Sosyalist Dayanışma Aralık 2017 Sayı 60

Page 1

Saray’ın 2019 Hesapları ve Ekonomik Siyasal Gerilimler Hic Rhodus Hic Salta FİYAT: 2 TL

YIL:7 SAYI:60 ARALIK 2017

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

Röpotaj - Dayanışma Meclisleri: Halkın Öz Örgütü ”Hepimiz ‘Kelebeğiz’ Gün Gün, Her Gün Kanat Çırptıkça Özgürleşeceğiz...” Aleviler İşaretlenirken Krizler, Siyaset, Ekonomi Cumhuriyetin İdeolojik Tarihi Servetleriniz Bizden Çaldıklarınızdır Üniversiteler YÖK’e Biat Etmeyecek! Bulunduğun Koşulları Değiştirmek Atatürkçülük Neydi? Sondan Önce Suriye Orhan Kemal ve “Cemile” Çin’de Üçüncü Dönem Dünya Pazarında Çin Ekseni


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

eti geçti duydun mu bıçak kemikte duymadınsa duy artık behey allahın kulu bıçak kemikte duy da silkin n’olursun bu ne biçim uyku bu bıçak kemikte verilmemiş alınmış hep yük vurulmuş dağlar gibi – insanlık bu mu çalıyor sömürünün imdat çanları kımılda da kurtar şu onurunu bıçak kemikte topraksa paylaşılmış kıyılarsa yağmalanmış umut hacizde ya bu neyin puştluğu bu sana yokluk sana yasak sana dam insan değil – hâşâ – bir yağmacı soyu bu

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 7, Sayı: 60 Aralık 2017 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: H. Özgür ÖZCAN Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

bıçak kemikte üretensin yaratansın yürütensin dağları bakma öyle kilit kilit duvar duvar yetsin artık bu susku bıçak kemikte anasın boynun bükük babasın kolun kırık oğullar kan içinde kaldır artık başını «kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan o dîvan sensin artık bıçak kemikte.

Bıçak Kemikte - Hasan Hüseyin Korkmazgil


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

SARAY’IN 2019 HESAPLARI VE EKONOMİK SİYASAL GERİLİMLER AKP

/Saray iktidarı 2019 seçimlerine hazırlanmayı temel gündem olarak belirlemiş durumda. Bütün ekonomik politik süreçleri bu politikanın bir parçası olarak değerlendirmeye çalışıyor. Belediye başkanlarının tasfiyesi ile başlayan “içerinin dizaynı” yarattığı sarsıntılar dolayısıyla sürdürülemedi, ertelendi. 16 Nisan’daki “mühürsüz oy” hilesi ile seviye atlayan “seçim kazanma stratejilerinin” yeni adımlarla süreceğini YSK kanununda gündeme gelen değişiklik tasarısı ile anlamış bulunuyoruz. Seçimlerdeki salon başkanlarını kendi kriterlerine göre seçme ve müşahitliği zorlaştırarak kimi yerler için imkânsız kılma şeklinde ortaya çıkan düzenlemelerin seçim bölgelerinin dar veya daraltılmış bölgeye dönüştürülmesi vb. uygulamalarla derinleştirileceği de anlaşılıyor. OHAL rejiminin açığa çıkarttığı keyfilik ve baskı uygulamaları ile birlikte düşünüldüğünde bütün bu düzenlemeler Saray’ın %50+1’i garantileme çabalarıdır. Ancak, iç ve dış siyasal-ekonomik süreçler olanca ağırlığıyla bu hesaplar üzerinde büyük gerilimler oluşturuyor. AKP iktidarında ekonominin lokomotifi görevini gören inşaat sektörü özellikle kredili yatırımlarda ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Bankalar inşaat sektörünü riskli kategoriye yükseltti. Özel sektörün dış borçları 325 milyar doları aştı. Seri iflasların yaşanması olasılığı yükselmiş durumda. Zarrab davasının Halkbank başta olmak üzere Türk bankacılık sistemi üzerinde yaratabileceği olası deprem etkisinin boyutları henüz ortaya çıkmadı. Zarrab’ın sanık değil tanık olarak

katılacağı belli olan davanın rengi ve bunun uluslararası finans sistemindeki etkileri kısa zamanda açığa çıkacaktır. Saray ve yandaşları, ekonomik tahribatın siyasal sonuçlarından kaçınmak için şimdiden “antiemperyalist kurtuluş savaşı” edasıyla sahne almaya başladılar. Çıkardıkları büyük gürültülerle içerde deprem gürültüsünün işitilmesini önlemeye çalışıyorlar. Irak işgali ve Suriye iç savaşının başladığı günden beri pusulasız gemi misali bir o yana bir yana sallanan Türk dış politikası tüm kırmızı çizgilerini birer birer kaybetti. İç kamuoyunda yükseltilen bütün bağırtı çağırtılar birer tiyatro oyunu olma özelliğinden başka bir anlam ifade etmiyorlar. Soçi’de İran ve Rusya ile yapılan üçlü görüşmenin ardından yapılan açıklamalar da “Türkiye’nin hassasiyetinin” belirleyici bir öneme sahip olmadığını gösteriyor. Türkiye’nin bölgedeki bütün taktikleri geri tepti. Suriye için yürütülecek müzakerelerde Kürtlerin statüsünün de bir başlık olacağı açık seçik ortaya çıktı. Kürt düşmanlığı üzerine kurulmuş “hassasiyetin” bölge politikasında şansı kalmadı. Bölge politikalarında AB ve ABD ile mesafesi açılan Türkiye, oradan yürüyebileceği yol sınırlandıkça Rusya İran eksenine yakınlaşıyor. S400’leri alarak NATO’ya posta koyuyor. Ancak bu davranışları da belli bir stratejik hedef ve öngörü ile geliştirmiyor. Bu şuursuz gitgellerin önümüzdeki günlerde daha büyük gerilimler açığa çıkaracağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.

olasılığı karşısında Tayyip Erdoğan, bir yandan seçim sistemini ihtiyacına göre düzenlerken bir yandan da savaş ekonomisine yatırım yapıyor. 2018 bütçesinin iki temel özelliği var. Birincisi, savunma harcamalarının bütçe içindeki payı fahiş biçimde yükseltiliyor. İkincisi, yeni dolaylı vergiler ile bütçe gelirleri yoksulların cebine el atarak yükseltiliyor. Bu el atmanın kendisinin de gerilimleri artırma kapasitesine sahip olduğunu göz ardı etmemek gerek. Bütün bu gerilimleri halklar, işçiler, emekçiler lehine çözecek ortak bir siyasal odağın yaratılması hala çözülememiş bir sorun olarak önümüzde duruyor. Oysa hepimiz bu sorunu halletmeden ilerleme, çözüm gücü olma şansına sahip olmadığımızı biliyoruz. Bunu inşa etmeye bir an önce ve bir biçimde başlamak gerekiyor. 25 Kasım’da “Kadına Yönelik Şiddete Karşı” coşkuyla ve hep birlikte sokaklara çıkan “Kadınlar Birlikte Güçlü” diye haykıran kadınlar bu konuda yolumuzu aydınlatıyor. Demokrasiyi, barışı, emeğin kurtuluşunu ve özgürlüğü kazanmak için sokaklara birlikte çıkalım, yarınları birlikte kuralım… Yapabiliriz!...

Zarrab’ın sanık değil tanık olarak katılacağı belli olan davanın rengi ve bunun uluslararası finans sistemindeki etkileri kısa zamanda açığa çıkacaktır. Saray ve yandaşları, ekonomik tahribatın siyasal sonuçlarından kaçınmak için şimdiden “antiemperyalist kurtuluş savaşı” edasıyla sahne almaya başladılar. Çıkardıkları büyük gürültülerle içerde deprem gürültüsünün işitilmesini önlemeye çalışıyorlar.

Birkaç başlığına değindiğimiz bütün bu ekonomik, siyasal gelişmelerin yaratabileceği türbülansların 2019’u kaybettirme

3


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

HIC RHODUS EKONOMİDE KIRILMA EMARELERİ

Hiç şüphesiz ki sıcak parayla faşizm inşa etme, emperyalizmin parasıyla anti-emperyalistlik oynama ekonomi politikasının ciddi biçimde test edileceği bir noktadayız. Son bir ay içerisinde %20 ’ye yakın bir devalüasyon gerçekleşti. “Merkez Bankası’nın son açıkladığı verilere göre Ağustos 2017 itibariyle özel sektörün döviz varlıkları 113,5 milyar dolar iken döviz borçları 325,6 milyar dolara ulaştı.” İnşaat şirketleri ev fiyatları düşmekteyken, özellikle kredili satışlarda ciddi bir daralma söz konusuyken şimdi de borç ödemelerindeki maliyet artışının yükünü taşımak zorunda kalacaklar.

T

ürbülansın giderek şiddetleneceği bir dönemeçteyiz.

Bir dönemin biriken bütün çelişkilerinin sonuçlarının yüksek enerjiyle ortalığa saçılacağı bir uğraktan geçiyoruz. Bu yüksek enerji iç siyasetteki dengeleri sarsma potansiyeline sahip. İçinden geçilen “kararsız denge” hali bu enerjiyle kalıcı biçimde bozulabilir. Demokrasi güçleri de büyüyen bu olanaklarla yeni bir sınavla karşı karşıyadır.

4

“Yabancıların bir haftada 1 milyar 78 milyon dolarlık portföy satışı yaparak Türkiye’den çıkmaları Ağustos 2011’den bu yana en yüksek haftalık çıkış tutarı.” Yüksek cari açığıyla sürekli sıcak para girişlerine bağımlı hale gelmiş Türkiye ekonomisi için alarm seviyesini yükselten bir veridir bu. Türk ekonomisinin 2001 sonrasında küresel piyasalara güven vererek yatırım çekmesini sağlayan bankacılık sektörü Zarrab Davası’nın olası sonuçlarının yaratabileceği çığ etkisi tehdidi altında. Bütçe dengeleri de özellikle 16 Nisan öncesinde gazına basılan kamu harcamaları dolayısıyla sıkıntılı halde. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek’in sık sık ifade ettiği gibi “dış şoklara fazlasıyla dayanıklı” bir durumda değil. Daha önceki türbülanslarda Batı’nın Doğu’daki ayrıcalıklı partneri konumundan yararlanan Türkiye, gelinen noktada Batı’nın burnunu sürtmek için can attığı bir konumda. Geçtiğimiz günlerde iktidarın yeni payandası Aydınlık, “Gereken para Çin’den bulunur” mealinde bir manşet haber yapmıştı. Gereken paranın nereden bulunacağı meselesi giderek daha da büyük önem kazanacak.

FAİZ TAKINTISI KRİZİ DERİNLEŞTİRİYOR

Bütün bu tabloyu daha da yıkıcı hale getiren bir diğer boyut da Erdoğan’ın faiz konusunda sergilediği takıntılı hal. İslamcılığın “faize karşı” olduğu günler çok geride kaldı. Erdoğan’ın bu takıntısının bu ideolojik arka planla bir alakası olmasa gerek. Saray, faizlerin düşmesini tam tersine ekonominin temel büyüme çarkına dönmüş olan iç tüketimi arttırmak için düşürmek istiyor. Vatandaş daha çok borçlanacak, daha çok tüketecek, büyüme rakamları yükselecek, işsizlik azalacak, 2019 seçimlerine giderken sorun çıkarabilecek ekonomik göstergeler böylece yüksek iç talebe dayalı büyüme ile ertelenecek. Bu aralar yaşanan gelişmeler artık erteleme marjının neredeyse sıfırlandığını gösteriyor. Faizlerin yükselmesi, dışarıdan para çekebilmek için neredeyse bir zorunluluk haline geldi. Fakat faizlerin yükselmesi iç talebi baskılayacağı için istenmiyor. Reel faiz getirisi olanağı bulamayan yabancı sermaye ülkeden çıkıyor, döviz kuru yükseliyor, enflasyon artan maliyetler dolayısıyla yükseliyor, artan enflasyon yabancı sermayenin kazançlarını erittiği için sermaye çıkışı da hızlanıyor. Böylece İktisada Giriş dersi kitabını okuyan bir öğrencinin düşmeyeceği bir açmaza, Saray’ın anlı şanlı Yiğit Bulut-Cemil Ertem ekibi ısrarla düşmeye devam edip bir de bunu “yeni ekonomi paradigması” diye parlamaya çalışıyorlar. Saray ekonomik krizi çözümleme değil üzerine benzin dökme yönünde hamlelerine devam ediyor. Bu tablonun derinleşmesi iktidar bloğu içindeki çatlakları derinleştirme potansiyeli taşıyor.

SURİYE’DE KAPILAR SARAY’IN YÜZÜNE KAPANIRKEN


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

S HIC SALTA 7 Haziran’dan sonra kurulan devlet blokunu bir arada tutan en önemli motiflerden biri hiç kuşku yok ki Suriye’de müdahil ve Rojava’nın statü kazanmasına engel olabilmekti. Son iki yılın oyun planı tamamen bunun üzerine kuruludur. En son Soçi toplantısı sonrasında Suriye konusunda artık bir finale yaklaşıldığı anlaşılıyor. Cenevre toplantısı bu tabloyu daha da netleştirecek. Göründüğü kadarıyla Türkiye’nin bütün kırmızı çizgileri bir kez daha çiğnenmiş durumda. PYD’nin masada olması konusunda lafı gevelemelerden de anlaşıldığı kadarıyla el sıkışma, gerdan kırma sahnelerinin arkasında Türkiye’nin sıkışmışlığı daha da artıyor. Esad meselesinde gelinen nokta ise artık neredeyse tartışma gündeminden bile çıkmış vaziyette. Karagül, “Esad meselesine takılmayalım” diyor. Ortadoğu’nun en gelişmiş toplumsal birikimine, Halep ve Şam gibi tarihsel kentlerine sahip bir coğrafya her türden vahşetin sergilendiği bir alana dönüştü, milyonlarca insanın hayatı zehir oldu, ama “bunlar takılınacak meseleler” değil tabi… PYD yetkilileri Rusya tarafından kendilerine çağrıda bulunulduğunu açıkladılar. Tablonun tam anlamıyla netleşmesi açısından bir süre daha temkinli olmak yararlı olacaktır ancak Türkiye’nin başarı diye gösterebileceği bir kazanımla bu süreçten çıkması mümkün görünmemektedir. Erdoğan şimdilik bu hezimeti Afrin’e dönük tehdit salvoları ile örtmeye çalışıyor. Ancak orada da ilerleyebilme şansı bulması çok zor. Ayakyolu haline getirdiği Kremlin’e bir önceki gidişinde havaalanında söylediği “Madem savaş bitti çekin o zaman askerlerinizi!” demeci, ki 12 saat içinde söylenmemişe döndü, aslında bu konudaki engellere karşı yükseltilen bir sesti.

Sonuç olarak 7 Haziran 2015 sonrasında oluşan ve 15 Temmuz 2016 sonrasında pekişen yeni iktidar bloğu, iki temel sahada varlığını her açıdan sorgulatacak iki büyük başarısızlık ile karşı karşıya.

BİR DÖNEMİN SONU VE OLANAKLARI NASIL DEĞERLENDİRECEĞİZ?

Bu başarısızlığın iktidarın kendiliğinden yenilmesini sağlayacak sonuçlar yaratmayacaktır. Bunu sürekli olarak vurgulamak zorunda kalıyoruz çünkü iktidarın yaşadığı her tökezleme kimi çevrelerde derhal bu “kendiliğinden yıkılma” beklentisini arttırıyor. “İster öyle olsun, ister böyle olsun: Bu gidişten Saray selamete çıkamaz. Yani ‘Kartaca yıkılacak’”. Oysa artık şunu çok iyi öğrenmiş olmamız lazım ki demokrasi güçlerinin yepyeni bir heyecan ve umut yaratacak toparlanması, ortaya sağlıklı bir geçiş ve düzeltme programı koyması ve militan bir ruhla bu çerçeveyi örgütlü bir güce dönüştürmesi sağlanamazsa iktidar her türlü krizine rağmen durumunu toparlayabilir. O yüzden işlerin nereye doğru evrileceği konusunda en önemli belirleyicilerden birisi de iktidarın krizi kadar demokrasi güçlerinin de bir türlü içinden çıkamadıkları krizleridir. Haksızlık yapmamak gerekir, demokrasi güçleri 12 Eylül günlerini bile zaman zaman aratacak bir hukuksuzlukla sarmalanmış bir saldırı dalgası ile karşı karşıyadır. İktidar elindeki tüm olanaklarla karşısında bir demokrasi bloğu oluşumunu engellemeye çalışıyor. Böylesi bir bloğun etkisi altına girebileceğinden kaygı duyduğu kesimleri kafa karışıklığı içinde kilitlemek istiyor. Özellikle son dönemde sol ve Kemalizm’i ayrıştırma yönündeki girişimlerine dikkat çekmek gerekiyor. Erdoğan’ın son demeçlerinde bir sol ve komünizm teması giderek belirginlik kazanıyor. Sola karşı sağın temsilcisi

olma yönünde bir söylem kurarken bir yandan da Kemalizm’in kimi sembollerini de kullanmaya özen gösteriyor. Bu ayrıştırma çabasını “Atatürk’ü solculara bırakacak halimiz yok herhalde?” diye açıklaması da zaten hamlenin arkasındaki mantığı belirgin bir biçimde ortaya çıkartıyor. Demokrasi bloğunun şu anda olası bileşenlerinin tikel güçleri açısından bakıldığında bir koalisyon şeklinde yapılanması bir kaçınılmazlık olarak tespit edilmelidir. Saray diktatörlüğünden kurtuluşun belirleyici etkeni, ekonomik ve dış politika ile ilgili krizler değil bir demokrasi bloğunun inşa edilebilmesidir. Faşizm koşullarında sıradan yaklaşımlarla bu konuda başarıya ulaşılabilinmesi mümkün değildir. Kendisi gibi olmayanlarla kalıcı, istikrarlı bir ortak mücadele zemininde buluşamamanın bedeli giderek zombileşen bir iktidarın kaybettiği meşruiyetini daha etkin zor araçları ile telafi etmeye çalışması olacaktır. Sosyalistler böylesi bir dönemde önce kendi aralarında daha etkin bir temas sağlayarak demokrasi bloğunun temel direği olma rollerini görünür hale getirmelidirler. Faşizme karşı mücadelenin görevlerinin tek tek aktörlerin kapasitelerini her açıdan çok aştığı bir dönemdeyiz. İktidarın ideolojik hamlelerini boşa düşürebilecek, yükselen zora rağmen özellikle derinleşen krizin etkilerini politikleştirerek sokaklarda yanıt üretebilecek, Suriye’de devlet açısından olanakların tıkanmasıyla birlikte barış ve Kürt halkıyla ortak yaşam taleplerini daha güçlü olarak ifade edecek, yani bir diğer deyişle deveye hendek atlatabilecek bir iradeyi yaratmak için derhal inisiyatif almamız gerekiyor.

M. SİNAN MERT

Oysa artık şunu çok iyi öğrenmiş olmamız lazım ki demokrasi güçlerinin yepyeni bir heyecan ve umut yaratacak toparlanması, ortaya sağlıklı bir geçiş ve düzeltme programı koyması ve militan bir ruhla bu çerçeveyi örgütlü bir güce dönüştürmesi sağlanamazsa iktidar her türlü krizine rağmen durumunu toparlayabilir. O yüzden işlerin nereye doğru evrileceği konusunda en önemli belirleyicilerden birisi de iktidarın krizi kadar demokrasi güçlerinin de bir türlü içinden çıkamadıkları krizleridir.

Yaşanacaklara müdahil olabilmenin, bir kez daha seyirci kalmamanın tek yolu budur.

5


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

DAYANIŞMA MECLİSLERİ: HALKIN ÖZ ÖRGÜTÜ Dayanışma Meclisleri nasıl bir oluşumdur? RÖPORTAJ

Okmeydanı’nda son zamanlarda yaşanan devlet baskısı, yozlaşma, çürüme ve bunlara karşı halk örgütlenmesi olarak şekillenen Dayanışma Meclisleri ile ilgili Meclis gönüllüleri ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kendinizi tanıtır mısınız?

Ben Kenan, 25 yıldır Okmeydanı’nda yaşıyorum. Dayanışma Meclisleri gönüllüsüyüm ve Dayanışma Meclislerinde faaliyeti yürütüyorum. Ben Musa, mahallemizdeki yozlaşma ve uyuşturucuya karşı halkımızı bilinçlendirip, gençlerimize örnek davranışlar sergiliyoruz. Ben de Ali, mahallede yaşayan bir genç olarak onurlu duruşumuzu korumak için mücadele ediyoruz.

6

Kenan: Dayanışma Meclisleri bir ihtiyaçtan doğru açığa çıkan, halkın kendi iç sorunlarına çözüm geliştiren bir oluşumdur. Kadına yönelik şiddete karşı faaliyet yürüten, iş yerinde sömürülen güvencesiz işçi için hak mücadelesi veren, 12 İmamlar’da aşure lokmasını dağıtan, Ramazan ayında iftar yemeği dağıtan bir oluşumdur. Dayanışma Meclisleri kısaca şöyle ifade edilebilir; halkın öz örgütü. Dayanışma Meclisleri halkın kendi iç sorunlarına çözüm geliştiren bir oluşumdur. Özellikle son dönemde OHAL ve KHK’larla yönetildiğimiz bir sürecin içerisindeyiz. Bu dönemde Dayanışma Meclisleri fikriyatı açığa çıktı. Açığa çıkaran en önemli nedenlerden bir tanesi devletin sistematik olarak uyguladığı hukuksuzluk ve adaletsizliğin had safhada olmasıdır. Okmeydanı’nda demokratik kitle örgütleri, evler, dernekler hukuksuzca basılıp, tahrip edildi ve mühürlenerek kapatıldı. Öğretmenler, öğretim görevlileri, işçiler hiçbir açıklama yapılmadan görevlerinden alındı. Biz de mahalle halkı olarak bir araya gelerek birlikte mücadele etmemizi sağlaması hedefiyle Dayanışma Meclislerini inşa etmeyi amaçladık ve bunu gerçekleştirdik. Dayanışma meclislerinin etkinlikleri nelerdir, neler yapıyorsunuz? Musa: Dayanışma Meclisleri halkın gelenek, göreneklerini benimseyerek hareket etmekte olup Muharrem Orucu döneminde aşure dağıtımı, Ramazan ayında iftar yemeği etkinliği gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda piknik, futbol, voleybol turnuvaları ve sosyal-kültürel etkinliklerde düzenleyerek halk ile iç içe olma ve

sistemin bozmaya çalıştı birliği sağlamaya devam etmiştir. Dayanışma Meclisi halkın ihtiyaç duyduğu her yerdedir. Halkımızın buna ihtiyacı olduğunu hissedelim her zaman yanlarındayız. Kenan: Burada Dayanışma Meclisleri olarak tahrip edilen kapatılan kurumların yeniden inşa edilmesi için büyük bir yemek organizasyonu gerçekleştirdik. Bu gerçekleştirdiğimiz dayanışma yemeğiyle çeşitli baskılarla tahrip edilen kurumların yeniden düzenlemesini sağladık.

Okmeydanı’nda özellikle son birkaç aydır devletin özel bir yönelimi var. Polis baskısı gün geçtikçe artıyor. Bunun nedeni nedir?

Musa: Bana göre bunun bir nedeni mahalleye sindirmeye yönelik yapmış oldukları tüm sistematik çabaların tarafımızca boşa çıkarılmasıdır. En büyük örneği de uyuşturucu satıcıları ve çetelerle karşı sarf ettiğimiz mücadelelerde bu kişilerin polislerin gözetimi ve denetimi ile bağdaştırılabilir. Oluşan bu durumun sebebi polisin mahalleyi teslim alamaması ve teslim almak içinde umudunu mahallenin yozlaşmasına bağlamasıdır. Fakat bu durum da tarafımızca kırılmaya çalışıldıkça görmek istedikleri tabloya sahip olmadıkları için özellikle Dayanışma Meclisleri faaliyeti yürüten arkadaşlarımızın evlerine ya da bulundukları mekanlara baskın yapmaktalar.

Okmeydanı’na özel bir yönelimin nedenlerini neye bağlıyorsunuz?

Kenan: Bölgemizle ilgili çok kapsamlı bir durum var. Bunun nedeni Okmeydanı’nın İstanbul’un kalbi olmasıdır. Sermaye buraya gözünü dikmiş durumda. Kentsel dönüşüm proje-

leri adı altında rantsal dönüşüm sağlayarak halkı yerlerinden etmeyi amaçlıyorlar. Bu süreçte bunu hayata geçirmenin iki yolu var, biri toplumu sindirme bir diğeri de çürütmedir. Aslında OHAL ve KHK’lar ile birlikte Okmeydanı’nda bunu hayata geçirmeye çalıştılar. Öncelikle demokratik kitle örgütlerini, kanaat önderlerini, toplumda ilerici ve devrimci düşünen bu amaçla faaliyet yürüten insanlarını presleyerek baskı altına almaya çalıştılar. İnsanlar gözaltına alındı, tutuklandı. Bir hareketsizlik yaratmaya çalıştılar burada. Bir nevi bunu kendilerince başardıklarını zannediyorlar fakat Dayanışma Meclislerinin zemini oluşturan öncesi Dayanışmaevleridir. Mühürlenmiş olan Dayanışmaevleri yalnızca dört duvar arasında mücadele yürüten bir düşünce değildir. Daha geniş kitlerle bir arada olarak evlerdedir, cafelerde, kahvehanelerde, atölyelerdedir. Dayanışma Meclisleri halkla olan güçlü bağlarını arttırarak sürdürmeye devam ediyor. Geri adım atmadığımız halk için mücadele etmemiz sebebi ile iş yerleri basılıyor, kahveler kapatılıyor, mühürleniyor. Dayanışma Meclisleri mücadelesi yürüten arkadaşlarımızın evleri polis tarafından basılarak baskı yaratılmaya çalışılıyor. Halkın geri durmayışını sindirmek için 9-10 yaşındaki çocuklara kadar GBT kontrolü yapılıyor. Genç yaşlı fark etmeksizin insanlar sokak ortasında ve ara sokaklarda silah doğrultulup yere yatırılarak GBT kontrolü yapılıyor. İş yerleri basılarak esnaflar sindirilmeye çalışılıyor, kahvehanelerde insanlar dışarı çıkartılıp sıraya dizilerek GBT yapılıyor. Kısacası insanlar korkutulmaya, sindirilmeye çalışılıyor.


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

Bu kadar baskının olduğu bir ortamda faaliyetlerinizi nasıl yürütebiliyorsunuz?

Ali: Tüm baskılara rağmen çalışmalarımız devam ediyor. Son süreçte uyuşturucu çeteleri tarafından mahallede buna karşı olan gençlerin vurulması ya da trafik tartışması sebebiyle yine uyuşturucu çetelerinin milli bir sporcuyu vurması bizleri yıldırmıyor. Oluşan bu durumdan rahatsız olan insanlarla ve özellikle gençlerle birlikte uyuşturucu ve yozlaşmaya karşı çalışmalara başladık. Bildiri dağıtımı ve afişleme çalışmalarının yanı sıra devriye atarak uyuşturucu çetelerini mahallemizden uzaklaştırıyoruz. Hep beraber polis tarafından halkın matbaası olan duvarlara yazdığı yazıların boyanması ve yine polis tarafından alay etmek amaçlı devrim şehitlerinin siluetlerine hilal bıyık gibi faşist çizimlerin yapılması, hangi yapı olduğu fark etmeksizin tarafımızca tekrardan boyanarak sloganlarımız ve devrim şehitlerinin siluetlerini duvarlarımızda sergilemeye devam ediyoruz. Dayanışma Meclisleri; kahvehanelerde, sokaklarda, parklarda, evlerde halkla yan yana olmaya ve halkın sorunlarına halkla birlikte çözüm üretmeye devam ediyor.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Kenan: Biz Dayanışma Meclisleri olarak bütün baskılara karşı direnmeye ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Bu baskıları bizi mücadelemizden alıkoyamayacak, korkmuyoruz! Hala sokaktayız ve mücadelemize devam ediyoruz. Musa: Dayanışma Meclisleri her türlü baskıya rağmen devam edecek ve sistematik olan bu saldırılar bizi yıldıramayacak. Ali: Dayanışma Meclisleri OHAL ve KHK’ların ağır saldırılarının olduğu zor koşul ve şartlarda açığa çıkan bir meclis olup bu süreci başarıyla ilerleterek halk için mücadeleyi sürdürecektir.

7


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

“Hepimiz ‘Kelebeğiz’ Gün Gün, Her Gü TÜLAY YILDIZ

“Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz.”(Maria Terasa Mirabel, 1936) “Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.”(Minevra Argentina Mirabel, 1926) “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da.”(Patria Mercedes Mirabel, 1924)

25

Kasım; Dominik C u m h u r i y e t i ’n d e Clandestina Hareketi’nin öncülerinden, Mirabel Kardeşler olarak bilinen Patria Mercedes, Minevra Argentina ve Maria Teresa kardeşlerin Rafael Leonidas Trujillo diktatörlüğüne karşı yürüttükleri mücadelenin sembolleştiği gündür. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nün, Dominik Cumhuriyeti’nden bizlere ulaştığı kanlı bir tarihi var. Bu kanlı tarih, bir diktatöre karşı yapılan onurlu bir mücadeleyi bizlere anlatıyor. Her 25 Kasım’da, sokağa inip “Kadın Cinayetleri Politiktir!” diye haykırırken şiddet ve kanla beslenen bir diktatörü deviren, demokrasi ve özgürlük savunucusu üç kız kardeşin mücadelesini hatırlamamız bugün-

kü mücadelemiz açısından çok kıymetli. Trujillo diktatörlüğü, 1930’da askeri darbe yaparak Dominik Cumhuriyeti iktidarını ele geçirdi. Bu diktatör, ülkeyi tam 31 yıl boyunca baskı ve zulümle yönetti. Amerika’nın, kendisine yakın kişilerin ve burjuvaların desteğiyle iktidarda kalmayı uzun yıllar boyunca başardı. Baskının zulmün olduğu yerde direnişin olması da kaçınılmazdır. Diktatörlüğe karşı zaman zaman özgürlük talep eden hareketler, ayaklanmalar oluyordu. Diktatöre karşı koyan hareketlerden biri de Clandestina Hareketi’ydi. Hareket Patria, Minerva ve Maria Mirabel kız kardeşlerden oluşuyordu. Mirabel Kardeşler’in diktatöre karşı mücadeleleri, onların Trujillo tarafından çok kez hapse gönde-

rilmelerine neden oldu. Diktatör Trujillo onları hapse göndermekle kalmadı. Tüm mülklerine de el koydu ve yaptığı bir halk konuşmasında şöyle dedi: “Ülkenin en büyük iki sorunu kilise ve Mirabel Kardeşler’dir.” Diktatör, Mirabel Kardeşler’i vatan haini ilan etti ve kendisini dinlemeye gelen yandaşlarına yapmaları gerekeni açık ve net bir biçimde söyledi. Mesajı alan diktatör yandaşları, Trujillo’nun bu konuşmasından sadece 23 gün sonra, 25 Kasım 1960’da eşlerini hapishanede ziyaret ettikten sonra evlerine dönerken Mirabel Kardeşler’in arabasını yolda durdurdular. Arabadan indirdikleri Mirabel Kardeşler’e önce tecavüz ettiler sonra da sopalarla döverek öldürdüler. Trujillo’nun yandaşları, Mirabel Kardeşler’in cesetlerini bir uçurumdan aşağıya attı. Devlet ve medya ise bu olayın bir trafik kazası olduğunu söyledi. Tarihi değiştiren birçok kadın gibi onlar da ölümü göze alarak bir kelebek gibi uçarcasına özgürlüğe kanat çırptılar. Mirabel Kardeşler’in öldürülmesinden yıllar sonra, 1981 yılında, Kolombiya’nın başkenti Bogota’da Birinci Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı toplandı ve 25 Kasım’ı Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü olarak ilan etti. O günden bu güne her yıl takvimler 25 Kasım’ı gösterdiğinde dünyadaki bütün kadınlar Mirabel Kardeşler’in ölümlerini ve onurlu mücadelelerini anma ve kadına yönelik yapılan her türlü şiddetle mücadele etmek için sokaklarda olmaya devam ediyorlar. Kelebekleşen

8


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

Gün Kanat Çırptıkça Özgürleşeceğiz…” kadınlar sokakları terk etmiyor. Her türlü erkek-devlet şiddeti kadınları teslim alamıyor. Geçtiğimiz ay 25 Kasım’da sokakları dolduran kadınlar Mirabel Kardeşler’in kanatlarını takmış gibi haykırıyorlardı, “Susmuyoruz, Korkmuyoruz, İtaat Etmiyoruz” diye. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında ayağa kalkan kadınlar sokakları terk etmedi. Sadece 25 Kasım’da değil bir yıldır neredeyse aralıksız meydanlarda itiraz ediyor, direniyoruz. Hayatlarımızı çevreleyen, olağanlaştırılmaya çalışılan erkek şiddetine, olağanüstü halle kadın düşmanlığını gün geçtikçe arttıran devlet şiddetine, faşizmin her türlü uygulamasına karşı susmamaya, itaat etmemeye devam ediyoruz. Nasıl bir hayat yaşayacağımıza, nikâh kıyıp kıymayacağımıza, şort giyip giymeyeceğimize, seçimlerimize, kimi sevip kimi

sevemeyeceğimize, kiminle yaşayıp kiminle yaşamayacağımıza, bugünümüze, geleceğimize karışamazsınız. Boşanıp boşanmayacağımız, doğurup doğurmayacağımız ve kaç çocuğu nasıl doğuracağımıza biz karar veririz. “İsteseniz de istemeseniz de” diyen tek bir adamın kararlarıyla hayatlarımız hakkında, şiddet olarak dönen yasalar çıkarmayı, kadınlarla ilgili kararları, fetvalarıyla kadın düşmanlığı yayan diyanetin müftü ve imamların, mücadelemizle kazandığımız haklarımızı gasp etmeyi alışkanlık edinen erkeklere, erkek-devlete, faşizme, OHAL’e, KHK’lara karşı teslim olmayacağız, diyoruz. Demeye devam edeceğiz. 25 Kasım’da Taksim’de binlerce kadının yan yana gelmesinden korkan iktidar binlerce polisle kadınların karşısına çıktı. Ancak kadınların kararlığı ve öfkesi karşısında hiç bir şey yapamayan polis sloganlarımızı ve yürüyüşümüzü durduramadı.

Alanda bir kadının elinde “Etek mini sen etekten minisen” dövizini taşımasıyla erkek-devlet şiddetinin karşısına tereddütsüz ve kahkahalarıyla çıkan kadınların umut olmaya devam ettiğini bir kez daha dünya âlem görmüş oldu. 25 Kasım’da dünyada ve Türkiye’de şiddetin son bulması ve özgürlüğümüzü almak için yaşamın her alanında direnmeye devam edeceğiz. Mirabel Kardeşler’in biz itaat etmeyen kadınlara miras bıraktığı direniş kanatlarıyla gün gün, her gün kanat çırparak özgürleşeceğiz. Cesur, itaat etmeyen ve başkaldıran kadınlardan olan Mirabel Kardeşler’i ve hayatlarını özgürlükleri için kaybetmiş bütün kadınları saygıyla anıyorum.

Geçtiğimiz ay 25 Kasım’da sokakları dolduran kadınlar Mirabel Kardeşler’in kanatlarını takmış gibi haykırıyorlardı, “Susmuyoruz, Korkmuyoruz, İtaat Etmiyoruz” diye. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında ayağa kalkan kadınlar sokakları terk etmedi. Sadece 25 Kasım’da değil bir yıldır neredeyse aralıksız meydanlarda itiraz ediyor, direniyoruz.

9


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

ALEVİLER İŞARETLENİRKEN SEZGİN KARTAL

A

lt alta yazacağımız yığınla şeyler biriktiriyoruz. Ağırlığını, pek de memnun olmayacağımız şeyler dizini oluşturuyor. Bu yılı da bitirirken Alevileri es geçmeyecek fazlaca olaylar yaşandı. “Şükredilebilecek” bir şey varsa o da bir katliamın yaşanmadığıdır. Oysa katliam sadece bir canlı bombanın kendini patlatmasıyla oluşan ölümler manzumesi değildir! Katliam aynı zamanda bir toplumun topyekûn değiştirilmesini içeren adımlar silsilesidir. Siyasi ortamın en gerilimli döneminde yaşarken, Alevilerin birkaç eylem ya da açıklama dı-

10

şında gündem oluşturan politik çıkışları maalesef yok. Elbette bunun ciddi nedenleri var. Örgütsel niteliğinden tutalım da metropollerde değişen-dönüşen Alevilerin durumuna kadar fazlaca etkeni sıralayabiliriz. Tartışmasız bu ayrı bir yazı konusudur. Fakat ülkede siyasi gerginlik faşizmin kalıcılaşması noktasında kendini gösterirken bundan etkilenmemek elde değil. Ne kadar mücadele sürecinin parçası olmaktan uzak dursan da faşizm seni es geçmeyecektir. Nitekim Aleviler de AKP-Saray’ın sokakları ve siyaset alanını daraltmasından kıyıda köşede durarak kurtulamadı. Son birkaç ayda faşizmden Alevilerin payına ne düştü, birkaç olayla özetleyelim. Darbe girişimini fırsata dönüştüren Saray, akşam sabah farklı şekiller alsa da eğitimi dini normlara uygun hale getiren düzenlemeler gerçekleştirdi. Yirmi birinci yüzyılda dünyanın düz olduğuna inananların yönetiminde olan ülkemizde bilimsel bir eğitim beklemek elbette olanaksız. AKP öncesi de bir hayli sorunlu ve olabildiğince eşitsiz eğitim sistemi, Kemalist tek tipçilikten dinci tek tipleşmeye evrildi. Bu eğitim Sünniliğin dışında kalan bütün inanç topluluklarını telafi edilemez dezenformasyonun içine sokacak-

tır. Kaldı ki Alevilerin tarihine ve İslam’la rabıtasına dahi son nokta konulamamışken bu politik düzenleme Aleviliğin ileriki nesillerin yaşamında yer edinemeyecek noktaya gelmesi demektir. Bu ülkede Alevi, Ermeni, Kürt düşmanlığı yapanlar kamuda terfi basamaklarını bir bir çıkıyor. Davası yıllara yayılıp etkisizleştirilen ve faillerin kamu kurumlarında çalıştığı Madımak katliamı için “…Orada can verenler de, orada hapis yatıp bedel ödeyenler de mağdur” diyerek can verenlerle alanları aynı kefeye koyan Mevlüt Uysal aynı zamanda katillerin avukatlığını yapıyor. Ve şimdi de İstanbul Büyük Şehir Belediye başkanı olarak ülkenin en büyük ilinin başına getirildi. Devlet organizasyonu içinde yer alan saldırıların taraftarları hak ettikleri mükâfatları alıyorlar. Devlet ya da Saray hiçbir hassasiyet göstermeden bu terfileri, uygulamaları gerçekleştiriyor. Tamam, Alevileri gözünden çıkarmış, oy alamayacağını biliyor da toplumsal tepkiye dönüşmesinden de mi çekinmiyor? Burada dönüp kendi durumumuza bakmamız gerekmiyor mu? Kasım’ın ilk haftası İstanbul Habipler Cemevi’ne insanların içeride cem yaptığı esnada camları kırılarak yanıcı madde atıldı. Olaya verilen tepkilerden mi bilinmez ama emniyet faili yakaladığını duyurdu. Emniyetin açıklamasına göre akli dengesi yerinde olmayan biri! Her ne hikmet ise akli dengesi yerinde olmayanlar, çocuklar, arkadaşıyla kavga edenler soluğu Alevilerin kapılarında, cemevlerinde alıyor! Bu şahısları motive eden şey öncelikle devletin Alevilere yaklaşımıdır! Dünyanın gözü önünde otelde insanları diri diri yakanların avukatı İstanbul’a belediye başkanı oluyorsa o şehrin içinde yaşayan birinin cemevindekileri yakmak istemesi olağan dışı değildir. En nihayetinde iktidarın yarattığı siyasi gerilim sokağın ikliminde de belirleyici olabiliyor.

1978’de Maraş katliamı gerçekleşmeden önce ilk deneme Malatya’da yapılır. Evler işaretlenir, faşist çeteler şehre konuşlanır ve provokatif eylemler hayata geçirilir. Şehirde yaşayan Sünnilerin de olaylara taraf olmasını isteyen faşistlerin camiye bomba koymasına karşı solcular, Aleviler buralarda nöbet tutarak engel olurlar. Faşistler Malatya’da istediği sonucu alamayınca katliam planını Maraş’a yöneltir. Ve burada kitlesel çatışmaların da oluşmasını sağlayarak Alevi katliamı gerçekleştirirler. Maraş katliamının yıl dönümü yaklaşırken benzer girişimler Malatya’da cereyan etti. Alevilerin hiç de yabancı olmadığı şekilde evler işaretlendi. Son yıllarda bu vakalar sıklıkla tekrarlansa da bunların da somut bir anlamı var. Bu işaretleri koyanların tehditkâr düşmanlığın canlılığını koruduğu mesajını vermek istedikleri açık. Alevilerin bir bütün olarak yaşadıkları mahallelerde, köylerde cemevlerinde olası saldırılara dönük ciddi önlemler aldığı söylenemez. Doğal olarak da saldırıya açık pozisyonda duruyorlar. Kuşkusuz Alevilerin taşıdığı kaygıları onun öz örgütlülükleri de hissediyor, yaşıyor. Kurumların eriyen enerjilerini derleyip toplayamamaları halinde geleceğin taşıyıcısı olamayacağı açık! Yıllardır desteklerini esirgemedikleri CHP, Alevi kurumlarının niteliğini de yok ediyor, mücadeleyi geliştirmesini de engelliyor. Alevi kurumları herhangi bir çıkar gütmeden her zaman yanında yer alan sosyalistlerle, devrimcilerle daha fazla yan yana durmayı esas almalıdır. En nihayetinde faşizmin karşısında durabilecek irade, düzen siyasetinde değil ezilen halkların mücadelesini yürüten güçlerde bulunmaktadır. Demokrasi mücadelesinin önemli bir faktörü olan Aleviler ittifaklarını kuvvetlendirerek, yaşadığı bunalımın üstesinden gelecek önemli bir taktik atmış olacaktır.


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

KRİZLER, SİYASET, EKONOMİ

H

er şey yolunda giderken insanlar yapılan işlerin niteliğini sorgulama ihtiyacı hissetmezler. Ancak ne zaman işler sarpa sarar o zaman toplumsal organizasyonların kim/ne tarafından yapılacağı, ideal yönetim şeklinin monarşi mi demokrasi mi olduğu, organizasyonun aktörlerinin kimler olacağı sorgulanmaya başlanır. 1970’lerin başında neoliberalizm, siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkilerin arasına bir set çekti, postmodernizm ise bu iki disiplinin ve dolaysıyla bu disiplinler arasındaki ilişkilerin üzerini örttü. 1979 yılında Lyotard “büyük anlatıların sonu”nu ilan etti ki bu ilanın 1990’dan itibaren Türkiye üzerinde siyasi, toplumsal, ekonomik yönleriyle bir bütün olarak önemli etkileri oldu. Ancak dünya genelinde 2008 krizinden sonra, Türkiye’de de özellikle son iki yıldan beri bu iki disiplinin üzerindeki örtü kalktı, siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkiler geçmişte olduğundan daha fazla tartışılır oldu. Bu tartışmaların çeşitli sebepleri var. Ortadoğu’daki savaş, AB’deki siyasi ve ekonomik belirsizlik, Türkiye’deki siyasi ve ekonomik belirsizlikler, OHAL, göçmen sorunu, Panama belgeleri, “değersizleşmesine izin verilmeyecek kadar büyük olan” sermaye vs. Bu sebepler tartışılırken yapılan açıklamalarda ise farklı eksenler var. Bir tarafta merkeziyetçi bir dil kullanan iktidarın açıklama biçimi var. Bunlara göre ekonomik, siyasi ve toplumsal meseleler vardır, bu meselelerin kaynağı içeride vatan milletin bütünlüğüne kastetmiş yapılanmalar ile dışarıda da ülkenin büyüyüp gelişmesini istemeyen önemli güç merkez-

lerinin ittifaklarıdır. Sorunların çözümü ise istikrar, sürekliliktir. Diğer tarafta ise sorunların belirsizliklerin kaynağını iktidarın politikalarında arayan ve çözümü ise iktidarın değişmesine bağlayan bir açıklama biçimi mevcut. Sol sosyalist kanattan ise farklı açıklamalar yapılsa da en genelde ana akımdan farklı olarak ve onlara nazaran bu belirsizliklerin nedenlerini yeterince doğrulayan, aktör bazlı değil sistemik yaklaşımlar mevcut. Esasında bu farklı açıklamaların kaynağı da Türkiye’deki sınıfsal konumlanışlar. Her ne kadar bu konumlar arasında geçirgenlik olsa da genel olarak her açıklamanın dayandığı ideolojik siyasi bir zemin var. Ekonomi ile siyaset arsında-

ki bu ayrım toplumsal sınıfları, sınıf niteliğinden ayırıp toplumsal bir kategori gibi farklı siyasi ideolojiler etrafında yeniden konumlandırdı. Bu konumlanış ise ekonomi ile siyaset alanındaki politikaların toplumsal kategoriler üzerindeki çelişkili etkilerinin kontrol altında tutulmasına yardım etti. Buna rağmen bizler farklı toplumsal kategorilerin siyasi meselelerde yan yana gelişinin örneklerini yaşadık. 2009’da Tekel işçilerinin eylemi ardından Gezi Direnişi sonrasında ise HDP’nin kuruluşu bu yan yana gelişin önemli örneklerindendi. Bu örnekler siyasi konjonktürü etkiledi ama siyasete nazaran iktisadi açıdan

bir etkinin olduğunu söylemek zor. Bunda yukarıda bahsettiğimiz, çelişkilerin kontrol altında tutulabilmesinin rolü de büyük kuşkusuz. Ancak şimdilerde de bu çelişkilerin yönetilemediği, ideolojik, siyasi ve ekonomik kriz döneminin içinden geçiyoruz. 1930’larda liberalizmin krizi bireysel çıkar peşinde koşan insan modelini alaşağı etti. Toplumsal organizasyonların temelindeki homo economicus itibarını kaybetti. Temel eğitim ve sağlık hizmetlerinin karşılanması, ekonomiye devlet müdahalesi, refah devletleri gibi fikirler kendilerine yer edindiler. Büyük Buhran’ın yarattığı ideolojik sarsıntı toplumsal organizasyonun temelindeki insan modelini değiştirdi. Burada ayrı bir başlık olarak SSCB’nin varlığının bu ideolojik değişim üzerinde önemli etkileri olduğunu söylemeliyiz. Keynesgil iktisadın parlak dönemlerinin ardından ise 1970’lerde stagflasyon olgusu gündeme geldi. Keynesyen politikalar krizin sorumlusu olarak gösterildi. Kavramsal tartışmalar yine gündeme oturdu. 1930’larda itibarını kaybeden homo economicus tekrar eski saygınlığına kavuştu. Ancak bu ideolojik değişim, klasik liberalizmden farklı olarak bu sefer “iyi olan, faydalı olan budur”dan ziyade “bundan başkası daha kötüdür” mottosuyla gerçekleşti. Ardından da SSCB’nin çökmesi de bu mottoyu destekleyen başka bir gelişme olarak lanse edildi. Günümüzde ise yine bir değişim sürecinden geçiyoruz. Klasik bir ekonomik kriz ya da siyasi kriz değil. Sosyalistler olarak toplumun örgütleneceği insan modelini temeline alan bir

ÇINAR ENGİN

ekonomik işleyişi, alternatif olarak sunabilmemiz gerekiyor. Temel eğitim ve sağlık hizmetleri, insan hakları, özgürlükler gibi fikirleri de içeren ancak güç, denetim, çıkar ve çalışma istencini de içeren bir ekonomik işleyiş. Hem piyasayı bütünüyle dışlamayan, ne de tamamen “özgür ilişkiler ağı” olarak düzenlenmiş bir ekonomik işleyiş. Ekonominin hangi davranış ilkesi temelinde örgütleneceği sorusunun cevabı yeni bir ideolojik değişim sürecini yaratabilir ve bir alternatif olarak belirsizliklerin çözümünde yolumuzu açabilir.

11


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

CUMHURİYET’İN MEHMET YILMAZER

29

Ekim’de Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardan sonra Saray’ın “Atatürkçülüğü” konuşuluyor. Daha uzun süre de konuşulmaya devam edecektir. Saray’ın bu çıkışının 2019’a bir başka yönden hazırlık olduğu yeterince açıktır. Ancak konu Erdoğan’ın takiyyeci ve pragmatik özelliğiyle sınırlı mıdır? Günü gelince aynı hızla bir başka yöne dönebilir mi? Cumhuriyet en derin bunalımını yaşıyor. Henüz bir sona gelinmediği gibi bunalım her geçen gün derinleşiyor, farklı renklere bürünüyor. Derinleşen bunalım günlerinde Erdoğan’ın “Atatürkçülüğüne” Cumhuriyet’in ideolojik tarihi açısından bakmak yararlı olur. O zaman soru şöyle dönüşüme uğrar: Kemalizm ile siyasal İslam Cumhuriyet’in 94. yılında bir senteze mi gidiyor? Cumhuriyet tarihine bakınca başlıca iki ideolojik şekillenmeden söz etmek mümkündür: Kemalizm ve siyasal İslam. Ancak bu ideolojik katılaşma Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri var olmuş değildir. Osmanlılığın son günlerinden beri “batılılaşma” ve “irtica” olarak adlandırılan ideolojik saflaşma, Kemalizm ve siyasal İslam biçimine 1960’lar sonrası girmiştir. Daha katılaşmış bir tarih vermek istersek N. Erbakan’ın 1969’da “Milli Görüş” hareketini başlatmasına kadar gidilebilir. Hareket, Ocak 1970’de Milli Nizam Partisi’ne dönüşmüştür. Ancak ömrü çok kısa sürmüş 12 Mart

12

1971 askeri darbesi sırasında kapatılmış, sonra Ekim 1973’de Milli Selamet Partisi olarak siyaset sahnesindeki yerini almıştır. Tek Parti yılları bir ideolojik saflaşmadan çok Cumhuriyet’in “irtica” ile mücadelesi olarak yaşanmıştır. Kürt isyanları sırasında Mart 1925’de Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkmasıyla Kasım 1925’de “tekke ve zaviyeler” kapatılmıştır. Cumhuriyetin kılıcı “irtica”nın üzerinde sürekli sallanmıştır. “Çağdaş medeniyetlere” ulaşma mücadelesi o noktalara varmıştır ki, 1932’den sonra ezan Türkçe okunmaya başlamıştır. Bu uygulama 1932-50 yılları arasında devam etmiştir. 1950 sonrası Menderes iktidarıyla yeniden Arapça ezana dönülmüştür. Toplumsal hafızada, özellikle nüfusun yüzde 90’ının Anadolu’da yaşadığı yıllarda, Tek Parti’nin uygulamaları “din düşmanlığı” olarak yer etmiş; 1950 sonrası çok partili dönemde ise Demokrat Parti ve devamcıları “elden giden dinin kurtarıcıları” olarak görülmüştür. Erbakan’ın Milli Nizam Partisine kadar siyasal İslam partilerin içinde hep dolaylı yollardan yer almıştır. Bu örtülü gidişi legalize eden Erbakan’ın Milli Görüş Hareketi ve kurduğu siyasal partilerdir. İdeolojik saflaşmada Mayıs 1960 askeri darbesi önemli bir dönüm noktası olmuştur. “İrtica”nın güçlendiğini düşünen ordu Menderes iktidarını darbe ile alaşağı etmiştir. Cumhuriyet 30. yaşını doldurmadan “irtica” tehdidi ile karşı karşıya gelmiş, ordu bu tehlikeyi 1960 darbesi ile savuşturmuştur. O zamanlar “devletin gerçek sahipleri” böyle düşünüyordu. Bu tarihten itibaren “Kemalizm” başlı başına bir ideoloji olarak şekillenmiştir. Fakat şekillenmeye başlamasıyla birlikte büyük basınçlar altında kalmıştır.

1960’lar sonrası dünya ve Türkiye’sinde sosyalizmin güçlenmesi Kemalist zemini oldukça zorlamış, siyasette CHP eliyle “ortanın solu”, daha sonra “demokratik sol” politikalar Kemalizm zemininden türemiştir. 1960-80 arasında devletin gerçek sahipleri sosyalizme ve Kemalizm’in sol versiyonlarına büyük bir düşmanlık göstermiş; bu gidişe karşı siyasal İslam’ı beslemiştir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi bu noktada önemli bir dönüm noktasıdır. Nasıl ki, 1960 darbesi Kemalizm’in başat bir ideoloji olarak beslenmesine yol açtıysa; 1980 darbesi ise aslında onun yolunu tıkayan, siyasal İslam’ın yolunu açan bir rol oynamıştır. Ordu 1980 sonrası tarihten aldığı vesayet gücünün altını oyan adımları bizzat kendisi atıyordu.

Cumhuriyet’in ideolojik tarihinde Kemalizm’in çöküşünü getiren nedenleri hatırlamakta yarar var. Zira bugün siyasal İslam’ın çöküşünün eşiğindeyiz. Nedenlerin karşılaştırılmasından bazı sonuçlar çıkartılabilir.

Kemalizm erozyona uğradıkça siyasal İslam ordunun göz yumabileceği sınırları öylesine aşmaya başladı ki, “post modern darbe” diye anılan 28 Şubat gerçekleşti. Ankara’da tankların caddelere çıkması ile Çevik Bir’in sözleriyle “demokrasiye balans ayarı” yapılmıştır. Ordu, ÇillerErbakan koalisyonuna çekilmesini dayatmıştır. Hatta o zamanlar F. Gülen de “beceremediniz çekilin” demiştir. 28 Şubat 1997 siyasal İslam’ın yolunun kesilmesi kadar aynı zamanda Kemalizm’in de tükenişinin köşe taşlarından olmuştur.

İkinci neden, siyasal ortamdaki çözüm gücünü kaybetmesidir. On yılda bir darbelerle siyasete çeki düzen verip, itibarını fazla yitirmeden kışlasına çekilerek yaşanan yıllar 1980 sonra değişmiştir. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin yükselen mücadelesi nedeniyle ordu 1980 sonrası sürekli günlük siyasetin içinde kalmış, sivil siyasete sürekli çerçeve çizmiş, ancak ortaya bir çözüm çıkaramamıştır. Tam tersine, sahip olduğu tabularla gelişmelerin önünde engel olmuştur.

Kemalizm’in çöküşünde en temel etken devletçi ekonomik yapının neoliberalizmle ortadan kalkmasıdır. Bu eriyiş 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile başlamış, Özal yıllarında hızlanmıştır. Hiçbir ideoloji maddi temelleri eriyince sadece söylem üzerinden varlığını sürdüremez. Ordu, TÜSİAD ve Anadolu sermayesi yanında bankası, vakıf ve kooperatifleriyle neredeyse üçüncü bir ekonomi gibiydi. Hemen hepsi yok oldu.


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

N İDEOLOJİK TARİHİ Sonunda ancak Ergenekon davaları gibi büyük entrikalarla tasfiye edilebilmiştir. Özellikle güç kaybetmeden süren “Kürt savaşı” devletin kurumlarını, orduyu yozlaştırmış, çetelerin türemesine neden olmuş, provokatörlerin “iyi çocuklar” denilerek korunduğu, keyfiliğin zirve yaptığı günlere gelinmiştir. Genelkurmay’da sık sık basına brifing verilerek medya hizaya getirilmiştir. Çözemediği halde olayları kendi tabuları içinde kalmaya zorladıkça Kemalizm kırılganlaşmış, sonunda entrika ve zorla tasfiye edilmiştir. Ancak tasfiye olmadan önce kendisi de sünger taşı gibi delik deşik olmuştur. Kemalizm’i başat bir ideolojik yapı olarak 1960’lardan başlatırsak, 40 yılda ömrünü doldurmuştur. Maddi temeli neoliberalizm ile erimiş, siyasal çözüm gücünü kaybetmiştir. Ancak tasfiye olması, büyük bir güce yani orduya, ya da ordunun bir kesimine dayandığı için hiç de kolay olmamış, provokasyon ve entrikalar büyük rol oynamıştır. Böylece siyasal İslam kendini güçlendirirken aynı zamanda yolunu daha baştan entrikalarla zehirlemiştir. Siyasal İslam’ın yükselişi 70’li yıllarda başlar, siyaset sahnesinde birinci parti olması 1990’ların ortalarında gerçekleşir. Tam da bu momentte 28 Şubat gerçekleşir.

Siyasal İslam gerilemez, ancak ideolojik duruşunda bazı düzeltmelere gider. 28 Şubat sonrası Fazilet Partisi içinden AKP doğarken “Milli Görüş” gömleğini çıkartır. Zaten iktidara geldiğinde Kemal Derviş’in çizdiği neoliberalizmin ekonomi programını tamamen uygulamıştır. Ancak güçlendikçe kendi eski rengine dönmek istese de artık çok geçtir. AKP iktidar yıllarında Milli Görüş’ün iki temel hedefi “adil düzen” ve “milli ekonomi”den sürekli uzaklaşmıştır. Ancak siyasal İslam yükselirken sadece İslami lafza dayanarak yol almadı. Yeşil sermaye veya “Anadolu kaplanları” özellikle 1980 sonrası palazlanmaya başlamış; TÜSİAD’ın Anadolu bayileri olmaktan zamanla çıkıp “müstakil iş adamları” olmuşlardır. Fakat siyasal İslam için sorun bu noktada başlıyordu. “Milli Görüş”ün ideolojik temelinden İslam’ın takkiye ve kapitalizmin pragmatizmi ile kopunca, geriye siyasal İslam’ın maddi temelini inşa edilmesi sırasında cemaatlerin birbiri ile vahşi rekabeti kalmıştır. Elbette burada ABD destekli Gülen cemaatinin yeri özeldir. Siyasal İslam’ın tarihinde iki büyük kırılma gerçekleşmiştir. İlki, 28 Şubat 1997’de yaşanmış, siyasal İslam’ın günün dengelerine uyum yapan kesimi AKP olarak şekillenmiştir. Diğer kırılma,

iktidar paylaşımı günlerinden 15 Temmuz 2016 darbesi ile yaşanmıştır. Hala büyük ölçüde karanlıkta kalan bu darbe ile siyasal İslam büyük ölçüde devletçi reflekslere geri dönmüştür. Siyasal İslam’ın politika sahnesine açık doğuşunu 1970’lerin başından alırsak, zaman zaman iktidar ortağı olsa da genellikle muhalif, Kemalizm tarafından “itilen kakılan” durumunda olmuştur. On beş yılı aşkındır da iktidardadır. Ömrünün son günlerinde midir? Bunu söylemek için erken! Ancak ne durumda olduğuna bakınca siyasal yaşamının neresinde olduğu anlaşılabilir. Siyasal İslam maddi temelini onu garanti altına alacak ölçüde inşa edemedi. “İnşaat ya resulullah” zemininden öteye gidemeyen AKP, “babayiğit”ler bulup oto sanayi kurmaya kalksa da bunların başarısızlığa mahkum adımlar olduğu biliniyor. En son Gülencilerin servetlerine el konulsa, Varlık Fonu kurulsa da TÜSİAD’ın 500’leri ölçüsünde bir ekonomik temel yaratamamıştır. Yaratması da imkansızdır. Çünkü hiçbir orta ve uzun vadeli ekonomik strateji inşa etme ufku ve gücü yoktur. Her şey kısa vadeli yağmalarla yürüyor. Evet, siyasal İslam’ın bir kesimi zenginleşiyor, ancak bu dayanıklı bir ekonomik temel anlamına gelmiyor. Siyasal İslam çözüm gücü olma yeteneğini çok kısa sürede yitirdi. Ülkenin en temel sorunlarından olan “Kürt sorunu”nun çözümü için 2013’de atılan tüm adımlar yıkılmış, 90’lı yıllardan beter bir ortama geri dönülmüştür. Siyasal İslam artık ne iç siyasette ne ekonomide ne de dış siyasette çözüm gücüne sahip değildir. Bu nedenle 15 Temmuz’da “Allah’ın lütfu” sayesinde OHAL ile ülkeyi yönetebilecek duruma gelmiştir. Hemen tüm önemli devlet kurumları çürümüş, büyük yol-

suzluk günahlarını örtmek için zaten sınırlı olan hukuk tümüyle Saray’a tabi kılınmış, siyasal İslam’ın bütün büyüsü bozulmuştur. AKP’nin ilk yıllarında cezaevlerindekilerin sayısı 50 bin iken on beş yıllık iktidar sonrası 220 bine fırlamıştır. Sadece bu rakamlar toplumsal çürümenin hangi noktalara tırmandığını göstermeye yeterlidir. Kemalizm’den geriye hafızalarda bitmek bilmeyen “derin devlet” provokasyonları; siyasi olarak ise kuru ve cansız tabuları bir kenara bırakırsak, geriye bir tek “laiklik” kalmıştır. Siyasal İslam’ın kısa iktidar yıllarından geriye hafızalarda büyük yolsuzluk skandalları ve 15 Temmuz’la sonuçlanan cemaat savaşları kalmıştır. Hatta 17-25 Aralık sırasında siyasal İslam’ın otoritelerinden Hayrettin Karaman’ın “yolsuzluk başka hırsızlık başka” fetvası da akıllara yer etmiştir. Siyasi olarak ne kalmıştır? Türk tipi başkanlık sistemi! Cumhuriyetin egemen ideolojilerinden Kemalizm ve siyasal İslam’ın ikisi de büyük ölçüde yıpranmıştır. Bugüne kadar birbirlerini tüketemediler. Tersine bu yok etme savaşı sürdüğü ölçüde ikisinin de varlık koşulları eriyor. Uçurumun kenarında sentezleşme şansları var mı? En önde duran iki siyasal aktör AKP’nin de CHP’nin de bir sentez yaratma gücü ve esnekliği yoktur. Zaten bu nedenle Cumhuriyet, tarihindeki en derin bunalımın içindedir. Bu bunalımdan, bir ucundan Kemalizm’e bulaştırılmış siyasal İslam’la renklendirilen başkanlık sistemi ile çıkılamaz. Cumhuriyet ne bir sentezin ne de bir uzlaşmanın eşiğindedir; tam tersine bir çöküşün kıyısındadır. Kıyametin içinden demokratik bir adım güçlenirse yeni toplumsal dokunun şekillenmesi mümkün olabilir.

13


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

SERVETLERİNİZ BİZDEN ÇALDIKLARINIZDIR SEVGİ EVRİM

“Biz kendimiz için ses çıkarmazsak, örgütlenmezsek kimse bizim için bunu yapmayacak. Birlikten kuvvet doğar. Her işçi mutlaka bir sendikaya üye olmalı ve işçi sınıfının yanında olan sendikalarda örgütlenmeli.”

T

ürkiye’de 2017 yılı vergi rekortmenleri açıklandı. Listede ilk yüzde Kocaeli’nin patronları var. Peki bu servet nasıl ve ne pahasına birikiyor? Kocaeli en büyük organize sanayi bölgelerinden biri ve 2016 verilerine göre 494.631 aktif sigortalı ve 192.410 emekli var. Emekli olmasına rağmen çalışmaya devam eden kişilerin oranı ise Türkiye genelinde %30,8. Çalışma saatlerinin 12 saatten aşağıya düşmediği, işçilerin bütün hafta tatillerinde çalıştırıldığı, ücretlerin mesailerin kayıt dışı tutulduğu ve neredeyse kıdemli kıdemsiz bütün işçilerin ücretlerinin asgari ücrette eşitlendiği koşullarda üretilen zenginlik birilerinin elinde toplanıyor ve vergi rekortmenleri çıkarıyor. Patronlar bu servetleri bu koşullarda elde ederken işçiler canlarıyla ve kanlarıyla bedel ödüyorlar. Açlık sınırında yaşamak bile bazen işçiler için lüks kalabiliyor. Çünkü iş cinayetlerinde yine işçiler ölüyor, yine işçiler yaralanıyor, sakat kalıyor ya da birçok anlamda kaybediyor. Bir fabrika işçisi Nergiz Bayram da patronlar servetlerine servet katsın diye bedel ödeyen işçilerden sadece birisi.

Gebze Organize Sanayi bölgesinde ülkenin en büyük otomotiv yedek parça üreten fabrikalarından biri olan Hanon Otomotiv’de çalışıyordu ve hamile olduğunu patronlara bildirmesine rağmen görev yeri değiştirilmediği için bebeğini düşürdü. Ağır bir psikolojik süreç geçirdi ve hakkını aradığı için işten çıkarıldı. Şimdi “Başka kadınlar benim yaşadıklarımı yaşamasın.” diyerek hukuk mücadelesi veriyor. Otomotiv sektöründe kadın işçi olmanın zor olduğunu söyleyen Bayram, “Üretim baskısı bir yana, ağır parçaları kaldırma zorluğu bir yana, iş ekipmanlarının yetersizliği bir yana, yaptığın işin beğenilmemesi bir yana. Hangi birini saysam hepsinin kendi zorlukları var” diyerek önce çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele verdi. Patron ilgilenmedi. İşe girerken zorunlu olarak üye yapıldığı Türk Metal sendikasını mücadelesine katmak istedi. Ancak başarılı olamadı. Tek başına bir şey yapamayacağını düşünmeye başlamıştı ki, ağır çalışma koşulları sebebiyle bebeğini kaybetti ve yaşadıklarını bir başkasının yaşamaması için mücadeleye etmeye karar verdi. “Kağıt üstünde sendikamız var, ikramiye alıyoruz, buna iti-

razım yok, ama işçilik onurumu korumayan bir sendika ne kadar sendikadır” diyen Bayram, haklarına sahip çıkmayan ve ilgilenmeyen sendikadan istifa ederek BAMİS sendikasına üye oldu. İşçi sağlığı iş güvenliği tedbirlerinin alınmaması, ağır yükler ve üretim baskısı sebebiyle boyun fıtığı ve astıma karşı meslek hastalıkları mücadelesi vermeye başladı. İş yerine bebeğini kaybetmesinden kaynaklı manevi tazminat davası açtı. İşten çıkarılana kadar da sendikal örgütlenme çalışmalarına girişti ama işten çıkarıldı. Tüm baskılara rağmen yılmadı, mücadele etmeyi seçti. Bedel ödeme sırasının işverene geldiğini söyleyen Bayram, tüm işçileri sendikalı olmaya, örgütlü mücadele vermeye çağırıyor.

‘HER İŞÇİ SENDİKALI OLMALI’

“Ben bu süreçte öğrendim ki, bizim için çalışma hakkı kadar önemli olan örgütlenme hakkı. İşçileri iyileştirecek ya da hasta etmeyecek olan da haklarını bilmesi. Başımıza gelen sıkıntılara sabretmeyelim, itiraz edelim. İsyan edelim, telaş edelim, dert edelim. Biz kendimiz için ses çıkarmazsak, örgütlenmezsek kimse bizim için bunu yapmayacak. Birlikten kuvvet doğar. Her işçi mutlaka bir sendikaya üye olmalı ve işçi sınıfının yanında olan sendikalarda örgütlenmeli.” Patronlar işçilerin canı ve kanı pahasına servetlerini büyütüyor, işçiler kaybettikçe insanlık kaybediyor. Bizden çaldıklarıyla kendilerine cennet kuranlar, korunaklı duvarlarının arasında korkularıyla yaşayadursunlar, canı kanı pahasına yaşamak için direnenlerin onların korkularını boşa çıkarmayacakları günler adaletli ve özgür bir dünyanın anahtarı olacaktır.

14


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

ÜNİVERSİTELER YÖK’E BİAT ETMEYECEK!

12

Eylül 1980 darbesinin bir ürünü olan ve eğitimi ele geçirip iktidarı sağlamlaştırmak amacıyla 6 Kasım 1981’de kurulan YÖK, üniversitelerde bilimsel düşüncenin önünde duran en büyük engellerden biridir. Büyük bir baskı mekanizması oluşturan YÖK, egemenlerin yürütmesiyle ilerlemekte, onların çıkarlarına hizmet etmekte ve giderek sermayeleşen ve piyasalaşan üniversitelerin yöneticisi konumundadır. Kurulmak istenen yeni yapının taşlarının döşenmeye başlandığı ve tüm toplumsal dinamiklerin darbeyle bastırıldığı dönemde YÖK ile birlikte, üniversite kavramının ve eğitimin içi boşaltılmış, öğrenciler müşteri gibi görülmüş, öğrencilerin salt sermayenin çıkarlarına uygun bilgilerle donatılması hedeflenmiş, eğitim ticarileştirilmiş ve bilimsel bilgi üretme işlevini yitirmiş, hukuksuz ve tamamen keyfi bir şekilde açılan disiplin soruşturmaları olağanlaştırılmış, uzun mücadeleler sonucu kazanılan haklar gasp edilmiş, üniversiteler sıkı bir denetim altına alınmış, eleştirel düşünce ve ifade özgürlüğü can çekişir duruma gelmiştir.

1983 yılında askeri darbe için sorun yaratacak akademisyenlerin görevine son verilmesi ise bizlere bugünlerde ihraç edilen hocalarımızı hatırlatmaktadır. Bu yıl, YÖK’ün kuruluşunun 36. yılında ise baskılara, yasaklara, saldırılara, polise, özel güvenliğe, Saray’a, YÖK’e biat etmeyen ve bu sisteme karşı öğrencisiyle hocasıyla mücadele edenler olarak “Tek bir insanın değil, hepimizin özgürlüğü ve geleceği” için Beyazıt Meydanı’nda buluştuk. Üniversite yönetiminin engelleme girişimlerine ve polis ablukasına rağmen üniversitelerin bizimle özgürleşeceğini haykırdık. Eylem sonlandıktan sonra ise; eylemden bir gün önce faşist çeteler ve polis tarafından saldırıya uğrayan arkadaşlarımız için, saldırıya uğradıkları yer olan Vezneciler’e doğru faşizme karşı mücadele edeceğimizi haykırarak yürüdük. Son olarak, geçtiğimiz günlerden bir tanesi de Politeknik öğrencilerinin direnişiyle dünyadaki bütün üniversiteler için ilham kaynağı olan 17 Kasım idi.

1973 yılında Yunanistan’da darbeyle yönetimi ele geçiren Albaylar Cuntası’nın baskıcı rejimine karşı mücadele eden öğrenciler Atina Politeknik Üniversitesi’ni işgal eder ve işgal edilen üniversitede komiteler kurulur, hatta öğrenciler laboratuvarlardan buldukları malzemeler ile “Özgür Savaşçılar” ismiyle bir radyo istasyonu kurarak Atina’ya yayın yapmaya başlarlar. Çok geçmeden binlerce yurttaş onlara katılır, üniversite çevresinde eylemler düzenlenir. 17 Kasım tarihinde ise eylemler zirve noktasına ulaşır. Ordu, tanklarla beraber üniversitenin duvarlarını yıkıp içerideki öğrencilere saldırır. 3 gün süren ve 75 öğrencinin yaşamını yitirdiği direnişin ardından cunta yönetimi gitgide zayıflar ve 23 Temmuz 1973’te, yönetimi sivillerden oluşan geçici hükümete bırakır. Politeknik Direnişi böylece adını dünya mücadele tarihine yazdırır. 75 öğrencinin direnerek öldüğü, ama sonunda Albaylar Cuntası’nın yıkıldığı, üniversite-

DEFNE NEHİR

lilerin, Politeknik öğrencilerinin direnişi bizlere ilham vermekte ve 17 Kasım tarihi “Uluslararası Öğrenciler Günü” olarak kutlanmaktadır. Bizler de bugün, “Ezberleri yazmak için bizim elimize tutuşturduğunuz kalemlerimiz, hak ettiğiniz yeri elbet tayin edecek.” diyerek üniversitenin üniversite olmaktan çıkarılıp; insana, topluma, doğaya yabancılaşmış ve sadece diploma veren kurumlara dönüşmesine karşı, üniversitenin asıl özneleri olarak kampüslerimizin bilimin ve özgür düşüncenin gelişeceği yerler olması için mücadele edecek, ihraç edilen hocalarımızla kampüs sınırları dışında yeni bilimsel üretim alanları oluşturacak, “Üniversitede diktatörlüğe son!” diyerek geleceğimizi tek adamın belirlemesine izin vermeyeceğiz.

Üniversiteler adeta kışlaya dönüştürülmüş; üniversite içinde güvenlik görevlilerinin doğrudan müdahalesinin önü açılmış, kampüsler çevik kuvvet ve sivil polislerin eksilmediği yerlerden biri olmuştur. İktidarın dönemsel çıkarlarına göre şekillenen YÖK, bugün de görevini AKP güdümünde yürüterek yerine getirmektedir. Yandaş rektörler, özel güvenlik ve polislere sınırsız yetki vermiş ve ÖGB/polis destekli faşist çeteleri beslemişlerdir.

15


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

BULUNDUĞUN KOŞULLARI DEĞİŞTİRMEK CAN ATEŞ

G

ünümüzün klişe bir sözü ile başlayacak olursak “olağanüstü dönemlerden geçmekteyiz”. Ne kadar da çok duyar olduk bu sözü. Kahvede, evde, sokakta, okulda kısacası nefes alıp verdiğimiz her yerde bu cümleyi duyuyoruz. Asıl önemli olan kendimize sormamız gereken ikinci soru: Peki bu nasıl değişecek? Sistem her daim bize kendi alışkanlıklarını, kendi yaşam tarzını bize dayatır. Bugün okullarda, sokaklarda, TV ekranlarında bunları görüyoruz. Değiştirememeye olan inanç her zaman bize verilmeye çalışılır. “Bu böyle gelmiş böyle gider”, “Bu sistemi sen mi değiştireceksin?”. Ya da “Oğlum, kızım sen işine bak önce kendini kurtar, çevrendekileri sonra kurtarırsın.” gibi binbir

gece masallarını aratmayacak hikâyeler silsilesi uzayıp gider. Var olduğun koşulları değiştirmeye olan inanç bir insanda körelmişse, o insanın yaşam damarlarından biri kopmuş demektir. Dünyanın tarihi 5 milyar yıl olarak açıklanıyor. Yıldızlara, Ay’a, gökyüzüne bakıp dua eden insanlar. Bugün dua ettikleri yerleri keşfetmeye, yeni yaşamları bulmaya çalışıyorlar. İlk bilgisayar bir oda büyüklüğündeyken, bugün ceplerimizde gezdiriyoruz. Dünden bugüne baktığımız zaman nelerin değiştiğini, aslında neleri değiştirdiğimizi iyi biliyoruz. Bugün arabaları yapan bizleriz, koca koca inşaatları yapan bizleriz, o yüksek katlardan düşüp ölen yine bizleriz. Bunları bilince çıkarmadığımız zaman Mısır Piramitlerinin önünde hatıra fotoğrafı çektiren bir turist oluruz. O piramitler dikilirken kaç tane kölenin öldüğünü düşünmüyorsak, sadece görkemine hayretle bakıyorsak kendimizin

yabancısı olmuşuz demektir. Marks Feuerbach üzerine tezlerde şu cümle ile bitirir: “Şimdiye kadar gelen bütün filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindi, aslı olan dünyayı değiştirmektir.” Marks bu cümlesiyle tarihsel gidişe yön verecek olan işçi sınıfının örgütlülüğünü göstermiştir. Bu sistemden, AKP’nin faşizminden mustarip olup şikâyetçi olmak yetmiyor. Bunun karşısında örgütlenmek, pratik anlamda mevziler kazanmak gerekiyor. Karşımızda fütursuzca, dengesizce bir faşizm yükseltilmeye çalışılıyor. Hiçbir zaman baskı, faşizm eleştirilerek geriletilememiştir. Bu mevcut duruma göre örgütlenmek, örgütlü güçleri birleştirmek, örgütlenme sahasının içerisinde birer köstebek olmak gerekir. Yoksul mahallelerde, özellikle Alevilerin ve Kürtlerin yaşadığı mahallelerde devrimcilerin halkla buluşmasını engellemek için polis büyük bir özgüvenle çalışmakta. Baskılarını, faşist politikalarını artırmakta. Polis artık devrimci kurumlardan sonra kahveleri de basıyor. Basması için bir gerekçeye gerek yok. Keyfilik diz boyu. Amaç devrimcilerin halkla buluşmasını, örgütlenmeye dönüştürdüğü alanları deforme etmek, bu alanları cendereye almak. AKP’nin bu baskınlarını boşa düşürmek için dakik taktikler atmak zorundayız. Hiçbir şekilde uyguladıkları baskıları, faşist politikaları kabul etmeden örgütlenmenin kanallarını her daim açmamız gerekiyor. Dayanışmaevleri KHK kararları ile kapatıldıktan sonra her ev, her köşe bizim için birer Dayanışmaevi demiştik. Kitlelerle bağımızı kurmayı sürdürdük. AKP önümüzü tıkadıkça yeni yollar açmaya mahkumuz. Bunu yap-

16

mak mecburiyetindeyiz. Mevcut koşulları kabul etmek, kabullenmek topyekün yenilmek anlamına gelir. Bu bir savaş, zenginler ile yoksul halkın savaşı. Demokrasiden, özgürlükten yana olanlar ile faşizmin savaşıdır. Bunun için mücadeleye yapacağımız her katkı, ayırdığımız her vakit altın değerindedir. Büyük bir özgüvenle, azimle her daim yeni yöntemleri keşfetmeliyiz. Her halükarda halkla buluşarak, nefes alıp vermek durumundayız. Kullanmasını bildiğimiz her alanı politik bir mevzi haline getirmeliyiz. AKP’nin saldırdığı alan genişledikçe bizimde örgütlenme alanımız genişliyor demektir. Bugün siyasal İslam alanı AKP tarafında tamamen çürütülmüştür. Hırsızlık, türlü dalavere, yalan, talan siyasal İslam’la iç içe girmiştir. Düzenbazlığın mevcut siyasetin kullanma kılavuzu haline geldiği şu günlerde, 21. yy sosyalizmi halkların yüzünü dönmesi gereken tek taraf olarak durmakta. Kapitalizmin tarihi insanlara savaş ve sömürüden başka bir şey vermemiştir. Bizler güçlüyüz. Gerçekten güçlüyüz. O kadar güçlüyüz ki yüzlerce polisle kurumlarımızı, evlerimizi, yaşam alanlarımızı basıp cendere altına alıyorlar. Çünkü sosyalist ideolojimiz geleceği temsil ediyor, geleceğin durağı böyle görkemli bir yer olacak. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında, 21. yy sosyalizminin mücadelesi daha görkemli olmak durumundadır. Vedat Türkali’nin bir röportajı ile bitireyim. Haber spiker Vedat Türkali şöyle bir soru yöneltiyor; “Neden yıkılmış bir sosyalist mücadelenin peşinden gidiyorsunuz.” Vedat Türkali’nin cevabı “İlki yetmiş gün sürdü, ikincisi yetmiş yıl sürdü, üçüncüsü inşallah 700 yıl sürecek!”


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

ATATÜRKÇÜLÜK NEYDİ?

Ş

ovenizmdi, bitmeyen bir nostaljiydi, arabanın arka camına yapıştırılan şablondu…

Sorun Atatürk’ten öte, Atatürkçülük oynayan koca bir topluluk. Bayraklar, posterler, Atatürk imzalı araba camları, hatta Atatürk imzalı bedenler, heykeller, anahtarlıklar, ders kitaplarında yer alan övgüler, onu selamlamadan geçen kuşun yuvasını bozmaya ant içmiş şiirler… Daha liste uzar gider. 10 Kasım, yani Atatürk’ün ölüm yıldönümü birkaç yıldır olmayan şekilde kutlandı. Saray’ın önceki senelere nazaran kaybedeceğine yönünde emareler artınca bir de Atatürk karşıtlığı ile puan kaybetmeyelim telaşına girdiler. Her yönden Atatürk güzellemeleri yağdı durdu. Bu durum çok göze batan bir noktaya geldi ki, önceki senelerde Anıtkabir’in yolunu bilmeyen iktidar bu sene neredeyse tam kadro oradaydı. Hatta söylediklerine göre Atatürk’ü bugüne kadar en çok onlar yaşatmış ve s av u n mu ş t u . Bizim derdimiz burada yeniden yükselen Atatürkçülük ve bunun yarattığı şovenizm dalgası. Yani AKP gibi bir iktidar bile bu ülkede Atatürkçülüğün karşısında bir yere kadar durabildi. Gücü yetmediği noktada da çark etti. Şimdi ters bir manevra ile yine bir Atatürk şovenizmi alıp başını gidecek görünüyor. Şimdi her yerde sorsan Atatürk’ün neferleri, askerleri, gönüllüleri var. Biz onlardan biri değiliz dünya görüşümüz nedeni ile. Lakin eğer Atatürkçülük yapılacak ise Atatürk’ün ‘istediği’ gibi bilimle, sanatla, sporla yapılmalı sanki.

Sorsan herkes Atatürkçü ama toplumda bilimsel düşünen ve hareket eden, sanat ile ilgilenen, mahalle maçları dışında spor yapan insan sayısı nedir acaba? Hemen hemen her spor salonunda “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”, hemen hemen her üniversitede de “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir”, her devlet dairesinde “Vatanını en iyi seven görevini en iyi yapandır” minvalinde sözler yer almaktadır. Ama baktığın zaman sporunda hile, şike ve doping, üniversitesinde bağımsız bilimi engelleyen YÖK gibi kuruluşlar, devlet dairelerinde her türlü rüşvet ve dolandırıcılık kol gezmektedir. Bizim politik bakışımız doğrultusunda Kemalizm faşizmdir. Lakin bu politik bilince geçmemiş bireylerin en azından Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı ‘sözde çağdaş’ uygarlığa bile buradan bakınca çok uzak oluşu gerçekten ironik.

mak... Yani içerik koca bir boşluk. Her şey şekilden ve şovdan ibaret. “Yurdu düşmanlardan kurtardı” ya da “O olmasaydı baban belli olmazdı”dan öteye gitmiyor ufukları.

Benim gördüğüm kadarıyla Türkiye’de Atatürkçülük anlayışı tamamen şovdan ibaret. Sosyal medya ağlarında kapak resmi ya da profil resmi yapmak, 10 Kasım’da 09.05’te ayakta durmak, hatta ayağa kalkmayanı taciz etmek (Ramazan’da yemek yiyeni taciz edip dövmek ile birbirine çok benziyor), her yerde bir fırsat yaratıp İzmir Marşı’nı söylemek, cama balkona bayrak asmak, Atatürk dövmesi yaptır-

Kadınlar seçme seçilme hakkını değil ev işçiliğini tartışır oldu. Ama Atatürkçüler yüz yıl önceki kazanımları vitrinlerindeki porselenler gibi gibi, parlatıp parlatıp, hayran hayran bakmaya devam ettiler. Uzay araştırmaları insanların hayal gücünü zorlayan noktalara varmışken, onlar resmi bayramlarda F-16’ların havada çizdiği Atatürk imzasıyla coşkulanmaya devam ettiler.

SİDAR ARSLAN

Son olarak aslında Atatürkçülük biraz da onu geride bırakıp ileriye bakmayı gerektiriyor. Atatürk kendi kalemiyle şunları not düşüyor; “Bir gün ben ve bilim arasında kalırsanız, bilimi tercih edin.” Bilim, her yönüyle ırkçılığın bir tür düşünsel kusur olduğunu söylüyor ve ekliyor; saf ırk diye bir şey yoktur. Oysa daha bir on yıl öncesine kadar bu ülkede Kürt diye bir şey yoktu. Şimdi ise federal bölgeleri, silahlı güçleri, milletvekilleri, sanatçıları, eserleri, dilleri dünyanın dört bir yanında tanınıyor. Sonuçta bilime göre bir şey yoktan var olamaz, vardan yok olamaz. O halde Türkiye halkı Atatürk’ün vasiyetini reddedip yıllarca bilim yerine Atatürk’ü seçti. Dünya’da yönetim biçimleri değişti, insan hakları üzerine çok şey tartışıldı, çevrecilik ve LGBTİ aktivizmi aldı başını yürüdü.

Hatta söylediklerine göre Atatürk’ü bugüne kadar en çok onlar yaşatmış ve savunmuştu. Bizim derdimiz burada yeniden yükselen Atatürkçülük ve bunun yarattığı şovenizm dalgası.

17


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

SONDAN ÖNCE SURİYE SEÇKİN TANDOĞAN

Suriye’de savaşın başladığı tarihten itibaren uluslararası güçler çeşitli “çözüm” politikaları geliştirerek konferanslar ve toplantılar düzenlediler. Bu toplantıların hiçbiri savaşın bir an önce bitmesi ve halkların daha fazla zarar görmesini esas alan tarafsız pozisyonu üstlenmedi. Birleşmiş Milletler (BM) sürece Kofi Annan’ı Suriye Özel Temsilcisi sıfatıyla görevlendirerek dâhil oldu. Annan, 16 Mart 2012 tarihinde Esad ve Putin ile görüşmeler yaparak 6 maddelik ortak bir mutabakata vardıklarını açıkladı. Fakat sahada durdurulamayan şiddet aynı yılın Haziran ayında Cenevre 1 Konferansı’nın sonuç bildirgesine de yansımıştı.

S

uriye, Ortadoğu’nun biriken ve giderek ağırlaşan yarasının kan revan olduğu yerdir. Etkisi en az yüz yıl sürecek olan savaş, Tunus’tan başlayıp Mısır, Yemen, Libya gibi ülkelere sıçradı ve her değdiği yeri kasıp kavurarak Suriye’ye geldi. Belki de ABD 2001 yılında Irak’ta başarılı olsaydı şimdi İran’da cereyan edebilecek bir savaşı konuşuyor olabilirdik. Irak bataklığı Sykes-Picot Ortadoğu’sunun yüzyıl geride kaldığını gösterdi. Suriye savaşı ise aynı yöntemlerle Ortadoğu’da adım atılamayacağını kesinleştirdi. Aynı yolda yürümek intiharda karar kılanların tercihi olabilir ancak!

Suriye rejimi ve muhalefetinin katılmadığı konferansta ortaya çıkan sonuç bildirgesinde öne çıkan “Suriye rejimini ve muhalifleri kapsayan bir geçiş hükümeti oluşturulması, oluşturulacak bu geçiş hükümeti yapısında ülkedeki tüm gruplara temsil hakkı verilmesi” maddeleri sahada karşılığını bulmadı. Çünkü daha konferansın iki ana gücü Rusya ve ABD bu maddelerde mutabık değildi. Rusya Esadlı, ABD Esadsız bir Suriye’den yanaydı. Ve Kofi Annan istifa etti. Çatışmalar ilk altı ayını doldurmadan Suriye’de hayatını kaybedenlerin sayısı 10.000, sığınmacı konumuna düşmüş kişilerin sayısı ise 112.000’i bulmuştu. Bir buçuk yıl sonra Kofi Annan’ın yerine BM Suriye Özel

Temsilciliğine getirilen Lahtar İbrahimi’nin topladığı Cenevre 2 Konferansı ilkinin aksine sonuçsuz sonlandırıldı. Sahadaki muhalif unsurların da katıldığı toplantıda Esadsız bir Suriye dayatması ağır tartışmalara neden oldu.

Bu yılın ocak ayında gerçekleşen Astana görüşmelerinden çıkan en çarpıcı iki madde dikkat çekiciydi. İlki, Suriye meselesinin askeri yöntemlerle çözülemeyeceği, diğeri ise IŞİD ve El Nusra gibi örgütlere karşı savaşma çağrısının yapılmasıydı.

Konferansın gerçekleştiği tarihlerde (22 Ocak-16 Şubat 2014) Suriye’deki bilanço da giderek ağırlaşıyordu. Hayatını kaybedenlerin sayısı 135 bin, mülteci konumuna düşenler ise 3 milyonu aşıyordu!

Bu yılın Temmuz ayında gerçekleşen son Cenevre 7 toplantısında net bir sonuç çıkmazken oklar ABD ve Rusya’nın siyasi geçiş için mutabık olması gerektiğine çevrildi.

Cenevre 2’den sonuçsuz ayrılmak İbrahimi’nin istifasını getirdi. İbrahimi’den boşalan BM Suriye Özel Temsilcisi koltuğuna getirilen Stefan De Mistura diğerlerine nazaran hayli tartışmalı geçirilen Cenevre 3 Konferansı’nı topladı. Konferans’ın toplanması bile davet edilen katılımcılardan dolayı ilan edilen tarihten bir hayli gecikmeli (25 Şubat 2016) yapılabildi. Bu toplantıya da ilk defa İran davet edildi. Suriye’de Esad güçlerinin muhalifleri sıkıştırması ve taraflar arasındaki anlaşmazlıklar bu görüşmeyi de sonuçsuz kıldı. Bu tarihte hayatını kaybedenlerin sayısı 250 bini, mülteciler ise 6 milyonu bulmuştu. Türkiye, Mayıs 2016 tarihine kadar doğu bloku (Rusya, İran, Çin, Lübnan Hizbullah’ı vd.) ile mesafeli durmuş hatta yer yer gerilim yükseltilmiştir. Batı blokuyla birlikte davranabilme özgüvenini abartmış olmalı ki 2015’te Rus uçağını düşürdü. Rusya’nın başını çektiği doğu blokunun sahada doğrudan inisiyatif alması savaşın seyrini değiştirdiği gibi Türkiye’nin politikalarının çatırdamasına yol açmıştır. Bir taraftan Rusya (İran ve Hizbullah) diğer yandan Kürt Özgürlük Güçleri’nin başını çektiği QSD’nin ilerleyişi Türkiye’yi Astana görüşmelerine itti.

18

En fazla toplantı mesailerinin yapıldığı Astana görüşmelerinin sonuncusu 30 Ekim’de gerçekleşti. Bu görüşme ilk Cenevre toplantısı sonuç bildirgesinden çok uzağa düşerek ağırlık noktasını tutuklu ve esirlerin serbest bırakılması, mayınlı arazilerin temizlenmesi ve rejimin ateşkes ihlallerinin denetlenmesi talebiydi. Son olarak Rusya’nın Soçi kentinde bir araya gelen üç ülke (Rusya, İran ve Türkiye) belli başlı konularda anlaşmaya vardıklarını duyurdular. Önümüzdeki günlerde Suriye’de tüm tarafların katılacağı “Ulusal Diyalog Kongresi”nin toplanacağını ve ülkenin yeniden inşasında Türkiye ve İran’ın rol alacağı vurgulandı. Türkiye bu kongreye de giderken Suriye’nin geleceği konusunda Kürt şerhi geçerliliğini koruyor. Oysa Türkiye’nin sahada desteklediği güçlerin hızla zayıflaması ve dağınıklığı elini zayıflatıyor. Üstüne bir de Kürtlerin IŞİD’i sahadan söküp atarak bölgelerini genişletmeleri ve güçlenen ittifak zeminleri Türkiye’nin çıkmaz noktalarını oluşturuyor. Yani Kürt güçlerini dışlayarak Suriye’de bir çözümü konuşmak havanda su dövmek anlamını taşıyor.


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

ORHAN KEMAL ve “CEMİLE”

T

ürkiye’de işçi sınıfının tarihi içinde kadın emeğinin görünmez olduğunu hepimiz biliyoruz. Son dönemlerde tarihe feminist açıdan bakan kadın araştırmacılar bu konuyu gündeme alıyor, çalışmalarda bulunuyor. Bu araştırmacılardan bir tanesi olan akademisyen Feryal Saygılıgil’in bir söyleşisini dinlerken Türkiye’de yazılan çoğu edebiyat eserinin de işçi kadını var kılan bir içeriğe sahip olmadığını anladım. Feryal Saygılıgil iki tane önemli romandan bahsediyor işçi kadınları anlatan. Bir tanesi Cibali Tütün Fabrikası’ndaki kadın işçilerden bahseden Çulluk romanı. 1927 yılında Mahmut Yesari tarafından yazılmış. Edebiyatımızın işçileri konu edinen ilk romanı olarak biliniyor. Yalnız bu romanın günümüz baskısı yok. Erişmek zor. İkinci roman ise Orhan Kemal’in Cemile adlı eseri. Cemile romanını tanıtmaya geçmeden önce Orhan Kemal üzerine birkaç söz etmek gerekiyor. Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet ile başlayan dostlukları, bize bu çok önemli yazarımızı kazandırdı. Topraklarımızdaki ezilen sınıfların gerçekliğini otuzlu kırklı yıllardan itibaren büyük bir ustalıkla gözler önüne serdi. Her bir eseriyle işçilerin, yoksulların, kadınların dayanışmasını, direnişini, dostluğunu resmetti; gönüllerimizde umudu ve isyanı yeşertti. Özellikle bizim kuşak için ruhlarda derin izler bıraktı; kişiliğimizi, kimliğimizi, değerlerimizi biçimlendirdi. 1970 yılında kaybettiğimiz yazarımız dönemimize de damgasını vuruyor. Romanlarının dışında eserlerinden uyarlanan filmler ve dizilerle hala hayatımızın içindedir. Sinema tarihimizin en önemli işçi filmlerinden “Bereketli Topraklar Üzerinde,” onun aynı adlı romanından yola çıkılarak çekildi. Müjdat Gezen’in unutulmaz bir oyun-

culuk sergilediği “Bekçi” filmi, Kadir İnanır ile özdeşleşen “72. Koğuş” filmi, kadın ve erkek rollerini tersine çeviren “Tersine Dünya” filmi ve daha niceleri onun eserlerinin bir sonucu olarak yaratıldı. Günümüzdeki pek çok insana da “Hanım’ın Çiftliği” eseriyle dokunmuştur. 1960’lı yılların sınıfsal çelişkilerini ele alan, paranın el değiştirme sürecinde yaşanan sancıları dile getiren bu eseri birçok kere dizilere konu edildi. Günümüzde romanları hala çok basılıyor, ilgiyle takip ediliyor. Gelelim değerli edebiyatçımızın Cemile romanına… Orhan Kemal Cemile romanını 1958 yılında kaleme alır. Hikâye, 1930’lu yılların Adana’sındaki bir işçi mahallesinde geçer. Yazarımızın kendisi Adana’da uzun yıllar bulunmuş ve işçilik yapmış olduğu için çok gerçekçi ve yalın bir şekilde hikâyesini anlatır. Arka planında işçilerin geçim sıkıntısı ve ekmek kavgalarının konu edinildiği eserin öyküsü Boşnak işçi kızı Cemile ile Kâtip Necati’nin aşkıdır. “Bir aşk öyküsü olan Cemile, yoksul kesimlerin ayakta kalma çabasını, direnişlerini de dile getiriyor. Boşnak kızı işçi Cemile ile dar gelirli Kâtip Necati arasındaki saf aşkı anlatan Orhan Kemal, arka planda yaşanan yoksulluğa, düşmanlığa, ilkesizliğe karşın dayanışma ve dostluğun gücünü vurguluyor. Orhan Kemal’in yalın anlatımıyla çarpıcı bir resim gibi çizdiği Cemile, onun unutulmayacak yapıtlarından biri.” (Everest Yayınları, arka kapak tanıtımından)

Romanda hemen hemen bütün kadınlar iyidir. Birbirleriyle dayanışma içindedirler. Birlikte iş yaparlar, birbirlerine yardım ederler. Annesi yoksul yaşamlarından dolayı erken ölen Cemile, babası ve abisi ile birlikte yaşamaktadır. Çocukluktan yeni çıkmış, çok güzel, çalışkan, güçlü bir karaktere sahiptir. Ekonomik durumu daha iyi olan, kendisinin peşinde koşan erkekleri değil, gönlünün sevdiği adamı tercih eder. Romandaki erkekler onun kadar güçlü değildir. Orhan Kemal Cemile’yi çok olumlu bir işçi kadın karakteri olarak romanında işler. Edebiyatımızda böylesi durumlara nadir rastlarız. Cemile’yle henüz tanışmayanların, Orhan Kemal’in bu sıcak romanıyla buluşmalarına aracılık edebilmişimdir umarım… İyi okumalar…

ZEYNEP KORU

“Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanıyorum. Hikâye, roman, tiyatro oyunlarımın da bu inançtan hız alacağı doğal. Çağımızın pek çok toplumları gibi, içinde yaşadığımız kendi toplum düzenimizin de insanlarımızı mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez. Ben hikâye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya çalışırım.” Orhan Kemal (Varlık/ 15 Ocak 1966)

Cemile romanının en büyük özelliği, edebiyatımızda ilk olarak fabrika işçilerinin hayatını vermeye çalışmış bir roman olmasıdır. İşçilerin yaşayış tarzları, aşkları, ekmek kavgaları, neşeleri, kederleri anlatılır ilk defa.

19


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

ÇİN’DE ÜÇÜNCÜ DÖNEM AYŞE TANSEVER

Ç

in Komünist Partisi 19. Kongresini Kasım ayı içinde tamamladı. Kongrede alınan kararlar ile ülkenin yeni bir yola girdiği açıklandı ve buna üçüncü dönem “Çin Rüyası” dendi. Birinci dönem Mao Komünist Kültür Devrimi 1949’da başlamış ve 1976’da ölümünden sonra birtakım karışıklar yaşanmıştı. Çin 1978’de Deng Xaioping’in devlet başkanı olmasından sonra ÇKP yönetiminde ikinci dönem olan kapitalist restorasyona girer. Bu kapitalist süreç 1989’da patlak veren Tienmann olayları ile sancılarını ortaya çıkarır. Kır ve kentlerde büyük gösteriler başlar. İktidara Zemin gelir ve birtakım reformlar yapar, kırda ve kentte sosyal harcamalar ve sübvansiyonlar dönemi başlar. Ama karışıklıklar son bulmaz. Artık ÇKP içinde büyük bir çürüme başlamıştır. Büyük yolsuzluklar yaşanmaktadır. Gelir dağılımındaki bozukluk korkunç seviyelere gelmiştir. Bu süreç içinde SSCB’de çözülür. 2000’li yıllarda halktaki hoşnutsuzluk kırda ve kentte giderek artar. 2012 yılında ÇKP 18. Kongresi’ne bu karışıklıklar içinde girilir ve şimdi ki başkan Xi Jinping başa geçer.

20

Şi (Xi’nin Türkçe okunuşu ile) iktidara gelince ülkeyi bu karışık ortamdan çıkartmak için kolları sıvar. En başta ÇKP içindeki yolsuzluklar ve bozulma ile uğraşır. Merkez Komite’den 43 kişi dahil ülkedeki üst düzey birçok görevli ya tutuklanır ya da işlerinden atılırlar. Tüm ülkede 200 binin üstünde devlet memuru görevden alınır. Bunların bir kısmı suçunu itiraf eder. Şi ayrıca verdiği sözü tutarak 60 milyon insanı yoksulluktan çıkarır. Eğitim, sağlık konusunda halktan yana yeni düzenlemeler yapar. Yılda 200 milyar yuanı bulan devlet harcamalarındaki israfa son vererek devlet harcamalarını belirli kurallara bağlar. Çevre kirliliği konusunda önlemler alır yeni projeler yapılır. Bilim teknik alanlarında büyük gelişmeler başlar. Bunlarla üretkenlik artar ve Çin eski çift haneli kalkınmasını sürdüremese bile kapitalizmin 2008 krizinden çok az etkilenmeyi başarır. Dış dünyada ülke ekonomisini ve parasını koruyucu önlemler alır. Ülkedeki karışıklık azalır ve son yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın %90,2’si yeni yönetimden mutludur. Dağılmakta olan bir ÇKP kurtarılmıştır halkın güvenini yeniden kazanmıştır. ÇKP 19. Kongresi bu ortamda yapıldı. Şi yeniden başkan seçildi. Şi kongre açılışında ülkenin yeni bir dönemece girdiğini açıkladı. Bu yolu Şi “Çin karakteristiklerine uygun büyük modern sosyalist bir ülke” olmak olarak tanımlıyor. Artık kapitalist yoldan çıkılacak ve sosyalist bir ülke yoluna girilecektir. 2020 yılına kadar toplum her alanda orta çaplı zengin bir ülke olacaktır. 2020-35 yılları arasında da sosyalist modernleşme temel olarak gerçekleşecektir. 2050 yılında da Çin hedefine ulaşarak büyük modern sosyalist bir ülke haline gelecektir. Tarım, endüstri, savunma ve bilimde

gerçekleştirilecek değişikliklerle sosyalist modernleşmeye ulaşılacak ve sosyalist ülke kapitalizmi geçecektir. Çin hem zengin hem güçlü hem demokratik hem de kültürel olarak gelişkin, kaynaşmış bir ülke olacaktır. Çin uluslararası düzeyde de kendisini dayatmayan ama her ülkenin kararına saygı duyarak onlara örnek olabilecek dünyanın lider ülkeleri arasına girecektir. Şi’nin 19. Kongrede kabul edilen 3. Yol Haritası’nın ana hatları böyledir. Kongre bu kararları kabul ederek görevine başladı.

Olası Sorunlar

Elbette kapitalizmin içinden sosyalizmi kurmanın zorluklarını Latin Amerika ülkelerinde görüyoruz. Çin’in yeni yolunda birçok sorunlarla karşı karşıya olacağını tahmin etmek zor değildir. Şi ve ÇKP bunları bilmediğini sanmak yanılgı olacaktır. O zaman bir bildikleri vardır. Bunlar neler olabilir? Bize göre Şi’nin bu konudaki güvencesi kapitalist restorasyon döneminde yolsuzlaşan ÇKP’nin adına yaraşır bir temizlik ve bilgi, deney içinde olmasıdır. Şi 5 yıllık iktidarı döneminde parti üyelerini Marksist ve Tao, Konfiçyüz gibi eski Çin düşünürlerinin etik, sosyal bilgeleriyle donatıldığı bir süreçten geçirdi. ÇKP temizlenip yenilendi ve sosyalizme geçiş süreci için gereken bilgi ve deneye sahip oldu. Elbette sorun bu kadar basit değildir. Çin’deki yabancı yatırım miktarı 500 milyar doları geçer. Ülkede en büyük fabrikalar devlet mülkiyetinde olsa bile birçok özel fabrika vardır. Devlet mülkiyetindeki birçok fabrikada da yabancı hissesi bulunmaktadır. Ayrıca Çin kapitalist restorasyon döneminde yerli özel girişime teşvik kredileri vererek yerli burjuvalaşmaya yol açtı. Çinli milyonerler, milyarderlerin sayısı çoktur. O nedenle şimdi sosyalist

bir sürece girmenin çeşitli sıkıntıları olacak, bir dirençle karşılaşılacaktır. Bizim anladığımız kadarıyla Şi yeni yolda kapitalist işletmeleri şimdiye kadar dünyada yaşanan şekliyle, yani devletin zoru ile tasfiye etme yoluna gitmeyecektir. Hatta Çin dış özel yatırıma ekonomisini ne kapatacak ne de zorlaştıracaktır. O devlet işletmelerini kapitalist işletmeler ile bir yarış içine sokacaktır. Sosyalist işletmeler verimlilik, bilimsel teknik son gelişmeleri uygulama ve yenilenme ile kapitalist işletmeleri yenerek ülkeye hakim olacaklardır. Çin, James Petras’ın yazısında vurguladığı gibi (1) Latin Amerika ülkelerinin aksine bilimsel teknik ilerlemelere büyük önem verdi. Ülkesini bu alanda dünya kapitalist ülke standartlarına hatta üstüne getirdi. Bugün Çin birçok alanda modern teknik satın alan değil satan bir ülke olma yolundadır. 2016 yılında yalnız Almanya’nın 37 tane en modern şirketini satın aldı. (2) Yani Çin son tekniğe yabancı bir ülke değildir. Yıllardır bu alana büyük yatırım yapmıştır. Ulusal bilim ve teknoloji projeleri başlatılacaktır, son teknolojiye dayalı girişimlere öncelik tanınacaktır. Modern mühendislik vs. baş alanlardır. Dünyanın ilk kuantum haberleşme sistemi (fiberin bir üstü) Peking-Şangay arasında inşa edildi. Şi şimdi elindeki bu gelişmeleri Çin devlet işletmelerinde üretime geçirerek ülkedeki kapitalist işletmelerle rekabet edecek ve onları ancak böyle kendi rekabet silahları ile tasfiye edecektir. Böylece 2035 yılına kadar Çin sosyalist bir ülke olacaktır. Kararlardan bu anlaşılıyor. Kapitalist üretimin ülkeden kaldırılması bu kadar basit olabilecek midir? Bilindiği gibi kapitalist rekabet öyle her zaman dürüst, bileğinin hakkına giden bir şey değildir. Bunun binlerce


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

hilesi vardır. Çin’in bunlarla nasıl baş edeceği bir yana edip edemeyeceğini göreceğiz. Karşılaşılabilecek direnç konusuna gelince de 19. Kongre orduyu ÇKP merkezine bağlandı. Şi ilk döneminde aralarında generallerin de olduğu 100’ün üstünde üst düzey ordu mensubunu tutukladı ya da görevden aldı. Ayrıca küçültülerek etkinleştirilip, modern bir halk ordusu haline getirildi. Ordu tüm iş alanlarından çıkarıldı ve iş yapması yasaklandı. Böylece onun kapitalist pazardan bağları koparıldı. Yani ÇKP’si kadar ordu da sosyalist düzeni kurup korumaya hazırlandı. Elbette Çin’deki değişikliklere dış kapitalist dünyadan da tepki gelecektir. ABD Çin’in komşularını örgütleyerek onu dıştan kuşatıp baskı altına almaya yıllardır uğraşıyor. Orduları sık sık denizde karşı karşıya geliyorlar. Bilindiği gibi K. Kore sorunu bunun bir uzantısıdır. Bu Çin’in yıllardır bildiği ve hazırlıklı olduğu bir sorundur. Çin bu düşman kuşatmasına karşı bir yandan ordusunu geliştirirken diğer yandan da komşu-

ları ile ekonomik bağlar kurarak, karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı projeler geliştiriyor. ABD’nin bölgedeki en yakın dostları Japonya ve Avustralya dahil son Trump bölge gezisinde bile Çin ile olan ekonomik, ticari işlerinden taviz veremediler. 19. Kongre’de komşular ile ilişkilerin geliştirilmesi için somut projeler kabul edildi. Bir Kemer bir Yol Girişimi (KYG) 2013 yılında beri tanınıp benimseniyor. KYG Çin’i Asya, Avrupa, Afrika’ya başlayan binlerce km uzunluğunda kara, deniz, tren yolları, köprüler, alt yapı tesisleri içeren İpek Yolu projesidir. Böylece buraları birbirlerine ekonomik, kültürel, sosyal olarak bağlanacaklardır. Çin bu projeleri hayata geçirmek için bankalar kurdu. Finansmanı hazırladı. Trump Çin ziyaretinde ikili ilişkiler kurma çağrısı yapar, korumacılık derken, Şi küreselleşme açıklık, ortak gelişme, diyordu. Sırf Güney-Doğu Asya değil tüm Asya, Avrupa, Afrika kıta ülkelerini ortak ekonomik, ticari kalkınma projelerine çağırıyordu. Çin ekonomisini sosyalist te-

mellere oturtma sürecinde komşularıyla birlikte davranacaktır. Ordu dışında kendini dünya ülkeleri ile kurduğu ve kuracağı ekonomik, ticari bağlar ile de korumayı düşünüyor. ABD silah ve abluka dışında para birimi dolar ile de Çin’i sosyalist yolundan döndürmeye çalışabilir. Çin buna karşı da yıllardır hazırlanıyor. Çin para birimi yuan bir dünya parası olma yolundadır. Üstelik yuanın dolardan daha güvenli olabilmesi ve kapitalist dünyanın alıştığımız para oyunları ile emeklerin sömürülmemesi için onu altın güvencesine almaktadır. İstendiği anda yuanı altına çevirmek mümkün olacaktır. Kur oyunları, ambargolar ile ezilen 3. dünya ülke halkları için yuan ile ticaretin bir can simidi olabileceğini düşünüyor.

Sonuç

Sonuçta 19. ÇKP kararları ile ülke kapitalist restorasyonundan sosyalist bir düzen kurma yoluna girmektedir. Kapitalist ekonomilerde bir krizin beklendiği bu dönemde böyle bir yola çıkmanın iç ve dışta zorlukları kadar avantaj-

ları da olabilir. İçeride parti kadrolarında yapılan temizlikler ve sosyalist eğitimler, bunca yıldır ülke içi ve dışında yaşananlardan çıkarılan dersler, bilim tekniğe verilen önem ve yatırımları düşünürsek Çin bu çıktığı yolda başarılı olabilir. Ama Batı’nın eli de armut toplamayacaktır. Kapitalizm bunca yılın kurdu binbir hile ile onun çarkına sopa sokmaya çalışacaktır. Kongreyi izleyen İngiltere’nin Çin Büyükelçisi değerlendirmesinde Çin’in çağ açan bir dönemeç aldığını ve bunun Çin kadar tüm dünyaya yansımaları olacağını söylemiştir. Kapitalizm dünyamızın başka bir çağa geçmesine ne kadar izin vermeye niyetli olduğu sorusuna yanıtları önümüzdeki dönemde görüp yaşayacağız. Notlar: 1. James Petras Petras Yazısı: China’s Pivot to World Markets, Washington’s Pivot to World Wars... And the Debacle of the Latin American Left. (Bu yazının çevirisini dergi içinde bulabilirsiniz.) 2. Ay.

21


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

DÜNYA PAZARINDA ÇİN EKSENİ Dünya Savaşlarında Washington Ekseni ve Latin Amerika Solunun Fiyaskosu

JAMES PETRAS ÇEVİREN: AYŞE TANSEVER

Çin’in Büyüme ve Başarı Aşamaları

Çin, yabancı sermayenin ihracata yönelik tüketim malları üretimi yapan bir ülke olmaktan, yüksek değerli ihracat malları üreten kamu ve özel yatırımlı bir ekonomi haline geldi. Çin’in baştaki gelişimi ucuz emek, düşük vergiler ve çok uluslu sermayeye az sayıda düzenleme getirmeye dayanıyordu. Yabancı sermaye ve yerel milyarderler, yüksek kar oranları temelinde büyümeyi teşvik ettiler. Ekonomi büyüdükçe, Çin ekonomisi yerli teknolojik uzmanlığı artırıcı ve üretilen mallarda daha fazla “yerel içerik” talep etmeye yöneldi.

Çeviren notu: Prof. James Petras’ın bu yazısı ilk Ağustos 2016 Global Research sitesinde çıktı sonra 15 Kasım 2017 tarihinde Çin Komünist Parti 19. Kongresi sırasında tekrar yayınlanmıştır.

Giriş

Çin ve ABD iki karşı kutba doğru yöneliyor: Pekin, Almanya gibi teknolojik mükemmellik merkezleri ile iş birliği yaparak hızla robotik, nükleer enerji ve gelişkin makine gibi ileri teknoloji endüstrilerindeki denizaşırı yatırımların merkezi haline geliyor. Buna karşın Washington, Suudi Arabistan gibi en barbar müttefiklerinin iş birliğiyle en az üretken bölgeleri yağmalayacak eksen peşindedir. Çin, en gelişmiş üretim tekniklerini alıp yenileyerek küresel ekonomik üstünlük doğrultusunda gelişirken, ABD imha savaşlarını teşvik ederek eski, devasa üretken başarılarını bozup, güçsüzleştiriyor. Çin’in öne çıkması, adım adım en son teknoloji merdivenlerini hızlı çıkmayı üretkenlik ve yaratıcılık ile birleştirerek sistemli bir şekilde gelişen birikim sürecinin sonucudur.

22

2000’li yıllara gelindiğinde Çin yerel patent ve mühendislik becerilerine dayalı üst düzey endüstriler geliştiriyor ve bunların çoğunluğunu sivil altyapı, taşımacılık ve eğitime yatırıyordu. Kaliteli çıraklık programları üretkenlik yeteneğini arttıran nitelikli bir işgücü yarattı. Bilim, matematik, bilgisayar bilimleri ve mühendislik üniversitelerine çok sayıda öğrenci başvurdu ve çoğu yabancı rakiplerin gelişkin teknolojisinde uzmanlaşmış, başarılı girişimciler olarak yetiştiler. Çin’in stratejisi, Avrupa ve ABD’nin en gelişmiş ekonomilerinden ödünç alarak, öğrenerek ve onları geliştirerek rekabet etmek oldu. 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Çin yurtdışına açılabilecek bir konumdaydı. Birikim sürecinde Çin, dinamik denizaşırı işletmeleri satın alabilecek mali kaynaklar edindi. Çin artık sırf üçüncü dünya ülkeleri maden ve tarımına yatırım yapmakla sınırlı değildi. Çin artık gelişkin ekonomilerde en gelişkin teknolojik sektörler elde etmeye çalışıyor. 21. yüzyılın ikinci on yılı boyunca, Çinli yatırımcılar

Avrupa’nın en gelişmiş sanayi devi Almanya’ya geldiler. 2015’te Çinli yatırımcılar 39 Alman şirketini satın alırken 2016 yılının ilk altı ayında bu sayı 37 oldu. Çin’in 2016’daki toplam yatırımları, 22 milyar doları aşarak iki katına çıktı. 2016’da Çin, Almanya’nın en yaratıcı mühendislik firması olan KOKA’yı satın almayı başardı. Çin’in stratejisi, endüstrinin dijital geleceğinde üstünlük kazanmaktır. Çin, 2020 yılına kadar ABD’de kullanılan robot sayısının iki katını kullanmayı planlayarak hızla endüstrisini otomatikleştirmeye çalışıyor. Çinli ve Avusturyalı bilim adamları, Çin’in “hackerın kıramayacağı” güvenlik iletişim sistemi olacak ilk kuantum teknolojili, uydu iletişimini başarı ile yerleştirdiler. Çin’in küresel yatırımları dünya pazarlarına hakim olma yolunda ilerlerken ABD, İngiltere ve Avustralya yatırım engelleri koymaya çalışıyor. İngiltere Başbakanı Theresa, sahte “güvenlik tehditlerine” dayanarak, Çin’in ağır nükleer santrala (Hinckley Point C) milyar dolarlık yatırımını engelledi. Çin’in “uluslararası kriz durumunda enerjiyi kesebileceği ya da enerji şantajı yapabileceği” gibi bahaneler getirildi. ABD Dış Yatırım Komitesi, yüksek teknoloji endüstrilerinde birkaç milyar dolarlık Çin yatırımını engelledi. 2016 Ağustos’unda Avustralya, “ulusal güvenlik” gerekçesi ile en büyük elektrik dağıtım ağında Çin’in 8 milyar dolarlık denetim hissesini almasını engelledi. Anglo-Amerikan ve Alman imparatorlukları savunmada. Kendi yenilikçi endüstrilerini savunurken bile Çin ile ekonomik olarak rekabet edemiyorlar. Genel olarak bu başarısız politikalarının sonucudur. Batılı ekonomik seçkinler, sanayi tabanını ihmal edip finans, gayrimenkul ve sigortacılıkta kısa dönem spekülasyonlar peşinde koştular.

Onlar ABD’nin arkasından kamu kaynaklarını sömürerek askeri zaferler peşinden giderken, Çin iç kaynaklarını yenilikçi ve gelişkin teknolojiye yönlendirdi. Çin’in ekonomik ilerlemesine karşı durmak için Obama rejimi ülkesinde ekonomik duvar dikmeye, dışarıda ticari kısıtlamalar ve Çin’in stratejik ticari rotası olan Güney Çin Denizi’nde askeri çatışmalara yöneldi. ABD’li yetkililer, Western Digital ve Philips’in aydınlatma iş alanını 3,8 milyar dolara satma planı dahil Çin’in yüksek teknik alanlarına yatırım yapmasına kısıtlamalar getirdiler. ABD, planlanmış ‘Chen China’ın İsviçre kimya grubu ‘Syngenta’yı 44 milyar dolara devralmasını engelledi. ABD’li yetkililer, Çin’i stratejik bir ortak olacağı yenilikçi milyar dolarlık anlaşmaları durdurmak için mümkün olan her şeyi yapıyor. ABD ülke içinde koyduğu duvara ek olarak Pekin’i bir düzine Kuzey Amerika, Latin Amerika ve Asya üyeli Trans-Pasifik ortaklığının serbest ticaret bölgesinin dışında tutmayı önererek onu ablukaya almaya çalışmaktadır. Bununla birlikte, TPO’nun tek bir üye ülkesi bile Çin ile olan ticaretini kesmiyor. Aksine, Çin ile olan bağlarını arttırıyor olmaları Obama’nın ‘eksen’ yeteneğine bir yorumdur. ‘Yerli Ekonomik Duvar’ bazı Çinli yatırımcıları olumsuz etkilese bile Washington, Çin’in ABD pazarlarına olan ihracatını azaltamadı. Washington’un Çin ticaretini engellemeyi başaramaması onun Çin’i Asya, Latin Amerika, Asya’da kuşatma çabalarına daha da büyük zarar veriyor. Avustralya, Yeni Zelanda, Peru, Şili, Tayvan, Kamboçya ve Güney Kore, hayatta kalmak ve büyümek için ABD’den çok daha fazla Çin pazarına bağım-


Aralık 2017 / Sosyalist Dayanışma

lıdır. Çin’in dinamik büyümesi karşısında Almanya ‘ortaklık’, ‘paylaşma’ ve üretken yatırımları daha da geliştirmeyi seçerken, Washington, Çin’le hesaplaşmak için askeri ittifaklar kurmaya yöneldi. ABD ile Japonya arasındaki askeri ittifak Çin’i korkutmadı. Aksine ABD’nin Asya’daki ekonomik yapı ve etkinliğinin değer kaybetmesine yol açtı. Dahası, Washington’un “askeri ekseni”, Çin’in Rusya’nın enerji kaynakları ve askeri teknolojisine olan stratejik bağlantılarını derinleştirip genişlemesine yol açtı.

çekildi ve gerilediler. Çin, istikrar ve büyüme yolunda ilerlerken neden Latin Amerikalı ortakları geri çekilip yenilgiler aldılar?

ABD, kendisine bağlı geri Baltık ülke rejimleri ve parazit Ortadoğu devletleriyle (Suudi Arabistan, İsrail) askeri ittifaklara yüzlerce milyar dolar harcarken, Çin; Almanya ile ekonomik bağlarından stratejik uzmanlık, Rusya’dan hammadde ve Washington’un Asya ve Latin Amerika’daki ‘ortaklarından’ stratejik pazar payları biriktiriyor.

Latin Amerika merkez solundaki rejimler, Çin’in aksine, ekonomilerini çeşitlendirmediler. Büyüme ve istikrar sağlamada büyük ölçüde hammadde patlamalarına bağımlı kaldılar. Latin Amerika elitleri borçlanıp yabancı yatırımlara ve finansal sermayeye bağımlı iken Çin, endüstri, altyapı, teknoloji ve eğitim alanlarında kamu yatırımları yapıyordu. Latin Amerikalı ilericiler yabancı kapitalist ve yerel spekülatörler ile verimli olmayan gayrimenkul spekülasyonları ve tüketim konularında bir araya gelirken Çin, yurtiçi ve yurtdışında yenilikçi sektörlere yatırım yaptı. Çin, siyasi yönetim sistemini güçlendirirken, Latin Amerikalı ilericiler ‘sol’ müttefiklerini dışlamaya hazır olan stratejik iç ve dış çok uluslu muhalifleri ile ‘iktidar paylaşmak’ için ‘ittifak’ yaptılar.

Almanya’nın teknolojik ve üretken yolunu takip eden Çin’in ABD’nin ekonomik tecrit ve küresel militarist stratejisini yeneceği su götürmez. ABD, Çin’in başarılı ekonomik stratejisinden öğrenmez ise o zaman aynı yanılgı Latin Amerika ilerici rejimlerin ölümünü de açıklayabilir.

Çin’in Başarısı ve Latin Amerika’nın Geri Çekilmesi

On yıldan uzun süren büyüme ve istikrar sonrasında Latin Amerika’nın ilerici rejimleri geri

On yıldan uzun bir süredir Brezilya, Arjantin, Venezuela, Uruguay, Paraguay, Bolivya ve Ekvator Latin Amerika’nın merkez sol başarı öyküleriydiler. Ekonomileri büyüdü, sosyal harcamalar arttı, yoksulluk ve işsizlik azaltıldı ve işçi gelirleri arttı. Daha sonra ekonomileri krize girdi, sosyal hoşnutsuzluk arttı ve merkez sol rejimler düştü.

Hammaddeye dayalı Latin ekonomileri çökünce elit ortaklarıyla birlikte politik sol da çöktü. Latin Amerika solu acı çekerken Çin aksine düşük küresel meta fiyatlarından faydalandı. Yaygın bir yolsuzlukla karşı karşıya kalan Çin, 200 binin üzerinde yetkiliyi atan büyük bir kampanya

başlattı. Latin Amerika’da ise sol, yolsuz yetkililere göz yumarak, muhalefetin merkez-sol yetkilileri görevden almak için bu skandalları kullanmasına izin verdi. Latin Amerika, Batı’dan makine ve makine parçaları ithal ederken, Çin, makineleri üreten Batılı şirketleri ve teknolojilerini satın aldı ve ardından Çin teknolojik gelişmelerini uyguladı. Çin başarıyla krizin üstesinden gelerek muhaliflerini yendi, yerel tüketimi arttırmayı sürdürdü ve iktidarını güçlendirdi. Latin Amerika merkez solu Brezilya, Arjantin ve Paraguay’da siyasi yenilgiler yaşadı, Venezuela ve Bolivya’da seçimleri kaybetti ve Uruguay’da geri çekildi.

Sonuç

Çin politik ekonomik modeli, emperyalist Batı ve soldan daha başarılı oldu. ABD Ortadoğu’da İsrail adına savaşlar için milyarlarca dolar harcarken Çin benzer miktarı ileri teknoloji, robotik ve dijital yenilikler için Almanya’ya yatırdı. Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Çin’i kuşatmak ve korkutmak için ‘Asya ekseni’ politikası büyük oranda boşa harcanmış bir stratejisi olduğu halde, Pekin’in ‘Pazar ekseni’ ekonomik rekabet gücünü arttırmasına hizmet etti. Sonuç olarak, son on yılda Çin’in büyüme oranı ABD’nin üç katı olmuştur. Ve gelecek on yıl içinde Çin, üretken ekonomisini ‘robotize ederek’ ABD’yi ikiye katlayacaktır. Askeri tehditler ve korkutmaya aşırı bağımlı ABD’nin ‘Asya ekseni’, milyarlarca dolar değerinde kayıp yatırım ve pazar demektir. Çin’in ‘ileri teknoloji ekseni’ gele-

ceğin Batı’da değil Asya’da olduğunu ortaya koyuyor. Çin deneyi, gelecek Latin Amerika sol hükümetlerine dersler sunuyor. Her şeyden önce Çin, meta patlamaları ve tüketici stratejilerinin kısa dönemli faydaları yerine dengeli bir ekonominin gerekliliğini vurgular. İkincisi Çin, teknolojik yenilik için mesleki ve teknik eğitimin, ABD’de bol bol öne çıkarılan business okulları ve üretken olmayan ‘spekülatif ’ eğitimden daha önemli olduğunu gösterir. Üçüncü olarak, Çin, sosyal harcamalarını temel üretim etkinliği alanlarına yatırımıyla dengeler. Rekabet ve sosyal hizmetler birleştirilmiştir. Çin’in hızlı büyüme ve toplumsal istikrarı, gelişmiş ekonomileri öğrenip aşmayı hedeflemenin özellikle toplumsal eşitlik ve halk iktidarı alanlarında önemli sınırları vardır. Burada Çin, Latin Amerika solunun deneylerinden öğrenebilir. Venezuela Devlet Başkanı Chavez iktidarı dönemindeki sosyal haklar ve kazançlar incelemeye değerdir. Bolivya, Ekvator ve Arjantin’de neo-liberalleri iktidardan atan halk hareketleri, Çin işverenler ve devlet arasında yağmalama üzerine kurulu bağ ve sermaye kaçışına karşı duruşu güçlendirebilir. Çin, sosyo-politik ve ekonomik sınırlara rağmen ABD askeri baskısına başarı ile karşı durdu ve hatta Batı’ya ilerleyerek dengeleri tersine çevirdi. Son tahlilde, Çin’in büyüme ve istikrar modeli, Latin Amerika solunun son zamanlardaki çöküşüne ve Washington’un global askeri üstünlük aramasının yarattığı politik kaostan çok daha üstün bir yaklaşım gösteriyor.

23


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2017

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.