İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
KASIM/ARALIK 2013/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X166
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu, 2013 yılının son sayısı ile tekrar karşınızdayız. İçinden geçtiğimiz iki aylık dönem yine gündem açısından oldukça yoğun idi. Bu yoğunluk bizim sayfalarımıza da yansıdı. Okuyacağınız ilk yazı hükümetin “demokrasi paketi” adı altında bir dizi konuda yaptığı düzenlemeler ve biz komünistler açısından bunun nasıl değerlendirilmesi gerektiğini irdeliyor. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda “barış süreci” bağlamında yaşanan sorunları ve tavrımızı ‘Barış Süreci”nde Güz Sancısı’ başlığı altında topladık. Sayfalarımızın devamında Suriye’de tırmandırılarak devam eden iç savaş ve emperyalistlerin çıkarları uğruna yürüttükleri dalaşın boyutlarını ortaya koymaya çalıştık. Hazırlıkları önceden yapıldığı anlaşılan, Temmuz ayının sonlarında kuruluşu kamuoyuna duyurulan ve aralarında Sami Türk gibi ‘siyasetçilerin’ de yer aldığı ‘Temiz Seçim Platformu’ üzerine bir değerlendirme yazısına yer verdik. Bu sayımızdaki Panorama yazıları Mısır ve
Almanya’dan. Mısır’da yaşanan son gelişmeler, askeri darbe ile ilgili takınılan kimi tavırlar ve Almanya’da yapılan genel seçimler üzerine. Sayfalarımızda okuyacağınız bir diğer önemli yazı “Ajan ve İşbirlikçilere Karşı Mücadelede Yanlış Bir Çizgi” başlıklı yazı olacak. Hazırlıklarına uzun bir süre önce başladığımız ve 20 Ekim’de sendikacıları konuk ederek gerçekleştirdiğimiz işçi konferansımızın haberi dergi sayfalarımızda okuyabileceğiniz bir diğer yazı. Bu sayımızda Avusturya’daki seçimlerden iki yazı ve Almanya’da yapılan seçimlerden de bir değerlendirmeye yer verdik. Son olarak Franz Strobl’ın anıları ve geçen sayımızdaki çevre yazısına ilişkin bir okurumuzdan gelen okur mektubunu bulabilirsiniz. Yeni yılda yeni bir sayı ile görüşmek dileğiyle... YDİ Çağrı Kasım 2013 ✓
İÇİNDEKİLER GÜNDEM DEMOKRASİ PAKETLE DEĞİL DEVRİMLE GELİR!. . . . . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “BARIŞ SÜRECİ”NDE GÜZ SANCISI.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 SURİYE İÇ SAVAŞI VE EMPERYALİST DALAŞ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 “TEMİZ SEÇİM PLATFORMU“ ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 PANORAMA GELİŞMELER VE DARBE HAKKINDA KİMİ TAVIRLAR . . . . . . . . . . . . . 23 PARLAMENTO SEÇİMLERİ YAPILDI! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34
AJAN VE İŞBİRLİKÇİLERE KARŞI MÜCADELEDE YANLIŞ BİR ÇİZGİ. . 41 İŞÇİ SINIFI VE SINIF MÜCADELESİ KONULU KONFERANS YAPILDI. . 44 AVUSTURYA’ DA GENEL SEÇİMLER YAPILDI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48 SONRASINDA HER ŞEYİN ESKİSİ GİBİ OLACAĞI VEYA HATTA DAHA DA KÖTÜLEŞECEĞİ SEÇİMLER! HER ŞEYİN PAZARLIĞI ÇOKTAN YAPILDI.49 DEVRİMCİ İLKELERE SADAKATİ KESİNLİKLE İLKESİZ PARTİ ŞEFLERİNE SADAKATİN ÜSTÜNDE TUTAN BİR PROFESYONEL DEVRİMCİNİN ANILARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 51 OKUR MEKTUBU TEŞHİR NASIL OLMAMALI?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56
GÜNCEL BİZİM ALTERNATİFİMİZ SINIF MÜCADELESİDİR! . . . . . . . . . . . . . . 37
2
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 166 · Kasım/Aralık 2013 • ISSN 1301692X166 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net
gündem
DEMOKRASİ PAKETLE DEĞİL DEVRİMLE GELİR! Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu kuruluyor. Ayrımcılık yasağının ihlali halinde, konuya ilişkin görev ve yetkisi bulunan kamu makamları, ihlali sona erdirmek, sonuçlarını gidermek, tekrarlanmasını önlemek üzere gerekli tedbirleri almakla yükümlü kılınıyor. Bütün bunlar aslında başta ırkçılık olmak üzere ayrımcılığa karşı yasal engeller getirilmesi anlamına geliyor. AB’ye uyum bağlamında yapılan bütün yasal değişikliklerde olduğu gibi burada da tabii uygulamanın ne olduğu belirleyici olacak.
K
amuoyuna açıklanması birkaç defa ertelenen “demokratikleşme paketi” 30 Eylül tarihinde başbakan Erdoğan tarafından açıklandı. İlan edilen son demokrasi paketinde şunlar var:
Yasal düzenlemeler gerektiren değişiklikler: *Seçim Sisteminde değişiklikler: % 10 barajı yerine iki alternatifin tartışılması öneriliyor. Barajı yüzde 5’e çekip, 5’li gruplandırmayla Daraltılmış Bölge Seçim Sistemini uygulama. Üçüncü seçenek olarak da, ülke barajını tamamen kaldırarak, Dar Bölge Seçim Sistemini getirme. % 10 barajının her iki halde de geri çekilmesi olumludur. Ülke barajının tümüyle kaldırılmasını öngören sistem ve dar bölge sistemi var olanlar içinde en demokratik olanıdır. Burada tabii dar bölgenin nasıl belirleneceği sorunu ortaya çıkar. Dar bölge seçmen sayısının milletvekili sayısına bölünmesi ile ortaya çıkacak eşit seçmen sayısına göre belirlenirse, bu en demokratik temsiliyeti beraberinde getirir; bu sistem a) en güçlü partiye b) bölgelerde en güçlü adaylara avantaj sağlar.
Partilerden çok adaylar öne çıkabilir. Dar bölge sistemi o bölgede en çok oyu alanın seçildiği çoğunluk sistemidir. Bu bugünkü güç dengesinde büyük partilere, Kuzey Kürdistan’da da öncelikle BDP’ye avantaj sağlar. En fazla AKP’ye avantaj sağlar. Ancak AKP’de de diğer partilerde de merkezi yereli dikkate almaya zorlayan, bu anlamda parti merkezi yönetimlerinin, başkanlarının gücünü de sınırlayan bir rol oynar. İşin ilkesi açısından en demokratik olan budur. Fakat bunun geçme şansı azdır. Daraltılmış seçim bölgesi, bugünkü seçim bölgelerinin çoğaltılması öngören bir seçim sitemidir. Bugünküne göre biraz daha demokratiktir, ancak yüksek seçim barajını korumaktadır. Bu noktada yürüyecektir pazarlıklar büyük ihtimalle. AKP bu konuda değişikliği “tartışacağını” sonra karar vereceğini söyleyerek, muhalefetin “ kimseye danışmadan iş yaptılar, böyle demokratikleşme olmaz vs. gerekçelerinin önünü almaktadır, aynı zamanda toplumda da bir tur daha tartıştırmaktadır. Bugünün Türkiye şartlarında en uygun olanı şöyle bir sistem olabilir: Şöyle bir seçim sistemi hem temsiliyette adaleti tam sağlama, hem de parti dışı bağımsız adayların da katılıp kazanabilme imkanı açısından en iyisi olarak görünmektedir.
3
gündem 4
Türkiye /Kuzey Kürdistan seçmen sayısına göre, eşit sayıda seçmenlerin 2 milletvekili seçeceği dar seçim bölgelerine ayrılmalı. Her seçim bölgesinde en çok oy alan aday milletvekili olarak doğrudan seçilmeli. (Çoğunluk sistemi) Burada doğrudan seçilecek birinci milletvekili için % 50+1 kazananın doğrudan seçildiği, bunun olmadığı durumda en çok oy alan iki adayın ikinci tura kaldığı iki turlu seçim de düşünülebilir. İkinci milletvekilliği ise seçimlere katılan tüm partilerin aldığı oy oranına göre (nispi temsil) dağıtılır. Nispi temsilin Türkiye çapında sağlanması ile, çoğunluk siteminde sayılmayan oyların sayısı azaltılmış olur. *Siyasi partilere devlet yardımının kapsamını genişletiliyor. Siyasi Partiler Kanunu’nun Ek 1’inci maddesi değiştiriliyor, devlet yardımı için yüzde 7 olan mevcut oranı yüzde 3’e çekiliyor. Yani seçime katılan siyasi partilerden yüzde 3’ü aşan oranda oy alanlara da, Hazineden ayrılan toplam kaynak içinden devlet yardımı yapılacak. Bu da burjuva demokrasisi açısından bir iyileştirmedir. % 7 üzeri partiler açısından avantajlarını kaybetme anlamına gelir. Küçük partilere yarar. Ancak bu yeterli değildir. Bu baraj partiler açısından daha da gerilere çekilebilir. Örneğin Almanya’da % 1’dir. Bunun yanında dar bölge içinde de, seçime katılan herkes için genişletilebilir. Böylece seçmen bazında gerçekten de belli bir güce sahip olduğunu düşünen herkes aday olabilir. Bu seçime siyasi katılımı arttırır. *Siyasi Partiler Kanunu’nun 20’inci Maddesini değiştiriliyor; ilçede teşkilatlanma için, beldelere teşkilat kurma zorunluluğunu kaldırılıyor Mevcut durumda, bir ilçede teşkilatlanmak için, ilçe sınırları içerisindeki beldelerin en az yarısında
teşkilat kurma zorunluluğu var. Bu kaldırılıyor, ‘Beldelerde teşkilat kurulması zorunlu değildir’ ibaresi getiriliyor. Bu partilerin örgütlenmesinin önündeki bir formel zorluğun kaldırılması anlamına geliyor. Küçük partilere yarıyor. *Seçim Kanunu’nun 15’inci Maddesi’ne bir ek yapılıyor, tüzüklerinde yer almak ve 2 kişiden fazla olmamak kaydıyla, partilere eş genel başkanlık sistemini uygulama imkanı getiriliyor. Bu BDP’nin şu an yasaya rağmen yaptığı uygulamanın önündeki yasal engeli kaldırıyor; “tek başkan”lık sisteminin yıkılmasının yasallığını kaldırıyor. *Siyasi Partiler Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapılması öngörülen değişiklikle, siyasi partilere üye olmayı daraltan, kısıtlayan bazı engeller ortadan kaldırılıyor. Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, siyasi partilere de üye olabilmesinin önünü açılıyor. Bu amaçla, 11’inci Maddenin B Bendindeki 6 kısıtlayıcı engel de ortadan kaldırılıyor. Bütün bunlar olumlu değişikliklerdir. *298 Sayılı Kanunu’nun ilgili maddesi değiştirilerek, siyasi parti ve adaylar tarafından yapılacak her türlü propagandada Türkçe’nin yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesi mümkün hale getiriliyor. Aynı şekilde, ön seçimlerde farklı dil ve lehçelerde propaganda imkanı getiriliyor. Siyasi Partiler Kanunu’nun 43’üncü Maddesindeki kısıtlayıcı hüküm kaldırılarak, ön seçimlerde de Türkçe‘den başka bir dil ya da lehçeyle propaganda imkanı sağlanıyor. Bu nihayet Türkiye/Kuzey Kürdistan gerçekliğinin kabulü anlamına geliyor. Türkçe’nin imtiyazlı konumu kaldırılıyor. Bu özellikle Türkçe dışında ana dil-
alınıyor. Bu sebeple işlenen suçun cezası da 1 yıldan 3 yıla kadar artırılıyor. Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu kuruluyor. Ayrımcılık yasağının ihlali halinde, konuya ilişkin görev ve yetkisi bulunan kamu makamları, ihlali sona erdirmek, sonuçlarını gidermek, tekrarlanmasını önlemek üzere gerekli tedbirleri almakla yükümlü kılınıyor. Bütün bunlar aslında başta ırkçılık olmak üzere ayrımcılığa karşı yasal engeller getirilmesi anlamına geliyor. AB’ye uyum bağlamında yapılan bütün yasal değişikliklerde olduğu gibi burada da tabii uygulamanın ne olduğu belirleyici olacak. Burada yasal değişiklikler andaki genel toplumsal
gündem
lerin önündeki engellerden birinin kaldırılması anlamına geliyor. Seçim sistemi konusunda öngörülen değişiklikler 12 Eylül’ün kurduğu faşist isteminden, gerici burjuva demokratik bir seçim sistemi yönünde uzaklaşma anlamına; gerici burjuva demokrasisi yönünde ilerleme anlamına geliyor. Kuşkusuz çok daha iyisi ve demokratiği yapılabilir. Fakat en demokratiği bile bu sistemde sonuçta gerici burjuva demokrasisini kurmaya ve yaşatmaya yöneliktir. Bizim taleplerimiz bu konuda hep daha fazla doğrudan demokrasi unsurlarının sistem içine yerleştirilmesi yönünde olmalıdır.
*Nefret saikiyle işlenmesi durumunda, belirli suçların cezaları arttırılıyor. Belirli suçlar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse, cezası daha da ağırlaştırılıyor. Belirli suçlar içinde cinsel yönelimin/ tercihin sayılmaması eksikliktir. LGBT bireylerin cinsel yönelimlerinden ötürü öldürüldükleri bilindiğinde, bu eksikliğin önemli olduğu bilince çıkarılmalıdır. Bunun yasaya eklenmesi için mücadele yürütülmelidir. Genel Burjuva Demokratik anlayışların yerleştirilmesi yönünde değişiklikler: *Nefret saikiyle işlenmesi durumunda, belirli suçların cezaları arttırılıyor. Belirli suçlar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse, cezası daha da ağırlaştırılıyor. Belirli suçlar içinde cinsel yönelimin/tercihin sayılmaması eksikliktir. LGBT bireylerin cinsel yönelimlerinden ötürü öldürüldükleri bilindiğinde, bu eksikliğin önemli olduğu bilince çıkarılmalıdır. Bunun yasaya eklenmesi için mücadele yürütülmelidir. Ayrımcılıkla daha etkin mücadele etmek için, ceza miktarları arttırılıyor. Kişinin, inançlarının gereğini yerine getirmesi dolayısıyla, belli haklarını kullanmasını, belli haklardan yararlanmasını engelleyenler ceza kapsamına
bilinçten ileride. *Yaşam tarzına saygı, Türk Ceza Kanunu ile güvence altına alınıyor. Türk Ceza Kanunu’nda yapılacak değişiklikle, dini inancı gereğinin yerine getirilmesinin engellenmesi de ceza kapsamına alınıyor. Dini ibadet ve ayinlerin, bireysel olarak da yapılmasının engellenmesi de bu kapsama alınıyor. “Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla, bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale edenlere ya da bunları değiştirmeye zorlayanlara, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası” getiriliyor. Burada ‘Yaşam tarzına saygı’nın içeriği somut olarak dini inançların yaşanmasına müdahaleye karşı çıkılması biçiminde dolduruluyor. Kemalist devletin kendi dinini yaratıp, bunun dışındakilere (Lozan anlaşmasında koruma altına alınan Müslüman olmayan
5
gündem 6
azınlıklar dışında) kendi dinini dayatması pratiğine son veriliyor. Bu aslında “cumhuriyet devrimleri” denen “devrimler” içinde sayılan tekke/zaviye vb.nin kapatılmasının yasal olarak ortadan kaldırılması; var olan ve yaşananın kabulüdür. Atatürk Cumhuriyetçileri için bu “karşı devrim”dir. Aslında ne biri devrimdi, ne de bu karşı devrimdir. *Yapılacak bir başka düzenlemeyle, Türk Ceza Kanunu’nda, belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyide kaldırılıyor. Bu aslında fiilen de uygulama alanı kalmayan bir Q, X, W ihlalinin ceza kanunundan çıkarılması; somutta Kürtçe yazı dilinin önündeki yasal bir engelin kaldırılması anlamına geliyor. *2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanunda önemli değişiklikler öngörülüyor: Bu kapsamda, öncelikle, toplantı yer ve güzergahının belirlenmesinde katılımcılığı sağlama öngörülüyor. Mülki amir, bundan böyle ilgili Sivil Toplum Örgütlerinin görüşlerini almak suretiyle, nihai kararını verecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin süreleri de uzatılıyor: Açık yerlerde, güneşin batışından bir saat önceye kadar sürebilen toplantılar, güneş batmadan dağılacak şekilde; kapalı yerlerde saat 23’e kadar süren toplantılar da, saat 24’e kadar yapılabilecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, hükümet komiseri uygulamasına son veriliyor. Mevcut durumda, Hükümet Komiseri tarafından üstlenen yükümlülükler, artık Düzenleme Kurulları tarafından yerine getirilecek. Kurul, toplantının amacının dışına çıktığı veya düzen içinde gerçekleşmesinin imkansız olduğunu
gördüğü durumda, dağılma kararı alacak ve durumu kolluk amirine bildirecek. Gösteri ve yürüyüş, kanuna aykırı hale gelirse, Düzenleme Kurulu, gösteri ve yürüyüşün sona erdiğini ilan edecek ve bunu kolluk amirine bildirecek. Düzenleme Kurulu bu görevi yerine getirmezse, o mahallin en büyük mülki amiri, toplantıyla ilgili kararını verecek. Bu bağlamda öngörülen değişiklikler andaki duruma göre bir iyileştirme anlamına gelmesine rağmen, kuşkusuz gösteri hakkını hala çok sınırlayan bir uygulamayı sürdürüyor. *Yeni düzenlemelerle özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim verilmesini mümkün hale getiriliyor. Türkçe dışındaki dillerde eğitim ve öğretim konusunun ele alındığı, 2923 Sayılı Kanun’a yapılacak bir Ek ile, Özel Eğitim Kurumları Kanunu hükümlerine tabi olmak üzere, farklı dil ve lehçelerde özel öğretim kurumu açılabilecek. Bu kurumlarda eğitim ve öğretimin yapılacağı dil ve lehçeler Bakanlar Kurulu’nca tespit edilecek. Milli Eğitim Bakanlığı, bu tür kurumların açılmasına ve denetimine ilişkin esasları çıkaracağı bir yönetmelikle düzenleyecek. Programlar, Kanun’da yer aldığı gibi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenecek. Yine mevcut Kanun’da yer aldığı gibi, bu okullarda da belli dersler Türkçe olacak. Bu aslında “Anadilde eğitim”in, şimdilik genel değil “özel okullar” da olması kaydıyla önünün yasal olarak açılması demek. Bu açıkça ana dilde eğitim hakkını tanıyoruz demeden, bunun uygulamasının önünü açmak demek. *Bir başka yasal düzenlemeyle, köy isimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engel kaldırılıyor.
Yasal düzenleme gerektirmeyen, idari düzenleme ile gerçekleştirilmesi öngörülen değişiklikler:
Burjuva hukukunun gerçek anlamda egemenliğinin sağlanması konusunda da paket eksik. Fakat bütün bu eksiklikler ilerde tamamlansa bile sonuçta varılacak yer en iyi halde gerici -her zaman faşist tedbirlerle ve edimlerle destekli- gerici burjuva demokrasisidir. Biz bunu teşhir etmeliyiz. Bizim istediğimiz gerçek demokrasi, halkın iktidarı, halkın demokrasisidir. *Kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek, kamu kurumlarında başörtüsü yasağı kaldırılıyor. Yönetmeliğin 5’inci maddesinde değişiklik yapılarak, kadın çalışanların giyimleri üzerindeki ayrımcı ihlaller kaldırılıyor. Resmi elbise giymek zorunda olan, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, Emniyet mensupları, yargıda Hakim ve Savcılar bunun dışında tutuluyor. Var olanın resmen de ilanı bu aslında, fakat Kemalistler açısından tam bir “karşı devrim”. Emniyet mensupları, ordu mensupları ve hakim ve savcılarda yasağın sürmesi, salam taktiği yalnızca. *İlkokullardaki öğrenci andı uygulaması kaldırılıyor. Geçen yıl ortaokullarda kaldırılmış olan “Türküm doğruyum.. la başlayıp “varlığım Türk varlığına armağan olsun” la biten ant saçmalığının şimdi ilk okullarda da kaldırılması, Türk ırkçılığına vurulan bir darbedir. Ulusalcılar açısından ise ihanettir bu tabii. *Mor Gabriel Manastırı arazisi, manastır vakfına iade ediliyor. Bu aslında tarihi bir haksızlığın kabulü, Süryanilere bir haklarının teslim edilmesi anlamına geliyor. Olumlu bir adım. *Romanların vatandaşların dil ve kültürleri ile karşılaştıkları sorunlara ilişkin araştırmalar yapmak, çözüm önerileri üretmek amacıyla, bir üniversite bünyesinde, Roman Enstitüsü kurulacak.
gündem
1949 tarihli İl İdaresi Kanunu’nun 2’nci maddesinde yer alan ve dayatma içeren ibareyi kaldırarak, köylerin 1980’lere kadar kullandıkları tarihi isimlerini yeniden alması mümkün hale getiriliyor. Mevcut Kanun’da belirtildiği gibi, köy isimlerinin değiştirilmesi, İçişleri Bakanlığının onayıyla olacak. Bu aslında toplumsal talebin olduğu her köyde köy isimlerinin eski tarihi isimlerine döndürülmesinin yolunun açılması demek. İl ve İlçe isimlerinin değiştirilmesi için mevcut kanun hükmünce yasal düzenleme gerekiyor. Hükümet adına il ve ilçe isimlerinin değiştirilmesi yönünde taleplerin Hükümet olarak dikkate alacağı açıklanıyor. AKP’nin yasa yapacak çoğunluğa sahip olduğu bilindiğinde, örneğin Tunceli yapılan Dersim’in yeniden kendi ismine yasal olarak kavuşmasının önünde engel yoktur. *Bu isim değiştirmeler kapsamında Nevşehir Üniversitesi’nin isminin de, Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi olarak değiştirileceği ilan edildi. Bu kuşkusuz “demokratikleşme paketi” denen paketten çok daha fazla şeyler bekleyen Aleviler açısından bir “gönül alma”nın ötesine geçmeyen bir jest. Yine de Türkiye siyaseti açısından bir yenilik. *12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa değişikliğiyle, kişisel verilere Anayasal güvence getirilmişti. Şimdi, bu Anayasa maddesinin uygulamasını sağlamak için, taslağı hazır olan kanun Meclis’e gönderiliyor. Hükümetin açıklamasına göre, kişilerin özel bilgileri ilgisiz kişiler tarafından kullanılamayacak, ilgisiz kişilerle paylaşılamayacak. Burada yasa taslağında gerçekten yapılmak istenenin ne olduğuna metin üzerinde bakmak gerekir. Gizli polis teşkilatının ve onun özel yetkilerinin olduğu yerde özel hayatın güvenliği ve korunması boş laftır. *Yardım toplama konusunda kurum tekelleri kaldırılıyor. Yapılacak yasal düzenlemeyle “Vatandaşımız, bundan sonra yardımlarını hür iradesiyle istediği yere verebilecek.” Bu düzenlemeyle THK gibi Kemalist kurumların belli konulardaki yardım toplama tekeli kaldırılıyor. Egemenlerin iktidar dalaşında bu hiç te önemsiz olmayan bir adım! Gerçekte var olan durumun yasal olarak da tespiti.
7
gündem
Bu da, TC devleti açısından aslında çok milliyetli bir devlet olma olgusunun kabulü, Türk olmayan milliyetlerden vatandaşların da eşit vatandaşlar olarak görülmesi yönünde atılan pratik bir adım anlamına gelir. Erdoğan’ın 30 Eylül’de bir basın toplantısında açıkladığı ve “Türkiye’de, bugüne kadar, tek bir paket halinde açıklanan en kapsamlı reform sürecini başlatıyoruz. Bu süreci en kısa zamanda tamamlayacak, yeni hedeflere doğru ilerlemeye devam edeceğiz.” şeklinde değerlendirip sunduğu “demokratikleşme paketi” bir bütün olarak ele alındığında faşizmden gerici burjuva
8
demokrasisine geçişte küçümsenmemesi gereken değişiklikler içeriyor. Bunlar: -Açık Türkçü/ırkçı tavırlardan uzaklaşmalar, -12 Eylül rejiminden uzaklaşma yönünde değişiklikler, -Bireysel özgürlüklerin genişletilmesi yönünde değişikliklerdir. Bunlar yeterli mi? Tabii ki değil! Bu değişiklikler gerçek anlamda bir burjuva demokrasisi açısından büyük eksiklikler de taşıyor. En başta devletin aşırı merkezi yapılanması ve yapısı ile ilgili bir değişiklik yok bu pakette. Kürt ulusunun ulusal hakları, bütün milliyetlerin tam hak eşitliği konusunda da paket çok
eksik. Burjuva hukukunun gerçek anlamda egemenliğinin sağlanması konusunda da paket eksik. Fakat bütün bu eksiklikler ilerde tamamlansa bile sonuçta varılacak yer en iyi halde gerici -her zaman faşist tedbirlerle ve edimlerle destekli- gerici burjuva demokrasisidir. Biz bunu teşhir etmeliyiz. Bizim istediğimiz gerçek demokrasi, halkın iktidarı, halkın demokrasisidir. Fakat halk demokrasisi için devrim mücadelemizde burjuva demokrasisinin sınırları ne kadar geliştirilmiş olursa, o bizim mücadele şartlarımızı o ölçüde iyileştirir. Bunu da tespit ederiz. Bu anlamda faşizmin burjuvazinin bizzat kendisi tarafından çözülmesi de bizim işimize yarar. Tabii esas sorun uygulamadır. Ona bakmalı, yasaların uygulanmasının takipçisi olmalı, hep daha fazlasını istemeliyiz. Bu bağlamda önümüzdeki yerel ve genel seçimlerde temel talebimiz temsiliyeti gerçek anlamda sağlamanın önündeki tüm engellerin bütünüyle kaldırılmasıdır. Her türlü seçim barajı -bu ne oranda olursa olsun- gerçekte temsiliyeti çarpıtan engeldir. Bütün seçim barajları kaldırılmalıdır. Seçim sistemleri içinde en demokratik olanı kuşkusuz nispi temsil sistemidir. Barajsız, nispi temsili de içeren her seçim bölgesinin 2 milletvekili göndereceği dar bölge sistemi bizce en demokratik sistem olur. “Dağ fare mi doğurdu?” Dağ bekleyenler için evet! AKP den bu paketle örneğin “anadilde eğitim” bekleyenler; KCK tutuklularının serbest bırakılmasını bekleyenler; tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılmasını bekleyenler vs. için evet. Ama bu beklentinin kendisi olmayacak duaya amindir! Bu a)gerici burjuva demokrasisinden çok şey bekleme, b)Türkiye’de burjuvazinin reformcu kesiminin adım adım yürüme stratejisini kavramama sonucudur. 03.10.2013 ✓
2013
yılının başlarında başlayan ve adına „barış“ denilen bir süreç başlatılmıştı. Kapalı kapılar arkasında kotarılan ve Newroz’da okunan Öcalan’ın mektubu kitlelerde büyük bir umut yaratmıştı. „Barış süreci“nin ilk aşaması gerillaların Kuzey Kürdistan’dan sınır dışına çekilmesiydi. İkinci aşamada AKP hükümeti, Kürt halkı temsilcilerinin siyaset yapma ve Kürt kimliğinin tanınması için kimi yasaları çıkaracaktı. Sürecin kırılgan olmasının nedeni, AKP hükümetinin beklenen demokratikleşme yasalarını çıkarmaması, anadilde eğitim imkânıyla ilgili bir formül üretilmemesi, Öcalan’ın fiziki koşullarının iyileştirilmemesi, KCK tutuklularının serbest bırakılmamasının önemli rol oynaması idi. Gerillaların Kuzey Kürdistan’dan sınırdışına çekilmesi 8 Mayıs’ta başladı. Kürt tarafı, 1 Haziran 2013 itibariyle ikinci aşamanın başladığını ve 1 Eylül’e kadar da bir demokratikleşme programının hükümet tarafından ilan edilmesi gerektiğini ve artık adım atma sırasının AKP’de olduğunu açıklamaya başladılar. BDP „hükümet adım at!“ parolası temelinde kampanya başlattı. AKP hükümeti, gerillaların sınırdışına % 20-25 civarında çekildiğini, birinci aşamanın tamamlanmadığı vb. açıklamalarını yaptı. Demokratikleşme konusunda PKK’nin talepleri doğrultusunda bir adım
atmadı. Kuzey Kürdistan’da yaşanan çatışmalar nedeniyle bir dönem yapımına ara verilen karakol, askeri yol geçişleri ve güvenlik barajı inşaatlarına yeniden başlandı. Ateşkes ve geri çekilme sürecine rağmen, AKP hükümetinin karakol inşaatlarına devam etmesine, Kürt halkı büyük tepki göstermeye başladı. Karakol inşaatlarına karşı birçok eylemler düzenlendi. Kuzey Kürdistan’da 2012 verilerine göre, bin 300 karakol var. 65 karakol inşaatı devam ediyor. İhalesi yapılan karakol sayısı 275’tir. 4 Ağustos’ta, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz yaptığı açıklamada; Genelkurmay’ın hazırladığı plan çerçevesinde askeri birliklerin doğu illerine kaydırılacağını açıkladı. Yılmaz karara gerekçe olarak ekonomik nedenleri gösterdi. Güya askeri birliklerin konumlandığı illerin ekonomisi canlanacakmış! Oysa perdenin arkasındaki gerçek daha başkadır. “Çözüm süreci” başlamıştı ama Kuzey Kürdistan’da barışçıl gösterilere, kolluk güçlerinin saldırıları hız kesmeden devam ediyordu. Ev baskınları sonucu onlarca kişi gözaltına alındı. Diyarbakır’ın Fiskaya Mahallesi’nde 28 Mart 2013’te, polis ekibinin kovaladığı ve ateş açması nedeniyle Dicle Nehri’ne atladığı ileri sürülen Murat İzol’un cesedi 7 Nisan 2013’te Öngözlü köprüsünün yakınlarında bulundu. Fiskaya semtinde bir polis ile bilinmeyen bir nedenle tartıştık-
halkların kardeşliği için
“BARIŞ SÜRECİ”NDE GÜZ SANCISI...
✌
9
✌ halkların kardeşliği için güncel 10
tan sonra polisin kovalaması sonucu kendisini Dicle Nehri’ne attığı iddia edilen ve 12 gün sonra cesedi bulunan 19 yaşındaki lise öğrencisi Murat İzol’un polis kurşununa hedef olduğu iddiası var. 28 Haziran 2013 günü Lice’nin Kayacık köyünde yapımı devam eden “kalekol” inşaatını protesto eden Licelilerin üzerine ateş açıldı. Medeni Yıldırım adlı genç hayatını kaybetti, çok sayıda kişi de G-3 mermileriyle yaralandı. Şırnak’ın Uludere İlçesi’ne bağlı Roboski Köyü’nde 3 Haziran 2013’te, Türkiye’den çekilen PKK grubuyla askeri birlik arasında çıkan çatışmada bir askerin taşlardan seken kurşunla yaralandığı açıklandı. AKP tarafından temsil edilen burjuvazi, uzun vadede Türkiye’ye bağlı, Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olan Kürtleri, Türkiye’nin gücü haline getirmeyi hedefliyordu. Bu plana “barış süreci” adı verildi. Esad rejiminin si lahlı güçlerini Rojava’dan çekmesi sonucu, iktidar boşluğundan faydalanan Kürtler kendi özyönetimlerini oluşturmaya başladı. Rojava’da Kürtlerin kendi öz yönet i m l eri ni oluşturması, Türk devletinin beklemediği bir gelişmeydi. Fakat bu plan bağlamında, Rojava’da özerklik ilan edilmesi AKP’yi zorlamaya başladı. Suriye’deki gelişmeler bu süreci doğrudan etkiliyor. Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahale yönünde bir tutum takınması KCK’yı haklı olarak rahatsız ediyor. KCK’nın açıklamalarına bakılırsa, Rojava’da PYD’yi zayıflatacak veya devre dışı bırakacak bir planı kesin bir kırmızı çizgi olarak gördüğü anlaşılıyor. O nedenle Türkiye’nin Rojava’ya yönelik politikaları, „barış süreci“ni de etkileyecektir. Bu yüzden PYD lideri Salih Müslim Türkiye’ye çağrılıyor ve görüşmeler yürütülüyor. 8 Ekim 2013’te Rojava Kürt Yüksek Konseyi’nden bir heyet Ankara’ya geldi. Kürt Yüksek Konseyi ziyaretinin, Rojava’da geçici yönetim çalışmalarının sürdüğü ve Cenevre Konferansı tartışmalarının yapıldığı bir dönemde Türkiye’ye gel-
mesi dikkat çekicidir. AKP hükümeti Rojava Kürtleri ile görüşüyor ama kırmızı çizgilerinin olduğunu da sürekli vurguluyor. AKP‘nin hukuki alanda yapması gereken düzenlemeler gecikince, KCK 1 Eylül’e kadar hükümetin adım atması yönünde uyarılar yapmaya başladı. Başta Cemil Bayık olmak üzere KCK temsilcileri, 1 Eylül’e kadar hükümetten bir adım gelmezse süreci durdururuz diye açıklamalar yaptılar. Bu açıklamaların AKP hükümetinin adım atmaya zorlamak için yapıldığını belirtmek gerekir. Bu açıklamada, ateşkes ve çatışmasızlık durumunun devam edeceği belirtiliyordu. 8 Eylül’de Erdoğan, Arjantin dönüşünde gazetecilerin çözüm süreciyle ilgili sorularına yanıt vermişti. RTE, “çözüm sürecinde sıkıntı çıkmaz” diyordu. Ertesi gün KCK bir açıklama yaptı ve “Süreç iki taraflıdır, hükümet verdiği sözleri tutmuyor, adım atmıyor. Biz de geri çekilmeyi durduruyoruz” dedi. Geri çekilişin durdurulması, barış projesinin ciddiye alınması ve gerekli adımların atılması gerektiğini belirten KCK ateşkes konumunun korunacağını açıkladı. KCK, 1 Eylül’e kadar reform paketinin tamamlanması şartını koşmuştu ama AKP hükümeti meclisi uzun yaz tatilinden çağırmaya gerek bile duymadı. RTE, “onlar dursa da biz devam ediyoruz” diyerek istifini bozmamaya çalışıyordu. Zaten KCK’dan sürecin tamamen bittiği, yani çöktüğü anlamına gelecek bir açıklama da yapılmadı. Kısacası süreç devam ediyor. Çünkü süreç esas olarak AKP hükümetinin kontrolünde yürüyor. Abdullah Öcalan, KCK ve BDP bu durumdan rahatsızdır. Kürt tarafı, sürecin eşit ortağı olarak dikkate alınmasını ve müzakere sürecine geçilmesini istiyor. Andaki durumda çözüm sürecinin iki tarafı var. Bir tarafı AKP hükümeti, diğer tarafı ise Abdullah Öcalan’dır. Kandil ve diğer merkezler, Abdullah Öcalan üzerinden
yazdığı mektubu, Kandil’e gidecek BDP heyetinin götüreceği sanılıyordu. BDP’liler Adalet Bakanlığı aracılığıyla, Öcalan’ın KCK’ya yazdığı mektubu kendilerine verilmesini beklerken, Öcalan’ın mektubu çoktan Kandil’e ulaşmıştı. Bu durum ilginç olmakla beraber, MİT’in sadece Öcalan ile değil, KCK yetkilileriyle de görüştüğü ortaya çıkıyordu. KCK’nın “çekilmeyi durdurduk” açıklamasının ardından süreç hızlandı. AKP hükümeti, „demokratikleşme paketi“ni masaya yatırdı. Art arda toplantılar yapıldı. Hazırlanan „demokratikleşme paketi“nin çok ayrıntılı olduğu ve tüm toplum kesimlerinin ihtiyaçlarına cevap verileceği açıklandı. Paket açıklanmadan önce, yandaş medya açıklanacak paketin yepyeni bir dönemin başlangıcı olabileceği yönünde propaganda yaptı. Daha önce AKP döneminde 10 paket çıkarılmıştı ama bu kadar şov yapılmamıştı. Çözüm sürecinin önemli unsurlarından biri olarak gösterilen „demokratikleşme paketi“ RTE tarafından 30 Eylül 2013’te açıklandı. Paketin açıklanmasıyla birlikte, Kemalist, ulusalcı ve faşist kesimler geriye gidiş, Kürt hareketi ise, barış sürecini boşa çıkaracak ve sabote edecek bir yaklaşım olduğu değerlendirmelerini yaptı. KCK Başkanı Cemil Bayık, “AKP hükümeti bu paketle son kredisini harcamıştır. Ya AKP çözüm iradesini ortaya koyacaktır ya da Kürtler yeni bir mücadele dönemi tarzı ve yöntemi ortaya koyacaklardır.” şeklinde açıklama yaparak KCK’nın tavrını açıkladı. Halk Savunma Merkezi Komutanı Murat Karayılan, “süreç kritik bir aşamadadır. Zaten geri çekilme durduruldu. Bu kararı almaya devlet bizi mecbur etti. Sorumlu AKP hükümetidir. Eğer yarın bu süreç bozulursa sorumlu biz değiliz” dedi. 10 Ekim 2013’te, KCK bir deklerasyon yayınladı. Bu deklerasyonda, PKK’nin ortaya çıkışı, tek taraflı çözüm girişimlerinin boşa çıkarılması ve T.C devleti ile şimdiye kadar yapılan görüşmeler anlatıldıktan son-
✌ halkların kardeşliği için
‘dolaylı’ taraftır. Doğrudan taraf, anda hâlâ Abdullah Öcalan’ın kendisidir. Abdullah Öcalan, devletin elinde tutsaktır. AKP „barış“ görüşmelerini MİT üzerinden yapmaktadır. Koşullar eşit değildir. Taraftarlar eşit şartlarda görüşmeler yürütmemektedir. AKP hükümeti veya Öcalan „barış süreci“ ni sona erdirmediği sürece, süreç devam eder. Tabii ki provokasyonlar olur, olacak. Savaş isteyenler ayak diretmeye devam edecektir. Öcalan’ın örgütle ‘doğrudan temas’ ve gazetecilerle görüşme talebini sürekli vurguladığı biliniyor. Öcalan, suyu olmayan bir havuzda yüzmesinin istendiğini, yüzme için havuzun suyla doldurulması gerektiğini belirtiyor. 15 Eylül 2013’de, onuncu BDP heyeti İmralı’ya gitti. İmralı dönüşünde BDP heyeti, Öcalan’ın bir açıklamasını basınla paylaştı. Öcalan „Bir yıl önce başlattığımız diyalog sürecini bundan böyle yeni bir formatla yani anlamlı bir müzakereye evrilterek, derinleştirerek sürdürmek gerektiği” açıklamasını yapıyordu. Müzakere için “gerekli olanak ve araçları devlete de Kandil’e de ilet”tiğini belirten Öcalan, “derinlikli bir müzakere için yeterli araçları ve imkânları yaratması sürecin ilerlemesi için elzem” olduğunu belirten Öcalan karşılıklı ateşkes konumunun korunuyor olmasından memnuniyet duyduğunu açıklıyordu. Süreçte bir sıkıntı veya kriz yaşandığında, herkesin aklına “Öcalan ne der?” sorusu geliyor. Hatta hükumet sözcülerinin de Öcalan’ı adres gösterdiği biliniyor. Barış sürecinin yürümesinde, Öcalan’ın belirleyici bir konumu var. Tıkanmalar oluştuğunda, Kürt tarafında bunları aşma gücü olan aktör Öcalan’dır. Şimdiye kadar oluşan krizlerin hepsinin çözümünde Öcalan devreye girmiştir. Kandil’in „geri çekilmeyi durduruyoruz“ açıklamasının ertesinde gözler İmralı’ya çevrilmişti. Öcalan, “barış süreci”nin yeni bir formatla ve müzakereye evrilterek sürecin devam etmesi gerektiğini açıkladı. Öcalan’ın KCK’ya
Taraflar kamuoyuna açıklamalar yapıyor. Diğer yandan gizli pazarlıklar yürütülüyor. Kürt tarafının öne sürdüğü talepler doğru taleplerdir. Bu talepleri doğru olarak değerlendirmemiz, Kürt halkının gerçek kurtuluşunun sadece öne sürülen bu taleplerle olacağı anlamına gelmez, gelmemelidir.
11
✌ halkların kardeşliği için güncel 12
ra, sorunun çözümü için üç şart öne sürüldü. Kürtlerin varlığı, kimliği, kültürü, anayasa ve yasalarla güvence altına alınması, Kürt kimliğiyle düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması ve demokratik özerklik, ana dilde eğitimin kabul edilmesi talep ediliyor. 14 Ekim 2013’te 11. BDP heyeti İmralı’da Öcalan’la görüştü. BDP eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın İmralı’ya gitmesine izin verilmedi. Öcalan’la görüşecek heyeti AKP hükümeti belirliyor. Daha önce Gezi Direnişindeki tavrı nedeniyle, Sırrı Süreyya Önder heyetten çıkarılmıştı. AKP hükümeti, söylem ve demeçlerinden rahatsız olduğu BDP’lileri heyetten çıkarıyor. RTE, 15 Ekim 2013’te yaptığı açıklamada BDP’yi açıkça tehdit etti. BDP’nin söylemlerinden rahatsız olduğunu açıklayan RTE, bu dozda açıklamaların yapılması iplerin koparılmasına yol açar, dedi. İmralı’da Öcalan ile görüşen İdris Baluken ve Pervin Buldan, Öcalan’ın bir mesajını açıkladılar. Öcalan, dört yıldır bir çaba içerisinde olduğunu, bu çabaların toplumu rahatlattığını ve dağ gibi sorunların devam ettiğini açıkladı. Önerilerini devlete ilettiğini belirten Öcalan, “derin müzakereler için devletin tavrını” beklediğini belirtti. Tıkanıkların yaşanması ve tarafların birbirini sınaması anlaşılırdır. Kürt sorunu çözülmedikçe yeni sorunların çıkacağını AKP de biliyor. CHP ve MHP de, yaklaşan yerel seçimlerin de etkisiyle bu sürecin ilerlememesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. AKP‘ye göre, PKK ile sürdürülen müzakereler PKK’ye silah bıraktırmayı amaçlamaktadır. Öcalan’ın Newroz’daki çağrısının temeli silahın gündemden çıkarılması onun yerine demokratik siyasetin gelmesidir. Taraflar arasında görüş birliği yani PKK’nin silah bırakması konusunda anlaşmazlık yoktur. Demokratik siyasetten AKP hükümeti ve Kürt tarafı aynı şeyi dile getirmemektedir. Örneğin Kürt tarafına göre, demokratik siyasetin anlamı dağda savaşanların siyaset yapma imkânına kavuşmuş olmalarıdır.
Bu aynı zamanda Öcalan’ın da serbest bırakılmasıyla birlikte anlam kazanacaktır. Kürt tarafı bunu açıkça söylüyor. AKP’ye adım atması için çağrılar yapılıyor. AKP hükümeti, genel affın gündemlerinde olmadığını açıklıyor. Kürt tarafının istediği demokratik adımların atılmasında AKP ayak diretiyor. Aslında bu iki süreç birbiriyle ilişki halindedir. Biri olmadan diğerinin olması da mümkün değildir. Taraflar kamuoyuna açıklamalar yapıyor. Diğer yandan gizli pazarlıklar yürütülüyor. Kürt tarafının öne sürdüğü talepler doğru taleplerdir. Bu talepleri doğru olarak değerlendirmemiz, Kürt halkının gerçek kurtuluşunun sadece öne sürülen bu taleplerle olacağı anlamına gelmez, gelmemelidir. 20 yıldan beri PKK ve Abdullah Öcalan, T.C sistemi içerisinde Kürt sorununun çözümü için kimi reform talepleri öne sürmektedir. 2013 başlarında başlayan ve adına „çözüm süreci“ denilen süreci desteklediğimizi açıkladık. Gelinen aşamada talep edilen kimi hakların elde edilmesi için bir savaşın yürütülmesinin gerekli olmadığını belirttik. Çünkü savaşın bu amaçlara ters olduğunu, bu amaçları elde etmek için savaşa gerek olmadığını, bu savaşta karşılıklı insanların öldüğünü vurguladık. „Barış süreci“ni desteklememizin nedeni budur. Süreci desteklememiz, Kürt sorununun gerçek çözümünü ortaya koymamızın engeli değildir. Kürt sorununun düğüm noktası, ayrı devlet kurma hakkına sahip olup olmadığıdır. Kürt sorunuyla ilgili diğer tüm sorunlar bu hakkın varlığına, yokluğuna bağlı ele alınacak sorunlardır. Eğer Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı elinden alınmışsa, bu hakkını özgür iradesiyle, özgür koşullarda kullanamıyorsa, Kürt sorunu çözülmemiş bir sorun olarak kalır. Kürt sorununun gerçek çözümü ancak tam hak eşitliğinin sağlanması ile olur. Tam hak eşitliğinin sağlanıp sağlanmadığının temel ölçütlerinden biri de örneğin hiçbir ulusun diğer ulus ve milliyetler karşısında herhangi bir imtiyaza sahip olmamasıdır. Demokratik
cumhuriyetine dönüşse bile, uygulanacak olan faşist tedbirlerle desteklenecek burjuva diktatörlüğüdür. Burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi için mücadele, gerçek çözümün burjuva demokrasisi olduğu anlamına gelmez. Burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesi, demokratik halk devrimi için yürüttüğümüz mücadele şartlarının iyileştirilmesine hizmet eder. Açıklanan paketteki adımlar, eski uygulamalar ile karşılaştırıldığında gerici burjuva demokrasisi yönünde atılan adımlardır. Bu adımların gerici burjuva demokrasisine geçiş için yeterli olabileceği anlamına gelmiyor. Biz daha fazlasını istiyoruz. Burjuva demokrasisine geçiş için daha yürünmesi gereken çok yol var. Gerçek demokrasi için mücadele, burjuvazinin iktidarını devirmek için çalışma, burjuvazinin iktidarı şartlarında da işçilerin ve emekçilerin yaşam ve mücadele şartlarının iyileştirilmesi için de çalışmanın engeli değildir. Bu sistemde gerçek demokrasinin olabileceğini savunanlara, burjuva sistem yıkılmadan Türkiye’nin demokratikleşeceği anlayışlarına karşı mücadele edeceğiz, etmeliyiz, demeliyiz. Bilinçlerin karartılmasına ve ham hayallerin yaratılmasına karşı duracağız. Çünkü gerçek demokrasi, halk demokrasisi bir ülkede ulusların özgür iradeleri ile kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceği sistemin adıdır. Ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları ortamın yaratılmasının adıdır gerçek demokrasi. Gerçek demokraside, hiçbir ulusal azınlığa sınırlama getirilemez. Gerçek demokraside, uluslar nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile karar vereceklerdir. Gerçek demokrasi, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vereceği bir sistemdir. Gerçek demokrasi, her milliyetin kendi dilinde konuşma, eğitim yapma ve bütün ilişkilerde dillerini kullanma hakkının sağlanmasıdır. Gerçek demokraside, hiçbir dil başka bir dil üzerinde imtiyaz kuramaz. Her milliyet kendi dilini kullanacak ve diller arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır. Bizim istediğimiz gerçek bir demokrasidir. Bizim istediğimiz halk demokrasisidir. Gerçek demokrasi, işçi sınıfının iktidarı demektir. Gerçek demokrasi, sömürücü bir sınıfın egemenliğine dayanmaz. Gerçek demokrasi, tam demokrasi, ancak sosyalizmde /komünizmde mümkündür. Mücadelemiz gerçek demokrasi içindir. Görev bunun için çalışmaktır. 16.10.2013 ✓
✌ halkların kardeşliği için
özerklik, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkına sahip olduğu, bu hakkı özgür iradesiyle ve özgür koşullarda kullandığı; kendisinin nasıl yaşayacağına karar verdiği yerde önemlidir. Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki eşitsizliğin sürdüğü koşullarda, Kürt halkının mücadelesi sonucu Türk hâkim sınıflarının zorunlu kalarak Kürt ulusuna özerklik tanıması, Kürt sorunun belli bir çözümüdür ama gerçek çözüm değildir. KCK’nın öne sürdüğü taleplerin, Türk hâkim sınıfları tarafından kabul edildiğini varsayalım. Böylesi bir durumda, Kürt halkının mücadelesinin belli ölçüde başarıya ulaştığı, bu anlamda kazanımlar elde ettiği olgudur. Türkler ile Kürtler arasındaki temel eşitsizlik var olduğu sürece, Kürt sorunun çözümü mümkün değildir. Türk hâkim sınıflarının egemenliğini sürdürmesi, Kürt sorununun çözümünün önünde engeldir. Biz kötünün en iyisini seçmek zorunda değiliz. Kürt sorunun gerçek çözümü bir devrim sorunudur. KCK açıklamasında, açıklanan paketin “hayal kırıklığı yarattı”ğını söylüyor. „Dağ fare doğurdu“ tespitleri yapılıyor. T.C sistemini doğru değerlendirmeyenler, büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. AKP hükümetinden büyük beklentiler içerisine girenler büyük hayal kırıklıkları yaşıyor. Hayal kırıklıklarına uğrayanlar, burjuva sistemden medet umar hale gelebiliyor. Neden? Tüm milliyetlere tam hak eşitliği, ayrıcalıkların tümden ortadan kaldırılmasının bu sistem ile olabileceği zannediliyor. Bu sistemde, Türkiye’nin demokratikleşeceği iddia ediliyor! Açıklanan pakette, bu beklentiler gerçekleşmeyince, ‚dağ fare doğurdu‘ tespitleri yapılıyor. Öne sürülen kimi reform talepleri ile Kürt sorununun çözüleceği iddia ediliyor. Beklentiler gerçekleşmeyince hayal kırıklığı yaşanıyor. AKP’nin 11 yıllık iktidarı döneminde toplam 11 reform paketi çıkarıldı. Tüm paketlerin yönelimi faşizm yerine gerici burjuvazi demokrasisine tedricen geçiştir. Ülkelerimizde faşizmin çözüldüğü bir süreç yaşanıyor. Burjuva demokrasisine geçiş, Türkiye’de hem yasal hem pratik uygulamada işçilerin-emekçilerin yaşam ve mücadele koşullarının faşist diktatörlük koşullarına göre iyileşmesi anlamına geleceği açıktır. Böylesi bir gelişme sonucunda, Türk devletinin yönetim biçiminin faşizmden burjuva demokrasisine dönüşebileceği mümkündür. Faşizm, çözülme sürecinde olmasına rağmen, açık terör, hukuksuzluk, faşizm hâlâ temel yönetim biçimidir. T.C. hâlâ faşist bir devlet görünümündedir. Türkiye burjuva
13
✌ halkların kardeşliği için güncel
SURİYE İÇ SAVAŞI VE EMPERYALİST DALAŞ! Esad, bir zamanlar Erdoğan’ın kankasıydı. Erdoğan ve Esad biraderler birlikte tatil yaptılar; ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenlediler. Suriye’de faşist Baas yönetimi hüküm sürüyordu. Esad yönetimi hangi partilerin ve hangi adaylarının seçimlere girebileceğine karar veriyordu. Üç yüz bin Kürt’ün vatandaşlık kimlik belgesi yoktu; mülk sahibi olamıyorlardı; işyeri açamıyorlardı. Arap olmayanlara yönelik etnik ayrımcılık sürüp gidiyordu. Ülkenin her yeri Esad posterleriyle doluydu. Fakat bu uygulamaların hiç birisi RTE’nin umurunda değildi.
M
14
ağrip ülkelerinde başlayan isyan ve ayaklanmalar, Mart 2011’de Suriye’ye de sıçradı. Faşist Esad rejimine karşı halkın bir bölümü, özgürlük ve demokrasi talepleri ile barışçıl gösteriler yapmaya başladı. Mart 2011’de Suriye’nin Dera kentinde yapılan protesto gösterisinde, Esad’ın kolluk güçlerinin saldırıları sonucunda ölümler meydana gelmeye başladı. Dera şehrinde insanlar öldükçe isyan önce bütün şehre yayıldı. İlk başlarda birkaç bin kişi gösterilere çıkarken, kısa bir zaman içinde on binlerce Deralı sokakları doldurmaya başladı. Bu olaylardan sonraki süreçte Suriye’de hem protestolar, çatışmalar hem de Suriye üzerine diplomatik görüşmeler, uyarılar, pazarlıklar yoğunlaşmaya başladı. Esad rejimine karşı, halkın bir bölümünün demokratik talepler ile başlattığı haklı ve barışçıl mücadele giderek bir iç savaşa dönüştü. Mart 2011’den bu yana yaşanan çatışmalarda öldürülenlerin sayısı yüzbini geçti. Milyonlarca insan yerinden ayrılmak zorunda kaldı. İşkence, tecavüz ve vahşet savaşın ayrılmaz bir üçlüsü oldu. Sadece diktatör Esad değil, Esad’a karşı savaştığını iddia eden kimi gruplar da, Esad’ın sivil halka karşı kullandığı barbar yöntemleri aynen üzerlendiler. Ortadoğu’ya egemen olma dalaşı yürütenler, Suriye’de kozlarını paylaşmak için karşı karşıya geldiler. Suriye nezdinde savaş aktörleri mini bir dünya sa-
vaşı yürütüyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Suriye’ye müdahale konusunda ortak karar alamadı. Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Venezüella ve Bolivya Esad’ın destekçileri olarak öne çıktılar. Güvenlik Konseyi’nin diğer üç üyesi (ABD, Fransa, İngiltere) başta olmak üzere, diğer batılı ülkeler Esad’a karşı savaşanları alttan desteklemeye ve silahlandırmaya başladı. Esad’ın kısa süre içerisinde götürüleceğinin hesapları yapılıyordu! Hesaplar yapılıyordu ama Esad’ın yerine kimin konulacağı konusu açık değildi. Çünkü Esad’a karşı savaşanlar içinde radikal dinciler, El Kaide uzantıları olan örgütler de vardı. Şeriat devleti kurmak için, değişik ülkelerden binlerce kişi Suriye’ye gelmişti. Batılı emperyalistler, Esad karşıtı cepheyi dizayn etmeye başladılar. Esad’a karşı mücadele eden Suriyeli muhalifler yüzlerce gruptan oluşuyor. Muhalifler içerisinde Esad rejimine karşı haklı ve demokratik temelde mücadele yürütenler de var. Rojava Kürtleri, iktidar boşluğundan yararlanarak kendi öz yönetimlerini kurmak için haklı bir mücadele yürütüyor. Rojava Kürtlerinin kendi öz yönetimlerini kurmaya çalışması, başta AKP hükümeti olmak üzere kimi çevreleri rahatsız etmeye başladı. Al Nusra vb şeriatçı örgütler, Kürtlere karşı savaşmaya ve katliamlar yapmaya başladı. AKP hükümeti, Suriye‘de Sünni gruplara silah, para ve lojistik yardımında bulundu,
Kankalıktan diktatöre! Esad, bir zamanlar Erdoğan’ın kankasıydı. Erdoğan ve Esad biraderler birlikte tatil yaptılar; ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenlediler. Suriye’de faşist Baas yönetimi hüküm sürüyordu. Esad yönetimi hangi partilerin ve hangi adaylarının seçimlere girebileceğine karar veriyordu. Üç yüz bin Kürt’ün vatandaşlık kimlik belgesi yoktu; mülk sahibi olamıyorlardı; işyeri açamıyorlardı. Arap olmayanlara yönelik etnik ayrımcılık sürüp gidiyordu. Ülkenin her yeri Esad posterleriyle doluydu. Fakat bu uygulamaların hiç birisi RTE’nin umurunda değildi. RTE’ye göre; Suriye’de demokrasi ve insan hakları sorunu yoktu. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi! Esad diktatör değil demokrat bir devlet adamıydı! Tıpkı kendisi gibi! Sonra bir şeyler olmaya başladı. “Arap baharı”nın rüzgârları Suriye’ye de yansıdı. Bölgedeki ülkelerde taşlar yerinden oynamaya başladı. Bir gün önce eleştirilmeyen lider birden diktatör ilan edildi! Suriye sorununun Türkiye’nin bir iç meselesi olduğu keşfedildi! Esad’a reform yap çağrıları yapıldı. Yapılan çağrılar sonuçsuz kalınca, daha önce dikkate alınmayan gelişmelere yönelik yaklaşımlar değişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri, yeni söylemlerle ve değişmeyen emperyalist niyetlerle sürece yön vermeye; çıkarlarını güvence altına almaya ve yeni çıkarlar elde etmeye soyundu! AKP hükümeti, Suriye’deki -Müslüman Kardeşler başta olmak üzere- tüm şeriatçı gruplara lojistik destek ve silah yardımı yapmaya başladı. AKP hükümeti, BM kararıyla Suriye Esad rejimine karşı askeri bir saldırı için diplomatik çabalar yürütürken, batılı emperyalist güçlere de Suriye muhalefetine yeter destek vermedikleri yönünde eleştiriler getirdi. Suriye’de Esad rejimine karşı bir dış askeri müdahalenin en ateşli savunucularından biri olarak öne çıktı.
Suriye satrancı 21 Ağustos 2013 sabahı, Esad rejiminin Şam’ın Guta bölgesine yönelik yaptığı bombardımanda zehirli gazlar kullandığı iddia edildi. Saldırıda ölen çocuk ve kadınların resimleri medyaya servis edildi. Kimyasal gazların kullanılması sonucu binden fazla insanın
öldüğü açıklandı. Sivillere karşı kimyasal silah kullanıldığı bir gerçek. BM müfettişlerinin Suriye’deki incelemelerinin ardından yazdıkları raporda, “Topladığımız çevresel, kimyasal ve tıbbi örnekler Şam’ın Guta bölgesinde 21 Ağustos’ta yerden yere atılan ve sinir gazı içeren roketler kullanıldığına dair açık ve ikna edici kanıtlar sağlıyor” açıklamasına yer verildi. BM müfettişlerinin raporunda, kimyasal gazın kimin tarafından kullanıldığı yönünde bir tespite yer verilmedi. Buna rağmen, Batılı emperyalistler ve Türkiye, kimyasal gazların Esad rejimi tarafından kullanıldığının kesin olduğunu açıkladılar. Kimyasal gaz kullanılması sonucu, kaç kişinin yaşamını yitirdiği ile ilgili çelişkili açıklamalar yapıldı. Türkiye’ye göre 1400’ü aşkın kadın ve çocuk, Fransa’ya göre 281, İngiltere‘ye göre 350, Sınır Tanımayan Doktorlar’a göre 355, İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre 502, Devrim Genel Konseyi’ne göre 635, Suriye Ulusal Koalisyonu’na (SUK) göre 1300, ABD’ye göre 1429, ÖSO’ya göre 1729. Daha önce de Suriye’deki çatışmalarda kimyasal gazların kullanıldığı medyaya yansımıştı. Esad’a karşı savaşan grupların elinde de kimyasal silahların olduğu biliniyor. Kimyasal silahları kimin kullandığını kesin olarak söyleyebilecek durumda değiliz. Emperyalistlere göre, güya kimyasal silahların kullanımı kırmızı çizgi idi. Güvenlik Konseyi’nde sorun tartışıldı, ortak karar alınamadı. Birleşmiş Milletler’de, Esad’ın cezalandırılması kararı çıkartılamadı. İngiltere’de Avam Kamarası, Suriye’ye yapılacak olası bir askeri müdahaleye katılma önergesini reddetti. ABD ve destekçileri, Esad’ın kimyasal silah kullandığı için cezalandırılacağı ve saldırının amacının Esad’ı devirmek olmadığını açıkladılar. RTE, rejim değişikliğini hedeflemeyen ucu açık bir bombardımanı yetersiz buldu ve rejimin değişmesini şart koştu. RTE, açıkça Bosna’da 78 gün süren bombardımanın temel alınması gerektiğini söylüyordu. Suriye’ye saldırının Esad rejimine karşı değil, Suriye halkına ölüm getirecek bir emperyalist askeri saldırı olacağı gözlerden gizlenmek isteniyordu. Savaş çığırtkanları, füzelerin nereden ve nasıl ateşleneceğinin propagandasını yaptı. Savaş aktörlerinin askeri gücü ve silah araç gereçleri medyada yazılıp çizilmeye başlandı. Olası Suriye savaşının canlı izlenebilmesi için tüm hazırlıklar yapılmaya başlandı. Emperyalist burjuvazi kendi içinde Suriye’ye saldırı konusunda ikiye bölünmüştü. Barack Obama 31 Ağustos 2013’te yaptığı açıklamada, Suriye’ye operasyon yapma kararı aldığını ancak bunu Kongreye götüreceğini açıkladı. Obama, “Bu
✌ halkların kardeşliği için
bulunuyor. Gemilerle Libya ve Yemen’den Mersin limanına taşınan yüzlerce kişi ‘resmi’ kapılardan Suriye’ye gönderildi. Suriye’de mezhepler temel alınarak destekler sunuluyor. Sünniler, sünnileri, şiiler alevileri destekliyor. AKP hükümeti, El Kaide yanlısı çetelere her türlü desteği veriyor.
15
✌ halkların kardeşliği için güncel 16
ucu açık bir müdahale olmayacak, Amerikan askeri karada olmayacak. Eylem, sınırlı bir zaman diliminde olacak” açıklamasını yaptı. Aynı açıklamada, Birleşmiş Milletler’den (BM) her hangi bir karar beklemeden tek başlarına ilerleyeceklerini açıklayan Obama, Birleşmiş Milletler denetçilerinin raporunu da beklemeyeceğini söyledi. İşlerine geldiği zaman uluslararası hukuktan bahsedenler, işlerine gelmediği zaman uluslararası hukuku bir kenara koyuyordu. Çokça bahsedilen “uluslararası hukuk”a göre Güvenlik Konseyi ve BM’nin kararı olmamasına rağmen, ABD ve Fransa Suriye’ye saldıracaklarını açıklıyordu. Pazarlıklar, görüşmeler hız kesmeden sürdürüldü. Obama, İngiltere’nin geri vites yapmasının ardından G20 zirvesinde umduğu desteği bulamamıştı. ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Londra’da İngiliz mevkidaşı William Hague’le gör üşmesi ni n ardından düzenlediği basın toplantısında, “Esad’ın elindeki kimyasal silah stoklarını bir hafta içinde teslim etmesi halinde bir askeri müdahalenin önüne geçebileceğini” söyledi. Rusya bu öneriye dört elle sarıldı. Suriye’ye “kimyasal silah stoklarını uluslararası denetime açması ve daha sonra bunları imha etmesi yönünde” teklifte bulundu. Yürütülen pazarlıklar sonucu Suriye, Rusya’nın önerisini kabul etti. ABD ve Rusya, Cenevre’de yaptıkları pazarlıklarda, Suriye’nin elindeki kimyasal silahların yok edilmesi konusunda anlaşmaya vardı. Yapılan anlaşmaya göre; Rusya ve ABD altı maddelik bir plan üzerinde anlaşmışlardı. Suriye elindeki kimyasal silahlarla ilgili bir hafta içinde detaylı bir liste verecekti. Suriye’nin kimyasal silahları, kimyasal silah uzmanları tarafından denetlenecek ve yok edilecekti. ABD ve Rusya’nın anlaşması, NATO, AB ve birçok emperyalist ülke tarafından memnuniyetle karşılandı. 27 Eylül 2013’te,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Suriye’nin kimyasal silahlarını imha etmesini takvime bağlayan karar tasarısını oybirliğiyle onayladı. Güvenlik Konseyi kararı, Amerika ve Rusya’nın Cenevre’de vardığı anlaşmayı esas alıyor. ABD ve Fransa’nın Suriye’ye yönelik “cezalandırma operasyonu” şimdilik, “Suriye’nin kimyasal silahlarını yok etme anlaşması” ile kaldırıldı.
Savaş kışkırtıcısı AKP hükümeti Savaş çığırtkanlığı yapan AKP hükümeti, Suriye’nin kimyasal silahlarını uluslararası denetime açmasını olumlu bulmakla beraber, bunun yeterli olmadığını açıkladı. AKP hükümeti ile Batılı emperyalist güçler arasında çelişkiler var. Batılı emperyalistler, Esad’ın alternatifinin kim olacağı konusunda açık değiller. RTE, Esad sonrasında yönetime geleceklerin Esad’tan daha iyi olacağını açık lıyordu. RTE, 78 gün süreyle bombalanan Bosna modelinin uygulanmasını istiyordu. AKP hükümeti, Esad karşıtı tüm grupları destekledi, destekliyor. Destek lemek le yetinilmedi, sil a h l a nd ı r ı l a n muhaliflere lojistik destek yardımı yapıldı, yapılıyor. Suriye Ulusal Koalisyonu’nun merkezi Türkiye’de bulunuyor. Suriye Ulusal Koalisyonu’nun askeri kanadı “Özgür Suriye Ordusu”dur. Esad’a karşı savaşan yüzlerce grubun olduğu biliniyor. 24 Eylül 2013’te, ÖSO’dan ayrılan 13 grup El Nusra’nın başını çektiği oluşuma katıldı. 13 grup tarafından yapılan açıklamada “Suriye Ulusal Koalisyonu ve önerdikleri Ahmet Tomeh liderliğindeki hükümet hiçbir şekilde bizi temsil etmiyor ve onları tanımıyoruz. İmza koyan güçler olarak, tüm askerî ve sivil güçleri yasamanın tek kaynağı olacak şeriata dayanan açık bir İslami çatı altında birleşmeye çağırıyoruz” dendi. ABD ve Rusya arasında varılan anlaş-
zetmeksizin havadan yaptığı bombardımanlara ilaveten, kimyasal silah da kullanmaya başlamış; son olarak 21 Ağustos 2013 günü Şam’da kimyasal silahlarla yaptığı saldırıda önemli bir çoğunluğunu çocukların oluşturduğu 1400’ü aşkın Suriye vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Bu saldırı insanlığa karşı işlenmiş bir suç olup, bu husus 16 Eylül 2013 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan ‘21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Gota Bölgesinde Kimyasal Silah Kullanımı İddialarına İlişkin Rapor’da da teyit edilmiştir.” AKP hükümeti açıkça yalan söylüyor. Çünkü Birleşmiş Milletler müfettişlerinin hazırladığı raporda, kimyasal gazların Esad rejimi tarafından kullanıldığı şeklinde bir tespit yoktur. Güya AKP hükümeti, mazlumların yanındadır! Güya AKP hükümeti, halkın bombalanmasına ve kimyasal silah kullanılmasına karşıdır! Bir de gerçekler var. Bu gerçekler balçıkla sıvanamaz. Roboski’de 34 insanı bombalarla katleden ve faillerin ortaya çıkmasını engelleyen AKP hükümetidir. Kuzey Kürdistan’da PKK gerillalarına karşı kimyasal silah kullanan Türk ordusudur. Kuzey Kürdistan’da her türlü zulmü uygulayan, Kürt halkının öncü güçlerini katleden, hapishaneleri tıka basa Kürtlerle dolduran AKP hükümetidir. Ülkelerimizde, “ötekiler” üzerinde katmerli baskı uygulayan, aykırı seslere tahammül edemeyen AKP hükümeti, dışarıda “mazlumların sesi” olduğunu iddia ediyor. Mısır’da darbeciler tarafından öldürülen Esma’ya ağıtlar yakan RTE, Gezi Direnişi süreci içerisinde gençlerin öldürülmesi için “polise emir” verebiliyor. Böylece RTE’nin iki yüzlülüğü ortaya çıkıyor.
✌ halkların kardeşliği için
mayla Suriye’ye müdahale seçeneğinin rafa kalkması hayalkırıklığı yaratmıştı! Müdahaleye ilişkin umutların tükenmesi Suriye‘de yeni koalisyonlara yol açtı. SUK’u tanımadığını ilan eden gruplar, diğer muhalifleri “şeriata dayalı bir İslami çatı altında birleşmeye” davet etti! Özgür Suriye Ordusu Askeri Yüksek Konsey’inde yer alan Türkiye ile içlidışlı Tevhid Tugayı, ılımlı İslamcı Şuğur el Şam ve İslam Tugayları, El Kaide’ye biat eden Nusra ile ortaklık kurmuş oldu. Yani AKP hükümetinin müttefikleri, El Kaide’ye karşı değil, El Kaide’nin saflarında yer aldı. AKP hükümeti, Esad rejiminin devrilmesi için her türlü araca başvuruyor. AKP iktidarı kendi çıkarları için savaş kışkırtıcılığı yapıyor. Türkiye halklarının, işçilerin ve emekçilerin savaştan hiçbir çıkarı yoktur. Türk hâkim sınıflarının “milli çıkarlarımız” dediği sadece ve sadece kendi çıkarlarıdır. Onların çıkarları için savaş kışkırtıcılığına karşı durmak görevdir. 16 Eylül 2013’te, Suriye’ye ait bir helikopter sınır ihlali yaptığı iddia edilerek Malatya’dan havalanan 2 Türk jeti tarafından füzeyle vuruldu. Helikopterin vurulması ile ilgili ilk açıklama Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan geldi. Türk hava sahasını iki dakika ihlal ettiği gerekçesiyle, Suriye helikopteri vuruluyorsa, bunun gerçek nedeni hava sahası ihlalinden başka her şeydir. Daha önce de Türk hava sahasının Amerika, Rusya, İsrail ve Yunanistan savaş uçakları tarafından defalarca ihlal edildiği bilgileri medyaya yansımıştı. Hava sahasını ihlal eden ülkelerin uçakları düşürülmemişti. Suriye helikopterinin düşürülmesi, AKP hükümetinin Suriye’ye askeri müdahaleyi savunması ile doğrudan bağı vardır. AKP, Suriye ile savaş için bahane arıyor. RTE’nin Birleşmiş Milletler’e ve Güvenlik Konseyi’ne veryansın etmesinin nedeni budur. Mazlumların sözcülüğüne soyunduğunu iddia eden RTE’nin helikopter pilotlarının kafalarının kesilerek öldürülmesine ses çıkarmadı. Ses çıkaramazdı çünkü helikopter pilotlarını, “allah-u akbar” nidaları eşliğinde kafaları kesilerek öldürenler RTE’nin müttefikleriydi. RTE ağzını her açtığında, Esad’ın zulümlerini anlatırken, dinci faşistlerin vahşetleri hakkında tek laf etmemektedir. Çünkü dinci faşistler RTE’nin müttefikleridir. 3 Ekim 2013’te Suriye’ye ilişkin hükümete verilen yetki süresinin bir yıl daha uzatılmasını öngören Başbakanlık Tezkeresi, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Tezkere de şu ifadelere yer veriliyor: “Rejim, uluslararası hukuku hiçe sayarak halka yönelik balistik füzeler dâhil, ağır silahlar ve ayrım gö-
Ortadoğu yeniden şekillendirilecek mi? Emperyalistler, Suriye somutunda pazarlık yürütüyor. Bu pazarlıkların arkasında Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi var. Amaç, Suriye halklarının faşist Esat rejiminden kurtarılması değil, Ortadoğu’da tam emperyalist egemenliğin sağlanmasıdır. Diktatörler laf dinlediği sürece ve emperyalistlere uşaklık yaptığı sürece sorun yoktur. Sorun, diktatörlerin laf dinlemediği, kendi bölgelerinde hegemonya kurmaya başladığında ortaya çıkmaktadır. Diktatörlere karşı ayaklanan halkların mücadelesini, emperyalistler kendi egemenliklerinin bir kaldıracı olarak kullanmaktadır. Zamanı geldiğinde, diktatörlerin miadı dolduğunda, emperyalistler tavır değiştirmekte ve yeni diktatörler aramaktadır. Emperyalizmde dostluk yoktur, çıkar vardır. Suriye somutunda olan da budur. Emperyalistler için Esad miadını doldurmuştur.
17
✌ halkların kardeşliği için güncel 18
Esad’ın yerine başka uşaklar aranmaktadır. Suriye’de faşist Esad rejimine karşı ayaklanma, bu rejimin devrilmesi, yerine demokratik bir rejimin geçirilmesi için mücadele haklı ve meşru bir mücadeledir. Görev bu mücadele içinde gerçek demokrasi yanlısı güçlere destek vermektir. Suriye‘de gerçek çözüm; faşist Baas rejiminin değişik milliyetlerden işçi ve emekçiler tarafından yıkılması, yerine işci sınıfı önderliğinde demokratik halk iktidarının kurulmasıdır. Kurtuluş halk iktidarındadır. Başka bir çözüm yoktur. Ortadoğu’daki dalaşta, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nde dile gelen, “güvenilmez” rejimleri “demokrasi”, “insan hakları”, “batının yüce insani değerleri” vb. adına devirip, Ortadoğu’da ABD yanlısı rejimler üzerinden ABD egemenliğini kurma mücadelesi yürütülüyor. Suriye dalaşı, ABD ve müttefiklerinin Bosna, Irak, Afganistan ve Libya’da yürüttüğü siyasetin bir devamı ve parçasıdır. Suriye nezdinde gerçekte dünya hegemonyası konusunda emperyalistler kapışıyor. ABD ve müttefiklerinin esas rakipleri Rusya ve Çin’dir. Bunlar şimdilik ABD ile doğrudan askeri çatışma durumunda ve konumunda değiller. Ekonomik ve siyasi alanda fakat bütün güçleri ile Ortadoğu’ya girmeye, ABD ve müttefiklerinin egemenliğini sarsmaya çalışıyorlar. Emperyalist savaşa hayır! Suriye’de emperyalist savaşa hayır dememiz, faşist Esad rejimine evet demek anlamına gelmiyor! Faşist Esad rejiminin, Suriye’de ezilen, sömürülen emekçi yığınlar tarafından demokratik devrimle yıkılması mücadelesinin destekçisiyiz. Ülkelerimizin bu savaşın parçası olması işçi sınıfı tarafından ret edilmelidir. Bizim Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı olmamızla, CHP, MHP ve BDP’nin savaşa karşı olması
arasında temelden fark vardır. Biz her türlü savaşa karşı değiliz. Emperyalizmin iktidarı şiddet üzerine kuruludur. Karşı-devrimci şiddet emperyalizmin yol arkadaşıdır. Emperyalizm şiddetsiz yaşayamaz. O dişine tırnağına kadar silahlıdır. Savaş, şiddetin kullanımının yalnızca bir biçimi, en yüksek biçimidir. Büyük insanlığın kanını, iliğini sömürerek yaşayan küçük asalak bir azınlığın sistemidir emperyalizm. Karşı-devrimci şiddetin tek panzehiri ezilen, emekçi yığınların devrimci şiddetidir. Emperyalist savaşların gerçek panzehiri emperyalist sistemi yıkmaya yönelik devrimci savaşlardır. “Her türlü savaşa karşı” çıkmak, devrimci şiddeti, devrimci savaşın gerekliliğini reddetmektir. Devrimci savaşın gerekliliğini reddedenler, mevcut sömürü düzeninin sürdürülmesini kabullenenlerdir. Emperyalistlerin ve gericilerin çıkarları uğruna halkların birbirine kırdırılmasını engellemenin yolu, silahları gerçek düşmanlara, kendi ülkelerimizdeki egemenlere çevirmek, devrimlerle emperyalizmi ve dünya gericiliğini tarihin çöplüğüne gömmektir. Tek gerçek çözüm budur! Suriye savaşı sona erse de, emperyalizm ve dünya gericiliği yaşadığı sürece dünyamızda savaşlar sürüp gidecektir. Emperyalistler saldırmak için hep yeni hedefler bulacaktır! Emperyalizm olduğu sürece emperyalist gerici savaşların kaçınılmaz olduğu bilinciyle bugün dünyanın her yanından, tek ağızdan haykırılması gereken şiar şu olmalıdır: Emperyalist savaşa hayır!.. Suriye’deki kapışma, emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkar kapışmasının bir yansımasıdır. Bu saldırıya karşı çıkmak “elinizi Suriye’den, bütün Ortadoğu’dan çekin!” demek, bütün savaş karşıtlarının, demokratların, sosyalistlerin görevidir. 7 Ekim 2013 ✓
“TEMİZ SEÇİM PLATFORMU“ ÜZERİNE! Ülkelerimizde, 2014’te yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. 2015’te genel seçimler yapılacak. Siyasi partiler, kapsamlı ve büyük hareketlilik içinde bulunuyor. Seçim hesapları yapılıyor, pazarlıklar yürütülüyor. Yerel seçimler için mücadele, mahallelere hatta köylere kadar uzanan bir rant kavgası olarak cereyan ediyor. Parti merkezleri, genel başkanlar, bakanlar, başbakan, belde belediyelerinin belediye başkanı ve belediye meclisi adaylarının kimler olacağına karar veriyor.
T
arih: 30 Temmuz 2013. Yer: Alba Otel Ankara. Hazırlıkları önceden yapıldığı anlaşılan ve aralarında eski bakanlar, siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler ve hukukçularında imza attığı „Temiz Seçim Platformu“nun kurulduğu kamuoyuna açıklandı. Halklarımızın yakından tanıdığı ve geçmişleri kirli olanlar, “Temiz Seçim Platformu” adı altında “oyları kimin verdiği değil, kimin saydığı önemlidir.” sloganıyla bir oluşumu açıkladılar. 19 Aralık 2000’de, 20 cezaevinde aynı anda gerçekleştirilen “Hayata Dönüş Operasyonları” ile 28 mahkûm katledilmişti. 19 Aralık katliamının mimarlarından, Hikmet Sami Türk de bu oluşum içerisinde yer alıyor. Alba Otel’de yapılan basın toplantısına, eski bakanlardan Hikmet Sami Türk, faşist Ümit Özdağ, ulusalcı yazar Nihat Genç ve Demokrat Parti eski Genel Başkanı ve eski ülkücü Namık Kemal Zeybek’in de aralarında bulunduğu çok sayıda ulusalcı ve Kemalist katıldı. “Temiz Seçim Platformu”nun sözcüsü ise Yaşar Okuyan! Yaşar Okuyan, 1970’lerin ülkücüsü Alparslan Türkeş’in has adamı idi. Ana Vatan Partisi’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı. Mesut Yılmaz’la ters düşünce, ANAP’tan ayrılarak tekrar MHP’ye dönen adam. MHP’den DTP’e transfer olan Yaşar Okuyan, DTP’nin ismini Hürriyet ve Değişim Partisi olarak değiştirdi. DTP’nin tarihe karışmasından sonra, 2007’de yapılan cumhuriyet mitinglerinde boy göstermeye başladı. Hızını alamayan Yaşar Okuyan, 2008 yılında genel başkanlığını yaptığı Hürriyet ve
Değişim Partisi’ni kapatarak, kadrosuyla birlikte Halkın Yükselişi Partisi’ne katıldı. Daha sonra Yaşar Nuri Öztürk tarafından partiden ihraç edildi. Rüzgâr gülünün adamıdır Yaşar Okuyan. Üzerine monte ettiği ve en hafif rüzgârın esmesi ile yön değiştiren biridir Yaşar Okuyan. Fakat haksızlık etmemek de gerekir: Bu yön değiştirmeler hep bir genel çizgi temelinde ve içindeki değişmelerdir. O çizgi de Türkçü/ Irkçı/Faşist/Kemalist çizgidir. „Temiz Seçim Platformu“ kuranların kendi geçmişlerine bakmaları gerekir. Geçmişi kirli olanların, „temiz“ laflarla ortaya çıkmalarının teşhir edilmesi ve halklarımıza tanıtılması bir görevdir.
Yine Seçim Zamanı Ülkelerimizde, 2014’te yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. 2015’te genel seçimler yapılacak. Siyasi partiler, kapsamlı ve büyük hareketlilik içinde bulunuyor. Seçim hesapları yapılıyor, pazarlıklar yürütülüyor. Yerel seçimler için mücadele, mahallelere hatta köylere kadar uzanan bir rant kavgası olarak cereyan ediyor. Parti merkezleri, genel başkanlar, bakanlar, başbakan, belde belediyelerinin belediye başkanı ve belediye meclisi adaylarının kimler olacağına karar veriyor. Burjuva partileri, “amaca gitmek için her yol mubahtır” çizgisi temelinde hareket ediyor. Demokrasi seçimlere indirgenerek demagoji yapılıyor. İktidar çatışmasında, sistem partileri birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya sermekten kaçınmıyor.
19
Elbette ki seçimlerde hile de yapılmaktadır. Burjuva sistemde, adil, eşit ve barajsız bir seçim sistemi yoktur. Bu noktada esas soru, seçim hilelerinin seçim sonuçlarını ne ölçüde etkilediği sorusudur.
Yaşar Okuyan ne diyor?
20
Yaşar Okuyan, Alba Otel’de düzenlediği basın toplantısında özellikle 2007 yılından başlayarak yapılan tüm seçimlerde seçimin dürüstlüğüne ve şeffaflığına ilişkin birçok olumsuzluk yaşandığını savunarak seçimlere olan güvenin azaldığını ileri sürdü. Bu söylemden ne anlıyoruz? 2007 yılına kadar yapılan seçimler “dürüst” ve “şeffaf”tır! 2007’den sonra tüm seçimlerde seçimin dürüstlüğüne ve şeffaflığına ilişkin birçok olumsuzluk yaşanmıştır! Söylenen bu. Her seçimde yanlışlıklar, hileler ve seçim kütüklerine yazılmayan seçmenler olmuştur, olacaktır. Sorulacak soru şudur: Kuşku duyulan, şeffaf ve dürüst olmayan işlemlere itiraz edildi mi? İtirazlar bir tutanak ile tespit edildi mi? Tüm itiraz mekanizmaları işletildi mi? Yaşar Okuyan, iddialarına bir örnek verme gereği duymuyor. Seçime katılan AKP karşıtı cephe partileri, seçimlerde hile olduğunu tespit etselerdi, yaygarayı basarlardı. Kimi seçim bölgelerinde, seçim sonuçlarına itirazlar yapıldı ve oylar yeniden sayıldı. Yaşar Okuyan, seçmen kütüğüne 2007-2009 seçimleri arasında sandık seçmen listelerine 7 milyon 694 bin 809 seçmenin eklendiğini söylemektedir. 2007’e kadar beyan esaslarına göre seçmen kütükleri düzenleniyordu. Daha sonra 2008 yılında yapılan kanun değişikliği ile adrese dayalı seçmen kütükleri oluştu. Aradaki fark beyan esasındaki eksik yazılmalardan kaynaklanmaktadır. Adrese dayalı seçmen kütüklerinin oluşturulmasıyla, beyan esaslarına dayalı seçmen kütüklerindeki eksiklikler giderilmiştir. Yıllara göre seçmen sayısı şöyledir:
2007 Genel Seçimleri 42.571.284, 2009 Yerel Seçimleri 48.049.446, 2010 Referandumu 49.495.493, 2011 Genel Seçimleri 50.189.930 Devam edelim. Yaşar Okuyan, seçmen kayıtlarının bilgileri dışında seçim kütüğünden silindiğini söylemektedir. Kütükten silinen kayıtların yüz binler düzeyinde olduğunu iddia etmektedir. Kütükten kayıtları silinen seçmenlerin itiraz etme hakları vardır. Kaldı ki seçmen kütükleri partilerin elinde de var. Burjuva partileri bu konularda çok hassastır. Kütükten kayıtları silinenler elbette vardır. Fakat bu rakamın yüzbinler civarında olduğunu söylemek palavradır. Yaşar Okuyan, parmak boyası kaldırıldığı için mükerrer oy kullanımının artacağını savunmaktadır. Mükerrer oy kullananların tespiti halinde suç duyurusunda bulunmak partilerin görevidir. Mükerrer oy kullananların tespit edilmesi durumunda, bu oylar iptal edilecektir. Olgu budur. Seçimlerde hile yapılmayan hiçbir burjuva sistem yoktur. Tüm seçimlerde burjuvazi sahtekârlık yapmaktadır. İktidarda olan parti, devlet olanaklarını seçimi kazanmak için kullanmaktadır. Oy satın almalar, oy sayımında sahtekârlıklar vb. mümkün. 1950’den bu yana yapılan tüm seçimlerde elbette hileler yapılmıştır, mükerrer oy kullanılmıştır. Seçimlerde yapılan hileler, sadece 2007 sonrası için değil, 2007 öncesi yapılan seçimler içinde geçerlidir. Burjuvazinin yaptığı tüm hilelerin seçim sonucunu etkileyip, etkilemediği sorusuna cevap verilmelidir. Yaşar Okuyan’ın verdiği mesaj, AKP’nin yaptığı hile ile seçimleri kazandığı mesajıdır. Bu tespit gerçekleri yansıtmamaktadır.
Efsane Anlatımlar Mitolojide birçok efsane anlatılır. Anlatılan efsanelerin gerçekle, bilimle hiçbir ilgisi yoktur. Ülkelerimiz-
de yapılan seçimler bağlamında da birçok efsane an- AKP hükümeti demagojik bir biçimde 12 Eylül ile latılmaktadır. Bu efsanelere göre; AKP seçimlerde hile hesaplaştığını iddia ediyor. 12 Eylül yasalarından bir yaparak, oyları çalarak ve seçmen olmayanların oyla- tanesi de seçim yasasıdır. Bu yasa ırkçı ve faşist bir rını kullanarak iktidar olmaktadır! Bu anlatımların yasadır. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, demokdeğişik versiyonları da var. Para, altın, makarna ve rasi ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan ve bu kömür vs. dağıtımı sonucu seçimleri kazandığı iddia nedenle bütünüyle değiştirilmesi gereken bir yasadır. edilmektedir. Yazının akışı içerisinde de belirttiği- Bu ırkçı yasanın kimi maddeleri şöyledir: miz gibi, elbette burjuvazi seçimlerde hile yapacaktır, “Madde 43 yapmıştır. Fakat yapılan bu hilelerin seçim sonuçla...aday adayları, mensup oldukları partinin prograrına belirleyici bir etkisinin olduğunu düşünmüyo- mı, büyük kongresinin ve yetkili merkez organlarının ruz. Efsane anlatımların yanında bir de gerçekler var. kararları ile partinin seçim bildirisi dışında, milli, maAKP 2002’de geçerli oyların % 34,63’nü, 2007 seçim- halli yahut mesleki çapta herhangi bir vaatte bulunalerinde geçerli oyların % 46,58’ni, 2011 seçimlerinde mazlar ve Türkçeden başka dil ve yazı kullanamazlar. geçerli oyların % 49,9’nu almıştır. Her iki Madde 81 kişiden biri AKP’ye oy vermekteSiyasi partiler: Seçimlerde hile yapılmayan dir. Burjuva partiler içerisinde a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi birebir ilişki kuran, propaüzerinde milli veya dini külhiçbir burjuva sistem yoktur. ganda yapan AKP’dir. tür veya mezhep veya ırk Tüm seçimlerde burjuvazi sahtekârlık 2011 seçimlerinde AKP, veya dil farklılığına dayayapmaktadır. İktidarda olan parti, üç milyon kişi ile seçim nan azınlıklar bulundukampanyası yürüttü. ğunu ileri süremezler; devlet olanaklarını seçimi kazanmak için Defakto durum budur. b) Türk dilinden veya kullanmaktadır. Oy satın almalar, oy sayımında Para ve kömür alanlar kültüründen başka dil sahtekârlıklar vb. mümkün. 1950’den bu yana ve kültürleri korumak, oylarını AKP’ye vermek zorunda değildir. yapılan tüm seçimlerde elbette hileler yapılmıştır, geliştirmek veya yayÇünkü kabineye giren mükerrer oy kullanılmıştır. Seçimlerde yapılan mak yoluyla Türkiye seçmen yalnızdır ve oyuCumhuriyeti ülkesi üzehileler, sadece 2007 sonrası için değil, nu istediği partiye verme rinde azınlıklar yaratarak 2007 öncesi yapılan seçimler içinde durumundadır. Tabii ki AKP millet bütünlüğünün bozuliktidar imkânlarını seçim çalışması amacını güdemezler ve bu geçerlidir. ması içinde kullanmaktadır. yolda faaliyette bulunamazlar ve Diğer bir efsaneye göre, sandıklar açılc) tüzük ve programlarının yazımı ve makta ve oylar sayılmaktadır. Ancak, sandıklar il yayımlanmasında, kongrelerinde, açık veya kapalı saseçim kuruluna götürülmek için yola çıkarıldığında, lon toplantılarında, mitinglerinde, propagandalarında yolda sandıklar değiştirilmektedir. Bu iddianın ger- Türkçeden başka dil kullanamazlar; Türkçeden başka çekle hiçbir ilgisi yoktur. Her sandığın başında parti dillerde yazılmış pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve temsilcileri bulunmaktadır. Oylar sayıldıktan sonra görüntü bantları, broşür ve beyannameler kullanamaz tutanak tutulmaktadır. Sandık kaybolsa bile, sayılan ve dağıtamazlar; bu eylem ve işlemlerin başkaları taoylar tutanağa geçirilmiştir. Her parti temsilcisi, san- rafından da yapılmasına kayıtsız kalamazlar. Ancak, dıkta partisine çıkan oylar hakkında bilgi sahibidir. tüzük ve programlarının kanunla yasaklanmış diller Seçim sonuçları açıklandığında, her sandığın oy dö- dışındaki yabancı bir dile çevrilmesi mümkündür.“ kümü de açıklanmaktadır. Tutanak ile kesin sonuçlar Kuzey Kürdistan’da seçmen nüfusunun önemli arasında bir çelişki varsa, partiler itiraz etme hakkına bir bölümü Türkçe bilmemektedir. Kaldı ki, Kürtçe sahiptir. ‘Yenilen pehlivan güreşe doymazmış’ diye yazmak ve propagandasını yapmak demokratik bir bir deyim var. AKP neden seçim kazanıyor, insan- haktır. Bu yasa çok açık olarak etnik köken temelar neden AKP’ye oy veriyor’un hesapları yapılmıyor. linde ayrımcılık yapmaktadır. İfade ve örgütlenme Kendi siyasetlerini sorgulama gereği duyulmuyor. özgürlüğü ile seçme ve seçilme hakkının, bir başka temel hak olan anadil hakkıyla organik bağlantısı 12 Eylül Faşist Cuntasının Seçim Yasası vardır. Türkçe bilmeyen Kürtlerin siyasi partilerin
21
seçim propagandalarını takip edebilmelerine getirilen sınırlamalar, onların sadece anadil haklarını değil, en temel vatandaşlık hakları olan demokratik hayata katılma haklarını da ihlal etmektedir. Yasak, siyasi parti mensuplarının seçilme haklarına, örgütlenme özgürlüklerine ve siyaset yapma olanaklarına da ciddi kısıtlamalar getirmektedir. Öte yandan, bu yasaklara rağmen, bölgede seçim çalışmaları yürüten BDP’liler, yerel ve genel seçim kampanyalarında seçmenlerle iletişim kurabilmek için sıkça Kürtçe konuşmaktadır. Siyasi Partiler Kanunu ile fiili durum arasındaki bu kopukluk, BDP milletvekilleri, yöneticileri ve belediye başkanları olmak üzere çok sayıda Kürt siyasetçi hakkında, seçim kampanyalarında ve diğer siyasi propagandalarında Kürtçeyi yazılı veya sözlü olarak kullandıkları gerekçesiyle açılan yüzler-
beri süren % 10 seçim barajı kalkacaktır. Ancak hangi orana ineceği ve dar bölge sisteminin nasıl işleyeceği belirsizdir. Klavyedeki W, Q ve X özgürleşti. Köyler eski isimlerine kavuşabilecek. Kürtçe propaganda üzerinde süren baskıların da kaldırılacağı açıklandı. Tüm bu değişikliklerin ne zaman yürürlüğe gireceğini bekleyip göreceğiz.
Sonuç Burjuva partilerinde parti içi demokrasi yoktur. Liderler demokrasisi vardır. Her partinin savunduğu demokrasi, kendi çıkarlarını koruyan ötekileri dışlayan demokrasi anlayışıdır. Şimdiye kadar Türkiye’de uygulanan nispi temsil sistemi çift barajlı idi. Birincisi, ülke düzeyinde geçerli oyların yüzde 10’unu alamayan partiler hiçbir yerde milletvekili çıkaramıyor-
Burjuva partilerinde parti içi demokrasi yoktur. Liderler demokrasisi vardır. Her partinin savunduğu demokrasi, kendi çıkarlarını koruyan ötekileri dışlayan demokrasi anlayışıdır. Şimdiye kadar Türkiye’de uygulanan nispi temsil sistemi çift barajlı idi.
22
ce ceza davasıyla sabittir. Türkiye nüfusunun önemli bir kısmının Türkçe bilmediği veya kendisini Kürtçe daha iyi ifade ettiği, bugün artık toplumun geneli tarafından kabul edilmiş bir toplumsal gerçekliktir. 24 saat Kürtçe yayın yapan devlet kanalı TRT 6 (Şeş)’nın açıldığı bir ülkede, Kürtçe siyaset yapma yasağının yasal olarak hâlâ devam ediyor olması, Türkiye’de hukukun toplumdan ne derece kopuk olduğunun da bir göstergesidir. Bu yazıyı kaleme aldığımız sırada, 30 Eylül 2013’te başbakan RTE tarafından „demokratikleşme paketi“ açıklandı. Yeni seçim sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda üç seçenek tartışmaya sunuldu. Erdoğan: “yüzde 10 barajıyla devam edebiliriz. Barajı yüzde 5’e çekip, 5’li gruplandırmayla daraltılmış bölge seçim sistemini uygulayabiliriz. Üçüncü seçenek olarak da ülke barajını tamamen kaldırarak, dar bölge seçim sistemini getirebiliriz.” dedi. Erdoğan’ın açıklamalarına göre, partilerin örgütlenmesi ve partilere üyelik kolaylaşıyor. Siyasi partilerin hazineden yardım alma barajı % 3’e çekiliyor. Önümüzdeki süreçte en çok tartışılacak olan seçim sistemi ile ilgili açıklanan üç seçenektir. Şimdiden şu bellidir. 1980’den
du. Ayrıca, ilk barajı aşan partiler seçime girdikleri bölgedeki “yerel baraj “ı da aşmak zorundaidi. “Yerel baraj “ın altında oy alırlarsa gene milletvekili çıkaramıyorlardı. Bu “yerel baraj”, bir seçim bölgesinde verilen geçerli oyların seçilecek milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen sayıdır. „Temiz Seçim Platformu“ isteyenler, öncelikle 12 Eylül ürünü olan seçim yasası ve seçim barajının düşürülmesini talep etmeli idi. „Temiz Seçim Platformu“nu kuranlar öncelikle kendi geçmişlerini sorgulama ve halka hesap vermek zorundadır. „Temiz Seçim Platformu“ adıyla ortaya çıkanlar, sadece kendileri için değil, tüm toplum kesimleri için demokrasiyi savunmak zorundadır. AKP’yi seçimlerle iktidardan götüremeyenler, dezenformasyon modelini esas almaktadır. Seçim sistemi ve siyasi partiler yasası derhal değiştirilmelidir. “Demokratikleşme paketi”nde ortaya konulanlar, eski sisteme göre olumludur. Ama yetmez. Biz daha fazlasını talep etmeliyiz. Temsil sistemi, yasaklardan ve eşitsizliklerden arındırılarak demokratik bir içerikle yeniden düzenlenmelidir. Seçim barajı sıfıra indirilmelidir. 01.10.2013 ✓
panorama
PA NOR A M A GELİŞMELER VE DARBE HAKKINDA KİMİ TAVIRLAR - MISIR -
M
ısır’da “kontrollü geçiş sürecinin” 3 Temmuz 2013 tarihindeki darbeyle son bulmasının üzerinden neredeyse dört aylık bir süre geçti. Darbe sonrasındaki tartışmalar yoğunluğunu kaybetse de sürüyor. Mısır’da şimdilik bir iç savaş yaşanmıyor, ama darbeci ordunun iktidarına karşı -başta Mursi yanlıları (İhvancılar) olmak üzere ama sadece bunların değil- protestolar da sürüyor. “Sivil” vitrinli askeri faşist darbe yönetiminin saldırgan, keyfi yönetimi ve kendisine karşı gelen insanları katletme pratiği de aynen devam ediyor. İlk baştan beri darbeye darbe bile demeyen ABD ve AB’li emperyalist güçler başta olmak üzere uluslararası düzeyde tepkiler giderek değişiyor. Mısır ordusuna “bir an önce demokrasiye geçme” çağrıları yapılmasının ötesinde, kimi göstermelik yaptırım adımları atıldı, atılıyor. Ayrıca darbe konusunda, buna darbe denip denmeyeceği, ya da darbe dendiğinde darbeye karşı nasıl tavır takınılacağı, her türlü askeri darbeye karşı çıkılıp çıkılmayacağı; ya da Mısır’da ordunun müdahalesinin “devrim”, “ikinci devrim” vb. olarak tanımlanması vb. konularda da –Temmuz ayındaki yoğunlukta olmasa da- hala yer yer tartışılmaktadır. Dergimizin 165. sayısında Mısır’daki darbe ve gelişmeleri ortaya koyduğumuz yazımızın sonunda
uluslararası tepkilere ve darbe mi değil mi tartışmalarına dikkat çekmiş ama bu konularda yazıyı uzatmamak için tavır takınmamıştık. Bu yazımızda hem 27 Ağustos’tan bu yana Mısır’da öne çıkan gelişmeleri, hem de bu konulardaki tavrımızı kısaca ortaya koyacağız.
ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER Ağustos ayı sonlarında Mısır’ın en büyük tekstil fabrikası olarak gösterilen fabrikanın 24 bin çalışanından 10 bini aylıkları ödenmediğinden greve gitti. Bu grevin darbeyle ilişkisi ise fabrikanın devletin mülkü olması ve aylıkların Maliye Bakanı tarafınca ekonomik durum nedeniyle ertelenmesi durumudur. İşçiler Temmuz ayında da greve gitmiş ve paralarının ödeneceği sözü alındıktan sonra işbaşı yapmışlardı. Türkiye’de KİT’lere benzeyen devlet mülkü fabrikada işyeri temsilcileri de patronlarından yana olup işçi düşmanı bir tutuma sahiptirler. Fabrika şefi Mübarek’in devrilmesinden sonra yiyicilikten görevden alınmış, sonradan hükümet tarafından yeniden görevine atanmıştır. Greve giden işçiler ödenmeyen ücretlerini talep etmenin yanısıra, sözkonusu fabrika şefinin görevden alınmasını da talep etmektedir. Fabrika yönetimi, kimin istifa etmesi gerektiğine işçiler değil devlet karar verir diye tavır takınarak bu talebi
23
panorama 24
reddetti. Ödenmeyen ücretler için de paranın birkaç gün içinde geleceği, gelir gelmez ücretlerin ödeneceği yönlü açıklamayla bu seferki grevin de son bulmasını sağladılar. İşçilerin kendi ekonomik ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadelesi değişik biçimlerde ve ölçülerde varlığını sürdürüyor, fakat bu mücadeleler Mısır’da ordunun ve “Ordu halk elele” sloganına uygun olarak İhvancılara karşı ordunun kuyruğuna takılan kesimle İhvancılar arasındaki iktidar dalaşının gölgesinde kalmaktadır. Buna uygun olarak da medyaya fazla yansımamaktadır. Darbeden sonraki süreçte gündemi daha fazla işgal etmeye başlayan gelişmelerden biri de kimi silahlı aşırı islamcı olduğu söylenen grupların Sina yarımadası başta olmak üzere Mısır’ın birçok kentinde ordu ve polis güçlerine karşı gerçekleştirdiği saldırılar ve buna karşı ordunun ve polisin “terörizme karşı mücadele” adına yerleşim alanlarına saldırıları, onlarca, yüzlerce sivili katletmesi durumudur. Sözkonusu aşırı islamcıların eylemleri içinde öne çıkanların başında, Eylül ayı başında İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim’e patlayıcı madde ile gerçekleştirilen saldırı ve askeri garnison ve kolluk güçlerine karşı intihar eylemleri, ya da Sina ve İsmailiye ve diğer yerlerde kolluk güçlerine saldırılar gibi eylemlerdi. Darbeciler bu durumu aynı zamanda İhvancılara karşı, İhvancıların “ulusal güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle de kullandılar. Darbecilerle İhvancılar arasındaki mücadele ve çatışmada ise gelişmeler özetle şöyleydi. 14 Ağustos’taki katliamdan önceki döneme göre katılımda düşüş olsa da, İhvancıların “kahrolsun askeri yönetim”, “Mursi’ye özgürlük” vb. içerikle, şu ya da bu biçimde –yüzlerce ve onbinlerce katılımlı- protestola-
rı sürdü, sürüyor. Protestolara karşı ordunun “sivil” vitrinli yönetiminin uygulamaları, ordu ve polisin özel yetkili, keyfi yönetiminin faşist uygulamalarıdır. İhvancılar ne kadar çatışmalardan kaçınsa da, hemen her seferinde çatışmalar yaşanmış ve hemen her çatışmada değişik sayılarda insan öldürülmüştür. Darbeciler 6 Ekim 1973 tarihinde Mısır ve Suriye ordusunun İsral ile savaşının 40. yıldönümünü kutladılar. İhvancılar ise “kahrolsun askeri yönetim” vb. sloganlarla protestolar gerçekleştirdiler. Kahire’de de Tahrir Meydanı’na yürümeye çalıştılar. Asker, polis ve bu kolluk güçlerinin sivil yardakçıları olan silahlı “vatandaş savunması” güçlerin İhvancılara saldırılarıyla yaşanan çatışmalarda bir günde 57 kişi öldürüldü, yüzlerce insan yaralandı ve yüzlerce İhvancı tutuklandı. Dergimizin 165. sayısında, sayfa 33’te “Görünen şey, İhvancıların şiddet kullanmaya zorlandığı ve yasaklanması için gerekçe yaratılmaya çalışıldığıdır.” biçiminde yaptığımız tespit, gelişmeler tarafından bir kez daha onaylandı. Hükümete danışmanlık yapan “danışma kurulu” (Mısır Devlet Komisyonları/ Komiserler Kurumu da deniyor) 2 Eylül’de İhvancıların “paramiliter gruplarla ilişkisini kesmesi” uyarısında bulundu. Bu adımla birlikte kendisini “solcu” diye pazarlayan “Tagammu Partisi”nin daha önce (darbeden sonra) İhvancıların “ulusal güvenliği tehdit” ettiği gerekçesiyle yasaklanması için yaptığı başvurusu, seri biçimde “acil dava” olarak ele alındı ve 23 Eylül’de mahkeme –İhvancılara kendilerini savunma hakkı bile verilmediği bir yargılamayla- yasak kararını açıkladı. 23 Eylül’de Mısır Devlet Televizyonu’nda Mahkeme Başkanı tarafından okunan karara göre, İhvancıların tüm faaliyetlerinin yasaklanmasına, tüm mal varlıklarına el konulmasına karar verilmiştir. İhvancılar bu karara
panorama
itiraz edip temyize gönderdiler, ama işe yaramadı, minde, 22 yargıcın 2005 yılındaki seçimlerde seçim mahkeme kararı onandı. sahtekarlığı yaptığını söylediği iddiasına dayandırdı. Mahkemenin yasak gerekçesinden biri, İhvancıla- Mursi bu konuda da yargılanacak. Mursi’nin şimdiye rın “gerçek İslamla çelişen va İslamın yasalarını çiğne- kadar gözaltında tutulmasının dayandırıldığı suçlayen faaliyetlerinin üzerini örtmek için saf İslam dini- ma, Ocak 2011’de Hamas ile komplo içinde diğer tuni” kullandıkları yönlü gerekçedir. Bu da darbecilerin tuklularla birlikte hapishaneden çıkmasıdır. Sonuçta İhvancılara karşı tavrını “terörizme karşı mücadele”, 9 Ekim’de Mursi’nin ve 14 yanlısının yargılanmasının ordunun İslama karşı değil, İslam dinini kötüye kul- 4 Kasım’da başlayacağı açıklandı. İhvancılara karşı lananlara karşı mücadele olduğu düşüncesini pazar- baskılar, tutuklamalar ve katletmeler yaşanırken, 25 lamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Ocak 2011’de başlayan ve 11 Şubat 2011’de Mübarek’i 14 Ağustos katliamından sonra ilan ediiktidardan düşüren halk isyanının dayatmalen olağanüstü hal/sıkıyönetim ve sıyla yargılanmaya başlayan az sayıgece sokağa çıkma yasağı 12 daki Mübarek rejiminin temEylül’de iki ay daha uzasilcileri hakkında beraat Darbeden sonraki süreçte gündemi tıldı. Gece sokağa çıkkararı verilmektedir. ma yasağı da uzatıldı Darbe yönetimidaha fazla işgal etmeye başlayan ama saatleri denin “yol haritası” gelişmelerden biri de kimi silahlı aşırı islamcı ğiştirildi. Değişik bağlamındaki geuluslararası medolduğu söylenen grupların Sina yarımadası başta lişmede ise darya ve kuruluşlar be sonrasında olmak üzere Mısır’ın birçok kentinde ordu ve polis tarafından yapıatanan 10 kişilan açıklamalara güçlerine karşı gerçekleştirdiği saldırılar ve buna karşı lik komisyonun göre 3 Temmuz komite ordunun ve polisin “terörizme karşı mücadele” de(teknik darbesinden Ekim deniyor) sunadına yerleşim alanlarına saldırıları, onlarca, duğu taslağı, iki ay ayı başına kadar 2000’den fazla insaiçinde gözden geçirip yüzlerce sivili katletmesi durumudur. nın öldürüldüğü, onlarca Başkan’a sunacağı “Anagazetecinin keyfi olarak tuyasa” taslağı için öngörülen tuklandığı ve beş gazetecinin öldü50 kişilik komisyonun 8 Eylül’de rüldüğü, basın özgürlüğünün ortadan kalatanması oldu. Verilen bilgilere göre 10 kidırıldığı; darbecilerin ve İhvancılara karşı olma adına şilik komisyon Mursi döneminin anayasasını gözden ordunun kuyruğuna takılıp darbe şakşakçılığı yapan geçirmiş, toplam 33 maddeyi silmiş ve 124 maddeyi cephenin dışındaki tüm güçlere karşı baskıların vb. de revize etmiştir. 50 kişilik komisyona atananlar, vb. yoğunlaştığı, açık askeri faşist darbenin yaşandığı 3 Temmuz’da Sisi’nin darbeyi açıkladığı konuşmabir durum sözkonusudur. sı sırasında, Sisi ile birlikte davranan kesimlerden 3 Temmuz’dan beri Mursi başta olmak üzere bin- oluşuyor. Komisyon başkanlığına ise Mübarek relerce İhvancı tutuklanmış ve yargılanmalarına baş- jiminin artığı Amr Musa atanmıştır. Komisyonda lanmış, kimilerine 5 yıldan ömür boyu hapse kadar Nur Partisi’nin iki temsilcisi yer alırken, çoğunluğun uzanan hapis cezaları verilmeye başlanmıştır. İh- Mübarek rejiminin/ ordunun doğrudan temsilcisi olvancıların yönetici tabakasının büyük bölümü bu duğu da olgudur. 10 kişilik komisyonun hazırladığı tutuklananlar arasındadır. Mursi’nin nerede tutuklu taslakta da ordunun Savunma Bakanı’nın kim olacaolduğu hala açıklanmış değil. Mursi ve kimi İhvan- ğına onay vermesi gerekiyor, ordunun bütçesinin sivil cı yöneticiler de değişik suçlamalarla yargılanacak. 1 yönetim tarafından kontrolüne sadece sınırlı oranda Eylül’de devlet savcılığı Mursi ve kimi yakınları hak- izin veriliyor. Anayasanın son halinin nasıl olacağı kında şiddete teşvik gerekçesiyle dava açtı. Buna göre tahmin edilebilir ama bekleyip görmek gerekiyor. Mursi 5 Aralık 2012 tarihinde Mursi’ye karşı protestolarda yedi kişinin öldürülmesiyle suçlanıyordu. ÖZETLE KİMİ ULUSLARARASI TEPKİLER... 7 Eylül’de ise yine savcı Mursi’yi yargıya hakaretten Mısır’daki darbeye karşı takınılan tavırların, her tadolayı suçladı. Bunu da Mursi’nin, başkanlığı döne- vır takınan gücün, devletin kendi çıkarlarına göre
25
panorama 26
bir tavır ve değerlendirme olduğu bu somutta da çok açık biçimde görüldü. Darbeye darbe bile demeyenler, darbeyi selamlayanlar ya da darbe tespiti yapıp darbeye karşı çıkanların hepsi de –istisnasız hepsiMısır halkının demokratik haklarına, Mısır’da burjuva anlamda da olsa gerçekte demokrasiye sahip çıktıklarından değil, uluslararası dalaşta kendilerinin, temsil ettikleri güçlerin çıkarlarını çıkış noktası almışlar, almaktadırlar. Takınılan tavırlar bir kez daha kapitalist- emperyalist dünyada “dostlukların” değil, çıkarların sözkonusu olduğunu gözler önüne sermiştir. Aynı biçimde tüm burjuvazinin temsilcileri için demokrasinin içeriğinin onlar tarafından hep kendi çıkarlarına göre doldurulduğu da yeniden belgelendi. Darbe ertesinde takınılan tavırları 14 Ağustos katliamı öncesi ve sonrası diye de ayırabiliriz. Takınılan kimi tavırlar şöyleydi: ABD emperyalizminin başı Obama yaptığı açıklamada ordunun Mursi’yi iktidardan düşürmesinden ve anayasayı iptal etmesinden “derin endişe” duyduklarını ifade ederek “Mısır Ordusu’nu kapsayıcı ve şeffaf bir süreç üzerinden mümkün olan en kısa zamanda tam otoriteyi tekrar demokratik yollardan seçilmiş bir sivil hükümete geri verme yolunda hızlı ve sorumlu şekilde hareket etmeye ve Mursi ve destekçilerine yönelik keyfi tutuklamalardan kaçınmaya çağırıyorum.” (Hürriyet, 5 Temmuz 2013) tavrını takındı. Buna göre Obama ve ABD yönetiminin “derin endişesi”ne rağmen, ordunun müdahalesine doğrudan karşı olmadığı, sadece ordunun darbe sonrasında ne yapması gerektiğinin istendiği bir tavır sözkonusudur. ABD’den darbeye en açık destek ise Dışişleri Bakanı Kerry’nin 1 Ağustos 2013 tarihinde Pakistan’a yaptığı bir gezi sırasında Geo News televizyonuna verdiği mülakatta dile geldi. Kerry’ye göre “Mısır’da kaos ve şiddete sürüklenmekten korkan milyonlarca kişi orduyu harekete geçirmeye” çağırmış ve “böylece demokrasi yeniden tesis” edilmişti... (sözkonusu konuşmasından) Kamuoyuna karşı takınılan bu tavırlara rağmen ABD emperyalizminin andaki yöneticileri darbeye açıkça destek vermekten de geri durduklarını göstermeye çalıştıkları kimi adımlar attılar. Dört F16 uçağının verilmesini durdurdular, ortak askeri tatbikatı iptal ettiler vb. Buna karşı darbenin başı Sisi efendilerine sitem edip tehditler savurmaya başladı. ABD’lilerin kendilerini yarıyolda bıraktıklarını, Mısırlılara sırtlarını döndüklerini ve bunun unutulmayacağını söyledi. Bununla birlikte 3 Temmuz’dan beri hergün ABD
Savunma Bakanı Chuck Hagel ile telefonlaştığını da itiraf etti. Bu sitem ve tepkilerin yaşandığı ortamda araya Rusya Başkanı Putin’in girip Mısır’a isterlerse silah satabileceklerini açıklaması, Mısırlı darbecilerin hoşuna gitti... Darbecilerin destekçileri protestolarda ABD’ye karşı sloganlar atarken Putin’in resimleri Mısır’ın “kurtarıcıları” olarak gösterilenlerin resimlerinin yanında yerini aldı. ABD emperyalizminin temsilcileri hernekadar Mısır yönetimiyle ilişkilerini ve desteklerini kesmeyeceklerini, isteklerinin geçici hükümetin başarılı olması olduğunu açıklasalar da, ABD emperyalizminin darbeciler üzerindeki nüfuzunun giderek azaldığı bir durum sözkonusudur. Darbecileri yumuşatma çabalarının boşa gittiğini –özellikle de 14 Ağustos katliamı ve genelde İhvancılara saldırılar somutunda-, İhvancıların talep edilen “kapsayıcı ve şeffaf bir süreç”ten dıştalandığını vb. gördükçe yeni yaptırımlara başvurmaya karar verdiler. Darbeye resmen darbe dememelerinin perde arkasında yatan şeyin ABD’nin Mısır ordusuna yaptığı yıllık 1,3 Milyar Dolar ve 260 Milyon kadar “sivil yardım”ın dondurulmaması isteği olduğu herkesin bildiği bir gerçeklik. Medyaya yansıyan haberlere göre ABD yönetimi, resmen kamuoyuna açıklamasa da ordunun müdahalesini darbe olarak değerlendirmiştir. En son yaptırım adımı 9 Ekim’de açıklandı. Buna göre Mısır’a verilmesi planlanan yardımın büyük bir bölümü donduruldu ve bu yardımın yeniden gündeme gelmesinin “seçilmiş demokratik bir sivil hükümetin oluşması için inandırıcı bir sürece” bağlı olduğu açıklandı. Kısacası ABD emperyalizmi darbeye karşı değil, sürecin nasıl işlediğinden, olağanüstü hal ilanından, protestoculara karşı “aşırı güç” kullanılmasından vb. vb. rahatsızdır. Yani darbeye onların isteğine uygun “sivil bir örtünün” giydirilmemesinden rahatsızdır. Bunu ortaya koyan tavır Beyaz Saray sözcüsü Earnest’in şu değerlendirmesinde çok açıktır: “Geçiş hükümeti liderleri, Mısır halkına ve dünyaya, Mısır’da demokratik yollardan seçilmiş hükümetin yeniden kurulması sözünü vermişti. Ancak tanık olduğumuz şiddet, kesinlikle bu taahhüdün bir göstergesi değil.” (Yeni Özgür Politika, 31 Temmuz 2013) Mısır’ın darbeci yönetimi de ABD’nin ikircikli tavırlarından, kendilerini “ama’sız” desteklemediklerinden rahatsız. Avrupa Birliği’nin de takındığı ilk tavır darbeye
ataşeliklerini kapattıklarını açıkladılar. 21 Ağustos’ta ise AB üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları’nın konuyla ilgili tavır takınmak için yaptığı toplantıda, Mısır’a “her türlü güvenlik ekipmanı ve silah satışının askıya alınması”na karar verildi. “Orantısız şiddet”e karşı tavır takınılırken AB’nin Mısır’la ilişkileri koparmak istemediğinin de vurgulandığı açıklamada “tüm siyasi partiler” arasında sağlanan bir diyaloğun kurulması, çağrısı yapıldı. Rusya’nın tavrı ise Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre: “Oluşan durumda Mısır siyasi güçlerinin sabır gösterip, ekonomik ve siyasi sorunların çözümünde ulusal çıkarları ve toplumun bütün kesimlerinin çıkarlarını göz önünde bulundurarak şiddetten uzak hareket etmelerinin önemli olduğu” (4 Temmuz 2013, hürriyet.com.tr/ planet) biçimindeydi. BM Genel Sekreteri Ban Ki –Moon da darbe tanımını yapmadan “Bir ülkede ordunun devlet işlerine müdahalesi endişe verici. Mısır’da sivil yönetimin bir an önce sağlanmasını umuyoruz.” (Hürriyet, 5 Temmuz 2013) diyerek tavır takındı. Bu arada Mısır halkına haklarını barış içinde aramaları tavsiyesinde de bulundu! Burada aktardığımız tavırlar değişik kesimlerin kendi çıkarlarına göre takındığı tavır da olsa temel yaklaşımları aynıdır. Darbeye darbe dememek. Darbeyi değerlendirmekten kaçınıp sadece durumdan “endişe” ettiklerini açıklamak. Beklentileri de, yönetimi “hızlı biçimde seçilmiş bir yönetime devretmek” ve bunun için de tarafların şiddetten kaçınması vb. vb. dir. Bu arada tabii ki darbenin kendisinin şiddet olduğu, şiddet kullanmada darbecilerin önde gittiğini gözardı etmektedirler. Nereden bakılırsa bakılsın sahtekarlık yapmaktadırlar. Bununla birlikte İhvancıların da sürece dahledilmesi yönlü açıklamalar daha da büyük bir sahtekarlıktır. Bunun, darbeyi “demokrasi” kılıfına sığdırmaya çalışmaktan başka
panorama
darbe demeyen, gelişmelerden “endişe duydukları” yönlü bir tavırdı. AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton “Tüm taraflara özgür ve adil başkanlık ve parlamenter seçimler ile hızla demokratik sürece dönüş çağrısı” (Hürriyet, 5 Temmuz 2013) yaptı. Ashton’un sözcüsü Michael Mann’ın, basın mensuplarının neden “darbeden bahsedilmediği” ya da neden “ordunun eleştirilmediği” yönlü sorulara verdiği cevap ise: “Elbette ordunun siyasete müdahalesine taraf değiliz. Açıklamamızda Mısır’da bütün taraflara hızla demokratik sürece dönmeleri çağrısı yaptık. Bu serbest ve adil seçimleri ve yeni anayasanın hazırlanmasını içeriyor ve bu (süreç) tamamen kapsayıcı olmalı.” (4 Temmuz 2013, hürriyet.com.tr/planet) biçimindeydi. Ashton Mısır’a gidip hem darbecilerle hem de Mursi ile hapiste görüşerek tarafları uzlaştırmaya, Mursi’yi ordunun yol haritasına dahletmeye çalıştı. Hedefine ulaşamadı. Mursi yanlılarının medyaya verdiği bilgiye göre Mursi darbecilerin oyununda yer almayı reddetmiştir. Ashton’un Mursi ile görüşmesi, ABD ve diğer güçlerin diplomatik çabalarına karşı AB’nin bir başarısı olarak kamuoyuna pazarlandı. Medyaya yansıdığı kadarıyla –eğer bilgi doğruysa- Mursi ile Ashton dışında sadece Afrika Birliği’nin temsilcileri görüşme izni alabilmiştir. 14 Ağustos katliamına kadar AB ve AB içinde başı çeken Almanya, Fransa gibi devletler de ABD’nin iki Cumhuriyetçi Senatörü Mısır’a gönderdiği gibi diplomatik çaba içinde darbecilerle İhvancıları uzlaştırmaya çalıştı. Darbecilerin atanmış Başkanlık kurumu 7 Ağustos’ta bu uzlaştırma görüşmelerinin akamete uğradığını açıkladı. Bununla birlikte Mursi’nin serbest bırakılması yönlü talepler de kaybolup gitti... 14 Ağustos katliamından sonra AB’nin ve AB içinde tek tek devletlerin tavrı da değişti. Almanya, İspanya, İngiltere ve İtalya katliama tepki olarak Mısır
27
panorama
bir anlamı yoktur. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri darbecileri selamladı, kutladı ve mali destek de vereceklerini açıkladılar. Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el Arabi ise “Mısır halkı, kriz ve istikrarsızlığı aşmayı hedefleyen tarihi bir başarı gerçekleştirmiştir. Ayrıca iradesini halk iradesinden yana kullanan ve ülkenin milli çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan orduyu selamlıyorum.” (4 Temmuz 2013, hürriyet.com. tr/planet) biçiminde tavır takınarak darbecileri kutlayanların tavırlarını dile getirdi. Bunların çıkarları da Katar’ın tersine Müslüman Kardeşler’in bastırılmasındadır. Bu aynı zamanda despot rejimlerin kendileri gibilerini desteklemesidir de. Afrika Birliği Güvenlik Konseyi, Mısır’da anayasaya uygun, demokratik seçimlerle yönetime gelen bir hükümetin kurulmasına kadar Mısır’ın Afrika Birliği üyeliğini dondurduğunu açıkladı. İhvancıların destekleyicilerinden biri olan Türkiye Başbakanı ve AKP Hükümeti, Mısır’daki darbeye darbe diyenler arasında ilk sırayı aldı. AKP hükümetine karşı olan kemalist tayfanın bir bölümü, özellikle de “Ulusal Kanal” “Aydınlık” gazetesi vb. güçler darbesever olduklarını, “Ergenekoncu” olduklarını bu somutta da belgelediler. RTE’yi ve AKP’yi yönetimden alaşağı edecek olası bir darbeye “devrim” deyip kutsamaya hazırdır bunlar! Kuşkusuz ki AKP ve sözcüleri kendi çıkarlarını ve ideolojik akrabalıklarını savunmak için darbeye karşı olduklarını açıklamışlardır. Darbe olgusu ama, AKP buna darbe dedi ve kendi çıkarı için kullandı diye ortadan kalkmaz. AKP darbe dedi, biz de darbe dersek aynı safta yer almış oluruz vb. yaklaşımlar, siyasi olarak dar bakışın, kendine olmayan güvenin, en önemlisi de hep iki kötü ve yanlış seçenek arasında seçim yapmaya hapseden yaklaşımlardır.
DARBE ÜZERİNE TARTIŞMALARDAN BİRKAÇ ÖRNEK
28
Genelde uluslarası alanda, özelde de Türkiye – Kuzey Kürdistan’da darbe üzerine tartışmalarda kabaca üç kesim göze çarpmaktadır. Bunları, darbeye darbe demeyen, darbeyi darbe olarak tespit eden ve darbeyi devrim olarak lanse edenler olarak ifade edebiliriz. Bu kesimler arasında da yine alt bölünmeler var. Örneğin darbe diyenler arasında, genelde askeri darbelere karşı olup olmamak ya da darbeden beklentilere sahip olanlar diye ayrışma sözkonusudur. Darbeye devrim diyen, darbe deyip darbeyi “yeteri kadar ile-
ri gitmediği” gerekçesiyle eleştiren ve genelde askeri darbelere karşı olmayı reddeden, darbeler arasında “ilerici askeri darbe” ve “gerici ve faşist darbe” diye ayrım yapan tavırlara birer örnek seçtik. Bu örneklere değinirken de her yanlışa tavır takınma yerine kendimizi genel yaklaşımlarına değinmekle sınırladığımız bilinçte tutulmalıdır.
a) Fikret Başkaya’nın “devrimi”! Fikret Başkaya kimi medya tarafından “solun teorisyenlerinden biri” olarak kabul edilmekte, gösterilmektedir. Mısır’daki gelişmeler bağlamında 5 Temmuz 2013 tarihinde “Mısır: Devrimin ikinci raundu” başlığıyla bir makale yazdı. Sözkonusu makalede kendine göre Mısır’da neler olduğunu ortaya koyup özellikle AKP ve yanlısı kesimleri eleştirmektedir. Başkaya’nın tavrında tartışmamız bağlamında önemli olan tespit(ler)i, yaşananın darbe değil, devrim olduğu yönlü tespit(ler)idir. Başkaya’nın düşüncesine göre Müslüman Kardeşleri ABD iktidara taşımıştır ve Müslüman Kardeşler Amerikancıdır. Yaşanan “Amerikancı Müslüman Kardeşlerin iktidarına son” vermektir. Son veren de ordu değil halktır. Tespiti şöyledir: “ABD Birinci Tahrir devriminde Orduyla anlaştırarak, Müslüman Kardeşleri iktidara taşıdı. Amaç devrimci kalkışmayı etkisizleştirmek, yolundan saptırmak, yerli mülk sahibi sınıfların ve emperyalist kampın, tabii Siyonist İsrail’in çıkarlarını güvence altına almaktı. Lakin hesap tutmadı. Mısır halkı yoluna devam etmekte kararlı olduğunu bir kere daha gösterdi ve Mübarek gibi Mursi’yi de iktidardan uzaklaştırarak, taleplerinin arkasında olduğunu gösterdi. Her ne kadar ordu son anda devreye girip, sürece müdahale etse de, Mursi iktidarına son veren ordu değil, görkemli halk hareketiydi. (...) Bu sefer iki taraf arasında yatıştırıcı rol oynamak üzere müdahale etti. Böylece konumunu bir süre daha korumayı amaçlıyor. Dolayısıyla Mursi bir darbeyle değil, halk hareketiyle uzaklaştırıldı. Bu, Mısır’ın geniş emekçi kitlelerinin büyük başarısıdır.” (sözkonusu makaleden) Başkaya iktidarın kimin elinde olduğu olgusunu gözardı ederek ordunun müdahalesiyle Mursi’nin devrilmesini emekçi kitlelerin başarı hanesine kaydetmektedir. Bunu yaparken de darbeyi devrim olarak, “devrimin ikinci raundu” olarak göstermektedir. Olgu nedir? Mursi’ye karşı protesto hareketini kullanarak ordu, iktidarı tümüyle ele geçirmiştir. Bu olgu ama “solun teorisyenlerinden biri” olan Başkaya için önem arzetmiyor. Makalesinin başında cımbızlaya-
çağrılan Müslüman Kardeşler muhibi ‘konunun uzmanları’, bıktırırcasına seçilmiş bir başkana ve hükümete yönelik kitle tepkisini, halk iradesine karşı bir darbe olarak sunmak için yarışıyorlar. Halkın kendi iradesine, kendi kendine karşı olması mümkün müdür? Halk oy atmaya giderken iyi de, iktidara karşı gösteri yapınca neden darbeci sayılıyor?” (aynı yerden) “Tanrı, solcuları böylesi teorisyenlerden korusun” dememek elden değil! Halkın tepkisi darbe olarak değerlendirilse, o zaman vatandaş Başkaya’nın haklı olduğu söylenebilir. Ama durum böyle değil. Halkın bir bölümünün Mursi’ye karşı tepkisini kullanan –ki Mursi karşıtlarının büyük bölümü de orduya umut bağladı- ordu darbe yaptı. Evet bu darbe Mursi’yi ve Müslüman Kardeşleri yönetimden devirdiği gibi, halkın tepkisinin olası bir devrime yol açmasını, devrimin yarı yolda kalması yerine sürmesini, daha da ileriye gidip kendisine karşı da yönelmesini engellemek için de; bu açıdan da rejime karşı olan halkın iradesine karşı da yapılan bir darbedir. Halk, iktidara karşı gösterileri nedeniyle darbeci olarak değerlendirilmedi. Bu, Başkaya’nın yarattığı yeldeğirmenidir. Yok, birileri bunu gerçekten savunduysa, o zaman da Başkaya’nın genel laf yerine kimin ve ne söylendiğini aktarması ve eleştirisini de bu çerçeveyle sınırlaması gerekir. Yapmıyor! Ayrıca Mursi karşıtlarının genelde tüm halk olarak gösterilmesi ve Mursi yanlılarının halk tanımından çıkarılması da, gerçeklerin karartılmasında kullanılan yanlışlardan biridir. Başkaya teorisini şöyle taçlandırıyor: “Bu kalkışma, özü itibariyle kapitalizme, emperyalizme, siyonizme karşı bir harekettir. (...) Mısır’ın emekçi halkı emperyalist hesapları ve Müslüman Kardeşler’e dair yaratılan efsaneyi boşa çıkardı. Velhasıl Müslüman Kardeşler ideolojik savaşı kaybetti, karizmaları çizildi. Geniş halk kitleleri ikinci ayaklanmada birinciden daha güçlü tepki vererek, kaldığı yerden yoluna devam edeceği kararlılığını ortaya koydu.” (abç.) (aynı yerden) Eh, “bu kalkışma, özü itibariyle kapitalizme, emperyalizme, siyonizme karşı bir hareket” ise, o zaman da bunun desteklenmesi tüm antikapitalist, antiemperyalist ve de antisiyonistlerin görevidir! Darbe destekçiliği Başkaya somutunda böyle oluyor!
panorama
rak aktardığı Marx’ın “Karşı devrim devrimin kamçısıdır” düşüncesini kullanan Başkaya için “devrimin temel sorunu iktidar sorunudur” Marksist-Leninist yaklaşımı geçersizdir. Orduya “iki tarafı yatıştırmak için müdahale etme” rolünü biçiyor! İyi de müdahalenin kendisi tarafları yatıştırdı mı? Yoksa bunların bir tarafı ordunun zoruyla devredışı mı bırakıldı? ABD’nin hesabı tutmadıysa, andaki iktidar “yerli mülk sahibi sınıfların ve emperyalist kampın, tabii Siyonist İsrail’in çıkarlarını” korumuyor mu? Ordunun kendisi en büyük “yerli mülk sahibi” değil mi? Emperyalist kampın çıkarları derken, emperyalistler arasındaki dalaşta her emperyalist gücün çıkarları farklı değil mi? ABD emperyalizmi kendisinin çıkarını değil de, kendisine rakip emperyalistlerin çıkarlarını da mı savunuyor? vb. vb. Darbeye devrim diyenlerin ve darbe deyip de askeri darbelerin “ilericisi de olur” diyerek genelde darbelere karşı çıkılamaz düşüncesini savunanların, devredışı bıraktığı bir Marksist-Leninist ilke de ordunun konumu konusundaki yaklaşımdır. Burjuvazinin devletinin, bu devleti korumanın en temel araçlarından/ kurumlarından birinin ordu olduğu gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Bu yaklaşımlar, açıkça Mursi ve Müslüman Kardeşler’e karşı ordu şakşakçılığını yapma yerine, yaşananı devrim ya da darbeyi “ilerici” olarak gösterip dolaylı desteklerini sunmanın da bir örtüsüdür. Mursi ya da Müslüman Kardeşler Amerikancıysa, Ordu ve ABD ile işbirliği yapan generaller necidir? ABD emperyalizminin Mağrep ve Ortadoğu’daki “Arap ülkeleri” arasında en güvenilir müttefiki Ordu somutunda Mısır’ın egemenleri değil miydi, değil mi? 1979’dan beri ABD’den her sene –son yıllarda bilinen- 1,3 Milyar Dolar askeri yardım ile 260 Milyon Dolar “sivil” yardımı, ABD’nin bu müttefikleri almıyor mu? Tüm bu sorulara verilecek cevaplar Başkaya’nın Türkiye – Kuzey Kürdistan “sol” hareketinde egemen olan, kendi kafasındaki dünyayı gerçekmiş gibi, olgulardan uzak bir biçimde gösterme tavrının bir yansıması olduğunu gösterir. 3 Temmuz’da Mursi ve Müslüman Kardeşleri deviren darbe, “Mısır’ın geniş emekçi kitlelerinin büyük başarısı” değil, “görkemli halk hareketi”nin -devrimci bir önderlikten yoksunluğundan da kaynaklananorduyu kurtarıcı güç olarak görmesi ve bu hareketi askerin postalları altında ezdirmesidir. Başkaya yeldeğirmenleriyle uğraştığını şu tespitiyle de ispatlıyor: “Bizde sürüler halinde televizyonlara
b) Sungur Savran’ın darbeden “beklentisi”! Sungur Savran Devrimci İşçi Partisi (DİP) Genel Başkanı ve Troçkist biridir. Kendisini “devrimci Marksist” olarak tanımlıyor. Mısır’daki darbeyle ilgili, 7 Temmuz 2013 tarihli ve “Devrim mi daha demokra-
29
panorama
tiktir, seçim mi?” başlıklı bir makale yazdı. Sözkonusu yazı “gerçekgazetesi.net” adresinde okunabilir. Makalesi esasta AKP yönetimine karşı yazılmış, ama aynı zamanda kendisini “ulusalcı” olarak bilinen “Aydınlıkçı” ‘Ulusal Kanalcı”lardan da ayırarak onlara da eleştiri yöneltmektedir. Savran yazısına 11 Şubat 2011 tarihinde yazdığı yazısından bir alıntı ile başlamakta ve bunu kendilerinin Mısır’daki gelişmelere “başından beri ‘darbe’” dediklerini belgelemek için aktarmaktadır. Savran, darbe hakkındaki tavrını takınmadan önce de şu tespiti yapıyor: “İslamcısından burjuva liberaline, oradan güya solcu liberaline kadar birçok yazar, televizyon gurusu, Ortadoğu ‘uzmanı’ Mısır’da darbeyi kınıyor. Ne adına? Daha bir yıl evvel seçilmiş İhvan temsilcisi Muhammed Mursi’nin iktidardan düşürülmesinin demokrasiye aykırı olduğu fikri adına.” (7 Temmuz 2013 tarihli yazısından) İşte Savran bu fikri ele alarak kendilerinin “demokrasi adına” darbeye karşı çıkmadıklarını ve bu kesimden farklı olarak darbeye karşı çıkmanın ve de çıkmamanın gerekçesini açıklamaya çalışıyor. Savran da “her darbeye karşı çıkılmaz” düşüncesinin savunucularından biridir. Görüşlerinin bütünlük içinde anlaşılması için biraz uzun alıntı yapmak gerekiyor. “Biz darbeye karşı çıkmadıysak farklı bir nedenledir. (Burada sözkonusu olan 2011’dir. BN.) Biz Mısır’ın mülksüzlerinin, çulsuzlarının, sahipsizlerinin ayağa kalktığını görüyorduk, onların mücadelesinin önünü açan her şey bizim için mübahtı, dolayısıyla devrimin ilk zaferi darbe biçimini mi almış, alsın! Yenilmesinden ya da tıkanmasındansa çarpık biçimde gelişsin dedik. Zamanla olgunlaşır dedik. En sonunda işçi sınıfının önderliğinde bütün mülksüzlerin iktidarı ele geçirmesi için yaşanacak bir sürekli devrim sürecine dönüşmesinin önündeki engelleri şimdilik ortadan kaldırıyorsa olsun dedik. Mübarek’i devirdikten sonra orduya da başkaldırır dedik. Kendine güvenen bir halk kimseye boyun eğmez dedik. Haklı çıktık. Bir-iki ay içinde halk bütün eylemlerinin ana şiarı olarak şu sloganı seçti: ‘Yaskut yaskut,hükm-il asker!’ yani ‘Yıkılsın askeri
rejim!’ Yıktı da! Mursi başa gelir gelmez, yukarıdaki alıntıda adı anılan Tantavi’yi görevden aldı. Nokta! Bizim darbe ile tek sorunumuz, Mısır işçilerinin ve halkının kendi bağımsız örgütleriyle, partisiyle değil, burjuvazinin bir kurumu olan ve bütün bir hakimiyet sisteminin merkezi gücü olan ordu aracılığıyla yürüyor olmasıyla ilgiliydi.” (aynı yerden) Savran, atıfta bulunduğu 11 Şubat 2011 yazısında, burada “dedik” “dedik” diye anlattığı şeyleri deme durumunda değil. 2013 yılından geriye doğru bir değerlendirmedir bu aslında ve buradaki yaklaşım, bunların işçilerin mücadelesi, hakları adına “uygun” gördükleri herhangi bir darbeye destek verebileceklerini göstermektedir. 2011 Ocak-Şubat isyanını ve Mübarek’i devirme başarısını yarı yolda boğan Tantavi önderliğinde yönetimi devralan askeri konseye karşı olmadıklarını da burada itiraf ediyor! Tantavi’nin Mursi tarafından “emekliye ayrılması”nı da askeri rejimin yıkılması olarak satıyor! Burada “sürekli devrim” adına troçkizmin keskin lafazanlığının ve sefaletinin belgesi olan bir tavır sözkonusudur. Bunun da ötesinde kitlelerin Tantavi’ye karşı protestolarını “devrimin ikinci dalgası” olarak değerlendiriyor. Buna göre Mısır’da “üç dalga” yaşandı. Mübarek’i, Askeri Konseyi ve Mursi’yi deviren “üç dalga”! Savran yukarıdaki alıntının devamında AKP ve yanlılarını kastederek: “Şimdi aradaki farka dikkat edin. Siz İhvan iktidarının yolunu açmak için darbeye ve askeri yönetime evet demişsiniz, biz işçi sınıfı ve mülksüzlerin iktidarı için, devrimin sürekliliği için.” (aynı yerden) Savran’ı aslında kutlamak gerekir! Öyle ya, aralarındaki farkın darbeye ve askeri yönetime evet ya da hayır demek olmadığını, sadece evet demenin gerekçesinin farklı olduğunu bu kadar açıklıkla ortaya koyan biri kutlanmaz mı? 2011’den 2013’e geldiğinde darbeye karşı çıkılmasının nedeni açıklanıyor. Tavrı şözledir: “Peki, bugün neden karşı çıkmalı darbeye? Siz İhvan ya da burjuva demokrasisi adına karşı çıkıyorsunuz. Biz proleter iktidarı için bir yarı yol adımı olduğu, daha ileri gidişi
Mursi ya da Müslüman Kardeşler Amerikancıysa, Ordu ve ABD ile işbirliği yapan generaller necidir? ABD emperyalizminin Mağrep ve Ortadoğu’daki “Arap ülkeleri” arasında en güvenilir müttefiki Ordu somutunda Mısır’ın egemenleri değil miydi, değil mi?
30
tığımız yerden devam edelim: “İslamcıları anlıyoruz. Solculara sormak gerekiyor: siz delirdiniz mi? Bu satırlar yazılırken Kahire’de Adeviye meydanında İhvan yanlıları, Tahrir’de ise devrim kampı toplanmıştı. İlki Mursi’yi geri getirmenin mücadelesini veriyordu, ikincisi bunu engellemenin. Siz hangisinden yanasınız? Biz devrim kampından yanayız. Siz karşı devrim kampının peşine takılmakta olduğunuzu bile anlamıyor musunuz Adeviye meydanı bizim için adavet meydanıdır. Tahrir meydanı ise, adının söylediği gibi, hürleşme, özgürleşme meydanı!” (aynı yerden) Bu kadar saçmalığı okumak zor geliyor ama “devrimci Marksizm” adına ne zırvalandığının bilinmesi için de okunması gerekiyor. Demagoji ile Tahrir’e yağcılık içiçe geçince sapla samanı birbirinden ayırmak da zorlaşıyor! Savran, “hangisinden yanasınız” diye dayattığı ikileme “hiç birinden yana değiliz” diye cevap verilebileceğini düşünemiyor bile. Ak ile kara arasında başka herhangi bir renk farkedemiyor! Örneğin biz Mübarek’i iktidardan düşüren ve orduyu geri adım atmaya zorlayan “Tahrir”den yana iken, Mursi’ye karşı mücadelenin meşru ve haklı olduğunu savunduğumuz halde, orduya şakşakçılık yapan, darbeyi kutlayan “Tahrir”den yana değiliz ve bunun “devrim kampı” olarak gösterilmesinin de Mısır’lı işçi ve emekçilerin bilincini karartan bir tavır olarak değerlendiriyoruz. Biz darbeye cepheden karşıyız! Mursi’nin görevine iadesini talep etmeden de darbeye karşı mücadele edilebilir, edilmelidir de! Burada örnek verdiğimiz “ikinci Tahrir” hürleşmenin, özgürleşmenin değil, asker postalı altında ezilmektir! Savran tüm saçmalıklarını “Son tahlilde içerikte kazanan devrim oldu.” tespitiyle doruğuna ulaştırıyor. Sonuçta Savran da işçilerin emekçilerin bilincinin karartılmasına büyük katkıda bulunuyor! Evet, “Biz askeri darbeye sadece devrim adına karşı çıkarız.” düşüncesi “her askeri darbeye karşı çıkmak yanlıştır” düşüncesiyle birleştiğinde kitlelerin “iyi bir darbeye”, “devrimi sürekli kılacak bir darbeye” umutlarını bağlamaya hizmet etmekte ve bilinçlerini karartmaktadır. Bu da işçi sınıfının, emekçilerin kurtuluşunun önünde engeldir.
panorama
engellediği için. (...) Biz Mısır’daki darbeyi savunmadık. Ama ‘demokratik’ olmadığı için değil, seçilmiş bir başkanı devirdiği için değil, yeterince ileri gitmediği için eleştirdik darbeyi. Devrimin zaferini engellemek için devrimin en önemli dolaysız talebine (bu talep Mursi’nin istifası talebidir. BN) cevap veriyor, ama böylece de devrimin önünü kesmeye çalışıyordu. Onun için eleştirdik. Mursi’yi devirmekle yetindiği için düzeni yıkmaya girişmediği için. Yani darbeden geri gitmek üzere değil, darbeyle durmamak üzere. Dolayısıyla, darbeye ‘demokrasiye aykırı’ olduğu için karşı çıkanlara, Mursi’yi geri getirmek için karşı çıkanlara karşı mücadeleyi görev biliriz.” (aynı yerden) Evet, Savran, neden darbeyi eleştirdiklerini böyle açıklıyor. Savran’a göre darbeye “yeterince ileri gitmediği için” “ yarı yol adımı” olduğu için ve de “düzeni yıkmaya girişmediği” için karşı olmak ve eleştiri yöneltmek gerekiyor. Ne bekleniyor ki darbeden ve darbeyi gerçekleştirenlerden? Marksist-Leninistlerin değil ama Troçkistlerin beklentisinin olduğunu görüyoruz. “Darbeyle durmamak üzere” “sürekli devrimlerini” ordunun postallarıyla yürütme beklentisidir bu! Devrim adına darbe savunuculuğunun Troçkist versiyonu da böyle oluyormuş! Marksist geçinen Savran’ın burjuvazinin iktidarı koşullarında demokrasi için, demokratik haklar için mücadele görevi sözkonusu değildir. Demokratik haklar için, demokrasiyi burjuvazinin iktidarı koşullarında da daha da genişletebilmek için mücadeleyi, “işçi sınıfının çıkarları”, “devrimin sürekliliği” adına reddedenler işçi sınıfının kurtuluşunun, devrimin önündeki engellerdendirler. Savran, alıntının devamında, “İkincisi her darbeye ilke gereği karşı çıkmak gerektiği hiç de doğru değildir. Portekiz’de 1974 devrimi bir ordu darbesi ile başladı. (...) Devrim başlatan bir darbeye neden karşı çıkacakmışız ki?” tavrını takınmaktadır. Bu düşünceye paralel de şunları savunmaktadır: “Üçüncüsü, Mısır’daki darbeye cepheden karşı çıkmak, Mursi’nin göreve geri çağrılması için çaba göstermek demektir.” (aynı yerden) Savran burada darbeye cepheden karşı çıkmadığını itiraf etmektedir. Gerekçesi ise böyle yaparsa Mursi’nin görevine iade edilmesi için çaba göstermiş olacak! Bu çabayı göstermemek için de darbeye cepheden karşı çıkmıyor! Sefaletin bir belgesi daha! Demokratik haklar için, demokrasi için mücadelenin kavranmadığının da bir belgesidir bu tavır. Sonuçta bu tavırla güncel olan darbenin de savunuculuğu konumuna düşülüyor. Alıntıya bırak-
c) Garbis Altınoğlu’nun “ilerici askeri darbeleri”! Garbis Altınoğlu 9-11 Temmuz 2013 tarihli ve “Darbe tartışması ve Mısır dersleri” başlıklı yazısında Türkiye’de yürüyen darbe tartışmaları hakkında tavır takınmaktadır. Altınoğlu sözkonusu tartışmayı
31
panorama 32
şöyle değerlendirmektedir: “Mısır’da olup bitenin bir darbe mi yoksa bir devrim/ devrimci atılım mı olduğu, bunun kınanması mı yoksa desteklenmesi mi gerektiği üzerine yürütülen tartışma aslında, Türkiye’nin nereye gitmekte olduğu/ gitmesi gerektiği, nasıl, kim ve hangi güçler tarafından yönetilmesi gerektiği tartışmasıdır.” (adı geçen yazıdan) Tartışmayı bu soruna indirgeyen Altınoğlu Gezi eylemleriyle AKP’ye karşı gelişen protestolara ve AKP’nin uygulamalarını, Müslüman Kardeşlerle özdeşleşmesini ve AKP’nin “yeni Osmanlıcı” vb. hayallerine bakıldığında bu tartışmanın şaşırtıcı olmadığını belirttikten sonra da şunu yazmaktadır: “Mısır’da olanı bir ‘darbe’ye indirgeyerek mahkum eden bugünkü AKP’nin ve devletin yöneliminin mekaniksel karşıtını ve düşman ikizini ise, genel olarak ‘ulusalcı’ olarak adlandırılan çevreler oluşturuyor.” (aynı yerden) Altınoğlu kendince bu “ulusalcıların” Mısır’daki gelişmeleri ve Gezi eylemlerini “neo-Kemalist bir diktatörlüğün inşası için kullanmaya” çalıştıkları vb. biçimde teşhir ettikten sonra da şu tespiti yapıyor: “Devrimci öncünün en önemli görevlerinden biri de, AKP gericiliğinden farklı olarak bugün baş düşman konumunda bulunmayan bu çevrelerin kendi nüfuzlarını ve düşüncelerini yaygınlaştırma, bayraklarını ve sloganlarını egemen kılma çabalarına karşı ideolojik bir savaşım yürütmektir.” (aynı yerden) Burada Altınoğlu’nun “başdüşmanı” AKP olduğu ve tartışmayı da bunu çıkış noktası alıp yürüttüğü ortaya çıkmaktadır. Buna bağlı olarak da “esas mücadele” AKP’ye karşı verilmektedir. “Türkiye’de yıllardır sığ ve formel bir darbecilik tartışması yaşanıyor.” diyen Altınoğlu, “Bugün bu tartışmanın odak noktasında, AKP’nin ağlama duvarı haline getirdiği ve 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerine göre çok daha yumuşak ve ‘uygar’ olan 28 Şubat 1997 post-modern darbesi bulunuyor.” (aynı yerden) tespitini yapmaktadır. Darbe konusunda yürüyen tartışmaları bu biçimde ortaya koyan Altınoğlu, 29-30 Mayıs 2010 tarihli ve “50. Yılında 27 Mayıs Tartışmalarına Aykırı Bir Katkı” başlıklı yazısına atıfta bulunarak bütün askeri darbelerin aynı kefeye konamayacağını, eşitlenemeyeceğini savunmaktadır. Kendi alıntısının bir bölümü şöyledir: “Bütün askeri darbeler aynı kefeye konabilir, eşitlenebilir ve hepsi de aynı ölçüde kötü görülebilir ve aynı ölçüde lanetlenebilir mi? Bu soruya, askeri darbe dediğimiz olayın sınıf savaşımının biçimlerinden biri olduğunu unutmaksızın verilecek ve verilmesi gereken
yanıt, ‘elbet hayır!’ olacaktır.” (29-30 Mayıs 2010 tarihli yazısından) Böylece Altınoğlu askeri darbeleri “ilerici askeri darbeler” ve “gerici ve faşist darbeler” diye ayırarak birincisinden yana ikincisine de karşı çıkmaktadır. 29-30 Mayıs 2010 tarihli yazısında 1952’de Mısır’da, 1958’de Irak’ta, 1969’da Libya’da ve 1974’te Portekiz’deki darbeleri sayarak, “Hangi devrimci ve demokrat (...) ve hepsi de bir ölçüde geniş kitlelerin desteğini kazanan ya da bir ölçüde onların da katılımıyla gerçekleşen ilerici askeri darbeleri kınamaya ve onların yıktığı güçleri savunmaya kalkabilir? (Burada konan ikilem Savran’ın ikilemine benziyor. Darbeye karşıysanız, yıkılanlardan yanasınız ikilemi! Böylesi bir ikilem devrimciler, komünistler tarafından reddedilmesi gereken bir ikilemdir. BN. ) Hangi devrimci ve demokrat, bu ilerici askeri darbeleri; 1953’de İran’da, 1964’de Brezilya’da, 1965’de Endenozya’da, 1967’de Yunanistan’da, 1973’de Uruguay’da, 1974’de Şili’de, (orijinali böyle BN.) 1976’da Arjantin’de, 1980’de Türkiye’de gerçekleştirilen gerici ve faşist darbelerle eşitlemeye ya da aynılaştırmaya kalkabilir?” (aynı yerden) Burada esas çarpıtma eşitleme veya aynılaştırma meselesidir. Kuşkusuz ki sözkonusu ülkenin durumuna, güçler dengesine vb. göre her darbenin diğerinden farkı olacaktır. Meselenin özü askeri darbeleri, “ilerici” “gerici faşist” diye sınıflandırmak ve kitlelerin desteğini almışsa ona “ilericilik” atfetmektir. Bu mantıkla Mısır’daki darbenin “ilerici” olarak değerlendirilmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Çünkü darbe Mursi karşıtı kitlenin büyük bölümünün desteğini almıştır. Mısır bağlamında takındığı tavırda ise gelişmeleri anlatmaya çalışırken “Ek olarak Mursi kliğinin; orduyu, polisi, yargıyı vb. denetimi altında tutan Mısır derin devletinin kuşatmasını aşamadığının altını çizmek ve dolayısıyla Müslüman Kardeşler’in gerçek iktidar olamadığını (...) belirtmek gerekir.” (9-11 Temmuz 2013 tarihli yazıdan) doğru tespitini yapmaktadır. Gerçekten de Müslüman Kardeşler iktidar olma dalaşında Mübarek rejiminin artıklarına yenik düşmüştür. Bunu tespit eden Altınoğlu, bundan gereken sonucu, iktidar dalaşının Mursi kliği ile eski yerleşik bürokrasi, başta da ordu, polis ve yargı arasında yürüdüğü, kitlelerin Mursi’ye karşo protestoların bu kesim tarafından kullanılarak iktidara el koyduğu sonucunu çıkaramıyor. Bunun yerine şunları yazıyor: “Gösteriler giderek büyürken, esas olarak kitle ha-
panorama
reketinin daha da yaygınlaşmasını, derinleşmesini ve sürüklenmiş miş? Aslında ordunun yönetime el koyradikalleşmesini önlemek isteyen, ama aynı zamanda ma, siyasete müdahale diye bir sorunu yoktu ama ne halk hareketinin basıncı altında kalan ordu harekete yapsın işte? Kitle orduyu peşinden sürüklemiş! Daha geçti ve 3Temmuz’da ‘iç savaşı önleme’ gerekçesiyle da neler? Altınoğlu ordunun yönetime el koymasını yönetime el koydu. Burada öncelikle şu noktanın altı darbe olarak, “biçimsel olarak darbe” diye değerlençizilmeli: 30 Haziran’da Tahrir Meydanı’nda yapılan dirmektedir ama her askeri darbeye karşı çıkılmaz gösterilere katılanların sayısının 14 milyonu bulduğu teorisine uygun olarak Mısır’daki darbeye çekingen (burada Altınoğlu 14 milyonu Tahrir’e sıkıştırıyor, ra- biçimde destek vermektedir. Bu da olguların çarpıtılkamlar değişik olsa da sözkonusu katılım ülke çapın- ması ve kitle kuyrukçuluğu siyasetinden kaynaklandaki bir katılımdır, Tahrir’e 14 milyon insan sığamaz. maktadır. Tüm bu kuyrukçuluk kitlelerin devrimci Buna dikkat çekmemiz, aynı zamanda Altınoğlu’nun dinamizmini savunma adına yapılmaktadır. Bu aradurum tespiti bağlamında da ne kadar yüzeysel dav- da soruna “burjuva hukukunun dar ve çarpık pencerandığının görülmesi içindir. BN) dikkate alındığın- resinden” yaklaşmamak adına burjuva demokrasisini da, dünya tarihinin belki de en büyük kitlesel eylemini bile savunamayan bir konumda konaklanmaktadır. görmezden gelmek ve dikkatleri sadece ordunun yöneDarbe ve Mısır’daki gelişmeler bağlamında takıntime el koyması üzerinde toplamaya çalışmak dığı tavırla Altınoğlu’nun kendisi “yaşamdan ya da bunun bir darbe olup olmadığına kopuk ve örümcek kafalı sözde aydınlar” ilişkin skolastik bir tartışma yürütarasında yerini aldığını belgeleBurada esas çarpıtma mek en hafif bir anlatımla aptalmektedir. Kitlelerin devrimci dieşitleme veya aynılaştırma lıktır. Bunu ancak, Müslüman namizmini görme ve savunma Kardeşler’le aynı dünya gömeselesidir. Kuşkusuz ki sözkonusu adına, dikkatleri ordunun rüşünü paylaşanların yanıyönetime el koymasına çekülkenin durumuna, güçler dengesine sıra, aynaya baktıklarında menin yanlış olduğu düMuhammet Mursi’nin haşüncesine çeken Altınoğlu vb. göre her darbenin diğerinden yalini gören R. T. Erdoğan da devrimin temel sorunufarkı olacaktır. Meselenin özü askeri gibi gerici Türk politikacınun iktidar sorunu olduğu darbeleri, “ilerici” “gerici faşist” ları, onların borazanları ve düşüncesini reddetmekyaşamdan kopuk ve örümtedir. İktidar ise kitlelerin diye sınıflandırmak ve kitlelerin cek kafalı sözde aydınlar devrimci dinamizmiyle işçidesteğini almışsa ona “ilericilik” lerin yapabilir. (Altınoğlu Tahrir’e emekçilerin eline değil, atfetmektir. 14 milyon insanı doldurduktan darbeyle ordunun eline geçmiştir. sonra, darbe mi değilmi tartışmasını Burada değindiğimiz üç örnekte de yürütenlere, dünya tarihinin belki de en ortak noktalardan biri Mısır’daki darbeyi büyük kitlesel eylemini görmedikleri suçlamasında açıkça mahkum etmeyen noktadır. Burjuvazinin ikbulunup böyle hakaretler yağdırırken, kendisinin tidarı şartlarında demokratik haklar, demokrasi için gerçekte Tahrir’de 14 milyon insanın olmadığı basit mücadele özellikle Savran ve Altınoğlu için “parlagerçeğini bile çarpıttığının farkında bile değil. Buna menter budalalık” oluyor! Başkaya “devrimin ikinci rağmen ama şöyle devam ediyor: BN.) Generallerin raundu” diyerek darbeyi açıkça savunmakta iken, yönetime el koyması biçimsel olarak elbette bir askeri Savran ile Altınoğlu “her askeri darbeye karşı çıkıldarbedir (içeriksel olarak nedir? BN.) ve Mısır gençliği maz” düşüncesiyle “ama”lı tavır takınıp, kitlelerin ve halkının bu generallerle de hesaplaşması gerektiği mücadelesine sahip çıkma adına kitle kuyrukçuluve gerekeceği açıktır. Gerici karakter ve amaçlarını ğuyla, darbenin utangaç destekçiliği konumuna düözenle gözlerden saklamaya çalışan ordu, onmilyon- şüyorlar. larca gencin ve işçinin ayağa kalktığı koşullarda ve bu İşçi sınıfının, emekçilerin devrim için mücadelede sürecin gerçek bir halk devrimine doğru ilerlemesini böylesi “aydınlara” karşı da mücadele etme görevi zaönlemek için bir askeri darbe yapmış,, hatta belki de ruri ve zorunludur! (şimdi dikkat! BN.) daha doğru anlatımla bu büyük kitle eyleminin peşinden sürüklenmiştir.” (abç.) 25.10.2013 ✓ (aynı yerden) Zavallı ordu! Kitle eyleminin peşinden
33
panorama
PARLAMENTO SEÇİMLERİ YAPILDI! - ALMANYA -
Seçim propagandası döneminde hemen hepsinin birleştiği ortak nokta, kimin seçileceğinden bağımsız olarak “seçmenlerin seçim sandığına gidip oy kullanmaları” gerektiği noktasıydı. Medyanın da ağırlık verdiği nokta buydu. Televizyonların şov programlarından gazetelerin manşetlerine kadar bu konu işlendi. Seçimlerde oy kullanmanın demokrasi açısından ne kadar önemli olduğu, oy kullanmamanın demokrasi düşmanlarına hizmet edeceği vb. vb. demagojiler yaygınlaştırıldı. 21 Eylül’de de gazetelerin esas manşeti “seçimlere gidin” biçimindeydi.
22
34
Eylül 2013 tarihinde Almanya’da parlamento seçimleri yapıldı. Seçim sonuçları, oran olarak değil ama kimin birinci parti olacağı bağlamında önceden belliydi. Buna göre CDU/CSU (Hristiyan Demokratik Birlik/ Hristiyan Sosyal Birlik) birinci sırada yer alacak ve esas mesele kimin koalisyon ortağı olacağıydı. Bu noktada da esas soru anda koalisyon ortağı olan FDP’nin (Hür Demokrat Parti) %5’lik seçim barajını aşıp aşmayacağı sorusuydu. Eğer %5 barajı aşıp meclise girerse, seçim öncesi koalisyon varlığını sürdürecek, yok, eğer FDP meclis dışında kalırsa o zaman da CDU/CSU ile SPD (Almanya Sosyaldemokrat Partisi) arasında “büyük koalisyon”un gündeme geleceği yönlü tahmin ve değerlendirmeler ağır basıyordu. Seçimlerden önce bilinmesi mümkün olmayan ama “ne olacak?” sorusunu sorduran konulardan biri de 2013 yılı başlarında
kurulan ve Avro’ya karşı çıkan, kendisine “Almanya için Alternatif” (AfD) adını veren partinin ne kadar oy alacağıydı. Bunlar CDU’dan ayrılan ve CDU’dan daha da sağcı olan, -daha çok milliyetçi, üstü örtülmeye çalışılan ırkçılık ve açık faşistlerin de oylarını alabilecek bir siyasi çizgi savunucusu ve esasında akademisyenler tarafından oluşturulan- bir parti konumundadır. Seçim propagandası döneminde hemen hepsinin birleştiği ortak nokta, kimin seçileceğinden bağımsız olarak “seçmenlerin seçim sandığına gidip oy kullanmaları” gerektiği noktasıydı. Medyanın da ağırlık verdiği nokta buydu. Televizyonların şov programlarından gazetelerin manşetlerine kadar bu konu işlendi. Seçimlerde oy kullanmanın demokrasi açısından ne kadar önemli olduğu, oy kullanmamanın demokrasi düşmanlarına hizmet edeceği vb. vb. demagojiler
Genelde “sol” olarak görülenler içinde -“Sollar”ı (DieLinke) bir kenara bırakırsak- hesaplananların seçimlere karşı tavrı ise kabaca şöyleydi: Revizyonist kalıntı DKP’den (Alman Komünist Partisi) oportünist MLPD’ye (Almanya Marksist-Leninist Partisi) kadar, devrimci antifaşist kesimin çoğunluğundan değişik Troçkist kesimlere kadar “sol” ve “sol” içinde devrimci kesimin büyük bölümü seçimlere katıldı. Kendileri doğrudan seçimlere katılmayanların çok büyük kesimi “Sollar”ı (DieLinke) destekledi. Seçim oyununa ortak olmayı reddeden anarşist, devrimci ve de komünist kesim açık bir farkla küçük bir azınlıktı. Bunlar arasında da seçimleri boykot etmenin nedenleri ya da gerekçeleri farklı farklıydı. Bilgimiz dahilinde olan tavırlar arasında Marksizm-Leninizm bilimine uygun tavır takınan ve somutu da doğru değerlendiren, bu temelde de seçimleri boykot eden tek örgüt “Bolşevik İnisiyatif (Almanya) idi. Gazeteleri “Trotz Alledem!” (Herşeye Rağmen) imzalı bir genel seçim bildirisi, bir de yine seçimi konu alan “Fabrika Gazetesi” yayınladılar, dağıttılar. Seçimler öncesi durum kısaca böyleydi.
panorama
yaygınlaştırıldı. 21 Eylül’de de gazetelerin esas manşeti “seçimlere gidin” biçimindeydi. Burjuvazinin kitleleri aptallaştırma araçlarından biri olan “Bild” gazetesi (Hürriyet gazetesinin “kardeşi”) 21 Eylül baskısını özel olarak seçimlere ayırıp 41 Milyon nüshayı bedava dağıttı. Seçim kampanyası esasında sönük geçti. Ağırlıklı olarak her partinin kendi taraflarını biraraya getirdiği salon toplantıları yapıldı. Parlamentoda yer alan partiler arasında –DieLinke’yi (Sollar) saymazsakkamuoyuna yansıyan ciddi bir seçim rekabeti bile yoktu. Bu da esasında bunlar arasında özde bir farkın olmadığını, sadece bunların kapitalist-emperyalist sistemin memurları/ savunucuları olma anlamında değil, bu sistemi nasıl işletecekleri, kitlelere neler vaadedileceği vb. konularda da özde bir farklarının olmadığını ortaya koyuyordu. Öyle ki burjuva gazeteleri bile bu durumu, değişik partilerin taraftarlarının seçim afişlerini asarken ellerindeki afişler bittiğinden diğer partilerin taraftarlarından afiş istediği, diğerlerinin de “biz zaten şimdi sizin afişleri asıyoruz” vb. cevap verdiği karikatürlerle dile getirdi. Sollar (DieLinke) ise sistem içi reformist bir parti, kapitalizmi sosyalleştirme siyasetine sahip sol sosyaldemokrat bir partidir. Seçmeninin önemli bir bölümünün –burjuva parlamentarizmi yoluyla sistemin aşılabileceğine inanan- “solcu” olduğu olgusunu da gözönüne alarak kendisini, en azından seçim propagandasında ayırmaya çalıştı. Reform talepleri çerçevesinde parlamentoda olan diğer partilere göre daha çok ve onlardan ayıran talepler ileri sürdü. Seçimlere katılma başvurusu yapan parti ve grupların sayısı “Birlik Seçim Yönetimi”nin (Türkiye’de Yüksek Seçim Komisyonu’nun karşılığı) 18 Haziran 2013 tarihli açıklamasına göre 58 idi. Bu sayı içinde “yerleşik partiler” olarak kabul edilen dokuz (9) parti yoktur. Bu değerlendirme içinde sayılabilmek için sözkonusu partilerin bir önceki parlamento seçimlerinde ya da herhangi bir eyalet seçiminde parlamentoya girmeye hak kazanmış ve en az beş (5) milletvekiliyle temsil edilmiş olması gerekiyor. “Birlik Seçim Yönetimi”nin 6 Ağustos 2013 tarihli açıklamasına göre toplam 39 parti veya gruba, seçime katılma izni verilmiş ve seçimlerde yer alacak olanların sayısı da 34 idi. Buna göre “yerleşik olmayan” ve seçime katılma başvurusu yapan 58 parti ve gruptan 28’ine izin verilmemişti. İzin vermenin de değişik kriterleri var. Bunlardan biri de her seçim bölgesi için belli sayıda/ oranda imza toplanmasıdır.
SEÇİM SONUÇLARI Resmi verilere göre seçme hakkına sahip kayıtlı seçmen sayısı, 61.946.900 idi. 2009 yılına göre 221.589 seçmen azalmıştı. Seçimlere katılım oranı, 44.309.925 ile %71,5 idi. Bu oran 2009 yılındaki katılıma göre %0,7’lik bir artıştı. Buna göre seçimlere katılmayanların oranı %28,5’ti. Buna geçersiz oyların (583.069) 1,3’lük oranı da eklendiğinde bu oran %29.8’e çıkmaktadır. Seçmen sayısına göre ele alındığında seçime katılmayan ve geçersiz oy kullananlar –az bir farkla da olsa (54.598 oy)- “birinci parti” olma durumunda. Buna bir de %5’lik seçim barajını aşamayanların aldığı oyları (6.859.439 oy) eklersek, parlamentoda temsil edilmeyen seçmenlerin sayısı 25.079.483’e yükselmektedir. Oran olarak da %40,48 yapmaktadır. Geçerli oylara göre seçim sonuçları ise şöyledir: CDU/CSU % 41,5; SPD % 25,7; DieLinke %8,6; Grüne (Yeşiller) %8,4. Bunların milletvekili sayısı da şöyledir: CDU/CSU 311; SPD 193; DieLinke 64 ve Grüne 63. Buna göre toplam 631 milletvekili parlamentoya girmiştir. Bu sayı, 2009 yılına göre dokuz (9) milletvekilinin çoğaldığını gösteriyor. Bunun kaynağı ise seçim sistemidir. Bu sonuçlara göre CDU/CSU seçimlerin esas kazananıydı. Seçimler öncesinde birinci parti olacağı he-
35
panorama 36
men herkesin tahminiydi, ama bu kadar oy alacağını, oylarını %7,7 artıracağını hemen hemen hiç kimse tahmin etmiyordu. SPD ise %2,7’lik bir oranda oy artışı sağladı ama ikinci “büyük” parti olma konumundan bir değişiklik olmadı. DieLinke %3,3; Grüne’ler ise %2,3’lük oranlarda oy kaybına uğradılar. Seçim sonuçlarının –seçimlerden önce parlamento dışında kalabileceği hesaplar, tahminler içinde yer aldığından dolayı sürpriz sayılmasa da- iki diğer dikkat çeken sonucundan biri, FDP’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden (1949 seçimleri) bu yana ilk kez %4,8 oy oranıyla seçim barajının altında kalmasıydı. Diğeri de “Almanya için Alternatif”in katıldığı ilk seçimlerde %4,7’lik oy oranıyla neredeyse parlamentoya girebilecek oranda bir sonuç almasıydı. Korsanlar (Piraten) partisi %2,2 ; açık faşist NPD ise %1,3 ve “Hür Seçmenler” ise %1,0’lık oranla bu iki partiyi izledi. Diğerlerinin tümü %0,3 ve altındaki oranda oy aldılar. MLPD adaylara değil de partilere verilen ve “ikinci oy” olarak tanımlanan oylardan 24.219 oyla %0,1 oranlık bir sonuç aldı. Bu sonuçlar FDP başta olmak üzere, Grüne’ler ve değişik biçimde başka küçük partilerden de, parti yönetiminden istifaları ve yönetimde değişiklikleri beraberinden getirdi. Bu sonuçlara göre değişik koalisyonlar olası olsa da dikkatler CDU/CSU’nun SPD ile mi Grüne’lerle mi koalisyon kuracağına yöneldi. DieLinke ile bir olası koalisyonu hem CDU/CSU hem de SPD daha seçimler öncesinde reddediyordu. Hükümet kurma görevini alan CDU Başkanı ve eski Başbakan Merkel ortağı CSU ile birlikte SPD ve Grüne’lerle ön görüşmelere başladılar. Ekim ayının ortalarına gelindiğinde koalisyonun Grüne’lerle kurulmayacağı ortaya çıktı.
Böylece “büyük koalisyon”un da yolu düzlendi. 22 Ekim’de yeni parlamento oluşturuldu/ açıldı! Meclis Başkanlığı’na yine, 2005 yılından beri başkanlık yapan CDU’lu Norbert Lammert seçildi. Bu arada CDU/CSU ve SPD arasında da koalisyon görüşmeleri başladı. SPD koalisyon görüşmelerine başlamadan önce formel olarak Parti tabanından olurunu aldı. SPD’nin seçimlerdeki Başbakan adayı Steinbrück ise partideki görevlerinden istifa ettiğini ve SPD’nin meclis grubunda da görev almayacağını açıkladı. Koalisyon pazarlıklarının ne kadar süreceği belli değil ama seçim öncesinde FDP’nin parlamentoya girmemesi durumunda “büyük koalisyon” kurulacağı yönlü tahminin gerçekleşeceği görülmektedir. Bu aynı zamanda Alman emperyalizminin büyük sermayedarlarının da çıkarlarına uygun ve andaki opsiyonda istedikleri bir koa lisyondur. Sonuçta kazanan yine sermayedarlar ve onların temsilcileridir. İşçilerin ve emekçilerin büyük çoğunluğu hala burjuvazinin iktidarından, parlamentarizmden kopmamıştır. Kendilerine komünist, devrimci diyenlerin önemli bir kesiminin de parlamentarizmden kopmadığı olgusu gözönüne alındığında, komünistlerin işçileri ve emekçileri sovyet yönetimi için, devrim için mücadeleye kazanmasının daha çok uzun zaman alacağını, bunun için mücadelenin “iğneyle kuyu kazmak” gibi bir iş ama bunun yapılmasının zorunlu olduğunu söylemek, andaki durumun gerçekçi bir anlatımı olacaktır. Dayanışmamız sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele edenlerledir! 26.10.2013 ✓
güncel
Vaat Balonları ve Alternatifler?
BİZİM ALTERNATİFİMİZ SINIF MÜCADELESİDİR! 22 Eylül’de Almanya’da yapılan parlamento seçimlerine yönelik Herşeye Rağmen dergisinin yayınladığı bildirinin Türkçe çevirisini yayınlıyoruz. Her dört yılda bir yeniden – Seçim Maskaralığı Zamanı Seçim dönme dolabı yine dönüyor. Seçmen kitlesinin üstüne seçim programları, el ilanları, reklam hediyeleri yağıyor. Sokaklar seçim vaatleri ile donatılıyor. Aptallaştırıcı seçim sloganları atılıyor. Bu listenin birinci sırasında YEŞİLLER’in “Anam şef olacak” sloganı var. Facebook ve Twitter üzerinden kendilerinin ne kadar “gençlere yakın” oldukları yalakalığı yapılıyor. İnter aktif videolarla seçimin neşeli olması sağlanmak isteniyor. Modası geçmiş parti reklamı standları ve yapmacık pohpohlu bir şekilde düzenlenmiş büyük toplantılarla güya seçim coşkusu oluşturmaya çalışılıyor. Bunlar “kampanya” menajerlerinin hüsnü kuruntusudur. Çok büyük miktarda paralar bu seçim mücadelesinde harcanmakta. CDU/CSU, SPD, FDP, YEŞİLLER partileri aynı bir yumurta gibi tıpkısının aynısıdır. Topu birden “sosyal olarak halim-selim” bir kapitalizmi istiyorlar! Onlara göre mali sermaye huzur içinde devasa kârlarını toplamalı. Halk ise, mümkün olduğunca sakin durumda tutulmalıdır. Aynı zamanda emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının kötüleştirilmesinin vidası daha da sıkılmalıdır. Doğal olarak her partinin çıkarlarını savunduğu grupların özel taleplerine sahiptir. OYSA onlar kendi siyasetlerinde özde değil, sadece nüansta birbirlerinden farklıdırlar. “Hepsi kapitalist sistem içerisinde, tümü ortak bir şekilde Almanya için!” Dünya, “güçlü” Alman tekelci holdingleriyle, Alman büyük ve AB-önder gücüyle şifa bulmalı! Andaki güncel hükümet kendisini tüm zamanların
en iyi hükümeti gösteriyorsa ve muhalefet birçok şeyin bu hükümet ile daha kötü hale geldiğini iddia ediyorsa, işte bu seçim maskaralığıdır. Her halükârda bu sorumluluğu karşılıklı olarak birbirinin üstüne atma ve kendini methetmedir. Oysa bunun merkezinde şu mesaj durmaktadır: Burada söz konusu olan “BİZ”, hepimiziz; şimdi revaçta olan “BİZ”dir, “BİRLİKTE” bunu başaracağız vs. Gerek Korsanlar partisi gerekse SOLLAR buna katılıyorlar. Seçim Programları: CDU: Almanya için birlikte başarılı SPD: BİZ belirliyor Korsanlar Partisi: Biz bunu bu kez sorguluyoruz FDP: Vatandaş programı YEŞİLLER: Yeşiller için değişim zamanı SOLLAR: % 100 Sosyal: Birlikte ülkeyi değiştirelim Seçenek? MLPD: Radikal solcu devrimci – Gerçek sosyalizm
TÜM BUNLAR YALANDIR – Halkın aptallaştırılmasıdır! Almanya, içinde zenginlerin biraz çok fazlaya sahip oldukları ve alttaki diğerlerinin biraz çok aza sahip oldukları bir toplum değildir. Aynı zamanda işlerin sadece “birazcık daha adilce” gitmek zorunda olduğu bir toplum da değildir. Emperyalizm dünyasında her yerde olduğu gibi iki dünya – iki sınıf karşı karşıya durmaktadır. Almanya’da: Burada tüm üretim araçlarına sahip olan, toprak ve mülke sahip olan, egemen mali sermayeyi elinde bulunduran burjuva sınıfıdır.
37
güncel
Bu sınıf zenginliği yaratan kadın-erkek işçilerin iş gücünden azami artı-değeri ezip, bastırarak çıkarmaktadır. Diğer tarafta ise yaşamlarını sürdürebilmek için satmak zorunda kaldıkları iş-güçlerinden başka bir şeye sahip olmayan kadın-erkek işçiler ve tüm emekçiler durmaktadır. İşsiz kaldıklarında, devletin ‘sadakalarına’ muhtaçtırlar. Her zaman “biz” hepimizin içinde bulunduğu “ortak sandal” tablosu çizilmeye çalışılıyor! Ne var ki yukardakiler lüks güvertededir. Hâlâ bizler olan alttakiler ise makine bölümündeyiz. “Daha adil dağıtılsın”, bu nasıl bir alay etmedir. Kapitalizm ve sömü r ü nü n bu sisteminde adalet yoktur. Emekçi lerin yaşamını kolaylaştıran reformlar için biz komünistler en ön saflarda mücadele ederiz. Salt tek bir amaç için: Sisteme karşı sınıf mücadelesi için daha iyi çıkış koşulları yaratmak. Biz pastadan bir parça değil, bilakis pastanın tamamını istiyoruz! Evet, fırın / pastanenin tümünü istiyoruz!
SOLLAR – Sol Sosyal-demokrasi mi?
38
SOLLAR seçim sloganları ile tam da sistemin içinde yer aldılar. Onların büyük reklam afişi soruyu doğrudan soruyor: “Devrim mi? Ve yanıtlıyor: “Hayır, sadece zamana uygun.”. Evet, burada gerçekten devrim artık HİÇ söz konusu değildir. Sistemin özünde hiçbir şey değiştirmeyen SOLLAR’ın seçim programındaki reform talepleri “zamana uygun”dur. 10 Avro asgari ücret, 1.050 Avro asgari emekli maaşı, milyoner vergi uygulaması, enerji ve kiralar herkes için ödenebilir olmalı, Hartz IV yerine asgari gelir güvencesi, silah ihracatını yasaklamalı gibi taleplerle! ... Bu bağlamda onların SPD’den ve YEŞİLLER’den sadece çok az farkları vardır. SOLLAR, kendilerine “%
100 sosyal adaletin” partisi olarak rol biçmektedir. 10 Avro asgari ücret ile ne astronomik gelir farklılıkları küçülür ne de yoksulluğa karşı mücadele edilebilir. 10 Avro asgari ücret ile zengin Almanya’da insan yoksul sayılmaktadır. Hedef, güvencesiz iş koşulları ve sefil işlerin ortadan kaldırılması olmalıdır. Oysa bu ancak sosyalizmde başarılabilir. Ama SOLLAR zaten böyle bir hedef koymuyorlar. Ludwig Erhardt’ın “sosyal pazar ekonomisi” bu partinin federal parlamentoya adayı Bayan Wagenknecht tarafından coşkuyla savunuluyor. SOLLAR’ın “dayanışmacı bir politika için 10 madde” adlı kısa seçim programında şunlar talep ediliyor: “Yüksek gelirler – Helmut Kohl zamanında olduğu gibi – yüzde 53 ile vergilendirilmelidir.” Öyleyse, anca gidersiniz! Bu parti sadece Alman Federal Ordusu’nun yurtdışındaki savaş müdahaleleri sorununda federal mecliste şimdiye kadar aleyhte oy veren tek partidir. Oysa bu parti Alman Ordusu’nun BM’nin “Barış misyonları” çerçevesindeki müdahalelerine hiçbir şekilde karşı değildir. Bu müdahaleler de savaş etkinlikleridir, yalnızca başka maske altında. SOLLAR NATO’yu dağıtmak istiyor, ama onu “Rusya’nın(!) katılımı ile kolektif bir güvenlik sistemine dönüştürerek” (parti programından) . Eh işte gerçek “sol” bir seçenek böyle olur! SOLLAR da, diğer partiler gibi iktidarın yemliklerinden yararlanmak istiyor. Bunun için SPD ve YEŞİLLER’in bir azınlık hükümetine bile “tolerans göstermeye” hazırdır. Bu, 100 yıldan beri SPD’nin izlediği yoldur: Egemenlerin masasında yer almak için yalakaca sokulmak ve bel kemiksiz bükülmek. Ama bu arada SPD, YEŞİLLER ve CDU/CSU programatik olarak birbirlerine güçlü bir şekilde yakınlaştılar.
nedeniyle, başka bir kez yalanlar nedeniyle, bu sefer beceriksizlik nedeniyle, başka sefer kendi içlerindeki iktidar dalaşları nedeniyle sonu gelmez bakan değişiklikleri sürüp gidecek. Selfservis, yolsuzluk, lobicilik ve en basitinden seçim sahtekârlığı, her seçim yıllarında olduğu gibi yeniden parlamento ve hükümetin normal günlük işi olacak. İster kırmızı/ siyah, ister kırmızı/yeşil, ister siyah/sarı veya ister kırmızı/ kırmızı/yeşil olsun biz emekçiler için her zamanki gibi aynısı olacak.
Harika Külahlar – Seçim Vaatleri: Her şey eskisi gibi
Tüm diğer partilerden kendisini gerçekten ayıran biricik parti Almanya Marksist-Leninist Partisi’dir. Bu parti şu iddia ile seçim mücadelesine giriyor: “Bizim kapitalizm eleştirimiz temellidir. Bu nedenle biz seçim mücadelesine çeşitli günlük taleplerle değil, bilakis şiarımız radikal, solcu devrimci – gerçek sosyalizm için, bir yön kararı için çalışma yürüteceğiz. Tüm sorunlarda kapitalizm eleştirimizin neden radikal olduğunu, sorunların neden devrimci bir şekilde çözülmek zorunda olduğunu ve perspektifin gerçek sosyalizm olduğunu ortaya koyacağız.” (Stefan Engel, parti başkanı, seçimde aday, Kızıl Bayrak, sayı 29/2013, sf: 4) Seçim mücadelesinde sosyalizmden ve devrimci
Diğer seçim programları üzerine fazla laf etmeye gerek yok. Bunlar, biz emekçiler için zaten içinde yeni bir şey olmayan harika külahlardır: Krizin yükleri yine bizim sırtımıza yüklenir. Düzensiz/güvensiz çalışma yayılacak. Ücretler hissedilir bir şekilde artmayacak. Her şey daha da pahalılaşacak. Kadın-erkek göçmenler daha güçlü bir şekilde sömürülecek ve ırkçı bir şekilde dışlanacak. İlticacılara insanlık dışı bir tarzda davranılacak… Savaşların yürütülmesi sürdürülecek. Almanya diğer ülkelere ne yapılması gerektiğini dikte ettirecek. Eski hükümetin skandalları, bir kez sahtekârlık
güncel
Siyasi farklılıklar neredeyse görülmeyecek durumda. Avro- ve Avrupa politikasında, savaş etkinliklerinde, büyük güç Almanya’nın konuşlandırılmasında – hepi topu bir ve aynı. SOLLAR bugün sol sosyaldemokrasinin rolünü üstleniyor. Kadın-erkek işçiler ve emekçilerin sakinleştirilmesi için böylesi küçük, denetlenebilir bir “protesto partisi”ne gereksinim duyuluyor. Egemenlerin siyaset sahnesindeki onların nesnel işlevi budur. Korsanlar Partisi – Ağ Topluluğu Korsanlar, parlamento yerine bizzat kendilerini hallettiler. Bireysel didişmelerle korsan partisi kendisini un-ufak etti. Seçim mücadelesinde birkaç becerikli sloganlar sunuyorlar: “Ocak primi yerine temel gelir” veya “Devlet benim gizlenecek bir şeyimin olmadığını neden bilmek istiyor?”. Siyasi olarak ise aynı reform dileklerinin peşine takılıyor. Onların merkezi talebi “ağda özgürlük” tümüyle hayalciliktir. Bu kapitalizmde asla olmaz. Ağlar da kapitalist kârı azamileştirmeye göre çalışır. Ve üretim araçları üstündeki her özel mülkiyette olduğu gibi ağı kim işletiyorsa, bunun üzerinde karar alma gücü varsa, o belirler. Facebook, Google gibi “Sosyal ağlar”ın ve Microsoft, Apple vs. gibi devasa bilişim ve erişim şirketlerinin bayan ve bay sahipleri bütünüyle bilinen tekelci kapitalistlerdir. Onlar her ne kadar kendilerini laçka, uçarı, hip-hoppa lanse ediyor ve sözde dünya çapındaki iletişim özgürlüğünü keşfetmiş olsalar da. Bunlar, örneğin gizli haber alma servisleriyle söz konusu devletlerle en yüksek düzeyde sıkı bir şekilde harıl-harıl işbirliği içindedirler. Bu, örneğin: Prisma gibi dinleme skandallarında apaçık bir şekilde ortaya çıktı.
Faşist Partiler – Vergilerle finanse edilen, ırkçı kışkırtıcı propaganda! Bu federal meclis seçimlerinde bu ülkenin sokaklarında ve “sosyal ağlar”da görünür bir tarzda yine saldırgan bir şekilde ırkçı, faşist propaganda yapılıyor. Örneğin NPD (Almanya Milliyetçi Partisi –ÇN) Sarrazin’in fikirleri doğrultusunda şu seçim sloganlarını tamamıyla legal bir şekilde afişliyor: “Güven içinde yaşayalım – İltica akınını durduralım. Sinti & Romanlar yerine nineye para; Şeriat yerine Maria, Tabii ki Almanca.” Ve bu 2013 yılında oluyor. Dokuz kadın-erkek göçmenin NSU’nun barbarca teröristçe katledilmelerinden sonra. Bu sadece tüm burjuva partilerinin riyakârlığını gösteriyor. “Sağ aşırıcılığa karşı mücadele” üzerine gevezelik yapmak ama pratikte Nazilerin rahatça çalışmasını sağlamak. Bu değil sadece, dahası BND, Anayasayı Koruma, (Almanya iç ve dış haber-alma servisleri –ÇN) devlet ve Nazi örgütlerinin açıktan açığa işbirliği Münih’teki NSU-davasında her gün yeniden kanıtlanıyor.
MLPD Alternatif mi? “Radikal, solcu, devrimci – Gerçek Sosyalizm”
39
güncel 40
çözümlerden yana ofansif bir şekilde ortaya çıkmak doğal olarak MLPD’yi tüm burjuva partiler yelpazesinden farklı kılıyor. Ne var ki MLPD şimdiye kadarki seçim propagandasında bizzat kendisinin koyduğu hedefi neredeyse hiç yerine getirmiyor. Onun merkezi afişlerinde propaganda ettiği talepler sistem çerçevesi içinde kalan taleplerdir. Örneğin “Tüm faşist örgütler yasaklansın, Hartz –Yasaları kaldırılsın, Haftada 30/saat çalışma” gibi. Marks ve Lenin resimleriyle “Kapitalizm-Eleştirisi – Aslı “ veya “Devrimler tarihin lokomotifidirler”, “Kadının Kurtuluşu”, “Çevreyi Kurtarınız”, “Yurtdışına askeri birlikler yollanmasına Hayır!”, “Gençliğin Geleceği için” gibi genel siyasi afişler FAC’deki sosyalist devrim için doğrudan ve ofansif propaganda değildir. Bunlarla örgütlenme ve mücadele edilmesi gereken biricik çözüm olan mesaj verilmiyor. Sosyalizm propagandası “Alman askeri birliklerinin yurtdışına gönderilmesine hayır!”sloganı değildir, bilakis “Federal Ordu Dağıtılmalıdır!” Sosyalizm propagandası şu temelli komünist taleplerdir: Kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi! Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması! Çocuk eğitimi ve ev işinin sosyalizmde toplumsallaştırılması! Kadınerkek işçiler, emekçiler sosyalizmde üretimi ve devleti örgütlerler! Alman şovenizmi ırkçılığı yerine proleter enternasyonalizmi! “Radikal – solcu – devrimci” şiarı bizim için şu anlama geliyor: “Burjuva devleti proleter devrim ile devirmek!” Almanya’da da sosyalizme giden yol budur. Kadın-erkek komünistlerin hedefi budur. Seçim ajitasyonunun merkezinde düzen sorunu bulunmak zorundadır. Ama demokratik taleplerde de komünistler en radikal olmalıdır. Biz Her şeye Rağmen! “FAC’da yaşayan herkese seçim hakkı”, “Sınırlar açılsın – herkese kalma hakkı”, “Irkçılığa ve faşizme bir karış bile yer yok”, “FAC’de ne kadar bulunursa bulunsun, fark etmez tüm alanlarda göçmenler için hak eşitliği” gibi taleplerden yanayız. Biz, eğer devrimciler hiçbir şekilde yüzde 5 barajını aşacak durumda değillerse, parti olarak seçime katılmayı bugün için taktik olarak yanlış buluyoruz. MLPD için verilen geçerli oylar nihayetinde barajı aşan tüm partilere orantısal olarak dağıtılacaktır. Bunun anlamı, sonuçta bu oyların burjuva parlamento partilerine yarayacak olmasıdır. Devrimci partiler bugünkü güçler dengemizde seçim maskaralığına katılırlarsa, bu halde kime verilmiş olursa olsun fark
etmez verilen her oy bu sistem için bir oydur. Her ne kadar doğal olarak bunun arkasında değişiklik istemi bulunsa da, nesnel olarak bu böyledir. Her şeye rağmen bugün bu seçim sahtekârlığına bir katılımı ret ediyoruz. BİZİM SEÇİMİMİZ: Devrim şahane – Bunun dışındaki hepsi turşu suyu/saçma, zırva Rosa Lüksemburg Kadın-erkek işçiler, emekçiler, işsizler, göçmenler tüm ezilen ve sömürülenlerin çıkarları bugün bu seçim mücadelesinde temsil edilmemektedir. Seçimlerden sonra kurulacak her hükümet egemenlerin bir hükümeti olacaktır. Bunun için çağrımız şudur: Kapitalist sisteme oy yok! Bu devlete oy yok! Burjuva partileri ve sistemi reddedelim! Bu nedenle seçimi boykot et! Biz bu “seçim mücadelesi”ni komünist perspektifimizi ve programımızı tartışmaya sunmak için kullanıyoruz. Bunun için bu seçim sirkine niye katılalım? Seçimi boykot etmede seçim kulübesinde oy pusulasına çarpı (X) koyarak iptal edip etmememiz veya seçimlere hiç katılmamamız fark etmez. Bunların arasında öyle büyük bir fark yoktur. Ne var ki oylamaya katılmayan seçmenlerin yüzde oranı geçersiz kullanılan oyların sayısından medyada çok daha fazla ilgi çekmektedir. Bu seçim sirkine tümden bir katılmamaya ağırlık kazandırmaktadır. Nazi-seçim propagandasını aktif bir şekilde engelleme pratik bir seçim mücadelesi görevidir. Bugün sınıf mücadelesinin acil sorunları ele alınmalıdır: Mücadele etmek! Örgütlenmek! Almanya’da Bolşevik Partiyi inşa etmek! Kadın-erkek işçileri, kadınları, kadın-erkek göçmenleri, ezilen halkları, gençlerin geleceğini, çevreyi kurtarmak, dünyada barış Sadece devrim ile – Bunun dışındaki her şey hayaldir! Sosyalizm veya Barbarlık içinde çöküş! Alternatifimiz: Seçim Boykotu!
12 Ağustos 2013 ✓
HERŞEYE RAĞMEN! Almanya’da Bolşevik Partinin İnşası İçin Gazete
güncel
AJAN VE İŞBİRLİKÇİLERE KARŞI MÜCADELEDE YANLIŞ BİR ÇİZGİ Cemal Beyazgül’ün cesedinin nasıl bulunduğuna dair değişik anlatımlar var. Hüseyin Aygün’ün verdiği bilgiler, Cemal Beyazgül’ün ailesinin verdiği anlatımlara dayanmaktadır. Kesin olan bir gerçek var. Cemal Beyazgül 16 Temmuz 2013’te ölmüştü. Beyazgül’ün cesedi otopsi yapılmak üzere Malatya Adli Tıp Kurumu’na gönderilir. Malatya’daki otopsinin ardından Cemal Beyazgül için Ovacık ilçesinde cenaze töreni düzenlenir. Cenaze törenine iki bin kişi katılır.
C
emal Beyazgül, 23 Haziran 2013’te, Dersim’in Ovacık ilçesi kırsalında TKP/ML/TİKKO gerillaları tarafından alıkonulur. 24 gün sonra yakınları tarafından Cemal Beyazgül’ün cesedi bulunur. CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün, Cemal Beyazgül’ün ailesinin verdiği bilgiler hakkında Facebook sayfasında bir açıklama yaptı. Açıklamanın bir bölümünde şöyle denilmektedir: “Cemal Beyazgül, 21 Haziran günü yalnız başına iken TKP/ML TİKKO adlı örgüt tarafından kaçırılır, ailesi kendisinden haber alamayınca bir süre araştırır, sonunda örgütün elinde olduğunu dolaylı yollardan öğrenir, örgüt, kaçırılmasından ölüsünü bir uyku tulumu içinde elleri, kolları ve çenesi bağlanmış halde teslim ettiği 16 Temmuz akşamına kadar hiçbir açıklama yapmaz, aile tam 24 gün örgütün peşini kovalar, üç şey isterler: Bir: Onu görmek, iki: Kalp hastası olduğundan düzenli kullandığı ilaçlarını vermek, üç: Hakkındaki iddiaları öğrenmek, gerekirse örgüte bilgi vermek, işkence yapılmaması başta olmak üzere bir takım insani güvenceler talep etmek. (...)
“Cemal’i tam 24 gün bekleyen aile gelen bir haberle, 16 Temmuz günü ‘Cemal’i sağ almak üzere’ Ovacık’ın uzak bir köyüne doğru yola çıkmış, buluştukları yerde 6 TİKKO’cu onları karşılamış, Cemal’in uyku tulumu içindeki ölüsünü acılı eşe, kardeşine ve babasına teslim etmişler, ‘Kalp krizi geçirdi’ demişler, ailenin öfkeli soruları karşısında ‘Bir suçu yok, 7-8 soruya tutarsız yanıtlar verdi, kalp krizinden öldü, üzgünüz, aileye daha sonra açıklama yapılacak ve özür dilenecek’ demişler, ilaçlarını vermek istemişler ama aile fertleri öfkeden almamış, aile ölüyü alıp Ovacık’a getirmiş, burada yapılan ilk incelemede sağ kolunun ana damarı üstünde bir yara, iki dizinin altında sıyrık izleri gibi hafif bulgular tespit edilmiş, 17 Temmuz’da Malatya’da yapılan otopsinin kesin raporu ise önümüzdeki günlerde belli olacak.” Cemal Beyazgül’ün cesedinin nasıl bulunduğuna dair değişik anlatımlar var. Hüseyin Aygün’ün verdiği bilgiler, Cemal Beyazgül’ün ailesinin verdiği anlatımlara dayanmaktadır. Kesin olan bir gerçek var. Cemal Beyazgül 16 Temmuz 2013’te ölmüştü. Beyazgül’ün cesedi otopsi yapılmak üzere Malatya
41
güncel
Adli Tıp Kurumu’na gönderilir. Malatya’daki otopsinin ardından Cemal Beyazgül için Ovacık ilçesinde cenaze töreni düzenlenir. Cenaze törenine iki bin kişi katılır. Cemal Beyazgül’ün ölümünden bir gün sonra, “halkımıza” başlıklı 17 Temmuz 2013 tarihli ve “TKP/ML TİKKO Dersim Bölge Komutanlığı” tarafından yazılı bir açıklama yapıldı. Açıklamanın girişinde, Cemal Beyazgül’ün alıkonulma tarihi ve saati verildikten sonra, alıkonulmanın nedeni açıklanmaktadır. Alıkonulmanın nedeni, (onlar tutuklama diyor!) 25 Nisan 2000 tarihinde Ovacık-Mercan bölgesinde T.C devletinin yaptığı operasyon sonucu yedi gerillanın öldürülmesi ile ilgilidir. Açıklamanın devamında, “sorgusunun devam ettiği süreçte 16 Temmuz 2013 tarihinde sabah saatlerinde nedeni bilmediğimiz ve ancak hastane koşullarında netleştirilebilinecek bir nedenden ötürü kriz geçirerek yaşamını yitir”diği belirtilmektedir. Cemal Beyazgül’e işkence ve kötü muamelede bulunmadıkları açıklaması yapıldıktan sonra şöyle denilmektedir: “Sorgu süreci boyunca üzerine atılan tüm suçları reddetmesine rağmen, her seferinde farklı ve çelişkili anlatımlarda bulunması, birçok kez yalan söylemesi ve güvensiz bir duruş sergilemesi nedeniyle ne aklanabileceği ve ne de serbest bırakılabileceği bir durum olmamıştır.” 24 gün Cemal Beyazgül alıkonuluyor. 24 gün boyunca “sorgu”su yapılıyor. Tüm sorgu süresi boyunca, Cemal Beyazgül kendisine isnat edilen tüm suçlamaları reddediyor. Bunları kendileri yazıyor. Farklı ve çelişkili anlatımlara örnek verilmiyor. Örnek verilmediği için yorum yapacak durumda değiliz. Ve şu “özeleştiri” yapılıyor: “Ancak sorgulanan şahsın sağlık durumunun gerektirdiği biçimde sorgu sürecinin daha uygun bir ortamda devam etmesi için gerekli özenin tarafımızdan gösterilmemiş olması öz eleştirisi verilmesi gereken bir konudur. Serbest bırakılma koşullarının olmadığı
durumlarda alıkonulan şahsın sağlık durumuyla ilgili gereken özen ve ciddiyetin gösterilmesi önemlidir. Olay nezdinde tam anlamıyla bir önemsememe durumu yaşanmasa da sonuçtan da görülebileceği üzere koşullar yeterli düzeyde sağlanamamıştır. Elbette savaş koşullarında ve gerilla ortamında bunun sınırları vardır. Ancak Partimiz bu konudaki eksikliğini görmekte ve özeleştiri vermektedir.” Ne öğreniyoruz bu yazılanlardan? Cemal Beyazgül’ün sağlık sorunları dikkate alınmamış! Sorgu sürecinin daha iyi bir ortamda yapılmasına özen gösterilmemiş! Serbest bırakılma koşulları oluşmamış! Özrü kabahatinden büyük bir “özeleştiri”dir bu. Burjuva demokrasilerinde bile öncelikle deliller toplanır ve toplanan deliller temelinde kişi(ler) tutuklanır. Tutuklananlara öncelikle haklarının ne olduğu anlatılır. T.C’deki hukuk sisteminde ise, kolluk güçleri önce kişileri tutuklar ve daha sonra “delil” aramaya başlar. TKP/ML’nin tavrı ve uygulaması burjuva hukukunda gerisinde olan bir uygulamadır. Cemal Beyazgül sorguya alınmış ve sorgusunda iddia edilen “suç”lamaları reddetmiştir. Burada TKP/ ML’den menkul iddialar temelinde bir ölüm olayı ile karşı karşıyayız. TKP/ML halk adına savcı ve yargıç rollerini üzerlenmiştir. Öne sürülen iddialar konusunda suçlananın ne dediğini öğrenme imkânı, Cemal Beyazgül’ün ölümü ile ortadan kalkmıştır. Devam edelim. TKP/ML’nin iddiasına göre, Cemal Beyazgül yedi gerillanın öldürüldüğü Mercan çatışmasında düşmanla işbirliği yapmıştır. Yürüttükleri “soruşturmada bütün ok işaretleri Cemal Beyazgül’ün düşmanın halk içindeki sivil istihbarat örgütlemesinin bir parçası olduğunu” gösterdiği açıklaması yapılmaktadır. Cemal Beyazgül’ün ajan olduğu veya olmadığını söyleyebilecek durumda değiliz. Ama varsayalım ki Cemal Beyazgül ajandır. Bu TKP/ ML’nin ajan ve işbirlikçilere karşı doğru mücadele yürüttüğü anlamına gelmiyor. “Ajan-işbirlikçi”lere
Ne öğreniyoruz bu yazılanlardan? Cemal Beyazgül’ün sağlık sorunları dikkate alınmamış! Sorgu sürecinin daha iyi bir ortamda yapılmasına özen gösterilmemiş! Serbest bırakılma koşulları oluşmamış! Özrü kabahatinden büyük bir “özeleştiri”dir bu. Burjuva demokrasilerinde bile öncelikle deliller toplanır ve toplanan deliller temelinde kişi(ler) tutuklanır.
42
ediliyor. TKP/ML feodal intikamcılığı savunan bir konumdadır. O intikamı da tek tek örgüt tarafından suçlu görülen bireylerin örgüt tarafından bulunup öldürülmesi olarak kavramakta, gücü yettiği yerde de uygulamaktadır. TKP/ML bu tavrıyla aslında öncelikle kendi dar küçük burjuva-köylü devrimcisi tabanının ve bunun yanında toplumun feodal değer yargılarına sahip kesimlerinin en geri duygularına yönelmektedir. Bunun komünistlikle hiçbir ilgisi yoktur! Komünistler açısından sorun örneğin “işbirlikçilikajanlık”a karşı mücadelede tek tek birey ajanları öldürerek intikam almak değil, halkın en geniş yığınlarını “işbirlikçilikajanlık”ı yaratan ve kullanan sistemi yıkma mücadelesine kazanmaktır. Burada tek tek bireylerin halkın katılımı olmaksızın ve fakat halk adına ve intikam adına öldürülmesinin oynayacağı olumlu bir rol yoktur. Tersine bu tavır sınıf mücadelesini geliştirmek yerine, kitleler içinde bir yandan feodal intikamcılığın sürmesine hizmet ederken, diğer yandan kitlelerin bir bölümünü “devrimcilerin intikam alması”nı bekleyen pasif bir konuma sokar. TKP/ML, halktan, halkın hareketinden bağımsız intikam eylemlerini çizgisinin bir parçası haline getirmiştir. TKP/ML, hem sorgucu, hem savcı, hem yargıç, hem infaz memuru olma durumundadır. Devrim, sınıf adına öncü örgütün, „öncü“nün işi değil, işçi sınıfının işidir. Devrimcilerin ölçütü sınıf adına devletle savaşmak değil, sınıf savaşımı için, sınıf mücadelesinde örgütlenmektir.
güncel
karşı devrimci çizginin ne olması gerektiği sorusu sorulup, doğru cevap verilmelidir. TKP/ML’nin çizgisi, işçilerden-emekçilerden bağımsız, onlar adına ihbarcıları sorgulama/yargılama/ suçlu görülürse öldürme çizgisidir. TKP/ML’nin çizgisi,“ihbarcı” ve “işbirlikçileri” halk adına cezalandırma çizgisidir. TKP/ML’nin çizgisi, halktan kopuk “öncü savaşı” ve bireysel terör çizgisidir. Devrim öncülerin değil, yığınların eseridir. İşçilereemekçilere biçilen rol, seyirci ve kendi partilerine destek rolüdür. “Halkımız” bize güvenin çağrıları yapılmaktadır. Halk adına “ihbarcılar” cezalandırılmaktadır. Halk adına devrim yapma, halk adına “ihbarcıların” cezalandırılması küçük burjuvazinin hastalığıdır. Komünistler ile küçük burjuva çizgisi arasında nitel bir fark vardır. Şöyle ki: Komünistler, ihbarcılara, ajanlara karşı mücadeleyi işçi ve emekçi kitlelerle birlikte yürütür. Ajan ve ihbarcıların en geniş kitleler içinde teşhir edilmesi görevdir. Onların kitleler içerisinde teşhiri ve görev yapamayacak hale getirilmesi gerekir. Kitleler içinde tanınan, kitlelerin bildiği, kitlelerden tecrit edilmiş, kitlelerin sürekli takibi ve baskısı altındaki bir “ajan” bitmiştir, egemenler açısından hiç bir değeri, halk açısından hiçbir tehlikesi kalmamıştır. Komünistler, ajan ve işbirlikçilere karşı mücadeleyi işçi sınıfının mücadelesi haline getirmek zorundadır. Komünistler, ajan ve işbirlikçileri halk içinde açığa çıkarıp, iş yapamaz hale getirmek için çalışır. Komünistlerin çizgisi budur. Komünistler, uğruna mücadele ettikleri sosyalist toplumun ilkelerini, bugün kendi içlerinde uygulamakla yükümlüdür. Kendine komünist diyen, geleceğin toplumu adına konuşan örgütlerin adalet konusunda ilkel intikamcılığı savunma pozisyonlarına girmesi, gerçekte bu tavır içinde olanların komünizmden ne kadar uzakta olduklarının bir işaretidir. Bireysel öldürmeler „halkın adaleti“ olarak lanse
Komünistler, ihbarcılara, ajanlara karşı mücadeleyi işçi ve emekçi kitlelerle birlikte yürütür. Ajan ve ihbarcıların en geniş kitleler içinde teşhir edilmesi görevdir. Onların kitleler içerisinde teşhiri ve görev yapamayacak hale getirilmesi gerekir. Kitleler içinde tanınan, kitlelerin bildiği, kitlelerden tecrit edilmiş, kitlelerin sürekli takibi ve baskısı altındaki bir “ajan” bitmiştir, egemenler açısından hiç bir değeri, halk açısından hiçbir tehlikesi kalmamıştır.
30.10.2013 ✓ Not: TKP/ML-TİKKO açıklaması için bkz. http:// www.ozgurgelecek.net/manset-haberler/6216.html 43
güncel
Y
44
İŞÇİ SINIFI VE SINIF MÜCADELESİ KONULU KONFERANS YAPILDI
eni İşçi Dünyası olarak uzun süredir hazırlıklarını yaptığımız “İşçi Sınıfı ve Sınıf Mücadelesi” konulu konferans 20 Ekim tarihinde Esenyurt Güney Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Konferansa, Birleşik Metal İşçileri Sendikası Genel Eğitim Sekreteri Seyfettin Gülengül ve AraştırmacıYazar ve aynı zamanda Tez-Koop İş Sendikasında Eğitim Uzmanı olarak çalışan Volkan Yaraşır konuşmacı olarak katıldılar. Konferansın konuları şunlar idi: 1-Türkiye’de işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde andaki durum, örgütlenme konusunda yasal çerçeve, sendikal örgütlenmenin önündeki engeller ve perspektifler, bu bağlamda doğru siyaset ne olmalı? 2. İşçi Aristokrasisi nedir? Türkiye’de İşçi aristokrasisinin konumu/durumu, sendika Bürokrasisi/işçi aristokrasisi arasındaki ilişki, sendikalar içinde demokrasi sorunu. İki bölümden oluşan konferansın ilk bölümünü Seyfettin �������������������������������������������� Gülengül������������������������������������ ‘ün�������������������������������� ; Türkiye’de işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde andaki durum, örgütlenme konusunda yasal çerçeve, sendikal örgütlenmenin önündeki engeller ve perspektifler, bu konuda doğru siyaset ne olmalı? Konularında yaptığı değerlendirmeler oluşturdu. Seyfettin Gülengül’ün konuşmasında öne çıkan noktalar şunlardı: Türkiye’deki işçi sınıfının içinde bulunduğu koşulların kötü olduğunu ve bunun da sendikal örgütlenmeye yansıdığını belirtti. Türkiye’deki resmi örgütlülük oranları konusunda bilgi verdikten sonra, bu rakamlarla mücadelenin oldukça zor olduğunu vurguladı. İşsizlik, kayıt dışı çalıştırma, esnek çalışma, asgari ücret gibi uygulamalar örgütlenmenin önündeki önemli engeller olarak durduğunu kaydetti. DİSK-AR’ın yaptığı araştırmaya göre açlık sınırının bin TL, yoksulluk sınırının ise 3312 TL olduğu yerde sendikaların yoksulluk sınırlarında bile ücret artışını
gerçekleştiremediklerini, bunun da örgütlenme seviyesinin hangi durumda olduğunu gösterdiğini söyledi. 12 Eylül’ün sendikaların baskı altına alınmasında çok önemli bir rol oynadığını, özellikle bu tarihten itibaren işbirlikçi sendikacılığın daha da geliştirildiğini vurguladı. Birleşik Metal İşçileri Sendikası olarak OcakTemmuz ayları arasında 11 tane işyerinde örgütlendiklerini, fakat �������������������������������� buna paralel olarak kendilerinden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı 5 tane işyerini de kaybettiklerini belirtirken bunun üzücü bir durum olduğunu söyledi. Konuşmasında yasal değişikliklere de değinen Gülengül, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile yapılan değişikliklerin 12 Eylül yasasının özüne dokunmadığını, noter şartının kaldırılması, işletme barajının düşürülmesi gibi iyileştirmelerin ise yasa bir bütün olarak ele alındığında yetersiz olduğunu, özellikle örgütlenmenin önündeki engellerin aynen korunduğunu vurguladı. E-devlet üzerinden sendika üyeliğinin de belli sorunları birlikte getireceğini, işverenin yeni işe alımlarda işçi üzerinde baskı unsuru oluşturmasının yanı sıra, bu sistemle özellikle taşeronlarda örgütlenmenin neredeyse imkansız hale geldiğini çünkü alt işveren denilen taşeronların bu sistemde görünmeyeceğini belirtti. Kuşkusuz egemenlerin yaptığı yasaların bizim istediğimiz yasalar olmayacağını, yasaların düzeyini işçi sınıfının örgütlülük seviyesinin belirleyeceğini, bu noktada da en önemli eksikliğin kadro sorunu olduğunu belirtti. Sendika olarak önemli bir eğitim çalışması yürüttüklerini bunun yeterli olmadığını fakat güç oranında iyi olduğunu, işçi sınıfının siyasallaşması gerektiğini ve kendi iktidarını oluşturması gerektiğini vurguladı. Son olarak kendi şahsi görüşü olarak DİSK’in de özellikle 1977-80 yılları arasında yürüttüğü siyasetinin esaslı bir şekilde masaya yatı-
Tez Koop İş’in Genel Kurulunun Mahkeme kararıyla iptal edilmesi ve Sendikaya Kayyum atanması, mücadele ve örgütlenmeye geçici olarak da olsa darbe vuran, sendikayı zayıflatan olumsuz bir durumdur. Bu olumsuzluğun tarafımızdan konuya tavır takındığımız ilk yazıda tespit edilmemiş olunması yanlıştır.�������������������������������� Kayyum, sendikanın bir süre işlevsiz hale gelmesine neden olacaktır. Bu durum sendikaya üye olan işçilere, işçi sınıfına zarar vermektedir. İşçi sınıfı içinde sendikalara var olan güvensizliği artıracaktır. Sendika içi iktidar mücadelelerinde çıkan sorunların tabanda sendikalı işçiler kazanılarak değil, yargı yoluyla çözülmeye kalkılmasını yanlış buluyoruz. Açıkça taşeron olan sendika ağası ile diğer sendika yöneticileri arasında bu noktada fark olduğunun 03.08.2013 tarihli yazımızda tespit edilmemesi, tam tersine bizim yaklaşımımızla da çelişen “Birinin taşeronluğunun tescilli olması bu gerçeği değiştirmiyor.” Tespitinin yapılması yanlıştır. Bu değerlendirmemizin de yanlış olduğunu tespit ediyor özeleştirini veriyoruz. Kipa işçilerinin 9. Genel Kurul’da temsil edilmemelerini antidemokratik buluyoruz. Bize göre işçi sendikaya üye olduktan sonra seçme ve seçilme hakkında sahip olmalıdır. Bu hakkın TİS ile aidat ödeme ile sınırlanması yanlıştır. Bu konuda Tez Koop’un tüzük maddesi yanlıştır ve değiştirilmelidir. Verilen 15 dakikalık aranın ardından sunum başlıkları ile ilgili soru ve tartışma bölümüne geçildi. Burada da öne çıkan noktalar öncelikle şunlardı: Sendikaların kayıt dışı çalışanların oranı ile ilgili bir araştırmasının olup olmadığı, yoksa bunun neden yapılmadığı, sınıf sendikacılığı yaptığını söyleyen sendikaların işçi sınıfına ne kadar sınıf bilinci
güncel
rılması ve özeleştirisinin yapılmasının bir görev olarak durduğunu belirtti. Sunumun ardından söz alan bir kadın arkadaş TezKoop Sendikasına Kayyum atanması ve bu sürecin arka planının ne olduğunu anlattı. Her şeyden önce kayyumu lanetlediğini, bu konuda devrimci çevrelerin iyi bir tavır sergilemediklerini, bir kısmının görmezden gelirken, bir kısmının da kayyumdan taraf olup bilinç kararttıklarını söyledi. Ayrıca sendikal örgütlenmenin zorluklarına değinerek devrimcilerin sendikalar ve işçi sınıfı içerisinde yürütecekleri tabandan siyaseti doğru temellerde yürütmeleri gerektiğini, kadro sorununun sadece sendikaların değil işçi sınıfını esas aldığını belirten devrimci çevrelerinde en önemli sorunlarından biri olduğunu belirtti. Ardından TezKoop İş Sendikası Ö�������������� rgütlenme Daire Başkanı Sinan Kahraman’da TezKoop içerisinde yaşanan süreci aktardıktan sonra sendikaların öncelikle kendi içlerindeki işbirlikçi kesimlere karşı mücadele etmesi gerektiğini, bu yapılmadan bir adım dahi ileriye g i d i l e m e ye c e ğ ini vurguladı. Bu tartışma ile ilgili divanda oturan Yeni İşçi Dünyası temsilcisi arkadaş Tez Koop’ta ������������� yaşanan gelişmeler ile ilgili tavır takınarak şu açıklamayı yaptı: Tez Koop İş Sendikası’na Kayyum atanması kararı üzerine, Ağustos başında YDİ Çağrı sitesine bir yazı konuldu. O Yazıda Yargıtay kararı aktarıldıktan sonra şu yorum yapıldı: Bir şey açık: sendika içi mücadelede kazanan işçiler değil. Yönetime gelme mücadelesi, iktidar mücadelesi veren kesimler, patronlarla “sosyal diyalogu” temel alan, aralarında ilke düzeyinde fark olmayan kesimlerdir. Birinin taşeronluğunun tescilli olması bu gerçeği değiştirmiyor.”
45
güncel
taşıdığını, bu konudaki zorlukların neler olduğu ve nereden kaynaklandığı, işçi sınıfı ile sendikaların birliğinin nasıl sağlanabileceği, devrimci örgütlerin işçi sınıfı ile bağ kurmada nasıl bir siyaset izlemeleri gerektiği ve bu konuda yapılan yanlışların neler olduğu konuları bu bölümde özellikle tartışılan konular oldu. Bir arkadaş YDİ Çağrı sitesinde yayınlanan TezKoop İş Sendikasındaki gelişme ile ilgili ilk tavrın çok kötü olduğunu, tavır takınmadan önce oradaki arkadaşların görüşlerinin alınmış olması gerektiğini, oportünist bir tavır sergilendiğini, ilk tavır bağlamına burada yapılan öz������������������������� ��������������������������� eleştiriyi yeterli bulmadığını, aslında daha sonra takınılan tavırlarda da kayyumun tutarlı bir şekilde reddedilmediğini, bu konuda şimdiye kadar takınılan tüm tavırlar bağlamında meselenin arka planının da araştırılarak yazılı bir özeleştiri verilmesi gerektiğini savundu. Tartışma bölümünde devamla sendikaların örgütlenme projesinin nasıl olması gerektiği, yeni yasada 30 ve altı işçi çalıştıran işyerlerinin örgütlenmenin dışında bırakıldığı yaklaşımının gerçekleri yansıtmadığını, bu konuda sendikaların aslında bu tür küçük işletmeleri örgütlemede pek istekli davranmadıkları belirtildi. Sendikaların Gezi direnişi sürecine yaklaşımı da konferansta yoğun bir şekilde üzerinde durulan konulardan bir tanesiydi. Konferans’a KÖZ adına bir arkadaş da katılarak görüşlerini dile getirdi. Arkadaş Gezi direnişi sonrasında, aslında bu konferansın yerellerde oluşturulan ve içerisinde bir çok devrimci-demokrat çevrenin yer aldığı forum bileşenleri ile birlikte örgütlenmesinin daha faydalı olacağını, bunu sadece Yeni İşçi Dünyası’na bir eleştiri olarak değil, bu forumlarda yer alan diğer kurumlar açısından da söylediğini vurguladıktan sonra, sadece tartışmalarla yetinilmemesi somut önerilerin de, birlikte organize edilecek böylesi bir konferansta açığa çıkarılmış olmasının daha fay-
dalı olabileceğini söyledi. Konuşmasının devamında devrimci bir sınıf hareketinin önemine vurgu yaptı. Yürütülen tartışmaların ardından s���������������� öz�������������� tekrar Birleşik Metal İş Sendikası Genel Eğitim Sekreteri Seyfettin Gülengül’e verildi. Gülengül, Tez-Koop��������������������������� İş Sendikasının ���������� kayyum süreci ile ilgili kamuoyuna detaylı bir açıklama yapması gerektiğini belirttikten sonra, sadece Tez-Koop İş Sendikasının değil hemen hemen bütün sendika tüzüklerinde yer alan ve üye işçilerin seçme ve seçilme haklarının TİS’e bağlanması, bu anlamda aidat ödenmesi şartına bağlanması şeklindeki tüzük maddesinin aslında ne kadar üyeniz olursa olsun parası çok olanın daha fazla delege çıkarması anlamına geldiğini, bu açıdan olumsuz olduğunu belirtti. Fakat bu madde tüzükten kaldırıldığında bunun sonuçlarının geçmişten çıkarılan deneyimlerin de gösterdiği gibi çok daha olumsuz olduğunu, bunun kötüye kullanıldığını vurguladı. Örneğin, bir şube genel kurulu öncesinde 10 işyerinde üyeliklerin yapıldığını fakat kongre sonrası bu işyerlerinin hemen hemen hiçbirinin kalmadığını, başka işkollarına bağlı işyerleri olduğunun ortaya çıkabildiğini söyledi. Bunu önlemek için bu maddenin tüzüğe girmesini o dönem bizzat kendisinin savunduğunu kaydetti. Sendika olarak yapılan eğitim çalışmalarına da değinen Gülengül, özellikle şovenizme karşı ve kadın işçileri daha fazla aktifleştirmek için yapılan eğitim çalışmalarında gerici anlayışlara karşı mücadelede belli zorluklar yaşadıklarını belirtti. Konuşması içerisinde TÜRK-İŞ çatısı altında bulunan ve Sendikal Güç birliği Platformunu oluşturan sendikaların TÜRK-İŞ’den köklü bir kopuşu gerçe�������������������������������������������������� kleştirmeleri gerektiğini, ille de DİSK çatısı altında değil ama DİSK’i de içerisine alacak yeni oluşumlara kafa yorulması gerektiğini, şahsi görüşü olarak belirttiğini ifade etti. Son olarak devrimci örgütlerin sendikalara yaklaşımda gösterdikleri yer yer
Tez Koop İş’in Genel Kurulunun Mahkeme kararıyla iptal edilmesi ve Sendikaya Kayyum atanması, mücadele ve örgütlenmeye geçici olarak da olsa darbe vuran, sendikayı zayıflatan olumsuz bir durumdur. Bu olumsuzluğun tarafımızdan konuya tavır takındığımız ilk yazıda tespit edilmemiş olunması yanlıştır.
46
reç yaşandığını, 1923 yılında Kemalizm’in iktidara gelmesinin bir karşı devrim olduğunu, Kemalist hareketin Kürt hareketine ve işçi sınıfına yönelmiş bir tasfiye hareketi olduğunu ifade etti. 1952 yılında TÜRK-���������������������������������������������� İŞ’������������������������������������������� in soğuk savaşın bir aparatı olarak kurulduğunu, önemli ayrıcalıklara sahip olduğunu ve buna karşı gelişen işçi hareketine önderlik yapabilecek bir önderlik yaratılamadığını vurguladı. Türkiye’de 12 Eylül faşist cuntasının işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğini, bu darbenin aynı zamanda yükselen işçi sınıfı hareketine yöneldiğini, sınıfın atomize edilerek yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik ve esnekleştirmenin çok sistematik bir şekilde devreye sokulduğunu, neo liberal politikaların işçi sınıfını enkaza dönüştürdüğünü kaydetti. Bütün bu karşı saldırılara karşı sendikaların cevap olamadığını, devrimci örgütlenmelerin de cevap olamadığını, bu nedenle yeni sendikal siyasetlerin geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. Bu politikalar belirlenirken Kürt Özgürlük Hareketine yaklaşımın burada belirleyici olduğunu, sendikaların şoven politikalardan uzaklaşması gerektiğini çünkü artık Kürtlerin işçileştiğini-işçilerin Kürtleştiğini, Kürt kökenli işçiler yönelik muazzam baskı ve kölece çalışma koşullarının var olduğunu belirtirken, bugünkü sendikal hareket Kürt hareketine cevap olmaz ise bir adım ileriye gidemeyeceğini, barış sürecinin bir çok şeyin yanı sıra emek sermaye arasındaki çelişkiyi açığa çıkardığını, gezi direnişinin buna iyi bir örnek olduğunu söyledi. Son olarak işçilerin birliğinin sağlanmasının tutarlı bir halkların kardeşliğinin savunusundan geçtiğini vurguladı. Bu bölüm ile ilgili yürütülen tartışmalarda, sendikal bürokrasiye karşı köklü bir mücadele yürütülmeden ileriye gidilemeyeceği, devrimci kurumların da sosyal şoven anlayı������������������������������������� şlardan kurtulmaları gerektiği������� , sın�� ıfa bilinç taşıyanların öncelikle kafasının net olması gerektiği belirtildi. Bu bölümde en fazla tartışılan konulardan biri ise devrimci çevrelerin işçi sınıfı içerisinde yürüttükleri çalışmalarda kimi sol sekter pratikler ve buna karşı doğru yöntemin ne olması gerektiği üzerine yoğunlaştı. Bu bölüm ile ilgili divanın toparlama konuşmasının ardından İşçi Konferansı değişik etkinliklerde buluşmak dileğiyle sona erdirildi. Konferans aralar ile birlikte 7,5 saat sürdü. Katılım 50 kişi civarındaydı.
güncel
sol sekter tavırları da eleştirdi. Divanda oturan Yeni İşçi Dünyası temsilcisi arkadaş yürütülen tartışmalar sonrasında yaptığı toparlama konuşmasının ardından ve yemek molasının ardından konferansın ikinci bölümüne geçildi. İkinci bölümde Araştırmacı-Yazar Volkan Yaraşır, İşçi Aristokrasisi nedir? Türkiye’de işçi aristokrasisinin konumu/durumu,����������������� sendika b������� ürokrasisi/işçi aristokrasisi arasındaki ilişki,����������������� sendikalar içinde demokrasi sorunu, konularında sunum yaptı. Yaraşır unumunda; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışı, sendikaların doğuşu, batıda işçi sınıfının tarihsel gelişimi ve bunun paralelinde işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin tarihsel gelişimini detaylı bir şekilde ortaya koydu. Emek ile sermaye arasındaki çelişkinin yanı sıra, sermaye ile sermaye arasındaki çelişki ve emek ile emek arası çelişkiler tanımlaması yaptı ve egemenlerin bu çelişkiyi ne şekilde kullandıklarını verdiği örneklerle ortaya koydu. Marksizm-Leninizm’in sendikalara statik bir şekilde yaklaşmadığını, sendikaların içerisinde bulundukları tarihsel koşullar ve yürüttükleri politikaları somut olarak ele alarak her dönemde farklı tahliller yaptıklarını vurguladı. Marks ve Engels’in sendikalara yaklaşımını aktardı. Engels’in işçi aristokrasisini nasıl tanımladığını ortaya koydu. Sendikal çalışmanın sınıfsal çalışmaya tabi olması gerektiğini, sendikaların bir mayalanma olduğunu, sendikal hareketin doğuşu ile birlikte kapitalizmin sendikaları kontrol altında tutabilmek için önlemler almaya başladığını, her ülkede bunların farklı şekilde yaşandığını, örneğin ����������������������������������������� İngiltere’de����������������������������� sendikacıları hükümete alırken, Almanya’da anti-sosyal yasaların çıkarıldığını, Fransa’da işbirlikçi sendikacılık geliştirilirken Amerika’da gangster sendikacılığı geliştirdiğini belirtti. Konuşmasının devamında 2. Enternasyonalin sendikalarla işbirliği içerisinde yürüttükleri sosyalşoven ve oportünist politikasına değindi. Tarihsel gelişimi içerisinde sendikaların hangi aşamalardan geçerek bürokratik aygıtlara dönüştüklerini ortaya koydu. Sermayenin artık bu yapıdaki sendikaları da istemediğini aslında hiç sendika istemediğini vurgularken kapitalizmin değişim ve gelişimine karşı doğru mücadele yöntemlerine sahip sendikaların yaratılamadığını belirtti. Türkiye’deki tarihsel gelişimin batıdaki tarihsel gelişmeden farklı olmadığını, benzer bir tarihsel sü-
22 Ekim 2013 ✓ 47
güncel
AVUSTURYA’ DA GENEL SEÇİMLER YAPILDI Seçimlere katılan partilerin bir bölümü Kuzey Kürdistan/ Türkiye ve diğer göçmen kökenli Avusturya vatandaşı olmuş insanların oylarını alabilmek için listelerinden aday gösterdiler. Bu adayların ezici çoğunluğu seçilemeyecek sıradaydılar. Vatandaş olmayan diğer göçmenlerin seçme hakkı olmaması bir diğer demokrasi ayıbıdır.
B
u seçimlere 14 değişik renkten ve görüşten partiler katıldı. Toplam seçmen sayısı 6.384.331, seçimlere 4.207.695 seçmen katıldı. Toplam seçmenlerin seçimlere katılımının oranı % 65,9 dur. Bu seçimlerde geçersiz oy sayısı 80.937 yani 1,9% dur. Mektupla oy verme işlemi bu sayıya dahil değildir. 2008 seçimleri seçmen sayısı 6.333.109 ve seçime katılan seçmen sayısı 4.990.952 oranı 78,8% dir. 2013 parlamento seçimlerinde seçmen sayısı 51.222 kişi artmış (Avusturya’da seçmen yaşı 16’dır) ve yeni seçmenler dahil olmak üzere bu artışa rağmen seçime katılım oranının sayısı oldukça düşmüştür. Seçime katılmayanların sayısı oldukça yüksek bir rakamdır. Toplam seçime katılmayanların sayısı 2.176.636, yüzde 34,1, koalisyon hükümetini oluşturan iki partiden daha fazla oy demektir. Seçimlere katılmayanların nedenleri olasılıkla farklıdır. Bunların bir bölümü gerçekten bu partilerden umudu kesmiştir, bir bölümü ise büsbütün ilgisizdir. Ne kadarının bilinçli bir şekilde seçimleri boykot ettiği veya seçime katılıp bilinçli geçersiz oy kullandığı araştırma konusudur. Seçimlere katılan partilerin bir bölümü Kuzey Kürdistan/ Türkiye ve diğer göçmen kökenli Avusturya vatandaşı olmuş insanların oylarını alabilmek için listelerinden aday gösterdiler. Bu adayların ezici ço-
ğunluğu seçilemeyecek sıradaydılar. Vatandaş olmayan diğer göçmenlerin seçme hakkı olmaması bir diğer demokrasi ayıbıdır. Partilere göre oy dağılımı ise şöyle: SPÖ (Avusturya Sosyal Demokrat Parti) aldığı oy sayısı 1.118.223, % 27,1, 52 milletvekili. ÖVP (Avusturya halk partisi) aldığı oy sayısı 982.651, % 23,8, 47 milletvekili. FPÖ Avusturya Özgürlükçü Parti) aldığı oy sayısı 883.258, % 21,4, 40 milletvekili. Bu parti açık faşist ve ırkçı bir partidir. Bu seçimlerde seçime katılan emekçilerin % 34’ü bu partiye oy vererek, şimdiye kadar emekçilerin en çok oy verdiği parti SPÖ’yü - % 29 – geride bırakarak bu partiyi emekçilerin oy verdiği birinci parti yapmıştır. Bu da hiç te hoş olmayan bir olgudur... GRÜNE (Yeşiller) aldığı oy sayısı 473.116, 11,5 %, 24 milletvekili. STRONACH timi aldığı oy sayısı 239.075, % 5,8, 11 milletvekili. Stronach, seçimlere 24 milyon avro yatırarak katılan bir avro milyarderidir. NEOS aldığı oy sayısı 198.097, % 4,8, 9 milletvekili. Liberal siyaset savunan bu grubu da Haselsteiner adlı bir avro milyarderi mali ve siyasi bakımından desteklemiştir. BZÖ (Avusturya’da gelecek için birlik) aldığı oy sa-
Bir önceki genel seçimlere göre bu yeni yapılan olağan seçimlerde koalisyon hükümetini oluşturan partiler SPÖ ve ÖVP’in oyları tarihteki en düşük seviyeye düştü.
48
06. 10. 2013 ✓ Avusturya’dan bir grup YDİ ÇAĞRI Okuru
SONRASINDA HER ŞEYİN ESKİSİ GİBİ OLACAĞI VEYA HATTA DAHA DA KÖTÜLEŞECEĞİ SEÇİMLER! HER ŞEYİN PAZARLIĞI ÇOKTAN YAPILDI
güncel
yısı 149.740, % 3,6. Avusturya’da baraj % 4 olduğundan bu parti parlamentoya girememiştir. KPÖ (Avusturya “K”omünist Partisi) aldığı oy sayısı 41.299, % 1,0. DPPÖ (Avusturya Korsanlar Partisi) 31.317, % 0,8 CPÖ (Avusturya Hristiyan Partisi) aldığı oy sayısı 5829, % 0,1. WANDL (Değişim) aldığı oy sayısı 2464, % 0,1 MANNERPARTEİ (Erkek partisi) aldığı oy sayısı 417. EU AUSTRİTS PARTEİ ( Avrupa Birliği’nden çıkma partisi) aldığı oy sayısı 428. SLP ( Sosyalist sol parti) aldığı oy sayısı 844 oy aldılar. Bir önceki genel seçimlere göre bu yeni yapılan olağan seçimlerde koalisyon hükümetini oluşturan partiler SPÖ ve ÖVP’in oyları tarihteki en düşük seviyeye düştü. Bir önceki seçimlerde SPÖ’nün almış olduğu oy oranı 29,1 dir. Bu seçimlerde yüzde 2,2 oy kaybına uğramıştır. 2008 seçimlerine oranla kaybettiği seçmen sayısı 311.983 kişidir. Bu oy kaybına rağmen seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştır. Yine iktidarda olan ÖVP bir önceki seçime göre yüzde 2,2 oy kaybına uğramıştır. 2008 seçimlerine oranla kaybettiği oy sayısı ise şöyle 287.005. Bu parti seçimlerden ikinci parti olarak çıkmıştır. FPÖ bir önceki seçimlere oranla önemli derecede oylarını artırmıştır. Bu artış yüzde 3,9 Bu seçimlerde yine oylarını yüzde 1,0 oranında arttıran parti GRÜNEN (Yeşiller)’dir. AMLP (Avusturya Marksist-Leninist Partisi) merkezi organı Kızıl Bayrak’ın 8 sayfalık bir seçim özel sayısı çıkartarak bu seçim sahtekarlığını boykot etmeye çağırdı. Bu özel sayının 2 sayfalık özeti Türkçeye çevrilerek dağıtıldı. Bu Türkçe bildiriyi ekte bilginize sunuyoruz. Devrimci Partiyi İnşa Etme Örgütü ve Şafak isimli dergi çıkaran Maoist bir grup ile Ada-Avusturya da seçimleri boykot etmeye çağırdılar. Not: Tüm istatistiki bilgiler Avusturya İçişleri bakanlığı federal parlamento seçimleri 2013 internet sitesinden alınmıştır.
( AV U S T U R Y A M A R K S İ S T- L E N İ N İ S T PARTİSİ’NİN merkezi organı KIZIL BAYRAK’IN, Eylül 2013’de çıkan Avusturya’daki Genel Seçimler hakkındaki ÖZEL SAYISINDAN Türkçeye çevrilmiştir
Böylece bu seçimlerde de kesinlikle hiçbir şeyin iyileşmeyeceği bellidir. Bilakis tam tersine: Emekçi Avusturya halkı daha gaddarca sömürülecek ve haklar yoksun bırakılacak, şimdiye kadarkinden daha fazla kandırılıp aldatılacaklardır.
E
n baştaki şef olarak Erwin Pröll (Aşağı Avusturya Eyalet Hükümetinin ÖVP - Avusturya Halk Partisi - ’li başbakanı –ÇN), onun emir subayları olarak Faymann (SPÖ – Avusturya Sosyal Demokrat Partisi genel başkanı ve andaki SPÖ-ÖVP koalisyon hükümetinin federal başbakanı –ÇN) ve Spindelegger (ÖVP’nin genel başkanı ve dışişleri bakanı – ÇN). Aslında Avusturya emekçi halkının seçecek bir şeyi yoktur, bilakis Pröll ve hempalarının önlerine koyduklarını tıkınmalı! HAYIR! Biz bunda yokuz! Buna katılmıyoruz! Her şeyin bundan sonra eskisinden daha da kötüleşeceği bir SP-VP koalisyon maskaralığına ihtiyacımız yoktur! Bunların bir 5yıl daha başımıza bela olmasını mı is-
49
güncel 50
tiyorsunuz? …… AMLP Siyasi Bürosu’nun Kararı: AMLP Bürosu “Erich LAZNİCKA” bölge örgütünün raporunu onaylayarak kabul etti ve onun çıkarttığı sonuçların bütünüyle doğru olduğunu açıklıyor. Buna uygun olarak oy birliği ile aşağıdaki çağrıyı kararlaştırdı: Haber programlarından ve gazete haberlerinden neredeyse her gün görüleceği üzere 29 Eylül parlamento seçimlerinden sonra Avusturya’da nelerin olması gerektiği konusunda koalisyon partileri arasında az veya çok geniş kapsamlı kararlar haftalardan beri işleniyor. Bundan besbelli ki bir dizi sosyal kötüleştirmelerin tartışma içine çekildiği ve SPÖ ile ÖVP arasındaki düzinelerce yıllardır süren koalisyon egemenliklerinde yaşanılan tüm deneyimlerde bu tartışmaların, SP-yönetiminin her ne kadar lafta eleştirse, bundan şikâyet etse ve kendisinin koalisyon ortağını bunların tek suçlusu olarak gösterse de, çok kokuşmuş ve bütünüyle gerici tavizlerle sona erdiği, ama aslında tüm sosyal kötüleştirmelere etkin bir şekilde katıldığı ve bunları parlamento ve hükümette ÖVP ile birlikte karar altına aldığı ortaya çıkmaktadır. Böylece bu seçimlerde de kesinlikle hiçbir şeyin iyileşmeyeceği bellidir. Bilakis tam tersine: Emekçi Avusturya halkı daha gaddarca sömürülecek ve haklar yoksun bırakılacak, şimdiye kadarkinden daha fazla kandırılıp aldatılacaklardır. Bir dizi daha gerici, bütünüyle anti-sosyal önlemlerin zaten çoktan en ince detayına kadar pazarlıkları yapılıp kararlaştırıldığından, bu koalisyon politikasının devam etmesi ve keskinleştirilmesi sürecektir. O halde bu seçimler tümden yararsız ve emekçi Avusturya halkı için zararlı gerici bir maskaralıktır. Burada bundan dolayı bu halkın aslında buna neden
katılması gerektiği sorusu gündeme geliyor. Biz bunun için hiçbir akla yatkın bir nedenin olmadığını ve buna doğru biricik yanıtın KATILMAMA, SEÇİMİ BOYKOT ETME olduğunu açıklıyoruz. Bunun için her türlü zahmete, zamana ve paraya yazıktır! Biz Marksist-Leninistler BİZ BUNDA YOKUZ! diyoruz. Bizim ülkemizin emekçi halkının tümüne çağrımız şudur: Kendinizi kuklalar haline getirmeyin! HAYIR! BİZ BUNDA YOKUZ! deyin! En iyisi evde kalın veya ailenizle birlikte dinlenin ve son yaz günlerinin keyfini çıkarın! Buna ihtiyacınız olacak! …… Eski bir atasözü vardır: “Sadece en aptal danalar kendi kasaplarını bizzat seçerler!” Avusturya daha hâlâ bu uyarının sınırsız bir şekilde geçerliliğinin bulunduğu bir durumdadır. Bu ülkenin bunun değişmesine dek bir dizi daha kötü deneyimlere hâlâ ihtiyacı vardır. Daha basit ve açıkça söyleyeyim: Emekçi Avusturya halkı kendisine yapılanların neler olduğunu fark etmeyi öğrenmeli, dostu düşmandan ayırmayı, yaşam çıkarları için kararlı mücadele etmeyi de öğrenmelidir; çünkü ancak başarılı bir proleter devrim koşulların esaslı bir şekilde olumlu değişmesini sağlayabilir. Oysa seçimler, ne kadar böylesine “demokratik” olsa da, “Faymann-Spindelegger-Pröll” tipi bir seçim maskaralığı bile hiç değil, hiçbir zaman ve hiçbir yerde demokratik olamaz. Sadece en aptal danalar kendi kasaplarını bizzat seçerler! ✓ SEÇİM BOYKOTU
¶
AMLP
DEVRİMCİ İLKELERE SADAKATİ KESİNLİKLE İLKESİZ PARTİ ŞEFLERİNE SADAKATİN ÜSTÜNDE TUTAN BİR PROFESYONEL DEVRİMCİNİN ANILARI Yazı Kurulunun Açıklaması Franz Strobl yoldaşın Anıları üç bölümü kapsamaktadır. Birinci bölümün başlığı “Derme çatma tahta bir barakadan KPÖ (Avusturya Komünist Partisi –ÇN) Merkez Komitesi’nin Propaganda Bölümüne” dir. Bu sayımızda bu ilk bölümü yayınlıyoruz. İkinci Bölüm “Rote Fahne”nin yeniden doğuşuna ve MLÖ (Avusturya’nın Marksist-Leninistleri – ÇN)’nin kuruluşuna nasıl gelindi” başlığını taşıyor. Üçüncü bölümün başlığı ise “MLÖ’nün gelişmesinin sürdürülmesi uğruna mücadeleden Avusturya Marksist-Leninist Partisi (MLPÖ)’ne” dir. İkinci ve üçüncü bölümler derginin Sonbahar 2012 ve 2013 İlkbaharında planlanan 300 ve 301’inci sayılarında yayımlanacaktır. Ön Açıklama
Aşağıdaki metnin yazarı Franz Strobl, o daha KPÖ MK’nin “Propaganda ve Eğitim” –Bölümünün en genç elemanı, parti okullarında konuşmacı ve öğretmen iken, KPÖ’nün kamuoyuna açık toplantılarında konuşurken, tam da daha sonraları revizyonist hale gelen KPÖ-önderliği ile bağlarını kopardığında, “Kızıl Bayrak”ı çıkarmaya başladığında ve sonunda MLPÖ’nün asıl kurucusu olduğunda - kendisine yinelenerek hep şu soru yöneltildi: kendisinin kişisel gelişmesi nasıl ve neden böylesine alışılmamış bir şekilde şekillendi? O neden Leninist anlamda profesyonel bir devrimci haline geldi? Ve Avusturya’da proleter devrimin hazırlanması için mücadeleyi O neden yaşamının esas içeriği haline getirdi? “Kızıl Bayrak”ın yeni oluşturulan Yazı Kurulu Kolektifinin üyeleri de böylesi sorular yönelttiler, ama aynı zamanda da onun çoğu kez adlandırıldığı gibi “F.St. yoldaş”ın MLPÖ’nün 45. Kuruluş Yıldönümünü ve “Rote Fahne”nin gelecek yılki 50. Yıldönümünü vesile alarak böylesi sorulara cevap vermesini ve bu bağlamda MLPÖ’nün gelişme tarihine ilişkin bazı şeyleri anımsatmasını önerdiler. Ve tam da kendisinin şimdiki 88-yaşında sağlık durumunun pek de iyi gitmediği ve bu konuyla ilgili
hatıralarını kâğıda dökmek için kendisinin daha ne kadar yeterli çalışma gücüne sahip olacağını bilemediği bir durumda, kendisinin ihtiyaç duymadığı, kendi reklamını yapmak için değil, sadece kendisinin de çok acı çekmiş herhangi bir işçiyi üzerinde düşünmeye sevk etmek, belki bu hatıralardan kendisi için bazı dersler çıkarması ümidiyle bu öneriyi kabul etti. F. St.
Derme çatma tahta bir barakadan KPÖMerkez Komitesi’nin Propaganda Bölümüne F.St.’ın “Hatıraları”nın 1. Bölümü Korkunç enflasyondan sonra, Habsburg Hanedanlığının para birimi ‘Krone’nin 10.000’e 1 oranında yeni Şilin ile değiştirildiği 1924 yılında Viyana’nın Simmering semtinin henüz bütünüyle kırsal kesimi olan, Kaiser- Ebersdorf’da bir komünist aile ve onun dostlarının çevresinde büyümek ve yetiştirilmek gibi nadir mutluluğa sahip Franz isminde bir çocuk dünyaya geldi. Bu aile olağanüstü derecede bir yoksulluk içinde, özellikle 1926 yılında babası “komünist faaliyet” nedeniyle ÖBB (Avusturya Demir Yolları –ÇN)’deki işinden atıldığında ve 12 yıl boyunca açıktan açığa bir “kara liste”de bulunduğunda ve hiçbir yerden
51
52
iş alamadığında, bu nedenle de kısa bir süre içinde acil durumda buralara saklanabilmek mümkündü. o zamanki tabirle “her türlü yardımdan dışlanmış” Kuyunun yarısı hizasına daha sonra en derin maholarak (*) yaşıyordu. zenden bodrumdan su getirebilmek için kullanılabi1927 yılında bir kız çocuk daha doğunca şimdi 4 len, içinde uyunabilen bir giriş kazıldı. Herhangi bir kişi olan aile, onlara büyükbabanın bizzat kendi elle- tehlikede bu boruların içinde belirli bir zaman bekriyle inşa edip zorda kaldıklarında başlarını sokacak- lenebilirdi ve sonra kuyu duvarına betonla tutturulları bir küçük bir ev olarak onlara bıraktığı minnacık muş tırmanma demiri yardımıyla yukarıya bir tavşan yerde de artık kalamazlardı. ahırına gelinebilirdi. Yakında bulunan tahıl ve sebze Aile gerçekte evsiz-barksız idi. Baba buna bir çare tarlalarının da avantajları vardı, çünkü anne bahçıbulacaktı. Baba çok yaşlı kadının sahibi olduğu taş- vanlara daha sıkça yardım edebiliyor ve böylece az lı ve ulaşılması zor, artık hiçbir şey yapamadığı çok biraz para kazanabiliyor veya sebze alabiliyordu. uzaklarda bulunan bir arsa biliyordu. Baba az bir para Schwechat’lı genç yoldaşlar ve onların gelinleri ile karşılığı bu arsayı kiraladı ve orada neredeykadınları ile ilgili olarak onların sadece kaya se 10 metre derinliğinde bir kuyu gibi sağlam komünistler değil, aynı kazdı ve ilkel bir baraka inşa etzamanda harikulade dostlar Şimdiye kadarki tüm yaşamı meye – tüm bunları hemen ve yardımcılar oldukları da hemen hepsi işsiz olan söylenmek zorundadır. boyunca proleter devrimin kesin Schwechat semtinden 1945’de onlardan negerekliliğini öğrenmiş genç bir insan için kadın ve erkek yolredeyse hiçbiri artık bu nedenle daha 15, 16 yaşlarında profesyonel daşların yardımıyla hayatta değildiler; – başladı. Ellerinde devrimci olmak istemek gayet doğaldı. Bu yaşta ne bazıları savaşta ölinşaat malzemesi müşler, çoğu Naziyazık ki, Nisan 1945’te bazı Kızıl Ordu mensupları bu olarak sadece çöpler tarafından katten toplanmış tah- barakayı kalacak yer olarak kullanıp yakacağa ihtiyaç ledilmişlerdi. Bu talar vardı. Taşıyıcı gruptan sadece hain duyduklarında kendisinin bazı en sevdiği kitaplarla olan iskele için dallar ve bir kişi1945’de birlikte topçu sobacığına kurban edilen bir ağaç köklerinin temin genel olarak hakir göedildiği Tuna-çimenlik rüldüğünden ve karısı da kişisel “parti programı” da kaleme aldı. dere vadilerinde bir yer biartık kendisini terk ettiğinliniyordu. Barakayı kaplama den intihar etti. için tahtalar herhangi bir firmanın F. St., kendisinin daha sonraki yaişe yaramaz hale gelmiş büyük miktarda şeşamında otuzlu yılların sonunda öğretmenker kasalarını attığı devasa bir “Gstättn” (**) den ta- leri ve örnek aldığı insanlarla karşılaştırabileceği çok şındı. Bunların kalınlığı ne yazık ki sadece 1 cm. idi. az sayıda insan tanıdı. Bu ise kendisi için acı bir deBaraka bu yüzden mutlaka çift duvarlı inşa edil- neyimdi. mek zorundaydı. Barakanın tavanına sadece bir çatı Şimdiye kadarki tüm yaşamı boyunca proleter devkâğıdı örtüldü. Her ne kadar daha baştan itibaren rimin kesin gerekliliğini öğrenmiş genç bir insan için barakanın her yanı hâlâ püfür püfür esse de, burası bu nedenle daha 15, 16 yaşlarında profesyonel devartık küçük Franz’ın ve onun ailesinin yeni evi oldu; rimci olmak istemek gayet doğaldı. Bu yaşta ne yazık savaş sonuna kadar bile böyle kaldı. ki, Nisan 1945’te bazı Kızıl Ordu mensupları bu baTabii ki bu yalnızca perişan bir barınma imkânı rakayı kalacak yer olarak kullanıp yakacağa ihtiyaç idi. Kışı geçirmek “Gstättn”in demirbaşlarından olan duyduklarında kendisinin bazı en sevdiği kitaplarla “topçu sobacığı”nın yanına sıkışmakla (elektrik zaten birlikte topçu sobacığına kurban edilen bir kişisel hak götüre!) kat kat battaniyelere sarılmakla müm- “parti programı” da kaleme aldı. Doğal olarak onlakün oluyordu. Ama bunun çok özel avantajları da rın (Kızıl Ordu mensuplarının – ÇN), zaten çok uzun vardı: Arsanın tepesine çıkıldığında barakaya yakla- zamandan beri özlemle Kızıl Orduyu bekleyen, ama şan birini 200 metre uzaklıktan görmek mümkündü. yukarılarında duydukları postal adımlarının, HitlerDahası barakanın altına kısa bir süre içinde üç mah- askerlerininkilerden geldiğinden korkan, kendilerizen kazıldı. Bunlardan ikisi birbirinin üzerindeydi ve nin barındıkları yerin 2 m. altında komünist bir aile
yaşadığından haberleri yoktu. F.St. 1943’de Hitler-Ordusuna askere çağırıldı ve Doğu Cephesine sevk edildi. Onun derdi Hitler ordusundan kaçıp, mutlaka Kızıl Ordu’ya katılmaktı. Bu neredeyse mümkün değildi. Ancak 1944 sonunda askerden kaçmayı ve “kendi” üsteğmeninin zaten kaçması için ona verdiği motosiklet ile Enns nehri boyunca Tuna yönüne kaçmayı başardı. Yolda uyuduğu bir ormanda kendisine şu öneriyi yaptığı bir köylü ile karşılaştı: Bana iyi bir saklanacak yer verirsen, bu harika motosiklet senin olur; ama beni ele verirsen, sadece motosikletten olmazsın, aynı zamanda ihtimalen kendi canından da olursun; çünkü sen bir asker kaçağına bedeli ölüm cezası olan yemek ve yatacak yer verdin. Onu daha fazla tehdit etmek gerekmedi; çünkü bu köylü şimdi güzel bir motosiklete sahip olduğundan ölmek istemiyordu. Sonra birlikte (F.St. ve motosiklet – ÇN) büyük bir samanlığa saklanıldı. Akabinde bu köylü yiyecek ve her ihtimale karşı bir de sivil giysi ile birlikte sırt çantası getirdi. Bu çiftliğin yanında üst kısmında yarılmış kayaların bulunduğu sarp bir dağ yükseliyordu. Ve F. St. köylünün her gün sabahın köründe bir kaya yarığına bıraktığı yemeği orada, yukarda yiyebiliyordu. Bu köylü çok dürüst bir insandı, kesinlikle bir Nazi değildi. F. St. kendisinin bu kayalık yerinden Enns’in karşı sahilini iyi bir şekilde görüyordu; önce panik halinde kaçan Hitler-ordusundan geride kalanları; ama bitmek bilmeyen günler ve geceler sonra birden Kızıl Ordu’nun öncülerini gördü. F. St. her ne kadar onların (Kızıl Ordu öncüleri - ÇN) neden durduklarını ve Enns’i geçmediklerini anlamasa da Kızıl Ordu buradaydı: F. St. artık daha fazla beklemek istemiyordu; doğrudan karşıya geçmeye davet eden çalılıklar altına iyi saklanılmış bir tombazı zaten keşfetmişti. Fazla beklemedi, ertesi sabahın köründe veda etmeksizin olabildiğince sessizce kürek çekerek Enns’i geçti ve kendisini Enns’in Doğu sahilini gözeten Sovyet askeri birliğinin komutanına götürttü. Akıl almaz şansı vardı ve yaşamı boyunca asla unutmayacağı bir subayla karşılaştı. Bu subay F. St. ‘un şahsında her halükârda bir düşman değil, bilakis, yardım etmek istediği yoksul bir genci gördü. Bu subay bir çevirmen çağırdı ve F. St.’a onun tüm yaşam öyküsünü anlattırdı; onun siyasi bilgilerini bile sınadı ve herhalde memnun oldu. F. St.’a karavana ve bir yatacak yer, ertesi günün sabahı kumanya ve F. St.’un ama daha sonra artık hiç ihtiyacının kalmadığı, kendisinin eve gidiş yolunu kolaylaştıracak bir de “Propusk(= kontrol noktalarından
geçiş izni – ÇN)” verildi. Eve döndüğünde, kendisi gibi firar eden babasıyla birlikte ailesini en alt bodrumda her ne kadar epeyi korksalar da yine sağlıklı ve yarasız-beresiz buldu. Sanki bir masal gerçekleşmiş idi. Ve derhal önce kötü durumdaki barakadan ev tamir edildi ve akabindeki günlerde Kaiser-Ebersdorf’da komünist bir taban örgütünün inşa edilmesine başlandı. Bu iş tıkır tıkır yürüdü. Bir kaç gün içinde 150’nin üzerinde üye kazanıldı. Ne var ki hemen başkan seçilen F. Str.‘nin babası bu başarıdan dolayı pek sevinmedi; çünkü birçoğunun sırf korkudan geldiği, bir diğer bölümünün ise sözde yeni “iktidar sahipleri”nden kendilerine avantajlar ümit ettiklerinden geldikleri açık idi. Bu 150 kişiden 140’ının gerçek komünist olamayacak gibi göründüğünü F. Str. ve babası düşündü ve çok büyük hayal kırıklığına uğradılar. Sonrası hızla anlatıldığında şöyle gelişti: Viyana’da çalışmasına başlamış olan, henüz tamamlanmamış durumdaki KPÖ’nün yönetimi, Kaiser-Ebersdorf’da neler olup bittiğini öğrendi ve daha yeni oluşturulmuş Simmering bölge yönetiminin bir elemanını, F. Str. ve babasının mümkün olan en kısa bir süre içinde MK-binasına gelmeye davet edilmesi için yolladı. Onlar da hemen bunun gereğini yerine getirdiler. Bu ilk bağlantı önce talihsiz geçti ve neredeyse başarısızlığa uğrayacaktı. Kaiser-Ebersdorf’dan Viyana merkezine gidiş henüz o kadar kolay değildi ve uzun sürdü. Ayrıca F. Str. ve babası yorgun bir halde ve yardımsız baraka evde bırakılan anne ve eşin derdine düşmüş durumda MK’na geldiklerinde yanlış beklentilere sahiptiler. Bu görüşme onlar için uzun yıllar sürmüş tehlikeli “dış hizmet”ten sonra bir tür siyasi eve dönüş idi ve bundan dolayı da bir kucaklaşma olmasa bile en azından içten bir tokalaşma beklediler. Oysa bunların hiçbiri olmadı. Uzunca bir bekleyişten sonra içeri buyur edildikleri kadro bölümünün elemanı, ayaklarını uzattığı büyük bir yazı masasının önünde oturuyordu; sonra dişlerinin arasına sıkışmış çikletinden kendisini kurtardı ve bunu masanın altına yapıştırdı. Konuşabilecek hale geldiğinde – F. Str. ve babası ne yazık ki ismini anlamadılar – birinci soru olarak her iki ziyaretçiye önceden KPÖ-bölge yönetimiyle bağlantı kurmaksızın ve gerekli olan danışmayı yapmadan neden bir parti örgütü inşa ettiklerini sordu. Gerçeğe uygun yanıt ne böylesi bir yönetimin varlığının ne de onun adresinin bilinmemesi idi. Oysa yerel koşullardan bihaber olduğundan bu kadro
53
54
sorumlusu bunu tasavvur edemezdi. Her halükârda Dünya savaşının sona erdiğindeki özel koşullardan diğer sorular peşinden geldi: İki sağlam komünistin da kaynaklanan bir durumdu. İlk parti okulu ile ilgili Hitler egemenliği ve onun savaşından belli ki ne zin- olarak Kızıl Ordu hatta onun dolaysız ebesiydi. Kızıl dana ne de temerküz kampına düşmeksizin zararsız Ordu Viyana’nın 19. Bölgesindeki Vega sokağında buçıkmaları nasıl mümkün olabilirdi? Bu sorular kırı- lunan, onu hiç de az olmayan sayıda Avusturyalının cı, evet neredeyse hakaret edici olan bir güvensizlik adlandırdığı gibi “Scheiß-İnquart” [ Yukarda beliratmosferi yarattı. Bu nedenle F.St.’nin babası kısa bir tildiği üzere onun asıl adı Seyss-İnquart, Almancada süre sonra, kendisinin hasta, bakıma muhtaç yalnız Scheiß bok/pislik demek, Seyss yerine Scheiß demişler bırakılan karısıyla ilgilenmek için muhakkak şimdi - ÇN]’ ın lüks villasına el koymuştu ve bunu KPÖ’nün eve gitmesi gerektiğini, oğlunun orada kalabileceği- hizmetine sundu. Bununla da kalmadı. Kızıl Orduni, belki anlatılması gerekenler hakkında bilgi vere- nun bir bölümü hem bu okulu korudu, hem de bu bileceğini açıkladı. Kadrocu adam biraz şaşırdı ama Kızıl Ordu bu okulu gıda maddeleri, birinci sınıf bir kalması konusunda ısrar etmedi ve F.St. babasının aşçı ile birlikte bir mutfak, öğrenim malzemeleri ve peşinden gidip gidemeyeceği ve bunun nasılını düzengin bir kütüphane, - onlardan her biri insanın şünürken F. Str.’nin babası, evin yolunu neredeyse aşık olabileceği birinci sınıf tuttu. Neyse ki sonraki gelişmeler devrimci - evet, hatta bunlardan başlangıçtaki bu olumsuzluikisi Kızıl Ordu mensubu, biri Halk dilinde bir “Gstättn” ğun tersine oldu. Kızıl Ordu’da asker olarak diye adlandırılan çoğu kez inşaat Çok kibar bir bayan savaşan bir Alman kosekreter F. Str.’a başka münisti Eildermann molozlarının atıldığı mezbele olarak birisinin daha onunla yoldaş olan - harika hizmet görmüş veya hâlâ çalışan ve yakında öğretmenlerle ve gekonuşmak istediğini bildirdi. Bu “birisi” yaşayan “ fakir insanların çocukları”nın en çok rekli olan her şeyle şimdi Nazi-elebaşı en iyi bir şekilde dohoşlandıkları oyun yeri olan yaban otlarının sarıp (***) Seyss-İnquart ’ın nattı. Viyana’daki asortik sarmaladığı yer çöküntüsü veya büyük çukurdur. Parti okulu bitmek villalarından birinde üzere iken F. St. için Çocuklar biraz büyüdüklerinde çoğu kez hemen başlaması geyine çok sevindirici bir reken ilk parti okulunu “Gstättn” buluşma yeri ve oluşturdukları sürpriz geldi: Hermann örgütlemiş olan Hermann Langbein yoldaş ona ge“çete”nin merkezi idi. Langbein yoldaş idi. lecek parti okulu-kursları Doğal olarak F. Str.’un bu ilk için iyi bir seminer yöneticisine parti okulunun nasıl olacağı ve gitve elemana gereksinim duyduğunu mesi gerektiği hakkında henüz hiçbir fikve F.St.’un bunun için çok uygun olacağını ri yoktu; oysa Langbein yoldaş bu ilk parti okuluna söyledi. F.St. ‘un bu öneriyi kabul edip etmeyeceği katılmak isteyip istemediğini kendisine sorduğunda, sorusunu Langbein yoldaşın sormasına hiç gerek kalbir saniye bile bunun üzerine düşünmedi. Sanki ken- madı; çünkü muhatap kişinin coşkuyla kabul edeceği disine en büyük piyango çıkmış gibi büyük sevinç zaten onun tavırlarından baştan belliydi. Bu durumduyarak “elbette, EVET!” diye yanıtladı. F. Str. tabii da yoldaş Langbein hemen ayrıntılara geçti: F.St. seki Langbein yoldaşa olağanüstü derece müteşekkir- minerlerin yönetimi ile birlikte aynı zamanda daha di. O mükemmel bir şahsiyet ve kendisinin birçok sonraki kurslarda, olasılıkla anti-faşizm okulunda, komünistin hayatını kurtarabildiği temerküz kam- böylesi konferansları vermek için, tartışmalar için pında yaşadıklarını anlattığında, kendisinin bütün konular hazırlamak ve bu tartışmaları yönetmek vs. öğrencilerinin onu hayranlıkla izledikleri, yaptığı iş vb. için Marksizm-Leninizmin temel sorunları üzerihakkında bütünüyle ikna olmuş bir öğretmendi. ne konferanslar hazırlamaya başlamalıydı. F. St. evet, Biz yine ilk parti okuluna geri dönelim. Bu okul her bizzat kendisinin de çok fazla şeyler öğrenebildiği bu bakımdan eşsiz-benzersiz idi ve artık asla bir benze- çalışmaya hemen girişti. ri olmadı. Doğal olarak bu aynı zamanda Kızıl OrParti okulları için angaje olan bir eleman olarak dunun muzaffer olarak Viyana’ya vardığında ve 2. F. St. aynı zamanda da KPÖ MK’nin “Propaganda
ve Eğitim” bölümünün bir elemanıydı. Ve bu bölüm önce Ernst Fischer tarafından yönetildiğinde bu MKbölümü Franz Marek tarafından devralındığında, F. St.’un görev alanının genişletilmesinin Marek tarafından kararlaştırması uzun sürmedi. Dört aydan altı aya kadar süren parti okullarındaki çalışmasının yanında F. St., şimdi de KPÖ’nün teorik organı “Weg und Ziel” (Yol ve Hedef –ÇN)’nın yazı kurulu elemanı oldu; bu organ için hemen hemen her zaman olumlu olarak değerlendirilen, hatta kendisine birkaç “taraftar” kazandıran, makaleler yazmaya başladı. Nihayet F. St. bu derginin künyesine sorumlu redaktör olarak da yazıldı. F. St. bir bütün olarak durumundan çok memnundu; çok yönlü işi onu sevinç ve umutla doldurdu; kendisini yaşamının bir doruk noktasında olarak hissetti: İş gününün (ve bu iş günü kural olarak sabah saat 9’dan gece saat 3’e kadar, yani 15 saat sürüyordu) büyük bir bölümünü parti okullarında veya toplantılardaki konferanslara hazırlanmak için Marksizm-Leninizmin incelenmesi için kullanabildi; partinin teorik organı için makaleler yazabildi, ajitasyon malzemeleri hazırlayabildi veya işleyebildi vs. Bu işler devrim öncesi bir zamanda yapılması gereken işlerin en önemlisiydi. Ve O tüm bunları görünüşe göre, Marksizm-Leninizmin sağlam temelleri üzerinde sarsılmaz bir şekilde duran ve mücadele eden ve onları ebediyen muhakkak izleyecek olan, Marks ve Engels, Lenin ve Stalin’in usta olarak gören bir KPÖ sayesinde yapabildi. Bunun tam tersinin gelebileceği, tüm bunların tersine dönebileceği tasavvur bile edilemezdi. Oysa tam da bu oldu. ----------(*) “Her türlü yardımdan dışlanmış” olmak demek, o zamanlar işsizlik yardımı almaktan süresiz olarak dışlanmış olmak, yani ilgili ailenin kendilerinin geçimini temin edecek veya temin etmek isteyen hiç kimseleri yoksa parasız-pulsuz ortada kalmaları demekti. Eğer ortada çocuklar varsa, o zaman aslında hiçbir şekilde yeterli olmayacak derecede Sosyal Yardım Dairesi biraz yardımda bulunuyordu. Bu duruma maruz kalanlar eğer orada burada “kaçak iş” bulamazlarsa, pratikte ya dilenciliği veya hırsızlığı seçmeğe mecburdular. Doğal olarak ne bu “işler” ne de papaza “ küçük bir sadaka” için yalvarmak komünistler için hemen hemen hiç söz konusu olmazdı. Oysa işsiz ve her türlü yardımdan dışlanmışların ordu gibi yığınları oluşturduğu bu durumda, rezilce kötü öde-
me yapılmasını bir tarafa bırakalım kaçak iş bulmak çok seyrek mümkün olabiliyordu. Halk dilinde bir “Gstättn” diye adlandırılan çoğu kez inşaat molozlarının atıldığı mezbele olarak hizmet görmüş veya hâlâ çalışan ve yakında yaşayan “fakir insanların çocukları”nın en çok hoşlandıkları oyun yeri olan yaban otlarının sarıp sarmaladığı yer çöküntüsü veya büyük çukurdur. Çocuklar biraz büyüdüklerinde çoğu kez “Gstättn” buluşma yeri ve oluşturdukları “çete”nin merkezi idi. Strobl’ların baraka-evin inşasından sonra bir yoldaş Kaiser-Ebersdorf’un büyük “Gstättn” inde bu barakayı bir bahçe kulübesi gibi gösteren, içlerine yeni camların takılmış olduğu ve duvarlara monte edilmiş atılmış birçok pencere çerçevesi buldu. (***) Arthur Seyß-İnquart, Viyana’da belli bir süre avukatlık yazıhanesi çalıştıran ve Hitler ona büyük ümitler bağladığından ve onu yeşil-faşist Avusturya’daki kendisinin esas temsilcisi olarak yetiştirdiğinden büyük bir Nazi-kariyeri yapan bir Südet idi. Hitler’in bastırmasıyla Seyß-İnquart 1937 yılında devlet sekreteri, Schuschnigg kabinesinde 1937 başında içişleri bakanı oldu. Bu ona (Hitler’e – ÇN) Avusturya devlet aygıtının belirleyici bölümlerini, her şeyden önce polisi Nazilerle doldurması fırsatını verdi. Hitler Avusturya’nın ilhakını hazırlarken Seyßİnquart hatta 11 Mart 1938’de Avusturya şanşölyesi (başbakanı), bundan daha iki gün sonra “Doğu Sınır Eyaletinin İmparatorluk Genel Valisi”, dahası aynı zamanda yetki alanı olmaksızın “imparatorluk bakanı” ve vahşi cani rejimini örgütlediği Hitler tarafından ilhak edilen Hollanda’nın “imparatorluk komiseri” oldu. Hitler bu hizmetlerinin karşılığı olarak vasiyetinde onu Almanya’nın gelecek dışişleri bakanı ilan etti. Nürnberg Davasında Hitler’in bu vasiyetindeki dileği yerine getirilmedi; bilakis Seyß-İnquart savaş canisi ve en azından 11.700 Yahudinin katledilmesi emri veren kitlesel cani olarak yargılandı. Bundan dolayı 16 Ekim 1946’da ölüme mahkûm edildi ve hemen idam edildi. ✓ (**)
[Avusturya Marksist-Leninist Partisi (AMLP)’nin merkezi yayın organı Rote Fahne (Kızıl Bayrak)’ın 12 Şubat 2012 tarihli 299. sayısı, sayfa 8-13’den Türkçeye çevrilmiştir.]
55
✒ okur mektubu
TEŞHİR NASIL OLMAMALI? Kaç metreye kaç ağaç dikileceği konusunda buradaki matematik hesap doğru bile olsa, RTE’nin en son verdiği rakam -“Orman ve Su İşleri Bakanlığı”nın verileri de- 2,8 milyardır. Bunun yalan olduğu iddia ediliyorsa, o zaman bu rakamın yanlış olduğu ispatlanmak zorundadır. Bu da somut ulaşılabilecek verilere dayanılarak mümkündür. Resmi verileri ise onlar açıklamaktadır. Bu durumda değişik kurumların verilerinin karşılaştırılmasında ortalama kabul edilebilecek bir rakam elde edilebilir.
D
56
ergimizin 165. sayısında “AKP’nin Çevreciliği Yalan ve Talan Üzerinde Yürüyor!” başlığıyla bir yazı yayınlandı. Bu başlığa göre yazının amacı AKP-Hükümeti’nin ve Başbakan R.T. Erdoğan’ın çevre/doğa dostu olmadığını ortaya koymaktır, onları teşhir etmektir. Amaç iyi ve doğru! Fakat yazının kendisi, nereden bakılırsa bakılsın, dergimizin genelde itinalı, verilere, olgulara dayanarak sorunları ortaya koyma bilimsel yaklaşımına uygun olmayan bir yazıdır. Bu açıdan en başta şunu belirtmek istiyorum: Bu yazı egemenleri teşhir etmeye çalışırken, teşhirin nasıl olmaması gerektiğini gösteren bir yazıdır. Bu değerlendirmemi neye dayandırdığımı ortaya koymak için yazıdaki kimi noktalara dikkat çekmeyi, sorunu bilince çıkarmak için yeterli görüyorum. Bu nedenle yazıda yanlış bulduğum tüm noktalarda tavır takınmadığımı da belirtmekte fayda görüyorum. Herşeyden önce şunu bilince çıkarmak gerekiyor: Teknik açıdan ele alındığında alıntıların çoğunun kaynağı verilmiyor. Kimi alıntıların tarihi veriliyor, ama bu da kaynak değil. Sayfa 8’de kaynak açısından yapılan açıklama da bu durumu düzeltemiyor. “Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün Yayın No:1’dendir” denerek kaynak gösteriliyor, bu da neyin bu kaynaktan alındığını somut belirtmediği için gerçekten kaynak olarak kabul edilecek bir veri değil. RTE’ye ya da AKP’ye ait olduğu söylenen ve italik olarak belirtilen yerlerin önemli bir bölümü de orijinal alıntı değil.
Bizim, onların dediğiymiş gibi aktardığımız düşüncelerdir. Bu, özellikle nükleer enerji tartışması bağlamında nokta nokta aktarılan yerlerde öne çıkmaktadır. Böylesi bir durumda okuyucunun alıntıları ve kaynağını kontrol etme imkanı yoktur. Sonuçta okur, yazıda yazılanlara “inanmak” ya da “inanmamak” seçeneğiyle karşı karşıya kalıyor. Bu yöntem gerçekte bize ait yöntem değildir, olamaz da! Eğer egemenlerin yalanlarını ortaya koyacaksak, o zaman da resmi verilere, olgulara dayanmak, ispatlanabilecekleri aktarmak ve de dayandığımız kaynağı somut olarak belirtmek gerekiyor. Ajitatif yazma adına “atmasyon”la “ben dedim öyledir”le kimseyi ikna edemeyiz ve bu yöntem güvenirliliğimizi yitirmemize yol açar.
AĞAÇ DİKME SORUNU... Bu noktada çıkış noktası, Gezi eylemleri döneminde RTE’nin ve AKP’nin kendilerini çevre dostu (bu, doğanın korunması bağlamında çevre dostu olma meselesidir, yoksa bunların kendi çevresini koruduğu, kolladığı tartışma konusu değildir) olduğunu gösterme çabasında, Gezi eylemlerini karalamak için tartışmayı başka alana çekmeleridir. Bu noktada özellikle Kemalistlerin bir kesimi RTE’ye muhalefet yapmak için, “2 Milyar 800 Milyon Ağacı Nereye Diktin Sayın Başbakan?” sorusunu sorarak bir tartışma başlattı. Tartışmaya değişik kesimler katıldı, tavırlar takınıldı. RTE’ye karşı olanlar, RTE’nin yalan söylediğini
okur mektubu
Cantimur’a ait olduğu belirtilmediğinden, 4,5 milyar rakamının da RTE’ye ait olduğu sanılabilir. İyi de bu da yazılmıyor ki! Neyle uğraşıyoruz? “Her 5-6 metre aralıklarla ağaç dikerseniz 1 dönüme sığdıracağınız ağaç sayısı 30-40 arasındadır. Bu da 75-100 milyon dönüm alan demektir. Yani işkembe-i kübradan atılan rakamlar arasındaki fark 100 milyon hektar alan demektir. Gerisini siz hesaplayın...” (sayfa 5) Kaç metreye kaç ağaç dikileceği konusunda buradaki matematik hesap doğru bile olsa, RTE’nin en son verdiği rakam -“Orman ve Su İşleri Bakanlığı”nın verileri de- 2,8 milyardır. Bunun yalan olduğu iddia ediliyorsa, o zaman bu rakamın yanlış olduğu ispatlanmak zorundadır. Bu da somut ulaşılabilecek verilere dayanılarak mümkündür. Resmi verileri ise onlar açıklamaktadır. Bu durumda değişik kurumların verilerinin karşılaştırılmasında ortalama kabul edilebilecek bir rakam elde edilebilir. Keyfi hesapla bir dönüme 30-40 ağaç dikileceğini savunmanın da herhangi tutar bir yanı yoktur. İnternetten verilen bilgiler arasında bir dönüme 100-250 arası ağaç dikildiği yönlü bilgiler, hesaplar var. Bu örneği vermemin nedeni, bu rakamı savunmak değil, başka hesapların olduğunu bilince çıkarmak ve bizim neye dayanarak bir dönüme 30-40 ağaç sığdırılabileceğini savunduğumuzu sorgulamaktır. Türkiye’nin toplam yüzölçümünün 780 bin km kare olduğunu söyleyip buna karşı da 2,8 milyar ağacın dikildiği alanın şu kadar bir yüzölçümü tutacağını hesaplamak, 2,8 milyar ağacın dikildiği tespitinin yalan olduğunu ispatlamaz. RTE ve AKP’yi teşhir etme “coşkusu” içinde 2,8 milyar ağacın dikildiği alan, “80-90 milyon dönüm alan demektir” deyip hemen sonraki cümlede ise bunu “8-9 milyon hektar” diye tekrarlıyoruz. Aynı hesabın iki kere ve farklı deyimlerle vurgulanması da herhangi bir yalanı belge-
✒
ispatlamak için değişik hesaplar yaptılar. RTE ve Hükümet tayfası ise “Orman ve Su İşleri Bakanlığı”nın 3 Haziran 2013 tarihli açıklamasıyla, 2003-2012 yılı sonuna kadar, 10 yıllık dönemin rakamlarını açıklayarak cevap verdiler. Buna göre 2012 yılı sonuna kadar 2.711.636.000 ağaç dikilmiş. 2013 yılının ilk beş ayında dikilenler de eklenince yuvarlak hesap 2,8 milyar ağaç ediyormuş. Bu temelde yürüyen tartışmada, RTE’nin 29 Mayıs’ta dikilen ağaç sayısını “yaklaşık 2,5 milyardır” diye vermesi, bu sayıyı 2 Haziran’da Fatih Altaylı’ya verdiği cevapta 3 milyara çıkarması ya da 9 Haziran’da 2,8 milyara indirmesi, Gezi eylemleri tartışması bağlamında tali bir meseledir. Takınılması gereken esas tavır, RTE’nin sorunu ağaç kesmedikme sorununa çekmesinin sahtekarlık olduğunu ortaya koymak ve bu temelde bir tartışmayı reddetmektir. Verdiği ra ka m larda k i tutarsızlık da buna bağlı olarak teşhir edilebilir. Fakat kaç ağaç dikilip dikilmediğini şu kadar metrekareye bu kadar ağaç dikilir vb. hesaplarla tartışmak sorunu çıkmaza sokmakta, daha da kötüsü tartışmanın dikkatini Gezi eylemleri bağlamında başka yerlere çekmektedir. Biz de tartışmalar dindikten sonra sorunun üzerine atlamışız... Gerçekten ispatlama durumumuz, imkanımız olsa ve verileriyle ortaya koyabilsek, bu konuda da RTE’nin yalan söylediğini belgelemek iyi olurdu. Ama durum böyle değil. Önce RTE’nin 2,5 milyar, daha sonra da 2,8 milyar ağaç dikildiğini söylediği aktarılmaktadır. Devamında “yalan rakamı 1,5 milyardan başlar; en yüksek noktası ise 4,5 milyara yükselen ağaç sayısıdır.” (sayfa 5) deniyor. Burada kimin 1,5 milyar, kimin 4,5 milyar dediği belli değil. Eğer RTE teşhir edilecekse onun dedikleri ele alınmalıdır. Örneğin 4,5 milyar rakamının Maliye Bakan Yardımcısı Abdullah Erdem
Olgu nedir? Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri arasında uranyum da vardır. Maden Tetkik Arama (MTA) Genel Müdürlüğü’nün 2012 yılına ait Temel Ekonomik Göstergeler Raporu’na göre Türkiye’de uranyum rezervi 9 bin 129 tondur. Bu kadarlık bir rezerv eğer uranyuma sahip olunmadığını gösteriyorsa o zaman denecek fazla bir şey kalmıyor!
57
✒ okur mektubu
leyemiyor! Bu hesapta da niye dönüm başı 35 ağacın ve 80 milyon dönümün temel alındığının açıklanması gerekiyor. Açık olan şey, bizim yazıda bu konuda herhangi bir yalanın belgelenemediği, bilimsel olarak verilere dayalı bir hesabın yapılmadığıdır. Örneğin bilimsel bir hesap, en azından dikildiği söylenen ağaç türlerinin ne olduğunu ve her türden ağacın aynı mesafeyle/ arayla dikilmediğini, erozyona karşı mücadelede farklı, ormanlık alan geliştirmede farklı ölçüler kullanıldığını (burada okul, devlet dairesi ya da hastahane bahçelerine dikilen ağaçlarda da farklı ölçüler kullanıldığını geçiyoruz) vb. vb. göz önüne almak zorundadır. Bu noktada bir soru: AKP hükümeti döneminde gerçekten de 2,8 milyar fidan dağıtılıp, satılıp piyasaya sunulduysa ve bunun büyük bölümü de dikildiyse –bir bölümü fidanların büyütülüp kesilip yeniden satışı için kullanılmaktadır-, bizim de tersini ispatlama durumumuz yoksa, AKP ve RTE doğasever/çevresever mi olmuş olacak? Yoksa doğayı koruma adına sigara içmeyi bırakıp özel jetle/uçakla her gün birkaç yere uçmaya mı benzer? Buna da siz karar verin!
siyaset atom gücü olan emperyalistlerin bu konudaki tekellerini güçlendirmeye yöneliktir. Yani nükleer enerjiye yönelmek yalanla açıklanamaz. Bunun perde arkasında egemenlerin çıkar hesapları vardır. Andaki yönetim de enerji ihtiyacını karşılamak adına bu seçeneği öne çıkarmıştır. Biz bu seçeneğe karşıyız. Egemenlerin çıkarına karşı bizim de çıkarımız, insanlığın geleceğidir, dünyamızın gelecek kuşaklar için üzerinde insanca yaşanabilecek bir gezegen olarak varlığını koruyabilmesidir. Sonuçta sınıfsal çıkarlar, ihtiyaçları ve de bu ihtiyaçların nasıl giderileceğini, ya da giderme yollarını belirlemektedir. Dergimizde sorulan “Gerçekten Türkiye’nin atom enerjisine/nükleer enerjiye ihtiyacı var mı?” (sayfa 5) sorusuna, Türkiye’nin değil ama anda Türk devletini yönetenlerin, egemenlerin nükleer enerjiye ihtiyaçlarının olduğu ilan edilmiş ve bu konuda ihtiyaçlarını giderebilmek için de adım atmışlardır cevabı verilebilir. RTE veya AKP de buna uygun davranmaktadır. Burada herhangi bir yalan söz konusu değildir. Bu başlık altında RTE ve AKP’nin teşhiri bağlamında, yalanda sınır olmadığını ispat için 10 ayrı nokta sıralanmaktadır. 1. Noktada “AKP’ye ve RTE’ye göre ‘Her 7-10 yılda bir enerji tüketimimiz ikiye katlanacakmış!, çünkü sanayileşiyormuşuz!’ ” (sayfa 6) dendikten sonra Türkiye’nin sanayileştiği kabul edilerek, “Sanayileştiğimiz doğrudur (biz değil ama Türkiye’de sanayileşme gelişiyor BN.), ama her 7-10 yılda ikiye katlandığı, AKP palavrasıdır.” (aynı yerden) tespiti yapılıyor. AKP’ye ya da RTE’ye ait olduğunu söylediğimiz alıntıda, sanayileşmenin iki katına katlanacağı söylenmiyor. İkiye katlanacak olan enerji tüketimidir. Yine bu tespit gelecekte ne olacağı konusunda yapılmaktadır. Biz ne diyoruz? Geçmişi göstererek “her 7-10 yılda ikiye katlandığı, AKP palavrasıdır.” diyoruz. Bu olgu birbirine karıştırıldığından da, AKP palavrasını ispat
Olgu nedir? Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri arasında uranyum da vardır. Maden Tetkik Arama (MTA) Genel Müdürlüğü’nün 2012 yılına ait Temel Ekonomik Göstergeler Raporu’na göre Türkiye’de uranyum rezervi 9 bin 129 tondur. Bu kadarlık bir rezerv eğer uranyuma sahip olunmadığını gösteriyorsa o zaman denecek fazla bir şey kalmıyor!
NÜKLEER ENERJİ SORUNU...
58
Eğer yalanda sınır yoksa, o zaman en başta yalanların ispatlanması gerekiyor. “Gerçekten Türkiye’nin atom enerjisine/nükleer enerjiye ihtiyacı var mı?” (sayfa 5) sorusu ve buna verilen cevap bir seçenek sorunudur. “Bizim nükleer enerjiye ihtiyacımız var” dendiğinde yalan söylenmiş olmuyor. Ayrıca her devlet gibi TC’nin de, eğer kalkınmasını sürdürmek istiyorsa enerjiye ihtiyacı vardır, olacaktır. Mesele sadece bugünkü ihtiyaç meselesi değildir. Petrol ya da doğal gaz gibi enerji kaynakları giderek tükenmektedir. Gelecekteki enerji ihtiyaçlarını karşılama sorunu tüm egemenleri ilgilendiren önemli bir sorundur. İran’a karşı son on yıldan beridir yürütülen saldırgan
21.10.2013 ✓ Bir YDİ Çağrı okuru
okur mektubu
santral yapmayı planlamak ya da bu konuda tahminde bulunmanın bununla ne alakası var? Tam çuvalladığımızı söylediğim nokta ise Türkiye’nin uranyuma sahip olmadığının tespitidir. Ne diyelim? Oluyor işte böyle şeyler! Olgu nedir? Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri arasında uranyum da vardır. Maden Tetkik Arama (MTA) Genel Müdürlüğü’nün 2012 yılına ait Temel Ekonomik Göstergeler Raporu’na göre Türkiye’de uranyum rezervi 9 bin 129 tondur. Bu kadarlık bir rezerv eğer uranyuma sahip olunmadığını gösteriyorsa o zaman denecek fazla bir şey kalmıyor! 5. Noktada yürütülen tartışma kaç kişinin istihdam edileceği sorunudur. Burada 10 bin yerine 100 bin hesabı doğru olsa da, tartışmanın bu biçimde yürütülmesi yanlıştır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’na atfen söylenen alıntıda, somut olarak kaç kişinin nükleer santral inşasında istihdam edilmesinin planlandığı söylenmektedir. Biz ise “Eğer dert buysa” diye başlıyoruz ve 10 bin yerine yenilenebilir enerji alanında 100 bin kişinin istihdam edilebileceğini anlatıyoruz. Kel alaka! Dert bu değil! Bakanın “derdi” daha fazla insan istihdam etmek değil. Somut planda kaç kişinin istihdam edilmek istendiğini söylemek yalanla da açıklanamaz. 6. Noktada Taner Yıldız’a karşı polemiğin de gerçekte anlaşılır hiç bir yanı yoktur! Türkiye’nin Enerji Bakanı olan biri yapılan enerji anlaşmalarında/ törenlerinde bulunmayacak da ne yapacak? Son olarak 7. Noktada verilen yüzdelere dikkat çekip yazımı bitireyim: Sayfa 7’de enerji tüketiminin 10 yıl sonra 540 milyar kWh olamayacağı anlatılmaya çalışılıyor. Yine geçmişin verileri, gelecekte neler olamayacağını ispat için kullanılmaktadır. Ayrıca “Elektriğin üretildiği alanlara göre yüzde olarak dağılımı şöyledir:” denip oranlar aktarılmaktadır. Hesap yüzdeye göre yapıldığından verilen oranlar toplandığında %100’ü bulması gerekiyor. Ama olmuyor! “Petrol 32,0; Doğal Gaz 41,2; Kömür 32,4; Su/Baraj 11,8 ve Diğerleri 1,3” toplandığında %118,7’lik bir oran çıkıyor karşımıza. Yazıda bunun bir açıklaması da yok! Yazının kendisi hep bu temelde ilerliyor, hemen hemen hiç bir noktada gerçekte verilere dayalı, sorunu proletaryanın sınıfsal bakış açısı temelinde ortaya koymamaktadır. Ümidim ve de arzum dergimizin böylesi yanlışlardan arındırılmasıdır.
✒
için 2002 –2012 yılları arasındaki dönemde bazı yılların ekonomik kalkınma oranları aktarılmaktadır. Alıntıyı fark etmeden çarpıtmış ya da açıkça onların tartışmadığı bir şeyi tartışmış oluyoruz. Onlar geleceğin hesabını yapıyor, biz ise geçmiş durumu gösterip palavra attıklarını ispatlamaya çalışıyoruz. Olacak iş değil diyemiyorum, çünkü olmuş bile! 2. Noktada, alıntıda doğalgazdan ve nükleerden elde edilecek elektrik fiyatı karşılaştırması söz konusudur, atom santralının/reaktörün 400 milyon dolara yapılacağı değil. Bu da rantı gizleyen bir yalan değildir. Bizim teşhir “coşkusuyla” armutla soğanı birbirinden ayıramamamızdır mesele. Asıl rant 8,2 milyar dolarlık doğalgaz yerine 400 milyon dolarla aynı orandaki elektriğin elde edilmesinden beklenmektedir. Daha ucuza elektrik üretmek, bunun halka, işçilere emekçilere daha ucuza satılacağı anlamına gelmiyor. Enerji tekellerinin karlarına daha fazla kar ekleyeceği anlamına geliyor. 4. Noktada tam çuvallıyoruz! RTE demiş ki: “‘Üçüncü nükleer santrali belki de Türkiye olarak kendimiz yapacağız.” (aynı yerden) Burada gelecek açısından konuşuluyor ve kesin bir şey de söylenmiyor. RTE “belki de” diyor. Nükleer santral inşa ederek hem daha ucuza elektrik üreteceklerini, hem dışa bağımlılıktan kurtulacaklarını ve hem de karbon salınımını azaltarak çevreyi güçlendireceklerini anlatıyor RTE. Biz ise enerji konusunda bağımlı olunduğunu (şu formülasyonla “bağımlı olduğumuz hayatın gerçeği”) kabul ederek, bağımlılığın TC hükümetleri tarafından sağlandığını söyledikten sonra şunu diyoruz: “Şimdi AKP-Hükümeti ve O’nun başı kalkmış, kendine ait olmayan bir teknik ile yapılacak atom santralleriyle bu bağımlılıktan kurtulacağız diyorlar! Ey beyhude! Bırak sen 3. Atom Santralini kendin yapma hayalini, elin adamı kendi yaptığını, yarattığı canavarı kontrol edecek durumda değil! (abç) Atom dışa bağımlılığımızı daha da artırır! Çünkü hem bu tekniğe sahip değiliz (biz bu tekniğe sahip değiliz, ama TC’nin egemenleri için, bu epey zaman da alsa edinilemez bir şey değil! BN.), hem de hammaddesi olan uranyuma sahip değiliz!” (abç) (aynı yerden) Alıntıda öne çıkarılan iki meseleden biri “3. santralı” “belki de Türkiye olarak” kendilerinin yapacağıdır. Diğeri de enerjide dışa bağımlılıktan kurtulma meselesidir. Biz ne diyoruz? “Ey beyhude! Bırak sen 3. Atom Santralini kendin yapma hayalini, elin adamı kendi yaptığını, yarattığı canavarı kontrol edecek durumda değil!” Mesele kontrol meselesi mi? Hayır! 3. bir
59