7 en yükseğe göre ise %7,5 tir. Yani bugünkü talep 240 milyar kWh ise toplamda18 milyar artıştır. Bu gidişle 540 milyar kWh değil en fazla 260-280 milyar kWh elektrik kullanacağız... Bu katlama palavrasının arkasında yatan, talebi fazla gösterip olaydan haberdar olmayanı kandırma propagandasıdır. Elektriğin üretildiği alanlara göre yüzde olarak dağılımı şöyledir: Petrol
Doğal Gaz
Kömür
32,0
41,2
32,4
Atom Enerji
0,0
2007 Artış
2008 Artış
2009 Artış
2010 Artış
2011 Artış
73,4
103,1 %40
102,7 %0
102,8 %0.09
108,8 %5
118,8 %9
Yukarda verdiğimiz sayılar toplam enerji tüketimi ile ilgilidir. Yalnız elektrik tüketimi bağlamında 2008 ile 2009 arasındaki fark AKP rakamlarına göre (-) % 2 dir. 2010’da % 8,4 artış hesaplanmıştır. Son üç yılın rakamlarına göre üretilen elektrik miktarları ise : 2010 yılında 211,2 milyar kWh, 2011’de 229,4
Diğerleri
11,8
1,3
Gelişim seyrinin anlaşılması şimdiye kadarki dışa bağımlılığa iyi bir örnektir. Adama sormazlar mı 11 yıldır yalnız başına hükümettesin dışa bağımlılıktan kurtulmak için hangi tedbirleri aldın? Yaptıklarınız yapacaklarınız teminatı olsa gerek! Kandırma ve şişirme rakamlarla yola devam! 8) ‘Bunlara göre nükleer enerji, 7 gün 24 saat enerji üreten sürekli bir kaynak olarak önemini korumaktaymış! Yılda 8760 saatin, bakım dönemleri çıkarılırsa, nükleer santral yaklaşık 8000 saatinde çalışabilirmiş! Ama hidrolikte bu ortalama 4000 saat; rüzgârda ortalama 3000; güneşte ise ortalama 2500 saatmiş!’ İnsanları kandırmak için elinizden geleni yapıyorsunuz! Dünyanın neresinde 7 gün 24 saat enerji üreten atom santrali var?! Kraldan daha kralcı olduğunuzun farkında değil misiniz? Hiçbir atom reaktörü 7 gün 24 saat enerji üretemez. En basitinden aşınan
2000
(*) sayı bulamadık ama artışı belirleyebilecek rakamlara elektrik bazında rastladık.
Su/Baraj
gündem
rulu gücü 4 800 MW olacak santralde yıllık yaklaşık 40 milyar kWh elektrik üretilecekmiş!’ Ne mutlu size Enerji Bakanı, böyle torunlarının geleceğini ipotek altına alma törenleri az insana nasip olur! ‘Kör gözüme sok!’ misali, kendi sorununu hal edememiş bir ülkenin Başbakanı ile imza töreni ve 22 milyar dolarlık ipoteğe imza atma! Adamların 2011 Depreminde Fukushima’daki ölüm haykırışını duyumsadıkları yok! Ya bunlar balık beyinli, ya da bizleri aptal sanıyorlar! Her ikisi de değil, ne biz aptalız ne de bunlar balık beyinli! Çıkarlar ve kapitalist kâr hırsı anda böyle gerektirdiği için imzayı atıyorlar! Geleceğimizi satıyorlar! Buna ancak gösterilecek tepkinin şiddeti engel olabilir! 7) ‘Bakana göre hedefimiz 2030 yılına kadar elektrik üretimimizin en az yüzde 15’ini nükleerden karşılamakmış! RTE’ye göre hedef % 10, eski FB-li yöneticilerden elektrik tüccarı Nihat Özdemir’e göre hedef % 25 miş! Enerji İşleri Genel Müdürlüğüne göre ise % 20 imiş! Şu anda Türkiye’de fert başına tüketilen enerji 3 bin kWh imiş! Bu 10 yıl sonra iki misline çıkacakmış!.. 2023’te nüfusumuzun da 90 milyon olacağı tahmin ediliyormuş. 90 milyonla 6 bini çarparsak bu rakam 540 milyar kWh oluyormuş. Türkiye bugün 240 milyar kWh enerji tüketiyor. Demek ki 10 yılda iki mislinden fazla enerji tüketecekmişiz! İncelemeye göre, ekonomik küçülme yaşanan 2009 yılında elektrik tüketim miktarı da azalmış.’ Tüm bu yüzde hesapları ne üzerine kurulu? Önümüzdeki 10 yılda enerji sarfiyatımızın ikiye katlanacağı! Bunun ne menem bir şey olduğuna değindik! Dikkat burda ağızlarından kaçırdıkları bir şey var, 2009’da enerji tüketim miktarı azalmış! Biz aynı durumun 2012’te de olduğunu hatırlatırsak bunların 10 yılda katlama balonu bir kez daha patlamış olmuyor mu? Alın size petrole eş değer milyon ton olarak yıllara göre tüketim sonuçları:
2012 Artış %4 (*)
parçalar, soğutma sistemi bakımı ve onarımı, dinlendirme zorunlu dönemleri, arızalar vs. durumunda üretime ara verilmesi bu hesabın içine alınmak zorundadır. Tüm atom reaktörleri ürettikleri enerjinin en az %10’nun kendisi için kullanır. Ayrıca bir atom santralinin ömrü 30 yıldır. Acı gerçeğin bir yanı da 30 yıl sonra kapatılan bir reaktörün kapatılma süresi 45-50 yıldır. Bu süre içinde de soğutma sistemi için
7
gündem 8
dışarıdan elektriğe ihtiyacı vardır. Yani 30 yılda ürettiği elektriğin %10’nu 45-50 yıl kendisi için kullanacaktır. Böyle bir durum, ne hidrolikte, ne rüzgâr ne de güneşten elde edeceğiniz enerjilerde söz konusudur. Ayrıca Türkiye’de kurulacak güneş enerjisi için 2500 değil 3000 saat hesaplanmalıdır. Karadeniz bölgesini güneş saati hesaplama içine almanın bir alemi yoktur. İşten biraz anlayan Karadeniz bölgesinin güneş enerjisi kurulumu için elverişli olmadığını pekâlâ bilir. 9) ‘Elektrik tüketim talebinin karşılanmasının yanı sıra, Türkiye’nin 2023 yılına kadar, 500 milyar dolar ihracat gerçekleştirmesi, kişi başına 25.000 dolar milli gelire sahip olması ve 2 trilyon dolar milli gelir ile dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yer alabilmesi için sürekli enerji üreten nükleer güç santrallerini inşa etmesi bir seçenek değil, zorunluluk olarak k a r ş ı m ı z a çıkmaktaymış! Akkuyu ve Sinop’ta kurulacak nükleer santraller dikkate alındığında, yılda yaklaşık 80 milyar kWh elektrik üretilmesi öngörülmekteymiş!’ Nükleer güç santrallerini, sadece elektrik üretim tesisleri olarak değerlendirmemek gerekir. Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş! Bunlarınki o hesap! Hesabınız tutsa bile, bu hayali neden yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yapmıyorsunuz? Yoksa “bizden sonrası tufan” anlayışı kanınıza mı işlemiş! Sizden önce olduğu gibi sizden sonra da bu memlekette insanlar yaşayacak, hayaller kuracak bu hayalleri karartma hakkını nerden buluyorsunuz? Seçenekler varken neden atomu zorunluluk olarak yutturmaya çalışıyorsunuz? Yoksa atom lobicileri tarafından iyi mi beslendiniz? Siz de haklısınız sırf derdiniz atom santrallerinden elektrik üretmek olmadığını ilan etmiş durumdasınız! Sizin derdiniz İran gibi atom silahına
sahip olmak! Hayaliniz halkın yaşam düzeyini yükseltmekten çok, Osmanlı rüyalarını günümüze taşımak! Bölgede büyük güç olmaktır. Bunun da atom gücü olduğuna kendinizi inandırmış gözüküyorsunuz. Ama bilin ki, her zaman sizin üstünüzde güçler olacak ve sahip olacağınız atom gücünüzün bu dalaşta fazla bir değeri olmayacaktır! 10) ‘Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Nükleer santrallerden çıkan atık miktarının çok az olmasıyla çok az yer kaplayacağından yer üstündeki depolarda güvenli bir şekilde depolanabilmektedirler Örneğin, 1000 MW gücündeki bir nükleer santralden yılda yaklaşık 30 ton nükleer atık çıkmaktaymış. Bunlar yeniden işlenebilirmiş! (Bizdeki 4800x2=9600 MW yaklaşık yılda 288 ton nükleer atık eder... -BN) Yenilenebilir enerjide kurulu göre güç potansiyelimiz yaklaşık 136.600 MW, kullanmakta olduğumuz ise 18.659 MW’ mış!’. (Yukarda aktardıklarımızın bir bölümü günlük gazetelerden bir bölümü de Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün Yayın No: 1’dendir. Diğer verileri ise İnternette yaptığımız araştırmalardan derledik.) Evet, nükleer enerji sera gazı salımı ile karşılaştırıldığında temiz duruyor. Bu durum atomu çevreci kılar mı? Sorun neyle neyi karşılaştırdığımız sorusuna verilecek cevapta yatmaktadır. Cevabımız aşağıda riziko faktörünü tartıştığımız yerdedir. Sorun kurulmak istenen reaktörlerden yılda ortaya çıkacak olan 288 ton atığın ne olacağı sorusuna verilen cevapta yatmaktadır! Sorun herhangi bir kaza anında nasıl tedbirler alınacağı sorusuna verilen cevaplarda yatmaktadır. Sorun atom ile oynamanın rizikosunun ne kadar ciddiye alındığında yatmaktadır. Sorun, bizden teknik olarak ileri durumda
Atom enerjisindeki riziko nedir? Ne değildir? Önce ne dediklerine bir göz atalım: “Risksiz yatırım olmaz, öyle olsaydı evlere tüp gaz almamamız, doğalgaz hatları çekmememiz gerekir.”miş! (RTE, 15.03.2011) ‘Uçağa binme düşebilir’, ‘arabaya binme kaza yapabilir’ diye uçağa, arabaya binmeyecek miyiz... Bütün tedbiri alacağız ancak binde bir, milyonda bir riski vardır. Hangi alanda olursa olsun riskleri bileceğiz. RTE (09.05.2013-Hürriyet) “Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralın kapısında otursanız bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyonu almıyorsunuz” “Artık nükleer enerjide insan hayatını tehdit eden unsurlar adeta yok edilmiştir. 10 yıl, 20, 30 yıl öncesinin nükleer enerji sant-
ralleri kurulmuyor” muş! Başbakan RTE (31.05.2012) Korkacak bir şey yokmuş. Çünkü Türkiye’ye yapılacak tesisler üçüncü kuşakmış yani güvenilirmiş! Başbakan Erdoğan sanki bizimle kafa buluyor, bu kadar ciddiyetsizlik kabul edilir bir durum değildir. Başbakan benzemeyenleri birbirine benzetmekte. Bu anlayışa verilecek en doğal cevap; ‘25 km ötesinde fay hattı geçen Mersin Akkuyu’ya nükleer santral yapmak, Aygaz tüpteki gaz kaçağını çakmakla kontrol etmeye benzer! Aynı zamanda bu benzetmeye yakışacak başka bir benzetme ise; Çernobil patladığında şemsiye açıp altında bekleyen insan ancak sorunu bu kadar basite indirgeyebilirdi! Doğrusu Başbakanın açıklamaları enerji biliminde çığır açacak beyanlar niteliğindedir! Dilimiz varmıyor ama cehaletin bu kadarına izin veren suçlu biziz! Ya da Başbakan resmen demagoji yapmaktadır! Ne yazık ki, halklarımız izin verdiği oranda, gelecek nesillerin yaşamını ipotek altına alan, halklarımız adına karar veren ve verilen kararı yürürlüğe koyacak olanlar bunlardır! Bilen elbette soracaktır: Atomla / Nükleer santralle tüp gaz rizikosu bir olabilir mi? Patlayan bir tüp gaz en fazla patladığı o küçük alana, abartarak söyleyelim 100 m² lik alana geçici zarar verebilir! Yani ateş düştüğü alanı yakar! Nükleer santral patladığında yakındaysanız gözlerinizi kapamaya zamanınız olmaz! Patlamadan 2 saniye sonra parlayan kütle ve onu çevreleyen hava, bir ateş topu oluşturur, yayılan ısı, 4-5 km çapındaki bir alandaki tüm yanabilir maddeleri yakmaya yeter. 6 saniye sonra şok dalgası yeryüzüne çarpar, bu patlayan noktadan yaklaşık 1,5 km uzakta bile, basınç, normal atmosfer basıncının yaklaşık iki katı olur. Bu basınçta sağ kalabilme şansı % 1’dir. 13 saniye sonra ise şok dalgası yerin yüzeyinde yayılır ve bunu, ateş topunun kovduğu havanın yer değiştirmesi nedeniyle oluşan korkunç yeni patlama izler. Bu patlama yer boyunca 300-400 km/saatlik bir hızla yayılır. Yayılırken önüne çıkan her şeyi bir kasırganın etkisinin çok çok üstünde parçalar, sürekler, süpürür, telef eder vs... 2 dakika sonraki durum ise... Mantar biçimli bulut 12.000 metrelik bir yüksekliğe, yani atmosferin stratosfer tabakasının alt sınırına ulaşır ve radyoaktif döküntüleri atmosfere dağıtır. Bu döküntüler yeryüzüne düşmeden evvel, atmosferin üst tabakalarında esen rüzgârlar tarafından dünyanın çevresinde birkaç kez dönebilir. Böylece radyasyon döküntüleri dünyanın dört bir yanına yayılmış olur. Radyasyon,
gündem
olanların içine düştükleri acizlikleri kavramada yatmaktadır. En nihayetinde sorun atom tehdidinin ne anlama geldiğini anlamakta yatmaktadır. Yenilenebilir Enerji Kurulu güç potansiyelimizle kullandığımız arasındaki dengesizliği sayıya dökmüş. Yani var olan kurulu gücün ancak % 13 kullanılmaktaymış! Acaba bunun sebebi nedir? Atom ile uğraşılacağına buna çözüm aransa iyi olmaz mı? İyi olur olmasına da bunun için çevre gibi temiz yönetici akıllara ihtiyaç var! Elbette kendini “Padişah” sananlardan bu beklenemez! Atom sevdalılarının yalanına karşı ülkemizin enerji alanındaki potansiyelini sayıya döktüğümüzde: Ülkemizin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu palavrası yerle bir olmaktadır. Yılda kullanılmayan 100 milyar kWh hidrolik enerji potansiyeli vardır,, Yılda kullanılmayan 120 milyar kWh rüzgâr enerji potansiyeli vardır, 1MW-lık rüzgâr gülünün maliyeti 1 milyon Avroyu geçmez, gerisini siz hesaplayın. Yılda kullanılmayan 380 milyar güneş enerjisi potansiyeli vardır, Türkiye alanının % 2’sine kurulacak olan Fotovoltaik Güneş Enerjisi Sistemi Akkuyu ve Sinop’ta kurulmak istenen atom santrallerini gereksiz kılar... Yılda kullanılmayan 16 milyar kWh jeo-termal enerji potansiyeli vardır, Türkiye’de üretilen enerjinin % 15-20’si dağıtım şebekesi içinde zayi oluyor, ya da kaçak kullanılıyor. Nakil hatları ve sistem kayıpları önlense Akkuyu ve Sinop’a hiç ihtiyaç kalmaz. Biraz da atom enerjisindeki rizikolar üzerinde duralım.
9
gündem
uzayda saniyede 200.000 km gibi çok yüksek bir hızla hareket eden, gama ışınları, nötronlar, elektronlar ve benzeri birkaç tip atom-altı parçacıktan oluşur. Bu parçacıklar yani radyasyon merkezi patlama noktasından aşağı yukarı 1.000 metre çapındaki alan içerisinde çok yoğundur. Ölüme yol açan öteki etkilerden kurtulanlar kanlarındaki akyuvarların hemen hepsini kaybeder, derilerde yaralar belirir, birkaç günden iki üç haftaya kadar varan kısa bir süre içinde kanamadan ölümler meydana gelir. Patlama noktasından daha uzakta olanların üzerinde radyasyonun etkisi değişiktir. Ateş topundan yayılan bu zararlı ışınlarla karşı karşıya kalan insan bedeninde 13, 16 ve 22 km. uzaklıklarda sırasıyla üçüncü, ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur. Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir,
bilanço bir uçak veya araba kazasıyla karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. En basiti kazanın olduğu km-lerce alan radyasyonlu olduğu için 600 yıl daha kullanılamayacak şekilde atıl durumundadır. Mart 2011’deki Fukushima kazasındaki radyasyon tehdidi daha 40 yıl güncel kalacaktır. Bölge insanları yaygınlaşan gırtlak kanseri ve kan kanseri korkusuyla yerli içecek ve yiyecekten hâlâ uzak durmaktadırlar. RTE’ye göre “Artık nükleer enerjide insan hayatını tehdit eden unsurlar adeta yok edilmiştir.” Onun için mi bugün hâlâ Fukushima’nın etkisinden dolayı Japonya’da 55 atom santralinden sadece 2 tanesi faal durumdadır! Onun için mi Japonya, Almanya, İsviçre ve İtalya atomdan vazgeçme kararı vermişlerdir! Onun için mi Fukushima Japonlar için tüm belaların günah keçisine dönüşmüştür. Çernobil’den sonra da
Patlama noktasından daha uzakta olanların üzerinde radyasyonun etkisi değişiktir. Ateş topundan yayılan bu zararlı ışınlarla karşı karşıya kalan insan bedeninde 13, 16 ve 22 km. uzaklıklarda sırasıyla üçüncü, ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur. Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir, asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar. Saçların dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme, sakat çocuk doğurma...
10
asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar. Saçların dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme, sakat çocuk doğurma... Yıllar geçtikten sonra bile göz bozuklukları (göze perde inmesi), kan kanseri (lösemi) ve ışınım kanseri görülebilir. Bu aktardıklarımız Hiroşima’ya atılan atom bombasının sonuçlarındandır. Patlama anındaki ölüm sayısı Hiroşima’da 100 bin, Nagazaki’de ise 40 bin insandır. Diğer canlılar bu hesabın içine alınmamıştır. Atomdan çıkan güç bir yandan insanların ölümüne sebep olurken diğer yandan çok büyük bir alan yıkıntı haline gelmiş, kalan bölge halkında, radyasyon nedeniyle, nesiller boyu düzeltilemeyecek fizyolojik bozulmalar oluşmuştur. Atomla uçak veya araba kazası aynılaştırılabilir mi? En büyük bir uçak kazasında kayıp uçağın içindeki kadardır! Bir araba kazasındaki kayıp kazaya uğrayan vasıtanın taşıdığı insanla sınırlıdır. Atom santrali kazalarında durum çok daha dehşet vericidir. 26 Nisan 1986’daki Çernobil Atom Santrali kazasındaki
öyle olmuştu. Onun için Japonya’da ticaret fazlasının dengesi 20 yıldan beri en kötü seviyeye gerilemiş, kriz nedeniyle hükümet istifa etmiştir! Onun için mi Rusların meşhur atom lobicisi Profesör Vladimir ASMOLOV’un açıkladığı gibi „Fukushima’da kazadan ve santrale elektrik verilmesi kesildikten dokuz gün sonra santrale hâlâ elektrik sağlanamamış Japonlar toplantılara daldı ve talimatlar beklemeye başladı. Su pompalarını derhal çalıştırabilmiş olsalardı daha kötü neticeler önlenebilirdi“! Acaba sorunu çok hafife alan Başbakan RTE bunun ne anlama geldiğini biliyor mu? Bilmiyorsa söyleyelim; soğutma sistemi çalışmamış ve iç patlamalar olmuş ve bu da radyasyonun dağılması ve yükselmesine sebebiyet vermiştir! Hâlâ vermektedir. Başbakan diyor ki; “Bütün tedbiri alacağız ancak binde bir milyonda bir riski vardır” sanki kendileri alacakmış gibi konuşuyor! Türkiye’de nükleer santralleri kim yapacak, Ruslar ve Japonlar! Bu bize meşhur atasözünü hatırlattı; “Kelin ilacı olsa kendi başına
ne lanet bir bela olduğunun farkında olmayan halklarımızın cehaletini kendinize kazanç mı sanıyorsunuz RTE ve diğer onaylayıcılar? Nükleer enerjiyi savunandan gerçek çevreci olmaz! AKP çevre düşmanı bir partidir. Her ne kadar parti programında çevre sorunu konusunda ‘cek’li, ‘cak’lı biten cümleler dizini olsa da AKP için gerçek anlamda çevre sorunu yoktur. Eski iktidarlara göre, güya çevre bakanı var. Çevre bakanının esas işlevi çevreyi korumak değil, çevreyi talan etme bakanlığıdır. Çevre sorunu, AKP’nin gelişmesinin önünde engeldir. AKP için önemli olan ekonomik gelişmedir. Ekonomik gelişmenin önündeki her şey çer çöp, çanak çömlektir! AKP’nin programında, çevre sorununa atıfta bulunması genel laf ötesinde fazla bir anlam içermemektedir. Hangi enerji türüne öncelik verileceğine dair somut açıklamalar progra mlarında yoktur. Yenilenebilir enerjiye öncelik vermedikleri gayet açık ve nettir. AKP’nin çevre sorununa yaklaşımı milliyetçidir. Bu yaklaşım girişte sırıtmaktadır. Bir taraftan „Çevreyi kirleten hiçbir kalkınma ya da üretim modeline müsamaha gösterilmeyecektir“ derken diğer taraftan soruna „ulusal maliyetlerin azaltılması açısından bakmakta“ ve „sürdürülebilir bir kalkınmayı hedeflerken öte yandan bu kalkınmanın çevreye maliyetinin asgari düzeyde tutulmasına özen“ gösterecekleri palavrasına yer verilmektedir. Rekabetin canavarca yürütüldüğü günümüzde bu söylemlerin kalkınmakta olan ülkeler açısından ne anlama geldiği bizce açıktır. Acımaz uluslararası rekabette piyasada kalmak için üretim
gündem
sürer”! Milyonda bir riskin bile ne anlama geldiğini açıkladık! Başbakan RTE çok iyi biliyor ki, bilmeyen söylenen her şeye hemen inanır, cehalet yağma ve talan için önkoşuldur! RTE’nin yaptığı halkın bilgisizliğinden yararlanmak değil mi? Bir “Super-Gau” patlamasında ortaya çıkabilecek maddi zararın andaki parasal değerinin 6 trilyon dolar olduğu bilincinizde mi RTE? Atom atıklarının 1946-1993 yılları arasında varillere konulup okyanusa atıldığını biliyor musunuz RTE ve AKP-çevresi? Fiziksel olarak ortaya çıkan atom artığını andaki insani bilgiler dâhilinde bertaraf etmek mümkün değildir! Bundan haberdar mısınız Başbakan ve çevresindekiler? Atomdaki hatanın affedilecek bir yanı olmadığını RTE ve Çevresi biliyorlar mı acaba? Atomda başlayan bir süreci geri çekemez ve durduramazsınız bunun bilincinde olan Japonlar Fukushima haykırışı sırasında bölgedeki insanları tahliye etmek istediler, ama nereye sorusunun cevabı verilemedi! Çünkü yalnızca Tokyo ve civarında yaşayan insan sayısı 39 milyondu. Acaba bu sizlere herhangi bir uyarıda bulunuyor mu RTE? Japonya’da “en” ileri teknoloji doğanın karşısında insanın çaresizliğinin resmini sunmuştu. Japonya depreminden bugüne kadar geçen zamana rağmen depremde felaketin odak noktası olan Fukushima Atom Reaktörleri radyasyon kusmaya devam ediyor. Henüz önlemini alabilmiş değiller! Bundan haberiniz var mı? 1. dereceden deprem kuşağı olan Türkiye’de Fukushima‘nın her zaman mümkün olacağına gözlerinizi neden kapamış durumdasınız? Atom belasının
11
gündem 12
maliyetini düşürmeye çaba sarf eden kalkınmakta olan ülkelerin çevreyi nasıl katlettikleri tartışmasız gerçeklerdir. AKP de bu gerçeği bildiği için, programında genel laf etmenin ötesine geçememiştir. AKP’nın 10 yıllık icraatı döneminde sanayi artıklarının çevreyi nasıl öldürdüğüne bariz bir kaç örnek: Kırklareli Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan sanayi kuruluşlarının atıkların köylerine ismini veren Kavakdere’yi kirlettiğini öne sürdü. Tarlalarını, kirlenmiş suyla sulamak zorunda kaldıklarını söyleyen Muhtar Vedat Dengiz, ‘Burada sinek dahi yaşamaz.” Dedi. (2013) Edirne merkeze bağlı Köşen köyünden geçen Demren Deresi’ndeki kirlilik, balık ölümlerine neden oldu (Aralık 2012, Memurlar.net). İstanbul dereleri S.O.S veriyor. İstanbul’da birçoğu yerleşim yeri ve sanayi bölgelerinden başlayarak denize akan 68 dere halk sağlığını tehdit ediyor. (28 Aralık 2012 NTV-Güncel) Bursa BB atıklarla kirlenen dereleri…(Olay TV) On beş yıl öncesine kadar etrafını kiraz, elma, şeftali ve üzüm bağlarının çevrelediği Dilderesi’ni bugün maalesef fabrikalar esir almış durumdadır. “İZMİT KÖRFEZİ, DIŞARDAN ÇAMUR İÇİNE İTİLMİŞ ÜZERİ ÇAMUR İÇİNDE EVE GELEN OĞLUNU ÜZERİNİN KİRLENMESİNE ALDIRMAKSIZIN BAĞRINA BASAN BİR ANNE MERHAMETİYLE DİLDERESİNİ BAĞRINA BASMAKTA, KENDİSİNİ EN ÇOK KİRLETEN DERENİN DİLDERESİ OLDUĞU İSTATİKLERE GEÇMEKTE, YETKİLİ VE SORUMLU OLAN İNSANLAR İSE GELECEK NESİLLERİN YAŞAM HAKLARININ GASP EDİLMESİNİ SEYRETMEKTEDİR.” (Dilovasi.org/ Bunun 10 yılı AKP dönemidir.- BN) - Uluborlu Lisesi atık sularla kirlenen dere ve çayların sulama suyu olarak kullanımının ö n l e n m e si.... (17.04.2012-İsparta) Bursa’nın Gürsu ilçesine bağlı Ağaköy’de çiftçiler, çevreden geçen deredeki kirlenme yüzünden meyve bahçelerini sulayamaz oldu (Zaman, 03.08. 2013). Kirlenen dere ve akarsulara örnekleri uzatmak istemiyoruz... AKP programında yer alan “Çevre konusunda vatandaşlardan gelen her türlü şikâyet dikkatle incelenecektir” düşüncesinin hayatın gerçeğiyle hiç alakası olmadığını söylersek hiç te haksızlık etmeyiz. Çünkü ticari amaçla ranta dönüştürülen HES-lere karşı direnen vatandaşlara devlet cebri layık görül-
müştür. AKP-Hükümetinin vatandaşların çevre ile ilgili duyarlılığına karşı tavrına birkaç örnek verelim: HES’ (Hidrolik Elektrik Santrali) lerle ilgili AKP’nin yaptıkları! 1Temmuz 2008’de AKP’nin meclisteki grup toplantısında “büyük çevreci” Recep Tayyip Erdoğan’ın HES’ler bağlamında yaptığı konuşmada, “Su akar, Türk bakar anlayışı kalkıyor. Su akar, Türk yapar anlayışını getiriyoruz.” söylediklerini anımsarsak mantığın nasıl çalıştığını kavramada zorluğumuz kalmaz. Bu mantık tam kapitalist kâr hırsıyla başı dönmüş bir talancının ruh halini göstermektedir. Çünkü su bu kafalar için kaynak değil, alınıp satılabilecek bir varlıktır, bunlar için bu varlıktan kâr elde etmek farzdır. Bunun içinde yalnız Doğu Karadeniz’de 460 dolayında HES projesi planlanmıştır. Bunların Kayseri Belediye Başkanı Özhaseki de Kızılırmak Nehrini Kayseri’nin içinden geçirme hayalleri kurmaktadır. Başbakanları “Kanal İstanbul Çılgınlığı” projesiyle çevreyi tarumar etme çılgınlığını reklam ederken, sahibinin seslerinin O’nun izinden gitme isteği yadırganabilir mi? Sahibinin sesi Çevre ve Orman Bakanı (aslında çevreyi mahvetme bakanlığı demek daha doğru) Veysel Eroğlu’ “ Türkiye’de 25 milyar dolar hidroelektrik santralleri, 20 milyar dolar sulama yatırımları ve yaklaşık 5 milyar dolar da içme suyunda yapılabilecek yatırımlar olmak üzere, aşağı yukarı 50 milyar dolarlık bir yatırım pastası var. Özel sektörün devreye girmesi isabetli olur. “ derken ustası RTE söyleminin rakamsal durumunu açıklar. Elde edilecek kârların hesabını sunar. HES’lerle ilgili kısa bir derleme sunuyoruz: “ Anadolu’nun dört bir yanında vadiler şantiyeye dönmüş. Kamyonlar, iş makineleri vızır vızır çalışıyor, HES inşaatları son hızıyla devam ediyor. Projeler yerel halkın hukuki ve fiili mücadelesiyle karşı karşıya kalmış durumda. Hükümet yurttaşların hukuki kazanımlarını yeni yasal düzenlemelerle püskürtmeye çalışıyor. Bazı yörelerde jandarmanın ve özel güvenlik şirketlerinin sert müdahalesiyle karşılaşıyor.” Tonyalı Ayşe Teyze’nin (Lermi) şirketlere yönelik mesajı bölge insanının ortak tepkisini yansıtması bakımından önemli: “ Piz ha şimdi kalksak pu koyde 100 payan ‘haydeyin’ desem gider onlari linc ederuk o dereye. İnan ki yapabiliruk yani. Pizim Tonya kadinimuz oyledur. Kuyruğumuza pasma, pastun mi çapalariz. İnişallah pağa bi haber verurler nerede çaluşiyorsalar siz o zaman tuyarsinuz. Kadunlarimiz silah taşir, eşkiyalık yapar. Vallahi pillahi apdestliyim bak.
yapacağını öğrenen köylüler, Bayburt yolu üzerinde toplanarak PALMET Enerji Şirketi’nin 9 araçlık konvoyunun geçişini engelledi. 2400 metre yükseklikte kar yağışı altında bekleyen köylülerin eylemini engellemek üzere bölgeye 200 çevik kuvvet polisi ve jandarma sevk edildi. (04 Kasım 2011) İşte, deresine, toprağına ve ormanlarına sahip çıkanların verdiği bu mücadeleler meyvesini veriyor. Son olarak, Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıkları’nı Koruma Kurulu, Rize’nin İkizdere ilçesinde bulunan ve dünyada korunmada öncelikli 200 ekolojik bölgeden biri ilan edilen İkizdere Vadisi’ni Doğal SİT alanı ilan etti. Rize’de daha önce de Çamlıhemşin İlçesindeki ünlü Fırtına Vadisi de doğal SİT alanı ilan edilmişti. Böylece Fırtına’nın ardından ekolojik yönden önem taşıyan İkizdere Vadisi de HES yapımından kurtulmuş oldu. Bu kararla Anzer Yaylası’nda planlanan HES’ler de iptal edildi. “Yeni havalimanı projesinde yapılmak istenen de çok farklı değil. Siz İstanbul’a yapılması planlanan yeni havalimanının yüzde 90’ının orman ve göl üzerine inşa edileceğini biliyor muydunuz? İşte bilmeyenlere bu gerçekleri “3 ağaç” için ayaklananlar öğretti. Peki, “Yeni 2b, Yeni petrol ve Yeni orman” kanun tasarılarında neler olduğunu biliyor musunuz? Mersin Akkuyu ile Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santrallerin yapacağı doğa tahribatı ve tehlikesi bir yana, ülkeyi nükleer çöplüğe çevireceğini ve bu çöplerin bin yıl saklanması gerektiğini biliyor muydunuz? Bir makalenin en fazla iki sayfa olması gerektiğini bildiğimden bunların yanıtını aramayı da okuyuculara
gündem
Aç kaliruk gene koymayiruk. Pizimle uğraşmasunlar.” (“Dereler ve İsyanlar” adlı kitaptan... Gazeteci Mahmut Hamsici) Türkiye’de HES tartışmalarının ve doğal olarak mücadelesinin ilk başladığı bölge olan Fırtına Vadisinin bulunduğu Çamlıhemşin’de adını su için verdiği mücadele ile duyuran Vatandaş Mustafa anlatıyor: “ Bir kısmı için şehir çok güzeldir. Şusu vardır busu vardır ama benim hayatım bu ormanın içindedir. Şurada kayalar vardır. Onların üzerine bakın koca koca çamlar bitmiş. Hep o dere sayesinde. Sonra o nebatla konuşmak var ya… Konuşmak derken yanlış anlama, hakikaten konuşmak. Bi lmiyorsunuz ama o ağaçların hepsiyle konuşulabilir, o kuşlarla konuşulabilir, o ayılarla konuşulabilir. Tulum sesi duyduğunuzda sizin ayağınız kımıldar, siz farkında değilsinizdir ama k e nd i l i ğ i nd e n oynar. Siz nereye giderseniz gidin bu yöreyle ilgili bir şey duyduğunuz, gördüğünüz zaman tüyleriniz diken diken olur. Çünkü hayata başladığınız yerdir, sevdiğiniz yerdir. Hiçbir şey tesadüfî değildir. Allah her şeyi yerli yerine yerleştirmiş. Demiş ki, ‘ Vatandaş Mustafa’ da burada yaşasın.’ Ama şu anda biz Kızılderililer gibiyiz. Devlet Amerika’dır, biz Kızılderili’yiz.” Rize’nin Fındıklı ilçesindeki Yaylacılar köyü son 5-6 yıldır HES’e karşı son derece organize bir direniş veriyor. Yabancıların girişine dahi tahammül edemeyen köy halkı, ‘Önce canımızı alacaklar, ancak ondan sonra HES yapabilirler’ diyor (01.07.2013) PALMET ENERJİ isimli firma tarafından kurulmak istenen hidroelektrik santraline (HES) karşı Ogeneli köylüler yolu kapattı. Şirket araçlarının geçiş
13
gündem
bırakıyorum. Sadece şu güzel haberi verebilirmiş: Çok yazılıp çizilmedi ama Taksim direnişi ilk meyvesini verdi: Hükümet tepkilerden çekinip “Orman kanun tasarısını” sessiz sedasız geri çekti. Bu tasarıyla Belgrad ormanı, Yedigöller bölgesi ve Manyas kuş cenneti imara ve HES’lere açılacaktı. “(Adil Okay, Haziran 2013) AKP’nin iktidarda olduğu 10 yıl boyunca İslamcı sermayeye peşkeş çektiği ormanlardı, barajlarla kirletilen nehirlerdi. Buradaki 3 ağaç, 2B, 3. Boğaz köprüsü ve Yeni havaalanı projeleriyle “katli vaciptir” denilen milyonlarca ağacın sözcüsüydü. 3. Boğaz köprüsü 2 milyondan fazla ağacın katline neden olacak. Programda yer alan “çevre ile ilgili planlarını merkezden değil, yerinden yönetimler aracılığıyla gerçekleştirmeyi ve politikalarını katılımcı demokrasi anlayışı ile bütünleştirerek uygulamayı esas alacaktır” düşüncesi de gerçekle alakası olamayan bir yalandır... Çevre sorunu bağlamında ülkemizin STK-larından biri olan TEMA Vakfının; “Gönüllülerimizin HES’lerle ilgili çalışmalarına TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin Karaca da dâhil olmuş ve Yuvarlakçaylılar’ın direnişine yanlarına bizzat giderek destek o l m u ş t u r. Öncelikle HES projeleriyle ilgili politika ve uygulama esasları belirlenirken projelerden etkilenen halkın ve STK’ların görüşünün alınmamış olması, bugün ülke genelinde yaşanan sorunların temel nedenidir. Projeler hazırlanırken göz ardı edilen diğer bir önemli unsur da yöre halkı ile flora ve faunanın suya olan ihtiyacının doğru değerlendirilmemesi ve havza yönetiminin bütüncül ele alınmamasıdır. HES’lerle ilgili belirsizlikler ve sorunlar çözülmeden bu projelerin yapımına devam edilmesi geri dönülemez felaketlere neden olabilir.” söyledikleri AKP programını da hedeflemektedir.
AKP’nin 11 yıllık iktidarı, çevrenin talan edildiği yıllardır. Sonuç olarak: AKP ve Başkanı RTE çevreci değil, çevre düşmanı bir politikanın üreticileridir. Bunların çevre siyaseti çevrenin talan edilmesi üzerine kuruludur. Çevrecinin korunması ve gelecek nesillere yaşanabilir bir doğa bırakmak için yapılması gerekenler: Atom’dan enerji elde etmek en tehlikeli üretimdir, uzak durulmalı, kitleler bilinçlendirilmelidir, atom santralleri için referandum talep edilmelidir... Enerji üretiminde öncelik yenilenebilir enerji kaynaklarına verilmeli, yatırımlar bu yönde olmalıdır. Aşama aşama fosil enerji kaynaklarından uzaklaşılmalı, bu konuda sera efekti meselesi eğitimine önem verilmelidir. Şehirlinin şehrine sahip çıkması, köylünün deresine sahip çıkması en doğal hakkıdır, Çevreyi ilgilendiren her konuda bahsi geçen çevrede yaşayanlar esas karar alma ve uygulama hakkına sahiptir, bu demokratik hak yaygınlaştırılmalı, bu hakkın kullanımı için kitlelere bilinç taşınmalıdır. Çevreyi korumak, onunla uyum içinde onun yasalarına uygun yaşamak demektir. Çevre sorunu demokrasi genel sorunu ile iç içe alınmalıdır. Biz doğayı korudukça doğa da bizi korur! Nükleere İnat Yaşasın Hayat! Atom Öldürür Doğa Güldürür! 25.08.2013
Rize’de daha önce de Çamlıhemşin İlçesindeki ünlü Fırtına Vadisi de doğal SİT alanı ilan edilmişti. Böylece Fırtına’nın ardından ekolojik yönden önem taşıyan İkizdere Vadisi de HES yapımından kurtulmuş oldu. Bu kararla Anzer Yaylası’nda planlanan HES’ler de iptal edildi.
14
Ü
lkelerimizde bir direniş yaşandı, yaşanıyor: Gezi Parkı direnişi... Çevreye duyarlı insanların bir yeşil alanı savunması ile başladı her şey. Yeşile sahip çıkma temelinde başlatılan hareket yeni ve ‘alışılmamış’ bir hareketti. AKP’nin kapitalist rant için ‘ben çevre mevre dinlemem’ diyen anlayışına karşı başladı Gezi Parkı direnişi. Her tarafı beton yığını olan Taksim meydanındaki tek ve küçücük yeşil alandı Gezi Parkı. Gezi Parkı direnişi çevreye duyarlı genç insanların bir isyanıdır. Bu isyan çıkış noktasında hükümetin Gezi Parkı etrafında Osmanlı dönemine ait Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etme ve kışlanın içerisine rant amaçlı AVM yapma isteğine, bunun için ağaçların sökülmesine karşı bir isyandır. Bu isyan özgürlük, demokrasi, katılımcılık talep edenlerin; kendilerini ilgilendiren bir konuda, hayata, doğaya duyarlı olanların isyanıdır. Gezi Parkı direnişi içinde farklı kesimlerin, farklı renklerin yer aldığı bir direniştir. Gezi direnişi başta Başbakan olmak üzere, AKP hükümetinin uzlaşmasız tavrı, yerel idarecilerinin sahtekâr tavırları ve polisin çevre duyarlılığını sergileyen eylemcilere
karşı kullandığı faşist şiddet, olabilecek en geniş koalisyonu kendiliğinden oluşturdu. Bir çevre duyarlılığı ile başlayan hareket AKP hükümetine karşı öfke patlamasına dönüştü. AKP’nin siyasetinden rahatsız olan her görüşten, her renkten, her örgütten insan bir araya geldi. Katılımdaki bu çeşitlilik Gezi direnişinin en özgün yanlarından birisidir. Gezi Parkı direnişi eylem biçimleri açısından çok yaratıcı bir direniştir, güler yüzlüdür. Mizahın kullanımı direnişin en önemli özelliklerinden birisidir. Faşist teröre karşı ‘Çapulcu mizahı’ hareketi seampatik kılmıştır. Harekete karşı olan yandaş medyanın birçok kalemi bile bu yaratıcılığı teslim etmek zorunda kalmışlardır. Mizahın direnişte bu denli kullanılması Gezi direnişinin en özgün bir diğer yanıdır. Gezi Parkı direnişi kendiliğinden başlayan bir direniştir. Kısa sürede sadece Gezi Parkıyla sınırlı kalmayan ve ülkelerimizin birçok şehrinde destek eylemleriyle genişleyen bir eylemdir. Önder güç, önder parti, önder figür vs. bu eylemde yoktur. Bu eylemde eylemi kendi siyasi hesapları için kullanma çabaları vardır. Gezi Parkı direnişinde devrimci, sosyalist ve komünistler hazırlıksız yakalandılar. Ve ama süreçte
güncel
Gezi direnişi ve yanlış değerlendirmeler yumağı...
15
güncel 16
eylemler içinde aktif rol aldılar. Bu harekette yer alan devrimci, sosyalist, komünist örgütler, çevreci sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve örgütsüz, hayatlarına karışılmasından rahatsız insanların önemli bölümü gerçekten demokrasi, özgürlük istiyordu, bunun propagandasını yaptılar; eylemlere geniş katılım nedeniyle geniş bir kitle ile kucaklaştılar. Gezi Parkı direnişini kendi siyasi hesapları için kullanmak isteyenler de vardı! Başlangıçta bu eylemler içerisinde yer almayan, hareketi kendi iktidar dalaşlarının bir kaldıracı haline getirmek isteyen güçler de eylemlerde boy göstermeye başladılar. CHP, İP, HKP gibi partiler, bunların uzantıları eylemleri, süreç içinde çıkış noktasındaki taleplerinden, hedeflerinden uzaklaştırdılar. Hareket içinde ulusalcılar, ulusalcı “sosyalistler” darbeciler/darbe çığırtkanları, AKP hü k ü met i n i n yayılmacı dış politikasından rahatsız olan kimi yabancı güçler ve uzantıları... hareketi kendi çıkarları doğ r u ltusunda araç olarak kullanmaya çalıştılar. AKP hükümetini seçimlerle iktidardan uzaklaştırma umudunu kaybeden, Kemalist faşist güçler için Gezi direnişi bulunmaz bir fırsat oldu. Faşistler ve tüm gericiler, Geziye destek adına bu hareketi yoğun bir biçimde milliyetçiliğin, ırkçılığın, Türkçülüğün, Kemalizm’in, propagandası için kullandılar. “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”, “Tayyip istifa, hükümet istifa!” sloganları hareketin sloganları haline geldi. Gezi eylemleri, başlangıçtaki haklı ve doğru taleplerden uzaklaşarak egemenler arasındaki iktidar dalaşının çatışmasına dönüştürüldü. Bu kesimlerin faşist propagandaları yer yer etkin oldu. Bunda en önemli etkenlerden birisi bu kesimlerin daha örgütlü ve donanımlı olmalarıdır. İyi kullandıkları sosyal medya ve görsel medyanın da etkisiyle eylemlerde bu kesimler öne çıktılar. Eylem-
ler süreç içinde “Tayyip’i neyle ve nasıl olursa olsun götürme” yönünde başka bir içerik kazandı. Bizim kavgamız, sadece AKP hükümetini değil, faşist TC devletini yıkma kavgasıdır. Bu yüzden Gezi Parkı direnişinin haklı taleplerinden uzaklaşması ve hareketi Kemalist faşistlerin iktidar dalaşı eksenine oturtma çabalarına karşı olduğumuzu, bu dalaşta taraf olmadığımızı açıkladık. Bu bilinçle, olduğumuz alanlarda hareketin içerisine doğru görüşleri taşımaya çalıştık. Kısaca hareketi doğru okuyarak, net ayrım çizgilerini ortaya koyduk.
Harekete onda olmayan misyonlar biçme hastalığı... Ne yazık ki kendilerine “komünist” sıfatı yakıştıranlar böyle davranmadılar, hareketi doğru değerlendirmediler, değerlendirmiyorlar. Öncelikle kendilerine “komünist” sıfatı yakıştıran kimi hareketler kitle k uy r u kç u lu ğ u yaptılar ve hareketin içinde olmayan talepleri varmış gibi gösterdiler. Örneğin MKP, 3 Haziran 2013 tarihli, “Direnen ve Ayaklanan Halk Kitleleriyle Omuz Omuza Mücadele Yükseltilmelidir” başlıklı bildirisinde bu hareketi “Her türden gerici baskı, şiddet ve faşizme karşı biriken öfke seliyle ülkenin dört bir yanında meydanları dolduran kitlelerin devrimci başkaldırısı “TC’’ devleti hakim sınıfları ve iktidarlarını sarstı.” biçiminde değerlendirdi! Tipik bir küçük burjuva örgüt tavrı! Sübjektif, kendi isteklerini, düşüncelerini kitlelerin de isteği ve düşüncesiymiş gibi gösteren, aslında kendisini olduğu kadar kitleleri de aldatan bir tavırdır bu tavır. AKP’nin onbir yıllık iktidarında, ilk kez bir kitle hareketinin sonucu olarak geri adım atmak zorunda kaldığı doğrudur. (Burada Kürt ulusal hareketini bunun dışında tutuyoruz.) Ama Gezi direnişinin, TC
mında hareketi yönlendiren kesim!!!) Gezi direnişini kendi iktidar dalaşı için kullanıyor. MKP, “Halk kitleleriyle birlikte omuz omuza çatışmayı devrimci görev ve sorumluluğumuzun bir parçası olarak telakki ediyoruz!”diyor. “Halk kitleleri” adına sokaklarda Türk bayrakları, Atatürk posterleri ile gösteri yapanların hedefini, nihai amacını neden sorgulamıyor MKP? Yolu aydınlatan devrimci teori olmadan, kitlelerin eylemleri devrime değil, başka bir yere götürür. Komünistler açısından AKP’nin alternatifi Kemalist iktidar değildir. İP’lilerin “Milli Meclis”i “milli hükümeti” de değildir! Komünistler açısından AKP’nin alternatifi devrimdir, sosyalizmdir. MKP’nin yaklaşımı “nihai amaç hiç bir şeydir, hareket her şeydir” diyen Bernstein’ın tavrına benzemektedir. Nihai amaç, kitlelerin talepleri önemli değil, önemli olan kitlelerle omuz omuza savaşmaktır! Bu yaklaşımın komünizmle hiçbir ilgisi yoktur ama revizyonizmle ilgisi vardır. MKP gerici sınıfların iktidarlarının alaşağı edeceklerinin bilincinde olduklarını söyleyip şöyle diyor: “Son tahlilde Halk Savaşımızın kahredici gücü ve kızgın ateşiyle gerici düzeni yerle bir edip gerici sınıf iktidarlarını alaşağı edeceğimizin bilincindeyiz. Halk iktidarı ve giderek Sosyalizmin inşası ve Komünizme yürüyüş anlamında nihai zafer Halk Savaşıyla kazanılacaktır! Ne ki, büyük-küçük bütün demokratik devrimci dinamik ve devrimci kitlelerin her türden isyanını proletarya bayrağı altında Marksizm-Leninizm-Maoizm ideolojisiyle birleştirerek hakim sınıflara karşı yürüttüğümüz devrim ve iktidar mücadelemize kanalize etme yeteneğini sergilememiz zorunlu olduğu kadar reddedilemez devrimci yoldur.“ MKP’nin savunduğu halk savaşı değil öncü savaşıdır. Öncü savaşı, küçük silahlı grupların, sınıftan kopuk, ama sınıf adına hareket eden öncülerin yürüttüğü silahlı eylemlerdir. MKP’nin savunduğu halk savaşının, Çin’de yürütülen halk savaşı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çin’deki gerçek durum, devrim ve karşı devrimin yüzbinlerce askerden oluşan ordularla karşı karşıya gelip çatıştığı gerçek bir savaş durumudur. Bu gerçek durum görülmediği zaman, kavranmadığı zaman, Çin’deki durum şablon olarak alınıp ülkelerimize uydurulmaya kalkışılınca; ortaya gerçekle ilgisi olmayan bir tespit ve ona uygun olan yanlış bir siyaset çıkmaktadır.
güncel
devletini, hakim sınıfları ve iktidarlarını sarstığı tespitleri sübjektif tespitlerdir. Ülkenin dört bir yanında sokağa çıkanlar, mevcut sistemin yerine devrimci bir alternatifi öne sürmediler. Genelde sistemi sorgulama, devleti yıkma gibi iddialardan uzak bir harekettir Gezi direnişi. Hayır, eyleme katılanların bir bölümü en uç noktada Kemalist faşist parti ve grupların gayretleriyle de “Tayyip istifa!”, “Hükümet istifa!” sloganlarında ifadesini bulan AKP ve onun hükümetinin karşıtlığını yaptılar. Kemalist faşist parti ve grupların hemen hepsinin hareket içine taşıdığı AKP karşıtlığı harekete asıl karakterini verdi; çevreci duyarlılıkla başlayan, kendiliğinden gelişen hareketin öznelliği de önemli ölçüde zedelendi. Bunlar olgu iken ‘kitlelerin devrimci başkaldırısı “TC devletini, hakim sınıfları ve iktidarlarını sarstı!” değerlendirmesi yapmak en iyi halde kendi niyetini olguların yerine geçirmektir. Ya da farklı eylemleri yaşadık!!! Bizim yaşadığımız Gezi Parkı direnişinde kitlelerin bir başkaldırısı vardı, ama bu hareket devrim talebinden çok uzaktı, dolayısıyla devrimci değildi! Bu hareketin içinde devrimcilerin de yer alması, hareketi otomatikman devrimci kılmadı/kılmıyor! Bizim yaşadığımız Gezi Parkı direnişinde, evet AKP hükümeti bocaladı, zorlandı ama TC devleti sarsılmadı! Devam... “Biz proleter devrimciler CHP, MHP gibi faşist parti ve burjuva gerici güçleri tenzih ederek halk kitlelerinin demokratik tepki ve isyanını meşru devrimci bir reaksiyon olarak görüyor, ezilen halk kitlelerinin direniş ve ayaklanmalarını selamlıyoruz. Halk kitleleriyle birlikte omuz omuza çatışmayı devrimci görev ve sorumluluğumuzun bir parçası olarak telakki ediyoruz!” Neymiş? CHP, MHP ve burjuva gerici partileri “tenzih ederek”, ezilen halk kitlelerinin direniş ve ayaklanmalarını selamlıyorlarmış! Bildiride CHP, MHP ve gerici faşist partiler hakkında tavır takınılan tek yer bu cümledir. Halk kitleleri ayaklanmışsa, direniş devrimci bir reaksiyon olarak görülüyorsa, bu direnişin talepleri nedir? Direnişin talepleri Tayyip’in istifası ve hedefi AKP iktidarıdır. Peki, AKP iktidarının alternatifi nedir? Devrimci bir isyan veya halkın ayaklanması ise, neden devrimci sloganlar ve devrimci bir iktidar vurgusu yapılmıyor? Yapılmıyor, çünkü anti-AKP cephesi (yani “tenzih edilen” kesim!!! Yani hareketin içinde olan, harekete kendi faşist ideolojilerini taşıyan ve yer yer giderek siyasi talepler bağla-
‘Çok (!) güzel hareketler bunlar!’ Eğer devlet eşittir hükümet ya da düzen eşittir hü-
17
güncel
kümet derseniz, bunlar arasındaki ilişkiyi Leninist temelde çözümleyememişseniz yanlış sonuçlar varırsınız. Bu bağlamda TKP/ML’nin tavrı buna iyi bir örnektir. TKP/ML 4 Haziran tarihli bir bildiri ile Gezi Direnişi hakkında ki tavrını ortaya koydu. AKP’nin “TC tarihinde metropollerde boy veren benzeri görülmemiş bir halk isyanı karşısında ne yapacağını şaşırmış durumda“ olduğu belirtilen açıklamada, “İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere ülkemizin sokak ve meydanları devrimci, ilerici, yurtsever gençlerin cesaret timsali kavgasına tanıklık etmekte” olduğu tespitleri yapılmaktadır. Bu söylenenlerin bir bölümünü daha mücadele sürerken, mücadelenin ateşiyle ajitasyon temelinde ya-
toplumun çok ciddi bir kesimine yayılmıştır. Halk, her yaştan, her cinsten, her ulustan, her mezhepten olmasına, farklı siyasal grup ve çevrelere angaje yapısının çeşitliliğine karşın, aynı öfke selinde bütünleşmiş durumdadır.” diyor. TKP/ML gerçeklere gözlerini kapatıp, anti-AKP cephesinin eylemlerini “devlete isyan” olarak algılıyor. Aynı bildiride şunları okuyoruz: “İstifası istenen hükümettir, nefretin kusulduğu, tepkinin yöneltildiği AKP ve Tayyip’tir ama onların şahsında başkaldırının hedefinde düzenin ta kendisi vardır. Yürüyüşe geçen kitlelerin pek çok yerleşim alanındaki yöneliminde yalnızca AKP il binaları yoktur; burjuva medyanın merkezleri ve temsilcilikleri ile başbakanlık, valilik, kaymakamlık ve emniyet binaları da hedef alınmıştır.” İstifası istenenin hükümet ve Tayyip
Bizim yaşadığımız Gezi Parkı direnişinde kitlelerin bir başkaldırısı vardı, ama bu hareket devrim talebinden çok uzaktı, dolayısıyla devrimci değildi! Bu hareketin içinde devrimcilerin de yer alması, hareketi otomatikman devrimci kılmadı/kılmıyor!
18
zılmış şeyler olduğu için anlayışla kabul etmek mümkün… Ama yazılan bazı şeyler bunun ötesindedir. Örneğin eylemleri, “TC tarihinde metropollerde boy veren benzeri görülmemiş bir halk isyanı” olarak nitelendirmek en başta geçmişin inkârıdır. 12 Eylül öncesini hatırlayalım. Devrimci bir durum vardı. O günün egemen sınıfları, kendi belirledikleri yöntemlerle yönetebilecek durumda değillerdi. Ezilen, sömürülen sınıfların ‘bağımsız tarihsel eylemleri’nde bir artış yaşanıyordu. Ezilen, sömürülen sınıflar, eski biçimde yaşamak istemiyorlardı. 12 Eylül 1980 öncesi, ülkelerimizde yer yerinden oynuyordu. Bu dönemdeki eylemlilikleri, kurtarılmış bölgeleri ve kitlesel yapılan eylemlilikleri nereye koyacağız?! Ya da örneğin, 15-16 Haziran işçi sınıfının kendiliğinden hareketini nereye koyacağız? TKP/ML “Bu direnişin yaktığı ateş dört bir yana ulaşmış, devlete isyan, algı biçimi farklılık arz etse de
olduğu doğrudur. Ama diye devam ediyor TKP/ML, “onların şahsında başkaldırının hedefinde düzenin ta kendisi vardır.” Bu yaklaşım kendi düşüncelerini gerçeğin yerine konulmasıdır. Eylemlere katılan kitleler sisteme mi karşı çıkmış, düzeni yıkmak için mi eylemlere katılmışlardır, yoksa AKP’yi yıkmak için mi? Ya da farklı eylemlerden mi konuşuyoruz? Biz eylemlerde‚ onların şahsında (yani AKP’nin şahsında) denilenin yine “onlar” (yani AKP!) olduğunu gördük! Başkaldırının hedefindeki “düzenin ta kendisi”ni ise TKP/ML’nin niyetinde, isteğinde ve bunu kâğıda dökmesinde görüyoruz. Bununla kalmıyor TKP/ML... Şöyle devam ediyor: “Devrime doğru giden yolda Taksim’in işaret fişeği olduğu bu direniş süreci, öğrettikleri ve kazandırdıkları ile önemli bir kilometre taşı olacaktır. Süreç her ne kadar öteden beri izlenen yağma ve talan siyasetinin bir halkası olarak Taksim Gezi Parkı’nın sermaye-
malıdır. “Direnişi kendi hesaplarına uygun bir mecraya kaydırmak isteyebilecek bu güçlere engel olunması gerektiği açıktır ama bu çevrelerin riski güçlendiren kimi pratiklerine dayanarak, eyleme kuşku ve gölge düşürecek yaklaşım sergilemenin de bir anlamı yoktur. Bunların etkisiz kılınması, dahası ayıklanması için çaba göstermek gerekir ama bu tek başına başarılabilecek bir tasarruf olmadığı gibi, koşullar gözetilmeden gerçekleştirilebilecek bir pratik olarak da görülemez.” Dananın kuyruğunun koptuğu yer tam da burasıdır. Eylemlerin içeriğini başka bir mecraya kaydırmak isteyenlere engel olmak gerekir ama eylemlere kuşku düşürebilecek yaklaşımlardan da uzak durmak gerekir!!! Bunların etkisiz kılınması için çaba gerekir ama koşulların da mutlaka gözetilmesi gerekir! Bu görüşler, komünist olma adına savunuluyor. Yazının akışı içerisinde tavır takındık. Faşistlerle, ulusalcı “sosyalistlerle” ve her türden gericilerle omuz omuza savaşılmaz. Hayır, biz devrimcilerin eylemlerde olduğunu, yoğun faşist teröre karşı direndiğini, bu uğurda canlarını verdiklerini biliyoruz. Bu mücadeleyi sahipleniyoruz, düşen arkadaşlarımızın anıları önünde saygıyla eğiliyor ve mücadeleyi yükselterek, faşist katillerden ve onların devletinden hesabın devrimle sorulacağını söylüyoruz. Bu anlamda eyleme kuşku düşürme, gölge düşürme diye bir amacımız yok, olamaz. Burada sorunumuz eylemi değerlendirirken durumu olduğu gibi ortaya koymak, doğru sonuçlara ulaşılmasını sağlamak... Evet devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin eylemlerde bu kesimlerle aralarına mesafe koymaları, kendilerini onlardan ayırmaları gerekiyordu. Yapılamayan budur. Bunun Gezi eylemi gibi her renkten insanın/grubun katıldığı, at izi ile it izinin birbirine karıştığı bir eylemde çeşitli zorlukları olduğu açıktır. Buna rağmen bu amaç doğrultusunda çaba harcana-
güncel
ye peşkeş çekilmesine karşı geliştirilen demokratik bir direnişin zorla bastırılmasıyla ateş aldıysa da kendilerinin de teslim ettiği gibi, bu boyutun çok ötesinde bir içerik kazanarak, yüz binlerin direnişine, öfke ve ayaklanmasına dönüşmüş, buradan da sıçrayarak bütün ülkeyi kucaklayan bir hal almıştır.” Bu söylemlerin de gerçekle fazla ilişkisi yoktur. Evet, eylemler durmadı. Tüm Türkiye’ye yayıldı, polisle çatışmalar yaşandı. Polisin yanında yer yer paramiliter güçler de devreye girdi. Toprağa düşenler, yaralananlar, gözleri çıkanlar oldu. Bütün bunlara rağmen yüz binler sokağa çıkmakta kararlı davrandı, direnişe katıldı. Bunlar olgu… Ama tüm bunlardan hareketle direnişin devrime giden yolda Taksim’in bir işaret olduğunu söylemek, direnişin hedefinin devrim olmadığı; sistemle özde sorunu olmadığı, böyle bir perspektifinin bulunmadığı bilindiğinde abartı değilse abartı nedir?!!! Yanlış değerlendirmeler bununla sınırlı değil TKP/ML’de... Hareketi yanlış değerlendirme noktasında ısrarlılar. Örneğin şunları söylüyorlar: “Fiili eylem ve direniş cephesinin içerisinde, halkın değişik kesimlerini temsil eden parti ve yapılarla birlikte CHP, İP, HKP gibi faşist ve karşı-devrimci örgütlerin de bulunması, halk hareketinin niteliğini başkalaştıracak bir özellik taşımamaktadır.” Eylemlerde, CHP, İP, HKP ve faşist partiler var ama bunların kıymeti harbiyesi yok… Bu faşist partilerin eylemlerde yer alması, eylemlerin içeriğinde bir değişikliğe yol açmamış! Söylenenler böyle. Fakat gerçekler farklı. Biraz olsun eyleme, eylemdeki güçlere ve onların etkilerine, dışarıya yansıyan resme bütünlüklü bakıldığında durumun hiç de anlatıldığı gibi olmadığı görülecektir. Resmin bütününe bakmamak, görmemek: Yapılmayan budur. Bunun yapılmamasının nedenleri kitle kuyrukçuluğunda ve istekleri gerçeklerin yerine geçirmekte, sübjektivizmde aran-
19
güncel
bilirdi. ‘Tek başına başarılabilecek bir tasarruf olamıyorsa’ devrimciler birlikte hareket edebilir, ortak bir zeminde söz konusu kesimleri teşhir ve tecrit etmeye çalışabilirlerdi. Bunlar yapılmadı. Bunu kendileri de kabul ediyorlar. Şöyle diyorlar: “Diğerleri bir yana, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganını nesnel olarak bunlarla birlikte haykırma durumunda kalmak ya da bu çevrelerin karşı-devrimci, ırkçı ve faşist söylemlerini engelleme olanağı bulamamak “zorunlu” olarak katlanılan bir hal olarak kabul edilmeli, bu durumu dengeleme ve aşma konusunda kendi çalışma ve çabamıza daha fazla ağırlık verilmelidir.” Hayır, devrimciler ırkçı, faşist ve karşı devrimcilerle birlikte “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını zorunluluktan da olsa atmamalıdırlar. Eylem içinde eğer kendinizi ayırma diye bir hedefiniz olsa, kitle
Parkı direnişini aynı lafları kullanarak değerlendiriyor. TKİP şöyle diyor: “Türkiye’deki dengeleri şimdiden altüst etmiş olan halk hareketi, direniş merkezlerine yönelik yoğun saldırılara rağmen inatla büyüdü ve yaygınlaştı.” Alıntı yaptığımız bölümde doğrularla, yanlışlar iç içe duruyor. Yazıda yanlış olan şey TKİP’in Gezi direnişini hiç ayrımsız ve baştan sona “halk hareketi” olarak değerlendirmesidir. Gezi direnişi haklı bir temelde başlamış ve daha sonra AKP karşıtlarının eylemlerine dönüştürülmüştür. “Patlak veren halk hareketinin kendisi ve gelişme seyri, partimizin tarihsel döneme ve olayların akışına ilişkin devrimci iyimserliğinin hiç de temelsiz olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Hareket dönem itibariyle beklenmedik bir anda patlak verse de, bu ko-
Burada önce Marksizm-Leninizm biliminin devrimci durum öğretisinde, devrimci durumun bir özelliği “hükümet”in değil!! “egemen sınıflar”ın .. yönetemeyecek durumda” olmalarından söz edildiğini hatırlatalım. Hükümet eşittir egemen sınıflar değildir! Burada ya bilerek ya da farkında olmadan öğreti çarpıtılmaktadır. kuyrukçuluğundan kendinizi kurtarabilseniz ırkçı, faşist ve karşı devrimcilerle birlikte “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını atmak zorunda kalmazsınız. Gezi eylemlerini, “isyan”, “ayaklanma” ve “devrimin başlangıç fişeği” olarak adlandırırsanız, hareketi yanlış okursanız, ona onda olmayan misyonlar biçerseniz, evet bahsettiğiniz zorunluluğu yaşar, kaçınılmaz olarak faşistlerle birlikte slogan atmak zorunda kalırsınız. Ama devrimciler yanlışlardan, yaşanılanlardan ders çıkarmasını bilmelidirler. Devrimci mücadelede bu ve benzeri durumlarla daha çok karşılaşacağız. Eğer gerçekten samimi olunursa, bu tür zorunlulukların üstesinden gelinebilir, devrimci düşünceler kitleler taşınabilir, kitleler devrim için kazanılabilir.
Bir de ‘halk hareketi’ durumu var!
20
Gezi olaylarını yanlış değerlendiren bir başka parti de TKİP’dir. Ekim sayı 290’da “31 Mayıs patlaması ve devrimci sorumluluklar” başlıklı bir yazı yayınlandı. Tüm küçük burjuva devrimcileri gibi TKİP de Gezi
münistler için hiç de şaşırtıcı bir gelişme değildir. Zira partimiz dinsel-gericiliğin toplumsal düzeyde yarattığı karanlık atmosferin yanıltıcı olmaması gerektiğini yıllardır önemle vurgulaya gelmektedir.” TKİP’in tarihsel dönem dediği dönem kendi belgelerinde daha önce tespit edilmiş olan “devrimler döneminin yakınlaşmakta” olduğu dönemdir. TKİP’in bu görüşlerine, yönelttiğimiz eleştirilerimiz dergimizin 163. sayısında yayınlandı. Patlak veren Gezi direnişi TKİP’in öngörülerini doğrulamış! Sistemin temellerine yönelmeyen, Gezi direnişi hareketinin boyutları ne kadar büyük olursa olsun düzen açısından bir tehlike oluşturmamaktadır. TKİP vb. örgütlerin kavramadığı şu: Devrimin öznesi olan işçi sınıfı kazanılmadan, işçi sınıfı içerisinde komünist örgüt yaratılmadan, işçi sınıfı önderliğinde bir devrim hayaldir. Gezi Parkı direnişine işçi sınıfı istenilen desteği vermedi. KESK, DİSK, TTB, TDB ve TMMOB bir günlüğüne genel grev yapacağını ilan etti. Genel grev ilan eden kurumların kağıt üzerinde toplam 900 bin üyesi var. Kaç kişi katıldı bu greve? Tüm ülke çapın-
Peki devrimci durum var mı? Gezi direnişini halk ayaklanması olarak değerlendiren MLKP “Halk ayaklanmasının yığınları, hızla derin siyasi talepler geliştirdi”ği tespitlerini yapmaktadır. Şöyle yazıyor MLKP: “En azından hükümetin artık şimdiye kadar olduğu gibi yönetemeyeceği ve baskı altında tutulan kitlelerin sürekli daha açık biçimde başka bir yönetim talep ettikleri anlamında Türkiye‘de devrimci bir durumda bahsedebilmemize rağmen, devrimci güçler, kendiliğindenci hareketin önderliğini üstlenecek ve demokratik-devrimci bir yolda ilerletecek durumda değiller ve
emekçi yığınların hareketi aşağıdan büyümeye devam ediyor. Ama bu güçlerin mücadelesiyle harekete en azından kısmi olarak devrimci bir karakter verilebilmiştir. İlerici ve devrimci güçlerin yanı sıra başka gruplar da bu halk hareketinin parçasıdırlar. Bunların arasında doğa koruyucuları, futbol kulüplerinin taraftarları ve “ant-kapitalist Müslümanlar”, ama ulusalcı, şovenist ve faşist güçler de bu hareketi etkilemeye ve önderliğini ele almaya çalışıyorlar.” Tüm oportünist örgütler gibi MLKP de ülkelerimizde devrimci durum olduğunu tespit ediyor. Tespit etmekle kalmıyor, hükümetin artık şimdiye kadar olduğu gibi yönetemeyeceğini, alttakilerin de başka bir yönetim talep ettiklerini söylüyor. Burada önce Marksizm-Leninizm biliminin devrimci durum öğretisinde, devrimci durumun bir özelliği “hükümet”in değil!! “egemen sınıflar”ın .. yönetemeyecek durumda” olmalarından söz edildiğini hatırlatalım. Hükümet eşittir egemen sınıflar değildir! Burada ya bilerek ya da farkında olmadan öğreti çarpıtılmaktadır. İkinci olarak MLKP’ye göre bir yandan devrimci durum var ama devrimciler önderlik yapacak durumda değiller. Diğer yandan ama Gezi hareketine devrimciler, kısmi olarak devrimci bir karakter vermiştir! Ama başka güçler de, bu hareketi etkilemeye ve önderliği ele geçirmeye çalışıyorlar. Söylenenler bunlar. Bunlar birbiriyle çelişen, gerçeklerle fazla ilgisi olmayan tespitlerdir. Lenin devrimci durumu şöyle açıklar: “Marksistlere göre, devrimci bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır: ama her devrimci durum da devrime götürmez. Genel konuşulduğunda, bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi ileri sürersek, kanımca kesinlikle yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini biçim değiştirmeden sürdürmek imkansız olduğunda; “üst katmanlar”ın şu ya da bu bunalımı, egemen sınıfın siyasetinin bir bunalımı, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığında. Bir devrim olması için, kural olarak, “alt katmanlar”ın eski biçimde “yaşamak istememeleri” yetmez, “üst katmanların” eski biçimde “yaşamamaları” gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve sefaleti alışılmış ölçütten daha da şiddetlendiğinde. 3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, “barışçıl” dönemlerde soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan, ama fırtınalı zamanlarda hem tüm bunalım
güncel
da genel greve katılanların sayısı beş-on bini geçmez! Gerçek durum budur. Eğer siz işçi sınıfı içerisinde komünist bir örgüt yaratamamışsanız, işçi sınıfının önemli bir bölümünü kazanamamışsanız, “halk hareketi” başlasa bile kazanan siz olamazsınız. Devam edelim. TKİP şöyle yazıyor: “31 Mayıs patlaması, dünya ölçüsünde girmiş bulunduğumuz yeni tarihsel dönem hareketliliğinin Türkiye üzerinden özgün ve önemli bir yeni halkasından başka bir şey değildir.” TKİP, dünya ölçeğinde yeni bir tarihsel döneme girildiğini yazıp çiziyor. 31 Mayıs patlaması da, dünya ölçeğinde girilen tarihsel dönemin Türkiye üzerinden önemli bir halkasını oluşturuyor! Devrimler yaklaştığına göre, TKİP’te sıkı bir hazırlık dönemine girmiş gözüküyor! İşte küçük burjuvazinin sınıf tavrının sözcülüğünü yapan bütün devrimci oportünistlerin devrime hazırlık konusuna yaklaşımının tipik bir örneği. Bütün devrimci oportünistler açısından devrimci faaliyetin, devrime hazırlanmanın gerekçesi, devrimin bugün yarın kapıda olmasıdır. Kimi bunu Leninist Devrimci Durum öğretisini çarpıtıp, “sürekli devrimci durum” yaratarak yapar; kimi gerçeklere gözlerini kapayıp, her reform mücadelesini, her ekonomik mücadeleyi “devrimin habercisi”, devrimci eylem, ayaklanma vs. ilan ederek yapar, mücadelelerin durumunu olağanüstü abartır; kimi kendi küçük örgütünün eylemini ajitasyon adına abartarak “halkın eylemi” yerine geçirir. Böylece kendi kendine, kadrolara gaz verilir! Niyet iyidir. Devrimci faaliyet, devrime hazırlık, devrimci mücadele... Fakat yaklaşım devrimci faaliyetin devrimci durumun varlığı/ yokluğuna bağlı olarak ele alınmasının yanlışlığını kavramayan, devrimci durum olsun, olmasın devrimci faaliyetin, sürekli bir faaliyet olduğunu kavramayan bir yaklaşımdır.
21
güncel 22
durumu ve hem de bizzat “üst katmanlar” tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin eylemliliği oldukça arttığında. Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, tek tek sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmaksızın, bir devrim —kural olarak— olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden devrimci durum denir. Böyle bir durum 1905’te Rusya’da ve Batı’daki bütün devrimci dönemlerde vardı; gerçi aynı durum 1860‘larda Almanya‘da, 1859-61 ve 187980’de Rusya’da var olduğu halde, bu durumlarda devrim olmadı. Niçin? Çünkü her devrimci durumdan devrim çıkmaz; bir devrim, ancak, yukarıda sayılan nesnel değişikliklerin yanı sıra, öznel bir değişiklik de olursa meydana gelir, yani: devrimci sınıfın, bunalımlı dönemlerde bile, “devrilmediği” taktirde “ de v r ilme yen” eski hükümeti devirmek (ya da sarsmak) için yeterince güçlü kitle eylemleri yapma yeteneği.” (Lenin. II. Enternasyonal’in Çöküşü, aktaran Leninizm Defterleri, 2. Defter, Proleter Devrimin Teorisi, s.125-126, İnter yayınları) Lenin’in devrimci durum hakkında yazdıkları bağlamında Kuzey Kürdistan-Türkiye’de durum nedir? Birincisi: Ülkelerimizde hakim sınıflar aralarındaki çelişmelere, dalaşlara rağmen, kendi belirledikleri yöntemlerle yönetebilecek durumdadır. İkincisi: Ezilen, sömürülen sınıfların —ekonomik durumdan yakınmalarına, ekonominin gidişatından hoşnutsuz olmalarına rağmen,— düzene karşı‚ “bağımsız tarihsel eylemleri” söz konusu değildir. Üçüncüsü: Kitlelerin bağımsız tarihi eyleminde gözle görülür bir artış yok. Var olan esas olarak hakim sınıfların saldırı ve baskılarına karşı, kazanılmış kimi hakları geri alma girişimlerine karşı savunma mücadeleleri. Bu mücadeleler genelde düzen içidir ve bir çok halde egemen sınıfların kendi aralarındaki ik-
tidar dalaşında, onların bir kesiminin mücadelesinin kuyruğuna takılabilmektedir. Gezi evet bir yanıyla ve başlangıcında, henüz “Tayyip gitsin de nasıl giderse gitsin!” hareketine dönüşmeden önce, bugüne dek siyasi mücadeleler içinde fazla görünür olmayan kentli gençlerin, yeni bir kuşağın kendiliğinden, bağımsız eylemi olarak ortaya çıkmıştır. Ve durumlarından hoşnutsuz örgütsüz kitlelerin bir bölümünü de harekete geçirmiştir. Fakat Lenin’in sözünü ettiği düzene karşı bağımsız tarihi eylem yönünde gelişmemiş, egemen sınıfların iktidar dalaşında anti-Tayyip’çi kesimin damgasını vurabildiği bir yönde gelişmiştir. Ülkelerimiz açısından somut konuştuğumuzda devrimci durum yoktur. MLKP, kendi sübjektif isteğini gerçeğin yerine koymakta, kendi örgütlü müc adele si n i halkın mücadelesi yerine koy ma k tad ı r. MLKP, ülkelerimizde yürüyen kimi mü c a d e l e l e r i olduğundan fazla abartmaktadır. Adeta devrim kapıda bekliyormuş gibi siyaset geliştirenler, kitlelere yanlış bilinç vermektedir.
Devrimci güçlerin durumu?! Yukarıda Gezi direnişinin kimi yönlerini sıralarken devrimcilerin hazırlıksız yakalandıklarını ve ama süreç içinde güçleri oranında harekete katıldıklarını belirtmiştik. Bu noktada kimi örgütlerle aramızda değerlendirme farklılıkları var. Örneğin MLKP ile. Onlar şöyle diyor: “Şovenist Kemalist CHP, sivil faşist MHP ve Kürt ve Ermeni düşmanı ulusalcı faşist İşçi Partisi (İP) gibi gerici güçler, bir taraftan bu hareketten kazançlı çıkmaya çalışırlarken, diğer taraftan da uzlaşmalar ve görüşmelerle bu hareketi durdurmaya, her türden ilerici karakterini tasfiye etmeye ve AKP hükümetine yönelik “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi gerici eleştirilerini kabul ettirmeye ve ideolojilerini yeniden
gündemdedir. Devrimci durum vardır ama devrimci hareket zayıftır. Devrimci hareketin zafer kazanması için MKP’nin olması zorunludur! MKP’nin örgütsel yapısı ise yeterli değildir! Bunun nedeni de, “Örgütsel gücünün yetersizliği yaşadığı ayrılıklar, bölünmeler, yenilgi ve darbelerle ilgili olmakla birlikte, geçmiş tarihi muhasebesinde tespit ettiği gibi, esasta ideolojide yaşadığı kırılmaların beslediği parti önderliklerinin sağ-sol hatalı çizgiler izlemesinden kaynaklanmaktadır.” Uluslararası komünist harekette yaşanan tasfiyecilik ve zayıflama da, “Maoist Komünist Partisi’nin örgütsel gücünü geliştirememesinde birer etkendir.“ (Bkz. Devrimci Demokrasi, sayı 184, “Büyük gerçekler bizlerde saklıdır” başlıklı makale) Bunları okumak da güzel… Geçmiş dönemde her şeyi kendisi ile başlatıp kendisi ile bitirenlerin, güçlerini abartanların pratik karşısında boylarının ölçüsü ortaya çıkmış olması ve bunun etkisiyle kendilerini sorguluyor olmaları olumlu bir adımdır. Bu konuda samimi iseler bunu her koşulda yerine getirirler. Getirebilirler mi?! Biz sanmıyoruz. Çünkü yanlışlık temeldedir! Türkiye’yi devrim öncesi Çin’le aynılaştırmaktadırlar. Halk savaşını halk adına öncü savaşı olarak yanlış anlamaktadırlar!
güncel
canlandırmaya çalışmaktalar. Faşist AKP diktatörlüğüne karşı durmak biçimindeki motivasyonları, bizzat iktidara gelme arzularının yanı sıra, her şeyden önce burjuva Türk devletinin Kürt ulusal hareketi ile “müzakere süreci”ni sekteye uğratmaktan ve Kürt ulusunu inkardan ve onu en acımasız ve en kanlı biçimde yok edilmesine devam etmekten ibarettir. Demokrasi ve özgürlük sorunu bu güçleri asla ilgilendirmemektedir. Bu güçler belli bir başarı elde etmiş olsalar, Ankara ve İzmir gibi şehirlerde dikkate değer güçleri harekete dahil etmiş olsalar ve göz ardı edilmemeleri gerekiyor olsalar da, geneli bakımında ilerici ve devrimci sol güçlerin düşünceleri, harekette önder olmasa da belirleyicidir.” (01 Haziran 2013 /Enternasyonal Bülten / Sayı:128’den) Burada doğrular ve yanlışlar iç içe duruyor. CHP, MHP ve İşçi Partisi bağlamında söylenenler doğrudur. MLKP, diğer oportünist örgütlere oranla, bu örgütlerin kimi şehirlerde güçlerini harekete dahil ettiğini ama geneli açısından devrimci güçlerin ‘düşüncelerinin’ hareketlerde belirleyici olduğunu söylüyor. Biz tersini iddia ediyoruz. 31 Mayıs ertesinde ülkelerimize yayılan eylemliliklerde, belirleyici olan devrimci güçler değil AKP karşıtı cephedir. En geç, AKP’nin açıkça geri adım atıp, referandumu telaffuz ettiği yerden itibaren “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” sloganının içeriği, “Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun Tayyip götürülmelidir!” içeriği haline gelmiştir. Burada CHPnin, İP’in, onun uzantısı TGB’nin, HKP’nin… eylem içine taşıdığı Kemalist faşist ideoloji belirleyici hale gelmiştir. Bu böyle olduğu içindir ki, örneğin AKP karşıtı Kemalist faşist cephenin sloganları yer yer öne çıkabilmiş, kitleler ‘Mustafa Kemal’in askerleri’ olma konusunda bu kesimlerin kuyruğuna takılabilmişler, ya da sessiz kalmışlardır.. Bir bölüm ise kendisini “Mustafa Keser’in askerleriyiz!” gibi sloganlarla da olsa kendisini ayırmaya çalışmıştır. Yine kitlelerin bir bölümü eyleme sonradan katılan BDP tabanına şoven saldırılarda bulunabilmiştir vb. Gezi eylemlerinde Kemalistler, bunlar içinde de İP ve TGB Gezi eylemlerinin ‘kazananları’ arasındadır. MKP de örgütsel güçsüzlükten yakınan örgütlerden birisidir. MKP’ye göre; “Devrimci durumun yüksek ve sürekli olduğu ülkelerden biri de Türkiye-Kuzey Kürdistan siyasi coğrafyasıdır.” Türkiye-Kuzey Kürdistan emperyalizme bağımlı yarı-sömürge bir ülkedir. Kırlık bölgelerin esas alınması ve halk savaşının verilmesi
Sonuç olarak… MKP, TKP/ML, TKİP ve MLKP’nin Gezi direnişi ile ilgili bazı görüşlerini aktardık. Belirli nüans farklılıkları olmasına rağmen, dört örgüt de Gezi direnişini değerlendirirken aşağı yukarı aynı görüşleri savunmaktadır. Biz, bu örgütlerden proletarya adına doğru bir tutum, doğru çözümler getirmelerini zaten beklemiyoruz. Nesnel koşulları abartma, düşmanı taktik alanda küçümseme, kitlelerin ruh halini hesaplamama, işçi kuyrukçuluğu yapma vb. vb. bu örgütlerin temel hastalıklarıdır. Palavra edebiyatı, kendilerini olduğundan büyük gösterme, sübjektif tespitler yapma... bu örgütlerin çizgilerinde önemli bir yer tutmaktadır. Ülkelerimizde, revizyonizme, küçük burjuva oportünizmine, anarşizme ve Troçkizme karşı ideolojik mücadele yürütülmeden, etkisi kırılmadan proleter devrimci bir gelişme istenilen ölçüde gelişemez. Oportünizm ve revizyonizm derin köklere sahiptir. Komünistler, oportünizme karşı mücadele edilmeden, emperyalizme, faşizme karşı mücadele edilemeyeceğinin bilincindedirler. Temmuz 2013 ✓
23
✌ halkların kardeşliği için güncel
R
24
ROJAVA İLE DAYANIŞMAYA
ojava’da PYD’nin gücünü arttırması ile Türk devleti tarafından finanse edilen silah, eğitim ve lojistik destek yardımı yapılan El Kaidenin bölge kolu El Nusra ve radikal İslamcı guruplar Rojava da (Batı Kürdistan) kadın çocuk demeden yüzlerce insanı katletti. PYD’nin başta sınır şeridi olmak üzere, Rimelan, Tirbespiye gibi enerji alanlarında kontrolü ele geçirmesi üzerine Kürtlere yönelik başlayan saldırganlık hız kesmeden sürüyor. Silahlı çetelerin Serakaniye’ye yönelik saldırıları ve YPG tarafından gerçekleştirilen direniş devam ederken Rojava hattı, Suriye’de süregelen çatışma atmosferinin en yoğun yaşandığı bölgelerden birine dönüşüyor. Rojava’nın stratejik bölgelerinde yaptığı saldırılardan ilk etapta sonuç alamayan İslamcı şeriatçı çeteler, Halep’in Kürt beldeleri Til Aran ve Til Hasıl’daki sivillere saldırıyor, camilerden yapılan “Kürtlerin malı ve namusu helaldir” çağrıları eşliğinde kirli savaş yöntemleri uygulanıyor. Öte yandan Rojava’ya yönelik saldırıların bir parçası olarak, Yüksek Kürt Konseyi üyesi Îsa Huso suikast sonucu öldürüldü. Suikastın arkasında da Rojava’daki fiili Kürt otonomisine saldıran İslamcı gruplar bulunuyor. Kürdistan’ın dört parçasında Kürtler tarih boyunca hep katliamlara maruz kaldılar. Ekonomik, siyasi ve kültürel olarak yok sayıldılar. Rojava da Kürtlerin önemli bir bölümü, Esad rejimi tarafından vatandaş
dahi kabul edilmeyerek baskılara maruz kaldı. Suriye’de süren iç savaş, Rojava’da Kürt halkının tarihinde olmayan bir fırsatı yakalamalarına yol açtı. Kürt örgütleri Esad rejimine karşı savaşmayı reddetti. Kürtler ÖSO’na katılmadılar ve dış müdahaleye de karşı çıktılar. Bunun sonucu olarak Esad rejimi silahlı güçlerini Rojava’dan çekti. İktidar boşluğundan faydalanan Kürtler kendi özyönetimlerini oluşturmaya başladı. Rojava’da Kürtlerin kendi özyönetimlerini oluşturması, hem Türk devletinin, hem de Esad rejimini yıkmak için çok parçalı olan muhalefetin işine gelmedi. Rojava’da Türk devletinin desteklediği çeteler, şeriatçı faşist güçler Kürtlere karşı saldırıya geçti. Rojava’daki Kürt hareketi hem Esad, hem de ÖSO’nun müda ha lesi ne imkan tanımayarak, Rojava’ya bayrağını dikti. Rojava’ya çekilen Kürt bayrağı aynı zamanda Türkiye’nin saldırgan Suriye politikasının ilk ciddi duvara çarpma halkasıydı. PYD, bu sürecin sonunda Suriye denkleminin stratejik güçlerinden birine dönüşerek, emperyalist güçlerin bölge taktiklerinde dikkate alınması gereken bir özne olarak belirginleşti.
Türkiye’nin hegemonya hayalleri, zorunlu taktiksel esnemeler Türkiye’nin Rojava’da Kürtlerin kendi özyönetimle-
saldırıların başlamasının hemen ardından PYD lideri Salih Müslüm’ün Türkiye’ye bir ayda iki kere gelmesi, Dışişleri Bakanlığı ve MİT yetkilileri ile görüşmesi, Türkiye’nin PYD ile diyalog geliştirmeye yönelik ilk kamuoyuna açık adımıydı. (Bununla birlikte, Salih Müslüm bu kamuya açık görüşmelerden önce de Türkiye ile değişik zaman aralıklarında üç görüşmelerinin olduğunu söyledi. Bu sürecin başlama tarihi “açılım” ve barış görüşmelerinin başlama süreciyle örtüşüyor.) Bunu, Barzani yönetimiyle gerçekleştirilen görüşmenin izlemesi, Barzani’nin Müslüm’ü görüşmeye çağırması, Suriye’deki krize yönelik Türkiye taktiklerine Kürt diplomasisi ile pazarlığın da yerleştiğine dair örnekler sunuyor. Müslüm’e bir yandan, Esad ile ittifak yapmaması ve kontrol dışı bir özerklik ilanına girişmemesi yönünde baskılar yapılırken, Kürt hareketinin bölge planına entegrasyonunun taşları döşenmeye başlıyor. Faşist Türk devletinin güncel Rojava politikası, bölge işçi ve emekçilerinin kanı üzerinden işleyen çift yönlü bir politika olarak işliyor. Türkiye, PYDEl Nusra çatışmalarından çıkacak her sonucu kendi emperyalist yayılım politikaları açısından kazanıma dönüştürmeyi istiyor. Bir yandan, El Nusra ile olan ilişkilerini sürdürüyor, bu çetelerin ihtiyaçlarını karşılıyor. İmkan bulduğu taktirde saldırgan politikasını yeniden güncellemek, doğrudan müdahale fırsatını kaçırmamak istiyor. Bu plan Türkiye Kuzey Kürdistan da işlemeye çalışılan barış sürecinde olduğu gibi, ne Kürtlerin ulusal haklarına yönelik kazanımını, ne de Rojava’da ki Kürt inisiyatifinin özgürlüklerini tanımayı temsil ediyor. Bugün Kürtler dört parçada ulusal demokratik haklarını istiyorlar. Kendi en temel ulusal haklarının bilincinde olarak kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Bu en doğal demokratik hakları için bugüne kadar büyük bedeller ödediler ve hala ödemeye devam ediyorlar. Bu demokratik hak taleplerini sonuna kadar desteklerken, biz Kürtlerin dört parçada gerçek anlamda özgürlüğünden yanayız. Bu özgürlük ancak dört parçada faşist diktatörlüklerin halkların bir devrimi ile yıkılması, yerine geçecek demokratik halk iktidarlarının kurulması ile mümkündür. Kürt ulusunun özgürce kendi kaderini, yani ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını savunmak bugün en temel görevdir.
✌ halkların kardeşliği için
rini oluşturmalarından ne kadar rahatsız olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Türk dış politikası başından itibaren Suriye Kürtlerinin demokratik ve ulusal taleplerine düşmanca yaklaştı. Bilhassa PYD’yi meşru bir aktör olarak tanımadı, uluslararası alanda onu yalnızlaştırmaya, bir terör örgütü olarak damgalayarak itibarsızlaştırmaya çalıştı. Türkiye bu politikasının sonucu olarak, Suriye politikasında esas olarak muhalefeti tümüyle desteklemek, muhalefetin Esad karşıtı çıkarları ile kendi bölgesel hegemonya alanını geliştirme, planını hayata geçirmek istedi. Bunun için ÖSO’na her türlü desteği açıkça vermekte çekinmedi. Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretin de Obama’dan askeri müdahale konusunda destek alamaması, Rusya ve Çin’in Suriye üzerine yapılan pazarlıklarda güç kazanması üzerine doğrudan askeri müdahale seçeneğini askıya almaya başladığı dönemde dahi, askeri müdahaleci eğilimini sürdürdü, kendinin baskın rolü oluşturacağı Kuzey’de tampon bölge projesinin kabul görmesini sağlamaya çalıştı. Öte yandan, Türkiye’nin Suriye politikasının sıkışmanın asıl etkeni olan ÖSO’nun kendi iç bütünlüğü başta olmak üzere güç unsurlarını kaybetmeye başlamıştı. Türkiye İslamcı şeriatçı çeteleri beslemeyi sürdürmeye devam etmesine rağmen, Rojava’da PKK’nin yan kolu olarak lanse ettiği PYD’nin gücünü gördüğü yerde çark ederek şimdiye kadar ezilmesi gereken bir güç olarak gördüğü PYD ile görüşmelere başladı. Bu durum Türkiye’nin saldırgan projesinin hareket alanını daha da daraltıyor. Bununla birlikte, Türkiye’nin geliştirdiği emperyalist politika Suriye’de muhalefetin yaşadığı sıkışmanın da bir sonucu olarak, ABD-AB-Rusya-Çin arasında gerçekleşen, emperyalist müdahale seçeneğini dönemsel olarak rafa kaldıran, uzlaşmacı geçiş tasarımının sınırlarına gerilemek zorunda kaldı. Reyhanlı saldırısı, Suriye ve Ortadoğu politikasının uğradığı hasarların doğrudan iç politikada da karşılığını bulması ve AKP’nin yaşadığı çok yönlü sıkışma, PYD’nin ezilerek ortadan kaldırılamayacağını gösterdi. Bu durum Türk devletine farklı seçenekler arama zorunluluğunu getirdi. Kürtlerin artık kırılarak tarih sahnesinden silinemeyeceği kendini göstermişti, hem bölgesel emperyalist kapitalist dönüşüm stratejilerine hem de Türkiye’nin bunun lokomotifliğini üstlenerek kendi rolünü öne çıkarma düşüne Kürtlerin bir aktör olarak eklenmesi ve Kürt varlığının doğrudan kapitalist dönüşümün ihtiyaçlarıyla yeniden dizayn edilmesi gerekiyordu. Rojava’ya yönelik
22.08.2013 ✓ 25
güncel
Ergenekon davasında ilk karar verildi!
A
26
Darbecilerle hesap bitmedi!
ltı yıllık soruşturma süresinin ardından nihayet 5 Ağustos 2013’te Ergenekon davası karara bağlandı. Haklarında soruşturma açılanların küçük bir bölümü beraat ederken, 200’ün üzerinde sanık ağırlaştırılmış müebbet hapise kadar varan cezalarla hüküm giydi. Bu sanıkların ezici çoğunluğu darbeci olduğu tescillidir, yargılanmaları yerindedir. Ancak, kısmen küçük bir azınlığın haksız olarak hüküm giydiği de ortadadır. Soruşturma sürecinde olduğu kadar şimdi kararların açıklanmasının ardından davanın “hukuksuzluğu” üzerine tartışmalar sürüyor. Burjuva muhalefet, özelde CHP ve İşçi Partisi’nin başını çektiği Kemalist kesim verilen cezaların hukuki olarak meşru olmadığını, daha çok siyaseten alınmış kararlar olduğu noktasında kıyameti koparıyor. Evet doğru! Ergenekon davasında sözkonusu olan HUKUK değil GUGUK’tur. Sınırlılığı en başından belli olan bu davada da hem soruşturma, hem de yargılama sürecinde burjuva hukukunun esaslarına uygun davranılmamıştır. Evet, “adalet“ yoktur! Evet, “torba“ hükümlerle, örneğin kimileri gerçekten de haksız yere ağır cezalar yemiştir… Ancak, bu yeni bir
şey değil ki… TC’de hep böyle oldu. TC devleti kuruldu kurulalı mahkemeler her zaman burjuva hukukuna dayalı mahkeme değil, iktidarın sopası oldu! Aradaki tek fark, şimdi “ileri demokrasi” safsatası altında Erdoğan iktidarının darbecilerden intikam alması ve bu arada da darbecileri yargılıyorum safsatasına sığınarak, kendi iktidarını rahatsız eden ve kurtulmak istediği kimi karşıtlarını içeri tıkmaktır. Bu arada AKP’nin milli görüş/Fettullah Gülen cemaati koalisyonu olması sonucu, yer yer yargının ve emniyetin içindeki Fettullahçı kesimin kendi başına aldığı kimi kararların Recep Tayip Erdoğan takımının hoşuna gitmediği de bir gerçektir ve açıkça dile de getirilmektedir. Evet, burjuva hukukunun en temel esasları dahi gözetilmemiştir: Uygulandığı biçimiyle “özel yetkili savcılar“, uzun tutukluluk süreleleri usulsüzlüktür. Yargılama kişisel olmak, suç her bir bireyin şahsında delillere dayanmak, delillerle kanıtlanmak zorundadır, buna uyulmamış, bunun yerine “torbalama“ usulüyle hükümler giydirilmiştir. Ama bunların da hiçbiri yeni değil! Kemalist iktidarların da geçmişte yaptığı aynısıydı. Mahkemeler
törlüğe de! Ancak burjuva yakınmalar salt bunlardan ibaret değil. Bir kesim de Ergenekon davası mahkeme kararlarının ardından “devleti temizlemenin fırsatı kaçtı” biçiminde yazıklanıyor... Halbuki böyle bir beklentinin bir hayal olduğu en başından belliydi. Bir kere davalar en başından sadece AKP hükümetini devirme çabalarına, “Ergenekon ve Balyoz” olarak adlandırılan dosyalarla sınırlıydı. Hâlbuki bu aysbergin görünen zirvesiydi, darbecilerin yaptığı kötülükler çok daha büyüktü. Ordusuyla, parlamentosuyla, darbecisiyle, polisiyle ve tüm hukuksuzluğuyla Kemalist diktatörlüğün halklara, emekçilere ve bütün ezilenlere, işçi sınıfına, devrimcilere, komünistlere yönelik suçlarına parmak ucuyla dokunulmuş dahi değil. 12 Eylül darbecileri, Sivas katliamının sorumluları, Hrant Dink cinayetinin sorumluları ve daha sayısız katliam ve cinayetin sorumluları ellerini-kollarını sallayarak dışarda gezerken, suçluların cezalandırılmasını bırakalım bir yana soruşturma sürecinde “af yoluyla kurtarma” senaryoları tartışılırken AKP’nin “ileri demokrasi” safsatasının da ne menem bir şey olduğu görüldü... Bu anlamda Ergenekon davası bitti ama darbecilerle derin devletle hesap bitmedi! Darbeciler elbette yargılanmalı, en ağır şekilde cezalandırılmalıdır! Onlar bunu çokça hakettiler. Darbecilerin bir bölümü hala dışarda ve yargılanmadı! Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya ve daha diğerleri hala dışarda! Bunlar da mahkeme karşısına çıkarılmalı ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır! Halk düşmanlarına af yok – cezalarını çekecekler!!! Ağustos 2013 ✓
güncel
her zaman iktidarın sopası oldu!!! Denizlerin asılması hukuk muydu? Gözaltında infazlar hukuk muydu? Devrimcilerin, komünistlerin işkence tezgahlarından geçirilmesi hukuk muydu? 12 Eylül sonrasındaki örgüt davalarında devrimcilerin topluca mahkum edilmesi hukuk muydu? Kürt köylerinin yakılıp-yıkılması, işkence ve katliamlarla belgeli insan hakları ihlalleri gerçek iken, bunların sorumlusu olan paşaların bırakın yargılanması ifadelerinin bile alınamaması hukuk muydu? Refah partisinin yasaklanması, AKP hakkında alınan “irticacı eylemlerin odağı haline gelmiştir” kararı hukuk muydu? KCK davası hukuk mu? Roboski hukuk mu? Ergenekon davasında ceza alanlar; darbe yapmaya teşebbüs, T.C hükümetini devirme vb. vb nedenler yüzünden cezalandırıldılar. AKP hükümeti, kendi iktidarına yönelen, kendi iktidarını tehdit eden ergenekon sanıklarına karşı yürütülen yargılamanın arkasında durdu ve destek verdi. Fakat faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, Kürt halkına karşı yapılan katliamlar yargılamanın dışında tutuldu. Geçmişte enselerine kurşun sıkılarak öldürülen insanların, yargısız infazların, jandarmada kaybolanların, köy yakmaların faiilleri ergenekon davasında yargılanıyordu. 17 bin faili meçhul ve yakınlarının kemiklerine muhtaç binlerce insan varken, diğer yanda bazı sanıkların sadece hükümete karşı bir oluşum içinde oldukları için cezalandırılmaları hukukun guguk olduğunu gösteriyor. Evet, Ergenekon davası hukuk değil! Ama darbeciler ve onları savunanların sızlanmaları ve burjuva hukuku yok diye çığlıkları da samimi değil. Bizim bunlardan ne birini ne de diğerini savunma ya da tercih etme durumumuz olamaz! Herşeyi kendine yontan AKP saltanatına da karşıyız, kemalist dikta-
27
panorama
PA NOR A M A “Kontrollü geçiş süreci” DARBE yedi! - MISIR -
Kitlelerin “ekmek, özgürlük, demokrasi” taleplerine karşı Ordu ile Müslüman Kardeşler (İhvan) aralarında uzlaşsalar da, iktidar dalaşı esasta bu iki güç arasında –Ordu, yargı vd. somutunda eski rejim savunucuları ile İhvan somutunda eskiye karşı olan İslamcı güçler arasında-, sürdü.
M
28
ısır’da 25 Ocak 2011 tarihinde başlayan halk isyanının Mübarek’i tahtından alaşağı etmesi ile ordunun önderliğinde bir “kontrollü geçiş” süreci gündeme geldi. Kitlelerin mücadelesinin sadece Mübarek’i koltuğundan etmekle sınırlı kalmayacağı ihtimali büyüktü. Bu olgu, egemenleri asgari kayıpla durumu kurtarmaya yöneltti. Halkın tepkilerini dindirmek için, taleplerinin yerine getirileceği (protestolarda öne çıkan talep Mübarek’in istifasıydı, bu adım gerçekleşmeden diğer taleplerin yerine getirilemeyeceği yaklaşımı vardı) ve bunun için bir “geçiş süreci”ne gereksinim olduğu anlatıldı. Bu da ordunun kontrolündeki bir “geçiş süreci”ydi. Mübarek emekli edildi ve Yüksek Askeri Konsey göreve el koydu! Ordu bu “geçiş sürecini” sürüncemede bırakıp uzattı. Bu süreçte ama kitlelerde Ordu’ya karşı tepkiler çoğaldı ve Yüksek Askeri Konsey’in Başkanı ve Genelkurmay Başkanı olan Tantavi “üniformalı Mübarek” olarak adlandırıldı ve “Tantavi’ye ölüm”
sloganları atıldı. Bu tepkilerin de zorlamasıyla planda öngörülen Parlamento ve Başkanlık seçimleri yapıldı. Her iki seçimden de Müslüman Kardeşler galip çıktı. 30 Haziran 2012 tarihinde Başkanlık seçimini kazanan Müslüman Kardeşler’in adayı Mursi görevine başladı ve Ordu geri plana çekildi. “Geçiş süreci”nde geriye yeni Anayasa’nın hazırlanması ve referanduma sunulması işi kalmıştı. Ama bu arada, Başkanlık seçimlerinin ikinci turundan önce Anayasa Mahkemesi, seçimlerin, seçim yasasına uygun yapılmadığı gerekçesiyle Parlamento’nun alt kamarasını feshetti. “Geçiş süreci”ne parlamento seçimlerinin yeniden yapılması da eklendi. Kitlelerin “ekmek, özgürlük, demokrasi” taleplerine karşı Ordu ile Müslüman Kardeşler (İhvan) aralarında uzlaşsalar da, iktidar dalaşı esasta bu iki güç arasında –Ordu, yargı vd. somutunda eski rejim savunucuları ile İhvan somutunda eskiye karşı olan İslamcı güçler arasında-, sürdü. 2012 yılı sonunda Anayasa referanduma sunuldu ve normal plana göre
DARBE ÖNCESİ GELİŞMELER, ÇELİŞMELER... Mısır’daki gelişmeler hakkında, dergimizin 161. sayısında yayınlanan ve 24 Aralık 2012 tarihli yazımızda tavır takınmış ve o güne kadarki önemli gelişmelere değinmiştik. Mursi’nin Başkanlık seçimini kazanması ve Anayasa Referandumu’na kadarki gelişmelere de dergimizin 158. ve 159. sayılarında değindiğimiz için, burada kendimizi 24 Aralık 2012 tarihinden sonraki süreçte yaşanan iktidar dalaşında öne çıkan gelişmeleri özetlemekle sınırlıyoruz. 25 Aralık 2012 tarihinde Anayasa referandumunun resmi sonuçları açıklandı. Buna göre referanduma katılım %32,9, Anayasa’ya evet oyu da geçerli oyların %63,83’ü kadardı. Bu, resmi olmayan sonuçlarla hemen hemen aynıydı. Sonuçta 51 Milyondan fazla olduğu söylenen seçmenden 10.693.911’inin oyuyla Anayasa onaylanmış oldu. Formel olarak referandum kazanılmıştı. Mursi’ye muhalefetin önemli bir kesimi referandumu boykot etti ve referandumdan sonra da hem referandumun sonucunu hem de Anayasayı kabul etmediklerini açıkladılar. Mursi’ye karşı mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceklerini de ilan ettiler. Bu dönemde kamuoyuna yansıyan görüntü Mursi ile Ordu’nun uzlaştığı, referandumun, kendi isteklerine uygun bir rejimi sağlamak için önemli bir adım olduğu görüntüsüydü. Sonuçta yeni Anayasa da Ordu’nun “devlet içinde devlet” olma konumunu korumuştu. Sivillerin Ordu’yu denetimi olanaklı değildi. Ayrıca ekonomik olarak da kendi başına büyük tekel, holding olan Ordu’nun çıkarları korunmuştu. Sonradan medyaya yansıyan bilgilere göre Ordu ile İhvan arasındaki uzlaşmaya göre, Ordunun imtiyazları korunacak ve buna karşı da İhvan serbest hareket edecekti. Bu uzlaşmaya belli bir süre uyuldu da. Darbe sonrasında medyaya yansıyan bilgilere göre ise 2012 Kasım ayından itibaren bu uzlaşma giderek çatışmaya dönüşmüştür. Bu da esasında Anayasa tas-
lağının hazırlığı sırasında ve referanduma sunulması sürecinde Ordu ile İhvan arasında yürüyen pazarlıklarda Ordu’nun istediğini tam alamadığı ve İhvan’ın Ordu’nun istediği gibi düdüğü çalmadığını göstermektedir. Sisi’nin darbe konuşmasında Ordu’nun 2012 Kasım ayından beri “ulusal diyalog” için çabaladığını ama bunun Başkanlık tarafından reddedildiğini açıklaması da bu durumu onaylamaktadır. Ordu ile İhvan arasındaki iktidar dalaşı esasında 1 Temmuz 2013 tarihine kadar perde arkasında yürüdü. Mübarek rejiminin devlet kurumları varlığını sürdürüyordu. Mursi’ye muhalif kesimlerin protestolarının sürmesinin yanısıra iktidar dalaşı kamuoyuna, esas olarak Mursi ile yargı arasındaki mücadele olarak yansıdı. Bu bağlamda İçişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı’nın (Dışişleri de) Ordu’nun elinde olduğu, devletin silahlı güçlerine Ordunun hükmettiği bilinçte tutulmalıdır. Yargı, esasında değişik mahkeme kararlarıyla Mursi’nin Başkanlık görevini, İhvan’ın hükümet görevini yerine getirmesini bilinçli ve planlı biçimde sabote etti. Polis de Başkan Mursi’ye karşı protestolarda eylemcilere saldırıp onlarcasını katlederek kitle içinde Mursi ve İhvan yönetimine karşı tepkilerin gelişmesini teşvik etti. Tabii ki eylemcilere saldırırken hep “huzur ve düzeni sağlamak” adına hareket ettiğini, şiddete izin vermeyeceğini kamuoyuna ilan ediyordu. Eski rejimin bürokrasisi alıştığı gibi çalışıyor ve Mursi’yi çalışamaz duruma getirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. İhvan temsilcilerinin basın mensuplarına eski rejimin bürokrasisinin Mursi’nin işini nasıl sabote ettiğini anlatması ilginçtir. Örneğin fakslar iletilme yerine yok edilmiş, gelen telefonlar bağlanmamış vb. vb. Yargı, başkanlık seçimlerinin ilk turunda Mursi’nin ilk sırada yer alıp ikinci tura katılmayı garantilediği bir ortamda, seçimlerden beş ay sonra Parlamento’nun alt kamarasını işleyiş hatası yapıldığı gerekçesiyle feshetme kararı aldı. Parlamento’nun üst kamarası olan Şura ise esasta bir nevi Senato ya da danışma kamarası olması gerekirken, alt kamara feshedildiğinden yeni seçimlere kadar yasama göreviyle yetkilendirildi. Mursi’nin bir yıllık Başkanlık sürecinde seçimle işbaşına gelmiş ve yasama görevi olan bir parlamento varolmadı. Mursi Parlamentonun alt kamarası seçimlerinin Nisan ayı sonu ile Haziran ayı sonu arasındaki dönemde dört aşamada yapılması için kararname yayınladı. 6 Mart’ta yargıçlar devreye girdi ve Kahire
panorama
Parlamento seçimlerinin iki ay içinde yapılması ve böylece “kontrollü geçiş” sürecinin sona ermesi gerekiyordu. Olmadı! Formel olarak bile bu süreç tamamlanmadan Ordu 3 Temmuz 2013 tarihinde darbeyle Mursi’yi ve İhvan yönetimini devirdi. Böylece zaten ordunun kontrolünde olan “geçiş süreci” açık askeri faşist darbe ile sonlandı. Gelişmeleri daha iyi anlayabilmek ve kavrayabilmek için darbeyi getiren sürece biraz daha yakından bakalım.
29
panorama 30
İdare Mahkemesi bu seçim tarihini geçersiz ilan etti, Seçim Komisyonu da 8 Mart’ta seçimin ertelendiğini açıkladı. İdare Mahkemesi aynı zamanda Seçim Yasası’nın Anayasa Mahkemesi tarafından gözden geçirilmek zorunda olduğuna hüküm kıldı. Böylece seçimlerin sözkonusu tarihlerde yapılması engellendi. Seçimlerin ancak Ekim ayında mümkün olabileceği üzerine açıklamalar yapıldı. 2 Haziran’a gelindiğinde de Anayasa Mahkemesi parlamentonun üst kamarası olan Şura’nın da Anayasa’ya uygun olmadığını, meşru olmadığını açıkladı. Aynı mahkeme geriye dönük olarak Anayasa taslağını hazırlayan Komisyon’un da yasaya ters biçimde oluşturulduğuna karar verdi. Yeni seçimler yapılana kadar Şura’nın varlığını koruyabileceği açıklandı ama karar verme ve yasa çıkarma yetkisi elinden alındı. Böylece aslında Anayasa’nın da gayrimeşru olarak referanduma sunu lduğ unun ve geçersiz olduğunun ilan edilmesinin temeli atıldı. Doğrudan Mursi ve İhvan yönetimine karşı olan bu kararlar gibi, kitlelerin yönetime tepkisini teşvik eden kararlar da alındı. Örneğin Mübarek’in ömür boyu hapis cezası kararı Ocak ayında işleyiş hatası gerekçesiyle iptal edildi ve davanın yeniden görülmesi kararlaştırıldı. 25 Ocak 2013 tarihinde “devrimin yıldönümü” için yapılan protestolara kolluk güçlerinin saldısıyla yaşanan çatışmalarda en az 9 kişinin öldürüldüğü ve 500 kadar insanın yaralandığı bir ortamda, 26 Ocak’ta Kahire’de Mahkeme, 21 kişi için idam kararı verdi. Sözkonusu kişilerin, 1 Şubat 2012 tarihinde oynanan futbol maçı sırasında çıkan olaylar sonucu 74 kişinin öldürülmesinden suçlu olduğu iddia edildi. Gerçekte ise “Ultra” diye kendilerini tanımlayanlar Mübarek’in devrilmesi için protestolarda öne çıkmış ve bu öldü-
rülen 74 ölünün önemli kesiminin “Ultra”lardan olduğu açıklanmıştı. Bunun da esasında eski rejimin güçlerinin intikam alma eylemi olduğu savunulmuştu. Mahkeme de bir kez daha “Ultra”lardan olanlara idam cezası vererek intikam alıyordu. Bu idam kararının ilanıyla birlikte “devrimin yıldönümü” protestolarına yenileri eklendi ve onlarca kişi öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Her halükarda alınan bu kararlar protestoların gündemde kalmasına ve Mursi’ye / İhvan’a karşı tepkilerin çoğalmasına hizmet etti. Protestolarda onlarca kişi öldürüldü. Protestolarda Anayasa’nın değiştirilmesi talebi giderek geri plana kayarken Mursi’nin istifa etmesi talebi öne çıktı. Nisan ayından itibaren kendisine “Temerrüd” (İsyan) Hareketi adı veren bir kesim Mursi’nin istifası için imza kampanyası başlattı. Bu kampanyada birçok kesim yer aldı. Kendilerine liberal diyenler, solcu diyenler, milliyetçiler-şovenlerden faşistlere kadar Mursi ve İhvan’a karşı olan hemen herkes vardı. Mübarek rejiminin savunucularının bu kampanyada önemli rol oynadığı, darbe sonrasında medyaya yansıyan bilgilerden ortaya çıkmaktadır. Bu kampanyaya karşı Mursi yanlılarının da imza toplaması karşılıklı dalaşın giderek kızıştığına işaret ediyordu. “Temerrüd” Hareketi’nin temsilcilerinin açıklamalarına göre 30 Haziran’a kadar 22 Milyon imza toplamışlardı. Bu dönemde zaten iyi olmayan ekonomik durum daha da kötüleşti ve tabii ki, sorumlusunun Mursi ve İhvan yönetimi olduğu görüşü körüklendi. Bu bağlamda Mısır’da gündeme gelen elektrik kesintilerinin, petrol ve gaz sıkıntısının, enerji sektörünün esasını elinde tutan Ordu tarafından bilinçli olarak yaratılan bir sorun olduğu iddiası da, darbe ertesinde böylesi bir sorunun gündemden çıkmasıyla ve medyaya yansıyan bilgilerle desteklenmektedir.
DARBE... 30 Haziran’da, Mursi karşıtlarının önceden ilan ettikleri protestolara yüzbinlerce insan katıldı. Katılım sayısı konusunda değişik rakamlar açıklandı. En düşük rakam Mısır çapında 2 Milyona yakın iken Ordu’nun darbesini haklı göstermeye çalışanlar bu rakamı 18 Milyon civarında gösterdiler. “Temerrüd” Hareketi ile “Ulusal Kurtuluş Cephesi” halka, “rejimi devirene kadar barışçıl protestolarını” sürdürmeleri yönünde çağrı yaptılar. Bu arada Mursi’ye de istifa etmesi için iki günlük süre tanıdılar! 1 Temmuz’da Ordu devreye girdi Mursi ile Sisi arasında “kriz görüşmesi” yapıldı. Mursi’nin “ulusal diyaloğa” ve bu temelde yeni bir hükümetin kurulması için görüşmelere hazır olduğunu açıklaması işe yaramadı. Sisi, Mursi ile karşıtlarına (bu aslında formalite icabıydı, ültimatom gerçekte Mursi’ye yönelikti) 1
Temmuz saat 17.00 itibariyle 48 saatlik zaman içinde soruna bir çözüm bulmaları için ültimatom verdi. Sisi ültimatomu şöyle açıkladı: “Eğer, Mısır’daki insanların talepleri bu süre içinde yerine getirilmezse, Ordu –ulusal ve tarihsel sorumluluğu gereğince- gelecek için yeni bir plan açıklayacak ve bütün siyasi fraksiyonların katılımıyla uygulanacak bir dizi önlem alacaktır.” (1 Temmuz’daki konuşmasından) İçişleri Bakanlığı “Ulusal güvenlik kaygısı ile Polisin Ordu’nun açıklamasını” tamamen desteklediğini açıkladı. Verilen bu süre içinde sorunun çözülemeyeceği garantiliydi ve bunu Ordu da, Mursi de biliyordu. Meydanlara çıkan muhalefet ise zaten önceden Mursi’yle diyaloga karşı olduğunu değişik biçimlerde ilan etmişti. Ne yapılacağına karar verilmişti aslında. Yani Ordu’nun bu ültimatomu gerçekte darbenin önceden kamuoyuna ilanıydı. Ordu’nun yetkilileri ültimatomu darbe olarak değerlendirenlere karşı çıkarak bunun “sokaktaki Mısır’ın nabzına” yanıt olduğunu savundu. Bu arada hükümette çözülmeler başladı ve birçok bakan ve hükümet ile başkanlık sözcüleri peşpeşe istifa etti. Mursi ültimatomu geri çevirdiğini, kendisinin Mısır’ın seçimlerle işbaşına geldiğini ve tüm Mısırlıların Başkanı olduğunu, hayatı pahasına da olsa, istifa etmeyeceğini açıkladı. Taraftarlarını da barışçıl eylemlerle direnişe çağırdı. 2 Temmuz’u 3 Temmuz’a bağlayan gece çıkan çatışmalarda en az 22 kişi öldürüldü, 200’ü yaralandı. Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre “bilinmeyen güçler” Mursi yanlılarının mitingine saldırmıştı. Bu arada Mursi Ordu’ya ültimatomunu geri alması çağrısında bulundu. Bu da boşa söylendi, mühlet bitti, darbenin zili çaldı! Askeri birimler Mursi’nin bulunduğu kışlayı telörgüyle vb. sardı. Hürriyet gazetesinin 6 Temmuz tarihindeki haberine göre, Sisi, Mursi’yi 2 Temmuz akşamı, istifa etmeyeceğini açıkladığı konuşmasından kısa süre sonra “Devrim Muhafızları”nın kışlasına “kapat”mıştı... Bu arada Mursi ve birçok yandaşı hakkında yurtdışına çıkış yasağı getirildi. Mursi karşıtları özellikle de Tahrir Meydanı’nda toplananlar Sisi’nin konuşmasını bekliyorlardı. Sonunda beklenen saatte olmasa da Abdülfettah el Sisi yanına tüm kuvvet komutanlarını ve El Ezher Şeyhi Ahmed et Tayyip’i, Mısır Kıpti Ortodoks Kilisesi Patriği Kardinal Tavadros’u, Ulusal Kurtuluş Cephesi temsilcisi Muhammed el-Baradey’i, Nur Partisi Genel Başkanı Celal Merra’yı ve “Temerrüd” Hareketi’nin
panorama
Haziran ayında protestoların, çatışmaların giderek yoğunlaştığı bir ortam yaşandı. Mursi’nin 17 Haziran’da yaptığı Vali’ler atamasında yedi İhvancı ve bir “Cemaati İslamiya”cıyı Vali olarak ataması da bu ortamın daha da kızışmasına hizmet etti. Özellikle “Cemaati İslamiya”nın ABD ve AB tarafından “terör örgütü” olarak değerlendirilmesi, sözkonusu kişinin de “terörist” biri olarak değerlendirilmesi durumu Mursi’ye karşı protestolarda, Mursi’nin, İhvan’ın “teröristlerle” çalıştığı biçiminde kullanıldı. Mursi karşıtlarının protestolarına karşı da Mursi yanlıları, Mursi’ye destek eylemleri gerçekleştirdi. Darbe konuşmasında Sisi Ordu’nun üst kademesinin Başkan Mursi ile 22 Haziran’da toplandığını ve “ulusal uzlaşma” sağlanmaya çalışıldığını ve Mursi’nin reddedici tavrının gündeme getirildiğini açıkladı. Sisi’nin o günlerde kamuoyuna yansıyan tavrı ise “Ülkenin karanlık bir tünele gürmesini engellemek için” Ordu’nun müdahale edebileceği tehditiydi. İhvan sorumlularından adı verilmeyen biri de batılı gazetecilere “Biz her şeyin bittiğini 23 Haziran’da biliyorduk. Yabancı diplomatlar bize söylediler.” diye durumu açıklıyordu. Bu, Sisi’nin Mursi için “iki kere referanduma git dedik, gitmedi” tespiti gözönüne alındığında, 22 Haziran’daki toplantıda Mursi’ye “ya çıkar istifanı ilan edersin, ya da seni hapse tıkarız” diyerek uyarıldığı düşüncesini güçlendirmektedir. Detayların nasıl gerçekleştiği belirleyici değil. Olgular, sonuçta darbenin resmiyete dönüştürülmesinin son adımı için ortamın, 30 Haziran’a gelindiğinde hazırlandığını gösteriyor.
31
panorama 32
temsilcileri olduğu söylenen kimilerini yanına alarak basın toplantısı yaptı. Sisi bu kesimlerle yaptığı toplantıya Mursi’nin partisi “Hürriyet ve Adalet Partisi”ni (HAP) de çağırmış ama HAP bu toplantıya katılmayı reddetmişti. Sisi Ordu’nun müdahalesini açıklarken şunları da söyledi: “Silahlı güçler, kitlelerin ve hareketin ulusal bir rol oynama taleplerine kulaklarını ve gözlerini kapatamazdı. Bu siyasi bir rol değildir, çünkü siyasete karışmamayı ilk ilan edecek olan silahlı güçlerin kendisi olacaktır. Silahlı güçler halkın kendisinden destek aradığını öngörüyle hissetti – Erk ya da Egemenlik değil, fakat Devrimin taleplerinin korunması için genel hizmetleri.” (3 Temmuz konuşmasından) Mursi karşıtları halk ilan edilirken, Mursi yanlıları bunun içinde sayılmıyordu. Ordu darbe yapmamış, tersine “halkın” talebine “hayır” diyememişti!!! Ne büyük sahtekarlık! Eh, “halkın yardımına” koşan Ordu’nun rolü, “siyasi rol” değilmiş... Siyasi “olmayan” bu rol, aynı konuşmada kimi başlıklar halinde şunları içeriyordu: Mursi Başkanlık görevinden alınmıştır. Anayasa askıya alınmıştır. Başbakanın görevine son verilmiştir. Mursi’nin yerine iki gün önce Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na atanan Muhammed Adli Mansur geçici olarak başkanlık görevini devralacaktır. Adli Mansur seçim yapılana kadar Başkanlık görevini sürdürecektir. Uzmanlardan oluşan teknokrat bir hükümet kurulacaktır. Ulusal çıkarları gözetleyen bir Anayasa için taslak oluşturulacaktır. Bir uzlaşma komitesi görevlendirilecektir. Mısır ordusu Mısır halkı için bütün barışçıl protestolara izin verecektir. Ulusal kurumlar devrede olacak ve karar verici kurumlar çalışacaktır. Tüm taraflar uzlaştıktan sonra seçimler yapılacaktır. Bu tavırların siyasi rolle ilişkisini Sisi’ye sormayın! O ne dediyse odur! Ordu seçimlerle Başkan seçilen birini ve yönetimini darbeyle deviriyor, ama Sisi’ye göre Ordu: Hukukun üstünlüğü çerçevesinde bu rolü üstlenmiş miş... Sisi’nin konuşması ve açıkça askeri faşist bir darbe olan bu edim, başta Tahrir Meydanı’nda olmak üzere muhalefetin büyük çoğunluğu tarafından coşkuyla selamlanıyordu. Kimilerine göre “devrim kurtarılmıştı”. Kimilerine göre de “ikinci devrim” olmuştu! “Ordu ile halk elele” sloganının pratiği böyle oluyordu... Bunların demokrasi anlayışı askerin postalları altında geziyor! “Ne Mursi, ne Ordu” diyenler, protesto hareketi içinde ne yazık ki küçük bir azınlık durumunda.
Basın toplantısında Sisi’nin açıklamasından sonra Baradey, Mısır Kıpti Ortodoks Kilisesi Patriği Kardinal Tavadros ve El Ezher Şeyhi Ahmed et Tayyip de darbeye ortaklıklarını, halkı uyumlu/ ahenkli olmaya, tartışmalı siyasi kesimleri uzlaşmaya çağırarak, Ordu’nun doğru bir karar verdiğini, geçiş planının tüm Mısırlıların güvenliğini garantilediğini anlatarak gösterdiler. “Temerrüd” Hareketi’nin bir temsilcisi de mikrofona yaklaşarak Ordunun müdahalesini selamladı. Tüm bu darbeciler arasında en ilginci Nur Partisi’nin (Selefiler) de Ordu’nun planını (tabii ki en başta da darbeyi) desteklemesidir.
... VE SONRASI GELİŞMELER Adli Mansur 4 Temmuz’da yemin ederek atandığı görevi devraldı. Başbakanlığa kimin atanacağı meselesinde uzlaşabilmek için biraz zaman gerekti. Baradey’in adı açıklandı, Nur Partisi karşı çıktığından atama yapılmadığı söylendi. Aynı biçimde Sosyal Demokrat Partisi lideri Bahaüddin’in atanması da Nur Partisi’nin itirazı sonucu gerçekleşemedi. Sonuçta eski maliye bakanı Hazım el Beblavi’de anlaştılar. İhvan’ı ve taraftarlarına karşı mücadeleyi “şiddet ve teröre karşı” mücadele olarak gösterenlerin, İhvan’dan çok daha radikal islamcı olan “Nur Partisi’ni teknelerine almaları kitlelere Ordu’nun islamcılara karşı olmadığını gösterme hesabıyla da yapılan bir şeydir. Ama buna rağmen bunun perde arkasının sorgulanması gerekiyor. Bu birliktelik kimin çıkarlarına hizmet ediyor? Geçici Başkan Mansur, Başbakan atamaya paralel parlamentonun üst kamarası Şura’yı feshetti, “yol haritasını” açıkladı. Buna göre 15 gün içinde Anayasayı hazırlayacak 10 kişilik kurul oluşturulacak (dört profesör ve altı yargıç 20 Temmuz’da bu göreve atandı). Bu kurulun 30 gün içinde taslağı hazırlaması gerekiyor. Bundan sonra da toplumun “tüm” kesimlerinden seçilen 50 kişilik bir komisyon hazırlanan taslağa 2 ay içinde son halini verecek ve taslak Başkan Mansur’a teslim edilecek. Mansur da 30 gün içinde Anayasayı referanduma sunacak. 2014 yılı başlarında (6 ay içinde) parlamento seçimleri yapılacak. Parlamentonun toplanmasından sonra da Başkanlık seçimleri öngörülüyor. Buna göre 9 ay içinde “yol haritası”nın tamamlanması gerekiyor. Bu planın öngörülen zaman içinde gerçekleşmeyeceğine emin olabiliriz. “Temerrüd” Hareketi yol haritasını kabul etmediğini, Ulusal Kurtuluş Cephesi de sözkonusu tarihlerin çok yakın, yani zaman darlığı olduğunu söyleyerek planı destek-
Darbeden sonraki günlerde yaşanan çatışmalarda yaşamını yitirenlerin sayısı onlarca’dan yüzlerce’ye doğru hızla ilerledi. Öldürülenlerin çoğu Mursi yanlısı olmasına rağmen her seferinde bunlar çatışmaların sorumlusu ve suçlusu ilan edildi. İhvan’a karşı bir sürek avı başlatıldı. Özellikle tanınmış önde gelen yöneticileri, sorumluları tutuklandı. Bunların sayısının 1000’i geçtiği bilgisi de medyaya yansıdı. Tüm saldırılara rağmen Mursi yanlıları protestolarını sürdürdüler. Tahrir Meydanı örneği gibi birçok yerde meydanları kamp haline getirip protestolarını oturma eylemleri biçiminde de sürekli kılmaya çalıştılar. Mursi görevine geri dönene kadar eylemlerini sürdüreceklerini ilan ettiler. Anayasanın yeniden yürürlüğe konması da talepleri arasındaydı. Ordu, hükümet mensupları, bilimum darbeciler, Mursi yanlılarına kampları dağıtmaları/ meydanları boşaltmaları yönünde tehditler savurdular ama durmadılar... Polis ve asker gücüyle sözkonusu meydanların toplatılması için saldırılacağı kesin biçimde kararlaştırılmış, hükümet İçişleri Bakanı’na Kahire’deki iki protesto kampını toplatması için yetki vermiş ama bunun zamanı üzerine tartışıldığı sıkça kamuoyuna yansıtılmıştı. Uluslararası ilişkilerde özellikle AB ve ABD temsilcilerinin darbecilerle İhvancıları uzlaştırma, İhvan’ı Ordu’nun teknesine bindirme çabaları ve Ramazan orucu dönemi sözkonusu saldırıyı ertelemeye hizmet etti. 7 Ağustos’ta darbecilerin Başkanlık kurumu İhvancılarla yapılan uzlaşma görüşmelerinin akamete uğradığını açıkladı. 14 Ağustos’ta sözkonusu saldırı gerçekleşti ve darbecilerin kolluk güçleri, kelimenin gerçek anlamında katliam gerçekleştirdi. Kahire’deki Adeviye ve Nahda meydanları kolluk güçlerinin yoğun saldırısıyla harabeye çevrildi. Damlara yerleşen keskin nişancı-
panorama
lemediğini açıkladı. Başbakan Beblavi hükümet kurma çalışmalarını sürdürürken İhvan’ı da teknesine almaya çalıştı ama olmadı. 33 bakanlıktan oluşan hükümet üyeleri yemin ederek 17 Temmuz’da işbaşı yaptı. Savunma, İçişleri ve Dışişleri bakanları değişmedi. Diğerlerinin çoğu da Mübarek döneminin çalışanları/ bürokratları, eski bakanlar vb.den oluşuyor. Baradey Başkan Yardımcısı, Sisi de Savunma Bakanlığına devam etmenin yanısıra bir de Başbakan Yardımcısı oldu... Böylece darbecilerin sivil görüntülü yönetimi oluşturuldu. Darbeci cephede bu gelişmeler yaşanırken Mursi yanlıları darbeyi protesto ederek Mursi’nin görevine geri getirilmesini talep ettiler. Protestolar birçok kentte yapıldı. Mursi yanlıları protestolarını barışçıl temelde yapmaya çalıştılar. Buna rağmen çatışmalar yaşandı. Mursi yanlılarının eylemlerine saldırılarla çatışmalar kışkırtıldı ve resmi bir karar olmadan İhvancılar devletin kolluk güçleriyle çatıştı, karakollara, devlet dairelerine saldırıldı. Bu da darbecilerin atanmış hükümetinin –başta da Sisi’nin- İhvan’cıları “terörist” olarak göstermek için kullanıldı. 24 Temmuz’da Sisi, halka 26 Temmuz Cuma günü sokaklara çıkıp Ordu ve Polise “şiddet ve terörle mücadele yetkisi”ni vermesi çağrısında bulundu. Görünen şey, İhvancıların şiddet kullanmaya zorlandığı ve yasaklanması için gerekçe yaratılmaya çalışıldığıdır. 25 Temmuz’da Sisi, adını vermeden İhvan’cılara 48 saatlik süre vererek, islamcıların “Ülkedeki siyasi uzlaşma sürecinde yer almasını, aksi takdirde sert bir uygulamaya hazır olmaları” gerektiği tehditinde bulundu. 28 Temmuz’da ise geçici Başkan Mansur kararnameyle Başbakan Beblavi’ye Ordu’ya sivilleri tutuklama izni verme yetkisini verdi. Böylece keyfi tutuklamalara resmiyet kazandırılıyordu.
33
panorama 34
ların da katıldığı kurşun ve gaz bombaları yağmuru ve kolluk güçlerinin genel saldırılarının televizyonlara yansıyan görüntüleri anlatılabilecek durumda değildi. Görüntüler Mısır’ın bir iç savaşa doğru hızla kaydığını gösteriyordu. İhvan temsilcilerinin böylesi saldırılarda kendi yandaşlarını kontrol etmekte zorluk çektiklerini açıklamaları, bunların hala protestolarını barışçıl temelde yürütmeden yana olduklarına işaret etmektedir. Fakat bir içsavaş olasılığı varlığını sürdürmektedir. 14 Ağustos katliamında ölenlerin sayısı kesin belli değil. Resmi verilere göre 16 Ağustos itibariyle ölenlerin sayısı 638, yaralıların sayısı 3996’dır. Ölenler arasında 43 Polis olduğu açıklandı. İhvan ölülerin sayısını 2000’den fazla olarak açıkladı. Medyaya yansıdığı kadarıyla asker ve Polisin eylemcilere ve cesetlere karşı nasıl davrandığı gözönüne alındığında ölü sayısının resmi açıklamanın çok üzerinde olduğuna kesin gözüyle bakılabilir. İnsanların bir kurşun kadar bile değeri olmadığı bir ortamda kolluk güçlerinin protestocuların yerleştiği ve ölülerini “depoladığı” Rabiatul Adeviye Camisi’ne saldırıp ve yakması, cesetlere el koyması gibi edimler “yan bir sorun” olarak görülebilir ama bu barbarlığın derecesini de gösterir... Bu katliam aynı zamanda Mısır’da, şimdilik bir aylık olağanüstü hal ve gece sokağa çıkma yasağının ilan edilmesinin bahanesi yapıldı. Katliam darbeciler cephesinden çatlak sesler çıkmasına yol açtı. Darbeyi destekleyenlerin bir bölümü katliamı kınadı. Başkan Yardımcısı Baradey kendisinin hemfikir olmadığı kararların sorumluluğunu üstlenemeyeceğini, kampları toplatmak için tüm barışçıl imkanların denenmediğini vb. açıklayarak görevinden istifa etti. Ardından da Avusturya’nın Başkenti Viyana’ya gitti. Baradey’in bu tavrını “kendisine olan güvene ihanet etmek” olarak değerlendiren kimi darbeciler, Baradey hakkında suç duyurusunda bulundu. Davanın Eylül ayında başlayacağı bilgisi medyaya yansıdı. Katliam sonrasında da protestolar ve çatışmalar yaşandı, onlarca insan öldürüldü. Bu arada tutuklanan İhvancılardan 36sının öldürüldüğü haberi de basına yansıdı. Ölümlerin nasıl gerçekleştiği konusunda net bir açıklama yok. Taraflar birbirini suçladı. Bu noktada İhvancıların iddiaları doğruya daha yakındır. Ölülerin ailelerinin morgta cesetlerde işkence izlerinin olduğunu, bazılarının kafasında vurulduğunu gördüğünü açıklaması da bunu desteklemektedir. Makalemizin yazıldığı ana kadar İhvancıların protestoları ve darbecilerin saldırıları devam edi-
yordu. Darbeciler kendilerini güvende saydıklarından Mübarek’i hapisten çıkarıp askeri hastahaneye yerleştirdiler. Güya orada ev hapsinde kalacakmış. Bu serbest bırakma kararı da tepkilere yol açtı, fakat 2011 Ocak ayında Mübarek’e karşı mücadele edenlerin önemli bir kesiminin bugün darbecilerin safında yer alması, protestoların cılız olmasına yol açmıştır. Bu süreçte yaşanan olumlu bir şey “6 Nisan Hareketi” ve “Devrimci Sosyalistler”in içinde yer aldığı bir kesimin -“Ne Ordu, ne Mursi” diyen kesimin- “Üçüncü Meydan” diye bir çaba içinde olmasıdır. “Devrimci Sosyalistler”in 14 Ağustos’ta yaptığı açıklama, kendilerini hem Mursi’den/ İhvan’dan hem de darbecilerden, katliamcılardan ayıran, 14 Ağustos katliamını lanetleyen, İhvancıların Kopti’lere, kiliselere saldırılarını kınayan, “2011 Devrimi”nin kazanımlarına sahip çıkan devrimci bir içeriğe sahiptir. Açıklamalarını şu sloganlarla sonlandırıyorlar: “Kahrolsun askeri diktatörlük! Eski rejime geri dönmeye hayır! İhvan yönetimine dönmeye hayır! Tüm iktidar ve zenginlik halka!” Evet karşı devrimci iki tarafın iktidar dalaşını kızıştırdığı yerde böylesi tavırlar devimci alternatifin gelişmesi için umut vericidir, sevindiricidir. Askeri faşist diktatörlüğe karşı olanlar ve islamcı, gerici, faşist diktatörlüğü engellemek isteyenlerin destek vermesi gereken güçler ilerici, devrimci güçlerdir. Bizim de desteğimiz, -eleştirilerimizi saklamadan- böylesi ilerici, devrimci güçleredir. Mısır’da gelişmelerin bir iç savaşa doğru gelişip gelişmeyeceğini, darbecilerin “yol haritası”nın nasıl işlediğini takip edip göreceğiz. Mısır’daki askeri darbeyi lanetliyor, kahrolsun askeri faşist diktatörlük, kahrolsun her türden gericilik derken hiç kimsenin seçilmiş bir başkanı, hükümeti darbeyle devirme hakkı olmadığını yeniden vurguluyoruz! 26 Ağustos 2013 ✓ NOT: Burada yazımızı daha da uzatmamak için darbeye karşı uluslararası tepkilerin neler ve nasıl olduğuna, neler yapıldığına değinmedik. Ayrıca yapılanın darbe mi değil mi tartışmasına da girmedik. Bu konuda söylenecek epey şey var.
panorama
“20 Cent Devrimi” ya da “Sirke Devrimi”! - BREZİLYA -
Devlet, kitlelerin en temel ihtiyaçlarını ciddi biçimde çözme siyasetine ve pratiğine sahip olmadığından, eğitim, sağlık, barınma vb. vb. alanlara yatırım yapma, ulaşımı teknik olarak iyileştirme ve kitlelerin ekonomik durumuna göre fiyat belirleme yerine, uluslararası spor etkinlikleri ve bunlar için önkoşul olarak dayatılan altyapıya Milyarlarca Avro harcamaktadır.
G
ezi Parkı protestoları ve devletin eylemcilere karşı barbarca saldırıları Türkiye’nin gündemini belirlediği günlerde, Brezilya’da da kitlelerin “beklenmeyen” protestoları yaşandı. Medyadan yayınlanan haber veya yorumlarda Brezilya ve Türkiye’deki eylemler birbiriyle ilişkilendirildi, birbirine benzetildi, hatta Brezilya’daki protestoların Gezi Parkı eylemleri tarafından tetiklendiği vb. görüşler bile savunuldu. Aralarında kimi benzerlikler olsa da, kimi protestocular Gazi’den etkilenip Brezilya’daki protestolarda Gezi eylemlerine atfen “Aşk bitti, burası Türkiye” gibi sloganlar atsa da, Brezilya’daki protestolar Gezi eylemleri tarafından tetiklenmedi. Brezilya’daki protestoları tetikleyen, ya da “bardağı taşıran son damla”, toplu taşıma araçları biletlerine (otobüs, metro vb.) yapılan 20 kuruşluk (Centavos) zam ve bu zamları protesto edenlere karşı kolluk güçlerinin saldırıları oldu! Kuşkusuz ki “bardağı taşıran son damla”nın sözko-
nusu zam olması, protestoların sadece zamlara karşı yöneldiği anlamına gelmiyor. Bardağın son damla ile taşabilmesi için önceden dolmuş olması gerekiyor. Bu örnek Brezilya’da kitlelerin büyük bölümünün sorunlarını ifade edebilmek için de geçerlidir. Kitlelerin sorunları, zorlukları sayısızdır. 20 kuruşluk zam sadece kitlelerin yönetime olan hoşnutsuzluğunun ve öfkesinin patlamasına vesile olmuştur. Brezilya’da ücretsiz toplu taşıma, ulaşım için ya da ulaşıma zamlara karşı mücadele yeni bir şey değil. 2005 yılında yapılan Dünya Sosyal Forumu’ndan beri “Movimento de Passe Livre” (Ücretsiz Bilet Hareketi, [bu, Türkçe’ye “Serbest Geçiş” olarak da çevrilme durumunda, ayrıca “Sıfır Tarife” sloganı da bu hareketi ifade etmektedir.] adı altında bir örgütlenme ve mücadele var. Buna rağmen bu hareketin protesto eylemlerine böylesi yoğun bir katılım olmadı. “Ücretsiz Bilet Hareketi”nden etkilenen kimi sol, anarşist kesim de otobüs ve metro ücretlerinin arttırılmasına karşı
35
panorama 36
kitleleri harekete geçirmeye, protestolar örgütlemeye başladı. Porto Allegre’de 2012 yılı sonlarında yapılan eylemlere en fazla 300-400 kadar insan katılırken bu sayı giderek çoğaldı. 6 Haziran’da Porto Allegre’de bilet ücretlerinin yükseltilmesine karşı yapılan eylem, katılımı düşük olduğundan medya tarafından ciddiye bile alınmadı. Çünkü böylesi protesto eylemleri ya da yürüyüşler genelde günlük yaşamın “normal” bir parçası olarak kabul edilmektedir. Fakat bu küçük eylem, aynı gün Sao Paulo, Rio de Janeiro, Golania ve Natal gibi şehirlere de yansıdı. 11 Haziran’da Sao Paulo’da bilet zammına karşı yaklaşık 5000 kişinin katıldığı protesto eyleminde, eylemcilerle polis arasında çatışmalar yaşandı. Protestocularla kolluk güçleri arasındaki atmosfer giderek gerginleşti. 13 Haziran’da ise protestolara katılımın beklenmedik biçimde yükselmesini tetikleyen olay yaşandı. Yine Sao Paulo’da yapılan protestoya kolluk güçleri saldırdı ve çatışmalar yaşandı. Yaklaşık 100 kişi yaralandı 230 kişi tutuklandı. Özellikle askeri faşist diktatörlük döneminden kalma “askeri polis” ya da “militer kolluk kuvvetleri” denen kolluk gücünün kitlelere karşı barbarca saldırısı tepkilerin yoğunlaşmasına yol açtı. Bu noktada örneğin Gezi eylemleriyle benzerlik vardır. Protestolara katılım giderek çoğaldı ve 20 Haziran’da zirvesine vardı. Verilen rakamlar değişik. 100 şehirde bir Milyon’dan fazla katılımdan bahsedilirken, kimileri milyonlarca insanın eylemlere katıldığını yazdı. Brezilya resmi haber ajansı “Agencia Brazil”in verilerine göre ise 438 şehirde yaklaşık 2 (iki) Milyon insan eylemlere katılmıştı. Kitlelerin eylemlere katılımını etkileyen bir başka olgu ise 2014 yılında Brezilya’da yapılacak olan Futbol Dünya Kupası ve 2016 yılında yapılacak Olimpiyat Oyunları için yapılan Milyarlarca dolarlık harcamalar ve Dünya Kupası’nın bir ön testi olarak da düşünülen Konfederasyon Kupası’nın 15-30 Haziran tarihleri arasında Brezilya’da yapılmasıdır. Zamlara karşı eylemler ile Konfederasyon Kupası’nın yapılması, hükümete karşı hoşnutsuzluğun dile getirilmesi, haykırılması için uygun bir ortam yarattı ve kitleler eylemlerle değişik sorunlarını dile getirdi Bu protestoların, 20 Centavos zam tarafından tetiklenmesine dayanarak protestolar “20 Cent Devrimi” ve polisin gazdan korunmak için yanlarında sirke taşıdığı için eylemcileri gözaltına almasına atfen de “Sirke Devrimi” olarak adlandırıldı. Kuşkusuz ki ya-
şanan devrim falan değil, bu adlandırmayı yapanlar da işin gırgırında! Bu genel çerçeveyi ortaya koyduktan sonra gelişmelere ve sorunlara daha yakından bakabiliriz.
DÜNYA KUPASI, OLİMPİYAT OYUNLARI VE YOKSULLAR İÇİN KİMİ SONUÇLARI... Futbolun çok sevildiği ve güzel oynandığı ülkelerden biri Brezilya’dır. Askeri faşist diktatörlük döneminde de egemenler iktidarlarını korumak ve kitleleri gerçek sorunlarından uzak tutabilmek için futbolu kullanmış, teşvik etmiştir. Futbol geniş yoksul kitlelerin -hem oynama hem de seyretme bağlamında- sporu haline gelmiştir. Bunun için de stadyumlarda yoksulların futbolu izleyebilmesi için biletlerin belli bir kesimi ucuz bilet olarak tüketime sunulmuştur. İşin bir yanı budur. Diğer yanı ise Brezilya’nın andaki egemenlerinin milyonlarca işçi ve emekçinin yoğun sömürüsüne dayanarak dünyanın altıncı büyük ekonomik gücü olmasına dayanarak bir nevi şov yapmaya kalkışması; bu şov için de Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmasıdır. En büyük mafyalardan biri olan FIFA, Dünya Kupası vb. turnuvalara ev sahipliği yapabilmesi için sözkonusu ülkeye önkoşullar dayatmaktadır. Bu koşulları kabul etmeyenlere ev sahipliği hakkı verilmez! FIFA ve dünyaca tanınmış büyük tekeller/ firmalar her seferinde Milyonlarca Doları kasasına aktarırken ev sahipliğine soyunan ülkenin yönetimi/ egemenleri de işçilerin, emekçilerin, yoksulların sırtına daha da ağır yük bindirmektedir. Somut olarak Brezilya’ya baktığımızda Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları için 14 Milyar Avro harcanması öngörülmektedir. Sadece Dünya Kupası için öngörülen harcama 10 Milyar Avro’dur. Bu rakam Dünya Kupası bağlamında şimdiye kadarki en yüksek rakamdır. FIFA ile anlaşmaya göre 12 stad yapılması gerekiyor. Bunun beş adeti tamir/ yenilenme temelinde hazır hale getirilirken, yedisi de yeni stad olarak inşa edilmektedir. Bu stadların inşası, altyapılar vb. için binlerce aile, yüzbinlerce insan evinden, yerinden edilmektedir. Kimi verilere göre kelimenin gerçek anlamında bu sürgünlere kurban olan ve olacak aile sayısı 11.000 kadardır. Yerlerinden edilenlere şehrin merkezinden uzak, kenar bölgelerde yer gösterilmektedir, verilmektedir. Fakat bu durumda kimileri işlerini kaybetmektedir, işlerini kaybetmeyenler de bozuk sistemli ulaşımda işine gidebilmek için birkaç kez ulaşım aracı değiştirmek zorunda kalmaktadır.
harcanması vb. sonuçlara ek olarak, stadyumu yapan işçilerin ya da genelde Brezilya’nın milyonlarca yoksulunun, bilet fiyatlarının yüksekliğinden dolayı Dünya Kupası maçlarını stadlarda izleme imkanının da ellerinden alınması durumu var. Biletlerin fiyatı 90 Dolar ile 990 Dolar arasında değişmektedir. Tepkilerin büyümesini engellemek için de yaşlı, genç, mağdur olanlar için 15 Dolar ve yoksullar için 30 Dolar bilet fiyatı konmuştur. Bu “ucuz bilet” sayısı ise sınırlı tutulmuştur. Kısaca özetlediğimiz bu durum kitlelerin protestolarında en özlü ifadeyle “spora para var ama sağlığa, eğitime, ulaşıma vb. para yok!” diye dile getirilen bir durumdur. 15 Haziran’da Konfederasyon Kupası’nın açılışını FIFA şefi, mafya başı Blatter ile Brezilya Başkanı Rousseff birlikte yaptılar. Seyirciler özellikle Rousseff’i ıslıklarla yuhaladılar ve Rousseff uzun konuşma yerine tek cümleyle turnuva açılışını yaptı. Turnuva süresince maçların oynandığı stadyumların önlerinde onbinlerce insan protestolarda bulundu. Bu temelde de sayısı giderek düşen geniş katılımlı protestolar –taşıma ücretlerine zammın geri alınmasına rağmen- 30 Haziran’a kadar sürdü. Protestolarda en az dört kişi yaşamını yitirdi.
panorama
Otobüs ya da metrolarda insanların üstüste yığılmasını, ya da BBC Türkçe’ye konuşan Brezilya’lı gencin “Bize sığır gibi davranıyorlar” diye aktardığı durumu bir kenara bıraksak bile, her aktarmada yeni bir bilet alınması zorunluluğu, yoksulların ceplerini yakmaktadır. Bu da ulaşıma yapılan zamların neden şimdi böylesi protestolara yol açtığının bir açıklamasıdır. Stadların çevresinde iki kilometrelik mesafede sadece sponsorların mallarının satışı yapılması da FIFA’nın önkoşulları arasındadır. Bu önkoşul da esasta ekmek parasını çıkarmak için didinip çırpınan yoksullara karşı bir önlemdir. Devlet, kitlelerin en temel ihtiyaçlarını ciddi biçimde çözme siyasetine ve pratiğine sahip olmadığından, eğitim, sağlık, barınma vb. vb. alanlara yatırım yapma, ulaşımı teknik olarak iyileştirme ve kitlelerin ekonomik durumuna göre fiyat belirleme yerine, uluslararası spor etkinlikleri ve bunlar için önkoşul olarak dayatılan altyapıya Milyarlarca Avro harcamaktadır. Kitlelere de bu harcamaların devlet bütçesinden değil, özel firmalar tarafından harcanacağı yalanı açıklanmıştı, açıklanmaktadır. Pratikte ise devlet bütçesinden harcamalar yapılmış ve Brezilya’nın en önemli sorunlarından biri olan yiyicilik, yolsuzluk, adam kayırmacılık bu harcamalar somutunda da kendisini göstermektedir. Stadyumların ve altyapı çalışmalarındaki işçilerin yoğun sömürüsü sözkonusu bile edilmemektedir. Tersine yeni yapılması gereken yedi stadın sadece birinin tamamlandığı, diğerlerinin de Aralık ayına yetiştirilmesi gerektiği, bunun için de çalışma temposunun hızlandırılması gerektiği, Temmuz ayı başlarında Spor Bakanı Aldo Rebelo tarafından açıklandı. Yerinden edilme, işini kaybetme (bu, stadyumların çevresinde satış yapma olanağından yoksun kalmayı da içeriyor), iş bulmada zorlanma, ulaşım giderlerinin yükselmesi, işe gitmek için daha çok zamanın
PROTESTOLARDAN KİMİ KESİTLER... Taşıma ücretlerine zam eylemleri tetiklese de, eylemlerde birçok kesimin dile getirdiği talepler vardı. En öne çıkanları iş, eğitim, sağlık, güvenlik, taşımacılık, barınma ve yolsuzluk alanlarıyla ilgiliydi. Brezilya Anayasası vatandaşlarına eğitim ve sağlık hizmetlerini garantilemektedir. Fakat pratikte her iki alanda da Anayasa’ya uyumsuzluk aşırı ölçüdedir. Resmi okullarda eğitim kalitesi düşük ve genelde fakirlerin çocukları buralarda okumaktadır. Bu resmi ilkokullarda okumak aynı zamanda üniversitelerde okuma şansının sıfır olması demektir. Zenginler,
37
panorama 38
orta halliler çocuklarını özel okullara göndermektedir. Özel okulların giderleri ise medyaya yansıdığı kadarıyla örneğin Rio de Janeiro’da aylık 400 Avro kadardır. Asgari ücretlerin 240 Avro (bu konuda da değişik veriler var, biz Brezilyalı “Ücretsiz Bilet Hareketi” çalışanlarının verisini aldık) civarında olduğu bir durumda yoksulların özel okullarda okuyamayacağı garantilidir. Nüfusun %10’unun okuma-yazma bilmediği de bir başka veri. Sağlık alanında da durum pek iyi değildir. Hizmetlerin iyi olduğunu söyleyenler bile milyonlarca insanın, doktor/ tabip eksikliğinden dolayı sağlık hizmetlerinden mahrum kaldığını teslim etmek zorunda kalıyor. Başka anlatımlara göre de hizmetler de anlatıldığı gibi iyi değil. Hamile kadınların hastahanelerin bekleme salonlarında kendileriyle ilgilenilmediği bir ortamda doğum yaptığı da olgudur. Hükümetin açıklamasına göre 50.000 kadar doktor, tıp/ sağlık hizmeti yapacak insana ihtiyaç vardır. Her bin kişiye düşen doktor sayısı ortalaması 1,8’dir. Bu da bölgeden bölgeye değişmektedir. Yoksulların yaşadığı bölgeler en az doktorun olduğu bölgelerdir. Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları için harcanan milyarlarca Avro’ya atfen atılan sloganlarda, taşınan devizlerde dile gelen bir düşünce, “Çocuğunuz hasta ise lütfen hemen bir futbol stadyumuna götürün” düşüncesiydi. Yönetim, sözkonusu doktor, tıp çalışanı eksikliğini giderebilmek için dış ülkelerle –Küba, Portekiz ve İspanya sözkonusudur- anlaşma(lar) yapma taraflısı, bunu da açıkladı. Fakat bu duruma da Brezilyalı doktorlar karşı çıkmakta, protestolarda yer almaktadırlar. Güvenlik meselesi ise askeri faşist cunta döneminden bu yana çözülmemiş esas meselelerden biridir. Bu mesele aynı zamanda uyuşturucu baronlarının, devletin kolluk güçlerinin, özellikle de “militer kolluk kuvvetleri”nin (askeri polis) kitlelere karşı terörü ile de doğrudan bağıntılıdır. Resmi verilere göre örneğin Rio de Janeiro’da kriminel olaylarda her ay 600 kişiden fazla insan öldürülmektedir. Brezilya çapında yılda 50.000 civarında insanın öldürüldüğü de belirtilmektedir. Protestolarda özellikle askeri polisin demilitarize edilmesi, lağvedilmesi vb. taleplerin dile getirilmesinin haklı bir temeli var. 1988’de cunta sonrası oluşturulan Anayasa ile demokrasiye geçildiği kabul edilmektedir. Fakat askeri polis cunta artığı... Bunun bilincinde olan eylemciler, cunta artığı askeri polisin demokrasiyle yaşamayı öğrenemediğini dile
getirmektedir. İş, çalışma bağlamında 2013 yılının ilk beş ayında işsizliğin %5,7 olduğu, bunun geçen senelere göre bir azalma olduğu belirtilmektedir. Fakat bunun bir milyon ailenin aşırı yoksulluğunu, nüfusun büyük bölümünün yoksulluğunu ortadan kaldırmadığı olgudur. Aylıkların düşüklüğü, fiyatların yüksekliği, milyonlarca insanın çalıştığı halde yaşayabilme kavgası içinde kıvrandığı gerçekliğini ortadan kaldırmamaktadır. Barınma sorunu o kadar bariz ki, Brezilya’da “Topraksız Köylü Hareketi” (MST) gibi bir “Evsiz İşçiler Hareketi”nin (MTST) oluşmasına yol açmıştır. Protestolarda bunların pankartlarında okunan tespitlerden biri, “Dünyanın, erkeklerin topla nasıl oynadığına baktığı sırada, 250.000’den fazla insan evsiz-barksızdır” tespitiydi. Gecekondu (Favela) gibi yerleşim alanlarında evsiz-barksız olmayan milyonlarca insanın da barınma sorunu farklı biçimlerde kendisini göstermektedir. Yerleşim alanı içinde çöp yığınları, tuvaletlerin akma sisteminin olmaması, kısacası altyapının olmaması vb. sorunlar da insanca yaşamanın önündeki engeller arasındadır. Taşıma alanının kötü durumu sürmekte ve yolsuzluk, yiyicilik vb. ise devlet bürokrasisinin en yaygın işlerindendir. Bu bağlamda protestolarda, hükümetin Anayasa’ya ek olarak yapmak istediği ve “PEC 37” olarak adlandırılan kanun değişikliğinin yolsuzluk yapanları, yiyicileri koruma altına alacağı, cezalandırılmalarını engelleyeceği için Kongre’de reddedilmesi talebi de dile getirildi. Protestolarda bu alanlarla ilgili talepler dışında İndigen halkların hakları, eşcincellerin, transseksüellerin hakları da dile getirildi. Temmuz ayı başlarında ise beş büyük sendika “ulusal mücadele günü” çağrısı yaparak greve gittiler. Onbinlerce işçinin greve katıldığı açıklandı. Talepler arasında çalışma saatlerinin haftada 44 saatten 40 saate indirilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, daha iyi çalışma koşulları, işten çıkarmaya karşı daha iyi koruyucu önlemler/ kanun, eğitim ve sağlığa daha fazla yatırım ve daha iyi kamu hizmetleri vb. talepler vardı. Sonuçta ptotestolara katılımın doruğa ulaştığı 20 Haziran’dan sonra eylemlere katılım sayısı düşse de, toplumun ezilenlerinin, sömürülenlerinin değişik kesimlerinin mücadeleleri sürüyor. Brezilya’da sürekli bir sorun olan toprak/tarım reformu ve siyasi alanda, özellikle seçim yasası vb. reformlar, yapılmayı bekliyor... doğanın talanı sürüyor! Kısacası dünyanın
DEVLETİN PROTESTOLARA YANITI... Eyalet sistemine bağlı olarak da polise emirleri Valiler/ eyalet başkanları vermektedir. Bu açıdan bakıldığında emir Başkan Rousseff’den gelmese de kolluk güçlerinin eylemcilere saldırıları da devletin bir yanıtıdır. Özellikle olayları provoke ederek müdahaleyi haklı çıkarma çabaları Brezilya polisinin de başvurduğu taktikler arasında yer aldı. Tayyip efendi nasıl ki Gezi eylemcilerini “Çapulcu” olarak adlandırdıysa, istifası istenen Vali Alckmin de eylemcileri “vandal”, “baş belası” olarak tanımladı. Polisin ilk yoğun saldırılarının eylemlere kitlesel katılıma yolaçması ve kitlelerin kimi Vali’lerin istifasını giderek daha sert biçimde talep etmesi, kolluk güçleriyle çatışması, Vali’leri taktik olarak saldırgan tavırdan vazgeçmeye zorladı. Yapılan ulaşım araçlarına zam geri alındı. Merkezi devlet bağlamında ise, Başkan Rousseff ilk başta “protestolardan gurur” duyduğunu açıkladı. Takındığı tavırlarda genelde suya sabuna dokunmayan ve herkese kendisinin ne istediğini anlatan, örneğin “Eleştirebilme özgürlüğünü sonuna kadar savunurum”, veya “Daha şeffaf ve yanlışlıklara karşı daha dirençli kurumlar istiyorum.” vb. tavırlar takındı. Muhalefet haklı olarak Rousseff’in sorumluluğu üçüncü şahıslara yıkmaya çalıştığı eleştirisini yaptı. Sanki Rousseff Başkan değil, kitleler ondan bir şey talep etmiyormuş gibi bir yaklaşım sergiledi. Eylemlere katılım yüzbinlere çıktığında da “Şiddete karışmayan gelsin konuşalım” diye diyaloğa hazır olduğunu açıkladı. “Ücretsiz Bilet Hareketi” temsilcileriyle de görüştü. 24 Haziran’da 27 eyaletin Valileri ve 26 en büyük şehrin Belediye Başkanları ile toplantı yaptı ve “büyük reform paketi” yapılacağını açıkladı. Buna göre eğitim ve sağlık alanına yatırım artırılacak, petrol lisanslarından gelen gelirler bu alanlara aktarılacak, Şehir içi kamu taşımacılığı iyileştirilecek, bunun için 25 Milyar dolar civarında yatırım yapılacak, yurtdışından (Küba’dan) 6000 kadar doktor getirilecek vb. vb. Ekonomik alanda da enflasyona karşı mücadele için mali disiplin korunacak, tüm eyalet hükümetleri ve kamu merkezleri ise bu mücadelenin başarısı için tassaruf yapmaya çağrıldı. Brezilya Senatosu Başkanı tüm öğrencilere ücretsiz ulaşım olanağı
için tasarı hazırladı. En ilginç gelişme ise 25-27 Haziran tarihleri arasında Ulusal Kongre’de rekor tempoyla yolsuzluğa karşı mücadele, eğitim ve sağlık alanı harcamaları hakkında karar verilmesiydi. Anayasa’ya ek madde olarak düşünülen “PEC37” tasarısı, -esas olarak polise yetkiler verip savcıların soruşturmasını engellemeye yönelik tasarı- çoğunlukla reddedildi. Yeni keşfedilen petrol yataklarından gelen gelirin %75’inin eğitim, %25’inin de sağlık alanına aktarılması kararlaştırıldı. Bunun nasıl işleyeceği konusunda tam netlik yok ama gerçekte bu kadar gelirin bu alanlara aktarılmayacağı garantilidir. Üstelik sözkonusu yerlerde petrol üretimine ne zaman başlanacağı da kesin olarak belli değil. Hesaplar doğru çıkarsa gelecek 10 yıl içinde 35 Milyar Avro bu iki alana yatırılacakmış... Sonuçta protestolar, mücadele edenlerin devleti kimi adımlar atmaya zorladığı bir sonuç vermiştir. Politikacıların ancak basınç altında, baskılanmayla çalışabildiğini savunan kimi kesimler kendisine “düdüklü tencere” adı vermiş ve politikacıları zorlamak için Internet ve telefonla kampanya başlatmıştır. Eylemlerde “Halk uyandı” sloganı da atılan sloganlar arasındaydı. Halk mücadeleyi sömürücü sisteme karşı verebilecek düzeyde uyanma durumunda değil. Mücadeleye önderlik edebilecek ve halkı sisteme karşı harekete geçirebilecek devrimci, komünist bir örgütlenme de ne yazık ki yok. Yaşanan protestolar da herhangi bir örgütün önderliğinde ve yönetiminde yaşanmadı. Önderliksiz ve aynı mecrada yürümeyen bir mücadelenin uzun vadeli başarı elde etmesi de sözkonusu değildir. Buna rağmen ama mücadele öğretiyor! Mücadele eden kazanabilir! Kısa süreli bir protesto hareketi bile egemenlere geri adım attırmıştır. Bir de işçilerin, emekçilerin kendisi için sınıf haline geldiğini, sınıfsal bilincine varıp sömürücü sisteme karşı mücadele ettiğini varsayalım; işte o zaman, mücadelenin başarısı sadece geri adım attırmakla sınırlı kalmayacaktır! Sömürücülerin, sistemin köküne kibrit suyu...! Dayanışmamız demokratik hakları ve insanca yaşam için mücadele eden işçilerle, emekçilerle, gençlikledir! Bu arada önemli bir gelişme olmazsa 2014 Dünya Kupası sürecinde görüşmek üzere ve yeni bir dünya için mücadelede başarılar!
panorama
6. ekonomik gücüne yükselmiş olması, Brezilya’nın sosyal ve siyasi alandaki geriliğini ortadan kaldırmamıştır. Az sayıdaki milyarder ve zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum büyümektedir.
24 Ağustos 2013 ✓ 39
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Stalin’den Öğrenmek Yenmeyi Öğrenmektir! Stalin’e saldıran emperyalist burjuvazinin temel yöntemi yalan makinesi ve tarih çarpıtıcılığıdır. Gizli servislerin laboratuarlarında üretilen sahte belgeler ile bilinçler karartılıyor ve Stalin ile Hitler aynılaştırılıyor. Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde verdiği tarihin en fedakâr savaşımı görmezden geliniyor. Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine „Marksizm“ adını takanlarda bu koroya katılıyor. Sosyalizm düşmanlığı, Stalin’e saldırı üzerinden körükleniyor.
E
40
mperyalist burjuvazi, Stalin adını duyunca irkiliyor. Stalin’e kin duyulmasının anlaşılır bir yönü var. Stalin demek sosyalizmin inşası demektir ve sosyalizmin inşası demek kapitalizmin yerle bir edilmesi demektir. Lenin’in öğrencisi Stalin, sosyalist inşa pratiğini bizzat yaşayan, bu inşayı fiilen yönlendiren ve teorik sonuçlar çıkartan önderdir. Çünkü burjuva dünya sisteminin; kapitalist dünyanın parçalanmasında; ikiye bölünmesinde, devasa bir sosyalist ülkenin doğmasında Stalin’in önderlik payı tartışma götürmezdir. Sosyalizmi ortadan kaldırmak için saldıran faşizmin belini kıran Kızıl Ordu’nun başkomutanıdır Stalin. Stalin’e saldıran emperyalist burjuvazinin temel yöntemi yalan makinesi ve tarih çarpıtıcılığıdır. Gizli servislerin laboratuarlarında üretilen sahte belgeler ile bilinçler karartılıyor ve Stalin ile Hitler aynılaştırılıyor. Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde verdiği tarihin en fedakâr savaşımı görmezden geliniyor. Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine „Marksizm“
adını takanlarda bu koroya katılıyor. Sosyalizm düşmanlığı, Stalin’e saldırı üzerinden körükleniyor. Stalin’i savunmak Marksizm-Leninizm’i, uluslararası komünist hareketin birliğini, onun teoriye kazandırdıklarını savunmak demektir. Stalin’i savunmak, Marksizm-Leninizm ile anti-Marksizm; proleter dünya görüşüyle burjuva dünya görüşü arasına ilkesel bir çizgi çekmek demektir. Stalin, Marksist-Leninist teorinin pratiğidir, uygulanmasıdır. Stalin, Bolşevik parti, proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin inşası, uluslararası komünist hareketin birliği, sınıf dışı her türlü düşünceye karşı ilkesel tavır ve mücadele demektir. Stalin, kapitalist/emperyalist dünya karşısında sosyalizmin zaferidir. Stalin, barışın, halkların kardeşliğinin, dostça ilişkilerinin, dayanışmanın sembolüdür. Stalin, dünya burjuvazisine, sermayeye meydan okumanın ve bunu pratikte göstermenin ifadesidir. Stalin’i savunmak demek, O’nun devrimci düşüncesini ve eylemini Marksist Leninist Komünistlerin vazgeçilmez çıkış noktası olarak kavramak demektir.
✒
“STALİN VE BURJUVAZİ Burjuvazi, elindeki bütün araçlarla bugün de, Stalin’i işçilerin ve emekçilerin yüreğinden ve beyninden söküp atmak için kampanyalar düzenliyor. Stalin’i, “kendi kişisel iktidarı için her şeyi yapan bir despot”, “eli kanlı bir zalim” olarak gösteriyor. Hergün burjuvazinin dedikodu merkezlerinde üretilen yeni “kanıtlar” ileri sürülerek, işçi ve emekçilerin kafasına şu temel düşünce yerleştirilmeye çalışılıyor: Lenin ve Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği tarihin büyük bir kazasıydı. Aslında bu kaza hiç olmasaydı insanlık için daha iyi olurdu. Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği dünyanın gördüğü en büyük zulüm sistemiydi! Tarih çarpıtıcıları hiç utanmadan dünyanın her yanında Hitler ile Stalin arasında özde hiç bir fark olmadığını ispatlama çabası içinde! Hatta kimileri, utanmazlıkta Hitler’i Stalin’e tercih etmeyi önerecek kadar ileri gidiyor. Bunlara göre Hitler’in de, İkinci Dünya Savaşı’nın da sorumlusu Stalin’dir. Stalin’in ölümünün 50. yıldönümü dolayısıyla emperyalist-burjuva medya, Stalin’i işçi ve emekçilerin gözünde de öldürmek amaçlı bir sürü “özel program”, “özel ek” vb. ile dolu.
STALİN VE SINIF BİLİNÇLİ İŞÇİLER
Biz sınıf bilinçli işçiler burada burjuvazinin bu çamur kampanyaları karşısında bir kez daha sesimizi yükseltiyor ve haykırıyoruz: Biz sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfının ve ezilen bütün tutarlı devrimci güçleri Stalin konusunda burjuvazinin tam tersini düşünüyoruz: Bizim için Stalin’in adı, Sovyetler Birliği’nde sosyalist devrimin sürdürülmesi, sosyalist inşanın adıdır. Stalin’in adı, dünya halklarının Hitler faşizmine karşı zaferinin adıdır. Stalin’in adı, burjuvaziye karşı mücadelemizde elimizde keskin silah olan Marksist-Leninist teorinin geliştirilmesinin adıdır. Stalin’in adı, ezilen ulusların ulusal baskıdan kurtuluşunun, özgürlüğünün adıdır. Burjuvazinin değişik kesimlerinin Stalin’den nefret etmesi, eşyanın doğası gereğidir. Çünkü Stalin’in ismi, dünyayı altüst eden bir temel düşüncenin, komünizm düşüncesinin uygulanması ve bunun pratikte de mümkün olduğunun gösterilmesi ile ayrılmaz bir bütün oluşturur:
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Dergimizin 65. Sayısında – 2003 - Stalin yoldaşın ölümünün 50. yıldönümünde yayınladığımız makaleyi, güncelliğini koruması açısından yeniden yayınlıyoruz.
- Sömürüsüz ve sömürücüsüz bir dünya; burjuvazinin sınıf olarak iktidardan alaşağı edildiği ve yok edildiği bir dünya; - Emeğin özgürleştirildiği, emekçilerin iktidara sahip olduğu, her şeyi belirlediği bir dünya; - Herkesin yeteneği ölçüsünde katkıda bulunup katkısı ölçüsünde aldığı bir dünya; - Halkları birbirine kırdıran burjuva milliyetçiliğinin değil, proleter enternasyonalizminin egemen olduğu bir dünya; - Kadın-erkek eşitliğinin sağlanmış olduğu bir dünya; Kâr hırsının yok edilmiş olduğu; - Gerici savaşların tarihe gömülmüş olduğu bir dünya; - Devrimin sürekli kılındığı, sürekli devrimler sürecinde bayrağında “herkes yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yazan komünist topluma doğru ilerleyen bir dünya mümkündür. Böyle bir dünyanın mümkün olduğunu pratikte de gösteren önder Stalin’dir. Ve burjuvazi tam da bu yüzden tabii ki ondan nefret etmektedir, edecektir.
STALİN VE SOSYALİST DEVRİM
Stalin, Rusya’da Çarlık diktatörlüğünü yıkma mücadelesinde, 1905 demokratik devrim mücadelesi içinde çelikleşti. O kendisini hep Lenin’in öğrencisi olarak kavradı ve Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nde zirvesine varan devrimci hareketler içinde, devrime önderlik eden Bolşevik Parti’nin en ön saflarında yer aldı. Rusya proletaryasının en önemli önderlerinden biri oldu.
41
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Teori ve pratikte Lenin’in en tutarlı öğrencisi olduğunu Stalin, Lenin’in ölümünden sonra gösterdi. “Dünyanın altıda birinde” proletarya diktatörlüğü Stalin’in önderliğinde sağlamlaştırıldı. Sosyalizm, keskin sınıf mücadelesi şartlarında başarıyla inşa edildi. Emperyalist burjuvazinin dünyadaki bu biricik proletarya diktatörlüğü devletini yıkma emel, hayal ve girişimleri, Stalin önderliğinde boşa çıkarıldı. Geçen yüzyılın 1920’li yılları sonlarında bütün burjuva dünyası o güne kadar görülen en büyük ekonomik kriz ve çöküntü içinde debelenirken, emperyalist ülkelerde işsizlik, yoksulluk, açlık kol gezerken ve emperyalist burjuvazi her geçen gün daha fazla demokratik maskesini bırakıp faşist iktidarlara yönelirken, Stalin önderliğindeki sosyalist Sovyetler Birliği büyük bir hızla gelişiyor; işsizlik ve kriz tanımayan sosyalist ekonomi Sovyet emekçilerine refah sağlıyor; emekçiler en geniş demokrasiyi yaşıyorlardı. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği proleter dünya devriminin kalesi, dayanağı, bütün dünyada proletarya ve halklar için umut ve çekim merkezi, bütün dünya proletaryasının sahip çıktığı “anavatanı” haline gelmişti.
STALİN VE FAŞİZME KARŞI SAVAŞ
42
Stalin burjuvazinin böğrüne saplanmış, kızıl bir mızraktı. Stalin bütün dünya komünist hareketinin de tartışmasız önderi haline gelmişti. Emperyalist burjuvazi İkinci Dünya Savaşı’nda bolşevizmin kalesi olan Sovyetler Birliği’ni yıkmak için Sovyetler Birliği’nin üzerine Nazi sürülerini saldırttı. SBKP (Bolşevik)’in, Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği halkları kahramanca bir mücadeleyle bu saldırıyı da geri püskürttüler. Sovyetler Birliği halkları bu mücadelede 20 milyondan fazla insanını feda etti. Dünyayı Hitler faşizminden kurtarmada Sovyet halkları en büyük katkıyı yaptılar. Stalin’in ismi dünya emekçilerinin beynine Nazizme / faşizme karşı direnişin ve zaferin ismi olarak kazındı. Nazizme karşı zaferin kumandanının ismi olarak kazındı. Burjuvazinin Hitler ile Stalin’in özde birliği üzerine kestiği ahkâmlar şu tarihsel gerçeğin üzerini örtemez: Hitler Nazizminin dünya hegemonyası planlarını boşa çıkaran Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği halkları idi. İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktasının, Nazi dünya hegemonyası planlarının kırılma noktasının, Nazi imparatorluğu için sonun başlangıcının adı Stalingrad’dır. Ve bu gerçeğin üzerini isim değiştirme numaraları vb. de örtemez, örtemeyecektir! Stalin adı, Nazi yok etme kamplarının yok
edilmesinin, Nazi faşizmine karşı zaferin adıdır! Stalin 1953’de öldüğünde dünyanın her yanında milyonlarca emekçi, burjuvaziye korkuyu öğreten sevgili bir yoldaşı, proletaryanın en büyük önderlerinden birini yitirmiş olmanın acısını, üzüntüsünü, hüznünü yaşadı. Stalin’in ölümü emekçiler için yas nedeniydi. Burjuvazi için ise Stalin’in ölümü affetmez bir can düşmanından kurtulma anlamına geliyordu. Onlar için bu, sevinç kaynağıydı. Stalin öldüğünde, büyük bir bölümü emperyalistlerin egemenliğinden kurtarılmış, sosyalist ve halk demokrasili devletlerin oluşturduğu sosyalist bir kamp vardı. O, bütün dünyada komünistlere yol gösteren Marksizm-Leninizm bilimine önemli katkılar içeren eserler bırakmıştı.
STALİN’İN ÖLÜMÜ VE REVİZYONİZMİN EGEMENLİĞİ
Stalin’in ölümü ertesindeki gelişmeler, Stalin’in ölümünün büyük bir boşluk yarattığını ve İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’ne saldırısı sırasında verdiği zararların büyüklüğünü de gösterdi. Hitler faşizmine karşı en ön saflarda dövüşen yüzbinlerce komünist kadronun yitirilmiş olmasının yarattığı boşluk acıyla duyumsandı. Stalin’in ölümü ertesinde, revizyonizm zehrinin gerek SBKP’nin, gerekse de Dünya Komünist Hareketi’nin saflarında ne ölçüde yaygınlaşmış olduğu, ne ölçüde tahribat yapmış olduğu da görüldü. Bu tahribatta kuşkusuz Marksist-Leninistlerin hataları da revizyonistlerin işini kolaylaştırdı. Revizyonizmin önündeki en büyük engellerden biri konumunda olan Stalin’in ölmesi revizyonizmin işini kolaylaştırdı. Stalin’in ölümünden sonra Kruşçef çevresindeki yönetici revizyonist klik, önce Stalin’e açıkça ve cepheden saldırmadan, tedricen revizyonist çizgilerini SBKP içinde egemen hale getirmeyi başardılar. 1956’da yapılan SBKP 20. Parti Kongresi, Kruşçef tarafından temsil edilen yeni burjuvazinin iktidarı bütünüyle ele geçirdiği ve Stalin’in öğretilerine taban tabana zıt bir çizgiyi egemen kılıp sosyalizm yolunu terk ettiği bir dönüm noktası oldu. Revizyonist çizgi utanmazca “Lenin’e geri dönüş”, “Marksizm-Leninizm’in somut şartlara yaratıcı bir biçimde uygulanması” vb. olarak lanse edildi. Gerçekte olan Marksizm-Leninizm’den açık bir uzaklaşmaydı. 1956’da 20. Parti Kongresi’nde seçilen Merkez Komitesi adına, seçilmiş delegelere ve konuklara sunduğu bir “Gizli Rapor” üzerinden Kruşçef, Stalin’in şahsına kar-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
KİŞİYE TAPMA VE STALİN Stalin’in şahsına karşı yürütülen saldırı “kişiye tapmaya karşı mücadele” maskesi altına gizleniyordu. Gerçekten de Sovyetler Birliği’nde, Stalin’in şahsında gelişmiş olan bir “kişiye tapma” olayı vardı. Stalin’e emekçi yığınların duyduğu sevgi ve hayranlık; Stalin’in kitleler içinde kazandığı haklı otoritesi, yer yer -ve çoğu zaman da kendilerini gizleyen revizyonistlerin marifetiyle- ona tapınmaya varan boyutlara vardırıl-
deki partilerin önemli bir bölümünde revizyonist ur zaten daha Stalin ölmeden oldukça gelişmişti. SBKP’nin yozlaşmasıyla bu partiler bütünüyle revizyonist saflara geçtiler. Bir çok başka partide yöneticilerin önemli bir bölümünün ise kendilerini gizleyen revizyonistler olduğu, SBKP 20. Parti Kongresi ertesinde görüldü. Bunlar maskelerini çıkarıp attılar. Arkalarında ne de olsa şimdi “büyük ağabey” parti SBKP’nin “yanılmaz otoritesi” vardı. Yönetim kademelerinde hâlâ kimi Marksist-Leninist kadroların revizyonist çizgiye direndiği kimi partilerde ise, -bir çok halde Kruşçef revizyonistlerinin doğrudan direktifleri ve yardımlarıyla- tasfiyeler yaşandı. Bunlar da revizyonist saflarda yerini aldı. Sonuçta Dünya Komünist Hareketi içinde açık revizyonist çizgiye karşı direnen bir avuç parti kaldı. Bunların başında ÇKP ve AEP geliyordu. Ancak bu partiler de, modern revizyonist çizginin kimi önerile-
✒
şı da genel saldırıyı başlattı. Marksizm-Leninizm’den uzaklaşanın Stalin’in şahsını da karşısına alması doğaldı. Fakat Kruşçef revizyonisti bunu, Stalin’in gerek Sovyetler Birliği’nde gerekse bütün dünyada işçi ve emekçiler arasındaki büyük saygınlığından korktuğu için, 1956’da açıkça yapamıyor, ancak “Gizli Rapor”larla, emperyalist burjuvaziye hangi saflarda olduğunun mesajlarını iletiyordu.
Stalin’in şahsına karşı yürütülen saldırı “kişiye tapmaya karşı mücadele” maskesi altına gizleniyordu. Gerçekten de Sovyetler Birliği’nde, Stalin’in şahsında gelişmiş olan bir “kişiye tapma” olayı vardı. Stalin’e emekçi yığınların duyduğu sevgi ve hayranlık; Stalin’in kitleler içinde kazandığı haklı otoritesi, yer yer -ve çoğu zaman da kendilerini gizleyen revizyonistlerin marifetiyle- ona tapınmaya varan boyutlara vardırılmıştı. mıştı. Kruşçef revizyonizmi Stalin’in şahsına yönelen saldırılarını güya buna karşı mücadele adı altında yürüttü. Gerçekte yapmak istedikleri sosyalist pratikteki kimi yanlışları düzeltmek vs. değil, Stalin’in şahsı ve adıyla kopmaz bir biçimde bağlanmış olan MarksistLeninist çizgiyi tasfiye etmekti. 1956’da ancak “gizli rapor”larla dar bir çevreye açılan Stalin’e saldırılar, revizyonistler çizgilerini SBKP içinde ve Dünya Komünist Hareketi içinde de egemen kıldıktan sonra, SBKP içinde Marksist-Leninist çizgide direnmeye çalışanlar tasfiye edildikten sonra, 1961’de kamuya da açıldı. Bu aslında artık revizyonist yozlaşmanın geriye dönülmez bir noktaya gelişip olgunlaştığının işareti olan yeni bir dönüm noktasıydı. DÜNYA KOMÜNİST HAREKETİ’NDE PARÇALANMA: Dünya Komünist Hareketi SBKP’nin yozlaşmasıyla çok ağır bir yara aldı. Dünya Komünist Hareketi için-
rini doğru olarak kabul ediyordu. Kendileri de kimi revizyonist hata ve sapmalara sahipti. Bu partilerin ve bu partiler etrafında şekillenen yeni Dünya Komünist Hareketi’nin modern revizyonist çizgiden kopma işi zamanında gerekli ve yeterli bir derinlikte başarılamadı. SONUÇ: SSCB’NİN ADI BİLE KALMADI Bütün bu gelişmelerin sonuçlarını yaşadık, yaşıyoruz: Modern revizyonizm, bürokrat devlet kapitalizminin sosyalizm maskeli ideoloji ve siyaseti, Sovyetler Birliği’ni ve onun etrafındaki Doğu Bloğu ülkelerini önce sosyal emperyalizme sonra da iflasa sürükledi. 1980’li yıllarda bu ülkelerde sosyalizmden geri kalan tek şey sosyalizm ismiydi. Sonunda o da bırakıldı. Bugün Lenin-Stalin’in SSCB’sinin adı bile yok artık. Bir zamanların yöneticilerinden oluşan “Nomenklatura”sı bugünün burjuvazisi. Emperyalizm revizyonizmin
43
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 44
bu çöküşünü, sosyalizmin bağrında ortaya çıkan egemenliği ele geçiren yeni burjuvazinin, maskeyi atıp açıkça emperyalist saflara geçmesini, kapitalizmin komünizme karşı kazandığı nihai zafer olarak sundu, sunuyor! Gerçekte yenilen, teslim alınan komünizm değil, revizyonizmdi. O mantıki sonucuna vardı. Kendilerini modern revizyonizmin alternatifi olarak gören kimi sosyalist ülkelerde de süreç içinde revizyonist çizgiler egemen hale geldi. Bir zamanların kızıl Arnavutluk’u bugün batılı emperyalistlerin bir yarısömürgesi konumundadır. Bir zamanların Mao Zedung önderliğindeki kızıl Çin ise, bugün kapitalist bölgesel bir güç olarak gözünü emperyalist büyük güçlerin arasında yer almaya dikmiş durumda. Kendilerini hâlâ sosyalist olarak adlandıran Küba, Kuzey Kore’nin de adı dışında sosyalizmle bir ilgileri yoktur. Yani emperyalizmin uzantısı olan revizyonistlerin de marifetiyle, emperyalist dünya sistemi kendisine karşı yönelmiş olan en büyük tehditi, sosyalizmin başarılarını görünürde sıfırlayarak şimdilik bertaraf etmiş ve tüm dünyayı yeniden egemenliği altına almış durumda. Lenin-Stalin önderliğinde muazzam bir güce ulaşmış olan Dünya Komünist Hareketi, bugün en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. GÖRÜNTÜ VE GERÇEKLER Emperyalizm her zamankinden güçlü ve yenilmez görünüyor. Görüntü böyle. Bir de ama yaşamın çıplak gerçekleri var: Bu yenilmez görünen emperyalizmin iç çelişmeleri sürüyor ve giderek sertleşiyor. Bir yandan büyük insanlık için yoksulluk, açlık, sefalet büyüyor, dayanılmaz boyutlara erişiyor. Diğer yandan ise küçük asalak bir azınlık için zenginlik muazzam ölçülere varıyor. Bir yandan enternasyonal sermaye ulusal sınırları yıkıyor, diğer yandan fakat milliyetçilik, ırkçılık gö-
rülmemiş boyutlara varıyor. Bir yandan bütünleşme, entegrasyon vb. laflardan geçilmiyor, diğer yandan emperyalist büyüt güçler arasındaki dalaşlar sertleşiyor. Gündemde olan Irak’a karşı emperyalist savaş bunu açıkça gösteriyor. Kapitalizm azami kâr hırslı haydutluklarında insanların yaşama temellerini yok ediyor. Dünyanın önünde hiç bir zaman olmadığı kadar net iki yol, iki alternatif duruyor: YA SOSYALİZM; YA BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ! Emperyalizm her zamankinden daha kesin bir biçimde bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları eyleme, ayaklanmaya itiyor! Bu isyan, bu eylem er geç gelecektir! Marksizm-Leninizm öğretiyor ve diyalektik ve tarihi materyalizm gösteriyor ki, hiç bir şey olduğu gibi kalmaz! Her şey değişir, değişecektir! Marksizm-Leninizm bilimi, bize bu değişikliğin yolunu, dünyanın nasıl değiştirileceğini de gösteriyor. Stalin’in önderliğinde Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin inşası deneyimi, başka bir dünyanın mümkün olduğunu; kapitalizmin reforme edildiği bir başka dünya değil, kapitalizmsiz bir dünya, sosyalist, komünist bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor. Sınıf bilinçli işçiler, bugün dünyayı değiştirme mücadelesinin, proleter dünya devrimi savaşımının önünde muazzam görevler durduğunun bilincindedir. Bunlar zor ve fakat çözülebilir görevlerdir. Bu görevlerin çözümünde Stalin’in öğretileri, onun proleter dünya devrimine katkıları sınıf bilinçli işçiler için yol gösterici ve ışık tutucu silahlardır. Bu bilinçle Stalin’in ölümünün 50. yıldönümünde sınıf bilinçli işçilere sesleniyoruz: Stalin’in gösterdiği yolda ileri! Stalin’den öğrenmek yenmeyi öğrenmektir!“ 14.08.2013 ✓
K
endilerine “komünist”, “sosyalist” diyen bir dizi örgüt anti-AKP siyaseti yaptı ve yapmaya devam ediyor. Biz kitlelere bu yanlış bilinci veren kurumlarla bugüne kadar mücadele ettik ve doğru bilinci kitlelere anlatmaya çalıştık/çalışıyoruz. TKP-ÖDP-Halkevleri-EMEP ...örgütler AKP devleti günden güne ele geçirdikçe ANTİ-AKP siyasetine iyice sarıldılar. İşte bugün Taksim Gezi Parkı Direnişinde bu siyaset tarzı had safhaya çıkmıştır diyebiliriz. Kendilerini “halkın öncüsü” vb. şeklinde lanse eden birçok siyaset Taksim Gezi Parkı Direnişinde “hükümet istifa” sloganına iyice kapıldılar. Reformist örgütlerin (onların yürütmüş olduğu siyaset tarzı dikkate aldığımızda) bir anlamda bu slogana sıkı sıkıya sarılmaları “anlaşılır gelebilir!” fakat bizim de devrimci gördüğümüz kurumların dahi bu slogana aynı şekilde sarılmaları anlamsızdır. Hani hedefiniz devrimdi, AKP gitse yerine
X bir parti gelirdi. Temel hedefe anti-AKP siyaseti değil devrim hedefi konulmalıydı? İşte oportünizm Taksim Gezi Parkı Direnişinde bir kez daha ortaya çıkmıştır. Taksim Gezi Parkı Direnişinde birçok siyaset antiAKP siyasetinde pratik anlamda aynı noktada buluşmuş gözükmektedir. Kısacası at izi it izine karışmış durumdadır. Komünistlerin görevi doğru siyaseti propaganda etmektir. Alternatifin devrim olduğunu her fırsatta vurgulamaktır. Bugün gelinen aşamadan alanda biz YDİ Çağrı olarak doğrunun propagandasını yaptık/yapmaya devam ediyoruz. Bu yüzden kitle içinde olduk, ayrım noktalarını iyi gözlemledik. Gücümüz oranında kitle kuyrukçuluğu yapmadan devrimin propagandasını yaptık. Kendiliğinden gelişen halk hareketine uygun sloganlar bulmaya özen gösterdik. İşte çıkardığımız bildiri de buna
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Taksim Gezi Parkı Direnişinde birçok siyaset anti-AKP siyasetinde pratik anlamda aynı noktada buluşmuş gözükmektedir. Kısacası at izi it izine karışmış durumdadır. Komünistlerin görevi doğru siyaseti propaganda etmektir. Alternatifin devrim olduğunu her fırsatta vurgulamaktır.
✒
“AKP Faşizmi” Mi Yoksa Devlet Faşizmi Mi?
45
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
uygun sloganımız da vardı. “İsyanı Büyüt Devrimi Hedefle” bizim pratik doğrularımızdan biridir, kitle kuyrukçuluğu yapmadığımızın göstergesidir. “Hükümet istifa” talebine sarılan oportünizme karşı komünist bakış açımızdır. Hareketin içinde at iziyle it izinin karıştığı yerde biz ayrımı iyi yaptık. “Faşizme Karşı Omuz Omuza!” sloganını atarken direnişinde içinde yer alan faşistleri teşhir etmesini de bildik. Bu noktada hem yazılarımız da olsun hem de alanda pratik içinde buna dikkat ettik. Bir örnek vermek gerekir ise direnişin 13. gününde alanda miting yapılırken biz iki noktadaydık, bir grup YDİ Çağrı okuru ve çalışanları meydandaydı. Bir grup YDİ Çağrı okuru/çalışanı da park içindeki çadırımızın oradaydı. Çadırımızın bulunduğu alana yakın TGB, İP vb. sosyal faşistler kendi mitinglerini yapıyorlardı. Yoğun Kemalizm propagandasının yapıldığı yerde biz de “Ne Kemalist faşist diktatörlük, ne de dinci faşist diktatörlük!,
“AKP Faşizmi Akıttığı Kanda Boğulacaktır!” yazısında, yazının başlığına da geçen “AKP faşizmi” vurgusu vardır. Yazının birçok yerinde “AKP’nin Valisi”, “AKP’nin polisi” söyleniyor. Bugün AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar pratik anlamda devleti ele geçirmiştir bu yüzden yaşanan “AKP faşizmi” değil devlet faşizmidir..
46
tek kurtuluşun devrimde, sosyalizmde!” olduğunun propagandasını yaptık. Çünkü biz YDİ Çağrı’cıyız. Doğrunun propagandasını yapmaktan biran olsun vazgeçmedik/vazgeçemeyiz de! Bugün siyasetimizin bize kazandırdığı en büyük şey budur. DOĞRUYU SÖYLEMEKTEN ASLA VAZGEÇME! Buraya kadar her şey normal iken, bir konuda eleştirim olacak. “’İleri Demokrasi’ Adına Uygulanan Faşizm” başlıklı yazının birçok yerinde sürekli olarak “AKP faşizmi” vurgusu vardır. İşte eleştirim tam da
bu noktadadır. Bugüne kadar “AKP faşizmi” diyen siyasetleri eleştiren biz iken, bugün aynı kavramı neden kullanıyoruz? “AKP Faşizmi Akıttığı Kanda Boğulacaktır!” yazısında, yazının başlığına da geçen “AKP faşizmi” vurgusu vardır. Yazının birçok yerinde “AKP’nin Valisi”, “AKP’nin polisi” söyleniyor. Bugün AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar pratik anlamda devleti ele geçirmiştir bu yüzden yaşanan “AKP faşizmi” değil devlet faşizmidir. Bugün devletin başında AKP olabilir. Ama uygulanan “AKP faşizmi” değil uygulanan bir devlet faşizmidir. CHP başta olsa o zaman da CHP faşizm mi diyeceğiz? Geçmiş bir mitingden örnek vermek istiyorum. KESK’in düzenlediği bir günlük bir grevdi. Biz de miting içinde YDİ Çağrı olarak katılmış ve kendi ajitasyon propagandamızı yapıyorduk. Eğitim-Sen kortejinde yürürken kortej görevlileri sürekli olarak “Zam Zülüm İşkence İşte AKP!” sloganını atıyorlardı. Biz de kortej içinde doğruyu anlatmak adına, “Zam Zülüm İşkence İşte Faşist T.C!” elbette bir slogandan her şey anlatılamaz. Ama “AKP Faşizm”i denilir ise ve öyle bir siyaset yürütülür ise bu tarz sloganları atanlar ve faşist olanın devlet değil sadece bir parti olduğu algısı doğacaktır. AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar bugün bürokrat burjuvaziye karşı devleti pratik anlamda ele geçirmiştir. İşte bugün Taksim Gezi Parkı Direnişinde bu kanıtlanmıştır diyebiliriz. Devleti ele geçiren sınıflar bugün kendi faşizmini uyguluyor. Bugün bu AKP eliyle sürüyor ama AKP’nin olmadığı yerde devlet faşizmine X bir partiyle devam edecektir. O yüzden uygulanan “AKP faşizmi” değil uygulanan devlet faşizmidir. “AKP faşizmi” kavramını bugün birçok siyaset kullanıyor biz doğruları anlatırken ve doğrunun propagandasını yaparken yanlış kavramlar kullanmamaya özen göstermeliyiz. “Gün AKP faşizmine karşı mücadele günüdür” demek doğru değildir. “Gün faşizme karşı mücadele günüdür/Gün faşist T.C devletine karşı mücadele günüdür.” Demek daha doğrudur. Bir YDİ Çağrı çalışanı/okuru olarak doğru görüşleri savunduğumuz yerde, doğruyu yanlış kavramlar ile anlatılmasını doğru bulmuyorum. 28.06.2013 YDİ Çağrı okuru ✓
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
“Akp Faşizmi” Mi Yoksa Devlet Faşizmi Mi? Başlıklı Yazı Üzerine Eğer bir siyasi düzen faşist bir düzen olarak değerlendiriliyorsa, kuşkusuz ki bu değerlendirme şu ya da bu partinin karakterine göre değil, devletin yönetim biçimine, karakterine bakılarak yapılır. Bu bağlamda sözkonusu olan devlettir, devletin faşizmidir. Devlet yapısının faşist olmadığı, ama faşist bir partinin yönetimde olduğu yerde de, yöneten partinin faşist niteliğine bakılarak devlet sisteminin faşizm olduğu söylenemez.
Y
Dİ Çağrı sayı 164’de; “’İleri demokrasi’ adına uygulanan faşizm” ve “AKP faşizmi akıttığı kanda boğulacaktır!” başlıklı iki yazı yayınlandı. Bu yazılarda Gezi Parkı direnişinin gelişimi anlatılmakta, direniş değerlendirilmekte, AKP hükümetinin direnişi bastırmak için uyguladığı faşizm teşhir edilmektedir. Bu yazılarda AKP faşizmi, AKP polisi, AKP Valisi kavramları kullanılmaktadır. AKP faşizmi kavramını kullanmamızı doğru bulmayan okurumuz bizim Gezi eylemlerinde nasıl davrandığımızı, neleri savunduğumuzu aktarıp takındığımız tavrı doğru bulduğunu belirttikten sonra şöyle diyor: “Buraya kadar her şey normal iken, bir konuda eleştirim olacak. “’İleri Demokrasi’ Adına Uygulanan Faşizm” başlıklı yazının birçok yerinde sürekli olarak “AKP faşizmi” vurgusu vardır. İşte eleştirim tam da bu noktadadır. Bugüne kadar “AKP faşizmi” diyen siyasetleri eleştiren biz iken, bugün aynı kavramı neden kullanıyoruz?” Yazısının sonuna doğru da “’AKP faşizm’i kavramını bugün birçok siyaset kullanıyor biz doğruları anlatırken be doğrunun propagandasını yaparken yanlış kavramlar kullanmamaya özen göstermeliyiz.” diyor. Kuşkusuz eğer bir kavram yanlış bulunuyorsa, yanlışsa, o kavramın kullanılmamasına özen göstermek
doğrudur. Fakat ilkönce somut eleştirilen kavramın yanlış olup olmadığı konusunda anlaşmak gerekiyor. AKP faşizmi tanımının farklı değerlendirilmesinden bağımsız olarak, okurumuzun getirdiği eleştiri ve yürüttüğü tartışma kavram tartışmasıdır. Okurumuz kavram tartışması ile somutu ve genel doğruyu birbirine karıştırmaktadır. Eğer bir siyasi düzen faşist bir düzen olarak değerlendiriliyorsa, kuşkusuz ki bu değerlendirme şu ya da bu partinin karakterine göre değil, devletin yönetim biçimine, karakterine bakılarak yapılır. Bu bağlamda sözkonusu olan devlettir, devletin faşizmidir. Devlet yapısının faşist olmadığı, ama faşist bir partinin yönetimde olduğu yerde de, yöneten partinin faşist niteliğine bakılarak devlet sisteminin faşizm olduğu söylenemez. Geneli bırakıp somuta baktığımızda, sözkonusu yazılarımızın konusu Gezi Parkı direnişi ve anda devleti yöneten partinin, AKP’nin bu direnişe karşı uyguladığı faşizmdir. Bu bağlamda AKP’nin ve hükümetinin hedefe konması normalin de ötesinde gereklidir. Mesele bu teşhirin ve eleştirinin nasıl ve hangi içerikle yapıldığıdır. Biz her iki yazımızda da AKP faşizmi vb. kavramları kullanırken, okurumuzun gezi eylemleri sırasında takındığımızı söylediği ve doğru bulduğu genel doğru tavrımıza uygun değerlendirme
47
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yaptık. Tam da kendilerini sadece AKP’yi eleştirenlerin ortalıkta cirit attığı bir durumda, sorunun sistem sorunu olduğunu, AKP faşizmine karşı mücadelenin sisteme karşı mücadele ile birleştirilmesi gerektiğini yazdık, savunduk. İçeriği yerine kavrama takıldığı için de okurumuz “Bugüne kadar ‘AKP faşizmi’ diyen siyasetleri eleştiren biz iken, bugün aynı kavramı neden kullanıyoruz?” diye bu kavramı kullanmamıza karşı çıkıyor. AKP faşizmi kavramını kullanan siyasetleri, biz onları bu kavramı kullandıkları için değil, anti AKPci oldukları için değil, kendilerini anti AKP siyasetle sınırladıkları, kemalist cephenin kuyruğuna takıldıkları için eleştirdik. Kapitalist sistem eleştirisi yapmadıkları, sistemi yıkmayı hedeflemedikleri, dolayısıyla kitlelere yanlış bilinç verdikleri için eleştirdik. Okurumuz AKP faşizmi kavramı yerine devlet faşizmi kavramını kullanmamız gerektiğini şöyle açık-
AKP’yi teşhir etmek için “AKP faşizmi” kavramının kullanılması, bunun devlet faşizmi olduğunu ortadan kaldırmaz, kaldırmıyor. AKP Programı itibariyle faşist bir parti değildir. AKP savunduğu ve uyguladığı siyaset itibari ile özel sermayeli işbirlikçi büyük burjuvazinin partisidir. Fakat AKP çok açık olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin temsilcisi olarak görünmemeye de dikkat etmekte, daha çok Anadolu’nun yerli, orta burjuvazisinin, küçük ve orta boy işletmecilerin çıkarlarının savunucusu imiş gibi görünmeye özen göstermekte, bunu yer yer işbirlikçi büyük burjuvazinin örgütlerine, en başta TÜSİAD’a karşı takındığı göstermelik tavırlarla yapmaktadır. AKP gelinen yerde Kemalist bürokrat burjuvazinin devlet aygıtını ele geçirmiştir. AKP hükümet olmaktan çıkmış iktidar olmuştur. Ordu siyaseti belirleyen kurum olmaktan çıkarılmıştır. Asker vesayeti önem-
CHP konusunda şunun bilinmesi gerekir. CHP devlet partisidir. Kemalist’tir. Devlet aygıtı düne kadar Kemalistlerin ellerindeydi. Devlet bürokrat burjuvazinin elindeydi. O günkü şartlarda ayrıca CHP hükümette olduğu zaman CHP faşizmi dememiz gerekmiyordu. Çünkü devlette egemen olan erk Kemalist’ti. Devlet Kemalistlerin elindeydi. Bugün bu durum değişti. Devlete egemen olan erk değişti.
48
lıyor: “Bugün AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar pratik anlamda devleti ele geçirmiştir bu yüzden yaşanan “AKP faşizmi” değil devlet faşizmidir.” Okurumuz AKP’nin temsilcisi olduğu sınıfların – doğrusu sınıf olmalı- pratik anlamda devleti ele geçirdiğini tespit ediyor ama bunun mantıki sonucu olarak çıkarılması gereken sonuç yerine, bu olgu ile çelişen bir tespit yapmaktadır. AKP’nin devleti ele geçiren sınıfların/ sınıfın temsilcisi olarak devleti yönetiyorsa, devlet faşizmini uygulayan da onlardır. Tersi AKP ile temsilcisi olduğu sınıfın/sınıfların karşı karşıya konması sözkonusu olur. Bu da yanlış bir tavır olur. Burada okurumuz “yaşanan ‘AKP faşizmi’ değil devlet faşizmidir” derken devletle bu devleti yönetenleri karşı karşıya koymaktadır. AKP’nin uyguladığı faşizm, devletin faşizmidir, uygulayıcısı olduğundan,
li oranda geriletilmiştir. Polisin %80, 85’i AKP’nin elindedir. Bürokrasinin % 80’ni AKP’nin denetimindedir. Yüksek yargıda Kemalistlerin egemenliğine son verilmiştir. HSYK’da Kemalistler azınlıktadır. Anayasa Mahkemesinde Kemalistler var. Fakat karar alma çoğunlukları yok. Yargıtay’da, Danıştay’da Kemalistler giderek etkilerini yitiriyorlar. Türkiye’de faşizm çözülme süreci içerisinde olmasına rağmen bu süreç henüz tamamlanmış değildir. Türkiye’de hâlâ açık terör, hukuksuzluk, gerileyerek de olsa, temel yönetim biçimidir. Bu anlamda hâlâ faşist, fakat faşizmin çözülme sürecinde bulunduğu bir ülkedir Türkiye. AKP devleti ele geçirmiştir. Biz devletin faşist niteliğini teşhir ederken, mücadelenin devleti yıkma mücadelesi olması gerektiğinin propagandasını yaparken sadece bununla yetinmiyoruz. AKP hükümetinin uygulamalarını da teşhir edi-
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yoruz. Bu uygulamaların faşizm olduğunun teşhiri, devletin faşist olduğu gerçeği ile çelişmiyor. Devleti anda yönetenlerle devleti karşı karşıya koyan okurumuz kafa karışıklığını şöyle sürdürüyor: “Bugün devletin başında AKP olabilir. Ama uygulanan ‘AKP faşizmi’ değil uygulanan bir devlet faşizmidir. CHP başta olsa o zaman da CHP faşizm mi diyeceğiz?” “AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar bugün bürokrat burjuvaziye karşı devleti pratik anlamda ele geçirmiştir. İşte bugün Taksim Gezi Parkı Direnişinde bu kanıtlanmıştır diyebiliriz. Devleti ele geçiren sınıflar bugün kendi faşizmini uyguluyor. Bugün bu AKP eliyle sürüyor ama AKP’nin olmadığı yerde devlet faşizmine X bir partiyle devam edecektir. O yüzden uygulanan “AKP faşizmi” değil uygulanan devlet faşizmidir.” Devletin yönetim sistemi faşizm ise, kuşkusuz ki hükümete hangi parti gelirse gelsin, faşizm onun aracılığıyla uygulanır. Gelecekte AKP yerine başka bir parti yönetime gelirse ve devlet faşist karakterini sürdürürse, faşizm o partinin yönetiminde uygulanır. Bu genelde doğru olan ML bir değerlendirmedir. Fakat doğru ML bir değerlendirme her somutun kendi içinde değerlendirilmesini dıştalamaz, tersine öngörür. Okurumuz genel bir doğruyu somuta yanlış uyguluyor. “Devleti ele geçiren sınıflar bugün kendi faşizmini uyguluyor.” tespitine daha yakından bakıldığında, Türkiye’deki gidişatın nereye doğru olduğunun kavranmadığı ortaya çıkmaktadır. Andaki devlet faşizmi, kemalist bürokrat burjuvaziden devralınan mirastır... Devleti ele geçiren özel sermayeli büyük burjuvazinin çıkarları bu faşizmin geriletilmesi, evet gerici bir burjuva demokrasisinin yerleştirilmesini gerekli kılmaktadır. Türkiye’de faşizmin çözülmekte olduğu yönlü değerlendirmenin kavranması bu konuda önemlidir. CHP konusunda şunun bilinmesi gerekir. CHP devlet partisidir. Kemalist’tir. Devlet aygıtı düne kadar Kemalistlerin ellerindeydi. Devlet bürokrat burjuvazinin elindeydi. O günkü şartlarda ayrıca CHP hükümette olduğu zaman CHP faşizmi dememiz gerekmiyordu. Çünkü devlette egemen olan erk Kemalist’ti. Devlet Kemalistlerin elindeydi. Bugün bu durum değişti. Devlete egemen olan erk değişti. Kemalistler önemli oranda geriletildi. Devlet erki yeni bir sınıfın işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuvazinin eline geçti. AKP faşizmi bu değişikliğe bağlı olarak okunmalıdır. Okunmazsa, o zaman okurumuzun düştüğü duruma düşülür. Kafa karışıklığı yaşanır! Buna rağ-
men, anda yönetimde olan partinin somut bir olayda teşhir edilmesinde, örneğin CHP yönetimdeyse ve faşizmi uyguluyorsa, “CHP faşizmi” denmesi de yanlış olmayacaktır. Okurumuz AKP faşizmi yerine şunu dememizi öneriyor: “ “Gün AKP faşizmine karşı mücadele günüdür” demek doğru değildir. “Gün faşizme karşı mücadele günüdür/Gün faşist T.C devletine karşı mücadele günüdür.” Demek daha doğrudur.” Birinin daha doğru olması, diğerinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Mesele okurumuzun “AKP faşizmi” kavramına karşı olmasıdır. “AKP faşizmine karşı mücadele”yi, somut olarak TC’nin faşizmine karşı mücadele olduğu gerçeğini görmemesidir. Biz propagandamızda, hem devletin faşist niteliğini, hem de hükümetin uyguladığı faşizmi teşhir ediyoruz. Sorunun hükümet sorunu olmadığını, sorunun sistem sorunu olduğunu söylüyoruz. Sorunun iki yanını ortaya koyduğumuz, sorunun iki yanına vurgu yaptığımız yerde; AKP hükümetinin uygulamalarının teşhir edilmesi, bu uygulamaların faşizm olduğunun söylenmesi yanlış değildir. Sonuç olarak her seferinde yazmaya çalıştığımız gibi, okurlarımızın görüşlerini, eleştirilerini yazılı olarak yapması ve dergimiz üzerinde tartışmalara katkıda bulunmasını önemli ve değerli buluyoruz. Tartışmanın bizleri ilerlettiğni, güçlendirdiğini bir kez daha vurguluyoruz. 14.08.2013 ✓
49
yeni dünya gençliği
Kapitalizm olduğunda “barış” bu kadar olur Sosyalizmde ise gerçek barış olacaktır Tunus ve Mısır’da insanların özgürlük talebi yine egemenlerin baskı politikası ile sindirilmeye çalışıldı. Yunanistan’da yaşananlar da örnek gösterebiliriz. Peki, egemenlerin baskı ve zülüm politikaları kitlelerin hakları için mücadele etmelerine engel oldu mu? Hayır!
G
50
ün geçmiyor ki egemenler bir savaş çığırtkanlıkları ile karşımıza çıkmasın. Daha düne kadar Libya’ya emperyalist bir müdahale yapılmıştı. Onlarca insan öldürülmüştü. Afganistan, Irak ise emperyalist işgallerden yakın zamanda örneklerinden sadece ikisi. Hani emperyalistlerin dudaklarında “barış, demokrasi vb.” kelimeleri çıktığında bilin ki savaş kapıdadır. İşte gene 1 Eylül Dünya Barış Günü kapımızı çaldı. Günün adı “barış” ama dünyada “barış”tan zerre eser yok. 1 Eylül’ün tarihsel öneminde şu var. 1 Eylül 1939’da Nazi Almanya’sının Polonya’ya saldırdığı tarih ve İkinci Emperya-
list Paylaşım savaşının da başladığı tarihtir. Ve savaş milyonlarca insanın katledilmesine sebep olmuştur. Emperyalistler 1945 yılından sonraki dönemi “barış dönemi” olarak adlandırırlar. Fakat gerçek durum o değildir. Özellikle de “sosyalist sistemin” (oysa çöken sosyalizm değil çöken sosyal emperyalizmdir!) çökmesi ile artık dünya da “barış” olacağı söylendi. Ama 90 yıllardan bugüne birçok savaş yaşandı. Libya, Afganistan, Irak bunlardan sadece bir kaçı. E m p e r y a l i s t l e r, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra bir daha direk olarak birbirleri ile savaşmadılar. Ya da bir başka ifade ile 3. “dünya sa-
lelerin hakları için mücadele etmelerine engel oldu mu? Hayır! Aksine mücadele gittikçe büyüdü. İşte Mısır’da bugün yaşananlar buna örnektir. Askeri darbecilere karşı mücadele edenler canları pahasına mücadele ediyor. Rojava’da (Batı Kürdistan) Kürt
Dünya kapitalizmin hâkim olduğu bir dünya ve dünya bir avuç asalak ne isterse o oluyor. Yani burjuvazi ne diyorsa o oluyor. En ufak bir hak arama mücadelesine girişen halklara ise baskı ve zülüm politikasını hemen devreye sokuyor. kın bir bölümü demokrasi, özgürlük için harekete geçti. Esad yönetimi bu haklı taleplere silahla karşılık verdi. Suriye’de iki yılı aşkın bir süredir iç savaş yürüyor. Esad’a karşı mücadele eden muhalefet çok parçalı. Aralarında tam birlik yok. Şeriatçı, Sünni İslamcı güçler iç savaşta önemli bir rol oynuyor. Elbette Esad’a karşı yürütülen mücadelenin meşru ve haklı bir yanı vardır. Ama bu Suriye’ye karşı bir emperyalist müdahaleyi haklı göstermez! İşte emperyalistlerin “barıştan” anladığı bu! Dünya kapitalizmin hâkim olduğu bir dünya ve dünya bir avuç asalak ne isterse o oluyor. Yani burjuvazi ne diyorsa o oluyor. En ufak bir hak arama mücadelesine girişen halklara ise baskı ve zülüm politikasını hemen devreye sokuyor. Daha düne kadar ufak bir çevreci grubun başlattığı Taksim Gezi Parkı direnişin de gördük. Kitlelerin en ufak bir talebine devlet gazla, copla, silahla karşılık verdi ve ölümler yaşandı. 30 yıldan fazla süredir Kuzey Kürdistan’da devam eden savaş ve katledilen binlerce insan var. Tunus ve Mısır’da insanların özgürlük talebi yine egemenlerin baskı politikası ile sindirilmeye çalışıldı. Yunanistan’da yaşananlar da örnek gösterebiliriz. Peki, egemenlerin baskı ve zülüm politikaları kit-
yeni dünya gençliği
vaşı” yaşanmadı. Ama bölgesel savaşlar yaşandı. Bu savaşların arkasında -Suriye’de olduğu gibi- gerçekte emperyalist güçler var. Emperyalistlere göre kendi aralarında bir savaş yok ise demek ki “barış” vardır. Suriye’de faşist Esad’ın baskısına dayanamayan hal-
halkı doğan iktidar boşluğundan da faydalanarak iktidarı ele geçirdi. Bundan rahatsız olan T.C ise durumdan rahatsız olarak emri altındaki dinci gruplara talimat vererek Kürtlerin katledilmesini sağlıyor. Kısacası egemenler bildik politikalarını sürdürüyor. İşte size “barış” dolu bir dünya, işte kapitalizm olduğunda bizlerin ne hale geleceğinin onlarca örneği. Gerçek anlamda bir barışı sağlamanın yolu öncelikle işçilerin iktidara gelmesi gerekmektedir. Bunu sağlamanın yolu da devrimdir. Stalin’in de dediği gibi “Sermaye egemen olduğu sürece, üretim araçlarındaki özel mülkiyet sürdükçe ve sınıflar var oldukça, ulusların eşitliği güvenceleşemez; sermayenin iktidarı sürdükçe ve üretim araçlarına sahip olmak için savaşıldıkça, ulusların eşitliği ve ulusların emekçilerinin eşitliği sağlanamaz.” Kısacası kapitalizm öldürdü/öldürüyor/öldürür, var olduğu süre boyunca da öldürmeye devam edecek. YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ, İŞÇİLERİN BİRLİĞİ! Ağustos 2013 Yeni Dünya Gençliği ✓
51
YA EMPE RYALİST BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ YA SOSYALİZM !
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor!