Sosyalist Dayanışma Mayıs 2018 Sayı 63

Page 1

Fırsatlar Büyüyor… 2018 1 Mayıs’ı Faşizme Karşı İrade Savaşında Ezilenlerin Umudunu Büyüttü FİYAT: 2 TL

YIL:8 SAYI:63

MAYIS 2018

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

“Siz Hepiniz Bir; Biz, Ezilenler, Çok!” Şükür Değil İsyanla Haklarımızı Alacağız! “Birbirimize Hızır Olmanın Zamanı!” Hava Dönüyor… Dönüm Noktası Tasarı Gidecek Biz Kalacağız! Ayşe Öğretmen’den Vicdan Dersi Ataerkillikle Süslenmiş Dizilerden Bıktık! Ermenistan’da Güzel Şeyler Oluyor Sloganımdan Sana Ne! Gösterdikleri Ve Gizledikleri İle Türklük Sözleşmesi Sevgi Soysal Ve Kederi Ortadan Kaldıran Umut Aşılayan Anılar


“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.” Karl Marx

Karl Marx

200. Doğum Yılı

Yusuf Aslan Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 8, Sayı: 63 Mayıs 2018 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: H. Özgür ÖZCAN

2

Hüseyin İnan Deniz Gezmiş Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org

Basım Yeri: Akademi Basın Yayın Org. Mat. San. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 230 Topkapı- İST Tel: 0212 493 24 67


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

FIRSATLAR BÜYÜYOR…

B

elirsiz ortamlar, devrim çıkışlarını göstermek için fırsatlardır. Seçim sürecinde ittifak görüşmelerine baktığımız zaman AKP ve eski rejimi yeniden getirmek isteyenler hiçbir ilkesi bulunmayan ittifakları kurmaya çalışıyorlar. Biz sosyalistler olarak kafaları kendimize doğru döndürmeyi başarmalıyız. AKP’nin bu seçim karırını alması ülkedeki ve bölgedeki gerilimi yönetmede bir noktaya geldiğinin işaretini verdi. 2019 AKP için çok uzun bir süre, yürüttüğü politikanın 2019 göstermeyeceğini gördüler. Yürüttükleri politikalarla o kadar çok öfke biriktirdiler ki, ipi bir dirhem gevşetseler, işledikleri bütün günahlar üstlerine çığ gibi düşecek. Bu yüzden eski tarzlarına da artık dönemezler. Gerilim bu açıdan yönetilemez pozisyondan, çöküş evresini girmiştir. AKP’yi bu çöküş noktasına getiren etkenler nelerdir? Buralara bakıp, AKP’nin geriletilebilmesi için bu etkenlerdeki çatlakları büyütmek geniş bir muhalefetin önünde görev olarak durmaktadır. Bunlardan birincisi; kapitalizmin krizidir; ülkede ekonominin inşaat sektörü ile dönmesi tıkanmıştır artık. Arap ülkelerinden gelen sıcak paranın da bir

sınırı var. AKP her şeyi satarak, özelleştirerek bu krizden çıkamayacağını görüyor. Doların tırmanışı, esnafların artık kendini döndüremeyecek pozisyona gelmesi AKP’nin önündeki en büyük gerilim noktalarından bir tanesi. İşsizlik, güvencesizlik betonlaşan kentlerin içinde duvar gibi büyüyor. Yüksekten atılarak anlatılan hikayeler bu sorunları çözmediği için insanlar ekonomik anlamda ülkenin geleceğini ve daha çok kendilerinden baktıkları için kendi geleceklerini göremiyorlar. Bu gerilim hattı AKP’nin en önemli zayıf noktası olarak büyümektedir. Diğer önemli nokta ise; bölgede yürütülen politikanın bir sınırı var. Suriye üzerinden yürütülen savaş da artık, ABD ve Rusya hattı daha da keskinleşmeye başladı. Türkiye’nin bu gerilimde oynadığı ikili ittifak artık sürdürülemez noktaya doğru gelmiştir. Bu soğuk savaş dönemlerini andıran bir gerilim dahi olsa, Türkiye artık tarafını seçmeli. Ve bu her halükarda Türkiye’nin büyük yıpranmalarını peşi sıra getirecektir. Kürtler bölgedeki konumları hala duruyor. Afrin harekatı ile kendisine yeni bir Çanakkale yaratmak isteyen AKP bu hikayenin 15 Temmuz hikayesi kadar kolay

söneceğini biliyor. Ülkedeki ekonomik kriz derinleştikçe, bu hikayelerin gerçek yaşamda hiçbir karşılığı yoktur. Bu gerilim hattı AKP için cehennemin kapılarını açacaktır. Üçüncü gerilim noktası ise AKP arttırdığı baskı politikaları ile belirsizlikleri artırmaktadır. Operasyonlar, tutuklamaları ne kadar sıklaştırırsa, bir fişeğe sıkıştırılan barut misali etki yapacağı görülüyor. Gazeteciler, akademisyenler tehdit ediliyor. İnsanlar düşüncelerini söylemekten korkuyor. Bu korkmaları AKP’nin politikalarını benimsedikleri için değil. Bu korku öfke birikmesinin başlangıcı olacaktır, ilk fırsatta bu baskıcı rejimin kendisini göndermenin yollarını aramayı düşünecektir insanlar. 24 Haziran seçimlerine de insanlar buradan bakarak gidip oy kullanacaklar. Bugün insanlar AKP’den kurtulmak için alternatifler arıyor. Bu alternatiflerin en doğrusu çoğulcu bir şekilde örülecek bir muhalefeti örgütlemekten geçmektedir. Bu gerilim noktaları, AKP’nin nefes boruların gittikçe daha fazla sıkıyor. Zaman uzadıkça nefes almak da zorlanıyorlar. Erken seçim kararı ile dünyada ve ülkede olacak siyasi altüstlüklere karşı öncesinde seçim meşruluğu ile

kendilerini güvence altına almak için yola çıktılar. AKP kendisi açısından kapatması gereken bir oy oranı farkını görüyor. Seçimlere kadar bu oranı bir şekilde kapatmak isteyecek. Bu şekillerden bir tanesini referandumda gördük. Mühürsüz pusulaları geçerli sayma gibi yöntemlerle kapatmayı düşünüyor. Bu yüzden seçim çalışmalarımızı AKP’nin biriktirdiği gerilimlerdeki çatlakları büyütürken, bir yandan da 24 Haziran’ın akşamına ve sonraki günlerine göre hazırlamalıyız. Ülke büyük bir altüstlüğün eşiğindedir artık. Bu gerilimleri doğru okuyup, hazırlanan kendisini geleceğe taşıyacaktır. Bu seçim çalışmaları döneminde en geniş muhalefeti örgütlemede, sokakta insanlarla buluşmak için bir fırsattır. Bu fırsatları halkla birlikte örüp, okulların güvenliğinden, sandıkların güvenliğine kadar birlikte tartışıp, birlikte hareket etmeliyiz. Adayların isimlerini tartışmadan öte, politikalarını, tarihini halka iyi anlatmak, gerçek demokrasiyi nasıl kuracağımızı birlikte yapabileceğimiz çalışmalarımızla gösterebilmeliyiz. Bu yaz çok farklı olacak, güneşin ve mücadelenin en güzel dönemine girdik. Hepimize kolay gelsin.

3


2018 1 MAYIS’I FAŞIZME KARŞI İRADE SAVAŞINDA EZILENLERIN UMUDUNU BÜYÜTTÜ

Ç

ok yönlü kriz sarmalında rejim değişikliğinin inşasına yönelen AKP iktidarı 2019 yılına kadar dayanamadı. Çanlar, Cumhuriyet rejiminin bunalımı için çalmaktayken, Saray, düzenini kurma konusundaki hedeflerini öne almalı, acele etmeliydi. Baskın seçim kararıyla rejim değişikliğiyle ilgili kapsamlı adımları bir an önce atma hedefine kilitlendi. Ancak, iktidarın ne olursa olsun korunması anlayışına dayanan

bu girişimin düz bir çizgide ilerleyemeyeceği aşikâr. Bıçak sırtındaki bu yürüyüş, sayısız riskleri, tehditleri barındırıyor… Yolsuzlukları, keyfilikleri ve çürümeyi derinleştiren bu zorbalık rejimine evet demeyecek demokrasi güçlerinin birlikte mücadele etme çabaları da 2018 1 Mayıs’ının örgütlenmesine yansıdı. Geçtiğimiz yıl belirlenen or-

tak iradeyle güçlü bir 1 Mayıs kutlaması hedefi, tırmanan faşizme karşı direnişte önemli bir halkaydı. Referandum sonrasına sıkışan organizasyonun eksiklikleri ve alanın bir iki gün kala belli olması nedeniyle, istenilen sonuç tam olarak alınamamıştı. Tam bir birlik yakalanamamış, SODAP’ın da aralarında olduğu devrimci kurumlar, büyük oranda özellikle referandum sonrası kazanılan moral üstünlüğün korunması ve direnişin yükseltilmesi için Tak-


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

sim seçeneğinde karar kılmıştı. Tüm eksikliklerine rağmen 2017 1 Mayıs’ı, bir taraftan Taksim ısrarı, diğer taraftan Bakırköy’deki kitlesel buluşma ve her iki çabanın birbirlerini selamlamasıyla, OHAL faşizmine karşı direnişi büyütmeye yönelik önemli bir aşama oldu. 2018 1 Mayıs’ının organizasyonuna yönelik bir araya gelişler, geçtiğimiz sene yaşanan sıkıntılardan kaynaklı olarak, haftalar önce başladı. Kutlama alanının erken belli olması ve organizasyonun sıkıştırılmaması için büyük bir çaba içerisine girildi. Çok sayıda emek ve demokrasi örgütünün bir araya geldiği toplantılarda birlikte hareket konusunda net bir eğilim açığa çıktı. Kurumsallaştırılmaya çalışılan saray rejimine karşı 1 Mayıs’ta tüm muhalif kesimleri kapsayacak güçlü bir karşı çıkışın örgütlenmesi gerekliliği, ortak görüş olarak belirlendi. 18 Nisan’da erken seçime gidiş kararının ortaya çıkışı, seçim gündeminin sıkıştırılmış hali, belirsizlikleri ve hızlı akan karar alma süreçleri, 1 Mayıs’a yönelik yoğunlaşmayı bir parça gölgeledi. Ama yine de hazırlık sürecinde, geçtiğimiz senelerdeki ortak mücadele pratiklerini aşan or-

tak çalışmalar geliştirildi. Günler öncesinden mahallelerde, merkezi yerlerde, işyerlerinde 1 Mayıs’ı örgütleyen güçler, ortak çağrı metinlerini birlikte dağıttı, birlikte afiş çalışması yaptı, birlikte pankart astı. Maltepe’deki buluşma 100 bini aşan bir kitleyle gerçekleşti. KHK ihraçlarının hedef tahtasındaki çok kamu emekçileri tüm baskılar karşısında örgütlenmelerine sahip çıktı ve KESK korteji kitlesel bir katılım sağlamayı başardı. DİSK’te örgütlenen işçilerin katılımı ve coşkusu da olumlu idi. HDP, yerellerde de ortak 1 Mayıs çalışmalarına kitlesini seferber etti, mitinge de kitlesel katıldı. Sarayın hedef tahtasındaki üniversiteliler de tüm renklilikleri ve coşkularıyla alanda yerini aldı. Türk-İş’in bazı sendikalarının İstanbul’daki mitinge katılma konusunda irade koyması ve Hak-İş’e bağlı işçilerin de gelmesi değerlendirmeye değer. Başta İzmir, Diyarbakır ve Ankara olmak üzere çok sayıda kentte gerçekleşen mitinglerde de benzer bir tablo ortaya çıktı. Özellikle bir noktanın altını çizmeliyiz. Zincirlerinden boşanan faşizmin saldırıları karşısın-

da yakalanan kitleselliğin yanı sıra alanlara coşku ve umudun hâkim olması son derece önemliydi. Faşizm, görmek istediğini yine göremedi, devrim ve demokrasi güçlerini biat ettirmeyi başaramadı. Bu kırılmayan irade ve umut, rejimin krizini daha da derinleştirecek, çöküş günlerini yakınlaştıracaktır. Değerlendirmemize bir not düşelim. Bu yıl da Taksim tercihinde bulunan sendikalar ve siyasi yapılar oldu. Örgütlerin, bazen kendi özgün durumlarından kaynaklı bu tarz tercihleri olabilir, bu anlaşılır bir şeydir ve söyleyecek bir sözümüz olmaz. Fakat Taksim kararını alan yapıların değerlendirmeleri son derece sorunlu. Tamamıyla Maltepe Mitingi’ni mahkûm etme üzerinden bir dil kurulmuş durumda. Ayar da epeyce kaçırılmış. Maltepe, uzlaşmacı-teslimiyetçi ilan edilmiş. “Taksim” denilerek Saraçhane’de gerçekleştirilen etkinliği ve Taksim civarındaki birkaç sembolik eylemi, emek-demokrasi güçlerinin Maltepe buluşmasının karşısına koymak, kendi yaptıklarını göklere çıkartıp diğerini yerin dibine batırmak tam bir sığlık. Ayrıca içerisinde bulunduğumuz sürecin ciddiyetinden de uzak bir tutum.

Faşizm, görmek istediğini yine göremedi, devrim ve demokrasi güçlerini biat ettirmeyi başaramadı. Bu kırılmayan irade ve umut, rejimin krizini daha da derinleştirecek, çöküş günlerini yakınlaştıracaktır.

5


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

“SİZ HEPİNİZ BİR; BİZ, EZİLENLER, ÇOK!” M. SİNAN MERT

“B cak?

AKP dışındaki partiler ikinci oldukları takdirde güçlerinin çok ötesinde bir iktidar olanağı elde edecekleri için sürece tüm güç ve kozları ile asılacaklar. İkincilik adayları eğer bu rekabeti birbirleri ile mücadeleye dönüştürmezlerse hem Erdoğan’ın ilk turda kazanmasını engellemiş hem de ikinci tura moralli girilmesini sağlayabilmiş olurlar.

6

askın seçim” kararı Saray ittifakının ne kadar işine yaraya-

Baskın seçim kararının alınmasının arkasındaki saikler değerlendirildiğinde iki temel niyet öne çıkıyordu. Bunlardan birincisi, muhalefeti yeterince organize olamadan gafil avlama amacıydı. Erdoğan’ın özellikle kendi cephesindeki çatlağın büyümesine yol açacak bir adayın ortaya çıkmasından duyduğu tedirginlik belirleyici bir faktör olarak not edilmeli. Özellikle Saadet Partisi’nin Saray ittifakına dahil edilerek etkisizleştirilmesinin başarılamaması Erdoğan’ın bu konudaki tedirginliğini arttırdı. Tarihi erkene çekme uluslararası finans kapitalin de destek verebileceği “Gül projesi”nin yeterince olgunlaşamadan devre dışı kalmasını sağladı ve bu durum Saray ittifakında geçici bir rahatlama da sağladı. Fakat ortada o kadar açık bir yokuş aşağı frenleri patlamış kamyon durumu var ki hiçbir “olumluluk” Erdoğan’ın yüreğini soğutmaya yetmiyor. Seçim tarihinin öne alınmasında ikinci önemli açıklama ise yaklaşan ekonomik krizin olumsuz etkilerinden zarar görmeksizin sandıklara ulaşma niyetine dayanıyordu. Bu açıklama öncelikle halihazırda geniş kesimler açısından bir kriz durumunun içinden geçildiğini hesaba katmıyor. Mayıs’ın ilk haftası itibariyle doların 4.25 seviyelerine tırmanması kriz hissiyatını daha da güçlendiriyor. Maliye Bakanı’nın ağlamaklı pozlarla “Standard and Poor’s bu ülkede bir seçimin yaklaştığını bilmiyor mu?” diyerek bir tür siyasi kara mizah örneğine imza atıyor. AKP’nin emperyalizmin parasıyla antiemperyalistlik oynama günlerinin yaratacağı çok daha çarpıcı

sonuçlarla karşılaşacağız. Erdoğan, her türlü hile hurdaya rağmen bir türlü kendisini güvence altında hissedemediği için seçim öncesinde yaklaşık 24 milyar lira tutarında bir “emekliye ikramiye, vergiye indirim, borca erteleme” paketi yayınlayınca uluslararası sermaye, şimdiye kadar iyi kötü korunan bütçe dengelerinin de artık iyiden iyiye bozulacağını görerek ülke notunu düşürme yoluna gitti. “Türkiye’ye borç verecekseniz ya da yatırım yapacaksanız artan risklerin farkında olarak çok daha yüksek faizler ve güvenceler talep etmelisiniz”. Artan ve bir türlü kontrol altına alınamayan enflasyon, yabancıların Türkiye’deki kazançlarının bir kısmının buharlaşmasına da yol açtığı için uluslararası sermaye, rekor üstüne rekor kıran cari açığı finanse etmek için daha yüksek kazanç talep ediyor. Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası’nın 75 baz puan faiz artırımın hemen sonrasında doların büyük bir hızla neredeyse %5 değer kazanması, rezervleri sürekli azalan Merkez Bankası’nın elindeki müdahale olanaklarının sınırlarını göstermesi açısından da çarpıcı. Türkiye’nin ekonomisini döndürmesi için dışarıdan çok ciddi sermaye girişlerine ihtiyacı var ama bu koşullarda bunların maliyeti ülke için giderek artacak. Turizmde bir toparlanma olduğu söyleniyor, Türk lirasının bu kadar ucuzladığı koşullarda bu da çok normal, ancak devalüasyon bu hızda devam ederse turizm yükün taşınmasını kolaylaştıracak performansı gösteremez. Tabii en büyük risk dövizle borçlanış olan inşaat şirketlerinden kaynaklanıyor. Faizlerin yükselmesi ile konut satışları giderek azalıyor. Mart ayında konut satışları bir önceki yıla göre %14 azaldı, ipotekli satışlardaki azalma ise %30’ların üzerinde idi. Şu

anda büyük inşaat şirketlerinin bir kısmının batması devlet eliyle engelleniyor. Arkasında devlet desteği kalmamış İnanlar gibi görece büyük inşaat şirketlerinin iflaslar yaşaması da bunun bir ifadesi. Kısacası eğer hükümet kriz gelmeden sandıkları kuralım gibi bir hesap yaptıysa bunun devasa bir yanlış olduğunu Mayıs’ın ilk haftası gösterdi. Ya ortada çok büyük bir hesap hatası var ya da erkene alınmanın temel sebebi ekonomi değil. Ben ikincisinden yanayım. Peki, gelinen bu noktada Saray ittifakı kendisine çok önemli bir avantaj inşa edebildi mi? Hiç de öyle görünmüyor. Bir kere hükümet çevrelerinin tümüne sirayet etmiş bir panik ve telaş hali yukarında aşağıya doğru bu sefer işlerin farklı olabileceğine dair bir hava yayıyor. Aslında 2 sene önce kaybedilmiş olan bir iktidarın her en pahasına olursa olsun korunmak istenmesinin yarattığı tahribat artık Saray ittifakının moral koşullarına yansımakta. Bu tablo değiştirilemezse iktidar açısından yıkıcı sonuçlar ortaya çıkacaktır. İlk turda Erdoğan karşısında ikincilik yarışının birbirine yakın adaylar arasında geçecek olması enerjik bir seçim süreci doğuracaktır. AKP dışındaki partiler ikinci oldukları takdirde güçlerinin çok ötesinde bir iktidar olanağı elde edecekleri için sürece tüm güç ve kozları ile asılacaklar. İkincilik adayları eğer bu rekabeti birbirleri ile mücadeleye dönüştürmezlerse hem Erdoğan’ın ilk turda kazanmasını engellemiş hem de ikinci tura moralli girilmesini sağlayabilmiş olurlar.


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

Erdoğan Bahçeli ile ittifak yaparak kendisini %70’lik Türkiye sağının adayı olarak lanse etme derdindeydi. Bu gayret, sağda yeni bir eksen oluşmasına yol açtı. Bu çatallanmayı yaratan aktörlerin faşistlikte ya da İslamcılıkta iktidar bloğundakilerden geri kalmayacağını unutmamak kaydıyla bu çatallanmanın hayırlı bir durum olduğunu tespit edebiliriz. CHP’nin Muharrem İnce’nin adaylığında karar kılması ikinci turdan ziyade ilk turda Demirtaş karşısında elini güçlendirme isteğinden kaynaklanıyor. Gerçekten de Kılıçdaroğlu Gül benzeri bir aday arayışına deva etseydi (örneğin Şener ya da Kesici) gibi CHP’yi solcu bir parti olduğu vehmiyle destekleyen seçmen tabanı kitlesel olarak Demirtaş’a yönelebilirdi. CHP, “sıfır baraj” ittifakına HDP’nin alınmasını sağlayamadığı için eleştiriliyor. CHP’liler de “Akşener’i ikna edemedik” gerekçesinin arkasına sığınıyorlar. Sanırsınız söz konusu olan dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek vererek Demirtaş’ın ve diğer HDP’li vekillerin 1 yılı aşkın süredir cezaevinde olmasına sebep olan parti CHP değil. CHP, solcu değil milliyetçi bir partidir. Günümüz Türkiye’sinde hem solcu hem milliyetçi olmak mümkün değildir. Kürt halkının politik temsiliyetine tahammülü olmayan bir anlayışın değil solcu, demokrat olarak değerlendirilmesi dahi mümkün değildir. HDP’nin ve bileşeni olan sosyalistlerin iki sağcı ittifak karşısında tek gerçek demokratik seçenek olarak yalnız bırakılması aslında çok büyük bir olanaktır. İki sağcı ittifaktan birisi Yeni diğeri ise Eski Türkiye’yi temsil ediyor. Oysa bunların ikisi de eskimiş, lime lime olmuş anlayışların temsilcileridir. Türkiye tarihinin büyük kırılma noktasına doğru yaklaşırken burjuvazinin sepetinde gerçek bir çözüm olmadığının açık bir ispatıdır bu durum. Türkiye’de burjuva partilerinin ne Kürt sorununu, eşit vatandaşlık sorununu ne de toplumsal zenginliğin adaletli paylaşım sorununu çözecek bir

programı yoktur. HDP, oluşan bu tablodan yararlanarak ittifak çemberini bir kademe daha genişletebilirse önceki seçimlerde başaramadığı toplumsal zenginliğin paylaşımı konusunda radikal bir program ortaya koymayı bu sefer başarabilirse yaşanan kırılmada çok önemli bir rol oynayabilir. Mahallenin kahramanı gibi “siz hepiniz ben tek” diye göğsünü gere gere bağıran milyonlarca kişilik dev bir koro var ortada. Bu kadar büyük bir baskıya ve yok etme çabalarına rağmen HDP’nin varlığını bu kadar belirleyici bir aktör olarak koruyabilmiş olması dostta ve düşmanda zaten yeterince saygınlık üretiyor. Devletin elinde daha da çok zorbalık yapmaktan başka bir seçenek yok. Fakat HDP ve dostları bütün bu zorbalıkları büyük bir dayanışma ve fedakarlık ile boşa düşürebileceklerini binlerce defa sergilemeyi başardı. Umarız kimi sosyalist arkadaşlar kendileri yerine Saadet ve İyi Parti ile ittifak kurmayı benimseyen CHP’ye duydukları güveni artık kaybederler, ezilenler bloğunun temel direği HDP ekseninde oluşacak bir ekseni güçlendirme yönünde bir irade sergilerler. Yaşanan bu krizden bir devrim çıkar mı? 24 Haziran’a kadar akacak zamanı bir büyük direnci ve kararlılığı en geniş kitleler nezdinde inşa etmenin olanağı haline dönüştürebilirsek neden olmasın? Yenildiği halde yenildiğini kabul etmeyip işi yokuşa süren bir diktatörden daha iyi bir devrim gerekçesi henüz üretmedi tarih…

7


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

ŞÜKÜR DEĞİL İSYANLA HAKLARIMIZI ALACAĞIZ! SANİYE EVREN

Beş yüz bin emekçi vardık. Taksim meydanına girdik. Öyle bir İstanbul gördük. Sorarlar bir gün sorarlar!

1

Mayıs bu sene çok kitlesel ve coşkulu bir biçimde Maltepe Meydanı’nda yüz bini aşkın emekçinin buluşmasıyla kutlandı. Ülkenin içinden geçtiği siyasi-ekonomik bunalım ve faşizm koşulları bu sene 1 Mayıs’ın zeminini oluşturdu. Eşitlik, özgürlük, demokrasi için ve emeğe dönük saldırılara karşı kitlelerin bir arada güçlü

taleplerini hep birlikte haykırabilecekleri bir 1 Mayıs örgütlenmek istendi. Özgür günlere gidebilmek için bir durak olma rolü gören 2018 1 Mayıs’ını günler öncesinden başlayan çalışmalarla DİSK, KESK, TTB, TMMOB ile birlikte onlarca siyasi parti, demokratik kitle örgütünün oluşturduğu Tertip Komitesi derli toplu bir şekilde örgütledi. DİSK’e bağlı olan Birleşik Metal İş ve Nakliyat İş Sendikaları ise şu an DİSK yönetimine

Mevsimlik sezonluk diyebileceğimiz esnek tarzda çalışan emekçiler “bu iş kolunda, bu işyerinde ben geçici çalışıyorum” diyerek sendika ve sendikal mücadeleye mesafeli durmaktadırlar. Oysaki bir işçi bir işyerinde bir gün bile çalışsa sigortalanmak zorundadır. Ve sendikalı olmalıdır.

bir cevap üretme ihtiyacına karşılık Maltepe’de gerçekleştirilen miting oldukça coşkulu geçti. 1 Mayıs alanı neresidir sorusuna bir çocuğun bile vereceği cevap elbette Taksim Meydanı’dır. Ancak bu sene işçilerin yan yana gelebileceği ve

8

karşı yürüttükleri muhalefetten feyz alarak ayrı durma ve daha “ilerici” görünme hesabıyla Taksim’e işaret etti. Saraçhane’de gerçekleştirilen basın açıklamasında ise konuşmalarda ağırlıklı olarak DİSK yönetimi eleştirildi. Turizm işçilerinin korteji

Dev Turizm İş kölelik koşullarına karşı yürüdü! Turizm işçilerinin örgütü Dev Turizm İş Marmara Bölge Şubesi de talepleriyle coşkusuyla 1 Mayıs alanındaydı. Onlarca turizm işçisi de “Güvenceli iş; güvenli gelecek; iş, ekmek, adalet” için mücadeleyi yükselterek sendikaları Dev Turizm İş ile birlikte taleplerini alana taşıdılar.

Turizm Sektöründe Neler Oluyor?

Turizm iş kolunda her dönem mutlaka sendika olmuştur. Özellikle Türkiye’de 60’lı yıllarda kentleşmenin artmasına bağlı olarak turizm iş kolunda sendikalaşma oranı artmıştır. 90’lı yıllarda neoliberal politikalarla birlikte esnek çalışma ve güvencesizlik büyümüştür. Ancak örgütlülük o seviyede büyümemiştir. Hatta şu an da iki buçuk milyon turizm işçisi içerisindeki sendikalaşma oranı hala çok düşüktür. Mevsimlik sezonluk diyebileceğimiz esnek tarzda çalışan emekçiler “bu iş kolunda, bu işyerinde ben geçici çalışıyorum” diyerek sendika ve sendikal mücadeleye mesafeli durmaktadırlar. Oysaki bir işçi bir işyerinde bir gün bile çalışsa sigortalanmak zorundadır. Ve sendikalı olmalıdır. Hizmet sektörünün büyük bir kısmını kaplayan turizmde, sendikal mücadelenin gelişmesi ve büyümesi işçi sınıfının büyük kısmını oluşturması bakımından son derece önemlidir. Uzun çalışma saatleriyle asgari ücret gerçeği, milyonları bulan turizm emekçilerini kötü koşullarda çalışmaya zorluyor. İşsizlik tehdidi ve borçluluk bu koşullarda çalışmaya zorlayan en önemli sebepler. Kamuda ya


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

da özelde çalışma saatleri uzun, mesailer alınamıyor, işten ayrılırken ihbar ya da kıdem tazminatını mahkemesiz almak neredeyse imkânsız, “bu koşullara mecbursunuz” dayatması yaşayan işçiler mutsuz. Kalifiye eğitimli işçiler ise işkolunu bu sebeplerden dolayı terk ederek başka işlere yöneliyorlar. Garson, komi olarak çalışan işçiler kendi iş tanımı dışında pek çok şey yapmaya zorlanıyorlar. Bu durumda da pek çok işçi iş kazası geçiriyor. Ehliyeti olmayan işlerde hem zorla çalıştırılıyor hem de alınmayan iş güvenlik önlemleri yüzünden iş kazaları ölümle bile sonuçlanabiliyor. Geçtiğimiz ay turizm iş kolunda altı işçi iş cinayeti yüzünden hayatını kaybetti. Mutsuz ve üretken olamayan turizm işçilerinin yukarıda saydığımız sorunları da giderek artıyor. Özellikle kamu hastaneleri yemekhanelerinde çalışan taşe-

ron işçiler yapılan usulsüz ihaleler sebebiyle domates, kap kacak yerine konuyorlar. Bir süre önce kadroya geçirilecekleri yalanı da deşifre olunca tüm bu sorunlar çırılçıplak bir şekilde gün yüzüne çıktı ve çözülmeyi bekliyorlar.

Çözüm Birlikte Mücadele Etmek ve Sendikalı Olmak!

Kapitalizm aç yatırıp şükür ettiren bir sistemdir. Kapitalizmde her işçi bir gün patron olma, zengin olma hayali kurarak çalışabilir. Hatta tüm patronların işçilikten gelme olduğu ideolojik olarak öğretilir. Sistematik olarak bu ideoloji üretilir. Çok çalışıp çok kazanın denilip durur. Ancak biz işçiler bilmeliyiz ki çok çalışarak değil sömürerek zengin olunur. Bizler kendi sorunlarımızı ancak örgütlü bir toplum olarak yaşayıp talep ettiğimizde çözebiliriz. Tarihten de

öğreniyoruz ki sendikalı çalışarak ve mücadele ederek haklarımızı kazanıyor ve koruyoruz. Bundan başka sihirli bir formülümüz de yok. Tüm emekçilerin ve turizm işçilerinin 1 Mayıs’ı tekrar kutlu olsun. Özgür eşit kuracağımız toplumda çocuklarımızın güneşli güzel günler görebilmesi için mücadeleye devam edeceğiz! Şükür değil isyanla haklarımıza kavuşacağız.

Özellikle kamu hastaneleri yemekhanelerinde çalışan taşeron işçiler yapılan usulsüz ihaleler sebebiyle domates, kap kacak yerine konuyorlar. Bir süre önce kadroya geçirilecekleri yalanı da deşifre olunca tüm bu sorunlar çırılçıplak bir şekilde gün yüzüne çıktı ve çözülmeyi bekliyorlar.

9


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

“BİRBİRİMİZE HIZIR OLMANIN ZAMANI!” SEZGİN KARTAL

İ

nsanların sıradanlığı iyidir, mütevazılıktır, olgunluktur. Fakat olayların, durumların sıradanlığı felaketlerin mayalanmasına neden olur. Böylesi dönemlerde dönüp dönüp tarihin rehberliğinden beslenmek zaruridir. Diğer türlü zaman içinde artık bıkkınlık veren “celladına aşık olma” klişesine düşülüyor.

Seçim sath-ı mailine girmişken Cumhuriyet’in içine girdiği krizde demokrasi güçlerinin sahne alma olasılıklarının önünü kesecek hamleler birkaç yılın ana gündemi. Bu sadece siyasi partileri değil, hak ve adalet talebini canlı tutanları da içine alıyor. Devletin bütün olarak yaşadığı kriz, kişi ve partisinin kaderiyle eş değer tutuluyor. Doğal olarak yeninin ve alternatifin üretil(e) memesi, krizlerden fırsatlarla çıkmayı değil içinde boğulmayı getiriyor. Buradan hareketle geride bıraktığımız son birkaç yılın, mevzilerimizde daralma ve dağınıklıkla geçtiğini not düşmeliyiz. Ülkenin üçte bir nüfusuna sahip Alevi toplumunun geleceğini siyasi partilerin idare-iradesine teslim etmek ve yolumuzu onların açmasını beklemek Alevi hareketinin kendi varlığıyla bağdaşmıyor. Partilerle kurulan bu ilişkilenme tarzının toplumun Alevi hareketine duyduğu güvende zedelenmelere yol açtığı inkar edilemez. Hareketin önemli karın ağrılarından biri de Yol’a turab olmak değil kişisel ik-

10

ballerin yolunu bulmaktır. Alevi toplumu da “Madem kurumlar partilerde kimi mevkiler elde etmek için kullanılıyor ben neden temel ihtiyaçlarımın (cem, cenaze, lokma vd.) dışında burada yer alayım” diyor. Belki bunu sesli söylemiyor ancak davranışı tam da budur! Alevi hareketinin içinde yer alan ve kendilerinde ‘öncü, önder, başkan, yönetici vb’ misyonları bulanların dünyalarıyla toplumunki aynı değil. Seçim dönemlerinde adaylıklar için siyasi partilerin kapılarının mesken edilmesi başka neyin göstergesi olabilir? Kişilerin ve partilerin ikballeri toplumun önüne koyulduğunda Alevi hareketi uzun yıllar bedeller ödeyerek edindiği kazanımları ve irtifa kaybını önleyemez. İşte yazımızın girişinde bahsettiğimiz sıradanlaşmanın tehlikeleri burada başlıyor. Devletin her hamlesi bir adım geriye çekilerek karşılanamaz. Daha doğrusu mücadele edilemez. Yakın tarihimizin öne çıkan olaylarından ev işaretlemelerine verilen refleks eylemler ve eşit yurttaşlık mitingleri her şeyden önce Alevi toplumuna özgüven kazandırmıştı. Devlet, Alevi toplumunun neresine dokunursa her yerden güçlü ses çıkarılıyordu. Tamam, dönemin koşulları da göz önünde bulundurulmalı fakat her dönemin de kendi belirleyici kadroları olmalıdır. Aleviler için son yılların önemli işlerinden biri televizyon ve kendi basınını oluşturmaktı. Tabi kurulan basının hakkını vermek sanıldığı kadar basit değil. Bu zorlu görevi üstlenen

kanallardan biri darbe girişimi sonrası kapatılıp mallarına el konuldu. Son derece önemli bir araç ortadan kaldırılırken Aleviler ev işaretlemelerindeki gibi tepki üretemedi. Devletin yönelimi daha da hızlandı ve televizyonun yöneticileri, çalışanları tutuklandı. Bunlar arasında bir de Alevi Dedesi ve aydını vardı; Veli Büyükşahin! Yani devlet sadece televizyonuna değil, Alevi’nin yol önderine de dokunmuş oldu. Dört aydır Silivri cezaevinde tutuklu. Büyükşahin Dede içeriden gönderdiği mektupta “… hepimizin omuzlarında büyük bir yük var. Yükü omuzlamak, ödenmesi gereken bedeli karşılamak her birimiz için tarihi bir sorumluluk. Hele bir de Alevi toplumunun tarihçisi, aydını, gazetecisi, kurum yöneticisi, Dede’si gibi sıfatları kullandığımızda bu daha da önem kazanıyor. Bunu bugün yapamayacağız da ne zaman yapacağız. Bu önemli sorumluluğun gereğini yerine getiremedikten sonra bin türlü sıfatın ne anlamı var? Elbette öncelikle Aleviler olmak üzere, Türkiye’nin demokratik muhalefetinin zayıflıkları ve açmazları var. Kendisini korku kapanı içerisinde gördüğünden, gelecekteki tehlikeleri hiçbir şekilde göremiyor, okuyamıyor, anlamaya dönük bir çaba içerisinde olmuyor. Alevi kurumlarının mevcut durumu konusunda yeterince bilgi sahibi değiliz. O yüzden fazlaca değerlendirme şansımız olamıyor. Her dönemin ön açıcıları ve direnenleri olduğu gibi bu dönemin de elbette olacaktır. Alevi medyası ve haberciliğinin de

bunda önemli bir rolünün olacağını belirtmek gerekir. Bu rolünü oynayabilmesi için de herkesin gerekli desteği vermesi gerekir.” diyor. Veli Dede’nin de altını çizdiği sıfatların hakkını verme zamanı, içinde bulunduğumuz anın kendisidir. Yoksa hiçbir değeri olmayan kartvizitlere dönüşüyor her şey. Mektupta belirtilen “korku kapanının” her şeyimizi esir alamamasının formülü Alevi toplumunu mücadeleye örgütlemekten önce, örgütçülerinin niteliğini, mücadelede karşılık beklemeksizin Yol’a turab olmalarını sağlamaktan geçiyor. Aynı zamanda Üryan Xızır Ocağı Dedelerinden Veli Büyükşahin mektubunda “Polis fezlekesinde sanki bir suçmuş gibi benim Alevi olduğum hatta Alevi Dedesi olmam yazılıydı. Bize bu yaklaşım bence en üst düzeyden tartışılmalı, eleştirilmelidir. Bu Alevilerin sorunu olmalı, belki gücü oranında demokratik kamuoyunun gündemine taşınmalı diye düşünüyorum. Hukukun metinlerinde bile bu saklanmaya ihtiyaç duyulmayan ayrımcılığa hayır denmeliydi” diye belirtiyor. Artık şu örgüt bu örgüt üyesi, sempatizanı, selam vermişi vs. bile değil; “Alevi ve Dede” olmak hakkımızda emniyetin “suç ve kanı” oluşturma iddiaları arasında yer alıyor. Ve yazımızı Veli Dede’nin mektubu ile sonlandıralım; “Tam da herkesin birbirine Hızır gibi yetişme zamanlarındayız. Birbirimize Hızır olmanın zamanı!..” Aşk ile…


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

HAVA DÖNÜYOR… CAN ATEŞ

…ne kırlarda direnen çiçekler ne kentlerde devleşen öfkeler henüz elveda demediler…

H

ava dönüyor, bu hava sakin, sıcak bir esinti verecek bir hava olmayacak. Fırtınalı ve sert olacak. Bu yüzden ayaklarımızı sağlam basıp, gelecek günlerin sertliğine kendimizi hazırlamalıyız. Ve biz ne kadar örgütlü bir şekilde hazırlanırsak bu fırtınanın arkasından gemiyi limana yanaştıracağız. Cumhuriyet rejiminin krizi ülke içindeki güç dengeleri açısından, konumlanışları daha keskin hale getirmeye başladı. Bir yandan eski rejimin savunucuları ve diğer yandan AKP’nin başını çektiği İslam renkleriyle bezenmiş diktatörlüğe giden süreç. Bu iki safta yer alan herkes beyhude birer yolcudurlar. Bunlar bilinmiş, sınanmış politikaların, birer birer yıldızları sönmüş, apoletleri firkete ile üniformalarına yerleştirilmiş, birer Hitler karikatürleridirler. Halktan çaldıkları, vereceklerinden çok olduğu için hangi derdimize merhem olacaklardır. Mayalarında bir gram demokrasi olmayanlar mı bu ülkeye demokrasi getireceklerdir. Askerin, polisin postalları bu ülkedeki emekçilerin, öğrencilerin, akademisyenlerin cüppelerini çiğnerken, bunlara övgüler dizenler mi barışı getireceklerdir. İşçilerden çok patronlarla kapalı kapılar arkasında görüşmeleri yeğleyenler mi işçinin, emekçinin sorunu çözeceklerdir. Bu iki safta yer alanlar koca birer hikaye kitaplarıdır. Çocukların yatmadan önce uykuya dalmaları için okunan birer masal kitaplarıdır bunların politikaları. Bunlar çürümüş sistemin bir tem-

silcileridir. Ve dönüm dolaşıp bunların politikaları bumerang gibi yine yoksulları vuracaktır. Ringin diğer köşesinde biz varız. Biz kimler miyiz? Emekten, barıştan, demokrasiden yana kimler varsa onlar bizleriz. Bizler emeği görülmeyen kadınlarız. Emeğinden başka kaybedecek bir şeyi kalmayan, yorgun argın eve gelen emekçileriz. Sınavlara mahkum edilen öğrenci, atanamayan öğretmeniz. İnancından dolayı ötekileştirilenleriz. Cinsel yöneliminden dolayı dışlanan ve şiddete maruz kalanlarız. Biz bu ülkenin gerçek sesiyiz, yarınıyız, sahipleriyiz. Eskinin beyhude yolcularına karşı, geleceği ellerimize almak için karşımızdaki bu güçlere karşı örgütlü gücümüzle hazırlanmalıyız. Gençlik örgütlülük bilinciyle bize dayatılan faşist politikalara karşı sokağın gücünü, örgütlülüğünü kullanmak durumundayız. AKP 15 yıllık politikalarıyla birçok alanda öfke biriktirdi. Biz gençler olarak AKP’nin yarattığı bu gerilimi yine onların yıkılması için örgütlülüğümüzle geri iade etmeliyiz. Bunların en başında ekonomik kriz gelmektedir. Gün geçtikçe insanlar daha fazla yoksullaşıyor, esnaf kepenk kapatıyor. Hayat daha pahalı geliyor. Halkın üzerinde yarattığı bu gerilimi bizler örgütleyerek zenginler için değil yoksullar için adalet parolasını büyüterek halkın ekonomisi propagandasını yükseltmeliyiz. AKP kendisini savaş politikaları ile var etmeye çalışıyor. Bu politikalarla hem milliyetçiliğe oynuyor, hem de insanları kutuplaştırıyor. AKP’nin ayakları bastığı en önemli politikalarıdır. Bu yüzden bizler bunu bozmak için barışı savunmalıyız. Savaşın insanlar üzerinde yarattığı ve yaratacağı ekonomik, kültürel, ekolojik tahribata karşı barışı savunacağız. Diğer bir sorunumuz ise ülkedeki demokrasi sorunu. AKP’nin yaptığı darbeden sonra saldırılarını her tarafa yaptı. Gazeteciler,

öğrenciler, belediye başkanları, milletvekilleri, barış diyenler tutuklandı. Bugün televizyonlarda tek ses, tek renk halinde çıkıveriyor her şey. İnsanlar düşüncelerini söylemekten korkuyor. Özgürlükler alanı daralıyor. Bu gerilimler diktatörler için kendi mezar kazıcılarını hazırlamaktan başka bir anlam ifade etmez. Bizler mücadeleyi gençlik meclislerinden başlatarak, bütün gençlerin sesi, soluğu, pratik adımları olmalıyız. Eşitlik ve adalet parolası ile sosyalizm düşüncesini gençliğin bütün bulunduğu alanlara nakış nakış işlemek önümüzde bir görev olarak durmaktadır. Özgür düşünce, özgürleşen gençlikle yaratılır. Bulunduğumuz bütün alanlarda önce bizler özgürleşeceğiz ve burada mücadeleyi bir çıta daha yükselteceğiz. AKP yürüttüğü politikalar ile cehennem gibi bir ülke yaratırken, bir yandan da bizlere umutsuzluğu aşılamaya çalışıyorlar. Kendi korkularını, bizlere vermeye çalışıyorlar. Bu devran ne böyle geldi ne de böyle gidecektir. Aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamız gereken şudur, biz kazanacağız. Sendeleyeceğiz, tökezleyeceğiz, yine kalkıp düştüğümüz yerden nerede kalmıştık diyerek tekrar yola çıkacağız. Faşist cephe kaybetmeye mahkum, biz onlara değil. Bizler için örgütlenerek kazanmaktan başka çaremiz yoktur. Önümüzde bir seçim var, gençlik olarak seçimin ötesini görmeliyiz. AKP’nin seçimde bir yara alıp geriletilmesi önemlidir. Ama şunu da unutmadan hareket etmeliyiz. AKP geleceğini oy pusulasını sıkıştırmış bir parti değildir. Bu çürümüş düzenin günahı çok. Cehennemin ateşi bunlar için sokaklarda tekrar yanacak ve bizler bu ateşin içinden yeni bir cennet yaratacağız. Bu cennet 21. yüzyıl sosyalizmi olarak halkların yüreğini fethedecektir. Hava dönüyor, bizden yana herkes üstünü sağlam giyinsin, ayakkabılarını bağcıklarını sıkı bağlasın, sokaklar bizi bekliyor.

11


Ü

lke yeniden bir seçimin eşiğinde… 24 Haziran 2018 acele seçimleriyle, 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri üç yıl içinde üç seçim ve bir referandum yaşanmış olacak. “İstikrar” üzerine sürekli vurgu yapmayı çok seven AKP, yıllardır tek başına iktidarda olmasına rağmen istikrar sağlamak bir yana ülkeyi yönetilemez hale getirmiştir. Kıyamete gebe günlerden geçiyoruz. Seçime giderken dönemin özelliklerini bir kez daha göze batırmak gerekiyor. Sıradan bir seçime gidilmediğini hatırlamak ve bu gidişe karşı hazırlıklı olabilmek için…

Yolsuzluklar ve rant yağmaları rejim değişikliğini zorlayan aktörün günahlarının çok azını oluşturuyor. Kurumların keyfileştirilmesi üstüne bir başka yapı inşa edilemeyecek bir bataklık yaratmakla eşdeğerdir. Saray bunu büyük bir pervasızlıkla yapmıştır. Tüm bunların yanında en büyük günah Kürt sorununda masanın devrilmesidir.

Dönemin en önemli özelliği bir rejim değişikliğine gidiliyor olmasıdır. Artık en kör gözün görebileceği gibi, “istikrar” ve “terör” bahane edilerek “tek adam rejimine” gidiliyor. Bunun anlamının günümüz koşullarında faşizmin inşa edilmesi olduğu açıktır. Bu yolda ilerleyiş elbette dünyada önceki örneklerin basit bir tekrarı olmayacaktır. Kendine özgü yanları vardır. Bunlardan en ilginci muhalefet potansiyelini engellemek için Hulusi Akar’ın Abdullah Gül’ü “ziyaretidir.” Askeri vesayetin aldığı bu yeni şeklin adı Saray vesayeti olmalıdır. Saray tüm politika alanlarını belirleme hakkını kendinde görerek, bir zamanlar çok şikayetçi olduğu vesayetin yeni bir biçimini inşa etmiş oluyor. Rejim değişikliği zorlamaları düzen içinde büyük gerilimler yaratıyor. Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinden siyasal İslam’a geçiş, bunun hemen tüm kurumlarda bir keyfileşme ile yapılması, düzenin kurumlarında ve toplumda henüz derinliği belli olmayan gerilimler yaratmaktadır. Fay hattında gerilim birikiyor, üstelik fayın kırılma zamanı yaklaşıyor. Rejimin sadece siyasal İslam’a geçiş olduğunu söylemek olguları eksik tanımlamak oluyor. Saray, rejim değişikliğinde, yani kendi mutlak egemenliğinin inşasında o ölçüde keyfi ve pervasız ki, acele seçimlere giderken “laikliğe” ve “demokrasiye” vurgu yapmaktan çekinmiyor. Günümüz ko-

DÖNÜM

şullarına uygun faşizmin inşası için her yol mubah görünüyor. Bu her kılığa giriş, başlarda “esneklik” olarak siyasette belli bir rol oynasa da Saray’ın özelliği haline gelince ideolojik boşluk ve güvensizlik yaratması kaçınılmazdır. İkinci özellik, rejim değişikliğini zorlayan Saray ve AKP’nin sırtında büyük günahlar taşımasıdır. Sadece yolsuzluklar ve rant yağmaları rejim değişikliğini zorlayan aktörün günahlarının çok azını oluşturuyor. Kurumların keyfileştirilmesi üstüne bir başka yapı inşa edilemeyecek bir bataklık yaratmakla eşdeğerdir. Saray bunu büyük bir pervasızlıkla yapmıştır. Tüm bunların yanında en büyük günah Kürt sorununda masanın devrilmesidir. Masa devrildikten sonra AKP’nin gündeminden “ileri demokrasi”, “seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğü” ve “üstünlerin hukuku değil, hukukun

üstünlüğü” söylemlerinin yok olması tesadüf değildir. Çünkü bu topraklarda “Kürt sorunu” ancak demokratikleşme ile çözüm yoluna girebileceği için, masanın devrilmesi aynı zamanda faşizme doğru yola çıkışın ilanı olmuştur. Sırtındaki bu yük ve günahlarla rejimi değiştirme yoluna çıkan Saray ve AKP, kaçınılmaz olarak büyük gerilimler yaratıyor. Üçüncü özellik, rejim değişikliğinin “yangından mal kaçırma” mantığıyla yapılmasıdır. “Cumhur ittifakı” acele seçim kararı almakla, İyi Partinin seçim dışı kalmasını hesaplamıştır. Öte yandan, muhalefetin toparlanmasını engellemeyi planlamıştır. Söz konusu olan sadece bir seçim kazanılması değil, rejimin değiştirilmesi olduğu için, Saray ülkenin çoğunluğunu görüşlerine ikna edemeyeceğini gördüğü için adeta “kap kaç” tarzında değişimi zorlama


NOKTASI

devrimciler seçimle birlikte derinleşecek kriz ortamına hazırlıklı olmalıdırlar. Bu konuda 7 Haziran seçimleri sonrasından çıkartılacak çok önemli dersler vardır. Krize hazırlıklı olunursa devrimci mücadele için fırsatlar yaratabilir. Seçimlere kadar mücadelenin odak noktası ise HDP’nin ve Demirtaş’ın oylarının en yüksek noktaya çıkmasını sağlamak olmalıdır. Bu seçimlerin krize ve kırılmalara gebe olmasının anlamı siyasal dengelerde, saflaşmalarda önemli kaymaların yaşanma olasılığıdır. Bunların hiçbirisi kendiliğinden olmaz. Mutlaka güç ve örgütlenme gerektirir. Bu noktada HDP’nin kilit bir role sahip olduğunu açıktır. Seçimlerin birinci turundan güçlü çıkmasının iki büyük anlamı olacaktır.

yoluna çıkmıştır. Mevcut düzenin zaten çok yıpranan siyasal değerlerini bile havaya uçuracak bu tarz, seçim sürecini mayınlı bir tarlaya dönüştürmektedir. Süreç böyle başlayınca her türlü uzağa gebedir.

gandası aralığına sıkıştırılamayacak kadar zor ve sancılı bir iştir. Ekonomiye rekabet gücü kazandırılması orta vadeli bir programlama gerektirir. “Haydi beş babayiğit çıksın yerli milli araba yapsın” demekle olmaz.

Dördüncü özellik, rejim değişikliğine ekonomik bir yıkım yaklaşırken gidilmesidir. Üstelik son açıklanan rüşvet paketleriyle yıkımın derinliği artmış oluyor. Saray sanki kaybetmek yerine yıkımı tercih etmektedir. Yaptıklarından ilk bakışta çıkarılacak sonuç budur. Ancak bu görünüş ekonomideki tıkanmanın derinliğini gösteriyor. İnşaat ve rantla daha fazla gidilecek yol kalmamıştır. Ayrıca Saray’ın OHAL ile süreklileşen keyfiliği sermaye girişini engellerken, sermaye kaçışını hızlandırmıştır. Ekonomide yapısal bir değişim gerçekleşmediği durumda kriz kaçınılmazdır. Yapısal değişim ise bir seçim propa-

Böyle bir ortamda gerçekleşecek olan seçimler, sonucu ne olursa olsun rejim değişimini gerçekleştiremeyecek, tam tersine zaten yaşanmakta olan krizin derinleşmesine yol açacaktır. Seçim sonrasını krizin yeni bir aşaması başlayacaktır. Saray kaybederse, 7 Haziran seçimleri sonrası yaptıkları hatırlanırsa, ülkeyi benzer bir sürece sürükleyebilir. Kazanırsa, mevcut itibarsızlığıyla ülkeyi yönetemeyecektir. Çünkü Saray’ın yönetmesi demek, keyfiliğin daha da derinleşmesi anlamına gelir. Keyfiliklere karşı toplumda yeterince öfke birikmiştir. Bu gerçekliklerden hareketle

İlki, 7 Haziran sonrası Saray’ın provokasyonlarla, savaşla kazandığı mevzilerin geri alınması anlamına gelecektir. Bunun hem güç kazanımı hem de moral kazanım açısından anlamı çok açıktır. HDP’nin düzenin tüm saldırılarına karşı yenilmezliğinin kanıtlanması tek başına büyük bir zafer demektir. İkincisi; seçimlerin ilk aşamasından güçlü bir şekilde çıkmak, ikinci aşama için partinin elini güçlendirecektir. Tüm seçim sürecinde ve seçim sonrasında adeta bir mayın tarlasında yürüyormuş gibi dikkatli ve uyanık olmak gerekiyor. Saray’ın kaybetmeye karşı neleri göze alabileceğinin bir deneyi 7 Haziran sonrası yaşandı. Elbette Saray’ın aynı senaryoyu tekrarlaması zor olsa da, “Osmanlı’da oyun” bitmeyeceği için farklı tuzakların devreye sokulması her zaman mümkündür.

Saray kaybederse, 7 Haziran seçimleri sonrası yaptıkları hatırlanırsa, ülkeyi benzer bir sürece sürükleyebilir. Kazanırsa, mevcut itibarsızlığıyla ülkeyi yönetemeyecektir. Çünkü Saray’ın yönetmesi demek, keyfiliğin daha da derinleşmesi anlamına gelir. Keyfiliklere karşı toplumda yeterince öfke birikmiştir.


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

TASARI GİDECEK BİZ KALACAĞIZ! NESLİHAN PAZARCI

Üniversiteye dair söyledikleri tek şeyin ‘vatansever’ öğrencilerin ‘yetiştirilmesi’ gerektiği olan Ülkücüler ise tarih boyunca devletin onlara yüklediği sorumlulukları yerine getirerek provokasyonlarına devam ettiler. Ancak Gazi Üniversitesi’ndeki eylemde havaya ateş açmaları, İstanbul Üniversitesi’ndeki direnişlerde yer alan arkadaşlarımıza yemekhane çıkışında saldırmaları ve daha birçoğu, bu eylemlerin devamlılığını engelleyemedi.

AKP

, geçtiğimiz günlerde, 2018-2019 döneminde eğitim vermek üzere, 15 yeni üniversite kurulmasını öngören tasarıyı meclise sundu. Meclise sunulan bu tasarıya göre bu 15 üniversiteden 5’i yeni üniversiteler açılarak; geriye kalan 10’u da var olan üniversitelerin fakültelerinin bölünmesiyle kurulacak. Tasarıda, yeni açılacak olan üniversitelerin akademik kadrosunun ihdas edileceği belirtiliyor. KHK’larla birlikte üniversitelerden atılan nitelikli kadro açığının, halihazırda kurulu olan üniversitelerde bile devam ettiğini biliyoruz. Yeni eğitim dönemine birkaç ay kalmışken yeni üniversiteler için bu kadronun yoktan var edilmesi; bizlere, AKP döneminde iyice ayyuka çıkmış olan bilimsel olmayan tezlerin kabul edilmesini tekrar hatırlatıyor. Akademik kadronun yanında, bu üniversitelerin yönetiminin yine AKP’nin ataması yoluyla belirlenecek olması, AKP’li rektörlere yenilerini eklemiş olacak. Yeni binalar, kantin ve ulaşım gibi alanlar için ihalelerin açılarak yine-yeni-yeniden rant alanlarının oluşturulması ise malumun ilamı. Laboratuvar, kütüphane, sosyal ve kültürel etkinlikler için yaratılacak, daha doğrusu yaratılamayacak ortamları anlatmaya gerek bile yok. Görüyorsunuz. Bir de var olan üniversitelerin kimi fakültelerinin bölünmesiyle oluşturulacak üniversitler meselesi var ki; iş, burdan sonra değişiyor. Tasarıya göre İstanbul, Gazi, İnönü, Karadeniz Teknik, Selçuk, Dumlupınar, Sakarya, Erciyes, Mersin ve Sütçü İmam Üniversiteleri’nden ayrılacak fakülte ve bölümlerle yeni İbn-i Sina, Hacı Bayram Veli, Turgut Özal, Trabzon, Konya, Kütahya Sağlık, Uygulamalı Bilimler, Kayseri, Tarsus ve İstiklal Üni-

14

versiteleri kurulacak. Değişikliklerden biri de Erzincan Üniversitesi adının Başbakan Binali Yıldırım ‘onuruna’, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi olarak değiştirilmesi. Hem üniversite isimleri hem üniversitelerin açılacağı iller AKP’nin neoliberal eğitim politikalarını tekrar gösterir nitelikte. Üniversitelerin bölünmesine karşı tepkisel eylemler öncelikle İstanbul ve Gazi Üniversiteleri’nde; burda da Cerrahpaşa ve Beyazıt’ta ön plana çıkarken bu tasarıyla direkt ilgisi olmayan pek çok üniversite bu üniversitelere destek eylemleri düzenlediler ya da var olan eylemlere katıldılar. Üniversiteye dair söyledikleri tek şeyin ‘vatansever’ öğrencilerin ‘yetiştirilmesi’ gerektiği olan Ülkücüler ise tarih boyunca devletin onlara yüklediği sorumlulukları yerine getirerek provokasyonlarına devam ettiler. Ancak Gazi Üniversitesi’ndeki eylemde havaya ateş açmaları, İstanbul Üniversitesi’ndeki direnişlerde yer alan arkadaşlarımıza yemekhane çıkışında saldırmaları ve daha birçoğu, bu eylemlerin devamlılığını engelleyemedi. Ülkücülerin, kendisini üniversitenin diğer öznelerinden ayırarak yaptığı, sayısı bir fotoğraf karesini bile dolduramayacak kadar olan açıklamalarının dışında, üniversitelilerin talepleriyle ilgili direnişler giderek artan bir sayı ve coşkuyla günlerdir sürüyor. Üniversitelilerin isyanda ön plana çıkardıkları ilk şey, bu tasarıyla üniversitelilerin kazanılmış haklarının ellerinden alınacak olması. Bilinen şeydir ki, üniversite tercihlerinde üniversitenin tarihi, nasıl bir eğitim verildiği, konumu ve merkezi yerlere yakınlığı en önemli ölçütlerdir. Öğrenciler, bu bölümlere ve üniversitelere girebilmek için yıllarca ders çalışmış ve burda okuma haklarını kazanmışken; bir sa-

bah, fakültelerinin bulundukları konumdan çok uzaklarda başka konumlara taşınacağını öğrendiklerinde, bu hak gaspına karşı yapılacak tek şeyin mücadele etmek olduğunu bilerek üniversitelerini ve fakültelerini savunuyorlar. Öğrenci ve akademisyenlerin günlerce süren bu mücadelesi sonucunda Tayyip Erdoğan bu konuyla ilgili açıklama yapmak zorunda kaldığında; açıklaması, üniversite bileşenlerinin günlerce süren mücadelelerini görmezden gelip çeşitli gerekçeler uydurarak üniversitedeki öznelerin iradesini tanımadığını göstermekten başka bir işe yaramadı. Üniversitenin kapasitesinin yönetme sınırlarını zorladığını belirtmesi, taleplerimizden vazgeçmemiz için hiç ama hiç ikna edici değil! Birincisi, üniversitelerin kontenjanının arttrılması YÖK’ün kararları doğrultusunda yapılmıştı. Gerçek buysa, bu konudaki hesaplaşmasını öğrencilerle değil, YÖK’le yapmalıdır. (Bu seçeneği çoktan elemiştir.) İkincisi dünya üzerindeki pek çok başarılı üniversitenin kontenjanları Türkiye üniversitelerinin kontenjanlarından kat be kat fazladır. Bu tasarı sayesinde Türkiye’deki üniversite sayısının artacağı, dolayısıyla gençlerin geleceksizlik problemine yanıt olacağının söylenmesi ise “KÜLLİYE’n saçmalık”! Birkaç ay önce Binali Yıldırım “fakülteler açılırken düşünülmemiş, her mezuna iş bulamayız” demişti. Birkaç ay önceki tablo böyleyken, gelinen noktada, yeni açılan üniversiteler de birer tabela olarak kalmaya mahkum olacaklardır. Ama AKP için ne gam! Ne gençliğin geleceksizlik sorununa yanıt olmak ne de nitelikli üniversiteler yaratmak gündemlerinde değil. Yönetme sorununa çözüm bulmak amacıyla üniversiteleri bölme ‘taktiği’ ise idari


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

veya teknik anlamdaki yönetme değil, üniversite gençliğini yönetebilme hamlesidir. Dindar ve kindar bir nesil yaratma doğrultusunda üniversiteye dair oluşturdukları politikaların tutmaması; öğrencilerin, AKP’nin çizdiği sınırlar içinde sürüklenmeyi reddetmesi, AKP’yi sürekli yeni politikalar bulma arayışına itiyor. Yapılan araştırma ve anketlerle de gençliği giderek daha fazla kaybettiğini gören AKP’nin son üniversite politikası: “Kalıba sığmıyorlarsa daha güçlü kalıp yapalım”. Hatırlayalım; referandumda onca hile hurdaya rağmen üniversitelilerin %60’ı ‘Hayır’ dedi; devamındaki günlerde sokak eylemlerinde örgütleyici özneler oldu. Daha önceki günlerde ise zaten Gezi, üniversitelilerle ilgili en büyük kabuslarıydı. Gezi’den sonra üniversitelerde ilk defa bu kadar kitlesel eylemlerin gerçekleşmesi, korkularını tekrar hatırlatıyor olsa gerek. Üstelik İstanbul Üniversitesi’ndeki nöbetlerde atılan sloganlar, konuşmalar ve

dövizlerden anlaşılacağı üzere, bu tepkiler sadece üniversitelerin bölünmesiyle sınırlı kalmayıp üniversitelere dönük saldırıların bir birikimi olarak da açığa çıkıyor. Atanmış rektör Mahmut Ak’a atıfla “Mahmut’u da ikiye bölelim; en azından Ak’ından kurtuluruz.” dövizi, yine Gezi’deki mizahı hatırlatıyor. Gezi eylemlerindeki mizah, kitlesellik, süreklilik ve renklilik üniversitelerin bölünmesine karşı yapılan eylemlerde kendisini gösterdiği gibi; Gezi’nin örgütsüzlüğü de burda varlığını belli ediyor. Taleplerin kabul edilmesi için nasıl hazırlıkların yapılması gerektiği, eylemlerleri renklendirmek ve çeşitlendirmek için neler yapılacağı, bir sonraki adımda ne yapılacağı konularında son derece büyük bir hazırlıksızlık görülüyor. Elbette hazırlıksızlık ve ne yapacağını tam olarak bilememe hali, bundan önceki tüm zamanlarda üniversite gençliğinin söz ve karar alma mekanizmalarından dışlanmasının getirdiği bir davranıştır. Ancak üniversitelerin bölünmesiyle ilgili alınan bu

karara karşı yapılan eylemlerde yeniden örgütlenmeye çalışılan forum kültürüyle birlikte, var olan potansiyel de açığa çıkmış oldu. Şimdi bize düşen, bu potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmesi için eylem süreçlerini ileri taşımak ve bu hareketi kalıcılaştırmak. Üstelik “gerçek hayatta işimize yarayacak” Fizik derslerinden birinde öğrendiğimiz kadarıyla, kinetik enerji ne kadar büyükse o kadar büyük iş yapar. Özelde İstanbul Üniversitesi’ndeki, genelde Türkiye üniversitelerindeki kitlesel eylemler açısından tarihi bir dönemden geçiyoruz. Bazı tarihsel anlar, bazıları için talihsizlik içerir. 24 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde üniversiteye bir daha bakınca, biz başka bir sonuç göremiyoruz.

Gezi’den sonra üniversitelerde ilk defa bu kadar kitlesel eylemlerin gerçekleşmesi, korkularını tekrar hatırlatıyor olsa gerek.

15


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

AYŞE ÖĞRETMEN’DEN VİCDAN DERSİ SİDAR ASLAN

“T

ürkiye’nin Güneydoğu’sunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Burada doğmamış çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak, insan olarak bir şekilde siz de yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz. Ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. O insanlara yazıklar olsun demekten başka bir şey diyemiyoruz. Ben öğretmenim. Öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler? O güzel, masum, tertemiz yürekli öğrencilerin gözlerinin içine nasıl bakacaklar? Burada yaşananlar çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun artık bizi, bize el verin. Yazık artık insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın.”

16

O gün programı izlerken bu sözleri bir kadından, bir öğretmenden işittiğim için ve sesini büyük kitlelere ulaştırabildiği için büyük bir coşku kaplamıştı içimi. Diyarbakır’ın surlarının içinden görmek istemediğimiz görüntüler, duymak istemediğimiz haberler geliyordu. Elimiz kolumuz bağlı, yine yazıp çizerken, sosyal medyada ve olabildiğince sokaklarda çatışmasızlık isterken bir kadın çıktı ve çok akıllı bir şekilde Türkiye’nin

en çok izlenen şov programına bağlandı ve yukarıda paylaştığım sözleri söyledi. Çok zekiceydi ve de cesaret dolu... Seyirci şov dünyasının büyülü dünyasında kaybolmuşken birden Ayşe Öğretmen sınıfa girdi ve bütün sınıf gözünü tahtada konuşan Ayşe Öğretmen’e dikti. Adeta elini televizyondan uzatıp seyirciye bir tokat atmıştı. Her şey Black Mirror’un, Truman Show’un ve diğer tüm distopik kurguların içinden fırlamış gibiydi. Baudrillard tam da bu durumu şöyle açıklıyordu: “Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.” Benim dikkatimi çeken ise bu ülkede ya da dünyanın herhangi bir yerinde politikacılar ve medya düğmeye basana kadar insanlar sizin barış ve adalet propagandanıza açıktır. Çünkü Ayşe Öğretmen çıkıp bu sözleri söylerken Beyaz’ın ve konukların onaylar şekilde başlarını sallayarak dinlemeleri, stüdyodan gelen alkış sesleri ertesi gün de devam edebilirdi belki. Ama leş kargaları her yana üşüştü. El-


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

bette Ayşe Öğretmen’in sözleri faşizmin kuklası olmuş kitleyi hemen etkilemeyecekti. Ama ‘tereddüt’ ve vicdan taşıyan insanlarda ister istemez bir etki uyandırmıştı. Ama o bile sabaha kadar sosyal medya trolleri ve ertesi gün tüm medya organları tarafından yok edildi. Ve ülke birden Ayşe Öğretmen’i savunanlar ve linç etmek isteyenler olarak ikiye bölündü. Oysa Ayşe Öğretmen’in söylediği sözler ertesi gün bal kabağına dönüşmemişti, aynı sözlerdi. Beyaz’ın ve sunucularının başlarıyla onayladığı, seyircinin alkışladığı o sözler birden bir linçin başlangıcı olmuştu. Beyaz, Ayşe Öğretmen’in sözlerini dinledikten sonra teşekkür ederek, “Elimizden geldiğince duyurabileceğimiz yerlerden duyurmaya çalışıyoruz. Bu söyledikleriniz bize ders oldu. Daha da fazla yapmaya devam edeceğiz. İnşallah o söylediğiniz barış dilekleri en kısa zamanda gerçekleşir.” ifadeleriyle seyircilerden Ayşe Öğretmen’in alkışlamasını istedi. Beyazıt Öztürk, “Bu tür şeylerin en azından konuşulması gerek.” dedi ve tekrar öğretmen Ayşe Öğretmeni alkışlattı. Beyaz’ın bu tavrı onun da ‘bedel’ ödemesine sebep oldu. O da linçe uğradı, hatta öyle ki canlı yayında haber bülteninde “Ben de polis çocuğuyum, vurmayın”a kadar gitti olay. Programın sunucusu Beyazıt Öztürk, savcılık ifadesinde “Söylediklerini duymadım, aklımdan şehitler geçti.” bile demişti. Oysa Beyaz dik dursaydı, “Çocuklar ölmesin” demenin terör propagandası olmadığını ve bu durumun vicdani bir mesele olduğunu dile getirseydi bugün halkın gözünde bambaşka bir yeri olabilirdi, Ayşe Öğretmen’in yaşadıklarının seyrini de etkileyebilirdi. Ama Beyaz bu ülkenin ‘siyah’ abilerinin sopasından korktu. Ve hatta bir daha böyle bir sorun yaşamaması programını Almanya’da yapmaya başladı. Ama o yine eski parlak yaşantısına geri döndü. Işık hızıyla sisteme boyun eğdiği için şovu devam etti. Beyaz’ın yaşanan

olaylarda takındığı tavır onu mahkemede hesap vermekten korumuştu. Ama şunu da unutuyordu; vicdanına hesap vermenin mahkemelere hesap vermekten çok daha zor olduğunu. Lakin Ayşe Öğretmen için durum böyle olmadı tabi. Çok sevdiği öğretmenlik mesleğini yapamaz hale geldi ve çalıştığı kurumdan ayrılmak zorunda kaldı. Yargılandı, hapis cezasına çarptırıldı ve hapse girdi. Kısa bir süre sonra da tahliye edildi. Ben böyle bu süreci birkaç cümleyle açıklıyorum ama tüm bu süre içinde Ayşe Öğretmen’in maruz kaldığı kötülükler roman olacak cinsten. Oysa bizim Ayşe Öğretmen ile eğitimi konuşmamız gerekirdi. Daha bilimsel, anadilde eğitim politikalarından, yeni eğitim yöntemlerinden, Türkiye’deki eğitim sisteminin nasıl daha iyi yerlere gelebileceğinden konuşmalıydık. Yani çocukların geleceğini üzerine söylediği sözlerle tanımalıydık belki de. Ama bölgede yürütülen savaş politikası bırakın eğitimin geleceğini, bugününü dahi felç ediyor, işlemez hale getiriyor. Hatta okula çıkan sokaklarda okulda olması gereken çocuklar ölüyor. Ayşe Öğretmen’de çocukların eğitim hakkından geçip ilk önce canlarını yitirmelerine engel olmak istiyor. Hala da sözünün arkasında, hala “Çocuklar ölmesin” diyor, twitter’da “Ölsün tüm çocuklar, kurşuna dizilsin tüm karşı olanlar” diye kampanya yürütenlere karşı.

yor. Oysa maaşını devlet veriyor ve mesai yaptığı okulda devletin kendi okulu. Birilerinin laf cambazlığı işte... Ama o ya da bu şekilde öyle bir öğretmen yok dedikleri Ayşe Öğretmen’in dersine tüm ülke olarak girmiş olduk bu süreçte. Ve birçok insan Ayşe Öğretmen’in dersinden maalesef kaldı. Ülke tarihinde şüphesiz yer edecek olaylardan biri. Bir öğretmen canlı yayınlanan bir şov programında “Çocuklar ölmesin” dediği için çocuğuyla birlikte hapse girdi. Tam bir faşizm örneği, kusursuz bir faşizm dersidir bu. Eğer devletin politikasına karşı gelir, suç ortaklığı yapmazsan sonun bu olur. Ama Ayşe Öğretmen’in dersi bu topraklarda daha uzun ömürlü olacak. Cesareti ve vicdanı tüm öğretmenlere, kadınlara ve gençlere örnek olacak. Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi “Cesaret bulaşıcıdır”. Ayşe Öğretmen’in bu cesareti eminim birçok öğrencisine bulaşacaktır. Ve belki de hiçbir öğretmene nasip olmayacak bir şey ona nasip olmuştur; tüm Türkiye’ye ders vermek! Hem de matematikten, fizikten, Türkçeden daha önemli bir ders; vicdan dersi!

Bölgede yürütülen savaş politikası bırakın eğitimin geleceğini, bugününü dahi felç ediyor, işlemez hale getiriyor. Hatta okula çıkan sokaklarda okulda olması gereken çocuklar ölüyor.

Bakanlık ilk olay olduğunda ertesi gün Ayşe Çelik diye bir öğretmen yok dedi ve insanlar bunun gerçekten planlı bir ‘terör propagandası’ olduğunu düşünmeye başladılar. Kendini öğretmen diye tanıtıyor, üstelik adı da Ayşe, ne güzel kurgu dediler. Ama ne hikmetse Ayşe Öğretmen, öyle biri olmadığını iddia eden devletin bakanlığına rağmen, yine aynı devletin polisleri tarafından gözaltına alınıyor. Hem yok, hem var… Ortada bir kafa karışıklığı var. Oysa Ayşe Çelik ücretli öğretmenlik yaptığı için devletin kadrolu öğretmenleri arasında görünmü-

17


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

ATAERKİLLİKLE SÜSLENMİŞ DİZİLERDEN BIKTIK! TÜLAY YILDIZ

Mesele kendi ayakları üzerine durmak isteyen bir kadın karakter oluyor ancak bir bakıyorsun ‘süper kahraman bir erkek’ çıkıyor ve onu güya başka bir erkeğin şiddetinden kurtarmaya çalışıyor. Sürekli bir erkek bir kadına nasıl davranması gerektiğini tembihliyor.

Y

azının başlığından da anlaşılacağı üzere yayında olan dizileri eleştiren bir yazı okuyacağınız satırlar. Satırları okuyan dergimizin okurları aklından şunlar geçeceğini tahmin ediyorum. Başka konumuz kalmadı mı dizileri yazıyoruz. Evet, başkaca konumuz var ama bu konuda önemli çünkü ‘popüler kültür’ ki diziler bu kategori içine giriyor, politik ve ideolojik algı yaratmak için bir araç. Bu nedenle yayınlanan dizilerin ne anlattığı, hangi mesajı verdiği, neyi nasıl anlattığı bizler açısından önem kazanıyor. Ve toplumun algısını yönetiyor. Son zamanlar da savaşla birlikte artan ‘söz’ gibi ucube diziler politik at m o s fe r l e alakalı olarak çıkan diziler arasında. Çok fazla kişiye ulaşan bu dizilerin kadınlara biçilen rollere farklı bakış açısı sunmak yerine, özellikle kadınları tekrar tekrar geleneksel rolleri yeniden üreten hallere sokuyor. Toplumsal cinsiyet rolleri yeniden üretiliyor. Kadınlara alttan alta nasıl kadın olmaları gerektiği dizilerle, çeşitli programlara öğretilmeye çalışılıyor. O yüzden bu konu biz kadınlar için önem arz ediyor. Evet, gelelim konumuza. Biri bitiyor biri başlıyor. Eskileri bitmeden yenileri çekiliyor. Birbirine benzeyen konular ele alınıyor. Şimdi yaz da geliyor. Yeni yaz dizileri çekiliyordur. Hikâyeler yaza göre uyar-

18

lanır. Kışın yayınlanan diziler gibi akşamları kahırla, elemle, kasvetle izlemeyeceğiz. Havası değişecektir biraz. Ancak değişmeyecek tek şey kadınlara verilen roller. Eski diziler nerde kaldı dediğinizi duyar gibiyim. Biraz öyle eski dizilerin kalitesi vardı. ‘süper baba’, ’bizimkiler’, ’yedi numara’, ‘ikinci bahar’ ben yetiştim bu saydıklarıma. Çocuklarına bakan, yemek, temizlik

yapan, çocukların sorunlarını dinleyen babalar. Özgür ruhlu, kimseye hesap vermeyen, yalnız yaşayan kadınlar vardı eski dizilerde. Şimdiki dizilerde bunu yapmaya çalışsalar da olmuyor. Ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Senaryolarına almalarının nedeni de kadın mücadelesinin gelmiş olduğu seviyeden. Yoksa akıllarına geldiğinden değil. Mesele kendi ayakları üzerine durmak isteyen bir kadın karakter oluyor ancak bir bakıyor-

sun ‘süper kahraman bir erkek’ çıkıyor ve onu güya başka bir erkeğin şiddetinden kurtarmaya çalışıyor. Sürekli bir erkek bir kadına nasıl davranması gerektiğini tembihliyor. Hemcinsinin şiddetinden kurtarıyor ama kendisi sürekli kadına ya bağırıyor ya da kolundan tutup çekiştiriyor. He tabi bir de romantik erkek, aşık erkek tiplemeleri var. Onlar da güya aşklarından kadınları taciz ediyor. Ama bunu öyle bir veriyor ki taciz değil de aşkından yapıyormuş gibi algılıyorsun. Çoğu dizinin de ortak noktası ‘yardıma muhtaç’ bir kadın karakterler arasında mutlaka var. Kurtarıcı rolü de erkeklere veriliyor. Ya da ortada ‘yakışıklı’ bir erkek ve etrafında onun için birbirleri ile rekabet eden kadınlar işleniyor. Kadınlar sürekli ya ağlıyor dizilerde ya da ruhsal sorunlar yaşıyor. Erkeklerse nedense hep ‘güçlü’. Say say bitmez. Bu yazıdan sonra siz de daha neler bulacaksınız kim bilir! Bu mesajlar verilirken bir şeyi de unutmuyorlar. O da kadının üzerine düşen görevleri sürekli sürekli hatırlatıyorlar. Annelik, eş rolleri nerdeyse bütün dizilerin özel mesaj verdiği noktalar. “Fedakâr anne”, ”ailesi için her şeyi göze alan eş”. Kısaca söylemek gerekirse, sürekli tekrar eden kadınlık rolleri ile bu durumu “benimsetme”, “normalleştirme” ve “kanıksatmak” oluyor.


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

Sonuç olarak bu yazıda amacım izlediğimiz dizileri bir de bu gözle izlemek. Sürekli eleştirerek de dizi izlenmez ki diyenlerimiz olabilir. Kadınlar için diyorum bizlere verilen toplumsal rollerden kurtulmak, ataerkil sistem yapısını değiştirmek için sorgulamamız gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki bu diziler günlük hayattan besleniyorlar. Bu durumu bir yerden değiştirmeliyiz. Neden olmasın ki? Kadınlık ve erkeklik rollerini dizilerle normalleştirmelerine karşı algılarımız açık olmalı. Cinsiyetçilik; okulda, sokakta, evde, dilimizde, yaklaşımlarımızla üretildiği gibi var olan dizilerde de yeniden üretiliyor. Gündelik hayatta nasıl mücadele ediyorsak, bize bu rolleri dizilerle kanıksatmaya çalışan cinsiyetçi medyaya karşı da gözümüzün açık olması gerekiyor. Bu nedenle bize düşen görev ‘normalleştirildikleri’ için görünmez olan bu durumu, harekete geçerek görünür kılmaktır. Tek başına farkında olmak yetmeyecektir çünkü bu tepkiselliği yaygınlaştırmadıkça, erkek egemen sisteme karşı mücadele yöntemlerini çeşitli hale getirmedikçe “normalleştirilen” algılar içinde yalnız kalabiliriz. Kadın mücadelesinin bir parçası haline getirip her alanda cinsiyetçi sisteme, yaklaşımlara karşı mücadeleyi yükseltelim. En yüksel sesimizle haykıralım. Bizi sokmaya çalıştığınız kalıplara, rollere girmeyeceğiz. Sınıfsız, sömürüsüz, cinsiyetçi olmayan bir toplumu kuracağız.

19


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

ERMENİSTAN’DA GÜZEL ŞEYLER OLUYOR M. SİNAN MERT

İ

ktidardaki Cumhuriyetçi Parti’nin başındaki Serj Sarkisyan 2008 yılında usulsüzlük tartışmalarının gölgesinde kazanılmış bir seçim sonrasında iktidara gelmişti. O günden beri Başkanlık görevini sürdürmekteydi. Ülke 2014 yılında Türkiye’nin tersine, başkanlık rejiminden parlamenter rejime geçmeyi düzenleyen bir anayasa değişikliği gerçekleştirdi. Sarkisyan, anayasa değişikliği sonrasında iki görev süresini tamamladıktan sonra görevi bırakacağı, başbakan olmayacağı konusunda söz vermişti. Fakat 17 Nisan’da “ülkenin ali menfaatleri” için partisi tarafından Başbakanlıkla görevlendirilince son dönemin en umut verici halk hareketlerinden bir tanesini tetikleyen bir hamle yapmış oldu. Ermenistan işsizliğin %20’nin altına düşmediği, nüfusun yaklaşık %30’unun günde 3 dolardan az gelirle yaşamak zorunda kaldığı, genç nüfusun iş bulabilmek umuduyla ülkeyi terk etme peşinde olduğu bir ülke. İktidarın arkasında ise sosyalizmin çözülüşü sonrasında egemen sınıf olarak ortaya çıkmış bir oligarklar kitlesi; finans kapital var. Sarkisyan ve neredeyse bütün politik sınıf, zenginlerin hık deyicisi durumunda. 17 Nisan sonrasında sokak-

20

ta başlayan eylemler Ermenistan tarihinde görülmemiş büyüklükte bir halk hareketine dönüştü. Halk hareketi başlamadan önce bu büyüklükte bir tepkinin ortaya çıkabileceğine dair hiçbir beklenti yoktu. Ancak ülkenin ikinci büyük şehri Gümrü’de başlayan eylemler başkent Erivan’a ulaştığında halk hareketi kendi önderliğini de inşa etmişti. 2008 seçimlerinde yaşanan yolsuzlukları protesto ettiği için 2 sene tutuklu kalan, Sarkisyan rejimine karşı çıkardığı muhalif bir gazeteyi yöneten Nikol Paşinyan, çok kısa süre içerisinde “halk” güçlerinin temsilcisi haline geldi. Başlattığı yürüyüşün Erivan’a ulaşması sonrasında başta gençler olmak üzere çok geniş kesimlerin katılımı ülkedeki politik atmosferi büyük bir hızla dönüştürdü. Sarkisyan’ın Başbakan olması sonrasında Erivan’ın merkezi olan Cumhuriyet Meydanı’nda gece nöbetleri başladı. Erivan’da sönümlenmesi beklenen eylemler giderek güçlenince diğer kentlerde ve hatta köylerde bile eylemler yaygınlaşmaya başladı. 20 Nisan’da Erivan’daki hayatı durduracak büyüklükte bir eylem işlerin renginin değişmeye başladığını ortaya koydu. Sarkisyan 22 Nisan’da Paşinyan’la televizyondan canlı yayınlanan bir görüşme yapmayı kabul etse de görüşme 3 dakika sürdü. 2008 protestoları sonrasında hükümetin eylemleri bastırmak için orduyu harekete geçirmesi sonrasında çıkan olaylarda 10 kişi ölmüştü.

Bu sefer de Paşinyan’ın gözaltına alınması işlerin bu yöne doğru akabileceğini düşündürmüştü ki Ermenistan halkı finans kapitalin ve politik asalakların ödünü koparan bir volkan gibi patladı. 4 milyonluk ülkede yaklaşık 200 bin kişi Erivan sokaklarını doldurarak Paşinyan’ın tutuklu bulunduğu binanın etrafını sardı. Polis geri adım atmak zorunda kaldı. Paşinyan’ın serbest bırakılması sonrasında ise sokaktaki insanların sayısı 500 bine ulaşmıştı. Sarkisyan’ın istifası ise gecikmedi: “Ben yanıldım, Paşinyan haklıydı” açıklaması ise kendine bile inancı kalmamış bir diktatörlüğün nasıl da hızlıca bir kağıttan kaplana dönüşebileceğinin tarihi bir örneği olarak kayıtlara geçti. Halk hareketi doğru zamanda ve yerde büyük bir enerji ortaya koyarak politik krizi düzenin siyasi kabuğunu kırmak için kullanmayı başardı. Paşinyan bir “kadife devrim”den bahsetmekle birlikte Rusya ile karşı karşıya gelmemeyi önemseyen bir strateji takip ediyor. Rusya’nın Ermenistan Büyükelçisi ile yaptığı görüşme sonrasında şu açıklamayı yaptı: “Ermenistan’da süren protesto gösterileri ne Rusya’ya, ne ABD’ye, ne AB’ye, ne İran’a ne de Gürcistan’a karşıdır. Bu yolsuzluğa karşı, verimsiz idareye karşı bir harekettir, bu salt iç siyasi harekettir. Özellikle burada hiçbir jeopolitik bağlam yok ve bir damla Rusya karşıtı hava yok.” (Agos, 4 Mayıs) Paşinyan’ın parlamentoda 8

Mayıs’ta yapılacak oylama sonrasında Başbakan seçilmesi bekleniyor. 1 Mayıs’taki ilk oylamada Sarkisyan’ın partisi Paşinyan’ı onaylamadı, arkasından başlayan ve hızla yayılan eylemler yaşamı bir kez daha durdurunca 8 Mayıs’taki oylamada sorun çıkarmayacaklarına dair güvence verdiler. Halk hareketi her kritik momentte devlete ve finans kapitale taleplerini dikte etmeyi başarıyor. Ermenistan’da daha önce sokaklara çıkmamış, siyasetten ümidini kaybetmiş on binlerce insanın harekete geçmesi muazzam bir devrim atmosferi yarattı. Paşinyan bir geçici hükümet kurarak seçim kanunu değiştirip ülkeyi yeniden seçimlere götüreceğini söylüyor. Halkın ve devrimin gücü Ermenistan’da yeni bir sayfayı açıyor. Gücünün farkına varan gençler, işçiler, işsizler, kadınlar sadece kendi ülkelerinde değil başta komşuları olmak üzere tüm dünyada ezilenlere umut veren bir atılıma imza attılar. Bize de hem yaşanan devrimi yakından takip etmek, hem onunla temas ve ondan öğrenmek için arayış içinde olmak hem de Ermenistan’da yaşanan büyük halk hareketinin Türkiyeli devrimciler açısından neden bu kadar az ilgiyle takip edildiği üzerine düşünmek kalıyor. Hem de Ermeni halkının anlattığı hikaye tam da bizimki olmaya bu kadar yakınken…


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

SLOGANIMDAN SANA NE!

Ö

zellikle son yıllarda başta feminist gece yürüyüşü olmak üzere pek çok kadın eyleminde taşınan dövizler, atılan sloganlar bazılarını pek rahatsız ediyor. Özellikle “Kadının yoksa cebinde parası amıdır kumbarası!” dövizi çok tartışma yarattı. Kadın bedeni ve cinselliğiyle ilgili olan bu “uygunsuz” sloganlar solcu erkeklerimizi de epey rahatsız etmiş görünüyor. Konuşmayı öğrendiklerinden bu yana birilerinin amına koyan, devrimcileşince politik ortamlarda “ağzını tutan” bu arkadaşlar; maçta, yolda, orda burda “ağızlarından kaçırıp” defalarca koydukları şeyi (bize ait olan bir organı) biz ağzımıza alınca gayri ahlaki oluyoruz. Ama olur mu, biz erkek egemen küfrü savunmuyoruz, derler hemen. Savunmuyorlar ama ediyorlar. Niye ben etmiyorum, sürekli küfür etmiyorum, “ağzımdan kaçırmıyorum” da sen kaçırıp duruyorsun “yanlışlıkla”? Bir devrimcinin emek hırsızlığı yaptığında konulan tepki konmuyor böyle “ağzından kaçırınca”, neden? Bir devrimcinin kollektifin kararını çiğnediğinde maruz kaldığı mobbing ya da baskı uygulanmıyor bu durumda, neden? Neden siz koyunca bu kadar tolerans var da biz organımızın adını dövize yazınca linçe uğruyoruz, gayri ahlaki bulunuyoruz? Ahlak… Kime göre, hangi dönemde, hangi ideolojik belirlenmişlikle tanımlanıyor. “Namusu kaybettim, bulmayacağım, kimsenin namusu olmayacağım” sloganını ilk attığımızda da yadırganmıştık. Ne oldu, zamanla öğrendik, namus ikiyüzlüce bize dayatılan “erk”in namussuzluğudur aslında. Yaza çize, tartışa bu kavramı sorgulatır hale getirdik. Kavramların ideolojik alt yapılarıyla tartışılmasının değişik yolları olabilir. Bu şekilde çarpıcı ve ajite edici bir biçimde ifadesi de tartışmayı alevlendirdiği ve

hızlandırdığı için iyidir. Bu dövizin illaki seks işçileri yürüyüşünde ve onlar tarafından taşınmış olabileceğini savunanlar da oldu, bazı kadınların “namusunu” kurtarmak için… Hayır, bu döviz 2014 Feminist Gece Yürüyüşü’nde taşındı. Taşıyan herkes de seks işçisi değildi. Bu döviz seks işçiliğini; kadının bedenini, cinselliğini parayla satmasını meşrulaştırıyormuş. Bu döviz vesilesiyle şunu tartışabilmeliyiz; seks işçiliğinin, günde 10-14 saat ağır koşullarda “gönüllü” çalışan, bedeni helak olan, iş güvenliği koşulları sağlanmadığı için ölen “normal” işçilikten farkı ne kadardır? “Namusumuz” kadar mı??? Belki de hayatında en az bir kere seks işçisi ile beraber olmuş bazı devrimci erkeklerimiz ve kendini “korumak” için, “onlarla” aynı olmadığını “belirtmek” isteyen bazı kadınlarımız ne kadar “dürüst” ve “tutarlı” acaba? Cinsellik kutsalmış, para karşılığı yapılınca kadın bedeni metalaşıyormuş. “Kutsal” cinselliğin nasıl ve hangi koşullarda yaşandığı, kadının ne kadar “özgür” tercihler yapabildiği, “özgür” tercihlerinin bedelini nasıl ödediği (mesela “orospu” yaftası yemek, mesela “namus” cinayetine kurban gitmek), “kutsal” aile içinde kadınların belki defalarca tecavüze uğradığı gerçeklerini görmeden, konuşmadan seks işçiliğinin kadının bedenini metalaştırdığını söylemek en azından tutarsızlık, en çoğundan ikiyüzlülüktür. Ezilen bir kesimin eyleminde, söyleminde neyi öne çıkaracağı, kendini nasıl ve hangi yollarla ifade edeceği kendi bileceği iştir. Özellikle ezen tarafın bu konuda ahkam kesmesi pozisyonunu koruma içgüdüsü olarak okunmalıdır. LGBTİ+’lerin eylemlerindeki biçim ve söylemler de epey tartışma konusu olmuştu zamanında. “Ayol” demeleri bile bir meseleydi. “Ama onlar da militan bir duruş sergilemiyorlar, ne o li-

beral liberal duruşlar, söylemler” diyebildi birileri. Liberal-militan karşıtlığı üzerinden ikna edilmeye çalışıldık. Kadınların eylemleri de eleştiriliyordu, “oynak” bulunuyorduk. Ne demekse! Sürekli baskılanan ve kontrol altına alınmaya çalışılan kesimlerin oynaklığı aslında en militan eylemlerden daha militan bir duruşu temsil edebilir. İkiyüzlüce kendini gizlemek yerine kendini olduğu gibi yaşamak için ölümü göze alan LGBT+’ların duruşu militan değil mi yani? “Yolda yürürken sakın sağa sola bakma, orospu zannederler!” diye büyütülmüş bir kadının 8 Mart’ta hoplayıp zıplayıp inadına her tarafa sağa, sola, aşağı, yukarı bakması, her şeyi görmeye çalışması bir isyan değil de nedir? İsyanımızı ifade ediş şeklimizi biz belirleriz. Bizi ezen, sömüren ideolojiler değil, onların temsilcileri hiç değil!

BAHAR EKİNCİ

Ezilen bir kesimin eyleminde, söyleminde neyi öne çıkaracağı, kendini nasıl ve hangi yollarla ifade edeceği kendi bileceği iştir. Özellikle ezen tarafın bu konuda ahkam kesmesi pozisyonunu koruma içgüdüsü olarak okunmalıdır.

21


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

GÖSTERDİKLERİ VE GİZLEDİKLERİ İLE TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ M. SİNAN MERT

7

Şubat 2017 KHK’sı ile üniversiteden uzaklaştırılan Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” adlı kitabı belli seviyede bir tartışmayı tetiklemiş görünüyor. Sözleşme kavramının yazar tarafından kullanılması bilinçli bir tercihe dayanıyor. Hobbes, Locke ve Rousseau gibi burjuva siyasal düşüncesinin önemli isimlerinin kullanmayı tercih ettiği bir kavram bu. Ulus eksenli bir siyasal birimin oluşmasında karşılıklılığın, yöneten ve yönetilenlerin çıkar ortaklığının rolünü vurgulamak için öne çıkarılan bir kavram bu. Hegemonya kavramı daha ziyade egemen sınıfı

22

ve devleti merkeze alan, merkezi aktörlerin çıkarlarının toplumun geri kalan kısımlarına çeşitli biçimlerde benimsetilmesini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir çerçeve kurarken sözleşme kavramında daha ziyade alttakilerin ve üsttekilerin çıkarlarının karşılıklı olarak örtüşmesi ön plana çıkıyor. Sözleşmenin kendisi iktidarı da alttakilerin de çıkarına olan bir kurum olarak meşrulaştırıyor. Toplum içindeki güç asimetrileri, sınıfsal çelişkiler böylece büyük oranda görünmezleşiyor. Alttakilerin sözleşme yapabilme güç ve yeteneğine sahip olup olmadığı da tartışma dışı bırakılıyor. En uç biçiminde Hobbes, zorba bir mutlakiyetçi rejimi bile, halka “güvenlik” vaat ettiği için meşru bir iktidar olarak takdis ediyor. Barış Ünlü de benzer biçimde Müslümanlık ve Türklük sözleşmeleri kavramları ile özellikle Ermenilere ve Kürtlere karşı yürütülen soykırım ve katliamlarda, toplumu da güçlü bir suç ortağı olarak işin içine katıyor. “Müslümanlık Sözleşmesi’nin, Osmanlılık Sözleşmesi’nin aksine, asıl başarısı burada, yani devletle Müslümanlar arasındaki gerçek bir duygu ortaklığında, çıkar birlikteliğinde ve mutabakatlar bütününde gizlidir… eşitlik fikrine dayanan Osmanlılık Sözleşmesi toplumda bir yankı bulmamış, devletin tutarsız politikaları nedeniyle sınırlı kalmış ve dolayısıyla yapayken, Müslümanların üstünlüğüne dayanan Müslümanlık Sözleşmesi gerçek anlamda çift taraflıdır, bu nedenle de otantik ve işlevlidir.” (Ünlü, 2017:100) Anadolu gibi halkların yüzlerce yıl bir arada yaşamayı başardıkları, örneğin çok yakın bir geçmişte 1908 Devrimi’ni bile birlikte sokaklara çıkarak kutlamayı başardığı bir tarihsel

arkaplan varken neden tüm gayrimüslimlerin katledilmesi ya da ülkeden gönderilmesi “tüm toplumun” çıkarlarını yansıtan otantik bir plan olsun? Ünlü, siyasetin belirleyiciliğini görmezden gelerek bir tür doğal sözleşme teorisi ile soykırımın bütün Müslümanların çıkarına bir uygulama olarak kabul edilmesini bekliyor. Peki, örneğin benzer bir imparatorluk bakiyesi topluma sahip olan Rusya’da ulusların kendi kaderini tayin hakkını benimseyen bir devrimin benzer yıllarda gerçekleşmiş olması yeterince otantik değil mi? Rusya’da gerçekleşen İşçi Sözleşmesi mi yoksa Türkiye’de gerçekleşen Türklük Sözleşmesi mi daha otantik? Ulus devletin ve bir yerli burjuvazinin de bu devlet eliyle tahkim edilmesi, bu burjuvazinin ilkel sermaye birikimi temin edebilmesi için Anadolu’nun kadim halklarının katledilmesi doğal ve olağan bir tarihsel-sosyolojik sürecin sonucu değildi, tam tersine Osmanlı bürokrasisi ile yerel eşrafın sentezinden doğan bir milli burjuvazinin, toplumsal dönüşüm sürecinin rotasını belirleme yeteneği kazanmasının bir ürünüydü. Siyasetin ve sınıfların görünmez hale getirilmesi, toplumun bir sözleşme aracılığı ile çelişkilerini bir kenara bırakıp kolektif hareket etme yeteneğine sahip bir varlık gibi algılanması ciddi bir sosyolojist sapma olarak değerlendirilebilir. Ancak bugün içinden geçtiğimiz tarihsel momentte böylesi bir sosyolojist sapmanın çok ikna edici görünmesini de makul karşılamamız gerekiyor. 7 Haziran seçimleri sonrasında faşizmin inşasının anti-Kürtlük ideolojisi üzerinden şekillendirilmesi, düzenin içerisi ile dışarısı arasındaki sınırın Kürt meselesinde alınan tutumla ilişkilendirilmesi Türklük Sözleş-

mesi tespitinin vuruculuğunu arttırıyor. Özellikle sözleşmenin aynı zamanda bir duygusuzluk ve bilgisizlik sözleşmesi olarak da tarif edilmiş olması son derece aydınlatıcı. Filistinli için ağlayan bir Müslüman’ın bir polis aracının arkasında sürüklenen bir Kürt gencin ölümüne sevinmesi, sokaklarda günlerce bırakılan cenazelere karşı hiçbir duyarlılık göstermemesi, “çocuklar ölmesin” dediği için bir annenin bebeğiyle cezaevine atılmasını makul karşılaması doğal olarak Ünlü’nün kimi tespitlerinin çarpıcılığını arttırıyor. Özellikle yaşadıkları bunca baskıya karşı Türk toplumundan çok az dayanışma ve kardeşlik gören Kürtlerin bu tezlerde kendi yaşadıklarını bulmamaları düşünülemez. Kitap, Türklük Sözleşmesi’nin krizi bölümü ile sonlanıyor. “Krizi sözleşme dışı bireylerin sözleşme içindeki bireyleri mücadeleleri ile etkilemeleri tetikledi.” Toplumsal gruplara özcü roller yüklemeyip siyasetin kurucu ve dönüştürücü rolüne daha çok alan açtığında Ünlü gerçeklere daha çok yaklaşıyor. Türklük ve Müslümanlık Sözleşmelerinin krizi, aslında Kürtler başta olmak üzere tüm Türkiyeli ezilenlerin mücadelesi ile tetiklenen bir Cumhuriyet krizinin, devrim olmaksızın için kazanılamayacak bir demokrasi talebinin de tezahürü olarak okunduğunda çok daha anlaşılır hale geliyor. Hrant Dink’ten yapılan şu harika alıntı tam da bugüne layık: “Cüretkar olduğumuz, zaman zaman çizmeyi hatta haddimizi aştığımız da doğrudur. Bu da bizim hakkımız. Devrimler, haddinizi, çizmeyi aştığınızda gerçekleşir.”


Mayıs 2018 / Sosyalist Dayanışma

SEVGİ SOYSAL ve KEDERİ ORTADAN KALDIRAN UMUT AŞILAYAN ANILAR *“Bana burada yeniden ‘merhaba’ diyen hayatı coşkuyla karşıladım ve en kötü yüzüyle de olsa beni yeniden insanca karşılayan, yüksek duvarlarıyla dış dünyadan koparılmış olsa da, içinde hayatı, memleketimi, insanlarımı yeniden bulduğum bu yeri sevdim…”

S

evgi Soysal, 12 Mart 1971’de tutuklanıp sekiz ay boyunca Yıldırım Bölge Cezaevi’nde kalır. Cezaevi anılarını kaleme alır, anıları Politika Gazetesi’nde yazı dizisi şeklinde yayınlanır. 1976 yılında bu yazıları “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” başlığıyla kitaplaştırılır. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu okuduğumda, Sevgi Soysal’ı geç keşfetmiş olmanın üzüntüsünü yaşadım. Üniversite yıllarında Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni okumuştum ama o zamanki birikimim ve farkındalıklarım, onun değerini teslim etmeye yetmemiş demek ki sonradan eğilmemişim eserlerine. Sevgi Soysal’la yeniden buluşmam, Ayşe Gül Altınay’ın “Bir Antimilitarist Feminist Manifesto Olarak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” çalışmasını duymam sonucu oldu. Bir kadın yazarımız, 1970’lerin başında yazdıklarıyla, “feminist bir manifesto” denilebilecek eser yaratabilir miydi; benim için koskoca bir soru işaretiydi. Hemen başladım okumaya ve adeta çarpıldım yazdıklarından. Sadece kadın bakış açısıyla yaşadıklarını aktarması değildi beni çarpan, anlattıklarının 2018 Türkiye’sindeki yaşananlarla koşutluklarıydı. Anıları, her dönem için geçerli olabilecek olan devlet geleneğimizin reflekslerini daha iyi kavramak ve bu konudaki tarihsel bilincimizi derinleştirmek adına dönemsel bir belge niteliğinde. “Bu korku filmlerini andıran avlar bir yana, bir de ‘gayri ciddi’ tutuklamalar vardı. Olmadık insanlar, olmadık nedenlerle tutuklanmışlardı o dönemde. Elbet

bu tutuklamaların da uygulayıcıların belirli bir tutarlılığı olan nedenleri vardı; ama kimi zaman da tutuklunun kişiliği, bütün 12 Mart havasını bir güldürüye dönüştürür, millet de, dışarıda olsun içerde olsun ferahlardı biraz. Bu bakımdan bu tür tutuklamalar, çeşnisiydi 12 Mart’ın. Kazıklama huyundan bir türlü vazgeçemeyip sıkıyönetim görevlisini de kazıklamaya kalkan gazinocudan fiyatını düşürmeye yanaşmayan bar kadınına, ne tutuklular görmüştür 12 Mart koğuşları. Pek muhbir vatandaşlarımız ise, kızdıkları kiracıdan bozuldukları komşuya kadar…” Kitabın “Tutuklanış” yazısından aktardığımız bu alıntıdan da anlayacağımız üzere, darbe dönemlerini konu edinen pek çok eserde gördüğümüz karamsar, boğucu, sıkıntılı bir ruh da yok Soysal’ın anılarında. Sıcak samimi esprili bir dille aktarıyor yaşadıklarını Sevgi Soysal. Bilincine, bakış açısına hayran kalıyorsunuz yazarımızın. Kaleme aldığı satırlara yansıyan ruh halinden, baskıyı, sıkıyönetimi ve tutsaklığı trajedi haline getirmediğini, aksine erkin, otoritenin gücü önünde umutsuzluğa kapılmadığını, onu hafifsediğini ve alaya aldığını görüyorsunuz. Seval Şahin, Peyniraltı Edebiyat Dergisi’nin 37. sayısında çıkan “Neşeli Bir İroni: Sevgi Soysal Edebiyatı” yazısında çok güzel ifade ediyor bu durumu: “İroni, içinde bir kederi barındıran, söylemek istediklerini tam tersine gönderme yaparcasına anlatan bir söylem özelliği. İroniye neşe karıştığında ise keder ortadan kalkıyor ve yerine umut geliyor…”

Günümüzde baskı ortamının içinde haksız, hukuksuz uygulamalara maruz kaldıklarını düşünen kimilerinde farklı insanlık durumlarına tanıklık edebiliyoruz. Yelpaze, hayatına son verme fiilinden, ülke dışına çıkma kararına kadar uzanıyor. Mağduriyet belirten karamsar söylemler ve davranışlar da cabası. Her bir olayı ve duygu durumunu kendi özgülünde de değerlendirmek gerekliliğini yok saymayarak, mağdur olma halinin karamsar bir bakış açısıyla hissedilişinin dönemin ruhuna sirayet etmesi kötü. Bu durum, kişinin kendini hırpalamasına ve çıkışsızlığa girmesine yol açmakla kalmıyor, genel olarak umudun, direnişin, karşı çıkışın gücünü zayıflatıyor. “İşte günbatımlarının daha hüzünlü olabileceğini ilk Yıldırım Bölge Koğuşu’nda, demir kapı üstümüze kapanırken hissettim. Ama yine bu hüznü aşmayı ilk orda becerdim.” diyen Sevgi Soysal, cezaevinin en baskıcı koşullarında bile yaşama sevincinin, umudun, direnişin nasıl yeşertildiğini anlatıyor. Bugünlerde daha fazla okunur umarım Sevgi Soysal, kavgamız çoğalır, güçleniriz…

ZEYNEP KORU

Kaleme aldığı satırlara yansıyan ruh halinden, baskıyı, sıkıyönetimi ve tutsaklığı trajedi haline getirmediğini, aksine erkin, otoritenin gücü önünde umutsuzluğa kapılmadığını, onu hafifsediğini ve alaya aldığını görüyorsunuz.

*Anılarının son kısmında Yıldırım Bölge’den ayrılıp koşulları daha iyi olan sivil cezaevine geçerken yazdığı cümleler.

23


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2018

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.