Sosyalist Dayanışma Dergisi Temmuz 2014 28. Sayı

Page 1

Politik Krizi Düzen Krizine Dönüştürecek Yolu Açalım! İlan Edilmemiş Dönüşüm Yaşanıyor

Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

TEMMUZ 2014 YIL: 4 SAYI 28

Ortadoğu’da Ortak Yaşamın Tek Güvencesi

Sosyalizmdir!

Hdp, Cumhurbaşkanlığı Seçimi, Tutumumuz Antakya, Rojava, Ulusalcılar ve Hdp Akp’nin Okmeydanı Planı Değişim Sancısı ve Aktörler Bonzai Zehirini Mahallede Halk İktidarı Bitirir! 12 Eylül Mirası Yök Güçleniyor Podemos Yapabiliyor

‫ةيربربلا وا ةيكارتشألا اما‬ Ya Barbarlık Ya Sosyalizm Բարբարոսութիւն Կամ Ընկերվարութիւն

An hovbûn an Sosyalizm

İhracat Şampiyonlarının Karnesi Irak, Işid ve Abd Kapitalist Devlet, Başkanlık Rejimi, Erdoğan ve Biz “Boyalı Kuşlar Irmağı”nın Cumhurbaşkanı: Jose Mujica


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

SABIR ÇÜRÜTÜR İSYAN İSE… Mahmut Uzun 31 yaşında bir insandı. Geçimini İstanbul’un keşmekeş trafiğine saplananlara güneşin altında su satarak sağlamaya çalışıyordu. İşlediği bu büyük suça karşılık kendisini kovalayan zabıtalardan kaçarken metrobüsün altında kaldı. Öldü. Asgari ücret Temmuz zammıyla birlikte 931 liraya yükseldi. İşçinin saat başına ücreti 4 lira bile değil. Oysa 3. Havaalanı inşaatında yapılan yeni bir düzenleme ile kot farkı 100m. den 75m.ye indirilerek Cengiz İnşaat’ın da içinde bulunduğu konsorsiyuma 2milyar euro kazandırıldı. Kar patlaması yaşayan İş Bankası’nın sahibi olduğu Şişecam’da sendikalı oldukları halde 1400 lira ortalama maaşla çalışan işçiler greve çıktı, Başbakan İş Bankası’nın yönetiminde bulunan CHP’lileri diline dolayıp prim yapacağına grevi ertelemeyi tercih etti. Çünkü “ulusal güvenlik” cam greviyle olağanüstü bir tehdit altındaydı. Yıllardır teknoloji üretemeyen, montaj sanayi aşamasını geçemeyen sermaye iş güvenliği konusunda bir çığır açtı. İçin için yanan kömürün çıkarıldığı Soma’da sensörler karbon monoksiti fark edemesin diye tam da bu aygıtlara temiz hava üfleyen incecik, görünmez borular döşendiği fark edildi. Tabii ne de olsa sensörler ötmese zehir yok demekti. Bunlara benzer örnekleri sonsuz sayıda verebilmek mümkün… Sermaye düzeni emekçinin insan olarak varlığının yok sayılması üzerine kurulu. Beylerin bitmez tükenmez açgözlülükleri hayatlarımızı sıfırlıyor. Gençlerimiz umutsuzluktan uyuşturucudan başını kaldıramaz hale geliyor. İşçiler, işsizlik batağına düşmemek için her şeyi sineye çekiyor. Bu arada sokaklarda ciplerden geçilmiyor. AKP’yi iteleyen para babalarının “acaba bir sömürgemiz daha olur mu?” hevesiyle viran eyledikleri Suriye savaşından saçılan yoksul insanların dilencileştirildiği, tekstil atölyelerinde haftalık 100liraya çalıştırıldığı kentlerimiz bu halleriyle giderek daha da çirkinleşiyor.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 4, Sayı: 28 Temmuz 2014 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

İşin en garip tarafı ise kimse bu sefaletten söz etmiyor. Biz de gerçekliği “medya”dan görmeye o kadar alışmışız ki sanki orada olmayan şey yok hükmünde… 931 liraya insanlar bir ay nasıl geçinebiliyorlar? Bu kadar korkunç bir zenginliği yaratanlar böylesi bir yoksulluğa nasıl mahkum edilebiliyor? Herşeyin konuşulduğu bir ülkede bunların “işin fıtratı” olarak görülmesi, sıradanlaştırılması normal kabul edilebilir mi? Cehennemin kapıları her geçen daha da açılıyor. Irak’ta yaşanan vahşet tabloları bir avuç kendini bilmez gericinin işi olarak görülemez. Bu maşaların arkasında ne olduğunu bir kurcalayın, savaşan büyük güçleri, onların çıkarlarını savunduğu şirketleri, petrolü, yağmayı, lüksü, şatafatı, çürümeyi, insanlıktan çıkmayı göreceksiniz. Mezhepleri, halkları, yıllardır iç içe yaşayan milyonları birbirine kırdırma senaryolarının milyar dolarlık anlaşmaların yapıldığı masalarda yazıldığını çok iyi biliyoruz. İşte o yüzden diyoruz ki bu hayatın tek alternatifi ancak sosyalizm, ancak paranın değerinin sıfırlandığı, ancak insanın kar için değil de ihtiyaçları için ürettiği, insanın bir meta olarak görülmediği bir düzen yoluyla yaratılabilir. Ya sosyalizm ya barbarlık, gerçek bir seçenektir. Kestikleri kellerle top oynarken mide bulandırıcı bir biçimde sırıtan, öldürdüğü insanın kalbini ısıran barbarlığın karşısında din, dil, ırk farklarını aşan bir kardeşlik olarak sosyalizm…..Dünyanın dengesini bozacak, tüketimle aklını bozacak bir çürümenin karşısına hayatı koyacak bir sosyalizm… Bunu başarmaya mecburuz. Sivas’ta yakanlara, Armutlu’da vuranlara, memleketi kendi oyun bahçesine çevirmeye çalışanlara, Roboski’yi örtenlere, soma’da işçi tekmeleyenlere inat.. Dimdik ayaktayız, diri bir umutla… DİRENİŞ BÜYÜYECEK, HALKLAR KAZANACAK!


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

POLİTİK KRİZİ DÜZEN KRİZİNE DÖNÜŞTÜRECEK YOLU AÇALIM! 30

Mart seçimlerini kazanması Erdoğan’ın politik krizi aşmasını sağladı mı? Ya da daha açık soralım Ağustos ayında Erdoğan başkan seçilirse bu krizin aşılma şansı var mı? Ortada bir politik krizin varlığından bahsedebileceğimiz bir durum var mı peki? Evet, Erdoğan açısından şu anda bir geçiş momentindeyiz ve bu moment yeni bir iktidar bloğunun istikrar kazanmasına kadar da sürecek. Cemaat ile yaşanan kopuşma, evde tutulan %50’nin dışındaki kesimlerin rızasını gönülsüzce bile olsa temin edebilme olanağının ortadan kalkması, uluslar arası zeminin muazzam kayganlaşması ve Erdoğan’a sadece mecburiyetten katlanılıyormuş gibi görünen iklim, Irak, Suriye ve Ukrayna’da yaşanan büyük alt üst oluşların yansımaları bu kriz görüşünü destekler durumda. 17 Aralık sonrasında ortaya çıkan iddiaların farklı bir güçler dengesinde Erdoğan’ın karşısına nasıl çıkabileceğinin hiçbir garantisi yok.

Erdoğan’ın Politik Krize Yanıtı: Başkanlık Sistemi

Erdoğan bu kriz koşullarından iktidarını daha da kemikleştirerek çıkmak isteyecek. Başkanlık hamlesi ile artık sistemin tam da merkezine oturacak, çok heveslisi olduğu gibi her şey ondan sorulacak. Fakat bu durum aynı zamanda onu daha da zayıflatacak. Düzenle derdi olan herkesin yöneleceği tek nokta olarak iyice belirginleşecek. CHP-MHP milliyetçi restorasyon bloğu ise hiçbir şeyi değiştirmemek adına her şeyi değiştirmeye soyunmuş durumda. CHP’nin uluslararası sermayeden ve Suud kralın-

dan aynı anda olur alan bir “muhafazakâr” bilim adamını aday göstermesi ilk bakışta şaşırtıcı gibi gelebilir. Restorayon cephesi bu sefer de muhafazakâr bir makyajla rol kapmak istiyor. Fakat restorasyon bloğunun bu hamlesi politik krizi daha da derinleştirmekten, taşları daha da yerinden oynatmaktan başka bir işe yaramayacak gibi görünüyor. Yıllardır mecburen CHP’yi destekleyen kesimlerin artık pamuk ipliği seviyesinde, koptu kopacak bir halde bağlı olduğu rahatlıkla gözlenebiliyor. Aleviler ve Kürtler, bu ülkenin iki direnç bloğunun birbirine çok daha dikkatli baktığı bir momente girdik. Bu kesimlerin birbirine giderek daha da yaklaşması çok önemli sonuçlar yaratabilir. Burada HDP’nin varolmuş bulunması büyük bir şans, Selahattin Demirtaş isminin de seçenek yaratma kapasitesi mevcut. Sonuna kadar destekleyeceğiz.

Hacivat-Karagöz Gölge Oyununa Kanma!

Fakat Erdoğan önümüzdeki ay içerisinde bir kez daha o çok bildik oyun planını devreye sokacaktır. Yaşananları bir tür Erdoğan ve Erdoğan karşıtları çerçevesine sokmak için kendisini bizlerin gözünde nefret nesnesi haline getirecek çıkışlar yapacaktır. “Herkesin cumhurbaşkanı” meselesinin boyaları çok çabuk dökülecektir. İşte burada devrimcilere, sosyalistlere çok önemli bir görev düşüyor: Politik krizi bir düzen krizi haline sıçratabilmek. Erdoğan ve restorasyoncular arasında yaşanan hesaplaşmayı bu çerçeveden düzenin sorgulandığı, ezilenleri düzenle hesaplaşmaya doğru iten bir yol açmak. Cumhurbaşkanlığı

kampanyasını “Erdoğan’ı durdurmak-Cumhuriyeti kurtarmak” ekseninden “Başka bir Ülke İstiyoruz” seviyesine sıçratabilmek. Soma’da 301 işçinin öldüğü, hiçbir siyasetçinin hesap vermediği bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Milyon dolarlara dairelerin satıldığı, inşaat işçilerinin 931 lira asgari ücretle çalıştığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Cam işçisinin grevinin “güvenlik gerekçesi”yle yasaklanabildiği bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Yoksul çocukların idama mahkûm edilebilir gibi uyuşturucu batağına itildiği bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Ormanlarımızın, kentlerimizin, sahillerimizin sermayeye peşkeş çekildiği bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Türk-sünni olmak dışındaki tüm kimliklerin “sorunlu” olarak algılandığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Kadın cinayetlerine tahammül etmek istemiyoruz. Erdoğan ve CHP-MHP’nin Hacivat-Karagöz mücadelesi açığa çıkardığından daha çoğunu örtüyor. Bunların gölge oyunun perde arkasında milyonların, işçilerin, kadınların, gençlerin, Alevilerin, Sünnilerin trajedisi yaşanıyor. Tek bir tersane işçisinin yaşadığı bir gün aslında bir devrimin, sermayenin tarihin çöplüğüne itilmesinin gerekçesi olabilir.

M.Mert SİNAN

Erdoğan ve restorasyoncular arasında yaşanan hesaplaşmayı bu çerçeveden düzenin sorgulandığı, ezilenleri düzenle hesaplaşmaya doğru iten bir yol açmak. Cumhurbaşkanlığı kampanyasını “Erdoğan’ı durdurmakCumhuriyeti kurtarmak” ekseninden “Başka bir Ülke İstiyoruz” seviyesine sıçratabilmek.

Devrimci Seçenek: 3 Kanallı Mücadele ile Büyüyelim!

Bu yüzden bizim meseleyi üç boyutuyla açmamız gerekiyor; en yakıcı, sistemin en yıkıcı fay hatlarını ortaya çıkaracak bir mücadeleye girişmemiz gerekiyor. Bu başlıkları şöyle sıralayabiliriz:

3


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

Etnik, Mezhepsel Çatışmanın Çaresi Kimliksiz Devlet

1) Devletin, topluma bir kimlik dayatma dönemine son vermeliyiz. Devlet halka ne olacağına, neye inanacağına dair bir dayatma içinde bulunamaz. Bu sürdürülebilir bir durum değildir. Sırf sınıf çatışmasını gizleyecek, sömürüyü görünmez kılacak bir ortak kimlik inşası adına devletin hepimizi aynılaştırmaya çalışması büyük acılara, korkulara yol açıyor. 1. Cumhuriyet’in milliyetçi dayatmaları, dağa taşa “Ne mutlu türküm diyene” yazması büyük mutsuzluklar, 30 yıllık bir savaş yarattı. Erdoğan’ın dindar gençlik istemesi, dağı taşı imam hatiple donatması de toplumu büyük gerilimlerle yüklüyor. Erdoğan’ın beslemesi IŞIDci selefilerin kendileri gibi inanmayanlara neleri reva gördüğü ortada. Ortadoğu’yu istedikleri gibi şekillendirmek isteyen emperyalist güçlerin yol verdiği mezhep savaşları kan banyoları yaratıyor. Bu kâbusa batmamanın yolu devleti tüm etnik, dinsel, mezhepsel referanslardan sıyırmaktır. Devlet, herkesin kimliğini yaşamasının güvencesi olmaya dönüşmelidir, yoksa belli bir kimliği topluma dayatmaya çalışmak onulmaz krizleri tetiklemektedir. Hırsızlıkları ortaya çıkan siyasetçiler kendilerini güçsüz hissettikçe daha da çok toplumu bu tarz kimlikler ekseninde bölmeye çalışmakta, böylece kendilerini kurtarmaya çalışırken toplumu ateşe atmaktadır. Ezilenler bu tuzağa düşmemelidir. Halkların kardeşliği düşmanlık üreten devletlerin maskesini düşürecektir. Bu anlamıyla işçi sınıfı enternasyonalizmi, ezilenlerin kardeşliği Ortadoğu’ya dayatılan kan banyosunun yegâne panzehiridir. Rojava’da ortaya konan model bu anlamda sahiplenilmeli, büyütülmelidir.

Ne Başkanlık Ne Restorasyon: Doğrudan Demokrasi

2) Erdoğan kendi politik krizinden, iktidarını daha da merkezileştirerek kurtulmak istiyor. Dolayısıyla kendisini bir sultanın yetkileri ile donatacağı bir siyasi

4

mimariyi özlüyor. Seçimleri kazanırsa da bu yolda fiili ve hukuki bütün seçenekleri kullanarak yürüyeceğinden emin olabiliriz. Erdoğan için artık devlet içindeki her özerk alan bir tehdit kaynağıdır ve derhal kendisine bağlanmalıdır. Merkez Bankası sık sık fırçalanır, memur işten çıkarmalarda idareye mahkeme kararlarını dinlememe hakkı tanınır, YÖK’ün üniversiteler üzerindeki kelepçesi sıkılaştırılır. Restorasyon cephesi ise her şeyi olduğu gibi muhafaza etme peşindedir. Tek adam partileri, anlamsız bir kuvvetler ayrılığı sistemi ve temel olarak siyasi sistemden dışlanmış koskoca bir toplum. Çıkar grupları ve siyasetin birlikte yürüttüğü bir müteahhit/ihale/teşvik düzeni devam etmelidir. Oysa Gezi’de yaşanan doğrudan demokrasi talebi yürümemiz gereken yolu gösterdi. Forumlar demokrasisinin inşası yolunda kimi adımlar atıldı. Ezilenleri siyasetin dışına iten bir sistem açlık ve yoksulluk üretiyor. Kentliler kentlerine sahip çıkamadıkça sermaye bizlere nefes alacak alan bırakmıyor. Ezilenler kendi seçeneklerini yaratmak istiyor. Bu isteklerin varolan geleneksel siyasi yapıda hiçbir karşılığı yok. Burada ezilenlere özne olma hakkı yok, tek seçim kimin kulu olacağımız, bizi hangi partiye yakın zenginlerin daha çok sömüreceği, sırtımızda kimi 4 yıl taşıyacağımız. Oysa biz kimsenin kulu olmak, sömürülmek veya hayatlarımızla birilerini ihya etmek istemiyoruz. Kendi hayatlarımız üzerinde doğrudan söz sahibi olmak istiyoruz. Kendi seçeneklerimizi üretmek istiyoruz. Bu yüzden doğrudan demokrasiyi üretmek gerekiyor. Şekilci, içi boş özgürlüklerini düzene iade ederek kendi demokrasimizi inşa etmemiz gerekiyor. Çalıştığımız, oturduğumuz yerden başlayarak doğrudan demokrasimizin alanını genişletmek gerekiyor. Halk demokrasisinin yegâne güvencesi ezilenlerin örgütlü gücüdür. Ezilenlerin güç olduğu mahallede çeteler Bonzai ile gençlerimizi zehirleyemez. Halk demokrasisinin güç olduğu yerde parklar, bahçeler, dereler,

ormanlar sermayenin kar alanı haline dönüşemez. Hesap sorabilen bir halk demokrasisi en iyi işçi güvenliği önlemidir. Soma’da kaybettiğimiz canlarımızın hesabını sorabilen bir halk demokrasisi tüm sefil madenleri kapatır. Sokaklar halkın meclisidir.

Sermayeyi Toplumun Denetimi Altına Almalıyız!

3) Sermaye bir ilişkidir, sermaye ilişkisi sonucunda bir toplumsal artık ortaya çıkıyor ve bu artık hayatlarımızı zindana çeviriyor. Servetler, bizim yarattığımız zenginlikler bizi köleleştiriyor. Oysa bu zenginlikler toplum yaratısıdır. Toplumun, ezilenlerin bu zenginlikleri zaptetmesi gerekiyor. Bizim yarattığımız zenginliğin bizi vurmasının sebebi artığın mülk edinilme biçimidir, sermaye ilişkisinin bu biçimi zenginlik ve yoksulluğu, devasa bir iktidarla onulmaz bir çaresizliği yan yana üretiyor. 20. yıl sosyalizmi bu belayı özel mülkiyeti kaldırarak savuşturabileceğini düşündü, ama işler yolunda gitmedi. Fakat işler yolunda gitmedi diye sosyalizmin mülkiyet meselesini gündeme getirmemesi aslında boş lakırdı ile gününü gün etmesi anlamına geliyor. Bugün öncelikle yapmamız gereken metasızlaştırma mücadelesidir. Yani temel ihtiyaçların karşılanması için gereken malların sermaye dolaşımı dışına çıkarılması mücadelesidir. Su, elektrik, barınma, ulaşım gibi temel ihtiyaçların ücretsiz karşılanması gerektiğini talep etmek sosyalizm mücadelesinin en yoksulları kazanması için kaçınılmaz bir

halkadır. Mülkiyet meselesi gündem yapılmadan özgürlük meselelerinde liberal alanın dışına çıkılamaz. Şişecamın sahibi İş Bankası grev ertelemesinin karşılığında hiçbir tepki görmüyorsa burada hepimizin bir eksikliği yok mudur? Sermaye ilişkisinin nasıl toplumun denetimi altına alınabileceği sadece düşünsel anlamda değil pratikle de tartışılması gereken en zorlu görevimizdir. Sonuç olarak önümüzde sıkı yüklenilmesi gereken 45 gün var. Düzen aktörlerinin gölge oyununun sihirbazlık numaralarını boşa düşürecek, ezilenleri, emekçileri o görkemli gövdesiyle siyaset alanına davet edecek, orada kendi taleplerini dövüştürmesinin önünü açacak bir politik çalışmayı başarmak durumundayız. Bir yandan adayımız Selahattin Demirtaş için çalışırken bir yandan da meselenin aslında isimler değil de bildiğimiz bir hayat memat meselesi olduğunu ortaya çıkarabilmek durumundayız. “acaba kim, kim?” mizanseni dışında düzenin politik krizini bir sistem krizine dönüştürebilmenin peşinde olacağız. Bu yolun sonundaki ışığı görüyoruz.


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

İLAN EDİLMEMİŞ DÖNÜŞÜM YAŞANIYOR

P

atronlar tarafından hep söylenen bir ironik laf vardır: “İşçi mahkemeleri hep işçilerden yana çalışıyor. Davaları hep işçilere veriyorlar.” derler. Aslında şöyle bir gerçek var ki işçi sınıfına “karnını doyurup ertesi gün yine işyerine gidebilmesi için verdiği dışında” hiç bir şey vermeyen bu burjuva düzen, mahkemelerde işçilere “haklısın” demek zorunda kalıyor. Çünkü işçiler çok ağır koşullarda ve çok büyük bir şiddetin içinde, insanlık dışı koşullarda çalıştırılıyor. Mahkemelere “haklısın” demekten başka bir seçenek kalmıyor. İşçi sendikalarının örgütlenme çalışmalarını neredeyse askıya aldığı, mevcut yetkili sendikaların toplu sözleşmelerini masada işçinin adını bile anmadan imzaladığı, direnişleri kırmak için sendikaların işverenlerle kol kola çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Toplu iş hukukunun neredeyse kullanılmaz halde olduğu günümüzde son 10 yıldır bireysel iş hukuku oldukça öne çıkmıştı ve 2003 yılında iş yasasında yapılan köklü değişiklikle işe iade davaları başta olmak üzere işçilere bir alan açılmıştı. Örgütlenemeyen, sendikalara güvenmeyen, güvencesizleştirmenin kıskacında işten atılan, sigortası yatmayan, primleri eksik ödenen, mobing gören işçiler, hakları için çareyi mahkemelerde görüyorlardı. 2002 ve 2008 krizleriyle işten atmaların çoğalması, güvencesiz ve taşeron çalışmanın yaygınlaşması ile artan hak gaspları mevcut olan hakları da almaya başlayınca her işçinin bir sendikası değil bir avukatı oldu. Mahkeme birkaç yıl da sürse bir sonuç elde ediliyor, bir kazanım elde etmiş olmak bir umut ışığı oluyordu. Bu yolla kısmen bir alan açılmasına rağmen aradan geçen 11 yıllık süreçte “hukuk” sermayenin çıkarlarına göre şekillenmiş ve bitmeyen davalar, kazanılama-

yan fazla çalışma alacakları, bir açmaza dönüşen işe iade davaları, yüksek mahkeme harçları işçi sınıfının umudunu bu alanda da tüketmiştir. Bireysel hakların kazanılması elbette ki çok önemliydi ama bu yol da kendi açmazlarını üretmiş, işçi sınıfının örgütleneme sorunları daha da fazla görünür olmaya başlamıştır. Son 2 yılda Yargıtay dairelerinden kayıt dışı tutulan ücretlerle ilgili işçi lehine bir karar çıkmamış, dosyaların azımsanmayacak bir çoğunluğu bu sebeple bozulmuş ve işçilerin fazla çalışma alacağı talepleri hayatın akışına uymayan, kör gözün gördüğü ama mahkemeler tarafından görülmeyen gerekçelerle reddedilmiştir. 2011 Yılının başında yapılan yasal düzenleme ile hukuk mahkemelerinde dava açabilmek için gereken harç, masraflar ile ödenme usulünde bir dizi değişiklik yapılmış, bir işçinin iş mahkemesinde dava açabilmesi için asgari 600-700 tl civarında bir harç ve masrafı peşinen dosyaya yatırması gerekmiştir. Halen eğer bu harç yatırılmazsa açtığı dava usulden reddediliyor ve işçi Anayasal bir hakkını kullanamıyor. Zaten 2-3 maaş alamamış, üstüne bir de işsiz kalmış işçi bu harcı ödeyip davasını açamıyor ve hakkının peşinden gidemiyor. Yasamanın, adli sistemin daha etkin yürütülmesi ve ödemelerden kaynaklı gecikmelerin önlenmesi amacıyla çıkardığı bu yasa, açılan dava sayısını 1/3 oranına düşürmüştür ve aslında davanın hızlı yürütümü değil dava sayısının azaltılması, hakkını talep eden işçi sayısının azalması gizli sonucunu doğurmuştur. Hasbel kader bir dava açmış işçi de 7-8 yıl süren mahkeme macerasından sonra bir daha dava açmaya tövbe etmektedir. Bu aslında ilan edilmemiş bir dönüşümdür ve gelinen aşamada hukuktan beklenen bir şey kalmamıştır.

Gelinen aşamada hukukun nasıl ortadan kaldırıldığı ve sermayenin çıkarına göre nasıl uygulandığına dair birçok örnek gelişmiş, Seka ve Tekel direnişleri hukuk canavarının dişleri arasında un ufak edilmiştir. En açık örnek ise Şişecam grevinin ertelenmesi olmuştur. Çünkü sermaye için gerekirse hukuk rafa kaldırılabilecek bir cam bardaktan ibarettir. Şişecam işçilerinin grevi Bakanlar Kurulu kararıyla “genel güvenlik” ve “genel sağlık” gerekçeleriyle 60 gün süreyle ertelendi. “Genel sağlık ve genel güvenlik” genel geçer lafıyla 5800 işçinin iradesine karşı tek bir şeyin önemli olduğu mesajını verdi hükümet: para...para...para… Bu mesajı daha önce de defalarca vermişti. Başbakan daha dün Gezi direnişi sırasında Koç grubuyla zıtlaşarak onları faiz lobisi olmakla suçlarken bugün ekranlara kol kola çıkarak “memlekete çok büyük katkıları olan bu aileyi” diye başlayan cümlelerle kutlamaktan geri durmamıştır. Bu büyük uzlaşma sermaye devletinin tecellisidir. Her şeyin sermaye için olduğu noeliberal düzenin asli uygulayıcılarından Recep Tayyip Erdoğan hükümeti hiçbir hukuk kuralı tanımadan, yine halktan aldığı yetkiyi halka karşı kullanarak işçilerin yasal grevini, hiçbir açıklama ve gerekçeye ihtiyaç duymadan engelledi. Bu bakanlar kurulu kararına itiraz edilmesi ve kararın iptal ettirilmesi de yine bu süreyi kısaltmayacak. Grev engellenmiş oldu ve 5800 işçi Soma’da katledilen 301 işçi gibi yok sayıldı. Ve aslında Tayyip hükümeti sermayeye “arkandayım” derken işçilere de bir mesaj vermektedir. Hukuk cam bardak gibi rafa kaldırılabilecek bir “şey”dir. Ve işçilerin de hukuka uygun davranmama özgürlüklerinin vakti gelmiştir.

Av. Sevgi Evrim

Gelinen aşamada hukukun nasıl ortadan kaldırıldığı ve sermayenin çıkarına göre nasıl uygulandığına dair birçok örnek gelişmiş, Seka ve Tekel direnişleri hukuk canavarının dişleri arasında un ufak edilmiştir. En açık örnek ise Şişecam grevinin ertelenmesi olmuştur. Çünkü sermaye için gerekirse hukuk rafa kaldırılabilecek bir cam bardaktan ibarettir.

5


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

HDP, CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ, TUTUMUMUZ

H Ülkede ezilenlerin gündemleri birbirlerinden olabildiğince kopuktur. Ezilenlerin birbirlerini anlayabilme, birbirlerinin hassasiyetlerini kavrayabilme yeteneği oldukça zayıftır. Bu eksiklik ise ezilenlerin bir karşıt hegemonya projesi ekseninde bir araya gelmesini ve devrimci, devrimci olduğu kadar da gerçekçi bir iktidar seçeneği ortaya çıkarmasını zorlaştırmaktadır. HDP tüm bu ezilen blokları anlayabildiği, onları birbirine yaklaştırmayı başarabildiği oranda kazanan ve büyüyen bir proje haline gelebilir.

DP, 22 Haziran’da Olağanüstü Kongresi’ni gerçekleştirerek hem eş başkanlarını hem de partinin diğer kurullarını yeniledi. Bu değişiklikler partinin, daha doğrusu halklarımızın umudu haline gelmeye başlayan büyük bir ittifakın önünde tarihi fırsatların açılmaya başladığı bir dönemde gerçekleşti. BDP’nin olabildiğince küçültülüp bir kadro hareketi haline dönüştürülüp, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kendisini büyük oranda HDP aracılığıyla ifade etmeyi tercih etmesi önemli tartışmalar yarattı. Böylesi önemli bir gelişmenin tartışmalar yaratması kaçınılmazdır. Esas olan bu tartışmaları sağlıklı bir biçimde değerlendirerek gerçekten de halklarımızın önünü açabilecek bir seçenek inşa edebilmektir. Ülkede olağan günlerden geçmiyoruz. Siyasi düzlemde büyük toprak kaymaları yaşanıyor. Cumhuriyetin 90 yıllık parametrelerinde ciddi çatırdamalar yaşanıyor. Ortadoğu’da haritalar değişiyor. Küresel güçler arasında yeni bir soğuk savaş başlamış durumda. AKP’nin inşa etmeyi hedeflediği sultanlık rejimi bir tür istikrarsızlık kaynağı rolü oynuyor. Böylesi bir momentte ezilenlerin ortak bir mücadele aracı olarak HDP’nin inşası çok önemli sonuçlar doğurabilir. Ezilenlerin süreçlere müdahale edebilmesi için HDP önemli bir araç olabilir. Ülkede demokrasi meselesini sadece Kürt sorunu ekseninde kavramayan, ülkedeki tüm tahakküm ilişkilerinde ezilenler lehine tutum geliştirebilen ve bunu bir vekalet aracılığıyla değil de bu kesimlerin doğrudan katılımıyla başarabilen bir HDP, büyük bir iş başarmış olur.

HDP, İmkânlar, Engeller…

Fakat bunun başarılabilmesi hiç de kolay değildir. Ülkede

6

ezilenlerin gündemleri birbirlerinden olabildiğince kopuktur. Ezilenlerin birbirlerini anlayabilme, birbirlerinin hassasiyetlerini kavrayabilme yeteneği oldukça zayıftır. Bu eksiklik ise ezilenlerin bir karşıt hegemonya projesi ekseninde bir araya gelmesini ve devrimci, devrimci olduğu kadar da gerçekçi bir iktidar seçeneği ortaya çıkarmasını zorlaştırmaktadır. HDP tüm bu ezilen blokları anlayabildiği, onları birbirine yaklaştırmayı başarabildiği oranda kazanan ve büyüyen bir proje haline gelebilir. Sadece tek bir ezilen bloğun hassasiyetlerine ve gündelik ihtiyaçlarına göre politika üretirse karşıt hegemonyayı kuramaz. Bu konuda umut verici gelişmeler yaşanıyor. Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’nin devrimci demokrasi doğrultusunda dönüşümü konusunda inisiyatif alabilmek için kendisi bir irade ortaya koyuyor. Bu iradenin ilk büyük sınavı da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanacak. CHP-MHP restorasyoncu-milliyetçi bloğunun ortaya Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir aday çıkarmış olması yaşanabilecek büyük toprak kaymalarını tetikleyecek bir işaret olarak okunabilir. Alevilerin geniş çoğunluğu açısından İhsanoğlu, Siyasal İslam’ın iktidarına uygun bir isim olarak görülüyor. Bu durum Aleviler ile CHP arasındaki mutsuz evliliğin sonunu getirebilir. CHP’nin Alevi katili MHP ile bu kadar içli dışlı olması, Kılıçdaroğlu’nun hiç tereddüt etmeden Bozkurt işareti yapabilmesinin değil de İhsanoğlu adaylığının bu etkiyi yaratmış olması ayrıca değerlendirilmeye açık bir konu olmakla birlikte şu anda bizim konumuz değildir. 1993’te Sivas Katliamı’nın derin devlet eliyle, şeriatçı çetelerce tezgahlanmasının en önemli sebebi Aleviler ile Kürtlerin politik

gündemlerini birbirlerinden ayrıştırmaktı. Aleviler, daha ziyade dini/mezhepsel bir çelişkinin ekseninde Siyasal İslam tehlikesine karşı konumlandırılmaya çalışıldı. Bu durum AKP’nin iktidar olduğu 2002’den bu yana daha da derinleşti. AKP’nin geriletilmesi stratejisi Alevileri birçok milliyetçi/ulusalcı projeyi desteklemek durumunda bıraktı. Aleviler ile milliyetçilik arasındaki bu yakınlaşma ise ister istemez Kürt hareketiyle bir karşıtlık oluşmasına da yol açtı. Çünkü söz konusu ulusalcı/milliyetçi kampanyaların hiç değişmeyen gündemlerinden bir tanesi de Kürt düşmanlığı olmaktaydı. Kürt Özgürlük Hareketi ise büyük serhildan ve direnişler sonunda devleti kendisini muhatap almak zorunda bıraktı. 30 yıldan uzun süren bir silahlı mücadelenin sonrasında devlet tüm imkânlarını seferber etmesine rağmen Kürt hareketini ezemedi. Kürt Özgürlük Hareketi de 4. Stratejik dönem adını verdiği alan tutmayı hedefleyen dönemde bile kentleri tam anlamıyla devletsizleştirmeyi başaramadı. Böylesi bir pata durumunun sonunda bugünkü gibi gitgeller içeren bir müzakere süreci başladı. AKP bu süreci kendisinin bir başarısı olarak pazarlayarak Kürtler içerisinde örgütlenmesini geliştirmeye çalıştı. CHP’nin genelde MHP çizgisinden ayrıştırılamayan tutumu ise AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi birlikte davranıyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkardı. 2013 Newroz’u sonrasında kimi Kürt siyasetçilerin kimi ölçüsüz demeç ve tutumları da bu algıyı pekiştirdi.

Pir Sultanla Demirci Kawa Elele Olmalı…

Bir tarafta AKP’yi ve temsil ettiği Siyasal İslam’ı en büyük tehdit olarak gören ve gerektiğinde Kürt halkının en küçük


özgürleşme olanağına çılgınca bir öfkeyle saldıran ulusalcı kesimlerle arasını yeterince açamayan bir Alevilik ile yıllardır büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü bir mücadelenin sonrasında bir takım kazanımları elde etmek ya da fiili olarak kullanılan hakları hukuki güvenceye kavuşturmak için AKP ile baş başa kalan bir Kürt Özgürlük Hareketi. Diğer tarafta Bu iki büyük direniş odağının birlikte hareket edebilmesinin düzen açısından ne kadar büyük bir tehdit oluşturabileceğini bilen devletin, bu blokları birbirinden uzaklaştırmak için yoğun çabası. (Sözcü gazetesinin AKP karşıtlığı ile Kürt düşmanlığını sentezleyen ve popülerleştiren çizgisi bu çabaların ideolojik alandaki en belirgin ve görünen örneğidir) Böylesi bir momentte İhsanoğlu’nun aday olması, bu ruh hali kopuşmasının aşılması noktasında çok önemli bir imkân yarattı. Alevi örgütleri şu ana kadar İhsanoğlu’na oy vermeyeceklerini birçok platformda açıkça ilan ettiler. Bu ruh hali alevi örgütleriyle sınırlı değil, tabanda da çok ciddi bir rahatsızlık var. Erdoğan’ın başkanlık propagandasında geliştireceği çizgi de alevi tabanın CHP’den kopuşup kopuşamayacağı konusunda belirleyici olacak. Erdoğan Alevileri direk olarak hedef alan bir söylem kullanırsa -ki İhsanoğu’nun adaylığı bunu çok kârlı bir strateji olmaktan çıkardı-, Aleviler yine de CHP’nin adayına ikna olabilirler. Fakat çok sayıda Alevi emekçinin de farklı bir politik tercihe yönelmesinin önü açıktır. Bu anlamda tarihsel bir momentte olunduğu açıktır. Ezilenlerin en büyük zayıflıkları birbirlerine karşı önyargılarından kaynaklanıyor. Bütün Alevileri “ulusalcı, milliyetçi, Kürt karşıtı” olarak gören kafayla, tüm Kürtlere “Erdoğan’ın ortağı” olarak bakan anlayış aynı madalyonun iki yüzüdür. Halklar içlerine düştükleri yıkımdan ancak birbirleri ile kucaklaşarak çıkabileceklerdir.

Devlet Etnik, Dini, Mezhepsel Kabuğundan Sıyrılacak…

Siyasi tutumların salt etnik/

mezhepsel bir varoluşla açıklanabilir olmaktan çıkabilmesi için ezilenlerin karşısına tüm kimlikleri bir sömürü gerekçesi, bir tahakküm ilişkisi olmaktan çıkaracak bir devrimci demokrasi programıyla çıkmak gerekmektedir. Devletin tüm etnik, dinsel, mezhepsel referanslardan ayrıştırılması bu programın temel prensibi olmak durumundadır. Unutulmamalıdır ki milliyetçilik de burjuvazinin dinidir. Laiklikten sadece “din ve devlet işlerini ayırmayı” anlamak yerine bu tarz özcü ideolojilerin tümünü siyasi alanın dışına çıkarmayı hedefleyen bir program halklarımızı ortak bir mücadele ekseninde bir araya getirir. Halklarımız arasındaki buzları kırmak zorundayız. Bu anlamıyla HDP’nin cumhurbaşkanlığı komisyonu çok doğru bir iş yaparak Alevi kurumlarını da diğer HDP dışı bazı siyasi yapılarla birlikte, cumhurbaşkanlığı sürecini birlikte götürmek üzere bir araya getirmiştir. 24 Haziran’da Ankara’da bu anlamda tarihi önemde bir toplantı gerçekleşmiştir. Fakat tek bir toplantı ile yılların birikmiş tortusunu ortadan kaldırmak mümkün olmuyor.

Ezilenlerin İttifakı Faşizm için Sonun Başlangıcıdır…

HDP içinde özellikle kimi ultra liberal “yetmez ama evet”çi unsurlar bu tarz ittifak meseleleri ile fazla vakit kaybedilmemesini istiyorlar. Bunların temel derdi HDP’nin kapsadığı ittifakın genişlemesinin kendilerinin “güneşin altında” ki yerlerini daraltmasıdır. “Kürt aday olmasın demişler” söylemini ballandıra ballandıra kullanmaları bu kışkırtmayla ittifak olanaklarına sırt dönülmesini teşvik etmektir. Diğer tarafta da benzer hesapların bulunduğu görülüyor. Özellikle Halkevleri neredeyse sürecin içinde bulunmaktan sıkıntı duyar şekilde bir “aday dayatması”ndan dem vuruyor. 24 Haziran toplantısında hiçbir aday önerisinde bulunmayan Halkevleri, 27 Haziran’da yapılan 2.toplantıya muhtemelen bu gerekçeyle katılmadı. Oysa Selahattin Demirtaş önerisinin bir

dayatma olarak algılanabilmesi için karşısında aynı ağırlıkta bir ikinci seçeneğin yaratılabilmesi gerekmez miydi? Doğrusu biz de süreç başlarken Cumhurbaşkanı adayının HDP dışından olması gerektiğini düşünüyorduk. HDP’ye önerdiğimiz isimlerin tümü bu kritere uygundu. Fakat gelinen noktada Demirtaş’tan daha etkin bir seçenek ortaya çıkmadı. Böylesi bir noktada hala “ille de HDP dışından” olsun denmesinin Kürt halkı açısından anlaşılabilir bir yanı bulunmamaktadır. Maalesef Türkiye devrimci/ sosyalist siyaset kanalları o kadar daralmıştır ki Kürt Özgürlük Hareketi’nin dışında tüm ezilenlere kamusal alanda hitap edebilen kadrolar çok zor yetişmektedir. “Aday dayatması” söylemi aslında ittifaktan kaçmanın gerekçesi olarak pişirilmektedir. Ortaya hem sağlıklı bir aday çıkarılamamakta sonra da bütün gazetelere, sitelere “hdp adayını belirledi, bize de onu dayatıyor” demeçleri verilmektedir. Buradaki esas kaygı ise seçimlerde olası bir HDP başarısının bazı yapılar için bir olanak değil de bir tehdit olarak algılanmasıdır. Böylesi tarihsel momentlerde böylesi küçük hesaplar bir politika bilgisinden kaynaklanıyor gibi görünebilir ama aslında derin bir cehaletin ürünüdür. Sonuç olarak Gezi’nin yarattığı büyük altüst oluştan sonra çok önemli bir ikinci momentte de halklarımızın önüne ciddi, toparlayıcı, kuşatıcı bir siyasi seçenek yaratma konusunda bir defa daha sınıfta kalmamalıyız. Bu tarihsel sürecin gerektirdiği ciddiyet ve özveri içerisinde hareket etmeyen tüm politik odaklar bunu çok ağır siyasi bedellerini de göğüslemeye şimdiden hazır olmalıdır.

Halklarımız arasındaki buzları kırmak zorundayız. Bu anlamıyla HDP’nin cumhurbaşkanlığı komisyonu çok doğru bir iş yaparak Alevi kurumlarını da diğer HDP dışı bazı siyasi yapılarla birlikte, cumhurbaşkanlığı sürecini birlikte götürmek üzere bir araya getirmiştir. 24 Haziran’da Ankara’da bu anlamda tarihi önemde bir toplantı gerçekleşmiştir. Fakat tek bir toplantı ile yılların birikmiş tortusunu ortadan kaldırmak mümkün olmuyor.

7


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

“Ulusalcı Tırmanış Antakya Halkları İçin Çözüm mü?”

ANTAKYA, ROJAVA, ULUSALCILAR ve HDP

Salih İNCESOY

Burada şu tespiti yapmalıyız: “Nusayrilerde oluşturulan Kürt düşmanlığı sistemli bir devlet politikasıdır!” AKP ve CHP, halklarımızın geleceğini karartan bu devlet politikasına sıkıca sarılma noktasında birleşmektedir. AKP’ye karşı geliştirilen ulusalcı çizginin ana mantığı bu temele oturmaktadır. Neden?

8

A

ntakya’da özellikle Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı sürecinin başlamasıyla birlikte olağanüstü bir politizasyon yaşandı. Üzerine Gezi isyanı eklendi ki 3 gencini yitiren kentte politik hareketlilik zirveye çıktı. Kent halkları, harıl harıl politik gündemlerle meşgul. Arap, Türk, Kürt, Ermeni, Nusayri, Sünni, Hıristiyan; dini ve etnik temelde çok kimlikli bir demografiye sahip Antakya’da, her kimlik kendi hassasiyetleri üzerinden gelişmeleri okuyor ve tutum alıyor. Bu anlaşılabilir bir şey.

“Esad Düşerse, Gelip Burada Bizim de Kafalarımızı Keserler!”

Politizasyonun ana ekseni Suriye süreci. Bu tespitin altını kalınca çizelim. Özellikle Nusayri nüfus büyük tedirginlik içerisinde. Kendileriyle aynı kimliği taşıyan Esad’la özdeşlik kuran Nusayriler, Esad şahsında Nusayri kimliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor. “Esad düşerse, gelip burada bizim de kafalarımızı keserler;” ortalama algı bu. Nusayri halkının bu algısını besleyecek

sayısız veri de sürekli çeşitli kanallardan kendilerine ulaşıyor. Özellikle selefi çetelerin kafa kesme görüntüleri, en travmatik olanları… Antakyalı Nusayrilerin Gezi sürecindeki pozisyon alışlarında da yine bu algı belirleyici oldu. Zira “El Kaide bağlantılı selefi çetelerin AKP eliyle beslendiği” gerçeği, Nusayriler açısından çok açıktı. Suriye sürecinin başlarında uzunca bir süre çete üyeleriyle burun buruna yaşamak zorunda bırakılan Nusayriler, El Kaide/ AKP bağlantısını ele verecek sayısız olaya yakından tanıklık etti. AKP karşıtlığı üzerinden gelişen Gezi isyanının Antakya’nın Nusayri yerleşimlerine sıçraması hiç zor olmadı. Ali İsmail, Abdullah Cömert ve Ahmet Atakan bu halkın çocuklarıydı… Antakya, yerel seçim sürecine de böylesi bir siyasi iklimde girdi. Nusayri halkının AKP karşıtlığı, onlar için varlık yokluk meselesiydi. Suriye sürecinden çıkarttıkları sonuç buydu. O nedenle, “nasıl giderse gitsin ama AKP gitsin” yaklaşımı Nusayri halkı

"AKP beslemesi cihatçı çetelerin 9 Şubat’ta Suriye’nin Maan köyünde gerçekleştirdiği Alevi katliamına karşı HDK eylemi"

açısından tartışılmaz bir doğruydu. “Nasıl giderse gitsin” anlayışı onları CHP’den aday olan eski AKP’li bir kişiyi neredeyse hiç tereddütsüz destekleme noktasına taşıdı. El Kaide çetelerini besleyen, Gezi’de gençlerinin kanı ellerine bulaşan AKP’nin eski belediye başkanını destekleme noktasına…

Nusayrilerdeki HDP’ye Bu Uzaklık Neden?

Yerel seçim sürecinde HDP seçeneğine de buradan yaklaşıldı. Başta Defne ve Samandağ ilçeleri olmak üzere Nusayrilerin yaşadığı alanlarda ulusalcı zemindeki oylar yüzde 95’ler seviyesine tırmanırken HDP yüzde 1’lerde kaldı. AKP karşıtlığı, ulusalcı kanallara aktı, akıtıldı. Nusayrilerin HDP’ye uzak duruşlarını “Kürt Özgürlük Hareketine uzak duruş” olarak okumak gerekir. Hatta önemli bir kesimi açısından “uzak duruş”tan da öteye durum düşmanlaşma seviyesine varmıştır. Bu düşmanlaşmanın zemininin taşları hangi verilerle döşenmiştir? Burası önemli! Başta da altını çizdiğimiz gibi Antakyalı Nusayriler Suriye’yle yatıp, Suriye’yle kalkmaktadır. Suriye’yle ilgili her konu onların gündemindedir. Doğal olarak Rojava’da yaşananlar da Nusayriler tarafından aynı dikkatle takip edilmektedir. Fakat kaderlerini Esad’la özdeşleştirmeleri ve Esad’sız bir geleceğin kendileri için kıyım anlamına geldiği düşüncesi, onları Esad’ın yanında yer almayan tüm kesimleri aynı kefeye koyma hatalı sonucunu çıkartmaya itmiştir. Rojava’ya işte böyle yaklaşılmaktadır.


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

Rojava (yani Kürtler) Esad’ın karşısındadır; dolayısıyla tüm Nusayrilere de düşman bir pozisyondadır. Denklem budur. Bu düşünce dışındaki gerçekliğe kendilerini kapatan Nusayriler, Rojava’da yaşananları maalesef gerçek boyutuyla görememektedir. Bütün Ortadoğu kimlikler temelinde boğazlaşma yaşarken, Rojava’da Arap, Kürt, Türkmen, Hıristiyan, tüm kimliklerin eşit, kardeşçe, barış içerisinde yaşayabileceği bir yaşamın inşası Nusayriler tarafından görülememektedir. Yaratılan kan deryası içerisinde halklar için biricik umut olan “Rojava halklar baharı,” Nusayri halkı tarafından son derece yanlış bir noktadan değerlendirilmektedir. Bu değerlendirme hatasına, içerisinde bulundukları olağanüstü tedirgin toplumsal ruh hali zemin hazırlamaktadır. Oysaki bu tedirginliği ortadan kaldıracak toplum modeli de bizzat Rojava’nın kendisidir. İşte o Rojava, halklar baharını kan deryasına çevirmeye çalışan El Kaide çeteleriyle de canları pahasına savaşmaktadır. Ne yazık ki Nusayrilerin önemli bir kesimi henüz gerçeği böyle okumamaktadır. Bu bakışla, Rojava’yla HDP arasında paralellik kurularak HDP’ye de aynı negatif duygu beslenmektedir.

“Nusayrilerde Oluşturulan Kürt Düşmanlığı Sistemli Bir Devlet Politikasıdır!”

Burada şu tespiti yapmalıyız: “Nusayrilerde oluşturulan Kürt düşmanlığı sistemli bir devlet politikasıdır!” AKP ve CHP, halklarımızın geleceğini karartan bu devlet politikasına sıkıca sarılma noktasında birleşmektedir. AKP’ye karşı geliştirilen ulusalcı çizginin ana mantığı bu temele oturmaktadır. Neden? HDP, eşitlik ve özgürlük temelinde Rojava’da geliştirilen toplum modeli anlayışını bulunduğu her alanda savunmaktadır. Seçim sürecinde halklarımızın karşısına bu şekilde çıkılmıştır. Hele çok kimlikli Antakya için böylesi bir yaşam, Ortadoğu kâbusuna sürüklenmemek için tek umuttur. Nusayri halkının tedirginliğinin panzehiri

de buradadır. Nusayri halkının olaya böyle bakması, Rojava’ya yakınlaşmasını getirecektir. Bu yakınlaşma, “demokratik özerklik” fikrini zihinlerde yeşertecektir. Halklar baharının havası, Rojava’dan, Antakya’ya yayılacaktır. Buna kesinlikle izin verilmemelidir! Sözünü ettiğimiz coğrafya, emperyalizmin yeniden paylaşım alanı olan Ortadoğu’nun en hassas bölgelerindendir. Daha da ötesi, olası bir “bölge devrimi”nin gelişmesi sürecinde halkların temas kuracağı köprülerden birisidir. Çıkarına temelden zıt bir sürecin önünü kesmek isteyen emperyalizm, “halkların buluşmasını halkların boğazlaşmasına çevirme” gayreti içerisindedir. Türk devleti açısındansa uykuları kaçıran bir alandır. Osmanlı hevesleriyle Suriye topraklarına göz dikilmişken, sınırın öte yanına sarkılıp tampon bölge kurulması hayal edilirken, o göz dikilen alanda bir halk iktidarı yeşerdi. Bunun üzerine bir de kendi topraklarında böylesi bir sürecin işlemesi, Türk devleti açısından kaldırılabilecek bir durum değildir. Mevcut sınırların fiilen değiştiği ülkelere Türkiye de mi dâhil olacaktır? Devleti kara kara düşündüren bu ihtimaldir. Sorunu devlet politikası haline getiren de bu derin kaygıdır. Buradan hareketle Nusayrilerin Rojava’yla gönül bağı kurması engellenmelidir. Nusayrilerin hassasiyetleri kaşınarak Rojava ve Kürt düşmanlığı geliştirilmelidir. Bunun için tüm kanallardan seferberlik yürütülmelidir. Yaşanan budur ve devlet politikası şimdilik sonuç vermiştir.

karartacak olmadık çarpıtmalara gidilmiş, HDP de bu çerçevede mahkûm edilmeye çalışılmıştır. HDP bileşenleri dışında neredeyse sol yapıların tamamı bu talihsiz rolü oynamıştır. HDP, bunlara karşı da göğüs germiştir.

“Rojava, Kan Deryasına Döndürülen Ortadoğu’daki Çiçek Bahçesidir…”

Antakya’da durum böyle gidemez. Nusayrilerin tedirginliğinin kaynağı, Ortadoğu’ya ve Suriye’ye baktıkça gördükleri kimlik eksenindeki kanlı boğazlaşmalardır. Rojava, bu tablodaki tek farklı seçenektir. Rojava, kan deryasına döndürülen Ortadoğu’daki çiçek bahçesidir. Nusayriler bu gerçeklikle buluşacaktır. HDP, bu gerçekliği tüm güçlüklere göğüs germeye devam ederek Nusayri halkıyla da buluşturacaktır. Kimliklere sıkışmış kutuplaşmanın varacağı nokta yaşanan örnekler üzerinden bellidir. Korktuğumuzun başımıza gelmemesi için başka seçeneğimiz yoktur…

Antakya’da durum böyle gidemez. Nusayrilerin tedirginliğinin kaynağı, Ortadoğu’ya ve Suriye’ye baktıkça gördükleri kimlik eksenindeki kanlı boğazlaşmalardır. Rojava, bu tablodaki tek farklı seçenektir. Rojava, kan deryasına döndürülen Ortadoğu’daki çiçek bahçesidir.

Hassasiyetlerin yüksek olduğu ve bunun sonucunda da saflaşmaların keskinleştiği Antakya’da bu şiddetli fırtınanın önüne geçmek zordur. HDP, bu zorluğu göğüslemektedir. Kürt karşıtı seferberliğe soldan da dâhil olanlar vardır. Ulusalcı zemine savrulan bu yapılar, devletin taktik alanına düşmüştür. Seçim sürecinde bu yaşanmıştır. Döne döne Nusayrilere “Esad karşıtlığı” üzerinden Rojava kötülenmiş, Rojava gerçekliğini

9


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

Fikret KIZILTAN

Tayyip Erdoğan’ın bir zamanlar kendisinin de ikamet ettiği bu bölgeyi bütünüyle yıkıp baştan inşa etme inadı, her şeyden önce bölgenin rant potansiyelinden kaynaklanıyor. İstanbul’un göbeğinde yer alan Okmeydanı, mülk sahipliğinin yasallaşmasının ardından muazzam değer kazanacaktır. Ortaya çıkacak olan bu büyük rant, AKP yandaşı sermaye gruplarının iştahını kabartmaktadır.

O

kmeydanı’nda yaklaşık 100 bin kişinin yaşadığı beş mahallede hedeflenen kentsel dönüşüm projesi, Beyoğlu Belediyesi’nin bölgenin “riskli alan” ilan edilmesi için Bakanlar Kurulu’na başvurması ile yeni bir aşamaya geldi. Bölgenin riskli alan ilan edilerek afet yasası kapsamına alınması Bakanlar Kurulu kararı ile kesinleşecek. Planın arkasında bizzat Tayip Erdoğan’ın olduğu düşünülecek olursa, büyük ihtimalle Okmeydanı önümüzdeki aylarda afet yasası kapsamına alınacak. Riskli alan ilan edilen yerlerde, toplam arazinin üçte ikisine sahip olanların kararı ile kentsel dönüşüm gerçekleştirilebiliyor. Okmeydanı için hazırlanan yeni planda büyük miktarda alan elde edecek olan Belediye’nin, bu alanlar da hesaba katıldığında üçte ikilik orana ulaşması çok zor görünmüyor. Yani Belediye afet bölgeleri yasasının tanıdığı yetkilerle kentsel dönüşüm sürecini hızlandırmaya çalışıyor. Çünkü şu ana kadar süreç, hedeflediklerinden çok daha yavaş ilerledi.

Yıkım Planlarının Kısa Tarihçesi

Okmeydanı’nın yıkımı ile ilgili ilk planlar 1990’lı yıllardan gündeme gelmiş, ancak halkının direnişi, bölgeyi iş sahasına dönüştürmeyi hedefleyen bu planların uygulanmasını engellemişti. Yıkıma karşı mücadele farklı halk kesimlerini bir araya getirmiş, bu da dönemin İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ın geri adım atmasını sağlamıştı. 2005 yılında tarihi sit alanı olarak gösterilen parsellerde (Kulaksız top sahası çevresi) başlayan yıkım, bir kez daha halkın direnişi ile durdurulmuştu. 10 bin kişinin katıldığı protesto eylemi, belediyeye geri adım attırdı ve yıkım çok sınırlı bir alanda yapılabildi. O tarihte yıkılan binaların yerine bugün Bilal Erdoğan’ın ortak olduğu Okçular tekkesi inşa edildi. Semtin amatör futbol kulübüne ait saha da Okçular tekkesine hibe edildi. 2005’deki yıkım sınırlı bir

10

AKP’NİN OKME alanı tehdit etse de, Okmeydanı halkının yıkım gündemi etrafında örgütlenmesinin zeminini hazırladı. Yıkıma karşı mücadelenin yeni bir aşaması olarak Okmeydanı Çevre Koruma Derneği kuruldu. O günden bu yana dernek, Okmeydanı’nda rant amaçlı kentsel dönüşüm projesine karşı yürütülen mücadeleye öncülük ediyor. 2010 yılında Belediye yeni bir planla halkın karısına çıktı. Öncelikle Vakıflar Müdürlüğü’ne ait olan arazi Hazine’ye, oradan da Belediye’ye transfer edildi. Ancak Belediye, mülk sahiplerine kendi arsalarının tapusunu vermek yerine, beş mahalledeki bütün binaların yıkılıp, daha büyük bloklar halinde yeniden yapılmasını öngören bir plan hazırladı. Tapular da bu planda yer alan büyük parseller içinde hisseler olarak satılacaktı. Yani insanlar sahip oldukları yerin tapusunu değil, büyük bir parselde bir hisse alabileceklerdi.

bin tapuyu satışa sunduğu halde, sadece 2700 kişi tapu almak için belediyeye başvurmuş ve taahhütname imzalamıştır. Büyük çoğunluk bu koşullar altında tapu almayı tercih etmemiştir. Çünkü tapuları almak, Belediye’nin öngördüğü plana da onay vermek anlamına gelecektir.

Bu noktada, mülkiyetle ilgili çok sayıda sorun ortaya çıktı. Öncelikle tapu alınacak alan nasıl belirlenecekti? Belediye’nin kararına göre sadece üzerine bina olan arsalara tapu verilecekti. Yani eğer arsanın yarısı bahçe olarak bırakıldıysa bu bahçe belediyeye kalacaktı. Böylece arsasın içinde nefes alma payı bırakanlar cezalandırılmış oluyordu.

Neden Okmeydanı?

İkincisi tapu için belirlenen bedel, arsanın emlak değerinin iki katıydı. Bu da işçi ve emekli maaşıyla geçinen Okmeydanılar için oldukça yüksek bir rakamdır. Üstelik tüm bunlar göze alınarak tapular satın alınsa bile, bu tapunun karşılığında, ilerde başlatılması öngörülen kentsel dönüşümden mülk sahiplerinin payına ne düşeceği de tamamen belirsizdir. İşte tüm bu sorunlar yüzünden belediye yaklaşık 21

İşte mülk sahiplerinin bu “pasif direnişine” karşı Belediye’nin taktiği Afet yasasına başvurmak olmuştur. Afet yasasının belediyeye sağlayacağı yetkiler, ikamet edenlerin tamamının rızası alınmadan da dönüşümün başlatılmasını mümkün kılacaktır. Tayyip Erdoğan’ın bir zamanlar kendisinin de ikamet ettiği bu bölgeyi bütünüyle yıkıp baştan inşa etme inadı, her şeyden önce bölgenin rant potansiyelinden kaynaklanıyor. İstanbul’un göbeğinde yer alan Okmeydanı, mülk sahipliğinin yasallaşmasının ardından muazzam değer kazanacaktır. Ortaya çıkacak olan bu büyük rant, AKP yandaşı sermaye gruplarının iştahını kabartmaktadır. İşte bu rant beklentisi nedeniyle, İstanbul’un çoğu semtine göre zemini oldukça sağlam olan Okmeydanı hiç bir bilimsel araştırmaya dayanmayan zorlama bir kararla riskli alan ilan edilmek isteniyor. Oysa deprem konu-


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

EYDANI PLANI de bu yağmadan büyük pay kapacaklarına şüphe yok. Tabi bu arada sosyal doku da tamamen tahrip edilmiş olacaktır. Soykırım kavramından hareketle bir mekân-kırım olarak anılabilecek olan bu proje, Okmeydanı’ndaki toplumsal yaşamı da bitirmiş olacak. Ağaç katliamlarının yüzlerce yıldır oluşmuş olan eko sistemi yok etmesi gibi, kentsel dönüşüm uygulamaları da sosyal yapıyı geri dönülmez biçimde tahrip etmektedir. sundaki sahici bir çalışmanın öncelikle sayısı hiç de az olmayan dere yataklarına kurulmuş semtlerden başlaması gerekmez miydi? Okmeydanı’nı bu açıdan acil kılan deprem riski değil, taşıdığı büyük rant potansiyelidir. Okmeydanı projesini, Kasımpaşa tersanesinin otel ve yat bölgesi yapılması ile birlikte düşünmek gerekiyor. Şehrin merkezinde bir ucu Haliç’e diğer ucu Şişli’ye uzana bu kıymetli alan kentsel dönüşüm adı altında İslami burjuvaziye peşkeş çekilmek isteniyor. Belediye’nin hazırladığı tanıtım filmlerine bakılırsa, Okmeydanı orta sınıflara hitap eden lüks siteler ve ultra modern ticareteğlence merkezleriyle sınıf atlayacak. Yalnız Okmeydanı sınıf atlarken, kiracısıyla ev sahibiyle 100 bin Okmeydanlının da sınıf atlaması pek mümkün görünmüyor. Bugün Okmeydanı’nda yaşayanların yüzde 90’ı o sitelerin aidatlarını bile karşılayamaz. Bölgede oluşacak devasa ranttan belki bir kaç kırıntı da mülk sahiplerinin payına düşecektir. Ama sonuçta herkes alabildiğini alıp mahalleyi terk etmek zorunda kalacaktır. Böylece kentin merkezindeki bu değerli arsalar yoksulardan zenginlere geçirilecek, bu süreçte AKP’li müttehitler de büyük karlar elde edecektir. Tayyip Erdoğan’ın aile fertlerinin

İşin diğer boyut ise muhalif politik kimliğiyle öne çıkmış, bu yönüyle adeta simgeleşmiş bir mekânın tamamı olmasa da önemli bir kısmının ortadan kaldırılmasıdır. Okmeydanı’nın Şişli ilçesinden kalan kısmı (Mahmut Şevket Paşa Mah.) şimdilik bu yıkımdan kurtulacak olsa da semtin Beyoğlu tarafı bütünüyle yok edilecektir. Böylece devrimci solun etkinlik kurabildiği bir bölge haritadan temizlenmiş olacaktır. İşin bu yönü de iktidar açısından rant sağlamak kadar önemli olsa gerek.

Proje Çok Kapsamlı, Direniş de Öyle Olmak Zorunda

Okmeydanı’nda hedeflenen kentsel dönüşüm bugüne kadar görülmemiş çaptadır. İmar yasasındaki 18. Madde uyarınca tüm binaların yıkılarak bölgenin sıfırdan imarı amaçlanmaktadır. Belediye toplantı üzerine toplantı yapmakta, reklam filmleri, yerel gazeteler vb. propaganda yöntemleriyle projeyi halka kabul ettirmeye çalışmaktadır. Yukarda değindiğimiz gibi mevcut şartlarda tapu almak için taahhütname imzalayanlar, henüz yüzde 13 seviyesindendir. Ancak Belediye ikna çabalarına çok yönlü devam etmektedir. Hem havuç (rant elde etme hayali) hem de sopa (afet yasası, hak kaybı tehdidi) gösterilerek mülk

sahiplerinin mevcut şartları kabul ederek tapularını satın almaları sağlanmaya çalışılmaktadır. Okmeydanı’ndaki toplumsal yaşamın bütününü tehdit eden bu saldırıya karşı ancak geniş bir direniş cephesi kurularak karşı çıkılabilir. Öncelikle mevcut planın durdurulması gerekiyor, bunun için yasal itirazlar önemli bir rol oynayabilir. Ardından halkın gerçekten söz sahibi olduğu bir dönüşümü tartışmak gerekecektir. Ancak bunların yapılabilmesi için Okmeydanı halkının ortak hareket etmesi gerekiyor. Mahallede AKP tarafından kışkırtılan mezhep saflaşması büyük bir sorun olarak önümüzde duruyor. Aslında Burakcan olayına kadar mahallede eskiden beri var olan sağ-sol, Sünni-Alevi bölünmesi bir ölçüde aşılmaya başlanmıştı. Burakcan’ın şaibeli bir şekilde öldürülmesinden sonra, AKP ilçe teşkilatı Sünni kesimi Alevilere ve solculara karşı yoğun bir anti propaganda ile saflaştırdı. Öyle ki iki kesimin birlikte yaşadığı sınır bölgelerinde Sünniler, Alevi komşularından selamı sabahı ve alışverişi keser oldular. Siyasi kimlikle içiçe geçmiş bu mezhep saflaşması, şu anda Okmeydanı’nda kentsel dönüşüme karşı verilecek mücadelenin önündeki en büyük engeldir. Çevre Koruma Derneği şimdilik asıl olarak Alevi mülk sahiplerini harekete geçirebiliyor. Ancak hem “aşağı mahalle” ile bir şekilde yeniden irtibatlanmak, hem de kiracıları da bu mücadeleye katmak zorundayız. Bunun için öncelikle derneğin daha kapsayıcı bir söylem geliştirmesi gerekiyor. AKP tarzı kentsel dönüşüme karşı mücadele, sadece yerel mülk sahiplerinin oluşan ranttan daha fazla pay alması zeminine oturtulamaz. Asıl vurgulamamız gereken, belirli bir yerellikte yaşayan herkesin mekânın yenden planlamasında söz sahibi olabilmesidir.

Okmeydanı’ndaki toplumsal yaşamın bütününü tehdit eden bu saldırıya karşı ancak geniş bir direniş cephesi kurularak karşı çıkılabilir. Öncelikle mevcut planın durdurulması gerekiyor, bunun için yasal itirazlar önemli bir rol oynayabilir. Ardından halkın gerçekten söz sahibi olduğu bir dönüşümü tartışmak gerekecektir. Ancak bunların yapılabilmesi için Okmeydanı halkının ortak hareket etmesi gerekiyor.

11


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

Mehmet YILMAZER

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine “beş kala” hazırlanan “müzakere yasası” da bu takiye ve pragmatizmin son örneğidir. Konunun bir yasaya bağlanması, yani meclise getirilmesi elbette önemli bir siyasal basamaktır. Ancak AKP’nin niteliğinde bir değişim olmadıysa, bu adımın seçimleri atlatmak için atılan son derece sığ bir adım olduğu çok açıktır.

İ

DEĞİŞİM SANCIS

ki binli yılların başlarında AKP iktidarı ile başlayan “değişim” en sancılı günlerine girmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015’de yapılacak genel seçimler bu değişim sürecinin kritik basamakları olacaktır. Cumhuriyet’in eski kalıplarının yıpranıp tıkandığı günlerden geçiyoruz. Günümüzde bu sancılı sürecin üç önemli aktörü vardır. Birisi AKP; diğeri CHP ve MHP; üçüncüsü, HDP’dir. Böyle günlerde sürekli devrede olan ordu, bu kez güç hesaplarının dışındadır. Eğer becerebilirse Cumhuriyet, ilk kez böyle krizli bir süreci “sivil” güçlerle aşacaktır. Nasıl aşacağı konusunda elbette bugünden bir şey söylemek çok zordur. Ancak sürece katılan güçlerin yönelişleri hakkında tespitler yapmak mümkündür. AKP ve Siyasal İslam’ın cumhuriyete katmak istedikleri artık yeterince belirginleşmiştir. Askeri vesayetin geriletilmesinden sonra AKP’nin hedefinde çok sözünü ettiği “ileri demokrasi” değil, İslami renklerle boyanmış otoriterleşme olduğu artık apaçık ortadadır. AKP, bu gidişini başkanlık sistemine geçişle tamamlamak istiyor. Bu yolda her şeyin mubah olduğu görülmüş, takiye ve pragmatizmin zirvesine çıkılması mahalli seçimlerde bütün dehşetiyle yaşanmıştır…

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine “beş kala” hazırlanan “müzakere yasası” da bu takiye ve pragmatizmin son örneğidir. Konunun bir yasaya bağlanması, yani meclise getirilmesi elbette önemli bir siyasal basamaktır. Ancak AKP’nin niteliğinde bir değişim olmadıysa, bu adımın seçimleri atlatmak için atılan son derece sığ bir adım olduğu çok açıktır. Bu adıma “tarihsel” bir nitelik yüklemek fazla olur. Daha doğrusu böyle olup olmadığı önümüzdeki dönemde belli olacaktır. AKP’nin cumhuriyetin tıkanan kalıplarını demokratikleşme yönünde değiştirmek gibi bir niyetinin olmadığı bu “müzakere yasası”yla bir kez daha belli olmuştur. Süreçte hükümete verilen yetkiyi siyasal teminat altına alan ve öncekilerden farkı olmayan “dağdan indirme” yasalarının bir benzerini yeniden gündeme getiren AKP, bu kanunla sorunun adını bile hala koyamamaktadır. Makyaj göz alabilir, ancak surat aynı surattır. AKP iktidarının cumhuriyetin değişim sancıları yaşadığı süreçteki rolü, demokrasiyi sandıktan ibaret gören ve sandığa dayanarak her türlü keyfiliği yapmayı kendinde hak gören bir otoriterleşmedir. AKP ile değişim demokratikleşme yönün-

de değil, çürüme ve yozlaşma yönündedir. Bu aynı zamanda ekonomi için de böyledir. Rekabet gücü kazanan bir ekonomi değil, inşaat, sıcak para ve arazi spekülasyonuyla rantın kutsallaştırıldığı bir ekonomi yaratılmıştır. Büyüdüğü söylenen ekonomi tam bir obez görünümü vermektedir. Değişim sancılarının yaşandığı süreçteki ikinci aktör, CHP ve MHP’dir. Artık birlikte ele almanın bir sakıncası yoktur. Bu “birleşik” güç bu süreçte statükoyu temsil ediyor. Cumhuriyetin tabularına dokunmayı kıyamet işareti gören, geleceğe yönelik sadece felaket tellallığıyla politika yapmaya çalışan CHP ve MHP, bu sancılı dönemde geleceği değil, geçmişi temsil ediyorlar. CHP’nin son “müzakere yasası” konusunda verdiği esnek görüntü, bir yandan yasanın onlar açısından da tabuları zorlamayan bir yasa olması, öte yandan seçim öncesi Kürt halkına hoş görünme gayretidir. Üçüncü güç, Kürt Özgürlük Hareketi ile Devrimci-Demokrat güçlerin ittifakından oluşuyor. HDP, artık mahalli seçimler öncesi kurulmuş formel bir par-

12


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

SI VE AKTÖRLER Suriye’deki gelişmelerdir. IŞİD ile Irak’taki güçler dengesi yeniden şekillenme yoluna girmiştir. Ancak yol çok karmaşık ve belirsizdir. Barzani “bağımsızlık” ilan etme olasılığından söz etti. İsrail böyle bir gelişmeyi destekleyeceğini açıkladı. Öte yandan IŞİD’ın Irak ve Suriye’de güçlenmesi hem Irak Kürdistan’ı hem de Rojava için yeni tehlikeler yaratacaktır.

ti değildir. Kürt Özgürlük Hareketi sadece AKP hükümeti ile görüşmelerle sürecin yürümeyeceğini, bunun için ittifak gücünü batıda büyütmek gerektiğini kavramış görünüyor. HDP, gerçek demokrasi güçlerini büyütme yönelişinin somut adıdır. Mevcut güç dengelerinde AKP, Kürt sorununu yönetebileceğine, oyalayarak güçten düşürebileceğine inanıyor. Fakat Halklar arasında otuz yıldır büyük bir gayretle örülen şovenizm duvarı çatlar, onların ittifakı büyürse, böyle bir gücü AKP oyalayamaz. HDP, böyle tarihsel bir görevin adıdır.

Ankara bu süreçte “oyun kurucu” değil, sürüklenen konumundadır. Irak ve Suriye’de yaşananlar hem “göçmen sorunu” olarak; hem de bölge güç dengelerinde değişim, petrol kaynaklarının yeniden paylaşımı anlamında Türkiye iç politikasını güçlü bir şekilde etkileyecektir. Gelişmelerin “Kürt Sorunu”nu çok daha karmaşık hale getireceği açıktır. Türkiye ve bölge komşularının köklü bir değişim sürecine girdiği günlerden geçiliyor. Eskiyle ilgili hemen ne varsa ateş altındadır. Ancak yeni ile ilgili belirtiler yoğun sis bulutları içindedir. Bu gidişte tek doğru seçenek, ülkede demokrasi güçlerini büyütmektir. Yeni ile çürüme at başı gidiyor.

Tarih bölgemizde bir kez daha yazılıyor. Kürt Özgürlük Hareketi ve Devrimci Demokrasi güçlerinin bu tarih yazımında rolleri öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde fazladır.

Kürt Özgürlük Hareketi sadece AKP hükümeti ile görüşmelerle sürecin yürümeyeceğini, bunun için ittifak gücünü batıda büyütmek gerektiğini kavramış görünüyor. HDP, gerçek demokrasi güçlerini büyütme yönelişinin somut adıdır. Mevcut güç dengelerinde AKP, Kürt sorununu yönetebileceğine, oyalayarak güçten düşürebileceğine inanıyor. Fakat Halklar arasında otuz yıldır büyük bir gayretle örülen şovenizm duvarı çatlar, onların ittifakı büyürse, böyle bir gücü AKP oyalayamaz. HDP, böyle tarihsel bir görevin adıdır.

Bugüne kadar böyle bir adımın yeterince güçlü bir şekilde atılamayışının nedenleri biliniyor. Bu hatalar ve eksiklikler aşıldığı ölçüde HDP büyüyecektir. Ayrıca AKP mevcut çizgisinde derinleşir ve CHP-MHP ittifakı statüko yolunda felaket tellallığına devam ederse HDP için olanaklar artacaktır. Son olarak, cumhuriyetin değişim- yeniden yapılanma sancıları yaşadığı günlerde artık dördüncü bir gücü de hesaba katmak gerekiyor. Bu da bölgemizdeki, özellikle Irak ve

13


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

BONZAİ ZEHİRİNİ MAHALLEDE HALK İKTİDARI BİTİRİR!

K

apitalizm paranın her şey, insanın hiçbir şey olduğu düzenin adıdır. Bu düzende sermaye denen ilişki, insan hayatlarını patronların dev villalarına, aç gözlü tüketimlerine, lüks arabalarına, arsız safahatlarına dönüştürür. Devlet ezilenlerin ömürlerinin kıyma makinelerinde paramparça edildiği bu ilişkinin sürdürülmesinin güvencesidir. Bu yalın yaşamları teslim alma ilişkisinin en belirgin ortaya çıktığı ilişkilerden başta geleni uyuşturucu bağımlılığıdır. Uyuşturucu yoksulun hayatını kendince çekilir hale getirme arayışının dahi zenginlere servet üretmeye dönüşmesinin yollarını döşer. Ezilen olmak, büyük bir çaresizlik ve sıkışmışlık hissiyle birlikte yaşanır. Gelecek yoktur. Bu kapandan çıkış yoktur. Hayat uzun bir acı çekme seansına dönüşmüştür. Toplumsal dayanışmanın neoliberalizm günlerinde çözülüşü birlikte kurtuluş umutlarını kaf dağının ardına sürüklemiştir. Hayat, taşıması ağır bir yük haline gelmiştir. Bu sonucun ortaya çıkması hayatı, insanın elindeki muazzam bir olanak olmaktan çıkarıp sadece umutsuzluk, çaresizlik ve bitiklik duygusunun hiç durmadan deneyimlendiği bir zaman dilimine dönüştüren sermaye ilişkisinin bir

14

sonucudur. Çünkü sermaye ilişkisinde insan da hayatı da bir metadır. İnsanlar sermaye ilişkisinin sürdürülmesinin, servetlerin biriktirilmesinin bir aracıdır, o kadar. Bu halin yarattığı yabancılaşma dahi kapitalizm tarafından metalaştırılır. Amerika’da 1960’larda, Afro-Amerikalıları Beyaz Amerikalıların sömürgeci sisteminden kurtarmak için Kara Panterler isimli silahlı bir örgüt ortaya çıkmıştı. Vietnam’daki Amerikan işgaline karşı başlayan anti-emperyalist mücadelenin Amerika içindeki en radikal koluydu. Silahlı Afro-Amerikalılar düzene karşı büyük bir isyan planlamakta, kendi hayatlarının iplerini kendi ellerine alma noktasında çok önemli bir iddia ortaya koymaktaydılar. CIA bu isyanı bastırmak için belli bölgelerden başlayarak Afro-Amerikalı gençler içerisinde uyuşturucu kullanımını geliştirdi. Buradan elde ettiği paralarla da hem Kara Panterlere hem de dünyanın dört bir yanındaki devrimci hareketlere karşı çeteleri besledi. Yani uyuşturucu, patronlar için hem “bataklığı kurutmanın hem de sivrisinekleri kimyasalla boğmanın” bir yoludur. Bugün de aynı ortamdayız. Gezi Gençliği düzene karşı büyük bir uyanış ortaya çıkardı. Dayatılan cehennem hayatların arkasındaki mekanizma görünür hale

geldi. Düzenin makyajı aktı. Kralın çıplak olduğu göründü. Bu uyanışın yoksul mahallelerdeki gençleri de daha güçlü bir biçimde etkisi altına almasının önüne derhal geçilmeliydi. Alevlerin bozkırı tutuşturmasının önünü almak gerekiyordu. Bozkırı alev alamayacak biçimde kimyasala boğmak gerekiyordu. Düzen bu amacına ulaşmak için ucuz, herkesin ulaşabileceği, gençleri neredeyse tamamen hayattan koparıp alan, ağır ağır da değil hızlı hızlı öldüren bir Bonzai üretti. “Yoksulun kokaini” Bonzai yoksul mahallerini kırıp geçiriyor. Cam işçilerinin grevinde “ulusal tehdit” keşfeden düzenin “güvenlik” güçleri desteğiyle de uyuşturucu kullanımı çığ gibi yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Ümraniye Kazım Karabekir Mahallesi’nde bir forum toplantısında konuşan gençlerden bir tanesi mahallede bonzai kullanımının giderek arttığını, hatta okuduğu Meslek Lisesi’nde sınıftaki öğrencilerin yarısının bu maddeyi kullandığını söylemişti. Daha sonra Hasan Ferit Gedik’in katline tanık olduk, kentsel dönüşümcü müteahitlerle işbirliği içerisinde varoş gençliğini zehire boğarak servet yaratan çeteler tarafından. 1 Mayıs mahallesinde “açık tütün” satılan dükkânlarda alenen esrar satılıyor. Esrarın üzerine bin türlü fare zehiri, kimyasal vs. sıkılarak üretilen bu uyuşturucu, gençliği bir safra haline dönüştürüyor. Yeni bir dünyayı inşa edebilecek, hayatlarını zindan eden ilişkileri altüst edebilecek büyük bir enerji, sürüngen çetelerine servet üreterek hayattan el çekiyor. Uyuşturucuyla ve çetelerle mücadele, düzenle mücadele etmeden yapılamaz. Mahallelerde çetelerin ve devletin iktidarı gençlerin uyuş-

turucu batağında diplere çekilmesinin teminatıdır. 31 Mayıs’ta İstiklal Caddesi’ne 25 bin polis 50 TOMA yığacak kadar saldırganlaşan AKP polisi, uyuşturucu karşısında “çaresiz” pozlarındadır. Oysa çok iyi biliyoruz ki bu çeteler devletin ve polislerin “yardım ve yataklığı” olmadan oralarda barınamaz. Zaten bu sürüngenler, bir devrimciyi katlettiklerinde birbirlerine “hayırlı cinayetler” dileyebilen bu zebaniler için “polis” dokunulmazdır. Ortada devletin ve çetelerinin işbirliği ile büyütülen bir kâbus var. Bu kâbus yangın yerlerine çevrilmiş hayatlarımızı daha da yaşanmaz kılıyor, evlatlarımızı ellerimizden alıyor. Bu abluka dağıtılmalıdır. Halk mahallerinde iktidarlaşmadan bu beladan kurtulmak imkânsızdır. Direnişçi gençler, hayatlarını çürüten çeteleri mahallelerinden temizleyecek bilgi, birikim ve enerjiye fazlasıyla sahiptir. Dayanışmaevleri, kendi mahallerinde çeteleri yaşatmaz, emekçi çocuklarının parababalarının oyuncağı uyuşturucu çeteleri tarafından zehirlenmesine göz yummaz. Dayanışmaevleri, yoksul mahallelerinde halkın, mahallesinin gerçek iktidar odağı olarak örgütlenmesinin adıdır. Halkın gerçek iktidar odağı olarak örgütlenebildiği yerde çeteler nefes alamaz. Sokakların insanların eline geçtiği yerde sürüngenler ait oldukları yere, yeraltının karanlık dehlizlerine dönmek zorunda kalırlar. Zehirsiz alanlar yaratmak için mahallemizde iktidar olacak biçimde örgütlenelim.


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

12 EYLÜL MİRASI YÖK GÜÇLENİYOR

G

eçtiğimiz günlerde 12 Eylül’ün iki darbeci generali hapis cezası aldılar. Bu yaşanan gelişme kimi AKP kalemşörleri ve yetmezama-evetçi tarafından büyük bir hesaplaşma olarak yansıtılmaya çalışıldı. Böylece 12 Eylül’le hesaplaşılmaktaydı. Beğenmeyenler, yetersiz görenler olabilirdi; ama bu yaşanan gelişmeler de küçümsenmemeliydi. AKP’li kalemşörler bu işleri maddi çıkar karşılığında yapmaktalar, o yüzden anlaşılır durumdalar. Fakat davanın tanıtımını gerçekleştirme konusunda gönüllü tutum alan, bundan büyük sonuçlar çıkaran solcuları görünce insan ne diyeceğini şaşırıyor. Demek ki “aynı derede iki defa yıkanılmaz” diyenler yanılıyor, bu arkadaşlar bu kafayla bu derede daha onlarca defa yıkanmakta beis görmezler. Tam da bu uçarı “12 Eylül’le hesaplaşılıyor, ne güzel” coşkusu yaşanırken ve bir taraftan da Erdoğan sultancı bir başkanlık sisteminin planlarını adım adım kurarken Meclis’e 12 Eylül’ün yarattığı en önemli kurumlardan YÖK’ü daha da güçlendiren ve merkezi otoriteye bağlayan düzenlemeler içeren bir yasa teklifi sunuldu. Yasa önergesi öncelikle devletin işine gelmeyen özel üniversiteyi kapatabilme yetkisi elde etmesini sağlıyor. Gerekçe olarak “beklenen eğitim öğretim düzeyinin yetersizliği” ortaya konmuş, mali denetim sonuçları da kapatma gerekçesi olabilecek. AKP burada Cemaatçi üniversiteleri topun ağzına koymayı hedefliyor. Fakat bu hak yarın bir gün rahatlıkla hükümetin çizgisinde ilerlemeyen herhangi bir başka üniversitenin kapatılmasına da yol açabilir. Ayrıca YÖK özel üniversiteleri yöneten mütevelli heyetlerini belirleme yetkisini kazanıyor. YÖK,

bir üniversitenin hangi alanda çalışma yapması gerektiğine de karar verebilecek. Öncelikli araştırma alanları YÖK tarafından belirlenecek. Bu durum YÖK’e neredeyse tüm ülkedeki bilimsel çalışmaları yönlendirebilme ve doğallığında da sınırlandırabilme yetkisi sağlıyor. YÖK daha önce Üniversiteler Arası Kurul’ca verilen doçentlik unvanı verme yetkisini de üstleniyor. Böylece devletin yüksek menfaatlerine uygun olmayan akademisyenlerin doçentliğe geçerek, akademik hayatta yükselmeleri engellenmiş olacak. Öğrenciler açısından en önemli maddelerden bir tanesi ise okuldan atılmaların geri getirilmek istenmesi. Ayrıca hazırlık sınıfında 2 sene kalanın üniversite ile ilişiğinin kesilmesi planlanıyor. Yasanın en önemli maddelerinden bir tanesi ise kurulacak olan Türkiye Sağlık Bilimleri Enstitüsü aracılığıyla tüm üniversite hastanelerinin fiilen sağlık bakanlığı bünyesine katılacak olması. Bu enstitüye sağlık bakanı başkanlık edecek, tıp fakültelerinin kadrolarının yerleri değiştirilebilecek. Büyük üniversite hastanelerinin kadroları dağıtılabilecek, özel hastanelerin en önemli rakibi durumunda olan üniversite hastaneleri böylece bu durumlarını koruyamayabilecekler. Zaten gerçekleşen kimi yasal düzenlemeler sonrasında şu anda üniversite hastanelerinin büyük bir kısmı çok ciddi bir borç batağı içerisinde. Yani öncelikle içi boşaltılan üniversite hastaneleri bu sefer fiilen özerkliklerini tümüyle kaybediyorlar.

Görüldüğü gibi AKP 12 Eylül’ün miras bıraktığı YÖK’ü gayet etkin ve merkezi bir sopa olarak kullanmaya devam ediyor. Bundan birkaç sene önce AKP ve Erdoğan YÖK’ten sürekli şikâyet ediyordu. Fakat ne zaman ki YÖK tam olarak ele geçirildi, bundan sonra hükümet çevrelerinin YÖK ile ilgili eleştirileri bıçak gibi kesildi. Erdoğan, son Merkez Bankası ile polemiğinde açıkça ortaya koyduğu gibi iktidarına %100 biat etmeyen hiçbir güce yaşam şansı tanımamak istiyor. Erdoğan, Başkan olmayı planlayarak aslında 12 Eylül’ün gerçek takipçisi olduğunu ortaya koyuyor. MİT’i, HSYK’yi ve şimdi de YÖK’ü güçlendirip, doğrudan kendisine bağlayarak aslında nasıl bir siyasi rejim kurmak istediği ile ilgili önemli ipuçlarını da veriyor. Erdoğan kendi kapsama alanı dışında tek bir şey kalsın istemiyor. Türkiye üniversitelerinin bilim üretme performansı ortadayken, bunun müsebbibi YÖK’ün yetkilerinin daha da arttırılması niteliksiz, tek vasfı Erdoğan’a biat etmek olan öğretim görevlileri tablosuna sahip kulübe üniversiteleri sisteminin tam gaz devam edeceğini gösteriyor. Üniversitelerin özgürlük ortamı olması noktasında yol alınabilinmesi için YÖK’ün kapatılması bir zorunluluktur. Ya 12 Eylül’le hesaplaşırsın ya da YÖK’ü güçlendirirsin! İkisi bir arada olmaz.

M.BÜYÜKKARABACAK

Tam da bu uçarı “12 Eylül’le hesaplaşılıyor, ne güzel” coşkusu yaşanırken ve bir taraftan da Erdoğan sultancı bir başkanlık sisteminin planlarını adım adım kurarken Meclis’e 12 Eylül’ün yarattığı en önemli kurumlardan YÖK’ü daha da güçlendiren ve merkezi otoriteye bağlayan düzenlemeler içeren bir yasa teklifi sunuldu.

15


İspanya’da 3 Aylık Parti %8 Oy Aldı

PODEMOS YAPABİLİYOR

P

odemos ispanyolca “yapabiliriz” anlamına geliyor. İspanya’da Avrupa Parlamentosu seçimlerine 3 ay kala kurulan Podemos, 6 yıl önce başlayan ağır ekonomik kriz sonrası uygulanan “kemer sıkma” politikalarına karşı net bir söylem kullanıyor. Seçimlerde merkez sağ ve merkez sol partiye dayalı iki partili yapıyı sarsan Podemos, %8 oy alırken yeni bir söylem ve tarz geliştirmeyi de başardı. Bu arada seçimlerde 5 üyesini Avrupa Parlamentosu’na gönderirken, Komünist Parti dahil çok sayıda sol partinin oluşturduğu Sol Birlik adaylarından 6 tanesi de Avrupa Parlamentosu’na seçildi. Yine seçimlere ayrı giren sol eğilimli Bask ve Katalan partilerin oluştukları birlikler de ilk kez Avrupa Parlamentosu’na ayrı ayrı adaylarını gönderebildiler. İspanya’da kriz ile birlikte başlayan ve Türkiye’deki Gezi hareketine benzetilebilecek “öfkeliler” hareketi ile birlikte Troçkist eğilimli Antikapitalist Birlik isimli partiden ativistlerin desteğiyle ise başlayan Podemos, çekirdek kadro olarak görülebileccek Madrid Complutense Üniversitesi’ndeki akademisyenlerin projesinden yola çıkmış durumda. Bu akademisyenler Latin Amerika’daki sol hareket ve yönetimler ile de bağlantılılar ve aralarında oralarda uzun süre yaşamış ve çalışmış insanlar da var. Öte yandan Podemos, sosyal demokratlardan Marksistlere, Bask ve Katalan halklarının hakları için mücadele edenlerden liberterlere, anarşistlere, feministlere, sendikacılara kadar geniş bir akıvist tabana, hatta muhafazakarlara da seslenebilmiş durumda. “Uruguay’daki gibi geniş bir cephe yaratma konusunda görev üstlenmeyi; demokrasiyi yeniden keşfetmemize ve kurucu bir süreç başlatmamıza yarayacak

şekilde soyal hareketler ile partiler arasında bir buluşma noktası olmayı hedefliyoruz. Bu yol aslında Venezuella, Bolivya ve Ekvador’da izlenen yol” diyor sözcü İglesias. Podemos’un en tanınmış yüzü ve sözcüsü Pablo İglesias, “sağduyu”ya dayandıklarını ve diğer partiler tarafından politik olarak görülmeyen değerleri gündeme getirdiklerini dile getiriyor. Ancak “ideolojilerin öldüğünü” falan söylemiyor tabiki. Lenin, Allende, David Harvey ve Mandel’den esinlendiğini gizlemezken; temel söylem olarak geniş kesimlerin yaşadıkları durum ile küçük bir azınlığın zenginliği arasındaki farka vurgu yapmayı tercih ediyor. İktidara sırayla geçen iki partinin politiklarinin nasıl bu zengin azınlığı desteklediğini açıklıyor. Pablo İglesias, kendisinin bir “ulusalcı” öldüğünü söylerken ulusalcılığın “kamusal hizmetlere sahip çıkmak” ve herşeyin başında halkın kararları vermesinin demokratik hak olduğunu söylemek anlamına geldiğini ifade ediyor. Aslında 1997’de Venezülella’da Chavez’in “sosyalizm” kelimesini kullanmadan iktidara gelişini hatırlatıyor kampanya boyunca söyledikleri. Hugo Chavez ve Ekvador başkanı Rafael Correa gibi İglesias da mikrofonlara konuşmaktan ve TV’lere çıkmaktan hiç sakınmıyor. Popüler TV showlarında görüşlerini anlatıyor. Sağ entellektüeller ve kendilerini dokunulmaz sanan sağ gazetecilere lafını sakınmıyor, bir TV kanalında ikinci dakikada karşısındaki muhafazakar entellektüellerden birine “sağın palyaçosusunuz” demekten geri kalmıyor.

Podemos Ne İstiyor, Programı Ne?

Podemos basit ve anlaşılabilir

programa sahip. Program teknik terminoloji ve karmaşık tanımlardan kaçınmış. Bir kısmı şöyle özetlenebilir.

anlaşmalarının yeniden gözden geçirilmesi/ iptal edilmesi

Kemer Sıkma Programlarına Karşı Ekonomik Talepler:

Suya erişimin temel insan hakkı olarak kabul edilmesi, tarım reformu ve küçük tarımsal işletmelerin desteklenmesi, kamusal ulaşım, fosil yakıtların azaltılması ve özellikle hanelere yönelik avantajlı yenilenebilir enerji destekleri

– Karlı işletmelerden işçi atılmasının yasaklanması – Kredisini ödeyemeyenlerin evden kovulmalarına son ve hepsine sosyal konut sağlama – Şartsız Temel Gelirin herkese sağlanması – Vergi kaçırmaya karşı çok ciddi önlemler – Stratejik altyapı ve hizmetlerin yeniden kamulaştırılması – Küçük işletmelerin desteklenmesi – Finans Sektörü reformları – Erken emeklilik reformu

Özgürlük ve Eşitlik Talepleri:

– Referandumların yaygınlaştırılması ve katılımın arttırılması – Büyük şirketlerin vesaire lobi faaliyetlerini sınırlandırılması ve politik partilerin şeffaf ve denetlenebilir olması – Devlet tarafından izlenmenin engellenmesi, her çeşit toplanma, örgütlenme, protesto ve katılımın özgürleştirilmesi – Sağlığa eşit erişim, tüm kamu hizmetlerine eşit eririşim, eğitimde özelleştirilmesinin geri döndürülmesi, kadın eşitsizliğinin yok edilmesi ve kadınlar için yeniden üretimdeki haklarının sağlanması

Kardeşlik ve Egemenlik Talepleri:

– Politik katılımın desteklenmesi, NATO’dan çıkış referandumu, geniş boyutlu yolsuzluk karşıtı yasalar – Anayasal değişiklerin referanduma bağlanması, AB Lizbon anlaşmasının çöpe atılması, diğer tüm uluslarası serbest ticaret

Toprağı Kurtarmak İle İlgili Gündemler:

Dünya’daki mevcut hegemonyaların ve sermaye programlarının uzun tahribatının tam karşısına gittikçe daha güçlü, daha çeşitli çıkıyoruz. Latin Amerika’da 2000’lerde kendini gösteren toplumsal dalgaya, bu kez Avrupa’da Yunanistan’dan İspanya’ya gelişen alternatif sol ve antikapitalist mücadeleler katılıyorlar. Dünya’da AB’den, Rusya’dan Ortadoğu’ya tüm ezberler altüst olmuş durumda. Her yerde her alanda en küçükten en makro ölçeğe halkların kendi yaratacağı alternatiflerden konuşmanın zamanı. Programlar eskilerdeki kadar net, çelişkisiz ve iktidar mücadelesi açısından kararlı görünmüyor olabilir. Kızıl bayraklar orakçekiçler görüntüye girmiyor eskisi kadar. Fakat kendi yolunu kendi yordamıyla ısrarla açmaya çalışan, yaratıcı-kurucu gündelik pratiğe asılmaktan da, çeşitlilikten de, büyük düşünmekten de vazgeçmeyen bu hareketler umut vadediyor.


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

ihracat şampiyonlarının karnesi

T

ürkiye ihracatçılar meclisi açıklamasına göre Çerkezköy’den ilk 1000 şirket arasına giren 24 firma var. Bu firmalardan 7 tanesi tekstil sektöründe, 6 tanesi metal sektöründe, 4 tanesi lastik kimya ve diğer işkollarında ilaç,cam gibi sektörlerden. İlk 1000 ihracatçı listesine Çerkezköy’den giren firmaların ihracat rakamları, 1.899 milyon dolar ile 21milyon dolar arasında değişmekle beraber ortalama 175 milyon dolardır. Peki, bu şampiyon firmaların isimlerinin ilk sıralarda yer alması, Çerkezköy’de çalışan emekçi kesim açısından ne anlam ifade ediyor? Bu firmalar her yıl daha fazla üretip ihracat yapıyor, listenin en ön sıralarında duruyorlar, ama bölge halkı için bu durum rakamlardan ibaret. Yani bir işçinin çalıştığı fabrika milyar dolarlık ihracat yapıyor. Bu fabrikada çalışan güvencesiz taşeron ya da sözleşmeli işçinin sigortası dahi olmayabiliyor. Genel olarak emekçiler bu milyar dolarlık emeğin kendisi tarafından üretildiğine inanmıyor. Zira inanmış olsa bu yaratılan zenginlikten kendi payına düşeni ister. Özellikle ilk sıralarda olan en büyük firmalar, kadrolu işçi sayısını düşük tutup esnek güvencesiz çalışma biçimini yaygınlaştırmaktadırlar. Sene başında sözleşmeli ya da taşeron aldıkları işçileri, yılın 2 döneminde gerçekleştirilen zam aylarında çıkarmakta, böylelikle içerideki kadrolu çalışan işçilere işten çıkarılma korkusunu yaymaktalar. Hem de taşeron sendikasız çalışan işçiler kıdem tazminatı, yıllık izin ve sosyal haklardan (ikramiye, erzak, yakacak yardımı) mahrum bırakılmaktadır. Tekstil sektöründe Çerkezköy’den ilk 1000 ihracatçı listesine giren 7 firmadan 1 tanesinin işçileri sendikalı ve ik-

ramiye, erzak, yakacak yardımı gibi sosyal haklara sahiptir. Diğer 6 firma ortalama 10-12 saat çalışmakta, işçilerin ücretleri 900tl-1200tl arasında. Maaşları, aldıkları gerçek rakam üzerinden vergilendirilmemekte. Aynı zamanda bu firmalar daha fazla ürettikleri için çevreyi de daha fazla kirletmektedirler. Çerkezköy’den ilk 1000 ihracatçı listesine giren metal sektöründe 6 firma var. Bu firmalardan 3’ü sendikalı olarak işçi çalıştırmaktadır. Çerkezköy’de tekstilden sonra 2. sırada gelen metal sektörüdür. Ancak ihracatçılar listesinden de anlaşıldığı üzere en çok sendikalı işçi çalışan sektör olmasına rağmen en büyük sorun bu sektördedir. Metal sektöründe yaşanan sorun bütün bölgeyi etkilemektedir. Ortalama bir fabrikada 1000-2000 işçi çalışmakta ancak bu işçilerden 1/3’ü sözleşmeli, taşeron hatta yevmiyeci olarak çalışmaktadır. Bu duruma düzen sendikaları tarafından göz yumulmaktadır. Zam aylarına gelindiği zaman bu taşeron güvencesiz işçilerden binlercesi bilinçli olarak işten çıkarılmakta böylelikle Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesinde işsizler ordusu oluşmaktadır. Bu durumdan yararlanan bölgedeki işverenler zamları az yapmak için işçileri dışarıdaki işsiz ordularıyla tehdit etmekte, işçilerine rahatlıkla kapıyı göstermektedir. Dışarıdaki işsiz ordusunu gören işçiler fabrikalarda düşük zamları kabul etmekte hatta sosyal haklarının yavaş yavaş elinden alınmasına izin vermektedir. Çerkezköy’den ilk 1000 ihracatçı listesine giren lastik kimya sektöründe 4 firma var. Bu firmalardan 1 tanesi sendikalı, nispeten işçilerin sendikal haklarına saygı göstermektedir. Diğer firmaların çalışma koşulları ağır or-

talama çalışma saatleri 10-12 saat şeklindedir. Lastik kimya sektörü bölgede aynı zamanda işçi sağlığı ve güvenliği kurallarına uyulmayan sektörlerin başında gelmektedir. Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi aynı zamanda son yılların direniş şampiyonluğunu yaşamaktadır. Lastik kimya iş kolunda çalışan bir işçi taşeron olarak girdiği SENAPA STAMPA isimli işyerinde patron tarafından kadro sözü verilmesine rağmen kadroya alınmadığından patronuyla konuşup kadroya geçme talebini bildirdiği için işten çıkarıldı. Bunun üzerine fabrikanın önünde çadır kurdu ve 135 gündür işini geri almak için direnmektedir. Yine lastik kimya sektöründe işçiler, +GF+ Hakan Plastik isimli iş yerinde 12 saat çalışma koşullarına karşı ve geçinebilecek ücret talebiyle sendikaya üye oldu.İşveren sendikaya üye olan yaklaşık 40 işçiyi işten çıkardı. Bunun üzerine işten çıkarılan işçiler fabrikanın önünde çadır kurma eylemi gerçekleştirdi.Yaklaşık 120 gündür direnmektedir. Atılan işçiler iş yerinde toplu iş sözleşmesi imzalanana kadar mücadelelerini sürdüreceklerini bildirmektedir. Yaklaşık 20 gün önce Lastik kimya sektöründe COKO WERK İsimli işyerinde çalışan işçiler daha iyi koşullarda çalışmak üzere sendikaya üye oldu. Bunu duyan işveren, öncülük yapan 11 işçiyi işten çıkarttı.İşten çıkarılan işçiler fabrikanın önüne çadır kurup toplu iş sözleşmesi imzalanana kadar direneceğini söylemektedir. DEVA HOLDİNG Çerkezköy fabrikasında toplu iş sözleşmesi çalışması yapan 5 öncü işçi işten çıkarıldı. İşçiler fabrikanın önün-

Fahri KAYA

de basın açıklaması yaparak işvereni protesto ettiler. Çerkezköy HYOSUNG İSTANBUL TEKSTİL İsimli işyerinde çalışan işçiler yaklaşık üç yıl önce toplu iş sözleşmesi imzalamak üzere sendikaya üye oldu. Çoğunluk sağlandı yetki için bakanlığa baş vuruldu.Toplu iş sözleşmesi için yetki alındı.İşveren bu duruma itiraz etti.İşçiler toplu iş sözleşmesi için mahkemeden gelecek kesin sonucu beklemektedir. Ayrıca bölgede kötü ve uzun saatlerde çalışma koşulları,düşük ücret politikaları,alınmayan işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri için birçok sektörde çalışan işçiler sendikalara üye oldular ve toplu iş sözleşmesi yapacağı günü beklemektedirler. Bölgede en çok ihracat yapan ve çok kazanan sıralamasında ilk sıralarda birçok şirket olmasına rağmen bu durum işçilere ücret ve sosyal hak olarak yansımamaktadır. İhracattan kazanılan paralar işverenler tarafından ya yeni bir fabrika yatırımı olarak diğer bölgelerdeki işçileri sömürme aracı olarak kullanılmakta ya da bir avuç işveren zevki sefa içinde yaşamak için işçilerin ürettiği artı değerden faydalanmaktadır.

17


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

IRAK, IŞİD ve ABD Ayşe TANSEVER

Maliki’nin ABD açısından en büyük yanlışı İran ile iyi ilişkiler içine girmesi ve bağlarını arttırmasıdır. ABD Barzani eli ile Bağdat yönetimine baskı yapmaya yani ikili oynamaya başladı ve günümüzde Kürt ve Şii bölgeler arası sürtüşme arttı. Aradan da Sünniler çıktılar ya da el altından çıkartıldılar. Obama Maliki’ye destek vermek bir yana onun iktidardan gitmesinin altyapısını örmek üzere bölgeye dış işleri bakanı Kerry’i yollandı. Yani Maliki’nin gitmesini isteyen IŞİD güçleri ile ABD bölge politikası üst üste oturdu.

18

U

krayna parçalanacak mı, Rusya saldıracak mı, Avrupa Birliği ve ABD ne yapacak, savaş çıkacak mı derken bir sabah Irak’ta IŞİD ile uyandık. Daha gözlerimizi oğuşturamadan IŞİD’ın Musul’a girdiği ve Türkiye konsolosluk personelini rehin aldığını duyduk. 1.500 kişilik IŞİD gücü 50 bin Irak devlet gücünü çil yavrusu gibi dağıtıvermişti. Ortalığı bir IŞİD korkusu sardı. Dış basından biraz farklı olarak bizim basın, sırf vahşetini işlemeye başladı. ardından Erdoğan iktidarı bir özel masa kurdu ve bölgeden gelen daha gerçekçi ve abartısız haberler verilmeye başladı. En büyük ve en çok sorulan soru IŞİD’ın kim olduğu ve arkasında kimlerin ve neden ona destek verdikleridir. Bu sorunun arkasında bir gizem vardır. Arkasındaki güçleri anlayabilmek için, IŞİD’in Usama bin Ladin’in yönettiği Al-Kaide örgütünün bir uzantısı olduğundan başlamak gerekiyor. Ancak IŞİD güçleri Usama’nın öldürülmesinden sonra yerine geçen Zahiri ile örgütün cihat özelliğini yitirdiğini, bozulduğunu savunuyorlar. O nedenle kendilerini onlardan farklı görüyorlar. IŞİD’in gerçek İslam temsilcisi olduğunu söylüyorlar. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda da Irak’ta İslam Devleti ilan ettiler ve Osmanlılığın yıkılmasından sonra kalkan halifeliği yeniden kurduklarını açıkladılar. Halife olarak Ebu Bekir al Bağdadiyi atadılar. Tüm Müslümanları bu İslam devleti etrafında bir araya gelmeye çağırdılar. İsimlerinden de Suriye ve Irak kelimelerini çıkarttıklarına göre yeni bir oluşum içindeler. Ancak şimdiye dek IŞİD olarak adlandırılan ce mevcut durumda Maliki hükümetine karşı savaşan bu grup içinde Sünni aşiretler, Saddam rejiminin Baas Partisi üyeleri gibi başka örgütlenmeler de vardır. Bunlar eski Saddam anlayışında seküler, laik insanlardır, bu dini özelliklerle

pek ilgileri yoktur. Ayrıca son açıklanan İslam Devletini tanıdıkları ve onayladıklarına yönelik bir açıklama da yapmadılar. Zaten son gelişmelerle IŞİD’in içinde uzlaşmazlıklar olacağı öngörülüyordu. İslam devleti açıklaması bu ayrışmayı hızlandırıcı bir rol oynayabilir. Bugüne dek süren Maliki karşıtlığının onları ne kadar bir arada tutabileceğini göreceğiz. Irak Sünnilerinin Maliki karşıtlığı ABD işgali ile başlar. İşgalde namlunun ucundaydılar ve sonra kurulan Irak iktidarınca dışlandılar. Aç ve işsiz kaldılar. Maliki iktidarı sırasında da yerleşim bölgeleri petrol gelirlerinden bir kuruş alamadı. ABD’nin tahrip ettiği altyapı tesisleri tamir edilmedi, sağlık ve eğitim olanakları Şii alanlara kaydırıldı, Sünni yerleşim alanlarına akmadı. Belirli saatlerde su ve elektrik verildi. Şikâyetlerini günlerce çadırlar kurarak yasal yollarla iktidara duyurmaya kalktıklarında üstlerine kurşunlar sıkıldı. Bu kez onlar da iktidara savaş açtılar ve son birkaç yıldır başta Bağdat gibi Şii alanlarında terör eylemleri gerçekleştiriyorlardı. Sonuçta da bugünkü IŞİD olayına gelindi. Şimdi Sünniler ağırlıklı yaşadıkları alanların yönetimini ellerine aldılar. Irak petrollerinden paylarına düşeni istiyorlar. Aslında bazı yazarların da dile getirdiği gibi bu savaş iç güçlerin petrol savaşıdır. Ülkelerinde eşit koşullarda insanca yaşayabilmek için petrol paylarını istiyorlar. Yeni kurulan İslam Devleti içinde mi yoksa başka yollarla mı davalarını sürdüreceklerini göreceğiz.

Destekçiler

ABD’nin Irak yenilgisinden sonra bölgede güç kazanan İran ve Şiilerin, Suudiler gibi Sünni gerici güçleri rahatsız ettiği biliniyor. O nedenle, IŞİD Sünni güçlerinin arkasında büyük bir olasılıkla Suudiler, Katar ve Emirlikler’in olduğu açık olan bir sırdır. İran düşmanı İsrail’in de

perde arkasında olduğu kesindir. Ama asıl yanıt bekleyen bunların arkasında ABD gizli servisinin olup olmadığıdır. Rus yorumcuların açıklamalarına inanmamak zor. “CİA, IŞİD ayaklanmasını çoktan biliyordu. Ayrıca ABD Suudi’lerin desteğine ses çıkartmadı.” Bu desteği bildikleri halde müdahale etmemeleri bir anlamda destek vermek değil midir? IŞİD Bağdat kapılarına dayanınca Obama, Maliki iktidarını korumak için asker değil sadece 300 tane danışman yollama kararı aldı. İnsansız uçaklarının IŞİD üzerine bomba atmasına izin vermedi. Bütün bunlar ABD’nin IŞİD’ı yandan yandan desteklediği şeklinde yorumlanabilir. IŞİD’a destek, bölgede bir ABD politikası değişikliğidir. Bush zamanından beri Irak Sünnileri top ateşine tutuldu. Ancak yenilgi sonrası Şii’ler güç kazanınca bu kez denize düşen yılana sarılır hesabı el altından Sünni güçler desteklendi. Hatta Suriye’de de Esad’a karşı bu güçlere yatırım yapıldı. 2014 bütçesinde bu güçlere milyonlarca dolarlık askeri yardım planlandı. Bu 180 derecelik örtülü gizli dönüş bölge açısından bir yeniliktir ve nedenleri iyi anlaşılmalıdır.

Değişiklik Nedenleri

ABD bölgede kendine yeni bir yandaş, destek güç arıyor. Şimdiye kadarki politikaların başarısızlığı onu yeni yönelişlere zorluyor. Nedenleri ve nelerin olabileceğine kısaca değinelim. Irak’tan başlarsak, ABD Maliki ilişkilerinin pek sıcak olduğunu söylemek doğru olmaz. İkili ilişkiler 2010 yılından beri çatallaşmaya başladı. Maliki ABD ve Batı petrol şirketlerine verebileceği her şey verdi. Petrol şirketleri hayatlarından memnunlar ama onların korunması için ABD askerlerinin Irak’ta konumlandırılmasına Maliki izin vermedi ve ilk sürtüşme başladı. ABD bu eksikliği bölgedeki birçok üssüyle gidermeye çalışıyor.


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

Maliki’nin ABD açısından en büyük yanlışı İran ile iyi ilişkiler içine girmesi ve bağlarını arttırmasıdır. ABD Barzani eli ile Bağdat yönetimine baskı yapmaya yani ikili oynamaya başladı ve günümüzde Kürt ve Şii bölgeler arası sürtüşme arttı. Aradan da Sünniler çıktılar ya da el altından çıkartıldılar. Obama Maliki’ye destek vermek bir yana onun iktidardan gitmesinin altyapısını örmek üzere bölgeye dış işleri bakanı Kerry’i yollandı. Yani Maliki’nin gitmesini isteyen IŞİD güçleri ile ABD bölge politikası üst üste oturdu. İkinci olarak, ABD’nin en baştaki politikasına göre, Irak petrolleri denetimi sağlandıktan sonra sıra İran’a gelecekti. Evdeki hesap çarşıya uymadı ve İran ABD’nin aksine bölgede itibar kazandı. İran büyük lokma olduğundan Suriye üzerine saldırıldı. Rusya yardımı ile yenilgiden kurtuldular ve Cenevre’de İran ile masaya oturmak zorunda kaldılar. Bu da Suudi ve İsrail gibi birkaç müttefik ile aranın bozulmasına yol açtı. IŞİD bu derde bir ilaç oldu. IŞİD ABD politikasına uygun bir gelişmedir. Öte yandan bu saldırı İran’ı zorluyor. Çok cephede savaşmak zorunda kalıyor. IŞİD kendisi İran’ın Batı sınırına dayanmıştır. Diğer yanda Maliki IŞİD’a karşı savunulacaktır. Öte yandan Suriye’de Esad rejimi IŞİD güçlerine karşı destekleniyor. Hizbullah da yardım bekliyor. Yani İran dört cephede sıkı bir dövüş vermeye zorlanıyor. Öte yandan da Cenevre’de masa başında pa-

zarlıklar sürüyor. İran gerçek bir baskı altına alınmıştır. Arap baharından beri Batı’nın bölgede sağlam dalı kalmadı. Tunus dışında hangi ülke istikrarlıdır? Libya’da boruları Kaddafi’yi devirene kadar öttü, şimdi İslam güçlerine karşı Haftar eliyle ülkeyi yörüngelerine oturtabilme savaşı veriyorlar. Mısır’da Sisi’nin gerçek bir devrim için yeniden alttan örgütlenmeye çalışan güçler karşısında ne kadar iktidarda duracağı belirsizdir. Daha bugün sarayında iki bomba patladı. Yemen neredeyse her gün pilotsuz uçaklar tarafından bombalanmasa orada Salih yerine oturtulan kukla bir gün ayakta duramaz. Bahreyn’de krallık Şii direnişi karşısında kan ter içindedir. En baskıcı rejim Suudi Arabistan bile karışıktır ve onlar da Rusya ile yeni açılım peşindeler. Bölgede Batı’nın elinde sağlam bir ittifak gücü kalmadı. En sadık dostları İsrail yangına sanki körükle gidiyor. ABD’nin son Filistin ve İsrail arabuluculuk çabaları gene başarısızlıkla sonuçlandı. Hamas ile Filistin Abbas ortaklığına bile razı olundu ama o da son günlerde çöktü. İsrail şimdi büyük bir baskı altındadır. İsrail bölge politikası zor günler yaşıyor. ABD maddi yardımlarını kongreden geçirmede zorlanıyor. Arap baskısı öylesine arttı ki bazı Batı ülkeleri şirketlerinin İsrail işgal alanlarındaki şirketlerle iş yapmalarını yasakladı. Bu aslında İsrail’e dolaylı konulan bir Batı ambargosudur. İsrail’e destek Batı çıkarlarına büyük zarar ver-

meye başladı. Ne şiş yansın ne kebap misali davranmaya çalışıyorlar. Son olarak, ABD yenilgisi ve bölgede dikiş tutturamaması Rusya ve Çin açısından sevindirici olaylardır. Batı Orta Doğu’yu kaybederken diğer merkez ülkeler etkinliklerini arttırıyorlar. Hatta son olarak Maliki iktidarı Rusya’dan savaş uçağı aldı ve ilk uçaklar ellerine ulaştı bile. Çin bölgeden petrol alımını daha garanti altına aldı ve ülkeler ile iyi ilişkiler içinde. Yani Batı’nın boşalttığı alanları bu iki güç dolduruyorlar. Batı acil olarak yeni açılımlar yapmak zorundadır. ABD ve Batı şimdi böyle bir Orta Doğu bölgesinde borusunu öttürmeye ve petrol çıkarlarını korumaya çalışıyor. Bu ortamda IŞİD’a destek yeni bir ufuk doğurabilir. Bölgede bir Sünni güç ABD’nin her zaman işine yarayabilir. Artık yeni bir dönemdeyiz. Çok kutuplu ülkede kaygan zeminde başka türlü ittifaklar gelişiyor. IŞİD’ın Batı çıkarlarına hizmet edeceğinin hiçbir garantisi yoktur ve zaten böyle bir garanti bekleme lüksüne sahip değiller. Günlük ittifaklarla idare dönemi başladı. Oradan biraz buradan birazla idare etmek, günü kurtarmak durumdalar. IŞİD’ın Batı açısından olumlu yanları vardır. Baas güçleri eski siyaset adamlarından oluşur. Bunlarla pazarlık ve uzlaşma zemini yakalanabilir. Gerçekten siyasete girmemiş insanlarla siyaset yapmanın kolay olmadığını Batı acı acı öğrenmiştir. Bu siyasi güçlerle bir noktada anlaşabile-

ceği inancını taşımaları olasıdır. Kim bilir belki el altından çok da yol alınmıştır.

Irak’ın Geleceği

Son İslam devleti kurulması Irak’ın artık parçalanma yolunda olduğunun en somut belgesidir. ABD ve Batı güçleri her ne kadar Irak’ın bütünlüğünden yana olduklarını söyleseler bile geleceği sorunlu bir Irak, karışık bir Irak dilekleri olacaktır. Petrol’ün olduğu Basra ve Kürt alanları zaten garantili alanlardır gerisinin karışık olması bölgede varlık sürdürmelerine gerekçe olacaktır. Kürtler de zaten bağımsızlık için hazırdırlar. Hatta Musul’u son zamanlarda alarak nihai hedeflerine varmış gibi gözüküyorlar. Şii’ler de kendi yerleşim alanlarında petrolleri ile geçinebilirler. Ancak onların içinde de farklı görüşler vardır. Sistani ve bir zamanların Basra kahramanı Mukteda ve Mehdi ordusu bunların bazılarıdır. Onların nasıl bir tavır koyacağı önümüzdeki günlerin sorunudur. Ancak Sünniler için durum farklıdır. IŞİD içindeki Sünniler ve Baascılar başından beri Irak bütünlüğünü savundular ve federalizme bile karşı oldular. Onların yerleşim alanlarında petrol yoktur ve bu eski Irak sınırlarının korunması için yeterli bir sebeptir. Müttefikleri IŞİD’ın İslam Devleti, Sünniler açısından pek istenmeyen bir şey olsa gerektir. Irak’ta olaylar durulmadı. Daha büyük değişiklikler yaşayacağız.

19


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

KAPİTALİST DEVLET, BAŞKANLIK REJİMİ, ERDOĞAN VE BİZ M. SİNAN

Ezilenler açısından devletin nasıl bir siyasi rejim aracılığı ile iktidar edeceği çok önemli midir? En ileri burjuva demokrasisi dahi işçi sınıfının sömürüsünün devamı, sömürü düzenini yeniden üretimi işlevini hayata geçirmektedir. Aksi durum kapitalist devletin “fıtrat”ına aykırıdır. Kapitalist devlet işçi sınıfının sömürüsünün devamlılığının garantisidir. Egemen sınıf için demokrasi rolü oynayan siyasi sistem, ezilenler için her daim bir baskı rejimidir.

20

G

ezi’yle birlikte gündemden görece kalkan, 30 Mart yerel seçimleri sonrasında yeniden gündeme gelen Başkanlık Sistemi, cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında en çok tartışacağımız konulardan birisi olacak. Hiç kuşku yok ki Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanacak olursa bu konuda adım atacaktır. Hatta ilk turda kazanırsa muhtemelen baskın bir erken seçimle Anayasa değişikliği için gereken çoğunluğu yakalamaya çalışacaktır. Her durumda da partili cumhurbaşkanı-başkan kimliğini fiilen dayatacaktır. Ezilenler açısından devletin nasıl bir siyasi rejim aracılığı ile iktidar edeceği çok önemli midir? En ileri burjuva demokrasisi dahi işçi sınıfının sömürüsünün devamı, sömürü düzenini yeniden üretimi işlevini hayata geçirmektedir. Aksi durum kapitalist devletin “fıtrat”ına aykırıdır. Kapitalist devlet işçi sınıfının sömürüsünün devamlılığının garantisidir. Egemen sınıf için demokrasi rolü oynayan siyasi sistem, ezilenler için her daim bir baskı rejimidir.

Devlete Bakmayan Marksizm Kaybeder

Georgy Lukacs, II. Enternasyonal düşüncesinin reformizminin en önemli kanıtını “devlet tartışmalarını” gündemden kaldırmaları olarak gösterir. II. Enternasyonal’in mekanik-determinist Marksizmi, kapitalizmin kendisini yeniden üretmesinde devletin özgün rolünü önemsemedi, tek siyasi biçim olarak parlamentarizme çok güvendi, devrimi salt parlamentoda çoğunluğu kazanmak olarak algıladı. Gerçekten de Lenin’in “Devlet ve Devrim”ine kadar Marksizm’de net, belirgin bir devlet tartışması çok da yaşan-

madı. Bu eksiklik toplumsal gelişmenin temel dinamiği olarak sadece iktisadi yapıların evrimini görmekten kaynaklanmaktaydı, çarpık bir altyapı-üstyapı ikiliğine yaslanmaktaydı. Üstyapının bazen ne kadar belirleyici bir rol oynadığını görmezden gelme tutumu 2. Enternasyonel’i bugünün sermaye partisi haline gelmiş sosyal demokrat/sosyalist Avrupa partilerine dönüştüren kanalı açmıştır. Dolayısıyla egemen sınıfın hükmetme biçiminde ortaya çıkan bir değişimin toplumsal dinamikleri hiç etkilemeyeceği düşünülemez. Bu dönüşüm mücadele biçimlerinden, sınıflar arasındaki güç ilişkilerine kadar birçok alanda yenilikler yaratma potansiyeline sahiptir. 12 Eylül’le ilgili şöyle bir kıssa anlatılır. Bir devrimci örgütün liderine askeri darbenin ve faşizmin kapıda olduğu, diğer siyasi örgütlerle bir direniş cephesi inşa etmenin zorunlu hale geldiği söylendiğinde söz konusu kişi “şimdiye kadar polislerle ve faşistlerle savaşıyorduk, şimdi biraz da askerle savaşırız, ne var bunda” diye cevap vermiştir. Bu kişinin başında bulunduğu örgütün tüm yönetici kadroları darbenin üçüncü ayında yakalanır, örgüt hiçbir direnişi koordine edemeyecek bir hale sokulur. Demek ki devlet biçimindeki değişimler önemsenmelidir. Türkiye’deki kapitalist devlet parlamenter rejimle yönetilmekten bir başkanlık rejimine doğru hareket halindedir. Türkiye’de Özal, Demirel gibi 80 sonrası politikacılarının hayallerini Erdoğan gerçekleştirebilecek midir, bunu göreceğiz. Bu anılanlara göre hedefe çok daha fazla yakınlaşmış olduğu açıktır.

Parlamenter Rejim Nereden Çıktı?

Parlamenter rejim, burjuvazinin kendi içindeki çelişkileri yöneterek iktidar etme amacıyla inşa edilmiş bir siyasi biçimdir. Algılandığının aksine egemen sınıf yekpare bir halde değildir. Parlamento ve seçimler aracılığıyla burjuva fraksiyonları kendi güçleri oranında temsil edilirler, kararlar alınırken kendi rollerini oynarlar, böylece parlamenter demokrasi aslında kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin koşullarında doğmuştur. Burjuvazi kendi içindeki tartışmaları yıkıcı bir hale ulaştırmadan parlamento içinde çözmeye, kendisini bir sınıf olarak inşa etmeye parlamento aracılığı ile uğraşır. Bunu başardığı zamanlar olabileceği gibi, büyük politik krizlere yol açan kopuşmalar da yaşanabilir. Fakat burjuvazinin şu ana kadar ki diyelim 300 yıllık iktidarı parlamentonun yönetim ve meşruiyet üretme açısından işlevsel bir kurum olduğunu göstermektedir. Parlamenter demokrasinin bir diğer “başarı”sı ise iktidar ile ilgili bir illüzyon yaratarak (gerçek iktidarın genel oya dayanan seçimler sonrasında oluşan parlamentoda tecelli ettiği, dolayı-


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

sıyla bunun herkesin kabul etmesi gereken bir sonuç olduğu ) düzen dışı güçleri sistem içine çekebilme kapasitesidir. Kapitalizm bu biçimiyle aslında mağdur ettiği toplumsal kesimleri de “siyasi dünya” içine çekerek onların sisteme varoluşsal sorunlar yaratabilecek yönlerini törpüler, hatta bu törpülenmiş partileri kullanarak kendisine istikrarlı iktidarlar yaratabilir. 2. Dünya savaşı sonrasında birçok sosyal demokrat parti böylesi bir rol oynamışlardır. Fakat yukarıda belirttiğimiz gibi parlamenter rejim daha ziyade rekabetçi dönemin siyasi kurgusuna uygundur. Sermayenin merkezileşmesi, tekelleşme ile birlikte finans kapitalin burjuvazinin klasik bir fraksiyonu olmaktan çıktığı, bu anlamıyla iktisadi olarak çok daha dar bir azınlığın toplumsal artığa el koyduğu bir düzen ortaya çıkar. Bu durumun en önemli politik yansıması ise parlamenter rejimde var olan kontrol-denge mekanizmalarının etkisini giderek yitirmesi, meşhur “güçler ayrılığı “prensibinin etkisinin giderek zayıflamaya başlamasıdır. Bunun sonucu olarak siyasi mimari içinde neredeyse bütün ülkelerde yürütmenin diğer erkler üzeerinde (yasama-yargı) gücünü pekiştirdiği gözlemlenir. Bu yürütmenin diğer erkler aleyhine aşırı biçimde güçlenme meselesi en uç biçimlerine faşizm başta olmak üzere olağanüstü devlet biçimlerinde ortaya çıkar. Bunların en tipik örneklerinde bir liderlik kültü ekseninde neredeyse modern bir monarşi inşa edilir. Halk

hareketlerinin tehdidinden hem korkan hem de bunları püskürten, küresel yağmadan da esaslı pay almak isteyen finans kapital, küçük burjuva sürülerini harekete geçiren faşist partilerle hemhal olur, onu dönemsel siyasi-sosyal amaçları için kullanır. Bu rejimlerin en olgun hallerinde Führer/ Duçe şeklinde kişiselleşen bir keyfilik yönetimiyle ülkenin tüm kaynaklarının finans kapital çıkarlarına seferber edilmesi iç içe geçer.

Tekelci Sermaye Büyürken Yürütmeler Güçlenir

2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin büyük direnişi sonrasında yenilmesi ve tüm meşruiyetini kaybetmesi sonrasında söz konusu rejimler büyük oranda ortadan kalkar (daha mülayim faşizmler diye nitelenebilecek kıtasal faşist devletler 1970’lere kadar hayatlarına devam ederler: İspanya, Portekiz vs. ). Fakat bu sefer de Soğuk Savaş’ın tetiklediği koşullarda askeri darbeler aracılığıyla hayata geçirilen faşizmler 3. Dünya’da yaygınlık kazanır. Latin Amerika’da 1950’lerden bizde ise 1960’lardan itibaren denenen ithal ikameci modellerin sınıf uzlaşması mantığı kentli işçilerin sosyalizm taleplerine yol verince ABD eksenli askeri darbeler 1973 Şili’sinden başlayarak tüm dünyaya yayılır. Bu rejimler her yerde ezilen sınıfları bastırmak, sermaye birikimini hızlandırmak, işçilerin üretimden aldıkları payı kısmak amacıyla yürütmeleri son derece güçlü yapılar inşa ettiler. Devlet idaresini geliştirerek siyasi iktidarı bir biçimde bir tür vesayet rejimine emanet eden modeller kurdular. Özellikle 1973 krizi sonrasında emeğin taleplerinin sisteme ulaşmasını engellemek adına Peronvari popülizmlerin dahi önünü kısabilmek adına iktidarı giderek merkezileştirdiler. Bizde benzeri yapı, 1960 sonrasında merkezinde askerin bulunduğu bir yapının inşa edilmesi şeklinde gerçekleştirildi. Bu yapı sistemin siyasi-ekonomik krize girdiği tüm durumlarda devreye girerek dengeleri finans kapital lehine yeniden inşa etti. 1973 krizine

küresel sermayenin yanıtı olarak gelişen neo liberalizm, hayata geçirilebildiği tüm ülkelerde siyasi krizlere yol açtı çünkü toplumsal maliyetleri son derece yüksek olan bu politikaların uygulanabilmesi durumunda hükümetler siyasi meşruiyetlerini çok büyük bir hızla kaybetmekteydiler. Dolayısıyla vesayet rejimleri 3. Dünyanın büyük kısmında varlığını sürdürdü. Bu durumun teorisi de daha sonra “Medeniyetler Çatışması” tezleriyle ünlenen CIA’in siyaset bilimcisi Huntington tarafından üretildi. “Siyasi kurumsallaşmasını tam anlamıyla başaramayan devletlerin toplumsal katılımın önünü açmaları yönetilemez siyasi durumlar ortaya çıkarıyordu. Dolayısıyla bu tarz ülkelerde siyasi kurumların inşası görevi demokrasilerin kurulmasında önceliklidir. Askerler siyasi kurumlaşmayı kurmaya aday neredeyse tek güçtür.”

Poulantzas’da Otoriter Devletçilik Tartışması

Poulantzas da, Avrupa ülkelerinde 1970’ler sonrasında otoriter devletçiliğin güçlendiğini gözlemler. “Parlamentoda ete kemiğe bürünen ve atıfsal çerçevesini evrensel bir akılcılığın oluşturmuş olduğu meşrulaştırma, yürütme-idarede cisimleşen etkililiğin araçsal bir akılcılık düzenini meşrulaştırmaya doğru kaymaktadır.” Poulantzas siyasi partilerin kurduğu öyle veya böyle işleyen katılım kanallarının giderek tıkandığı, siyasi iktidarın giderek teknik bir olgu olarak algılandığı, sınıfsal çıkarların ifade edilme kanallarının kapandığı bir modeli resmeder. Bu yapı klasik anlamda totaliter ya da faşizan bir olağanüstü rejim inşası anlamına gelmemekle birlikte toplumun geniş kesimleri siyaseten tamamen dışlanır. Partiler uygulanan neredeyse tek sosyo-ekonomik programın taşıyıcı kayışı haline gelir. Bu durum siyasi partilerin önemli oranda itibar kaybetmesine, meşruiyet üretme yeteneklerini kaybetmelerine yol açar. Aslında 3. Dünya’da inşa edilen vesayet rejimlerinin Avrupa’daki yansımaları ise siyasetin bu biçimde teknikleşmesidir, bu gelişmeye de yürütmenin diğer tüm erk-

Poulantzas siyasi partilerin kurduğu öyle veya böyle işleyen katılım kanallarının giderek tıkandığı, siyasi iktidarın giderek teknik bir olgu olarak algılandığı, sınıfsal çıkarların ifade edilme kanallarının kapandığı bir modeli resmeder. Bu yapı klasik anlamda totaliter ya da faşizan bir olağanüstü rejim inşası anlamına gelmemekle birlikte toplumun geniş kesimleri siyaseten tamamen dışlanır. Partiler uygulanan neredeyse tek sosyoekonomik programın taşıyıcı kayışı haline gelir. Bu durum siyasi partilerin önemli oranda itibar kaybetmesine, meşruiyet üretme yeteneklerini kaybetmelerine yol açar.

21


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2014

ler karşısında güçlenmesi eşlik eder. “Devlet aygıtının hep daha fazla güçlendirilmiş olarak siyasi merkeziyetçiliği, gerçek iktidar mekanlarının beldesel, bölgesel vs. iktidar mekanları aleyhine olarak devletin merkez aygıtına doğru yer değiştirmesi söz konusudur --- bu teknik-idari türden her türlü ademi merkeziyetçi reformlara rağmen olur” Görüntüde yerelleşme- yönetişim-katılım mekanizmaları geliştirilir ancak bunlar iktidarı dağıtmazlar sadece kattıkları kesimleri de daha da etkisizleştirirler. Devlet bu mekanizmalar aracılığı ile dışındaki potansiyel iktidar odaklarını da içermiş olur. “Kişiselleştirilmiş başkanlık sistemi, iktidarın çeşitli idari odak ve kanallarının tek bir noktada yoğunlaştırılmasından çok, bunların iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi biçiminde işlemekte ve idari düzeneğin hali hazırdaki siyasi rolüne uygun düşmektedir” Poulantzas’ın tespitlerinde de görüldüğü gibi iktidarı pekişen devlet idaresidir, devlet aygıtıdır, son kertede bürokrasidir. Finans kapital organik partileri aracılığı ile değil de bürokrasi aracılığı ile hükmeder. Partilerin işlevi, söz konusu olan tek siyasi programı bir biçimde küçük düzenlemelerle sürdürülebilir kılmaları ve ortaya bir kriz çıktığında da yerlerine yenisinin geçmesine yol vererek düzenin tazelenmesini mümkün kılmalarıdır. Poulantzas’ın çizidği çerçeve aslında bizde 1990’larda yaşanan tabloyu anlatıyor. Askerin ve yargının denetimi aslında elinde tuttuğu, partilerin bu durumu örtecek bir performans sergilemekten bile uzak olduğu bir siyasi dönemin sonunda 2001 kriziyle rejimin ve tüm partilerinin meşruiyetini çok ciddi oranda kaybettiği, askeri vesayetin ise Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişiyle ciddi oranda yıprandığı bir momentte AKP’nin iktidara gelmesi dengeleri değiştirdi. Bu dönem üzerine çok yazıldı, konuşuldu. Fakat AKP 12 yıllık iktidarı sonrasında “hükümet olup iktidar olamayan” bir partiden giderek siyasi erkin yegane sahibi haline geldi. Bu iktidar ise

22

giderek Erdoğan ile simgelenir bir noktaya ulaştı.

Erdoğan İktidarı Nereye Kadar Büyüyecek?

Güçlü bir parti örgütü, meclis çoğunluğu elde bulunduğunda Türkiye’deki parlamenter rejimin Başkanlık sisteminden pek de bir farkı yok. Erdoğan beğenmediği haber için gazetecileri arayan, madenlere yetki verme meselesini bile doğrudan kendisine bağlayan, muhtemelen AKP’nin yoksul ağlarını finanse etmek için de kullanılan çok büyük bir mali havuzu bilfiil yöneten, parti içinde herkesin kendisine göre tutum belirlemek durumunda kaldığı bir başbakan. Fakat başkanlık sistemine geçilmesi şu anda biraz da informel olarak işleyen bir süreci 5 yıllığına kesintisiz olarak tamamen yasallaştıracak. AKP’ye Anayasa taslağı hazırlamışlığı olan liberal siyaset bilimci Ergün Özbudun, Erdoğan’ın önerdiği başkanlık rejimini bir tür “süper başkanlık” modeli olarak tarif ediyor. Böylesi bir sistemde Erdoğan’ı dengeleyebilecek sokaklar dışında devletin içinde hiçbir mekanizma kalmayacak. Dolayısıyla keyfiliği çok daha artan, iktidarını kaybetmekten deli gibi korkan bir adamın devleti tamamen kendi kişisel aparatı gibi kullandığı bir modele maruz kalacağız. Erdoğan’ı bu konuda heveslendiren tek faktörün onun iktidar açlığı olduğunu düşünmek yanlış olur. Erdoğan’ın çevresinde beslediği ve onlar dolayımıyla da kendisine yoksulların rızası aracılığı ile hegemonya sağladığı geniş bir müteahhitler tabakası var. Erdoğan artık Anadolu burjuvazisinin ne kadarının doğrudan temsilcisi-cemaatle yaşanan kapışa sonrasında- onu önümüzdeki günlerde daha iyi anlayacağız, ancak ortada Fethi Paşa Korusu’ndaki yangının bin örnekten biri olduğu büyük bir açgözlü müteahhit takımı var beslenmesi gereken. Fakat bu kesimin desteği tek başına Erdoğan’ın ülkenin tamamının anahtarını eline geçirerek süper yetkili bir başkan olmasına imkân sağlamaz.

Erdoğan iktidarını sağlamlaştırırken bürokrasinin iki kanadıyla önemli bir rekabet yaşadı. Askeri vesayetin geriletilmesi momentinde AKP Cemaat birlikteydi, Cemaat ile ara açılınca Ergenekon ve Balyoz davalarının sanıkları salındı, hepsi de boncuk taneleri gibi yandaş medya önünde sıraya dizilip Cemaat’ın günahlarını ifşa edip Erdoğan’a biat ediyorlar. Dolayısıyla askerle Erdoğan arasındaki ilişki cemaatin aradan çekilmesi sonrasında yeniden kurumsallaşıyor. Erdoğan buradan kendisine devlet içinden güçlü bir ittifak yaratmaya çalışıyor. İkincisi de Erdoğan’ın Koç’la artan samimiyeti ve Şişecam Grevi’nin ertelenmesiyle finans kapitale vermeye çalıştığı açık çek. Erdoğan finans kapitalle ilişkilerini de yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Kürt halkına dönük hamleler ise yine Başkanlık vizesi almak için yapılıyor. Tıkanan müzakere süreci seçimlerin yaklaşması ve Lice’de yükselen gerilim ile birlikte yeniden hızlanıyor. Erdoğan son derece kritik gördüğü bu seçim öncesinde meşruiyet zeminini güçlendirmeye çalışıyor. Fakat muazzam gerilimlerle yüklü bir ülkede tüm iktidarı kendi üzerinde toplamaya çalışmak aslında kendini büyük oranda ateşe atmak. Bunu anlaması için çok zaman geçmeyecek ama Erdoğan ancak daha çok iktidara sahip olarak kurtulabileceğini sandığı bir tehdit algısı içerisinde.

Sonuç Olarak;

1) Başkanlık rejimi otoriterleşmede bir basamak daha yukarı çıkılması anlamına geliyor, kesinlikle ciddiye alınması ve karşısında mücadele edilmesi gereken bir tehdit. 2) Böylesi bir tehdide karşı mücadele ederken bir parlamenter demokrasi güzellemesine düşmekten özenle kaçınmak gerekiyor, işin sınıfsal doğasını unuttuğumuz anda böylesi bir tuzağa düşmemiz mümkün. 3) Başkanlık rejiminin inşasına karşı mücadele ederken resto-

rasyoncu CHP-MHP çizgisinin paraleline düşmekten özenle kaçınmak, görünen o ki bu dönemin en büyük kaybedeni bu güçler ve ısrarla onlardan kopuşamamayı “akıllı siyaset” sanan sosyalistler olacak. 4) Bizler Başkanlık rejimine karşı mücadele ederken var olanın korunmasını değil demokrasinin tabana yayılmasını, iktidarın halka dağıtılmasını sağlayacak katılım kanallarının açılmasını, devletin işlevlerinin halka dağıtılması gerektiğini savunacağız. 5) Erdoğan’ın bu “çılgın” projesine yol vermek, diktatörlüğün pekişmesine açık çek vermek olacaktır. “Güçlendirilmiş yerel yönetimlerce desteklenen başkanlık sitemi olumlu sonuçlar verebilir” diye düşünmek hem hayalciliktir hem de Türkiye’nin devrimci demokratik dönüşümü ile ilgili tüm iddialardan vazgeçmek anlamına gelir.


Temmuz 2014 / Sosyalist Dayanışma

“BOYALI KUŞLAR IRMAĞI”NIN CUMHURBAŞKANI: JOSE MUJİCA “Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor.Asıl özgürlük yaşamak için kazandığın zamandır.”

Jose Mujica

2014

Dünya Kupası maçlarını takip ederken sömürgeci ülkelerle Latin Amerika ülkeleri karşılaştığında çoğumuzun galip gelmesini istediği takım aynıydı. Onların zaferleri bizim zaferlerimizdi. Yenen Latin Amerikalı takımlar bütün dünyadaki ezilenlerin hınçlarını alıyordu sanki. “Boyalı Kuşlar Irmağı” anlamına gelen Uruguay da küçük bir Latin Amerika ülkesi. Uruguay yerlileri 16. yüzyılın başlarında sömürgecilik belasından kurtulamıyor; Portekiz ve İspanya tarafından sömürgeleştiriliyor. Klasik sömürgecilik 1828’de son buluyor ama ta 1980’lere kadar bizim tarihimize benzer şekilde faşist rejimin ülkeyi yönettiği bir toplum haline geliyor. Sisteme karşı 1963’te Tupamarolar isimli devrimci gerilla örgütü Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni başlatıyor. Çoğu üyesi sistem tarafından katledilen, kalanları ise yıllarca zindanlarda tutsak edilen Tupamarolar 1985 yılında askeri faşist diktatörlük yönetiminin son bulmasıyla yasal bir parti şeklinde mücadele etmeye başlıyor. “Halk Girişimi Hareketi” adıyla ülke yönetiminde etkin konuma yükseliyor. Bugün ise Tupamaroların en etkin olduğu solcu “Geniş Cephe” koalisyonu iktidarda. Jose Mujica, Tupamaro örgütünün kurucu liderlerinden. Pek çok silahlı eyleme katılıyor, 14 yıl çoğu tek başına hücrede olmak üzere hapislik hayatı yaşıyor. 1985 yılında çıkan genel afla özgürlüğüne kavuşan Jose Mujica demokratik mücadele alanında etkin oluyor. Önce senatörlük, bakanlık görevleri, derken 2009

yılında Uruguay cumhurbaşkanı seçiliyor. Jose Mujica, asgari ihtiyaçları dışında mülksüz şekilde yaşamayı amaç edinmiş. On iki bin dolarlık maaşının yüzde doksanını halka bağışlıyor. Kentin dışında küçük bir köy evinde kalan Mujica’nın tosbağa arabası var ama çoğunlukla bisikletle yolculuk etmeyi tercih ediyor. Mujika’yı hiç kravatlı göremezsiniz. Vejetaryenlik de bir diğer özelliği. Sokaklarda koruma ordusu olmadan sade bir vatandaş gibi hareket eden Jose Mujica, sahip olduğu tüm bu özelliklerle kapitalist dünyanın aklınca garipseniyor. Adı güzel (Boyalı Kuşlar Irmağı), kendi güzel, bayrağında gülen güneş, milli marşında mutluluk sözleri olan Uruguay halkı, bir sürecin sonucunda böylesi bir cumhurbaşkanına kavuşmuş. Tarihi sömürgeciliğe, katliamlara, işkencelere, baskılara karşı mücadele ile geçmiş bir halkın şu anki yaşadığı durum bir tesadüf değil elbette. Önceki cumhurbaşkanı kabarık yolsuzluk dosyalarıyla anılırken, Jose Mujica döneminde Uruguay’ın gelir dağılımı düzenlendi ve yoksulluk oranı yüzde 37’den yüzde 11’e geriledi. Uyuşturucu çeteleriyle çok büyük mücadeleye girişildi. Eşcinsel evlilik yasalaştırıldı. Küresel tütün şirketlerine savaş açıldı. Katolik dinin baskın olmasına rağmen kürtaj yasallaştırıldı. Gündelikçiler için ILO C189 imzalanarak “ev işçilerine insanca iş sözleşmesi” kabul edildi. Askerlik yapmak zorunlu olmaktan çıkarıldı.

Özel mülkiyeti, metayı, serveti, tüketimi kutsayan kapitalizmin değerler sistemi penceresinden bakıldığında Jose Mujica’nın yaşamı sıra dışılığıyla –hatta akıl dışılığıyla- çok ilgi çekici. Onun normal bir vatandaş gibi hastaneye gidip sıra beklemesi ilginç. Aynı kapitalist “akıl” maaşını bağışladığı için onu en fakir başkan ilan ediyor, yaşadığı evi yeterli görmüyor. Hâlbuki kendisine bunlar sorulunca normal bir yaşamı olduğunu ifade ediyor… Neden Jose Mujica’yı sizlerle tanıştırmak ihtiyacı duyduk? Malum önümüz cumhurbaşkanlığı seçimi. Bu “ilginç” insanın hikâyesini önümüze koyup bir de buradan sürece bakmak fena olmaz diye düşündük. Böyle bir cumhurbaşkanına sahip ülkede yaşamak… Ne dersiniz?...

ZEYNEP KORU

Önceki cumhurbaşkanı kabarık yolsuzluk dosyalarıyla anılırken, Jose Mujica döneminde Uruguay’ın gelir dağılımı düzenlendi ve yoksulluk oranı yüzde 37’den yüzde 11’e geriledi. Uyuşturucu çeteleriyle çok büyük mücadeleye girişildi. Eşcinsel evlilik yasalaştırıldı. Küresel tütün şirketlerine savaş açıldı. Katolik dinin baskın olmasına rağmen kürtaj yasallaştırıldı. Gündelikçiler için ILO C189 imzalanarak “ev işçilerine insanca iş sözleşmesi” kabul edildi. Askerlik yapmak zorunlu olmaktan çıkarıldı.

23


Kenan Budak’tan bize kalan en büyük miras, İsmet Demirlerden devralarak büyüttüğü devrimci sendikacılık geleneğidir. Sendikal faaliyeti yeni bir dünya kurma perspektifiyle icra eden, işyeri ile sınırlı kalmayarak yaşam alanlarını da kuşatan, işçilerin gerçekten söz sahibi olduğu, yasal ve bürokratik kalıpları parçalayan, gündelik hayatın içinde dayanışmayı büyüten bu mücadele geleneği, bugünün direnişçilerine yol göstermeye devam ediyor.

Kenan Budak’ın mücadelesi Zeytinburnu ile sınırlı değildi. Deri İş başkanı olarak DİSK yönetiminde görev aldı ve 1980 darbesinden birkaç ay önce devrimci sendikal muhalefetin kurulmasında önemli bir rol oynadı. Darbenin ardından sendikal hareketteki genel yılgınlık ve teslimiyet havasına karşın, Kenan Budak, az sayıdaki devrimci sendikacıyla birlikte, cuntanın bastırdığı işçi hareketini yeniden ayağa kaldırma mücadelesine girişti. Büyük bir kararlılık ve cesaretle yürüttüğü bu destansı mücadele, Kenan Budak’ı 12 Eylül faşizminin hedefi haline getirdi. Alçak bir pusuda sırtından vurularak katledildi.

Kenan Budak Sınıf Mücadelesinde Yaşıyor! Sosyalist Vatan Partisi MK üyesi ve DİSK Deri İş Başkanı Kenan Budak’ı, 12 Eylül faşizmi tarafından katledilişinin 33. yılında saygıyla anıyoruz. Türkiye işçi hareketinin kalbi olan Zeytinburnu’nda yetişen Kenan Budak, 1960’ların sonunda Hikmet Kıvılcımlı çevresi ile tanıştı. 12 Mart rejiminin karanlık günlerinde, daha sonra Zeytinburnu’na kök salacak olan güçlü bir örgütlenmeyi adeta ilmek ilmek dokudu. Yaşının çok ilerisinde bir olgunlukla yetiştirdiği kadrolar, 1970’li yıllarda Zeytinburnu’nu solun ve “doktorcu” hareketin kalesi haline getirdiler.

KENAN BUDAK YOLDAŞ KAVGAMIZDA YAŞIYOR!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.