Sosyalist Dayanışma Mart 2018 Sayı 62

Page 1

Özgürlük, Eşitlik ve Barış İçin Mücadeleye Devam! Çürümenin ve Zorbalığın Çağrısı Sosyalizmedir! FİYAT: 2 TL

YIL:8 SAYI:62

MART 2018

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

Aleviler ve İlkeli Duruş Yaşaşın 8 Mart! Yaşasın Mücadelemiz! Güçlenerek Değiştireceğiz, Mücadelemizi Büyüteceğiz! Başka Bir Dünya Mümkün İşçilerin #Geçinemiyoruz Diyen İsyanını Duydunuz mu? Geçiş Dönemi Nasıl Bir Üniversite İstiyoruz? Venezuela’da Başkanlık Seçim Ortamı Bm Uzmanı, Venezuela’da İnsani Kriz Olmadığını Söyledi Suriye’de Savaş Dünyada Savaş Zehra Kosova Toplum Kavramının Hayatımıza Etkisi


KIZILDERE’DEN LATİFECİ’YE DEVRİM ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!

DÜŞENLERE Bu toprakta kalır adın Tohumların arasında Yeşilinde tarlaların Başakların sarısında

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 8, Sayı: 62 Mart 2018 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: H. Özgür ÖZCAN

2

Günü gelir dağa çıkar Yıldızlardan şiir çeker Kanımızı siler yıkar Suların en durusunda

Yıllar geçse de aradan Kopar gelir ırmaklardan Işır yine kurşunlanan Dostlarının yarasında

Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org

Bayrak olur bize yarın Rüzgarıyla ilkbaharın Dalgalanır genç kızların Gözlerinin karasında Ülkü Tamer

Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

BAHARIN GELİŞİ ENGELLENEMİYOR, BARIŞIN SESİ KISILAMIYOR

ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK VE BARIŞ İÇİN

MÜCADELEYE DEVAM!

E

mperyalist güç merkezleri bilek güreşine Suriye’de saflarını daha da keskinleştiren bir denklemle devam ediyor. Savaşın yol açtığı açlık, yıkım ve halklar için zulüm daha da artmış durumdadır. Son olarak Rusya’nın yol vermesi ve müdahaleleri ile Afrin’de kendine manevra alanı bulan Türkiye ise “Şöyle büyük devletiz, ezeriz, geçeriz” türünden bir savaş stratejisiyle terör temizliği adı altında Afrin halklarına savaş açmıştır. Operasyonların 40. günlerinde savaş bilançosu giderek artmakta ve sivil ölümlerle savaş gerçeği bilinen yönleriyle kendini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Saray ve AKP Afrin savaşının ilan edildiği ilk günlerden başlayarak “karşımıza çıkanı ezeriz, geçeriz” minvalinde söylemlerle barış isteyen herkesi “teröre destek veriyorlar” yaklaşımıyla manipüle etmek istemiştir. Ve ardından 21 Ocak’ta Kadıköy’de barış için toplanan kitle içerinde gözaltına alınanların çoğu tutuklanmıştır. OHAL ortamının yarattığı tüm gerilimlere rağmen toplumun değişik kesimlerinden gelen barış çağrıları savaş çığırtkanı AKP’yi sinirlendirmiştir. Yaratılan korku ortamı ise savaşa karşı alınan net tuttum sayesinde tersyüz edilmiştir. Özellikle yine o günlerde barışı savundukları bir açıklama yayınlayan TTB hedef haline getirilmiş ve merkez konsey üyeleri de günlerce gözaltında tutularak barış kelimesini kullanmak adeta yasaklı hale getirilmiştir. Demokratik Kitle Örgütlerinin ve Meslek Odalarının isimlerindeki Türk kelimesine bile müdahale etmeyi düşünen Saray aklı her şeyi, her kurumu kendine bağlamayı düşünecek kadar çaresizleşmiştir.

Bu süreçte Avrupa’nın dört bir yanında, Türkiye ve Kürdistan’da Afrin operasyonuna karşı barış talebi yükseltilmiş, AKP ve Saray faşizminin “zor”u barış sesini kısmaya yetmemiştir. Çılgına dönen AKP tek tek insanların peşine düşmüş ve sosyal medya operasyonlarını da arttırmıştır. Barış çağrısı yapan her kurum, her birey; kadınlar, gençler, LGBTİ+’ler hedef haline getirilmiştir. Bu süreçte aynı zamanda HDP, 3. Olağan Kongresi’ne hazırlık içerisindeydi. HDP’nin kongresinin gerçekleşmemesi için her türlü engel hazırlanmıştır. HDP Kongresi’nden iki gün önce de SODAP’ın da içinde olduğu HDP ve HDK bileşeni yapı ve partilerin eş sözcü ve eş başkanları operasyonla gözaltına alınmıştır. Saray’ın savaşına karşı halkların barışı için mücadele eden ve halklar nezdinde ezilenlerin buluştuğu ittifak zemini olan partimize dönük baskılar arttırılmıştır. Eş sözcümüz Kezban Konukçu’nun da aralarında bulunduğu siyasetçiler günlerce gözaltında tutularak birleşik mücadelemiz hedef haline getirilmiştir. Pek çok siyasi çevrenin de benzer operasyonlarla karşı karşıya geldiği bugünlerde muhalefet yapmak, AKP ve Saray’a, Saray’ın politikalarına karşı çıkmak adeta suç haline getirilmiştir.

dunu her daim taze tuttuğunu da göstermiştir. HDP kongresinin coşkusu ve katılımdaki kitlesellik, AKP’nin savaş konseptiyle toplamaya çalıştığı ayarlarının tekrar bozulmasına yol açmıştır. Ve HDP Eş Genel Başkanı Serpil Kemalbay’ın gözaltına alınmasıyla muhalefet eden milyonların temsilcilerine, iradelerine olan tahammülsüzlük ortaya konmuştur. Tüm bu yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki başta Gezi süreci olmak üzere, 7 Haziran ve referandum başarıları halk nezdinde hala günceldir ve OHAL ortamı da bu cesareti ve umudu kıramamaktadır. AKP, savaş çığırtkanlığıyla yarattığı milliyetçi hava ve cumhur ittifakı gibi saçmalıklarla yenilgilerini halkların hafızasından silmeyi beceremiyor. Elbette AKP’nin savaşla üstünü örttüğü gerçekler vardır. Buna ihtiyacı da vardır. Ankara’nın kalbinde, meclisin önünde, bedenini tutuşturarak yaşadığı yoksulluğa tepki veren; İzmir İŞKUR önünde çırılçıplak soyunarak “Ben devlete isyan ediyorum, açım, gelin bakın işçinin haline!” diye haykıran emekçilerin sesini

savaş ortamında kısabilirsiniz ancak ekonomik krizin derinleşmesinin önüne geçemezsiniz. Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, hayvan tecavüzleri günden güne büyüyor. Savaş ortamında bunların konuşulmasının, görünmesinin önüne geçebilirsiniz ama yarattığı öfkenin büyümesinin önüne geçemezsiniz. AKP bildiği yollardan yürümeye devam ediyor. Halkın şeker fabrikalarını kapatıyor, Maçka Parkı’nda ağaç katliamı yapıyor. Tüm bu katliamları savaşla manipüle ediyor. Ancak gerilimler ve öfke de büyümeye devam ediyor. Barışın, eşitliğin, özgürlüğün sesi kısılamıyor. Tıpkı baharın gelişinin engellenemediği gibi. 8 Mart ve 21 Mart’ın ön günlerinde tarihimizden aldığımız coşkuyla kadınların özgürlüğü için, kapitalizme karşı sınıf kiniyle eşitlik için, halkların kardeşçe bir arada yaşam umudu olan barış için haykırmaya devam edeceğiz.

Bu operasyonlar aslında OHAL sürecinin sosyalist çevreler için yeni başladığı ve derinleşeceği mesajlarını içermiştir. Tüm bu yasaklamalara, baskılara ve operasyonlara rağmen HDP’nin Ankara’da gerçekleştirdiği 3. Olağan Kongresi ise faşizme karşı halkların dimdik ayakta olduğunu ve barış umu-

3


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

ÇÜRÜMENİN VE ZORBALIĞIN ÇAĞRISI SOSYALİZMEDİR! M. SİNAN MERT

4

E

rdoğan’ın faşizmi kurumsallaştırma ve sağlam temellere oturtma arayışı yoğun bir toplumsal çürüme ortamında kendisine yol açmaya çalışıyor. Afrin’deki savaş, yaşanan taciz ve tecavüzleri aktaran haberlerin gölgesinde kalmış görünüyor. Profesör sıfatlı kimi isimlerin dindeki kadın korkusu ve düşmanlığı üzerinden geliştirdiği önermeler, yoğun bakım altındaki hastaların cinsiyetlerine göre ayrıştırılması fikri örneğinde olduğu gibi akıllara durgunluk veriyor. Birilerinin gerçekten böyle düşünceleri akıllarından nasıl geçirebildiklerini bile anlayabilmek neredeyse imkânsız. AKP’nin 15 yıllık dincileştirme politikaları toplumda bir cinsiyetçi suçlar patlaması ile birlikte yaşanıyor. Dinselleştirmenin kendisi aslında büyük bir soygunun, büyük bir iktidar hırsının, yıllarca zihinlere işlemiş bir kıskançlığın örtüsü olarak kullanıldığı için bu sonuç çok da şaşırtıcı değil. AKP’nin zihin dünyasında Erdoğan’ın ezel ebed iktidarını güvence altına almak saplantısı dışındaki tüm düşünceler yüzey-

sellikle yaşanmak durumunda. Çünkü çok iyi biliniyor ki bu iktidar hırsının dışındaki her içerik günübirliktir, değişmeye açıktır, dolayısıyla herhangi bir içeriğe olduğundan çok daha fazla anlam yüklemek kişinin başına iş açabilir. Bu çürüme ve yüzeysellik hali ancak gerçeğin bir süreliğine de olsa tedavülden kaldırılması ile üzerine çökmekten kurtulabiliyor. Dış politika anlamında tamamen köşeye sıkışmış bir iktidarın kendisini mazlumların temsilcisi olarak emperyalistlere başkaldıran bir aktör olarak yansıtabilmesi ancak bunun böyle olmadığını anlatabileceklerin susturulabilmesi ile mümkün. Afrin savaşı ekseninde yaratılan pembe hayallerin çökmemesi sosyal medyadaki yorumlara bile tahammül edilmemesi ile sağlanabiliyor. Üniversite ve lise giriş sınavlarının tarihi yaklaşmışken henüz nasıl bir süreç işleteceğini bilemeyen bir milli eğitim bakanlığı Türkiye’de artık eğitimin niteliğinin konuşulduğunu ifade edebiliyor. Ülkenin gerçek tari-

hinin öğrenilmesi için zahmete gerek yok, padişah hayatlarının anlatıldığı diziler gençliği endoktrine etmek için yeterli. Dünyanın hiçbir ülkesinde doğaya verdiği olağanüstü zararlardan dolayı müsaade edilmeyen bir yabancı şirkete, sülfürik asit kullanarak nikel araması için Çal Dağları peşkeş çekilebiliyor ancak vatanın beka meselesi için binlerce kişi gitmeyeceklerini bilmenin verdiği rahatlıkla “Bizi de Afrin’e götürün” diye devlet dairelerine dilekçeler veriyor. Rusların Suriye hava sahasını açık tutmaları için Akkuyu’da kurulacak nükleer santralden elektriğin kilowatını güneş ve rüzgar santralinde üretilenin dört katına yıllarca alma konusunda taahhüt veriliyor. Ülkenin belki de siyasi tarihinin yeni baştan yazılmasını sağlayan Suruç Katliamı sonrasında gerçekleşen Ceylanpınar’da polislerin öldürülmesi olayının tüm sanıkları beraat ediyor. Ülke bu saldırıyı gerekçe göstererek savaşa sokulmuş, o günden bu yana binlerce insan ölmüştü. Savaş kararı aslında çok önceden alındığı ve Ceylanpınar’da yaşananların aslında devletin umurunda olmadığı bilindiği için kimse burada ne olduğunu da sorgulamıyor. Buna karşılık Barış Akademisyenleri yaşananları sorgulayan bir bildiriye imza attıkları için 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılıyor. Patronların vergilerine af üstüne af getiren, köprü ve tünel inşaatı yapan şirketler tarafından haraca bağlanmış devlet 81 yaşında bir kadını su faturasını ödemediği için gözaltına alıyor. “Yerli ve milli” sanayinin mihenk taşları şeker fabrikaları özelleştirilsin diye birçok kentte hummalı bir faaliyet yürütülüyor. Gazetelerin ihracat rekorları kırıldığına dair haberleştirdiği veriler aslında artan ihracata rağmen dış ticaret açığının patladığını orta-


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

ya koyuyor. 15 yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir parti tarafından “Koalisyonlara son verecek” diyerek savunulan ve oy istenen anayasa değişikliği sonrasında ortalığı büyük bir hızla ittifak kampanyaları kaplıyor. Hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığı, yalanların daha ağızdan çıkarken çözüldüğü sıra dışı bir geçiş evresinden geçmekteyiz. Olaylara, fikirlere, kişilere atfedilen özelliklerin bu kadar sırıtması, bu kadar sahte görünmesi bundan. Tüm şatafat görüntülerine rağmen aslında sürekli bir biçimde kendisini ortalığa saçan kofluk, acizlik, bitmişlik; boyası dökülünce ortaya çıkan bereli bir kaporta söz konusu. En son Soylu’nun ağlamalarının da ortaya koyduğu gibi “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde” bile Saray mahfilleri kaynıyor. Kendisini egemenliğin kaynağı, Führerprinzip’in odağı olarak yansıtmaya çalışan en küçük çekirdek bile paramparça görünüyor. Saray çevresine o kadar kuşku içerisindeki Tillerson’la yaptığı 3,5 saatlik görüşmeye tercüman bile almıyor. Bu durumdaki bir iktidar, ancak ve ancak karşısında güçlü bir direnç bulmadığı sürece koltuğunu koruyabileceğini iyi biliyor demektir. Bu kadar çürümüşlüğün toplumdan arzulu bir destek bulmasının mümkün olmadığını, büyük bir öfke uyandırmamasının da ancak süreklileşecek bir tedhiş ile sağlanabileceğini bilince çıkarmıştır. Bilince çıkarılanın başarılıp başarılamayacağı ise toplumun tüm sahtelik karşısında ne tepki geliştireceğine bağlıdır. Saray’ın ittifakın kapsamını %1’lik partilere doğru genişletme ısrarı aslında toplumun geniş kesimlerinin elini gördüğünü fark etmesi ile açıklanabilir. Saray, muazzam bir başarı hikayesi çıkarmak istediği her noktada çuvallıyor. 2. Cumhuriyet’in kurucu babası olunmak isteniyor da bunu herkesin gözünde meşrulaştırabilecek bir araç bulunamıyor. Çok övünülen %10’luk ekonomik büyümenin balon ol-

duğu her geçen dün daha da anlaşılıyor. İşsizlik, borçluluk ve geleceksizlik dolayısıyla kendisini günaşırı yakan insanlar bu balonu herkesin görebileceği biçimde patlatıyorlar. Afrin’de Rusya ve ABD arasındaki dengenin zorlanması, bölge halkının direnci yolların her an kapanmasına yol açabiliyor. Durum böyle olunca rejime meşruiyet sağlamanın tek aracı olarak kalan seçimlerde de topu taca atmanın yolarlı aranıyor. “Cumhur ittifakı”nı milletin kendisi olarak lanse edip dışarıda kalanları gayri-milli olarak gösterme konusunda Erdoğan’ın referandumda Hayırcıları “terörist” ilan eden tutumunu çağrıştıran bir hazırlık gözlemleniyor. Seçim kurulu ile ilgili düzenlemeler Saray’ın seçimi kaybetmesini engellemek için her yolu takip edebileceğini ortaya koyuyor. Faşizme karşı direnen güçlerin, iktidarın seçimle değişme olanağı bırakmadığı bir ülkede yaşadığımızın farkına varması aslında değişimin başlangıcı olarak da düşünülebilir. Ortada bu kadar emare varken, 16 Nisan’da yaşananlar ortadayken, her şey normalmişçesine “iktidarı %60’la düşürürüz” aymazlığı muhalefetin en önemli zaafıdır. CHP, bir tür fareli köyün kavalcısı durumundadır. Bütün muhalif fareleri seçim marifetiyle peşine takıp, ancak bu sefer denize değil de ateşe atmanın hesabı içerisindedir. CHP aklına göre her muhalif kesim dönüp dolaşıp kendisinin işaret ettiği seçeneği desteklemeye mahkum olacaktır. Adayın da Gül- Başbuğ- Kesici sikletinde birileri olmasının planlandığı düşünülebilir. Seçimlerle, seçimin vaat ettiği sonuca ulaşılmasının yolunun kapalı olduğunu söylemek seçimin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine seçimi çok daha fazla önemsemek gerektiğini söylemenin bir başka yolu oluyor. Ancak seçimin sadece seçim olmadığını unutmadan bunu yapabilmek gerekiyor. Türkiyeli sosyalistler gerçekte tarihsel bir fırsatla karşı karşı-

yadırlar. Burjuvazinin tüm kanatları bir diktatörlük projesini şöyle veya böyle kabul etmenin pozisyonunu benimsemişken bir umut arayan milyonlarca emekçiye önderlik edebilmenin olanakları mevcuttur. Nasıl Gezi’nin çatışmalı günlerinde on binlerce insan hiç tanımadıkları devrimcilerin bayrakları ile süsledikleri barikatların arkasına büyük bir güvenle dizilebilmişse bugün de diktatörlüğe karşı birleşik bir sosyalist irade toplumsal direnci arttırma noktasında belirgin bir moral etki yaratabilir. Sosyalistlerin ortak kurdukları anti-faşist meclisler seçim çalışmasının aktif bir biçimde yürütülmesinde büyük bir rol oynayabilir. Geniş yığınlarda böylesi bir beklenti vardır. Düzen partilerinin dahi ittifak arayışında olduğu bir dönemde sosyalistlerin değişen hiçbir şey yokmuş gibi kendi mevzilerinde kalmaları toplumsal direnci arttırmıyor. Dünya’da yaşanan alt üst oluş tüm hızıyla ilerliyor. ABD’nin DeyrZor’da onlarca Rus askerini öldürmesine karşılık Putin’in “dünyanın her noktasına ulaşacak füze” üretiyoruz açıklaması dikkat çekicidir. Küresel güç dengelerinde kayma nihai bir çatışma atmosferini derinleştirmektedir. Ekonomik krizden çıkmakta olduğu iddia edilen küresel piyasalar ani dalgalanmalarla sıtmaya tutulmuş gibi titremektedir. Kapitalizm ürettiği muazzam gelir ve servet eşitsizliğini “düzeltecek” güçleri paralize ettiği için krizini yapısal hale dönüştürmektedir.

Bu durumdaki bir iktidar, ancak ve ancak karşısında güçlü bir direnç bulmadığı sürece koltuğunu koruyabileceğini iyi biliyor demektir. Bu kadar çürümüşlüğün toplumdan arzulu bir destek bulmasının mümkün olmadığını, büyük bir öfke uyandırmamasının da ancak süreklileşecek bir tedhiş ile sağlanabileceğini bilince çıkarmıştır. Bilince çıkarılanın başarılıp başarılamayacağı ise toplumun tüm sahtelik karşısında ne tepki geliştireceğine bağlıdır.

Kıyamet senaryolarının konuşulduğu bugünlerde Türkiye kendi cehennemini harlamakla meşgul. Bu kadar dengesizliğin rezonansa gelmesi coğrafyamızı her açıdan büyük altüst oluşlara gebe hale getiriyor. Direncini, zihnini ve organizasyonunu bu koşullara uygun hale getirebilen bir devrimci hareketin yeni zirveleri zorlaması asla sürpriz olmayacaktır.

5


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

ALEVİLER VE İLKELİ DURUŞ SEZGİN KARTAL

F

aşizm çürütüyor direnemeyen ne varsa. Sadece insanı değil tarihini, kültürünü, değerlerini ya yok ediyor ya da kendine benzetiyor. İçinde bulunduğumuz zaman, Osmanlı’nın birçok zalimlikleriyle anılan padişahlarının yaşadığı dönemle neredeyse eş değer. Yeni Osmanlıcılığın dillendirildiği günümüzde söz dönüp dolaşıp Aleviliğe geldiğinde “koskoca Osmanlı’ya direnerek bugünlere gelmiş bir toplumuz” diye övüne övüne bitiremiyoruz. O büyük tarihin kesitlerinde Alevi toplumunun bütünü direnmeyi seçmedi. Bugüne taşınmasında direnmeyi seçenlerin ısrarı ve sürükleyiciliğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Yalnız bazı incelikleri kalabalık satırlar arasından çıkartıp, kavramak durumundayız. Yoksa bütünün içinde kaybolan özün kendisi oluyor. Alevilik; birçok topluluğun, inancın tek bir yol’da buluşmasını sağlayan, ben’in ortadan kalkıp biz olduğu, kendisi kadar diğer-

lerinin de hakkının korunduğu insani değerlerin taşındığı komünal bir inanıştır. Aleviliği salt bir din gibi ele almak son derece yanlış ve ona haksızlıktır. Gördüğü, dokunduğu, hissettiği her varlık onun bir parçasıdır. Nasıl ki doğa kendiliğinden oluşmadıysa Alevilerin sahip olduğu değerler de bir anda ortaya çıkmadı. Yeri geldi isyan ettiler yeri geldi en yakınına “dostun bir gülü yaralar beni” diyerek sitem ettiler yaşamın son anına yürürken. Mansur’un 920’lerde, hakikatten yani yaşamın ilkeselliğinden taviz vermemesinin sonucunu bilmesine rağmen son nefesine değin En’el Hakk duruşunu nereye koyacağız? Değil mi ki sözün ve değerlerin candan öte sayıldığı yol’dur Alevilik o halde amentüsü “öl ikrar verme öl ikrarından dönme”dir. Aleviler bu ikrarı canda ruh gibi sıkı sıkıya işlediler. Bugün Alevi toplumunu tartışırken bu tarihsel notların üzerinden atlayamayız. Zira sadece Aleviliği yaşamanın dışında onun talepleri ve sonraki kuşaklara aktarılması misyonunu üstlenenler de doğal olarak muazzam zenginliğe sahip tarihinden besleniyor. Aynı zamanda Alevilerin yü-

rüttüğü mücadele sadece kendi talepleri için değil içinde yaşadıkları ülkenin de demokratikleşmesi içindir. Nasıl ki ülke yönetiminin anti demokratik oluşunu kabul etmiyorlarsa kendi içinde de son derece demokratik olmak durumundadırlar. O meşhur “kırklar cemi”ndeki eşitlik ve birlik için “evet Alevilik bu” diyebiliyorsak bazı fırsatlar doğsa bile durulması gereken ilkeden taviz verilmemelidir. Bırakın toplumu insan birey olarak dahi yaşamı pragmatistçe sürdüremez. Elde edecekleri her ne ise ondan daha fazla oranda çürüme kaçınılmazdır. AKP’nin ülkeyi getirdiği noktadan Aleviler de fazlasıyla etkileniyor. Sadece mücadele alanlarının daralması, taleplerinin çok ötesinde koşullarla karşı karşıya olduğu da değil mesele. AKPSaray’ın topluma dayattığı hegemonyanın bir benzerini Alevi kurumları kendi içinde yapıyor. Osmanlı’da kadıya gitmek zül sayılırken şimdi ne oluyor da adaletin, hukukun zerresi bulunmayan düzenin mahkemelerine gitmenin koşulları oluşturuluyor? Alevi hareketinin yapısal sorunları yukarıdan aşağıya emir komuta zinciri ile çözülmez. Aksine elde kala kala kötürüm örgütler bütünü kalır ki tamda devletin istediği noktaya gelinir. İslami yönetimlerle yüzyıllardır edilen kavgalar boşuna mı? Toplumun üstünde bir hegemonik bir otoriteyi -ki bunun içinde Tanrı da vardır- tanımazken içindeki kimi yönetimlerin istediğini görevden almasını ya da ihraç etmesini nasıl karşılayacak? “Merkezdir, yetkilidir, hakkıdır” mı diyecek? Emeğini iradesini ve her şeyden önce serini yol’a vermeyi bilenler itaat mi edecek? Evet, “her ağacın kurdu kendi özünden olur” olur da Alevi toplumu bunları bir kambur gibi sırtında taşımak zorunda mı? Bazen gelişen her olay normal gibi

6

davranılıyor. İşte burada insanın aklı almıyor doğrusu! Her şeyini kaybet! Malını, mülkünü, mevkiini, serini kaybet yok olsun! Dön bak Pir Sultan Abdal’a; darağacına bıraktığı son nefesinde binlerce yıl yetecek bir ruhu, sarsılmaz ilkeyi bıraktı. En radikal Alevi sözünü söylemek, herkesten daha fazla bağırarak propaganda etmek biraz da yapılan hesap kitapların gizlenmesidir. Adına ne derseniz deyin, kendine gelince “ilkelerimizden taviz vermeyiz” başkasının emekleri üzerinden fırsatlar doğduğunda da “ama onların da şöyle yanlışları var” deyin. Böyle bir Alevilik yok! Bu anlayış tarih boyunca da kaybettirmiştir. Alevilik Ortodoks inançlar içine sığmıyorsa hakkı verilmelidir. Alevilik adına söz söyleme hakkını kendinde görüp hiçbir emeğinin, hakkının olmadığı kimi kazanımların üzerine oturamazsın. Ne dedik yazımıza girişte? Faşizm çürütür! Fakat bu zorbalığın kendisi baki değildir. Tarihin hiçbir yerinde baki olduğu gösterilemez. Belki de bunu en iyi özetleyen Yaşar Kemal’in umutsuzlara dokunan, onlara can ve ruh katan o Çukurova Dikenlidüzü’nde geçen romanın satır aralarındaki ifadedir. Halkı inim inleten ağalara duyulan öfkenin bastığı tetik olan İnce Memed’le ölmeden önce son sözleri ağzından dökülen ağanın diyaloğunda gizlidir. “-Beni öldürmen neye yarar, bir ağa gider yerine başka biri gelir/ -Olsun, benim yerime de başka bir İnce Memed gelir.” Ve şimdi yalnız kalmayı göze alarak ilkeli bir yaşamı her boyutuyla örgütleme zamanıdır. Gelecek insani değerlerden ödün vermeyenlerin iradesiyle şekillenecektir. Gerisi laf kalabalığıdır!...


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

“BİRBİRİMİZDEN GÜÇ ALIYORUZ MÜCADELEYİ YÜKSELTİYORUZ”

8

YAŞAŞIN 8 MART! YAŞASIN MÜCADELEMİZ!

Mart’a bu sene çok yoğun gündemlerle birlikte girdik. Savaş, emek sömürüsü ve şiddet sarmalı içerisinde karşıladık 8 Mart’ı. Kadın cinayetlerinin giderek arttığı, yaşam alanlarımızın ve hayatlarımızın erkekler tarafından daraltılmaya çalışıldığı, AKP ve Saray rejiminin kadın düşmanı politikalarla erkeklere iyi hal, kravat indirimleri verdiği, çocuklara karşı yapılan istismarın artık bizi çileden çıkardığı, her gün gözaltı, tutuklama, operasyonlarla uyandığımız, Afrin’e bombaların yağdığı, barış demenin suç olduğu ve bildiğiniz üzere hala OHAL’in devam ettiği bir zamanda 8 Mart’a girdik. Tabi aynı zamanda güzel şeyler de oluyor. Erkek egemen sisteme meydan okuyan kadınlar 8 Mart’ta ülkenin her yerinde sokakta oldular. Özgürlüğümüzü, hayatımızı, yaşam hakkımızı

hedef alan erkek egemen sisteme karşı geceli gündüzlü sokaklarda olduk. Dokumacı kadınlar 1857’de büyük bir grev gerçekleştirmişlerdi. Patronların saldırısı sonucunda hayatlarıyla bedel ödeyen kadınlar bize büyük bir direniş bıraktılar. Bugünün 8 Mart’ında da biz kadınlara ve emeklerimize dönük yapılan saldırılar dünden daha az değil. Bugün de kadınların mücadele sonucunda elde ettikleri haklar Saray ve AKP tarafından geri alınmaya çalışılıyor. Ancak biz kadınlar elde ettiğimiz haklarımızı kolay kolay teslim etmeye niyetli değiliz. Ondandır OHAL-BUHAL dinlemiyor sokakları terk etmiyoruz. Çünkü elde ettiğimiz haklarımızı kolay kazanmadık. Kolay da olmayacak almaları.

OHAL ve KHK ile devleti yöneten Saray, ülkedeki şiddeti sürekli tırmandırıyor. Bu şiddet ortamı önce kadınları vuruyor. Son olarak Afrin’e savaş ilan etti. Savaşa karşı çıkan her sesi de bastırmaya çalışıyor. Saray’ın tarafında olmayan kim varsa ya cezaevinde ya da öyle tahmin ediyorum ki bu ara cezaevlerinde yer olmadığı içindir adli kontrolle dışarıda. Biz biliyoruz ki savaş demek ölüm demek, açlık demek, tecavüz demek, yoksulluk demek, göç etmek demek. Savaşın en önce kadınları vurduğunu da çok iyi biliyoruz. O yüzden savaşa karşı en yüksek sesi çıkaran biz kadınlar oluyoruz. Kadınlar olarak Saray’ın iktidar uğruna açtığı bu kirli savaşın susarak parçası olamayacağımızı bulunduğumuz her yerde haykıracağız. AKP iktidarının ayrımcılık ve eşitsizlik üreten cinsiyetçi politikaları sonucunda bütün bir toplum olarak şiddet sarmalının içine itilmiş durumdayız. Bugün 16 yıllık iktidardan beslenen erkek egemen tahakküm en kirli yüzünü kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz, istismar ve cinayetler olarak göstermekte. Çocuk istismarının bu kadar ayyuka çıktığı bir zamanda bunu önlemek yerine “9 yaşındaki çocuklarla evlenilebilir” diyen bir zihniyetle mücadele ediyoruz. Çocuk istismarına karşı çıkarılan öfkeyi yönetmek için de “zina, hadım ve idam” tartışmalarını gündeme getiriyorlar. Sanki tek başına kişilere bu cezalar verilirse taciz, tecavüz, istismar bitecekmiş gibi. Biz kadınlar çok iyi biliyoruz ki bu yöntemler bir çözüm değil. Nasıl ki kadınlara tecavüz eden erkekleri güçlendiriyor ve yargı önünde kravat indirimi almasına izin verili-

TÜLAY YILDIZ

yor. Aynı şeyi çocukları istismar edenler için de uyguluyor. Erkek egemen sistemi güçlendiren politikalar izleyen devlet göz boyamak için bu tartışmaları ortaya atıyor. Çözülmesi gereken erkek egemen aklın, zihniyetin ve uygulamaların, politikaların kendisidir. Bu gündemlerle karşıladığımız 8 Mart’ın coşkusunu yitirmeden mücadele yöntemlerimizi tekrar tekrar gözden geçirip kadın dayanışmasını, örgütlülüğü yükseltmeliyiz. Evde, sokakta, iş yerinde erkek egemenliğine, otoriterleşmeye, tacize, tecavüze ve emek sömürüsüne karşı kadın dayanışmasını kurmaktan başka çaremiz yok. Erkek şiddetine karşı kendimizi savunma hakkımızı kullanarak şiddete karşı hayatımızı, yaşamımızı savunmalıyız. Kadınlara yaşamı cehenneme çeviren erkek egemenliğinden ve kapitalizmden, kadın düşmanı Saray’dan hesap soracak örgütlüğü sağlamalıyız. Birbirimizden güç alarak bunu başaracağız. 8 Mart’ı yaratan kadınların ayak izlerini takip ediyoruz. Yaşasın 8 Mart! Yaşasın Mücadelemiz!

7


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

KIRKYAMA KADIN DAYANIŞMASI KURULDU

GÜÇLENEREK DEĞIŞTIRECEĞIZ, MÜCADELEMIZI BÜYÜTECEĞIZ!

K

ırkyama Kadın Dayanışması, 18 Şubat Pazar günü “Güçlenerek Değiştireceğiz, Mücadelemizi Büyüteceğiz” şiarıyla Suriye Pasajı’ndaki Ortak Yaşamı Geliştirme Vakfı’nda kuruluşunu ilan etti. Toplantının yapıldığı salona, “Susmuyoruz, Korkmuyoruz, İtaat etmiyoruz”, “Yaşasın 8 Mart Yaşasın Kadın Dayanışması” yazılı pankartlar asıldı.

“Kırkyama Kadın Dayanışması olarak kadınların varoluşuna, hayatına, özgürlüğüne ve kimliğine yönelik saldırıların şiddetlendiği, kazanımlarının yok edilmeye çalışıldığı tarihsel bir kesitte yola çıkmış bulunuyoruz. Dönemimizin özgün şartlarında feminist mücadeleyi çoğaltmak, kadın dayanışmasını ve örgütlülüğünü güçlendirmek temel amacımız.”

8

Katledilen kadınların anısına yapılan saygı duruşuyla etkinlik başladı. Kadın dayanışması ve mücadelesini anlatan sinevizyon gösteriminin ardından kuruluş metni okundu. Ardından etkinliğe katılan kadınlar söz alarak Kırkyama’nın kuruluşunu selamladılar. Kırkyama Kadın Dayanışması’ndan Tuğçe Kesim kuruluş metnini okudu. Kadın mücadelesinin ihtiyaçlarını gören, kadınların tüm farklılıkları, çoğulculuklarıyla bir araya gelmesine, birlikte hareket etmesine ve güçlenmesine katkı sağlayacağını vurguladı. “Kırkyama Kadın Dayanışması olarak kadınların varoluşuna, hayatına, özgürlüğüne ve kimliğine yönelik saldırıların şiddetlendiği, kazanımlarının yok edilmeye çalışıldığı tarihsel bir kesitte yola çıkmış bulunuyoruz. Dönemimizin özgün şartlarında feminist mücadeleyi çoğaltmak, kadın dayanışmasını ve örgütlülüğünü güçlendirmek temel amacımız. Kadınların tüm farklılıklarıyla, tüm çoğulculuklarıyla bir araya gelmesine, birlikte hareket etmesine ve güçlenmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Kadınların her türlü baskıya, şiddete, sömürüye ve savaşa karşı direnirken özneleşmesinin; değişip ve dönüşerek yeni bir yaşamı

kurmasının birer parçası olmak istiyoruz. Kırkyama Kadın Dayanışması olarak kırkyamanın farklıların bir aradaki uyumundan, zenginliğinden ve deviniminden esinlendik. Kadınların farklılıklarıyla beraber ortaklaşabilme gücünün büyüsüne kapıldık ve kendimizi böyle adlandırmak istedik.” dedi. Kırkyama Kadın Dayanışması’nın tarihsel zeminini tanımlarken 1987 yılında kurulan Demokratik Kadın Derneği’nin kendileri için özel yeri olduğunu vurgulayan metinde şöyle devam edildi: “İçinde çeşitli kadın gruplarının birlikte mücadele ettiği Demokratik Kadın Derneği, sosyalist hareketin içinde bağımsız kadın örgütlenmesini yaratma çabası anlamında önemli deneyimler yarattı. Dernek kapatıldıktan sonra günümüze kadar pek çoğumuz kesintisiz ve soluksuz olarak, işçi ve emekçi kadınlarla çalışmalar yürüttü, yoksul mahallelerde Kadın Dayanışma Derneklerinin kurulmasına öncülük etti, ev eksenli çalışan kadınların hayatlarına dokunmaya çalıştı, gündelikçi kadınların örgütlenmesi çalışmalarında yer aldı, üniversiteli ve liseli genç kadınların dayanışma örgütlerinin kurulması için çaba harcadı.” Kadınların isyanına güç katacaklarını belirten deklarasyonda, değiştirme ve dönüştürme mücadelesinin büyütüleceği vurgulanarak “Yaşıyoruz, görüyoruz, biliyoruz: Dünyada ve Türkiye’de militarist, milliyetçi, ırkçı, dinci ve cinsiyetçi politikalar yükseliyor. Militarizm ve savaş çığırtkanlığı kadınların yaşadığı şiddeti gün be gün artırıyor. Milliyetçi-ırkçı politikalar kadınları baskı altına alma,

susturma ve erkeklerin çıkarına değerler yaratma işlevi görüyor. Dini referanslar kullanılarak erkek egemenliği güçlendiriliyor, kadınların konumu zayıflatılmaya çalışılıyor. Ama bu durum karşıtını yaratıyor. İçinde yaşamak zorunda bırakıldığımız sisteme en büyük, en güçlü itirazlar kadınlardan geliyor. Kadınların isyanına güç katacağız, değiştirme ve dönüştürme mücadelesini büyüteceğiz! Çökmekte olan neoliberal kapitalist sistemin yarattığı ekonomik kriz sömürünün, yoksulluğun ve işsizliğin katmerlenmesine yol açıyor. Kadın emeği en ucuz, en güvencesiz konuma itiliyor. Kadın yoksulluğu büyüyor. Kadınların eve, erkeğe, aileye bağımlığı artıyor. Patriarkal kapitalizme karşı mücadeleyi büyütecek, kadın emeğinin değerini savunacağız, yükselttiği talepleri sahipleneceğiz! Sermayenin gözü dönmüş kar hırsı içinde yaşadığımız dünyayı yok ediyor; havayı, suyu, toprağı, yeşili talan ediyor. Doğa ve ekolojik sistem insanlık tarihi içinde hiç olmadığı kadar tehdit altında. Kadınlar olarak, doğanın ve yaşam alanlarımızın korunması mücadelesini yükselteceğiz!” dendi. Son olarak kadınların hayatlarını savunmasının meşruluğuna değinilen deklarasyon şu şekilde sona erdi: “İçinde yaşadığımız şiddet yüklü, ayrımcı, erkek egemen politik ve kültürel ortam farklı cinsel yönelimlere dönük nefret dilini, davranışını pekiştiriyor. LGBTİ+’leri hedef alan nefret cinayetleri artıyor. LGBTİ+’lere yönelik heteroseksist yaklaşıma, her türlü şiddete karşı koyacağız.


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

İktidarın kamusal ve özel yaşamı dinselleştirmesi kadınların yaşamı üzerinde devlet ve erkek tahakkümünü artırıyor. Dini, muhafazakar politikalar ve söylemler kaç çocuk doğuracağından, nasıl giyineceğine; ne zaman sokakta olabileceğinden, nasıl gülebileceğine kadar kadınların yaşamına ve bedenine müdahale ediyor. Geleneksel kadınlık rolleri yüceltiliyor. Kadınlar, “Makbul kadın”, “Makul kadın” kimliklerine zorlanıyor. Evde, işte, sokakta ne yapacağımıza devlet, ya da onun sosyal hayattaki temsilcisi erkek karar veriyor. Erkeklerin, kadın bedeni, emeği, kimliği üzerindeki denetimi güçleniyor. Yaşamımız, bedenimiz, emeğimiz üzerindeki söz ve karar hakkımızı savunacağız! Siyasi iktidarın kadın düşmanı politikalarıyla erkek şiddeti giderek daha da yükseliyor. Kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz saldırıları artarak sürüyor, failler mahkemelerden “saygın tutum”, “iyi hal” indirimleri alarak cezasız kalıyor. Sistematik hale gelen cezasızlığın erkeğin şiddetini

özendirdiği bu koşullar kadınların özsavunma hakkını gerekli ve meşru kılıyor. Kadınların hayatlarına sahip çıkma mücadelesinin; erkek şiddetine, devlet şiddetine, faşizmin her türlü uygulamasına karşı kadınların isyanının; özsavunmasının geliştirici gücü olacağız. En güçlü özsavunma biçimi olan kadınların birleşik gücünü, dayanışmasını öreceğiz. Şiddetten uzak, güvenli, eşit ve özgür yaşam kurma mücadelesini kararlılıkla yükselteceğiz.” Kuruluş metninin okunmasının ardından “Yaşasın Kadın Dayanışması”, “Dünya Yerinden Oynar Kadınlar Özgür Olsa” sloganları atıldı. Daha sonra etkinliğe gelen kadınlar söz aldı. İmece Ev İşçileri Sendikası adına Başkan Ayten Kargın dayanışma duygularını iletti ve kadın mücadelesine olan inancını vurguladı. FeminAmfi adına söz alan Cansu Deniz üniversiteli kadınların yaşadığı sorunlara değinerek kadın dayanışmasının önemini vurguladı.

DİSK Dev Turizm İş Sendikası Eğitim Daire Başkanı Saniye Evren de etkinlikte söz alarak emekçi kadınların yaşadığı sorunlara değinde ve dayanışma mesajlarını iletti. Antakya’da barış istediği için işine son verilen öğretmen Gülizar Işık, her alanda dayanışmanın önemine değinerek ihraç edilmesine giden süreci anlattı. Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası Genel Başkanı Pervin Şahin de söz alarak her alanda olduğu gibi iş yerlerinde de kadınların ezildiğini ve birleşerek kazanabileceklerini vurguladı. Ardından etkinliğe katılan pek çok kadın söz alarak kadınları mücadeleye, sokaklara, alanlara davet ettiler. Etkinlik halaylar çekilerek sona erdi.

“Kadınların hayatlarına sahip çıkma mücadelesinin; erkek şiddetine, devlet şiddetine, faşizmin her türlü uygulamasına karşı kadınların isyanının; özsavunmasının geliştirici gücü olacağız. En güçlü özsavunma biçimi olan kadınların birleşik gücünü, dayanışmasını öreceğiz. Şiddetten uzak, güvenli, eşit ve özgür yaşam kurma mücadelesini kararlılıkla yükselteceğiz.”

9


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN FAHRİ KOÇAN

21

Şubat 2018’de Disk tarafından Türkiye işçi sınıfı gerçeği isimli bir istatistik yayınladı. İstatistiği özetleyecek olursak; işçilerin ücretleri düşük, geçim sıkıntısı büyük, çalışma süreleri uzun, sendikalaşma zayıf, iş yerlerinde ayrımcılık yaygın, iş yerlerinde sağlık ve güvenlik önlemleri yetersiz ancak sendikalı işçilerin çalışma ve yaşama koşulları sendikasızlara göre daha iyi. Bu istatistik aslında bilinen ancak bir kez daha gün yüzüne çıkan Türkiye işçi sınıfı gerçekliği oldu. Peki, işçiler bu kötü koşullarda çalışmayı tercih mi ediyor? Daha iyi koşullarda çalışmak istemezler mi? Yani başka bir dünya mümkün değil mi? Bağımsız Metal İşçileri Sendikası olarak “başka bir dünya mümkün” diyerek sık sık propaganda yapıyoruz. Ancak ne

kadar başarılı olduğumuz tartışılabilir. Nihayetinde işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları iyileştiği zaman biz de başarmış olacağız. Şimdi yukarıda sayılan kötü çalışma koşullarını nasıl değiştirebiliriz, yine mücadeleyi engelleyen şeyler neler, bunlardan bahsetmeye çalışacağım. Öncelikle Türkiye işçi sınıfı kafası çalışmayan, gerçekleri göremeyen, mücadele etmek istemeyen, mücadele eden sınıf sendikalarını göremeyen işçi sınıfı değildir. Pek ala işçiler ne yapması gerektiğini, nasıl mücadele edileceğini biliyor; hatta zaman zaman mücadeleyi belirli seviyelere yükseltiyor. Türkiye işçi sınıfı mücadelesine şöyle bir bakacak olursak; 1960’lı yıllarda Kavel greviyle birlikte grevli toplu sözleşme hakkını kazanan işçi sınıfı, mücadeleyi yükselterek birçok yerde sendikalı olarak çalışmaya başladı. 1970’li yıllarda DİSK’in kapatılmak istenmesine karşı başlatılan 15-16 Haziran eylemlerinde işçiler sendika seçme özgürlüğünün elinden alınmasını engelledi. 1990’lı yıllarda Zonguldak maden işçileri daha iyi çalışma koşulları ve daha iyi ücret talebiyle Ankara’ya yürüdü. Bu yürüyüş yarım kalsa da maden işçilerinin koşulları iyileşti. 2015 yılında Bursa’da başlayan metal grevi, metal işçilerinin 30 Ocak 2018’deki toplu sözleşmelerinde de dâhil olmak üzere birçok kazanım elde etmesine neden oldu.

Zaman zaman mücadeleyi yükselterek kazanımlar elde eden Türkiye işçi sınıfı bu kötü koşullara rağmen şu an neden hareketlenmiyor? Türkiye işçi sınıfı ne zaman mücadeleyi yükseltmeye kalksa bazen patronlar, bazen devlet, bazen sarı sendikalar işçilerin mücadelesini engellemek için elinden gelen çabayı göstermektedir. İşçiler ne zaman mücadeleci bir sendikada örgütlenmeye başlasa ya patron-devlet iş birliğiyle işçiler sarı sendikalara yönlendirilmeye çalışılır. Ya da işçiyi sendikalı olmaya çağıran bir işçi şu cevapla karşılaşır: “Ben falanca sendikaya üye oldum ancak, sendika benim haklarımı savunmadı.” ya da “Sendikalı olarak çalıştığım iş yerinde yaşadığım hak ihlallerini sendikama söyledim, ancak sendikam hiçbir girişimde bulunmadı.” demektedir. Bir başka engel işçilerin bankalara olan borçlarıdır. Genelde ailede iki kişi çalışır, bir işçinin maaşı borca gider, diğer işçinin maaşı evin ihtiyaçlarını karşılar. İşçiler neredeyse her ay maaşları kadar ev, otomobil, kredi kartı vb. borcu ödemek zorundadır. Böyle olunca çalışırken maaş zammı talep edemediği gibi iş yerindeki sendikal örgütlenmeye de çoğu zaman katılamamaktadır. Borç çok olduğu için fazla mesai de yapmak zorunda kalmaktadır. DİSK’in Türkiye işçi sınıfı ger-

çekliği istatistiğinin belirttiği gibi Türkiye OECD ülkeleri arasında çalışma saatleri en yüksek ikinci ülke olmaktadır. İşçilerin mücadele etmesini engelleyen etkenlerden birisi de mahkemelerdir. Sendikal örgütlenme esnasında işten çıkartılan işçi işe iade talebiyle mahkemeye başvurmaktadır. Yasalar işe iade davasının en çok dört ay sürmesi gerektiğini belirtmesine rağmen dava bazen üç ya da dört yıl sürmektedir. Bunu gören işçi bir daha sendikaya üye olmamaktadır. Bir diğer etken ise işsizlik korkusudur. İşçiler iş yerindeki haksızlıkları görerek itirazda bulunurlar. Ancak itirazı yükselttiği oranda işten atılma riski artar. İşten atılan işçinin aynı koşullarda iş bulma şansı azdır. Bu nedenle işçi için borçları ödeme ve ailenin geçimi zorlaşacaktır. Bunu gören işçiler şu anda günü kurtarmaktan başka bir şey yapmamaktadır. İşçilerin daha iyi çalışma ve yaşam koşullarının oluşturması için verdiği mücadele gerek devlet gerek patronlar ve sarı sendikalarca bir şekilde engellendiğinden bahsettik. Bu engellemelere karşı bizim önerimiz ne, ne yapmalı? İşçiler sınıf sendikalarında örgütlenmeli; en temel işçilik haklarıyla ilgili eğitimlerden geçmelidir. İşçiler üretimden gelen gücünün farkına varması için daha fazla bir araya gelmelidir. Zaman, zaman işçilik haklarıyla ilgili üretimden gelen gücünü kullanmalıdır. Tekil direnişler de önemlidir. Hakları, emeği için direnen mücadele eden işçiler, sendikalı, sendikasız olmasına bakmadan desteklenmeli mücadele büyütülmelidir. Bağımsız Metal İşçileri Sendikası Kocaeli Temsilciliği

10


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

İŞÇILERIN #GEÇINEMIYORUZ DIYEN ISYANINI DUYDUNUZ MU?

#

geçinemiyoruz isyanıyla işçiler son zamanlarda tepkilerini intiharlarla ortaya koymaya başladılar. Bu gelinen aşama, ekonomik krizin derinliğinin insanları çaresizliğe savuran boyutlarda olduğunun en önemli kanıtı oldu. Bir yapı işçisinin meclisin önünde kendini yakması sonrası benzer tepkilerin ve eylemlerin artarak da devam ettiğini gördük. İSİG (İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi) verileri 2017 yılında en az 89 işçinin iş yerinde veya dışında işe bağlı nedenlerle intihar ederek yaşamını yitirdiğini gösteriyor. 2016’da yılında ise en az 90 işçinin intihar ettiği tespit edilmiş. Son iki seneye ait yıllık tespitler, 2013-2015 yılları arasında tespit edilebilen işçi intiharlarının toplamına yakındır. Sıtkı Aydın… “Geçinemiyorum” diyerek Ankara TBMM önünde kendi bedenini ateşe verdi. Bu, eylemler arasındaki en dehşet verici olanıydı. Bir inşaat işçisi ve geçirdiği iş kazası sonrasında açtığı alacak davaları beş yıldır sürüyor. Bu arada borçları sürekli artıyor. Yaşadığı geçim sıkıntısına çözüm bulamıyor. Bu yaşadıkları aynı zamanda içinden geçtiğimiz zamanların bir fotoğrafını çeker gibi bütün gerçekliklere dokunup gidiyor. Üzerine benzin döktükten sonra derdini anlatmak için bir milletvekili ile görüşmek istiyor. Bu da nafile bir istektir. Hem milletvekili kimdir, nedir ki? Polisler onu dinlemek yerine gözaltına almak istiyorlar. Eylem gerçekleşiyor ve Sıtkı Aydın kendini feci şekilde yakıyor! Gerçeklik demişken sonrasında başına gelenler de ibretliktir. Hızlıca hükümet çevreleri onu provokatör ilan etti. Ama o dedi ki; “Benden provokatör çıkmaz. 15 Temmuz darbe girişimi olduğu gece tankların önüne yatanlardanım.” Yoksulluk acı acı öğre-

tiyor. Tankların önüne yatan da o gün sokakta olan da olmayan da derinleşen krizden ve yoksulluktan nasibini alıyor! Bu tepkilerden bir tanesi de İŞKUR önünde çırılçıplak bir isyandı. İzmir Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü (İŞKUR) önünde Battal Sağır isimli işçi, üzerindeki kıyafetleri bina önüne fırlatarak isyanını dile getirdi. Battal Sağır… İzmir’de çalıştığı iş yerinde aylardır maaşını alamadı. Ardından İŞKUR’a üç ay önce şikayet dilekçesi verdi, İŞKUR dilekçesini kaybetti. Battal Sağır, “İşçinin hakkını savunmayanlar, çıkın dışarı görün işçinin halini. İşçiyim ben, aç işçi. Benim hakkımı savunmuyorlar, patronun avukatlığını yapıyorlar.” diyerek bina önünde oturmaya başladı. Polislere “Burada böyle ne yapıyorsun?” demesi üzerine Sağır, “Ben bu devleti protesto ediyorum. İstiyorsanız zor kullanın, benim kimseye zararım yok. Hakkımı bu şekilde arıyorum.” diyerek eylem yaptı. Bu eylemlerin çaresizlik mi yoksa isyan mı olduğu ise bir tartışma konusu haline geldi. Her ikisi için de pek çok şey söylenebilir. Bu tarz eylemlerin sonuçlarının büyük toplumsal değişikliklere ve isyanlara yol açabileceği ise apaçıktır. Tunus’ta kendini yakan gencin bu eyleminin ardından yaşanan ayaklanmalar bunu göstermektedir. Arap isyanlarının yaşandığı süreçte de pek çok insan kendini yakmıştır. İspanya’da Bulgaristan’da işsizlik ve yoksulluğu protesto etmek için insanlar kendini yakmıştır.

kadar ulaşabilen örnekler oldu. Sayısız yaşam, sayısız işçi var elbette. Kulağımızla duymadığımız gözümüzle görmediğimiz onlarca işçi arkadaşımızı kaybettik. İşte yaşadığımız en büyük gerçeklik de bu sanırım.

SANİYE EVREN

Şeker fabrikaları satılıyor. Halkın fabrikaları kapatılarak binlerce işçi işsiz bırakılıyor. “İşsiz öğretmenler” Hasan Songurlar iş cinayetlerinde hayatlarını kaybediyorlar. Hasan Songur… atanamadığı için sanayi de belki de hiç bilmediği bir işi yapmak zorunda bırakıldığı için hayatını kaybetti. Parklar, yeşil alanlar AVM olmaya devam ediyor. Ekonomi politikaları rantsal anlamda yine doludizgin ve hala çılgın... Milyonlar aç, milyonlar işsiz, milyonlar asgari ücretle yoksulluk sınırlarında yaşama tutunmaya çalışıyor! İşçiler yoksulluğa, asgari ücretle kölece çalışmaya, işsiz kalmalarına karşı ölümü göze aldıkları tepkiler ortaya koyuyorlar. Bu tepkiler son derece örgütsüzce ve “çaresizlik” içerisinde yapılmış olsa da milyonlarca insana bir mesaj da ulaştırıyor. O da “Sessiz çığlıklarımızı duyun!” mesajıdır.

İlk önce biz işçiler birbirimizin sesini işiteceğiz. Birlik olacağız. Örgütleneceğiz. Yoksa aynı gemide olanlar çılgın kaptanların elinde alabora olmayı kader gibi sayarız. Kaderimiz yoksulluk değil ölüm değil. Bizler insanca yaşam insanca çalışma koşulları için #geçinemiyoruz diyen milyonlarca işçi emekçi ellerimizi kavuşturalım, sendikalı olalım, örgütlenelim, mücadele edelim!

Benzin döküp kendini yakıyorlar, devlet kurumlarını hedef alarak önünde çırılçıplak soyunuyorlar! Bunlar kamuoyuna

11


GEÇİŞ MEHMET YILMAZER

D

ünyanın nereden buralara geldiğini biliyoruz, ancak nereye gittiğini henüz kimse bilmiyor. Dünyamız hem siyasal hem de ekonomik olarak sancılı bir geçiş dönemi içindedir. Sancılar gittikçe artıyor, hangi limandan denize açıldığımız belli, fakat pusulalar bozulduğu için açık denizde hangi yöne gittiğimizi bilemiyoruz. Buraya Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası kapitalizmin attığı zafer çığlıklarından gelindi. “Süper güç” Amerika, dünyayı sosyalizmin yokluğunda tek başına yönetmeye niyetlendikçe; kendine karşı çıkacak olası rakipleri engellemek için adım attıkça, onları engellemek şöyle dursun, tam tersine büyüttü. Bugünlerde Batı medyasında sürekli konu edilen “Doğu’nun yükselişi”, “Avrupa merkezciliğin sonu”dur. Bu bir gerçekliği hem de bir paniği anlatıyor. Çin ve Rusya yükseliyor. Henüz konumu tam belli olmayan Hindistan üzerine yorumlar ve gayretler oldukça fazla… ABD, Hindistan’ı Japonya, Avustralya ile birlikte tutmaya, yükselen Doğu güneşinin cazibesinden korumaya çalışıyor. Amerika’nın Soğuk Savaş yıllarını aradığı kesin! Arkasında bütün Batı dünyası, elinde “hür dünya” bayrağı, çok daha güçlü ve ideolojik olarak da bugünden daha itibarlıydı. Güç merkezi Batı’dan uzaklaşırken aynı zamanda dünyada üç yüz yıldır egemen olan ideolojik örtüleri de yırtılıyor. Kaotik fırtına Batı’nın siyasi ve moral değerlerini gökyüzüne uçuruyor. Trump mı, Merkel mi yoksa Macron mu yeni değerlerin yaratıcısı ve taşıyıcısı olacaklar? Batı erirken Doğu’nun

yıldızı parlasa da onların da dünya insanının gözlerini kamaştıran değerleri henüz yok. Xi, Putin veya Modi itibarlı ve çekici liderler değil, ancak güçlüler. Elbette sonunda siyaset güç üzerine yürür. Ancak Napolyon’un dediği gibi “Bir ülkeyi kılıç ile fethedebilirsiniz ama onun üzerine oturarak yönetemezsiniz.” Bunun aslında son günlerdeki en iyi kanıtı Irak işgali oldu. Muazzam Amerikan gücü antik medeniyetlerin kutsal topraklarına yakıp yıkarak girdi; fakat füzeleri üzerine oturarak bölgeyi yönetemediler. Yükselen Doğu nasıl davranacak? Kendi öncüllerinin yolundan giderse, varacağı durak bellidir. Dünyada ağırlık merkezi yer değiştirirken, bu muazzam sancılı kayma ile birlikte müthiş siyasal, ideolojik, moral fırtınalar da ortalığı kasıp kavuruyor. Bunların en gözdesi “popülizm” ya da Trump’ın uçuşan sarı saçlarının örtemediği faşizmdir. Henüz güçlü bir dalga değil, ancak kaotik dünyanın karanlık dehlizlerinde birikiyor. Bu gidişin yeraltına inersek, orada yaklaşan kıyametin boyutları daha iyi görülür. Kapitalist merkezler sihirli anahtarlarını kaybettiler. 2008 krizinden beri ellerinde güçlü bir sermaye birikim sistemi yok. Pazara para yağdırarak bugüne kadar idare ettiler, ancak son borsa çöküşü geminin karaya oturmak üzerine olduğu gösterdi. Şimdilik kayalara çarptı, telaşla batıştan kurtulmaya çalışıyor. Sermaye birikim sistemleri kapitalizmin kalbidir. Kalp atışları düzensizleşmeye başladıysa sistem alarm veriyor demektir. II. Dünya Savaşı’ndan beri kapitalizm iki temel sermaye birikim sistemi yaşadı. Devletin ağırlıkta olduğu Keynes sistemi; 1980’ler sonrası devletin lanetlendiği, pazarın yeniden kutsandığı neoliberal sistem; bu sitem

yaratıcısı olan Amerika’da 2008 yılında duvara çarptı. Kapitalizm yeni bir sermaye birikim sistemi yaratamadığı için, eskisini yamayarak idare ediyor. Sermaye birikim sistemlerinin değişimi kapitalist sistemde “barışçıl” yollardan olmaz. Fakat 1980’lerdeki değişim barışçıl yoldan oldu. Fakat olaylar hatırlanırsa aslında uzun bir soğuk savaş yaşanmış ve onun galibi artık ortaya çıkmıştı. 1980’lerde Amerika ve İngiltere’nin dünyaya dayattığı sistem, Sovyetler yıkıldıktan sonra gerçek güç ve hızına kavuşmuştur. Bugün, neoliberalizmin liderleri bu oyunun perdesini kapatmak için sahneye çıktılar; “America first” şarkısını söylüyorlar. Fakat bu kez Çin ve Rusya oyunu devralıp, neoliberalizm şarkısını sürdürmeye niyetli görünüyorlar. Sonuçta dünya kapitalizmi için geçerli bir sermaye birikim siste-

mi henüz yoktur. Zaten bu oyunda güçlüler sahneyi düzenler, diğerleri çıkıp oynar. Şimdi sistem el değiştirme sancısı içindedir. Ancak dünya tarihinin gösterdiği gibi, kapitalist birikim sistemi tıkandığında, yol ancak büyük savaşlarla açılabilmiştir. 2008 krizinin başlarında Amerikan finans kapitali hep bir ağızdan “1929 bunalımındaki hatayı tekrar etmemeliyiz” şarkısını söyledi. Sınırlar kapatılmayacak, gümrük savaşları başlatılmayacaktı. Aradan on yıl geçtikten sonra Amerika ve İngiltere 1929’daki hatalara doğru yelken açmış görünüyorlar. Son sözler elbette söylenmedi, zaten son sözlerin söylenmesi savaş anlamına gelir. Yeni sermaye birikim biçimine girmek bazı noktalardan dünyayı çok sıkıntıya sokacak bir olaydır. Bunun birkaç nedeni vardır. İlki, 2008 krizinde çürükler


DÖNEMİ elenmesi gerekirken, “batamayacak kadar büyük” oldukları için Amerikan hazinesi tarafından finanse edildiler. Bunların hepsi büyük banka ve sigorta şirketleriydi. Bu gerçekleşmediği ölçüde merkez ülkelerdeki finans üstüne kurulu spekülasyon devam edecektir. Çürüyenler elenmediği için zehir ve çürüme tüm sistemin içine yayılıyor. Günümüzde yaşanan borsa krizi bunun kanıtıdır. Balonun şişmeye devam edeceği anlaşılıyor. Daha büyük bir patlamaya kadar. Diğer sancılı konu, yeni sermaye birikim süreci her şeyden önce yeni üretim teknik ve kapasitelerine dayanmak zorundadır. Bu yolda dünyada büyük bir rekabet sürüyor. Yapay zeka, nano teknolojisi ve gen teknolojisi kıyametin kopacağı alanlardır. Kapitalizm koşullarında bu alanlarda rekabet barışçıl yollardan gerçekleşmez. “Akıllı ve yaratıcı olan kazansın.” diye bir yol

yoktur. Tam tersine büyük güçler yeni tekniğe dayalı üretim koşullarını ele geçirmek için amansız rekabet ve savaş yürütürler. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı o güne kadar biriken değerli maden ve ham maddeler üzerine yürüyen paylaşım mücadelelerinin kıyamete dönüşme aşaması oldu. Ardından büyük paylaşım enerji kaynakları üzerine yaşandı. Günümüzde enerji kaynaklarının yanında yüksek teknikli metaller ve algoritma teknikleri üzerine savaşlar yürüyor. Koşullar eskiye göre farklı olsa da rekabet içindeki kapitalist merkezler için esas önemli olan yeni üretim tekniklerinin, elamanlarının, alt yapısının ele geçirilmesidir. Bunun için rakipler birbirleri yorup, hırpalayacak, hedeften saptıracak yollar yaratmak zorunda kalırlar. Bunların en zirvede olanı şüphesiz genel savaştır.

da pazarların da yaratılıp, ele geçirilmesi gerekir. Bu konuda tekniği ve kaliteyi elinde tutan pazarları ele geçirir, yaklaşımı kapitalist iktisat kitaplarında olsa da gerçek hayatta yoktur. 1950’ler sonrası hızla gelişen Japonya buna en güzel örnektir. Uzun yıllar “Japon mucizesi”ne inanıldı. Amerikan pazarını hızla ele geçiren Japon mallarına yeni dünyada büyük öfke kabarmıştı. Ancak Sovyetler çöktükten sonra ABD ve İngiltere’nin zoruyla finans spekülasyonuna rotasını çeviren dünya ekonomisinde Japon mucizesi mum gibi söndü. Büyüyen Çin korkusu ile ABD, bağımsızlaşmaya niyetlenen Japonya’yı baskı altına aldı. Günümüzde Tillerson’un gezileri, Washington’un elinden kaçırdığı pazarları yeniden elde etme mücadelesidir. Şimdilik diplomasi ile yürüyor.

Son önemli konu üretim temelinin elde edilmesinin yanın-

Sonuç olarak, yeni sermaye birikim biçimi kapitalist iktisatçıların toplanıp bulacakları bir yol değildir. Kapitalist merkezler arasındaki güç ilişkilerine, üretim tekniklerine, bilimsel gelişmelerin elde edilmesine bağlıdır. Amerika 1950’ler sonrası kendisi silahla dehşet dengesi yaratırken, diğer dostları üretim güçlerini büyüttüler. Soğuk Savaş bittiğinde ABD’nin elinde rekabet edebileceği iki alan kalmıştı: Silah ve dolar. Rakiplerini bu alanlarda rekabete sürükledi. Bu yolda yirmi yıla yakın kazandı. Ancak artık silah alanında da dolar egemenliğinde de ABD’ni büyük sorunlar bekliyor. Geçiş döneminden nasıl yürünecek henüz bilmiyoruz. Ancak artık silah ve dolar-enerji spekülasyonu üzerinden sermaye birikimi tıkanmıştır. Yeni sermaye birikim süreci yüksek teknikli üretim alanları üzerinden yürüyecektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın enerji, silah ve oto sanayi üzerinden gelişmesi gibi, araya giren finansallaşmanın

ömrünü doldurmasından sonra, yeniden sermayenin üretim devresine daha yoğun olarak akmakta olduğu bir döneme giriliyor. Bu sürecin en sıkıntılı özelliği yeni teknolojinin eskisi gibi istihdam yaratmamasıdır. Yeni sermaye birikim süreci, sadece “üçüncü dünya” ülkelerinde değil, kapitalist merkezlerde de “fazla nüfus” yaratacaktır. Dünyanın ateşi bu nedenle de yükselmeye adaydır. Her bakımdan sancılı bir geçiş dönemine giren dünyanın gün geçtikçe I. Dünya Savaşı öncesi yıllara benzerliği artıyor. Yeni bir tarihsel dönemin eşiğinde Türkiye böyle sancılı ve anaforlu günlere hiçbir şekilde hazırlıklı değildir. Tek hazırlıklı olduğu yön, dünyada aşırı sağın güçlenmesine ayak uydurarak tek adamlığa doğru yol almasıdır. Güç dengelerinde büyük kaymalara gebe hale gelen dünyada, yükselen Doğu ile gerileyen Batı arasında sıkışan Ankara, uzun soluklu bir stratejik kurgu yerine günü kurtarmakla uğraştığı için geçiş döneminin anaforlarından en fazla etkilenecek ülkelerden birisi durumundadır. Öte yandan, “yerli ve milli” vurgularına rağmen dünyada şekillenmekte olan yeni sermaye birikim düzenine değil ayak uydurmak, ardından yetişme şansına bile sahip değildir. Böylece kendisini büyük bir zıtlığın içinde bulacaktır. Siyasal söylem olarak “şehadetin”, milliyetçiliğin arttığı bir dönemde; kaderinin büyük güç merkezlerine önceki yıllardan çok daha fazla bağımlı hale geleceği bir döneme giren Türkiye, büyük iç ve dış gerilimlerle mayın tarlasında yürümektedir. İktidardakiler ne kadar çok bağırıyorlarsa, ülke üzerinde geçiş döneminin basıncı o kadar artıyor demektir.


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

NASIL BİR ÜNİVERSİTE İSTİYORUZ? DEFNE NEHİR

Üniversitelerin, “seçilen” değil “atanan” ve kendisini atayanlara biat eden yöneticiler tarafından yönetilmesine, üniversite bileşenlerinin üniversite yönetiminde söz ve karar hakkından yoksun bırakılmasına karşı; akademisyenlerin, öğrencilerin, emekçilerin özne olduğu bir yönetim modeli benimsenerek “üniversite meclisleri” oluşturulmalıdır. Üniversite meclisleri, tüm taleplere uygun planlama, yönetim ve denetim sistemini garanti etmelidir. Üniversitelerin güvenliği, üniversite meclislerinin yetki ve denetiminde sağlanmalıdır.

14

Ü

niversiteler, insanlığın ve doğanın yararına bilimsel bilginin üretileceği kurumlardır. Bilimsel bilgi, ancak özgürlük ikliminde boy verir ve hakikatin izi sürülerek inşa edilebilir. Bilimin doğası gereği daima sorgulayıcı olması gerektiğinden hareketle, yaşanan toplumsal travmalara karşı duran hocalarımız, 11 Ocak 2016’da yayınladıkları bildiriyle “Bu Suça Ortak Olmayacağız” diyerek bilimden, barıştan, özgürlükten yana ses çıkarmışlardır. Bildirinin yayınlanmasının ardından, hocalarımız AKP’nin siyasi lincine hedef olmuşlar, çıkarılan KHK’larla tamamen keyfi ve hukuksuz bir şekilde üniversitelerinden ihraç edilmişlerdir. * Sorgulayan, eleştiren ve özgürlük arayışında olan üniversite bileşenlerine karşı KHK fermanlarıyla saldırıldığı, * Yandaş üniversite yönetimlerinin yaptığı ihbarlarla akademinin onurunu ayaklar altına alıp, bilimi siyasi iktidarın emri altına soktuğu, * AKP’nin üniversitelere yönelik fetih harekatını sembolize eden karelerden olan, hocalarımızın cübbelerinin polis postallarıyla çiğnenme görüntülerinin dünya faşizm tarihinde yerini aldığı, * Yaşanan akademik kıyıma karşı üniversite içinde ses çıkaranların binbir zorbalıkla susturulmaya çalışıldığı, “terörist” damgasıyla itibarsızlaştırıldığı, * Gezi sürecinden ders çıkaran AKP’nin, gençliğin mücadele dinamiklerini yok etmeye çalıştığı, * Gezi gençliğinden boşaltılacak alanın dindar ve kindar neslin temsilcileri özgürlük düşmanı ülkücü-Osmanlıcı faşistlerle doldurulmaya çalışıldığı, * Polis, özel güvenlikler, siyasi ik-

tidarın üniversitelerimizdeki ‘işgal güçleri’ olarak terör estirdiği, * 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK’ün tüm antidemokratik uygulamalarının sürdürüldüğü, * Eğitimin içinin boşaltılmak istendiği, * Üniversitelerde özgürlük alanının bırakılmadığı, * Akademiyi ve öğrenci hareketini biat ettirmeye dönük saldırıların hız kazandığı, * Üniversitelerimizin bilime, özgürlüğe, barışa, hakikate düşman tekçi anlayışın hedef tahtasında olduğu böylesi bir dönemde şu soruyu bir kez daha sormanın zamanıdır diye düşünüyoruz: “Nasıl bir üniversite istiyoruz?” Eğitime ve bilgiye ulaşma hakkı yasalarla herkese tanınıyor olsa da gerçeklik böyle değildir. Her şeyin piyasaya açıldığı günümüzde eğitim de hak olmaktan çıkmış, maddi olanaklara göre yararlanılabilecek bir ayrıcalığa, alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür. Eğitim sistemi, her yönüyle sınav yarışına endeksli hale gelmiştir. Yine bu sistem kamu eğitimini işlevsiz bırakarak eğitimi dershane, etüt merkezleri, özel okul gibi kurumlara kaydırmıştır. Bu kurumlardan yararlanacak ekonomik olanaklara sahip olmayanlara üniversite kapısı kapanmaktadır. Sınıfsal ayrımları belirginleştirerek adaletsizliği her geçen gün genişletip, derinleştiren bu sisteme karşı; üniversite eğitimi tüm halkın eşit olarak yararlanabileceği bir hak olmalı, bir avuç gencin ayrıcalığı haline gelmemelidir. Hiç kimse herhangi bir nedenden dolayı öğrenim hakkından ve bilimsel-sanatsal-felsefi üretim hakkından mahrum bırakılmamalıdır. Üniversite eğitimi her düzeyde parasız ol-

malı, üniversiteye giriş sınavları kaldırılmalıdır. Üniversiteye girme, bölüm seçme veya bölüm değiştirme ilköğretim sürecinden itibaren açığa çıkartılacak eğilimlere/yeteneklere göre belirlenmelidir. Bilimsel bilgi üretilebilmesinin ön koşulu ise özgür düşüncedir. Yaratıcılık, özgürlük ortamında gelişir. Özgürlüğün olmadığı yerde bilimden söz edilemez. Bu sebeple; akademisyenlerin ve öğrencilerin akademi ortamındaki tüm çalışmaları özgür olmalıdır. Akademisyenlerin ve öğrencilerin düşüncelerini, bilimsel ürünlerini halkla paylaşmaları da özgür olmalı, bu özgürlükler güvence altına alınmalıdır. Üniversite bileşenlerine akademi ortamı içerisinde eğitim konuları dışındaki alanlarla ilgili de kulüp, atölye vb. özgür üretim olanakları sağlanmalıdır. Üniversite bileşenlerinin, örgütlenme ve siyaset yapma hakları önündeki engeller kaldırılmalıdır. Üniversite bileşenlerinin düşüncelerini ifade etmelerinin araçları olan bildiri, afiş, sosyal medya vb. her türlü yayın çalışması özgür olmalıdır. Polis üniversiteden çıkartılmalı, özel güvenlik mekanizması dağıtılmalıdır. Tel örgüler, demir parmaklıklar, kameralar, üniversite kapılarındaki turnikeler kaldırılmalıdır. Disiplin yönetmeliklerinin tamamı kaldırılmalı, üniversite yaşamını düzenleyen kurallar, ortak ve özgür yaşam ilkeleri doğrultusunda üniversite bileşenlerince belirlenmelidir. Üniversiteleri kışlaya dönüştüren, disiplin yönetmelikleriyle yasal şiddet uygulayan YÖK kaldırılmalıdır.


Kapitalizmin her şeyi kar hırsına tutsak etme çabasına ve sermayenin bilimi tekeline almasıyla “satılabilir” bilgi üretmeye zorlanan üniversitelere karşı, bilim sermayenin ve ulus devletin çıkarları için değil halk için yapılmalıdır. Üniversitelere bilimsel çalışmaları için kamu kaynaklarından bütçe aktarılmalıdır. Kadınlara ve farklı cinsel yönelim ve tercihlere sahip bireylere yönelik cinsel, fiziksel, psikolojik her türlü taciz, şiddet ve mobbinge karşı politikalar geliştirilmeli, üniversitelerde cinsel taciz ve saldırıları önlemek için çıkartılan yönergeler hayata geçirilmelidir. Üniversite kampüslerinde gerçekleştirilecek yapılaşmalarda ekolojik denge ve hayvan hakları gözetilmelidir. Eşitlikçi, farklılıkları tanıyan ve değer veren, özgürlükçü, bilimsel, parasız, sınavsız, anadilde, katılımcı eğitim, bir üniversitenin taşıması gereken temel nitelikler olmalıdır. Bilgi üretimi ve aktarımı sürecinin ortak öznelerini yaratmak için eşitlik ve özgürlük ortamı sağlanmalıdır. Hoca-öğrenci hiyerarşisi yerine çalışmalar kolektif üretim ortamlarında, yaşamla etkileşim halinde gerçekleştirilmelidir. Öğrenciler, yaşamsal gereksinimlerini karşılayabilmek için kütüphane, yemekhane, kantin gibi birimlere ucuz iş gücü olarak

çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu durumu ortadan kaldıracak ekonomik haklar, öğrenim süresi boyunca öğrencilere karşılıksız olarak verilmelidir. Yurt sayıları derhal arttırılmalı, niteliği iyileştirilmeli, giriş/çıkış saati kısıtlamaları kaldırılmalıdır. Üniversite çalışanlarının ve öğrencilerin çocukları için ücretsiz kreşler açılmalıdır.

mesine karşı; bilgi üretimi sürecinde, öznelerin, araştırmalarını seçme ve reddetme hakkı olmalıdır. Akademinin niteliği, rekabete uyum zorunluluğu üzerinden, kar/zarar hesabı yapılarak değil topluma kazandırdıklarıyla anılmalıdır. Bilgi üretimi ve aktarımı sürecinin belirleyeni, ücret ya da grevden uzaklaştırılma korkusu değil, bilimsel üretim olmalıdır.

Üniversitelerin şirketleşme sürecini hızlandıran ve yeniden üreten yaz okulu, ikinci öğretim, uzaktan eğitim, sertifika programları gibi uygulamalar kaldırılmalıdır.

Temizlik, güvenlik, yemekhane, yurt gibi hizmet alanlarında taşeronlaştırma ile birlikte, işçilerin örgütlenme hakkının ellerinden alınmasına ve ucuz iş gücü olarak istihdam edilmek istenmesine karşı; tüm çalışanların koşulsuz iş güvencesi ve örgütlenme özgürlüğü olmalıdır. Üniversitelerde geçici istihdam biçimleri kaldırılmalı, eşit işe eşit ücret ilkesi hayata geçirilmelidir.

Üniversitelerin, “seçilen” değil “atanan” ve kendisini atayanlara biat eden yöneticiler tarafından yönetilmesine, üniversite bileşenlerinin üniversite yönetiminde söz ve karar hakkından yoksun bırakılmasına karşı; akademisyenlerin, öğrencilerin, emekçilerin özne olduğu bir yönetim modeli benimsenerek “üniversite meclisleri” oluşturulmalıdır. Üniversite meclisleri, tüm taleplere uygun planlama, yönetim ve denetim sistemini garanti etmelidir. Üniversitelerin güvenliği, üniversite meclislerinin yetki ve denetiminde sağlanmalıdır. Akademinin gelir getirici işlere yöneltilmesine, dolayısıyla da çeşitli disiplinler arasında hiyerarşik bir yapı oluşturulmasına ve uzun erimli, ortak, sanatsal ve felsefi çalışmaların değersizleştiril-

*** Akademiyi teslim almaya dönük saldırılar, hocalarımızın kararlılığı, morali ve bilimin onuruna bağlılıklarıyla boşa düşürülmüştür. Tekçi, baskıcı rejimin kültürünün ve aklının akademinin bünyesine uymadığı, akademinin siyasi iktidara, sermayeye diz çökmeyeceği görülmüştür. Akademi, hocasıyla öğrencisiyle özgürlük ve bilim düşmanı siyasi iktidarların kabusu olmaya devam edecek, kürsülerde ders anlatmasını sabırsızlıkla beklediğimiz hocalarımız okullarına dönecek ve hesap soracaklardır.

Ne doğaya ne hayvana ne de insana değer veren, tüm farklı sesleri kendi sesi içinde eritip yok etmek isteyen siyasi iktidarın dayattığı tek tipleşmeye, cinsiyetçiliğe ve ayrımcılığa karşı okullarımızda tüm renklerin özgürce düşüncelerini ifade edebileceği bir ortamı birlikte yaratacağız. Hocalarımızın “Üniversite aşk gibidir, sevgi gibidir, her yerdedir. Herkesin kalbindedir, sadece binaların içinde değildir.” sözlerini hatırlayarak, kampüs sınırları dışında yeni bilimsel üretim alanları oluşturacağız. Üniversitenin üniversite olmaktan çıkarılıp, insana, topluma, doğaya yabancılaşmış ve sadece diploma veren kurumlara dönüşmesine karşı, kampüslerimizin bilimin ve özgür düşüncenin gelişeceği yerler olması için mücadele edeceğiz. Hocalarımızın polis postallarıyla çiğnenen cübbelerini, üniversitelerimizden yükselteceğimiz özgürlük mücadelemizin bayrağı yapıp zorbalığın üzerine yürüyeceğiz. Akademik özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğünü mücadeleyle kazanacak, bizleri teslim aldıklarını düşündükleri her an yeniden karşılarına dikileceğiz!


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

BM UZMANI, VENEZUELA’DA İNSANI KRIZ OLMADIĞINI SÖYLEDI FAROOQUE CHOWDHURY ÇEVİREN: AYŞE TANSEVER

İnsan hakları alanında uzmanlardan Amerikalı avukat ve tarihçi Alfred de Zayas, insani kriz teriminin Venezuela’ya müdahale ve mevcut hükümeti devirmek amaçlı kullanılması konusunda uyarıda bulundu. Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Demokratik ve Adil Bir Düzeni Teşvik kurumunun bağımsız uzmanı Alfred de Zayas, Venezuela’ya yaptığı ziyaretten sonra bu ülkenin savaş ve açlık yaşanan Afrika veya Asya ülkelerinden farklı olarak bir insanlık krizi yaşamadığını açıkladı. “Venezuela istatistiklerini diğer ülke istatistikleriyle karşılaştırdım ve burada insani bir kriz yoktur ama elbette kıtlık, endişe

ve arz eksikliği var. BM’lerde yıllardır çalışan ve Asya, Afrika ve bazı Amerika ülkelerindeki durumu tanıyan biri olarak Venezuela’daki durumun bir insanlık krizi olmadığını görüyorum.” dedi, teleSUR’a verdiği röportajda. Bağımsız uzman 27 Kasım’da Venezuela’ya geldi ve ülkedeki siyasi, ekonomik ve sosyal durumu öğrenmek için hükümet yetkilileri, insan hakları ihlalleri ve sözde guarimba (muhalefetin şiddetli protesto gösterileri) mağdurları ile toplantılar yaptı. Medya organları gibi çok sayıda kişi ülkenin bir felaketin eşiğinde olduğunu düşünse de “Venezuela ekonomik savaş, finansal bir ablukaya ve çok sayıda kaçakçılık altında acı çekiyor ve elbette bu sorunları çözmek için uluslararası dayanışmaya ihtiyacı var.” diye açıkladı. Ayrıca, uluslararası toplumun yaptırımları kaldırmak için Venezuela ile dayanışma içinde olması gerektiğine inanıyor; “Çünkü bunlar, yiyecek ve ilaç kıtlığını körükleyen şeylerdir. Venezuela Amazonlarında

sıtma hastalığı krizi yaşanırken Kolombiya’nın Venezuela’ya ilaç satışını engellemesi ve ülkenin onu Hindistan’dan elde etmek zorunda kalması akıl alır gibi değildir.” Uzman, ABD sözcülerinin insanlık krizi konusunda son zamanlarda söylediklerinin doğru olmaması yanında, “1999’dan beri bir dizi devletin Venezuela’da rejim değişikliği isteyerek ve (Hugo) Chavez ve (Nicolas) Maduro’nun iktidarı döneminde kabul edilen sosyal yasaların yürürlükten kaldırılmasını sağlayarak Bolivar Devrimini yok etmek arzusu taşıyorlar.” dedi. “Sanki Venezuela’yı ziyaret etmemişim gibi” Zayas, egemen medyanın Venezuela’ya yaptığı ziyareti görmemezlikten gelmelerini eleştirerek, kendisinde ülkedeki durumu tam yansıtmaktan hoşlanmadıkları kanısı uyandığını söyledi. TeleSUR’a yaptığı açıklamada uzman, bir BM üst düzey yetkilisi, İnsan Hakları Komitesi sekreteri ve BM Yüksek Komiser-

liğinin şikayet bölümü başkanı olarak normalde her hangi bir konuda açıklama yaptığında genellikle BBC ve The New York Times gibi basın kurumlarının söylediklerini toplayıp yayınladıklarını söyledi. Bununla birlikte, “Hem CNN hem de BBC Venezuela’da beni görmezden geldiler. Sanki ben Venezuela’yı ziyaret etmedim.” Bu bir kamu manipülasyonudur. Kendisiyle bir tek teleSUR ve Sputnic’in söyleşi yaptığını ekledi. Amerikalı tarihçi ayrıca kendisine sivil toplum örgütü diyenlerin “sivil bağlılıklarının şüpheli” olduğuna işaret ederek, bağımsız uzman istemiyorlar, “Onlar bir ülkeye gelip kınayan uzmanlar istiyorlar ve beni tanıdıklarından Venezuela hakkında söyleyeceklerimin işlerine yaramayacağını düşündüler.” “Venezuela’yı ziyaret edeceğimi açıklayınca hakaret eden mektuplar aldım.” Birleşmiş Milletler bürosunun, yurtdışından, Zayas’ın Venezuela’yı ziyareti sırasında ülkede araştırmasını bekledikleri noktaları eleştiren mektuplar yolladıklarını söyledikten sonra ekledi: “Bunu benim bağımsızlığıma müdahale olarak görüyorum. Ben bir raportörüm ve programımı ben belirlerim. Raporumda geçerli olan bilgiyi bilirim ama yapacağım raporun bana dikte edilmesini istemem. Bazı sivil toplum örgütleri hakaret edici mektuplarla, hiç de nazik olmayan bir şekilde, Venezuela’da ne yapmam gerektiğini söylediler.” *Bu yazı 20 Şubat 2018 tarihinde telesur.english.org’da Farooque Chowdhury imzasıyla yayınlanmıştır.

16


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

SURİYE’DE SAVAŞ DÜNYADA SAVAŞ

S

uriye savaşı küllenmekteyken Batı cephesinin müdahalesiyle yeniden alevlendi. Savaşın bu dengelerle sona ermesini istemeyen bu kadar fazla ülke varken kısa vadede Ortadoğu’yu ve dünyayı çok daha hareketli günler bekliyor diye düşünebiliriz. ABD’nin Suriye’den kısa sürede çıkmaya niyetinin bulunmadığı, İsrail’in, İran’ın ve Hizbullah’ın burnunun dibine girmesini kabullenememesi, Suriye’de İran etkisinin daha da güçlenmesinin Suudi Arabistan’ı çileden çıkarması Türkiye’nin de PYD’nin etki alanını daraltma takıntısı ile birleşince 2018 ile birlikte Suriye’de savaş kartlarının yeniden dağıtıldığı bir noktaya gelindi. Rusya’nın üslerine İdlib bölgesinden kalkan insansız hava araçları ile yapılan saldırıyla açılan perde, İsrail ve Rus uçaklarının düşürüldüğü gelişmelerle yeni bir zirveye çıktı. Kendi ülkesinde yolsuzluk soruşturması geçiren Netanyahu için Suriye’deki savaş aynı zamanda önemli bir iç siyaset meselesi. Rusya’nın hem üslerine yapılan saldırı için hem de İdlib’te uçağının düşürülmesiyle ilgili olarak belirgin bir biçimde ABD’yi işaret etmesi oldukça dikkat çekiciydi. ABD ve Rusya arasındaki tansiyon giderek yükselince şimdiye kadar ekonomik kazanımları toparlamakla meşgul görünen Çin bile Suriye’de daha aktif rol oynayacağını açıklamak zorunda kaldı.

kapayıncaya kadar kısa süreler içerisinde gerçekleşebiliyor. Şam’ın kırsal banliyösü olan Guta’da yaşanan çatışmalar da giderek şiddetlendi. Bu bölgede Suudi Arabistan tarafından finanse edilen İslam Ordusu ile birlikte CIA tarafından kontrol edilen güçler var. Bunlara karşı operasyonun yoğunlaşması, sivil halkın da yoğun biçimde yaşadığı bölge başta olmak üzere tüm Suriye’de çatışmaların sona ermesine dönük bir ateşkes kararının Birleşmiş Milletler tarafından alınması sonucunu doğurdu. Ancak küresel sistemin giderek dikiş tutmaz görünen siyasi mimarisinin bir ürünü olarak da çatışmaların durdurulmasına dair bir eğilim gözlenmiyor. ABD’nin çok başlı yapısı bölgedeki dengeleri daha da yönetilemez hale getiriyor. Pentagon’a bağlı komutanlar Menbiç’ten doğrudan Türkiye’nin tehditlerine yönelik gövde gösterisi tarzında fotoğraflar verirken zaman zaman basına yansıyan haberlerde özellikle Dışişleri kaynaklarından Türkiye ile uzlaşmaya dönük açıklamalar da gözlemlenebiliyor. Sonuç olarak savaşın gelişiminin her açıdan sürprizli gelişmelere açık olduğu unutulmamalı. İran ve Suriye dışındaki bütün güçler aslında daha büyük bir hesaplaşmanın parçası olarak bakıyorlar Suriye’ye.

Sonuç olarak Ortadoğu’nun birçok açıdan en gelişmiş toplumlarından birisine sahip olan Suriye bu savaşla bu büyük insan kaynağının ve alt yapısının önemli bir kısmını kaybetti. Türkiye döktüğü tüm timsah gözyaşlarına rağmen yaşanan bu yıkımın en önemli sorumlularından birisi olarak tarihe geçecek. İşlerin bu noktaya gelmesinde birinci dereceden sorumlu bir eski başbakan Suriye konusunda hiçbir pişmanlığı olmadığını ifade edebiliyor. Yüz binlerce kişinin katledildiği, milyonlarca insanın yurdundan olduğu, koca bir ülkenin yıkıma uğradığı bir savaşla ilgili sergilenen bu ruh hali burjuvazinin ganimet sevdasının ne boyutlara ulaşabileceğinin bir örneği olarak tarihe not edilmeli. Bizler Türkiyeli sosyalistler olarak öncelikle Rojava olmak üzere halkların ortak ve özgür bir yaşam inşa etme yönündeki iradelerinin yanında olmalıyız. Suriye’de anti-emperyalist politika, halklar dayanışma köprüleri kurulmasını hedefler. Türk’ü Kürt’ün anti-tezi olarak konumlandıran devlet anlayışı bölgede emperyalizmin altyapısını güçlendirir. Suriye görünen o ki daha büyük bir hesaplaşmanın sahnesi olmaya hazırlanıyor. Ancak bu sefer Suriye’de harlanan alevin daha geniş bir coğrafyaya yayılması çok daha büyük bir olasılıktır.

M. SİNAN MERT

Türkiye, yandaş ve ulusalcı basın her ne kadar Afrin savaşını “yedi düvele karşı bir mücadele” olarak yansıtmaya çalışsa da Batı cephesinin Suriye’deki dengeleri bozma iradesinin peşi sıra savaş cephesini genişletti. Tillerson’la yapılan 3,5 saatlik görüşme sonrasında Suriye devletine yakın güçlerin Afrin’e girmesi hamlesi geldi. Savaşın bir sonucu olarak bölgedeki ittifaklar oldukça akışkan, yeşil ışıkların sarı ve kırmızıya dönüşmesi göz açıp kapayıncaya kadar kısa süreler içerisinde gerçekleşebiliyor.

Türkiye, yandaş ve ulusalcı basın her ne kadar Afrin savaşını “yedi düvele karşı bir mücadele” olarak yansıtmaya çalışsa da Batı cephesinin Suriye’deki dengeleri bozma iradesinin peşi sıra savaş cephesini genişletti. Tillerson’la yapılan 3,5 saatlik görüşme sonrasında Suriye devletine yakın güçlerin Afrin’e girmesi hamlesi geldi. Savaşın bir sonucu olarak bölgedeki ittifaklar oldukça akışkan, yeşil ışıkların sarı ve kırmızıya dönüşmesi göz açıp

17


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

VENEZUELA’DA BAŞKANLIK SEÇİM ORTAMI AYŞE TANSEVER

Ülke içinde burjuva muhalefetin dışında başka muhalif güçler vardır. Maduro’nun PSUV solundaki sol güçlerin de desteğinin alınması önemlidir. Zaten tüm 21. yy sosyalizmi diyen ülkelerde en önemli sorunlarından bir tanesi de ikili iktidar sürecinde burjuva muhalefete karşı sol güçlerin iktidara desteğini sağlamaktır. Tüm bu ülkelerde sol iç muhalefeti iktidarı kaybetme tehlikesi karşısında birleştirebilmek sorun oldu.

V

enezuela yeniden seçimlere gidiyor. Bu kez 2019-25 dönemi için 22 Nisan’da başkanlık seçimleri yapılacak. Ülke dışı koşullarda güçler dengesi kıtada birkaç yıldır Venezuela’dan yana değildir. ABD ve yalnız kıta değil AB gerici iktidarları da ülkeyi finansal, ekonomik, politik baskı altına almışlar, ambargolar giderek daha kapsamlı hale gelmekte ve askeri zor hazırlıkları yapılmaktadır. Kıta gericiliği de daha örgütlü bunlara destek vermeye başlamışlardır. Seçimler böyle bir dış ortam, kuşatma, zor altında yapılacaktır. Dış saldırıların bu derece arttırılmasının en temel nedeni ülke içinde burjuva muhalefetin son zamanlardaki yenilgisidir. Maduro’yu iktidardan almak için ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdikten sonra yenildiler. Son 3 seçime katılmadılar. Maduro ile barış yapma kararı aldılar ve barış koşulları belirlendi, anlaşmaya imza için ayrıldılar ve son anda ABD kaynaklarından gelen telefon ile imzayı durdurdular. Maduro anlaşmayı tek taraflı olarak imzaladı. Yani ABD her ne sözü ve desteği ya da talimatı verdi ise yenik muhalefeti barış yapmaktan son anda vazgeçirdi. Muhalefet seçimleri boykot edeceği gibi sonuçları da tanımayacağını açıkladı. ABD ve örgütlediği dış gerici güçlerde bu taktik arkasında duruyorlar. İçeride dayanacakları örgütlü bir güç kalmayınca dışarıdan işi ellerine almaya giriştiler. Venezuela halkları muhalefetin yenilmesi ve son 3 seçime katılmaması nedeniyle daha bilinçli bir hale geldi. Halk meclisleri, komün gibi örgütlenmeleri canlandı, güçlendi. Halklar canlı bir şekilde tartışmalara katılıyor,

18

anlamaya çalışıyor, kendi adaylarını belirliyor ve devrimine sahip çıkma kararlılıkları artıyor. Ayrıca yolsuzluklara saldırıldı ve birçok kişi ya görevden alındı ya da yurt dışına kaçamayanlar tutuklandı. Maduro da zaten artık ekonomik savaş bitti şimdi ekonomik kalkınma başlıyor diyerek ülkenin yeni bir yola girdiğine vurgu yapıyor. Doğrudur, belki iç muhalefet siyasi olarak yenilmesi sonucunda ekonomik gücünü eskisi gibi kullanmaktan kaçınacaktır. Dış finansal baskılara çare olarak Maduro “Petro” adında dünyada Bitcoin gibi moda olan bir cryptocurrency çıkarttı. Arkasına da ülke petrollerini garanti olarak koydu. İki günde 2 milyar dolar satış yaparak benzerleri içinde çok başarılı oldu. Maduro bundan yüreklenerek bu kez ülke altın rezervlerini arkasına garanti olarak koyacağı Petro Gold çıkaracaktır. Buralardan elde edilecek dövizler de dışarıdan konulan finansal ambargolardan kurtulunacak, halkın ihtiyacı olan metalar alınabilecek, halkın parasızlıktan kaynaklanan sorunları çözülme yoluna girebilecektir. Sonuçta Venezuela iç muhalefeti biraz susturulmuş ülke ilerici güçleri siyasi, ekonomik olarak kendini toparlama yoluna girebilecektir. Seçimler bu olası yeni başlangıcın itici gücü olacaktır. Beklenen budur.

Sol Muhalefetin Örgütlenmesi

Ülke içinde burjuva muhalefetin dışında başka muhalif güçler vardır. Maduro’nun PSUV solundaki sol güçlerin de desteğinin alınması önemlidir. Zaten tüm 21. yy sosyalizmi diyen ülkelerde en önemli sorunlarından bir tanesi de ikili iktidar sürecinde burjuva muhalefete karşı sol güçlerin iktidara desteğini sağ-

lamaktır. Tüm bu ülkelerde sol iç muhalefeti iktidarı kaybetme tehlikesi karşısında birleştirebilmek sorun oldu. PSUV solu Troçkistler, komünist partilileri vs. ülkenin karşı karşıya olduğu sorunlarda Maduro’yu hatta eskiden Chaves’i suçladılar. Her burjuva saldırısında Maduro iktidarını suçlu buldular. Sorunları ya tüm üretim araçları ve bankaların devletleştirilmesi, ya sermayeye yeterince saldırılmaması vs. gibi nedenlerde buldular. İktidara soldan saldırdılar. Ancak son üç seçimde muhalefetin olmaması bu sol güçleri de değiştirdi. Şimdi seçimlerde ne yapacaklardır? Maduro’yu mu destekleyecekler yoksa kendi adaylarını mı çıkaracaklardır? Son eyalet valilikleri seçimlerinde aday çıkartmışlardı. Venezuela Komünist Partisi (PCV) ve Herkesin Vatanı Partisi (Homeland for All, PPT) kendi örgütleri içinde toplantılar yaptılar ve desteklemek için Maduro’ya görüşlerini, taleplerini açıkladıkları bir plan sundular. Daha sonra da bu plandan vazgeçip, ABD ve AB baskısının ulusal kurtuluş sürecini riske attığı gerekçesi ile Maduro’yu destekleyeceklerini ama koşulları olduğunu açıkladılar. Maduro’yu destekleyecekler ve seçilmesi durumunda da her ay parti liderleri düzenli ülke sorunları ile ilgili toplantılar yapacaklardır. Bu da Venezuela halkları açısından geçmişe bakıldığında bir başarıdır. İçlerindeki muhalefeti bitirmeden düşmana karşı birlikte davranmaya başlıyorlar. Fakat ülkede onların dışında da sol parti ve hareketler vardır. Ancak ortada bir “sürpriz” var. Eski Chaves taraftarı hatta “Chaves aşığı” denen Henri Falcon adaylığını açıkladı. Falcon


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

PSUV’dan ayrılıp PPT’ye katılmıştı. 2012’de de burjuva muhalefetin (MUD) adayı olarak Lara valisi olmuş, son seçimleri kaybedip valiliği bırakmıştı. Yani hem MUD hem de PSUV solu ile bağlantılıdır. Şimdi de yeni kurduğu İlerici Gelişim Partisi’nden başkan adayıdır. Sosyalizme Doğru Hareket, MAS, ile ittifak içinde seçimlere katılıyor. Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi Falcon karışık, pragmatik bir tiptir. Hem PSUV solu hem de sağı ile bağlantıları vardır. Maduro’ya karşı en güçlü aday gibi gözüküyor. Burjuva medyası da Maduro karşısında H. Falcon’un seçimleri

kazanacağı sonuçlarını çıkarttığı boy boy anketler yayınlıyor. Anlaşılan kendi tabanlarına boykot ve Maduro dışında bir seçenek daha sunuyorlar. PSUV içindeki çeşitli sorunlar düşünülürse Falcon’un bu kesimden de oy alması beklenebilir. Falcon Ekvador’un Morena Lenin’i gibi Bolivar sistemini sağa çeken bir güç olabilir mi, kestirmek zordur. Venezuela halkları muhalefet güçlerinin yenilmesinden sonra rahat seçim ortamları yaşadı. Halklar daha bilinçlendi, politikleşti. Kendi iktidarlarını kurma doğrultusunda adımlar atmaya

başladılar. Örgütlülüklerini güçlendirdiler. Şimdiki başkanlık seçimlerinin de aynı şekilde rahat olabileceği düşüncesi hakimdi. Ancak son gelişmeler işlerin bu kadar kolay olmayacağını gösteriyor. Bir yandan ABD’nin başını çektiği eşi benzeri görülmedik baskılar diğer yandan içeride ne olduğu pek anlaşılmayan yeni bir adayla herşey o kadar kolay olmayacaktır. Ayrıca başka bir aday daha çıkabilir. Kıtada son zamanlarda sol güçleri gerilemesine bir de Venezuela’nın eklenmemesi çok önemlidir. Onu desteklemek tüm dünya solunun görevi olmalıdır.

19


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

ZEHRA KOSOVA

“Ben İşçiyim …” diyen, bütün hayatını sosyalizm mücadelesine adayan Zehra Kosova’ya sonsuz saygıyla.

ZEYNEP KORU

Komünist hareketin sayılı kadın kadroları arasında yer aldığını, Kıvılcımlı’nın önderliğindeki Vatan Partisi’ne katıldığını ve aynı zamanda sınıf mücadelesi yürüttüğünü bilirdik. Hatırladığım kadarıyla Türkiye’deki pek çok sol çevrenin de sevip saydığı, adeta tarihimizin bir kutsal emaneti idi.

T

ürkiye sosyalist mücadele tarihindeki kadınların görünmezliğini hep dile getiriyoruz. Günümüzdeki çok sayıda feminist araştırmacı, bu görünmezliği ortadan kaldıracak araştırmalarda bulunuyor, yayınlar çıkarıyor, Türkiye solundaki kadın portreleriyle bizleri buluşturuyor. Bu portreler içinde Zehra Kosova’nın önemli bir farklılığı var. Sosyalist mücadelede varlığını ortaya koyabilen pek çok kadın aydın kimliğine sahip ama Zehra Kosova işçi kökenli; işçi bir aileden doğuyor, hayatının sonuna kadar işçi olarak kalıyor. İşçi sınıfının saflarından çıkan, işçilerin arasında onları örgütlemek için mücadele eden, ömrünün sonuna kadar insanların ezilmediği sömürülmediği bir yaşama inanan, sosyalizm için dövüşen bir kadın komünist kadro olma özelliğini taşıyor Zehra Kosova. 2001 yılında 91 yaşında kaybettiğimiz Zehra Kosova’yı 1990’lı yıllarda tanıma olanağı bulmuştum. Öğrenci gençlik hareketi içerisinde olan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı geleneğini sahiplenen genç kadınlar olarak Zehra Kosova’ya ayrı bir ilgi, saygı ve sempati beslerdik. Komünist hareketin sayılı kadın kadroları arasında yer aldığını, Kıvılcımlı’nın önderliğindeki Vatan Partisi’ne katıldığını ve aynı zamanda sınıf mücadelesi yürüttüğünü bilirdik. Hatırladığım kadarıyla Türkiye’deki pek çok sol çevrenin de sevip saydığı, adeta tarihimizin bir kutsal emaneti idi. Günümüzde de onun adı anılmadan mücadele tarihimizi yazamayız. Kendisi, 1996 yılında “Ben İşçiyim” adlı kitabında anılarını yayınladı. Bu kitap sayesinde bir de komünist mücadele içindeki işçi bir kadından, onun yaşanmışlıkları üzerinden mücadele tarihimizin tanıklığını yapabilme şansını bulmuş olduk.

20

Hayatının son basamaklarında kaleme aldığı anılarında, kararlı devrimci ruhunu hiçbir zaman kaybetmediğini, düşünce ve davranışını şekillendiren sosyalist kimliği ömrünün sonuna kadar onurla taşıdığını bize sürekli hissettiriyor. “...Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim. Emeğe saygılı olmayı, emekten yana olmayı daha küçük bir çocukken annemden babamdan gördüm ve öğrendim. Bu yetişme tarzım, hayata bakışım beni sosyalizmle tanıştırdı. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de...” Anı kitabından 1910 yılında Kavala kentinde doğduğunu öğreniyoruz. 1924 yılında, Yunanistan’la yapılan zorunlu göç anlaşması gereğince, Türkiye’ye gelir tütün işçiliği yapan yoksul ailesiyle. Okulu bırakıp çocuk denebilecek yaşlarda iş aramaya, çalışmaya başlar. Anılarını çok sade yazdığı ve duygularını direk anlattığı için çok doğal veriyor yaşadığı bütün her şeyi. Hiçbir işçi önderi erkeğin ifade etmeyeceği duygularını paylaşıyor bizlerle. Genç kızlık döneminde yaşadığı karşı cinse dair ilk beğenilerini, büyük bir sadelikle sadece kadınların hissedebileceği ve özdeşlik kurabileceği biçimde aktarıyor. İlk işçilik deneyimiyle ilgili sorgulamalarını da böyle veriyor. “Çok sevinmiştim, soğuğu falan hissetmiyordum. Eve uçarak gitmek istiyordum. Hemen anneme müjdeyi vermek arzusundaydım. Sanki çoluk çocuk sahibi aile

geçindiren bir kadın gibiydim, oysa benim yaşıtlarım okul okuyorlardı. Ama kimin çocukları? Varlıklı kimselerin, toprak sahiplerinin, yüksek memurların, subayların çocukları okuyordu. Şehirde emeğiyle çalışanların çocukları elbette ki okuyamıyorlardı. Hele ırgatların çocukları... Eve koşarak giderken hep bunları düşündüm. Kafama bir şeyler takılmaya başlamıştı. Ben niye okula gidemiyordum, niye hep çalışmak zorundaydım? Bu memlekette yanlış giden bir şeyler vardı, ama ne olduğunu pek bilmiyordum…” Babasını hastalıktan erken yaşta kaybetmiş olmasından dolayı evin geçimi Zehra Kosova’ya kalır. Çok düzensiz ve zor şartlarda düşük ücretle iş bulur ama eve bakma yükümlülüğünü aksatmaz. Sorumluluk bilincini tüm hücrelerine kadar taşıdığını kavrıyoruz naif cümlelerinden. Ama bu durum koşullarını sorgulamasının ve eleştirel düşünmesinin önüne geçmez. Ne eş, ne abi, ne de baba belirler düşüncelerini. Tamamen kendi yaşadıklarıdır onu biçimlendiren. Zaten Zehra Kosova, birinin eşi, kızı olarak değil, kendi iradi varoluşu ve bağımsız duruşuyla mücadele tarihimize geçmiştir. 1930’lu yıllarda TKP onun yaşamına nüfuz eder. İşçilerin arasında, onların kurutuluşu için mücadeleyi örgütlemeye çalışan TKP Zehra Kosova’ya ulaşır, etkiler ve hayata bakış açısını değiştirir. TKP’ye örgütlenir, partili olur ve işçi sınıfı içerisinde gizli sendikal çalışmalarda bulunur. 1934 yılında parti okuluna, Moskova’ya gider. Ailesine karşı taşıdığı sorumluluk bilinci bu kez tüm işçi sınıfına döner, işçilerin kurtuluş mücadelesinin bir sıra neferi olma yönünde önemli bir adım atar. Bir yanda sıkı bir eğitim sürecinden geçerken, diğer yandan da yoldaşı ile bir 8 Mart günü hayatını birleştirir ve


bir kızı olur. Türkiye’ye dönme vakti geldiğinde daha çok küçük olduğu ve zorlu yol şartlarına dayanamayacağı için kızını orada bırakır ve bir daha hiç göremez. Parti kararına göre Samsun’a gider ve tütün işçilerinin örgütlenmesi için çalışır. Sonra tekrar İstanbul tütün işçileri arasında çalışma… Zor yaşam koşullarında ikinci kızı da hastalıktan ölür. Sonradan dünyaya gelen üçüncü kızı, onun yaşama sevincini büyütür. 1940’lı yıllar, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorlu yaşam koşulları, TKP’nin üzerindeki baskılar, tutuklamalar, eşinin zorla askere alınışı ve bu koşullar altında yine de işçi sınıfının kurtuluşu için işçi sınıfı içinde kesintisiz mücadele… “Hayat bizim için her zaman acımasızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde… Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum...” Küçük bir anlaşmazlık sonucu eşinden ayrılır. Parti çalışmaları içinde kendisi gözaltılar

yaşar. Ünlü Sansaryan Hanı’nda günlerce süren sorgular, küfür, dayak, falaka, bayıltana kadar işkence… Ama direniş, asla teslim olmama, yoldaşlarını ele vermeme. Bu dönemki anılarını okurken yoksul komşularının, tanıdıklarının dayanışması içimizi ısıtıyor. O dönem için komünist olmak büyük bir toplum baskısını da karşılamak anlamına geliyordu. Küfürle özdeş olarak algılanan bu durum karşısında da Zehra Kosova kimliğinden ödün vermiyor. 1951 TKP operasyonunda Zehra Kosova da tutuklanır ve cezaevine girer. Kısa bir süre sonra tahliye olur ve örgütlü mücadeleye kaldığı yerden devam eder. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisi’ne üye olur. 1957 yılı sona ererken yılbaşı gecesi yine gözaltına alınır. Vatan Partisi’nden pek çok kişi gözaltındadır. Eskisinden daha korkunç işkence uygulanır Zehra Kosova’ya, her tarafı kan içinde kalacak kadar ağır işkence. Ayak taban kemiği kırılır, tabanı parçalanır, irin içinde kalır, kaburga kemikleri parçalanır, her tarafı darp edilir, ağır kanama geçirir… Ama yoldaşlarının adını yine vermez, yine teslim olmaz. Bir yılı aşkın

bir süre sonra tahliye olur cezaevinden. Emekli oluncaya kadar da çalıştığı bütün iş yerlerinde mücadelesine devam eder Zehra Kosova. İnançlı bir kadın komünisti henüz tanımayanlarla tanıştırmaya aracılık etmek için kaleme aldığımız yazımızı, kitabının son kısmında dile getirdiği cümleleriyle noktalayalım: “Bugün de işkence görenler var, bugün de inançları uğruna her şeyi göze alanlar var, sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede öyle. Daha henüz bir şey bitmedi, söylenecek son söz de söylenmedi…”

Günümüzde de onun adı anılmadan mücadele tarihimizi yazamayız. Kendisi, 1996 yılında “Ben İşçiyim” adlı kitabında anılarını yayınladı. Bu kitap sayesinde bir de komünist mücadele içindeki işçi bir kadından, onun yaşanmışlıkları üzerinden mücadele tarihimizin tanıklığını yapabilme şansını bulmuş olduk.


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

TOPLUM KAVRAMININ HAYATIMIZA ETKİSİ SİDAR ARSLAN

B

elirli cümleler altında bölümlere ayrılan çalışma aslında bir yazı dizisidir. Bu yazı dizisinde belirli kısımları seçerek bir bütünlük oluşturulmaya çalıştım. ‘Toplum’ dediğimiz şeyin ne olduğuna, nasıl şekillendiğine ve içinde barındırdığı türlü çelişkilere değindim. Ama hepsi uzun uzun ele alınması gereken konulardır.

Her şey toplum için!

Hem bireylerin devrimci duygularına ve kendi yaşamsal iradelerine aleni bir saldırıdır bu. Hem de ‘devrimi başkaları yapsıncılık’… Sosyal medyada ya da kazara denk gelirse televizyonlarda bedel ödemiş bir insanı gördüklerinde üzülür ve sahiplenirler. Oysa kendinden ayrı gördüğü, onlara bir şey olmaz dediği insanlara mücadele ederken bir şeyler oluyordu işte.

22

Coğrafya insanların yemek kültürlerini, giyim alışkanlıklarını, hatta karakterlerini belirliyor. Bir ırka, bir mezhebe ya da belirli bir coğrafyada yaşan topluluklara dair oluşturulmuş türlü yargılar ve çizilmiş resimler var. Lakin toplumlara yönelik oluşturulan bu genel profiller bireylerin açığa çıkacak karakter ve yeteneklerini büyük ölçüde baltalıyor. Ve genelde bireyin muhatap olduğu kitle onu ait olduğu toplumun kodları ile yargılar ve onunla bu kodlar aracılığı ile ilişkilenir. Bu konuda bir uyuşmazlık yaşadığında ya da ezberi bozulduğunda onu ait olduğu toplumdan kopmuş bir birey olarak etiketleyebilir. Her ne kadar uzak durmaya çalışsak da içinde bulunduğumuz toplum gibi düşünüp onun gibi hareket ettiğimiz alanlar çok fazla. Hayatlarımız toplumun faydasına olduğu iddia edilen ama toplumu oluşturan bireylerin tek tek hayatlarını zorlaştıran davranışlarla şekilleniyor çoğu sefer. Bireysel olduğu kadar toplumsal psikolojik sorunlarla da boğuşuyoruz. Zamandan, enerjiden çalan feodal ve hatır gönül ilişkileri içinden kendimizi koruyarak geçtiğimizi düşünsek de aslında yavaş yavaş değişiyor, muhafazakârlık batağının içine gömülüyoruz.

Cenazelerimiz, düğünlerimiz, özel günlerimiz, toplum adabıyla bir kompozisyon şekilde başlıyor, gelişiyor ve sonlanıyor. Kendimize özgü şeyler katmaya çalışsak da hayatımızın omurgası yine geleneklerden ve toplumsal değerlerden oluşuyor. Mesela kendini ateist olarak tanımlayan kaç kişi ailesi tarafından dini törenler olmadan defnediliyor. Bunu ailesine ne kadar iyi anlatabiliyor, aile tarafından ne kadar iyi anlaşılabiliyor.

Ne varsa bizim insanımızda var! Ya da yayıl yayıl, yaylımından çıkma! Büyük bir paranoya ile her toplum kendisi dışında kalan insanlara karşı bir iç birlik örgütlemeye çalışıyor. Dışarıdaki arkadaş, sevgili, yoldaş her zaman şüpheli konumundadır. Onlar seni öne atar kendileri geri çekilirler. Onlar senin paranı ve zamanını yer sonra yine geri çekilirler. Onlar… Ve bu paranoya kuşaktan kuşağa aktarılır gider. Mahallelerin mücadeleye uzak olması, zor değişmesi, devrimci yapıların en çok tıkandığı alanların başında geliyor aslında. Çok duymuşuzdur, “oğlumun/ kızımın başını yaktılar, ne güzel işine/okuluna gidip geliyordu” ya da “olan bizim çocuklarımıza oluyor, kimseye bir şey olmaz” tarzı cümleleri. Çünkü onların çocukları saftır, vicdanlıdır, hemen öne atılır. Lakin diğerleri kötüdür, sinsidir, beklerler ki bizim çocuklarımız önden gitsin. Hem bireylerin devrimci duygularına ve kendi yaşamsal iradelerine aleni bir saldırıdır bu. Hem de ‘devrimi başkaları yapsıncılık’… Sosyal medyada ya da kazara denk gelirse televizyonlarda bedel ödemiş bir insanı gördüklerinde üzülür ve sahiple-

nirler. Oysa kendinden ayrı gördüğü, onlara bir şey olmaz dediği insanlara mücadele ederken bir şeyler oluyordu işte. O evde oturup kendi gibi çocuklarını da sokaktan uzak tutarken birileri bedel ödemeye devam ediyordu. Bu gösteriyor ki beraber mücadele edecek insanlar bile birbirine karşı yeteri kadar güven hissetmiyor. Toplumda son günlerde sık yapılan güven tartışması bence son günlerin değil uzun bir sürenin konusu. Kimse kimseye güvenmiyor tamam da niye güvenmiyor? Bir toplumun diğer bir topluma güvenmemesi, bir örgütün diğer bir örgüte güvenmemesinin altında yatan esas neden ne?

Sen, ben, o yok. Toplum var. Herkes kendini hem toplum olarak görür hem de topluma tam ait hissetmez aslında. Toplum dediğin oldukça sanal bir kavramdır. Adeta bir distopyanın duvarını kendi elleriyle mahallerinde, evlerinde, sokaklarında, kahvehanelerine tuğla tuğla örerler. Ben, sen, o, biz, siz, onlar… Hepimiz bu toplumdan çekinerek hareket ediyorsak aslında aynı şeyi yaşayan bizler yine birbirimizden çekinerek istemediğimiz şeyleri yapıyor ve yaşıyoruz. Aslında hepimiz bu andan itibaren yaşamak istediğimiz gibi yaşamaya başlasak bize bizden olmayan şeyleri dayatan o ufak cemiyetler komik bir duruma düşecek, taraftarsız tarikatlar gibi dağılacaktır. Böyle baktığında toplum bu yönüyle dağıtılması gereken bir olgudur.

Bir baltaya sap olmak… Eğer kendilerine maddesel bir fayda sağlamıyorsa mülkü


Mart 2018 / Sosyalist Dayanışma

olan ya çekiştirilir ya da mülkün çekim gücüne doğru hareket etmeye başlarlar. Üstelik burada salt çıkarlar toplumsal değerleri de belirler. Güçlü olanın yaptığı doğrular parlatılır, yanlışlarının üstü örtülür. İlişkiler mevki, makam odaklı gelişir ve bunun dışında kalanlara çöp gözüyle bakılır. Bir mahalle kavgası hayal edelim. Kavganın taraflarından biri gelir düzeyi düşük bir ailenin çocuğu olsun, diğeri de mahalleye göre gelir düzeyi nispeten daha yüksek ve bu nedenle mahallede ‘sevilen’ ailelerden birinin çocuğu olsun. Bu kavgada insanların yüzde sekseninin hangi çocuğun arkasında duracağı aşağı yukarı bellidir. Buna her şahit oluşumda insanları yeni tanımış gibi adaletsizliğe şaşkınlığımı gizleyemiyorum. İnsanların olaylara yaklaşımı aynı mahalle de oturuyor, aynı takımı tutuyor, aynı yatağa giriyor, aynı masada içiyor diye bir anda değişebiliyor. Kendimiz gibi yanımızdaki insanların da kusursuz olduğuna inanıp, gerçeğe ve adalete olan mesafemizi arttırmaya devam ediyoruz.

Millet ne der? Mahallenin bir alt birimi olarak aileler de idealleştiriliyor. İdeal anneler, babalar ve evlatlar yaratılarak toplumsal baskı bir de buradan kendini yeniden yaratıyor. Bir etiket alman yetmiyor; baba, anne, erkek, kadın, üniversite öğrencisi, işçi... Bir de bunların hepsinin ölçütleri var ve yerine getirilemeyen her ölçüt toplum içinde ‘eksiklik’ olarak görülüyor ve senin özgüvenine saldırıyor. Böylece toplum hem seni aşağı bir konuma koyarak sana şiddet uyguluyor hem de seni sürekli yanına çağırıyor.

tekrar geri dönmez de kendi yolunda devam ederse dışlanır. Zaman içinde kendi yolunu seçtiği için kazanan kişi o çılgın/aykırı/ deli diyerek onunki sıra dışı bir deneyimdi, herkesin öyle olmaz vurgusu yapılır. Ya da “aslında en iyisini o yapıyor” der ama nedense kendinde o cesareti bir türlü bulamaz. Ama olur da kendi yoluna gidip de başarısız olduysa kişi işte o zaman en sevdikleri örnek halini alır ve her mecliste onun hikâyesi örnek gösterilir. Toplumun dışında bir yolun tehlikeli ve amaçsız olduğu bu deneyim ile bir ders niteliği taşır. Genelde yanlışlarına ortak arar ve bunlar üzerinden güzel örgütlenirler. Bu ikiyüzlü toplumu güçlü kılan ağız birliğidir. Çünkü manifesto genel hatlarıyla aynıdır. Pratik ne kadar farklı olursa olsun herkesin bu manifestoda birleşmesi lazımdır. Birbirini hiç sevmeyen, anlaşmayan insanlar yine bu toplum sözleşmesi altında bir arada yaşamayı sürdürür ve birbirlerine toz kondurmazlar. İnsanların hayatlarını mahveden, mutsuz eden, onlara sürekli hak etmedikleri yükler yükleyen, sömüren ve kendi hayatlarını yaşamalarına engel olan topluluklar, küçük faşist devletler gibiler. O kadar tehlikeli, mücadele edilmesi ve yıkılması gereken kötülükleri vardır ki kendileri bunu size doğal gibi hissettirirler ama sizin buna asla alışmadan bu kötülüğü yenmeniz gerekir. Faşizm bazen devlettir, bazen ufak bir mahalle!

Merkezine toplumu alıp yaşamıyla ilgili her hamleyi o merkezin etrafında dönerek yapan insanlar bir süre sonra sadece önlerine konan yemeği yer, önlerine gelen konular hakkında konuşur, önlerine gelen hedeflere koşarlar sadece. Çünkü toplumun mutlaka bir yol haritası vardır ve o yolun dışında yürüyenler ilk önce yadırganır, yola

23


Sosyalist Dayanışma / Mart 2018

İ N İ Ş İ L ! E Z İ G N İ N I S R Z E A H M E A B LLEY E G EN

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.