Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
Politik Kutbumuzu Yaratmak Zorundayız FİYAT: 2 TL
YIL:7 SAYI:58
EYLÜL 2017
WWW.SODAP.ORG /SODAP
/SODAP74
Karanlığa Akışı Durdurmak Faşizmin Kurumsallaşmasına Karşı Ortak Mücadeleyi Örelim “Kıvılcımlı’nın Söyleyeceği Çok Şey Var” Alevilerin “Var Olma” Sorunu
KARANLIĞA AKIŞI DURDURMAK IÇIN
ORTAK MÜCADELEYI ÖRELIM!
Yangının Ekolojik ve İdeolojik Yıkımı Çöküşe Doğru Dost Kazığı Devlet, Patron, Markalar ve Sarı Sendikal Anlayış Üzerine Erkek Egemen Düzene Rıza Göstermeyeceğiz Betonlaşmış Politikalarınızla Birlikte Siz de Gideceksiniz Örgüt ve Aile Gelin Hep Birlikte Sırtımızı Bu Sisteme Dönelim Referendum ve Sapla Samanı Karıştırmak Shakespeare’i Soldan Yeniden Yaratmak 1
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani, bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.
Yıl: 7, Sayı: 58 Eylül 2017 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: H. Özgür ÖZCAN Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34
2
yaşamaya dair, N. Hikmet
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
POLİTİK KUTBUMUZU YARATMAK ZORUNDAYIZ
D
ünya siyasal süreci kaotik bir ortamda sancılı bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. Bir yandan güç kaybeden ABD ve AB, bir yandan yükselişte olan Çin ve Rusya. ABD’nin en son Kuzey Kore’ye tehditlerinin arkasında yükselişte olan Çin’e mesaj iletmek olduğu biliniyor. Güç dengelerinden kaynaklı ABD’nin hem Rusya’yı hem Çin’i karşısına alması mümkün değil. Zaten ikisini karşısına alması Rusya ve Çin’in birbirleri ile olan ilişkilerini güçlendirecektir. ABD’nin 2017 Pentagon stratejisinde kendilerine tehlike olarak gördükleri ülkeler arasında Rusya, Çin ve İran başta geliyor. Bunun arkasında yatan asıl gerilim noktası dünyada yaşanan kapitalizm krizi hala çözülememekte olmasıdır. ABD ancak Pasifiklere açılarak Çin ve Rusya’nın pazarlarını daraltmak zorundadır. Kapitalizmin bu krizi dünyada güç merkezlerinin dizilişinde büyük gerilimlerle ilerlerken, bir yandan da dünya halkları açısından kapitalizmin yarattığı cehennemden hesap sormanın kapılarını da açabilir. Mesela Venezüella’da ABD’nin askeri darbe tehdidine karşı Maduro, halk güçleri ile birlikte büyük bir tatbikat yaptı. Ortadoğu’da halklar büyük bir savaşın içinde kendilerinin özgürlükleri için alan açmaya çalışıyorlar. Bu gidişi kabullenmeyen bir halk kitlesi de büyüyerek kendi kutbunu yaratmak için direnmektedir.
dine biat ettiremiyor. 16 Nisan referandumunda bunu açıkça gördük. Bu yüzden Erdoğan kendisi açısından 2019’u garanti olarak görmüyor. Bu yüzden OHAL ve KHK gibi bir silahı varken, devletin bütün baskı güçlerini elinde toplamak için hızlı davranıyor. MİT’i kendisine bağlamasını böyle okuyabiliriz. FETÖ operasyonları ile kendi içine korku verirken, AKP hükümetinin keyfileşerek çürüyen sistemini ‘metal yorgunluğu’ tanımlaması ile revize etmeye çalışıyor. AKP hem iç politikada hem dış politikada tökezledikçe Türk burjuvazisi alternatiflerini örmeye çalışıyor. Meral Akşener Merkez Demokrat Parti kurarak AKP ve MHP’ye karşı öfke duyan bir kitleyi kendilerine çekmeye çalışıyor. Bir yandan CHP Adalet Yürüyüşü ile başlattığı taktiksel hamlesini, Adalet Kurultayı ile devam ettiriyor. Bu iki kutup klasik devlet anlayışı ile bakan kutuplardır. Bugün Kürt sorununun çözümüne dair bir kelime bile söylemekten çekiniliyorsa, oradan adalet çıkmaz. Tutukla-
nan milletvekillerine, belediye başkanlarına dair bir cümle bile söylenmiyorsa adalet kör, demokrasi topal olur. HDP ile yan yana gelmekten bile imtina eden bir CHP eskiyi yıkıp, nasıl yeniyi kuracak. Bu iki kutbun güçlenmesi demokrasi mücadelemizin iceberg’e çarpması gibi bir şey olur. Bu yarattıkları politik havanın kime yarayıp, kime yaramayacağına daha derin bakmak lazım. Bu durumu 7 Haziran’da büyüyen HDP’nin önünü kesme hamleleri olarak okumamız gerekmektedir. CHP’nin kendi tabanını ayrı bir yere koyarak söylemek gerekir bütün bunları elbette. Bu kitlelerin içinde örgütlenerek kazanmak zorundayız. Türkiye siyasetinde egemenler kendi kutuplarını şekillendirirken, biz yoksullar da kendi kutbumuzu kurmalıyız. Bunun öznesi olan hala HDP’dir. Ama bu mücadele hattı HDP’yi de aşan bir boyuttadır. Daha geniş bir cepheyi örgütlemek durumundayız. Düzenin politik akışında boğulmak yerine, de-
mokrasi, özgürlük, barış, emek mücadelesi verenler kendi politik çizgimizle halkların yüreğini fethetmeliyiz. Önümüzde iki büyük miting olacak. Bunlar egemen kutba karşı “Biz de buradayız!” demek için iyi bir fırsattır. 10 Eylül Dünya Barış Günü Mitingi Bakırköy’de yapılacak. Kirli savaşın geldiği bu boyutta Kürt halkı ile buluşmak için önemli bir miting. Diğeri 17 Eylül’de Alevi örgütlerinin Kartal’da düzenleyeceği laik, bilimsel, anadilde eğitim talepli olacak miting. Birer hafta ile olacak bu mitingler, Kürtlerin, Alevilerin, yok sayılanların, yoksulların, emekçilerin “Biz buradayız, direniyoruz!” demesi için büyük bir fırsattır. Kendi taleplerimizle, kendi çizgimizle, milyonların mücadelesi ile kendi kutbumuzu yaratabilirsek işte o zaman gerçek anlamda biz kazanacağız.
Türkiye’de siyasal üslup ‘racon kesme’ seviyesine kadar düşerek kendi içler acısı durumunu göstermektedir. AKP hükümeti tamamen devletin zor gücü ile ayakta kalmaya çalışıyor. OHAL ve KHK’larla faşizmi kurumsallaştırmaya çalıştıkça, öfke de biriktiriyor. Şimdilik sokağa çıkma oranı az olsa da AKP, halkı ken-
3
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
KARANLIĞA AKIŞI M. SİNAN MERT
4
S
on KHK (no: 694) Erdoğan’ın devletin faşist yeniden yapılanmasında vites arttırdığının bir işareti. Artık KHK’ların içeriğinin sınırlanması ile ilgili devlet yapılanması içinde işlev görebilecek hiçbir kurum kalmadı. Erdoğan’ın iradesi dışında belirleyici olabilecek tek güç toplumsal muhalefet. Dolayısıyla bir yandan Türk tipi faşist Başkanlık rejimi yapılanması hızlandırılırken bir yandan da toplumsal muhalefetin parçalanmasına dönük hamlelerini hızlandırmaya çalışıyor. Özellikle zor aygıtı üzerindeki Saray vesayeti giderek güçleniyor. Normal koşullarda 15 Temmuz’da yaşananların en büyük sorumlusu olarak görülmesi gereken zor aygıtının şefleri taltif edilerek üzerlerine kol kanat geriliyor. Bu esnada ABD Savunma Bakanı ziyaretinde de gündem olan “üst düzey PKK’lilere suikast için işbirliği” ile ilgili kimi adımlar atılmaya çalışıldığı da anlaşılıyor. MİT’in doğrudan Saray’a bağlanmasından kısa süre sonra kimi MİT elemanlarının PKK liderlerine dönük girişimlerde bulunurken yakalandığı haberleri geliyor.
Bütün bu gelişmeler Saray’ın işin son halini verme konusunda elini çabuk tutmak istediğini gösteriyor. Suriye’de olası hamleler, Afrin’e dönük müdahale tehditleri, suikast girişimleri bu çabuk tutmanın bir tür manivelası olarak görünüyor. Saray toplumsal muhalefet bir şekillenme yaşayamadan, Suriye’de taşların daha da yerine oturması devlet içinde oluşan güvenlik paktını dağıtmadan, ekonomik sorunlar yumak haline gelmeden -devlet maliyesinin giderek daha büyük borç altına girmesiyle piyasada bir tür hareketlilik şimdilik sağlandı- 2019’da gerçekleşmesi gereken seçimleri öne almak isteyen bir görüntü veriyor. Erdoğan’ın “ikinci çeyrekte %7 büyüme bekliyorum” tarzında TÜİK’e ilettiği sipariş de bu eğilimi ifade ediyor. İnşa edilen “şey”in mahiyeti ile ilgili olarak ise şüphesi olan artık kalmadı olsa gerek. Kimi liberal bakışlar “16 Nisan’da evet çıkarsa işler biraz yumuşayabilir” beklentisi içerisinde idi. Geçtiğimiz yaz ise temponun düşmek yerine arttığını gözlemledik. Hitler’in 1932’de iktidara gelmesi sonrasında ele geçirdiği tüm hukuki olanaklar şu an itibariyle Erdoğan’ın elinde de fazlasıyla
var. Saray’ın toplumsal muhalefet tarafından mecbur bırakılmadıkça seçimler öncesinde OHAL’i kaldırmayacağı kesin. Yargı üzerindeki denetim Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın iki büklüm resepsiyon selamlaşma fotoğrafı ile tescillenmiş bir biçimde ortada. Basın üzerindeki karartma tam anlamıyla devam ediyor. HDP’nin kadroları ve duyarlı sosyalistler dışında HDP’nin 1 ay boyunca onlarca milletvekilinin açık hava cezaevlerinde sokaklarda yatarak başardığı Adalet ve Vicdan eyleminden haberi bile olmadı. Böylesi koşullarda gidilecek bir seçimin kazanılabilmesinin de mucizelere bağlı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylesi bir mucize gerçekleşse bile zor aygıtı üzerinde kurulmaya çalışılan tam denetim tam da böylesi koşullarda iktidarı vermeme üzerine bir hazırlık olarak da değerlendirilemez mi? Tablo bu kadar açık. Ne dış baskılar, ne AKP içerisindeki çatlaklar, ne Akşener’in AKP’den alacağı oylar ne de OHAL koşullarında Saray’ın karşısına çıkacak toparlayıcı bir aday bu tabloyu değiştirebilir. İşlerin normal ve makul bir çerçevede ilerleyeceğine dair bütün beklentiler yok
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
DURDURMAK oluşa davetiyedir. Hukuksuzluğu hukukileştirerek ele geçirebileceği en büyük kozu kazanmış bir klik karşısında, işlerin normal ve makul bir çerçevede gelişeceğini ummak yenilgiyi kabullenmek anlamına geliyor. 7 Haziran sonrasında içine düşülen en büyük tuzak buydu. Koalisyon görüşmeleri devam ederken arka planda gelişen çerçeve yeterince berrak okunamadı. Bugün hala sürecin kavranmasını bir karartma ile imkânsız hale getirmeye çalışan yaklaşımlar mevcut. Ayhan Ogan isimli AKP’li siyaset esnafı aslında yaşananların politik programını bütün yalınlığıyla ortaya koymuştu. Yalanların arasında bir anda ışıldayan bir pırıltılı gerçek, geçici bir aydınlanma hali yarattı. Ancak kandırılmak istenenlerin kandırılmaya yatkınlığı -ki büyük oranda ne yapacağını bilememekten kaynaklanan bir çaresizliğin mahsülüdür-, yalan söyleyenlerin de yalanda ısrarcılığı bu aydınlanma haline kısa sürede son verebildi. Baykal örneğin -ki kendisi de inşa edilen şemanın CHP içerisindeki uzantısıdır- “sakin olmak lazım, bunların düşüşü artık başladı” diyerek aslında olağanüstü bir durumun bulunmadığı görüntüsü vermeye çalışıyor. İsmail Saymaz bir Medyaskop programında gördüğüm kadarıyla Erdoğan’ın 2019 seçimlerini kazanmasının neredeyse imkânsız olduğunu anlatıyor. Okuyan-Güler KP’si de neredeyse HAYIR bloğunun Erdoğan’a alternatif ortaya çıkarmak adına koordine olmasına dönük tüm düşüncelerin arkasında emperyalizmi görüyor. Kendi durumunu meşrulaştırmak için yıllardır manasız bir biçimde savunageldikleri “liberal restorasyon”a karşı pozisyon almaya devam ediyor. Solun tarihindeki en karikatürize ahmaklıklardan birisinin -Yetmez Ama Evet’i bile rahatlıkla yarı yolda bırakır- mimarı olduklarını anla-
malarını boş yere beklememizin gerektiğini artık anlıyoruz. Oysa bu toplumda faşizmi durdurabilecek bir potansiyel fazlasıyla mevcut. Zaten durumun 2013’ten beri bu kadar can sıkıcı bir biçimde ilerlemesinin en önemli sebebi de bu. Saray’ın projesinin hep bıçak sırtında kalması da bu sebepten ve birçok kişinin bu potansiyeli somutlaştırabilmek için kafa yorması, heyecan duyması da bundan. Ancak bu potansiyeli somutlaştırması gereken politik toplumun unsurları -yani şu veya bu ölçekte halkçı, demokratik, sosyalist bir siyaseti geliştirmeye çalışan kadrolar- kendi ezberlerini bozamadıkları, rutinlerini bozmaya yanaşmadıkları için potansiyel somutlaşmıyor. Potansiyelin parçalı, çokluk görünümündeki hali kendiliğinden bloklaşmayı imkansız kılan fay hatları ile bezeli. Bu fay hatlarının aşılmasını sağlayacak bir toparlayıcı önderliğe, ortaklaştırıcı hikayeye ihtiyaç var. Faşizme karşı ortak mücadele birçok açıdan böylesi bir siyasi söylemin meşru zeminini kuruyor. HDP’nin Adalet ve Vicdan nöbetleri olağanüstü bir emek ve özveriyle hayata geçirilmesine rağmen bütün kıymetinin yanı sıra, aynı zamanda hareketin sınırlarını da göstermiş oldu. Var olan koşullar içerisinde HDP’nin tek başına çıkışlarının bir kartopu etkisi yaratabilmesi mümkün değil. CHP’nin Adalet Kurultayı da şunu açık biçimde gösterdi ki düzenin hegemonyası CHP tabanında giderek zayıflarken yukarılara çıkıldıkça taş gibi sapasağlam duruyor. Berberoğlu’nun tutuklanmasının yarattığı şok dalgaları şimdilik sönümlenmiş durumda. “Bira içme” meselesinde olduğu gibi CHP yönetimi AKP tarafından kedi-fare oyununda fare rolüne yazılabiliyor.
Oysa bu toplumda faşizmi durdurabilecek bir potansiyel fazlasıyla mevcut. Zaten durumun 2013’ten beri bu kadar can sıkıcı bir biçimde ilerlemesinin en önemli sebebi de bu. Saray’ın projesinin hep bıçak sırtında kalması da bu sebepten ve birçok kişinin bu potansiyeli somutlaştırabilmek için kafa yorması, heyecan duyması da bundan. Ancak bu potansiyeli somutlaştırması gereken politik toplumun unsurları -yani şu veya bu ölçekte halkçı, demokratik, sosyalist bir siyaseti geliştirmeye çalışan kadrolar- kendi ezberlerini bozamadıkları, rutinlerini bozmaya yanaşmadıkları için potansiyel somutlaşmıyor.
Bugün anti-faşist mücadelenin politik programı artık netleşmiş durumdadır: Bir Geçiş Hükümeti inşa etmek. Bu koşullarda bir seçim yapılamayacağını, OHAL kaldırılmadan yapılacak bir seçimin kurbanın boynunu kasaba uzatması anlamına geldiğini, basın özgürlüğünü, düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü temin etmeden girilecek bir seçimin faşizmi meşrulaştırmak anlamına geleceğini, iktidara gelindiğinde ülkeyi demokratik seçimlere taşıyacak bir Geçiş Hükümeti olarak çalışılacağını, AKP’nin yarattığı büyük tahribatın ve toplumsal parçalanmanın aşılması sağlanmadan demokratik bir iradenin gerçek anlamda ortaya çıkmasının mümkün olamayacağını anlatan bir program olmalıdır bu. Yegane programı, demokratik bir seçimi mümkün kılabilecek düzenlemeleri gerçekleştirmek olan bir iktidar önermeliyiz topluma. Demokrasi için Birlik, böylesi bir programın güçlü bir biçimde dillendirilebileceği bir araç olabilir.
Kendisini bu “kadarcık” bir demokratik programın savunusuna indirgeyecek bir “komünist, devrimci” aktör tasfiye olmaz mı? Olmayabilir. Kendi özerkliğini yitirmeyen, yoksullar ve işçiler içerisindeki derinleşmesini hızlandıran, gerçek kurtuluşun ancak geçmişin derslerinden öğrenmiş bir 21. yüzyıl sosyalizminde olduğunu kadrolarını doğru bir biçimde aktaran, faşizmin yenilmesiyle ortaya çıkacak toplumsal enerjinin üzerinde hızla yükselebilecek bir örgütsel, teorik ve kadrosal birikime sahip olan bir hareket, bu geri çekilmeden ancak çok daha güçlü bir biçimde ileri atılabilmek için yararlanacaktır. Bir yandan en geniş demokrasi bloğunun içerisinde gerekirse sınıf düşmanları ile bile bir araya gelebilecek bir esneklik diğer yandan da hiçbir hayalperestliğe düşmeden bunun içinde devamlı bir hegemonya mücadelesini sürdürebilecek bir yetkinlik. Artık bu konuda en hızlı biçimde netleşmek, bir tartışma varsa tüketmek ve tüm güçle harekete geçmek gerekiyor.
5
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
FAŞİZMİN KURUMSALLAŞMASINA ELİF CAN
HDP, 7 Haziran’da bu rejimin inşasının önündeki en temel engel olduğu görüldüğü için, o günden beri çok büyük bir bitirme, çökertme saldırısının hedefi durumunda. Beş bine yaklaşan tutuklama furyası işlevsizleştirmeyi, kriminalize ederek tecrit etmeyi, olası ittifak güçlerinden yalıtmayı hedefliyor. HDP, bütün bunların karşısında şimdiye kadar ayakta kaldı, mücadele devam etti.
6
16
Nisan referandumunun ortaya koyduğu politik sonuçlar, bütün siyasi öznelerin bir durum değerlendirmesi yapma, kendi konumunu ve hedeflerini yeni durumda yeniden tanımlama ve buna uygun bir yol haritası çizme ihtiyacını ortaya çıkardı. Elbette her bir etapta yeniden gözden geçirilmesi gereken dinamik bir süreç olarak. 2019 seçimleri tartışma gündemlerine girmeye başladı. Ancak onu tartışmadan önce süreci, belli başlı siyasi aktörleri, ihtiyaçlarını, yönelimlerini, davranışlarını değerlendirmek gerek. 2019’da seçim olacaksa ya da olmayacaksa sonucu belirleyecek olan toplumsal dinamiklerin o zamana kadar nasıl dizildiği olacaktır. Referandumun ardından, asli işi olan AKP Genel Başkanlığı’nı resmen yeniden alan Erdoğan, hızla örgütünün içini düzenlemeye girişti. Her bir kadrosunu siyasal hedefleri doğrultusunda hizaya dizmek için “itibarsızlaştırma ve tasfiye etme” sopasını ve “2019’u kazanamazsak ballı günlerin sonu olur” tehdidini sürekli güncel tutuyor. OHAL ve KHK’lar ile Türk tipi faşist, siyasal İslamcı başkanlık sistemi olarak biçim kazanacak olan “Yeni Devleti”nin inşasına hız veriyor. 2019’daki seçim sonrasında “hukuki”leşecek uygulamaları KHK marifetiyle bugünden dayatıyor (Bakınız 694 nolu KHK). 16 Nisan’da, toplumun en az yarısının rızasının olmadığını açıkça ortaya koyduğu koşullarda, yeni rejim inşasının mümkün ya da güvende olmayacağını bildiğinden zor aracılığıyla rıza devşirmeye çalışıyor. İç ve dış siyasette siyasi meşruiyetini artıracağını hesap ettiği “çılgın projeler” kurguluyor (En uygun projenin bir sınır ötesi operasyon olduğunu düşünüp, zemin kolluyor.) Şimdiye kadar yaptıklarının rıza
üretmek bir yana toplumdaki yarılmayı artırmış olması onun için caydırıcı bir durum oluşturmuyor. Meşruiyet yaratamasa da toplumun bilincini rehin alarak, muhalefet odaklarını zapturapt altına alıp hareketsiz bırakarak istediğini başaracağını düşünüyor. Devlet aygıtını ele geçirmiş olmanın avantajını kullanarak, her bir olasılığa ayrı ayrı hazırlanıyor. Başka şansı yok, her ne pahasına olursa olsun hedefine ulaşmalı. Aksi durumda kurmak istediği rejimle birlikte kendisinin de sonunun geleceğini biliyor. AKP-MHP-Ergenekon’un “yeni rejim” ittifakının kurulmasının ardından bu projeye ikna olmayan MHP kadrolarının harekete geçmesiyle Akşener etrafında oluşan muhalefet odağı, yeni bir siyasi parti kuruyor. MHP ve AKP tabanına hitap etme kapasitesine sahip olması beklenen bu oluşum henüz sahanın kenarında ısınma hareketleri yaptığından oyun gücü ve planı konusunda fikir yürütmek için erken. Ancak kendisini alternatif bir “merkez sağ” parti olarak kurguladığı ve Saray rejiminin muhalifleri ile dirsek temasını gözeteceği izlenimi veriyor. CHP, 16 Nisan akşamı “Hileli sonuçları tanımıyoruz” diyerek kitleleri sokağa çağırma cesaretini gösteremeyince sandıkta “Hayır” diyen toplumsal muhalefetin fiili bir güce dönüşmesi için önemli bir momenti heba etti. Devlet partisi CHP, “bir sosyal demokrat parti olmaya doğru adım atma kapasitesi var mı” diye soranları/bekleyenleri bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. 15 Haziran’da başlattığı “Adalet Yürüyüşü” net bir içeriğe ve mücadele programına sahip olmamasına rağmen sokağa inmiş olması, ilk kez gündem belirleme yeteneği göstermiş olması ve adalet/hukuk/demokrasi isteyen kesimler için buluşma nokta-
sı olması nedeniyle demokrasi güçlerinin desteğini aldı. Kitleler için korkuyu kıran, bir şeyler yapılabilir umudunu büyüten bir etki yarattı. Yürüyüşün ardından 9 Temmuz’da İstanbul’da gerçekleştirdiği miting kitleselliği ile Saray’ın sinirlerini bozmaya yetti. Kılıçdaroğlu’nun adalet arayışını sürdürmekte kararlı olacağı yönündeki açıklamalar CHP’nin demokrasi mücadelesindeki yeri konusunu yeniden gündem yaptı. Sonrasında atacağı adımlar merak konusu oldu. Ağustos sonunda gerçekleştirdiği Adalet Kurultayı ise belli bir ilgi odağı olmasına rağmen organizasyonda davetli tercihlerinden, sonuç bildirgesinin politik içeriğine kadar eksikleri/sınırlılıkları ile anıldı. Gündem yaratan değil AKP/Saray iktidarının ideolojik politik etki alanı içinde yeniden savunmacı pozisyonuna çekilen, özgürlüklerden yana tavır koyma becerisi gösteremeyen bir “muhalefet” çizgisine çekildi. Bu durum, “yeni rejimin” inşası karşısında gerçek bir muhalefet odağı olacak kararlılığı ve oyun planı var mı sorularını yeniden gündeme getirdi. Bu konuda umutvar olmak isteyenler için bile güvenilir bir noktada durmadığı açık. Ancak CHP’nin kurumsal yapısının bütün bu gerçekliğine rağmen tabanının demokrasi mücadelesini büyütmek konusunda istekli olduğu net bir şekilde görülüyor. Bu isteğin gerektirdiği kararlılığı ise örgütlemeye ihtiyaç var. HDP, 7 Haziran’da bu rejimin inşasının önündeki en temel engel olduğu görüldüğü için, o günden beri çok büyük bir bitirme, çökertme saldırısının hedefi durumunda. Beş bine yaklaşan tutuklama furyası işlevsizleştirmeyi, kriminalize ederek tecrit etmeyi, olası ittifak güçlerinden yalıtmayı hedefliyor. HDP, bütün bunların karşısında şimdiye
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
KARŞI ORTAK MÜCADELEYİ ÖRELİM kadar ayakta kaldı, mücadele devam etti. Ancak onun tek başına ve kararlı mücadelesi sonucu değiştirmeye yetmiyor. Vicdan ve Adalet nöbetleriyle startı verilen mücadele programı yeni etaplarla devam edecek. Şimdi, 16 Nisan’da bütün farklılıkları ve birbiriyle uyumlu olmayan istekleriyle tek adam diktatörlüğüne itirazlarını OHAL koşullarında ve Kürt illerinde silahların gölgesinde kararlıca gösteren kitlelerin bu ısrarını ortak paydada bir mücadele programı etrafında örgütlemeye ihtiyaç var. HDP yeni dönemde bu konudaki kararlılığı değil ama kapsayıcılığı, esnekliği ve taktik ustalığı konusunda sınav verecek. HDP’nin içindeki ve dışındaki sosyalist güçlerin bu politikaların inşasında geliştirici, destekleyici rol ve inisiyatif almaları önemlidir.
güçlerin birlikte davranışını örgütleyecek bir mücadele zemini tanımlamak. Farklı taleplerin kesişim noktasını ortak program olarak ortaya koymak ve onun için birlikte harekete geçmek. Zeminin sertliğine, faşist ittifakın her türlü saldırısına hazırlıklı olmak. Bu mücadelede farklılıklarımızı, bayraklarımızı ortadan kaldırıp tekleştirmeye çalışmadan bir arada olabilmek. İlk hedefe varıldığında herkesin farklı demokratik taleplerinin rekabetine olanak sağlamak.
16 Nisan’da bütün farklılıkları ve birbiriyle uyumlu olmayan istekleriyle tek adam diktatörlüğüne itirazlarını OHAL koşullarında ve Kürt illerinde silahların gölgesinde kararlıca gösteren kitlelerin bu ısrarını ortak paydada bir mücadele programı etrafında örgütlemeye ihtiyaç var. HDP yeni dönemde bu konudaki kararlılığı değil ama kapsayıcılığı, esnekliği ve taktik ustalığı konusunda sınav verecek. HDP’nin içindeki ve dışındaki sosyalist güçlerin bu politikaların inşasında geliştirici, destekleyici rol ve inisiyatif almaları önemlidir.
O halde hep birlikte bunları konuşmaya başlayalım…
Bugün önümüzdeki ilk görev açık ve nettir. Faşizmin kurumsallaşmasına karşı olan bütün
7
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
“KIVILCIMLI’NIN SÖYLEYECEĞİ ÇOK ŞEY VAR” RÖPORTAJ
Kıvılcımlı Enstitüsü Derneği’nin son genel kurulunda başkanlığa seçilen Av. Sevgi Evren’le Enstitü’nün misyonu ve çalışma planı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Merhaba, Enstitü’den bahseder misiniz, ne zaman kuruldu, bu zamana kadar nasıl çalışmalar yaptı? Merhaba, aslında bu genel kurulda bir bayrak devri yaşandı. Bu Kıvılcımlı’nın mirasının gelecek kuşaklara taşınması bakımından çok önemli bir işlev gören Enstitü’de bir görev devriydi. Bize düşen günümüz sosyalist hareketinin bir bileşeni ve Kıvılcımlı’nın takipçileri olarak bu bayrağı devralmaktı. Türkiye sosyalist hareketinin kurucu kadrolarından olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 69 yıllık yaşamının 50 yılını teorik-pratik savaşın içinde geçirdi. Teorik ve pratik yaşamı, örgütlü mücadeleye olan inancı, devrime bağlılığı ve bizlere bıraktığı 100’ü aşkın eserle de yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Kıvılcımlı Enstitüsü, bu devasa mirasın yüklediği bir sorumlulukla ve Kıvılcımlı fikriyatının
bir yekün halinde derli toplu bir arada tutulması, takibinin yapılması ve sonraki nesillere taşınması misyonunu yüklenerek, dernek olarak 2014 yılı Ağustos ayında çalışmalara başladı. Birçok aydın ve sosyalist enstitü derneğinde kurucu olarak yer aldı. Kıvılcımlı Türkiye sosyalist hareketinin ortak hafızası ve ortak mirası olduğu için Enstitü çalışmaları tüm kesimlere açık olarak yürüyor. Kıvılcımlı’nın basılmış eserlerinin takibi, yeniden basımı, basılmamış eserlerinin izinin sürülmesi ve günümüze taşınması, Kıvılcımlı adına yapılan çalışmaların arşivlenmesi, kişisel arşiv ve belgelerinin toplanması, Kıvılcımlı okumaları yaparak güncel siyasette daha iyi anlaşılması için bir dizi tartışmalar yapılması gibi birçok etkin faaliyet ile bu görev yerine getirilmeye çalışılıyor. Ayrıca, hayatı boyunca burjuvazinin mahkeme ve cezaevlerinden başını alamamış bir devrimcinin mahkemeleri, savunmaları, cezaevi yaşamı, dışardaki mücadelesiyle ilgili de birçok bilgi ve belgenin adliye ve diğer devlet arşivlerinde durduğunu, tutuklamalarla ilgili o günlerin gazetelerindeki haberlerin derlenmemiş olduğunu göz önüne alırsak, daha yapılacak çok işimizin olduğunu söyleyebiliriz. Bugüne kadar ise Kıvılcımlı okumaları adı altında okuma grupları ile Kıvılcımlı’nın eserleri
okunarak tartışma toplantıları yapıldı. Kıvılcımlı’nın ayak izlerini sürmek amacıyla, onun yaşadığı ve çalıştığı yerleri tespit ve bu mekanlarda çekimler yaparak bir kayıt altına alma/tarih çalışması yapıldı. Gerek mezar başı gerekse de salon toplantıları ile anma toplantıları yapıldı. Bununla beraber Fatma Nudiye Yalçı, İsmet Demir anmaları da yapıldı. Tanıklarla Kıvılcımlı Söyleşileri ve daha birçok faaliyet gerçekleştirildi. Kıvılcımlı’yı günümüzde bir kez daha anlamaya çalışmanın ve genç kuşaklara anlatmanın önemi nedir sizce? Kıvılcımlı Türkiye sosyalist hareketinin en önemli kurucu önderlerinden birisi. Türkiye siyasi tarihinin ortak hafızası ve ortak mirası. Türkiye’de devrim koşullarını kendi orijinalliğinde, kendi somut koşullarına göre tahlil eden, işçi sınıfının varlığını ve devrimde öncü rolünü o yıllarda ısrarla ortaya koyan, Kürt sorununa döneminde en doğru yaklaşımı sergileyen, teoride ve pratikte devrime duyduğu inançla örnek bir devrimci kişilik sergileyen Kıvılcımlı; teorik birikimi ile döneminin Türkiye siyasetini beslediği gibi bugüne de ışık tutmaya devam ediyor. Uzun cezaevi yıllarında, imkansızlıklar içinde zindanları üniversiteye, kütüphaneye dönüştüren ve en çok eser veren devrimci önder. Her bir eserinin bugünün Türkiye’sine ve işçi sınıfına söylediği çok şey var. Bunları bugünün güncel koşulları ile tekrar okumanın ve bu mirası yarına devretmenin önemi kuşkusuz ki tartışılmaz. Enstitü olarak bundan sonra nasıl çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz? Öncelikli olarak, bir önceki dönemden devrolan görevler olacak. Bugüne dek, basılı kitap halinde 64 eseri (8-10 bin sayfa),
8
Kıvılcımlı’nın yayına hazırlanıp, basılmayı bekleyen eserleri ile elimizde olan binlerce sayfa yazısı arşivlerde mevcuttur. Basılı eserlerini tanıtmak, arşivi yayınlamak ve gelecek kuşaklara ulaştırmak öncelikli ve sürekli koyduğumuz bir hedef. Sosyalist mücadeleye omuz verecek, özgür bir dünyanın inşasında görev alacak her genç için uğranılacak bir çekim merkezi ve bir durak olsun istiyoruz. Bunun yanında; Kıvılcımlı’nın herkese örnek olması beklenen kişiliği, hayatı, mücadelesi ve insani vasıflarının tanıtılması için yayınlar, araştırmalar, belgeseller yapmak, ulusal ve uluslararası girişimlerde bulunmak ve bu tür girişimleri desteklemek istiyoruz. Kıvılcımlı üzerine bilimsel eserler ve araştırmalar yapmak da enstitü olarak önümüze koyduğumuz hedefler arasında. Kasım ayı sonunda yapmayı düşündüğünüz sempozyumun konusu nedir, ele almayı düşündüğünüz meseleler neler olacak? Ekim Devrimi’nin 100. yılında Kıvılcımlı’nın 115. yıl anması olarak böyle bir sempozyum planlıyoruz. Türkiye siyasi tarihinin en büyük Marksist’i olarak Kıvılcımlı’yı Ekim Devrimi’nin güncelliğinde anmak, enstitü olarak önümüze koyduğumuz hedeflerden biriydi. Bu sempozyumda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın devrim meselesini yaşadığı toprakların orijinalliğinde ele alan yaklaşımına atıfla 21. yüzyılda devrim sorununu tartışmayı düşünüyoruz. Tüm dünya emekçilerinin kendi kaderini eline alma çabalarına ideolojik bir perspektif sunmak, reel sosyalizmin sorunlarını tartışmak ve 21. yüzyılda sosyalizm meselesini güncel verilerle ele almak önemli görevlerimizden biri diye düşünüyoruz.
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
ALEVİLERİN “VAR OLMA” SORUNU
A
levilerin amentüsü, her şeyi ile var olmaktır. Bunun için değil mi ki sayısız can vermesi? Bilhassa Osmanlı’da var olmak keskin iki seçeneği dayatıyordu. Ya İslam’ı seçeceklerdi ya da Alevilikte ısrar edeceklerdi. Genele oranla küçükte olsa İslam’ı seçip yolu terk edenler oldu. İkincisinde ısrarcı olan çoğunluğun peşini şiddetli zulüm yüzyıllardır bırakmadı. Osmanlı’nın şiddeti ve inkârı Aleviler için var olmanın yol ve yöntemlerini bulmayı zorunlu kıldı. Köylerini dağların eteklerine kurup buralarda “sır olan” Aleviler felsefesini, kültürünü, inancını beyitlerini büyük bir özveriyle kulaktan kulağa aktararak kendini var etmiş ve bugünlere taşımıştır. Bütün zor şartlara rağmen temel kural ve yaşam biçimlerini taşımalarında yol önderlerinin (pir, dede, ana, aşık vd) can pahasına olsa da büyük rolü vardı. Zira toplumuna önderlik eden Pir Sultan Abdal eğilip bükülmeden, uzlaşmadan Aleviliğin bugünlere değin var olmasını “Kadılar müftüler fetva yazarsa/ İşte kemend, işte boynum asarsa/
İşte hançer, işte kellem keserse/ Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” ikrarına canını vererek cevap olmuştur. Bu direngen ruh var olmanın temel koşuludur. O nedenledir ki “sözümüz özümüzdür” der Aleviler. Alevileri bugüne taşıyan var olma bilinci günümüzün önemli tartışma konusu. Kitlesel imhalara direnmiş, yaşamın içinde “sır olmayı” başarıp bugünlere taşıyan bir toplum nasıl olur da imkan ve olanakları Cumhuriyet öncesine göre daha fazla iken var olmayı tartışabilir? Aleviliği “tanımlama” tartışmalarına girmeden güncel sorunsallarını tartışmakta fayda var. Son çeyrek yüzyılı aşkındır verilen mücadele öncelikle ülkede Alevi varlığını kabul ettirdi. Buna paralel olarak kentlerdeki yığılmanın ihtiyacı olan inanç ve kültür merkezlerinin kurulmasını da -resmi olarak tanınmasa da- önemli kazanımlar arasına yazabiliriz. Yıllar içinde bu kurumlar (cemevi, dergah, dernek, vakıf vd) Alevi toplumunun ihtiyaçlarının karşılandığı mücadele alanları olarak önemli rol oynadılar. Aleviler Osmanlı döne-
minde uğradıkları kıyımlardan çıkardığı dersle hedef tahtasına oturdukları anlarda kitlesel tepki üretmesini becerebildiler. Kuşkusuz bu tepki verme ciddi derecede bazı yönelimlerin önünü almıştır. Sorun biraz da burada yatıyor. Devletin şiddetine karşı tepki vermeyi ve saldırılar geliştiğinde bir arada durma eğilimini örgütlenmeye evriltememe ve zamana cevap olamama problemi var. Devletle işbirliği içerisinde asimilasyonda misyon üstlenen kurumları yazımıza konu dahi etmiyorum. Alevi kurumları bugün toplumunun taleplerini dövüştürme ve zamanın ihtiyaçları doğrultusunda örgütlenmesini sağlama sorununu yaşıyor. Osmanlının Alevilere saldırısının asli sebeplerinden biri olan “kendi kendini yönetme” bugün yerini neredeyse düzeniçileşmeye bırakmış durumda. Kurumlar faaliyetlerini neredeyse “hizmet”e indirgerken, Alevileri temsil eden kanaat önderleri ya da yöneticileri -ciddi emek üretip Alevilerin mücadelesini dert edinenleri ayrı tutmak lazım- toplumla doğrudan bağlar kuramamıştır. Alevi toplumu örgütlenme ve talepleri için mücadele etme eğilimini geçtiğimiz yıllardaki eylem ve mitinglere katılımı ile göstermiştir. Sorun kurumların örgütsel yapısında. Bundan ötürü AKP-Saray rejiminin Aleviler
SEZGİN KARTAL için varlık sorunu yaratacak politikalarına tepki üretilemiyor. Çeşitli eylem veya mitinglerin ise alacağı sonuçların sınırları belli. Ötesinde adımların atılması için de mevcut yapılanmaların niteliği yetmiyor. O nedenle Alevi toplumu üzerinden kendini var eden yapılanmalar ortadan kaldırılmalıdır. Kendi içinde uzlaşmacı, Alevi toplumunun önünü tıkayan unsurlarla radikal bir hesaplaşılmaya ihtiyaç var. Yıllardır “cemevinde siyaset yapılmaz” anlayışını güdenlerin bu tıkanmada payı olduğu kadar liberal, uzlaşmacı, popülist kişiliklerin de payı büyük. Ülke her şeyiyle İslamileştirilirken Alevi toplumunun mevcut örgütsüzlüğüyle kendini koruması çok zor. Egemen güçler de tarihten ders çıkarıyor. Fiziki saldırılarla dönüştüremediği Alevileri pasifleştirerek çözme taktiği atıyor. Örgütlenmesini sağlayamayan bir toplum için bu çok tehlikeli bir politikadır. Aleviler, AKP ve Saray’a yanaşma gibi bir durumu olmanın tersine en fazla öfkeli kesimi teşkil etmektedir. Onu tehdit eden AKP-Saray rejiminin politikalarıdır. Bugün rejim değişirken Aleviler örgütsüzlüğünü ortadan kaldıramazsa düzenin çarkında rahatlıkla öğütülecektir. Tehlike çanları Aleviler için her zamankinden daha fazla çalıyor. Çünkü nasıl var olacağı sorunu orta yerde duruyor!
9
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
YANGININ EKOLOJİK SİDAR ARSLAN
D
ünya ormanları git gide küçülerek yok olmaya yüz tutuyor. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ülkeler daralan ekonomilerinin madenler, yollar, gayrimenkul yatırımlar ile hareket alanını genişletmeye, nefes almaya çalışıyor. Brezilya dünyanın akciğerleri olan Amazon Ormanlarını yok ediyor, Türkiye Kaz Dağlarını... Eskiden cesaret edilmeyen, dokunulmaz olarak görülen alanlar neoliberal politikalar ile göz bile kırpmadan yok ediliyor. Dünya bu yok oluşu kabullenmiş gibi görünüyor. Karşı çıkan topluluklar olsa da genelde sonuç değişmiyor. En son Ayvalık’ta bulunan Şeytan Sofrası’nda yanan bölgenin havadan çekilmiş fotoğrafı son derece şüphe çekiciydi. Yanan alan tam bir parsel sınırlarını andırıyor ve parçalı şekilsiz şekilsiz bir alan değil, tam da bir otele uygun dikdörtgen bir alan
10
olarak gözüküyordu. Bu da her yangın sonrası insanların aklına gelen kundaklama ihtimalini kuvvetlendirdi. Şarkıcı Haluk Levent bunun üzerine twitterdan yanan bölgenin fotoğrafını paylaşarak, “Buraya otel yapamayacaksınız, izin vermeyeceğim.” diyerek sosyal medyada yanan bölgeyi yeniden ağaçlandırmak için fidan dikme kampanyası başlattı. Kampanyaya olan ilgi oldukça büyüktü. İşte tam da olması gerektiği gibi, ani ve olası kötü niyetleri deşifre edecek bir adım. Sadece bu da değil İzmir’de, Muğla’da ve daha birçok yerde çıkan yangınlarda binlerce hektar orman içindeki canlılarla birlikte kül oldu. Bu tam da devletin işine gelen, her yaz yangın süsü verip yeni rant alanları açma politikası. Biz her sene aynı şeyleri yazmaktan bıktık, failler ormanları yakmaktan bıkmadılar. Öyle ya; rant kârlı iş...
Rant üzerine konuşuyoruz lakin bir de bunun siyasi boyutu var. Bu sene Dersim’deki yangın her anlamda Dersim halkında ağır bir travma yarattı. Belki de 38 operasyonundan bu yana bu denli bir yok oluş yaşamadı Dersim Ormanları. 0 gerçek anlamda tür zenginliği barındıran en önemli milli parklarından biri göz göre yakıldı, büyük bir oranda yok oldu. Ve devlet bu sırada ne yaptı; seyretti. Hatta ‘seyretti’ sözü eksik kaldı. Seyretmedi, aksine yangını söndürmeye çalışan Dersimlileri engelledi. Böylece yangın büyüdü, büyüdü ve bazı yerleşim yerlerini tehdit edecek boyutlara ulaştı. Sadece ormanlar değil, ormanlarla birlikte geyikler, dağ keçileri, kaplumbağalar ve birçok kuş türü hayatını kaybetti. Geriye ne kaldı; devletin katliamla, asimilasyonla, kültür erozyonu ile eritemediği Dersim, bu sefer sönmüş bir yangından sonra tüten ince dumanlara yuva oldu.
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
ve İDEOLOJİK YIKIMI Geçen sene Kürdistan’ın birçok yerinde bilinçli olarak çıkartılan yangınların çatışma bölgelerinde yoğunlaşması dikkat çekiyordu. Bu sene de Dersim, çatışma bölgelerinde çıkan yangınlarla boğuştu. Dersim’i asimile etme politikasına çanak tutan vekiller, fason yürüyüşler düzenlerken, Dersim’de çıkan yangınlarla ilgili hiç ses çıkartmamaları dikkat çekti. Dersim’in ormanları bu ülkenin ormanları değil miydi? Her orman yangınında “Ciğerlerimiz yandı” diye haber yapan medya Dersim’i ciğerleri değil de neyi olarak görüyordu ki hiç haber yapma değeri görmedi. Ekolojik kıyım her anlamda devam ederken, sosyolojik kıyım da buna paralel sürmeye devam ediyor. Sonuçta yakılan sadece ormanlar değil, yakılan yerlere uygulanan mimari değişiklikler bölgelerin sosyolojik yapısında da dönüşümlere yol açıyor. Nasıl bir ormanın oluşması yıllar sürerken, yıllar içinde oluşan sosyolojik kültür de hızla yok oluyor ve yenisi devletin asimilasyon politikaları ile şekilleniyor. Dersim’de yer yer devam eden orman yangınlarına ilişkin HDP Milletvekili Alican Önlü, TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verirken, CHP Milletvekili Gürsel Erol da yazılı bir açıklama yapmıştı. Dersim’de operasyonlarla birlikte orman yangınlarına en büyük tepki Dersim ve Alevi Dernekleri’nden gelmişti. Taksim Tünel’de bir araya gelen Dersim dernekleri ve Alevi örgütleri doğa talanına “Dur” dedi. Polisin, Tünel ‘den Galatasaray Meydanı’na yürümek isteyen kitleye izin vermemesi üzerine basın açıklaması tramvay inşaatının sürdüğü Tünel’de yapıldı. Yapılan basın açıklaması ise şöyleydi:
“ALEVİ HALKI İNANCINDAN KOPARTILMAK İSTENİYOR”
“DERSİM HALKI KİMLİĞİNE DE DOĞASINA DA SAHİP ÇIKACAK”
“Biz Dersimliler ve Dersim dostlarının yürekleri yanıyor. Daha önce defalarca yaşandığı gibi bir kez daha ormanlarımız yakılarak coğrafyamız yaşanılamaz hale getirilmeye çalışılıyor. Geçmişte olduğu gibi ana akım medya bu felaketi görmezden geliyor, devlet ise Dersimlilerin kendi imkânları ile yangınları söndürmesini de engelliyor. Yapılan ve yapılması planlanan baraj, HES projelerinin tehdidi yetmezmiş gibi bir de artık sistematikleşen orman yangınlarıyla yok edilmeye çalışılıyor. Devlet ve rantçı sermaye elbirliği halinde Dersim’i öldürüyorlar. Bu yangınlarla Dersim sadece insanlar için yaşanılamaz hale getirilmekle kalmıyor, Alevi inancı için kutsal sayılan doğası yakıp yıkılarak halk inancından koparılmaya çalışıyor. Bunun yanında hayvanların yaşam alanı ve hakları yok edilerek pek çok endemik bitki türü de zayi ediliyor.”
Açıklamanın devamında bu kapsamda Pülümür ilçesinde bulunan Meçi, Rabat Tepesi karşısındaki Mezra Köyü, Uzun Evler Mahallesi ve Kaymaz Tepe, Dere Boyu köyü civarı, Hozat’ın Boydaş mevkii ve Ali Boğazı bölgeleri, Dersim’in Nazimiye ilçelerinde ve merkeze bağlı Sarıtaş, Doğantaş mevkileri, keza Ovacık ilçesi ve Elazığ Karakoçan’da çıkartılan bu sistematik orman yangınlarıyla çok yönlü bir felaket yaşandığı vurgulandı.
laşsın, çaresizlikten Dersim’de yaşamaya devam edenler de kimliğine, haklarına, doğasına sahip çıkmak yerine boyun eğsin! Ancak boşuna! Dersim halkı hakları yanı sıra doğasını da koruma seferberliğini sürdürecektir. Üstelik sadece kendi doğasını değil, rantçı sermayenin gerçekleştirdiği diğer yağmalara ve tahribatlara karşı da bütün bir Türkiye’nin de doğasını savunacaktır!”
Açıklama şöyle devam ediyor: “Geçmişten günümüze bölgede yaşanan her çatışmanın ya da sürdürülen operasyonların ardından orman yangınları kasten çıkarılarak ‘terörle mücadele’ edildiği ileri sürülüyor. Dersim halkı, ormanları yakılarak, barajlarla kuşatılarak, siyanürlü altın faaliyetleri geliştirilerek ve köyleri boşaltılarak terbiye edilmek isteniyor. Böylece istiyorlar ki, Dersim yaşanılmaz hale gelsin, insansız-
11
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
ÇÖKÜŞE MEHMET YILMAZER
C
umhuriyetin yeni bir dönemine doğru gidiyoruz. Olay “başkanlık sistemi” adıyla anılsa da konu basit bir anayasa değişiminden ibaret değildir. Bu geçiş sürecinin gerilim ve savaşlarla birlikte yaşanacağı çok açıktı. Bayram açıklamalarında Başbakan ve bakanlar ardı ardına yeni bir sınır ötesi operasyonun işaretlerini verdiler. Kanırta kanırta yapılan rejim değişikliği elbette “normal” yollardan ilerleyemezdi. Cumhuriyet tarihine baktığımızda egemenlik ilişkilerini, yönetim biçimini, siyasal tabloyu köklü bir şekilde değiştiren üç önemli kırılma yaşanmıştır. Dördüncüsüne doğru gidiyoruz. Fakat sonuncusu öncekilerden pek çok bakımdan farklıdır, dolayısıyla etkileri ve sonuçları da çok değişik olacaktır. Cumhuriyet boyunca egemenlik ilişkileri üç kez değişime uğramıştır. İlki, kuruluş yıllarındaki düzendir. Tek Parti döneminde çok cılız olan burjuvazi devletin vesayetinde beslenmiş, büyütülmüştür. Özellikle Vehbi Koç’un yaşam hikayesi buna çok iyi örnektir. Dolayısıyla Tek Parti yıllarında geleneksel bir yere sahip olan devlet sınıfları, başta ordu, egemenlik sisteminin odak noktasında bulunuyordu. Bankaların yaratılması, ardından Kamu İktisadi Kuruluşlarının (KİT) inşası ve devletçilik yoluyla ekonominin yürütülmesi bu o günlerde burjuva egemenliğinin kurulmasında atılmış tarihi adımlardır. Bilindiği gibi bu tarihi ve sosyal gerçeklikten dolayı bizde burjuvazi daima devlet karşısında düğmelerini iliklemek zorunda olmuştur. Bu egemenlik ilişkilerinde, devlet eliyle burjuvazinin, yani
12
bizde tekelci finans kapitalin yeterince semirmesinden sonra değişim sancıları yaşanmaya başlar. Finans kapital, geleneksel tefecibezirgan sermayesini Anadolu bayilik sistemi ile kendine bağlayınca egemenlik ilişkilerindeki yerini dev aynasında görmeye başlamıştır. Tek Parti döneminden Çok Partili yıllara fırtınalı geçişin altında bu kavrayış ve büyük güç kayması yatmaktadır. CHP’den doğan Menderes’in liderliğindeki DP, 50’li yıllarda içinden geldiği yapıyı umursamadan “çoğunluk oylarına” dayanarak kendisinin tek egemen zümre olduğu hayaline kapıldı. “Hürriyet” parolasıyla yola çıkmasına rağmen kendi geleceğini garantilemenin yolunu tüm muhalif güçleri bastırmakta buldu. Sendikalara, basına yasaklar gelmeye başladı; daha da ötesi Menderes CHP’yi de kapatma hazırlıklarına girdi. Fakat bu noktada henüz yeterince oturmamış olan egemenlik sistemi 1960’taki askeri darbe ile kırıldı. 1960’larla birlikte egemenlik sistemi yeniden kuruldu. İktidara büyük bir çoğunlukla gelince devlet vesayetinden birden kurtulabileceğini sanan Menderes’in bu macerası Yassıada’da bitti. Palazlanan finans kapital ve devlet sınıfları, yani ordu-devlet bürokrasisi arasındaki egemenlik ilişkileri, 60 anayasasında Milli Güvenlik Konseyi içinde dengelendi. Finans kapital orduyu atlamadan ve KİT’leri özelleştirmelerle yok etmeden planlı, karma ekonomi içinde yeni yolunda yürüyecekti. 80’lere kadar bu yoldan gidildi. 60’lar sonrasında düzende bir önemli gelişme daha yaşandı. Tek Parti döneminin durgun ekonomisi uluslararası “dostların” da müdahalesiyle 50’ler sonrası hız kazandı. Böylece “sınıfsız imtiyazsız” toplumdan artık sınıfların olduğu bir topluma geçilmişti. Sendikalar, ilerici, sosyalist partiler, çeşitli örgütlenmeler baharda doğanın coşması
gibi siyasi sahneyi büyük bir hızla kapladı. 60’lı yıllarda kurulan egemenlik ilişkileri, kendi iç çekişmelerinden çok kapitalizmin mezar kazıcıları, işçiler ve yükselen devrimci hareket tarafından tehdit edilmeye başlamıştı. 60’lar sonrası ekonomik ve siyasal krizler kapıya dayanınca Vehbi Koç genelkurmaya gelenekselleşen mektuplarını yazarak, düzenin yeniden sağlamlaştırılmasını isterdi. 1970 ve 1980 askeri darbeleri egemenlik ilişkilerinde bir nitelik değişime denk düşmese de, sağlamlaştırılma adımları oldu. Ancak 80 darbesi sonrası yaşanan gelişmeler 60’lı yıllarda kurulan egemenlik ilişkilerinin zeminini oymaya başlamıştı. 1980 sonrası yirmi yılda ilginç gelişmeler yaşandı. Yükselen sınıf mücadelesi ve hemen ardından Kürt Özgürlük Hareketi’nin doğuş ve güçlenmesi devlet sınıfları tarafından varoluşlarına tehdit olarak algılandı. Kenan Evren, sınıflı ve “parçalanmış” toplumu yeniden uzlaştırma yoluna çıktı. Siyaset ve siyasal partiler ülke için tehdit olarak algılanıyordu. 80’lerin ortalarında işçi ve gençlik hareketi yeniden yükselmeye başlayınca; öte yandan Kürt Özgürlük Hareketi mücadele niteliğini yükseltince ordu bir türlü kışlasına dönemedi. Bu dönem politikaya Milli Güvenlik Kurulu, Kırmızı Kitap ve derin devlet yön verdiler. Böylece egemenlik ilişkilerinde olmadık ölçüde devlet sınıflarının vesayeti arttı. MGK neredeyse sivil politikaya alan bırakmadı. Oysa 1980 sonrası ekonomik alanda devletçiliğin toprağını erozyona uğratan güçlü akıntılar oluşmuştu. 80 darbesi öncesi Demirel hükümetinin 24 Ocak Kararları, darbe sonrası ANAP ve Özal hükümetlerinin tüm uygulamaları ve özelleştirme furyası ile 1960’larda kurulan karma ekonominin devletçi ayağı güçlü bir şekilde tasfiye oluyordu.
Dünyada esen neoliberalizm rüzgarı Türkiye sınırlarından çok güçlü bir şekilde girmiş, eski ekonomik yapıyı hallaç pamuğu gibi atıyordu. Böylece egemenlik ilişkilerinde örtülemez ve yok edilemez bir çelişki sürekli derinleşiyordu. Bir yandan siyasal egemenlik MGK politikaları alanına daraltılarak, devletin gerçek sahibi ordunun vesayeti çok yoğunlaşırken; aynı zamanda onun egemenliğinin maddi tabanı sürekli eriyordu. Devletçi ekonomi tasfiye oluyor, KİT’ler özelleştiriliyor, sermaye akışı ve spekülasyon en özgür günlerini yaşıyordu. Bilindiği gibi bu tasfiyeler doğrudan ordunun maddi ekonomik temelini oluşturan ORKO ve OYAK’ın tasfiye edilmesine kadar ilerledi. Apoletlilerin vesayeti sadece güçlü bir tarihsel gelenekten kaynaklanmıyor, aynı zamanda güçlü bir maddi temele de dayanıyordu. 80’ler sonrası bu temel sürekli erozyona uğradı. Güç ilişkilerindeki bu toprak kayması sonunda siyaset sahnesine yansımamazlık edemezdi. Elbette ordu vesayetinin 80’ler sonrası adım adım güç ve itibar kaybetmesinin altında
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
DOĞRU sadece neoliberal ekonomik uygulamalar yatmıyor. En az onun kadar MGK politikalarının “başarısızlığı” ve tıkanmışlığı da rol oynamıştır. Özellikle Kürt sorununda her bahar sorunun çözüleceği vaadiyle en az on beş bahar geçmiştir. Öte yandan bu savaş derin devleti keyfileştirmiş ve çürütmüştür. Bitmek bilmeyen provokasyonlarla özgürlüklerin sürekli yolu kesilmiştir. Aynı zamanda, gerek devrimci hareketin yolunu kesmek için, hatta Kürt Özgürlük Hareketi içinde bölünmeler yaratmak için din tam bir siyasal araç olarak kullanılmıştır. Bir yandan özgürlüklerin yolu “bölücülük”, “terör” ve “irtica” gürültüleriyle kesilirken, öte yandan siyasal İslam’ın yolu açılıyordu. Sonuç olarak 60’lı yıllarda kurulan egemenlik ilişkileri 80’ler sonrası siyasal ve maddi zeminini kaybetmiştir. Siyasi olarak her şeyi elinde tutan MGK ve derin devlet, fakat aynı zamanda ekonomik olarak neoliberalizmle altı sürekli oyulan bir güç! Bu çelişki kaçınılmaz olarak keyfilik ve çürüme yarattı. Vesayet kılıcını elinde tutan ordu, bütün heybetli duruşuna rağmen görünür bir şekilde çürüyordu. Eskiyen ve işlerliğini yitiren egemenlik
ilişkileri böyle devam edemezdi. İki binli yılların başındaki AKP iktidarı bunun ilanı oldu. Ancak çöken ve çürüyen egemenlik yapısının yerine ne inşa edilecekti? On beş yıllık AKP iktidarı ve tüm ülke siyasi güçleri bu soruya cevap arıyor. AKP iktidarının başlıca iki dönemi vardır. İlk dönemde AB yolundan yürür görünerek, “ileri demokrasi”, “üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü” söylemiyle MGK politikaları dönemine son verdiği görünümü yarattı. Buna bir de Kürt sorununun çözümü için “açılım” politikaları eklenince çoğu insan gerçekten ileri demokrasiye gidildiği kanısına kapıldı. Bu hayaller önce 7 Haziran seçimleri sonrası gelişmelerle; daha da kötüsü 15 Temmuz darbesi sonrası OHAL düzenine geçilerek düş kırıklığına uğradı. Yeni egemenlik ilişkilerinin inşa sürecine bakıldığında AKP iktidarı kendinden önceki vesayet düzeni ne yaptıysa aynısını siyasal İslam rengiyle yapıyor. Son konuşmalarından birisinde Erdoğan “Ya öleceğiz ya olacağız!” dedi. Bu bir ajitasyon olmaktan öteye anlamlar taşıyor. Tıpkı 80 sonrası MGK günleri gibi, ordu devletin bütün imkanlarını elinde tutmasına, siyasi alanı belirlemesine rağmen maddi temeli ekonomi politikalarla eridiği için sonunda çürüyerek dağıldı. AKP iktidarı adım adım siyasal iktidarı eline aldı. “Hükümet olup da iktidar olamama” dönemini çoktan aştı. Ancak siyasal iktidar oluş tarzı özellikle Gezi isyanı, 17-25 Aralık yolsuzlukları ve 7 Haziran sonrası eski derin devlet entrika ve provokasyonlarını çok aşan seviyelere vardı. Şimdi Saray’ın elinde siyasal ik-
tidar ve keyfileşmiş bir devlet var. Ancak bu kadarı yeni egemenlik ilişkilerini yerleştirmek için yeterli değildir. En başta bir ekonomik temel, sonra egemen bir sınıf yaratmalıdır. Devlet ve toplum yapısını bağlayacak da bir ideolojik çimento gerekiyor. Mevcut ekonomik yapı TÜSİAD’ı büyüten AB’ne bağlı bir ekonomidir. Saray her ne kadar AB’nin batmakta olduğunu düşünse de, bu gerçek bile olsa yeni bir ekonomik yapı inşa etmek yine AKP’nin önünde durmaktadır. Elbette AB batmıyor, bu nedenle mevcut ekonomik yapıyı bozma girişimleri kriz olarak geri döner. Öte yandan, egemen finans kapitalle bilek güreşi yapabilecek sınıf Anadolu kaplanları ya da inşaatla büyüyen bazı firmalar ise Saray Trump’a bakıp geleceğini görebilir. Trump’ın arkasında biraz vergi kaçırma ve bol laf var; ancak Saray’ın ardındaki günahlar onu cehenneme götürecek kadar çok. En büyük 500’le kenetlenmek Saray açısından mümkün değildir; öte yandan yeni bir egemen sınıf yaratmak da imkansızdır, ancak devletin ihalelerine bakan bir rantiye sınıf yaratılabilir. Saray da büyük bir telaşla bunu yapmaya çalışıyor. Fakat böyle bir sınıf Saray’ın siyasal geleceğini hiçbir şekilde garanti altına alamaz. Düzenin yeni ideolojik çimentosuna gelince durum öncekiler gibi umutsuz bir vakadır. İslami değerler cemaat savaşları, rant yağmaları ve yolsuzluklarla büyük bir yıpranmaya uğradı. Kurtuluş Savaşı yerine 15 Temmuz bayramını koymakla, 30 Ağustos’un yerine Malazgirt’i geçirmekle yeni ideolojik yapı inşa edilemez. Geriye korku yaratmak kalıyor. Saray’a biat etmeyen herkesin “terör yardakçılığıyla” suçlanma tehdidi, kurulmakta olan düzenin ideolojik zeminidir. Diğer tüm değerler çürütüldü. Egemenlik sisteminde yaşanmakta olan dördüncü kırılma
öncekilerden bazı noktalarda köklü bir şekilde ayrılmaktadır. Saray egemen zümre finans kapitalle çatışmalı bir durumdadır. Finans kapital daima ordu vesayeti ile birlikte davrandığı için önemli bir itibar yitimine uğramıştır. Fakat bu gücünden bir şey kaybettiği anlamına gelmiyor. Arada çıkışlar yapsa da, zamanını bekliyor. Avrupa ile ilişkiler bozuldukça finans kapitalin tepkisi yükselecektir. Ekonomik yapı dışa bağımlı olarak da olsa belli bir üretim temeline dayanırken, artık inşaat ve ranta dayanan bir biçime evrimleşmektedir. Elbette böyle bir dönüşüm henüz tüm ekonomiyi kaplamamıştır. Ancak zorlanırsa, ki Varlık Fonu bu yolda bir adımdır, ekonomik yapı felaket getirecek kırılmalara uğrayabilir. Öte yandan eskiden düzenin zaman zaman bir anlamda sigortası gibi işleyen vesayet sistemi, bir kurumdan alınmış, tümüyle bir kişiye geçmiştir. Garip görünse de, nur topu gibi yeni bir vesayet sistemine sahibiz. Vesayetin adresi Saray’dır. 15 Temmuz karanlık darbesinin devlet yapısında yarattığı tahribatın henüz derinliği bilinmiyor. Bu bilgiler üç kişide toplanmıştır: Erdoğan, Akar ve Fidan! Böyle karanlık bir keyfileşmenin içinde yeni bir rejim kurulma yoluna giriliyor. Bu kadarı bile geleceğin ne ölçüde sorunlu olduğunu gösteriyor. Saray’ın siyasal tabanı sadaka alıp şükreden, çalışma kültüründen oldukça uzak, yolsuzlukları görmezden gelmeye alışmış, kasaba kültürü ufkundadır. Ayrıca tüm toplumun kılcal damarlarında çürüme ve ufuksuzluğun verdiği saldırganlık birikiyor. Bu tablodan yeni bir sisteme yumuşak geçiş yapılamaz. Gerçekten daha sağlıklı bir toplumsal yapıya ulaşabilmek için arada bir çöküşün yaşanması kaçınılmazdır. Önümüzde duran alışıldık, bildik bir demokrasi mücadelesi değil, büyük risklerle yüklü bir mücadeledir.
13
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
DOST KAZIĞI ÇINAR ENGİN
B
orsa neden yükseliyor? Bunun cevabı oldukça açık. İlk olarak dışarıda ABD/Trump faktörü var. Trump seçimden bu yana desteğini her geçen gün yitiriyor. Vaatlerini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği bir yana görevde kalıp kalmayacağı tartışma konusu. Böyle bir ortamda doların değer kaybı gelişmekte olan ülkelerin iç dengelerini de etkileyebiliyor. İkinci olarak içeride ise şöyle bir durum var: Borsada hisse senetleri bulunan şirketlerden bazıları, özellikle de bankalar, son dönem ekonomi politikalarından dolayı oldukça yüksek karlar elde ettiler. 16 Nisan’a giderken kullandırılan KGF kredileri, vergi indirimleri, teşvikler vs. gibi maliye politikaları ile iç
14
talebin kamçılanması ve bunun üzerine alınan bireysel krediler hem işlem hacmini arttırdı hem de çarkı hızlandırdı. Böylelikle bankalar %30-35’lere varan kar oranlarını yakalayabildiler. Bu derece yüksek kar oranlarını yakalayan bankaların sadece altısının borsadaki ağırlığı %30, ilk iki bankanın ise %20 civarında. Ağırlıkları bu denli yüksek olan şirketlerin bu derece yüksek kar oranları elde etmesi “Borsa rekor üzerine rekor kırıyor!” olarak algılandı. Halbuki borsadaki hisselerin %60’I zaten endeksin altında kalmış durumda. Böyle bir algının hakim olduğu bir ekonomide haklı olarak makro ekonomik verilerin iyileşmesini beklenir. Bir KOBİ iseniz döviz fiyatlarının düşmesini, iyi kötü bir esnafsanız işlerin açılmasını, memur iseniz 3+3’ten daha fazla bir zam oranı, ev işçisi iseniz çalışma koşullarınızın bir nebze iyileşmesini, göçmen işçi iseniz ücretinizin yükselmesini, işsiz işçi iseniz iş bulmayı beklersiniz. Halbuki güzel ülkemde bunların olması için ya yeni bir seçime ihtiyaç duyarsınız ki o zaman siyasi rant için ekonominiz feda edilir ya da Yeni Akit, Takvim gazeteleri gibi, Abdurrahman Dilipak gibi büyük oyunları bozup ülke ekonomisini düze çıkaran, doluyu boş boşu dolu gösteren, kendilerini bile tanıyamayacak kadar cehalet çukurunun içine batmış olan basın ayakları gerekir. Zaten başka türlü düze çıkacağı yok bu ülkenin(!). Biz konumuza geri dönersek eğer, borsa yükseliyor, dolar düşüyor, büyüme oranları da fena değil, e zaten 13. büyük ekonomi de olmuşuz. Bunlar niçin bizi memnun etmiyor? Enflasyon ve işsizliğin iki haneli sayılarda kemikleşmesi, cari açık, verilen krediler ve bunların geri dönüşleri, vatandaşın borcu gibi sorunlar niçin gündeme bile gelmiyor? Borsa, kredi ve borçluluk
dalgası arkasındaki mekanizma nasıl işliyor? Görünen ile gerçeğin arasındaki fark ne?
33’e düşmüş. Yani borç yükü özel kesim şirketlerine ve hane halkına aktarılmış.
KGF’deki kredi hacmi Eylül 2017 itibariyle 200 milyar lirayı aşmış durumda. Sağlıklı bir ekonomide, üstelik de bankacılık sistemiyle övünülen bir ekonomide, kredi değerlendirme süreçleri ile devlet teminatına ihtiyaç duymadan bankalar aracılığıyla kredilerin tahsis ediliyor olması gerekir. KGF kredilerinin bu kadar yaygınlaşmasının nedeni ise bankaların kredi değerlendirmesinden geçemeyenlere kredi tahsis etmesidir. Dolayısıyla KGF’den verilen kredilerin geri dönmeme riski oldukça yüksek. Diğer taraftan verilen bu kredilerin hepsi bankacılık sektörünün hanesine artı olarak yazılır ve bankaların hem işlem hacmi hem de kar oranları yükselir. Bu bankaların %35 kar ile borsayı domine edebilecek kadar ağırlığı var ise borsanın 30-40 puan yükseldiğini görebiliriz. Bu yükseliş ise “herkes için ortak iyi” diye parlatılır ve halkın önüne sunulur. Bu işleyişin dayandığı kaldıraç noktası ise devlet teminatlı kredilerdir.
Bir yıl sonra borçluluk verilerini güncellediğimizi varsayalım. Muhtemel gidişat bundan farklı olmayacaktır. Kamu kesimi borcu daha da düşmüş, hane halkı ve özel sektör borçlanması artmış olacaktır. Borsa, kredi ve borçluluk mekanizması burada devreye giriyor. Klasik neoliberal aklın dışında, devleti bir aktör olarak piyasada sermaye hareketlerini yönlendiren bir pozisyonda görüyoruz. Devlet, üretim temeli olmayan bir ekonomide yaratılan hayali parayla çark döndürmeye çalışıyor. Önce banka yoluyla hane halkını borçlandırıyor; borçlandırılan hane halkının geliri devlet eliyle ve vergiler yoluyla sermayeye aktarılıyor; sermayeye aktarılan bu borcun bir kısmı KOBİ’ler aracılığıyla üretime aktarılmaya çalışıyor, diğer kısmı ise finans sektörüne geçiyor. Finansın elindeki sermaye ise yine bankalar aracılığıyla yine yeni bir kredi dalgasıyla, ama bu sefer önceki kredi dalgasından daha yüksek olarak piyasaya sunuluyor. Hem hane halkı hem üretim/sanayi temeli olan sektörler borçlandırılıyor. Bu döngü artan bir hız ve hacimle devam ettirilmeye çalışılıyor.
Peki devlet bu teminatı neye dayanarak veriyor? Burada bütçe kalemlerine bakmalıyız. Bütçe dediğimiz şey esasında devletin ileriye dönük olarak bir süre için tasarladığı gelir ve giderleridir. Bunun gider kalemleri oldukça çeşitli iken toplam gelirin %85-90’a yakın kısmını vergiler oluşturuyor. Toplanan vergilerin bileşenine baktığımızda ise toplam bütçenin %80’e yakın kısmı vatandaşın gelirine konulan vergilerden karşılanıyor. Burada dönüp vatandaşın borçlanmasına bakmamız gerekiyor. 2002’de hane halkı borçluluk oranı milli gelire kıyasla %2 iken 2016’da bu oran %20’ye; bankalar hariç özel kesimin borçluluk oranı da %25’ten %70’lere kadar yükselmiş. Kamunun payı ise %77’den
İktidarın sermaye grupları ve kendi kitlesinden aldığı destek ekonomik şartlara bağlı. Devlet/ iktidar aklı ekonomideki her bir aktörü, çeşitli ekonomik kandırmacalarla etrafında tutmaya çalışıyor. Yapılan her hamle ise devlet etrafındaki fraksiyonlar arasında gerilim yaratıyor. Borçlandırma dalgaları bir taraftan “devlet ile millet” arasında hoşnutsuzluğa neden olurken diğer taraftan yaratılan sermayenin kimler arasında pay edileceği devlet-sermaye arasında bir gerilim konusu oluyor. Eski dosttan düşman olur mu olmaz mı birlikte göreceğiz.
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
DEVLET, PATRON, MARKALAR VE SARI SENDİKAL ANLAYIŞ ÜZERİNE
H
akan Gürses Çerkezköy OSB’deki Bony Çorap isimli fabrikada 7 yıllık işçi iken BATİS sendikası ile birlikte verdiği mücadele sonucunda 10 Nisan 2017’de işçi temsilcisi seçimlerinde baş temsilcisi seçildi. Bunun üzerine patron kendisinden yana hareket etme teklifinde bulundu. Hakan bu teklifi geri çevirmesi üzerine tazminatları dahi ödenmeden işten çıkartıldı. Hakan işten çıkartıldığında maaşı asgari ücretti. Bir hafta düşündükten sonra sendikasıyla birlikte direniş başlatma kararı aldı. BATİS sendikası olarak direniş esnasında devlet, patron, markalar ve sarı sendikaların nasıl anlaşarak devrimci sendikaların mücadelesini engellemek istedikleriyle ilgili tespitlerimizi anlatacağız. Bony Çorap patronu bize iş yerinin önünde 23 gün tahammül edebildi. Zaten bu sürede polis tarafından defalarca gözaltına alındık. 23. günde mahkemece, eşine ender rastlanacak şekilde iş yerinin önüne 100 m. yaklaşmama cezası verdirdi. Bu kararı patron verdirdi, diyoruz çünkü bu kararı vermeleri için hiçbir gerekçeleri ve yasal dayanakları yok. Biz de ertesi gün Çerkezköy Belediye Meydanı’na gideriz, dedik. Pankartımızı Belediye Meydanı’nda açarak Bony patronunu halkımıza şikâyet etmeye başladık. Yarım saat geçmedi polis gelerek bizi darp ederek gözaltına aldı. Gerekçe olarak da kaymakamlıktan izin almamamızı gösterdi. Biz de kaymakamlığa giderek izin talebinde bulunduk. Kaymakam bize peşin olarak “O fabrika Kapaklı’da, orada ne yaparsanız yapın.” dedi. Kaymakam’a Çerkezköy Belediye Meydanı’nda protesto eylemimizi yapmak istediğimizi ısrarla
söylememiz üzerine, “Tamam gidin kararımızı yarın vereceğiz.” dedi. 2 gün beklememizin ardından cevap gelmemesi üzerine tekrar Kaymakam’a giderek kararın ne olduğunu sorduğumuzda Kaymakam kendine yakışmayacak bir söylemde bulunarak “Sen bu işçinin temsilcisi misin?” dedi. Evet verdiğimiz dilekçede de belgelerimiz olduğu cevabını vermemizin üzerine, “Bağırarak konuşma!” diye bahane uydurarak bizi makamından kovdu. Oysaki gayet sakin anlatmıştık derdimizi. Fabrika önü ve Çerkezköy Belediye Meydanı’nın yasaklanmasının ardından satış mağazaları, işçi durakları gibi her yerde Bony Çorap direnişini emekçi halkımıza anlatmaya başladık. Zaman, zaman duraklarda ve kalabalık yerlerde propaganda konuşması, bildiri dağıtımı organize etmeye başladık. Bir süre sonra Bony Çorap satış mağazasına gitmeye başladık. Ardından aynı mahkemece oranın da 50 m. civarına yaklaşmama cezası uygulandı. Biz de İstanbul’daki Bony Çorap işçilerinin ürettiği çorapları satan H&M, BENNETTON gibi büyük markaları protesto eylemleri gerçekleştirdik. Eylemler esnasında AVM’lerin özel güvenlikleri tarafından defalarca darp edildik. Bu arada Bony Çorap işçilerinin ürettiği çorapları kendi mağazalarında satan H&M markası AVM’lerde, satış mağazalarında ve sosyal medyadaki protesto eylemleri nedeniyle Bony Çorap patronuyla konuşarak kendi meşruluğunu korumak için iş yerine sendika sokulmasını talep etti. Ancak H&M sadece Bony Çorap patronundan ürün almıyor, Çerkezköy’deki Beks Çorap ve Bross Çorap isimli fabrikalardan da çorap aldığı için bu fabrikalar kendi aralarında toplantı
yaparak rekabet oluşmaması için üçü birden sarı sendika (Hak-İş’e bağlı Öz İplik-İş) getirme konusunda anlaşıyorlar. Ardından bu sendika da iş yerinde örgütleniyormuş gibi yaparak iş yerindeki usta, şef ve müdürlerin talimatıyla işçiler sarı sendikaya üye olmaya başladılar. Bir işçinin direnmesi toplamda 5000 civarı işçinin sarı sendika da olsa örgütlenmesi iyi bir sonuç. Ancak saydığımız bu fabrikalara yıllardır BATİS sendikası mesai harcadı. İşçileri sendika üyesi etti, eğitti, 1 Mayıs’a taşıdı vb. Emek mücadelesi veren bir sendika olarak kendi emeğimizin karşılığını almak isteriz tabi. En son Beks Çorap, Bony Çorap ve Bross Çorap isimli fabrikanın çalışanlarını gördüğümüzde BATİS sendikasının vaadinin 4 ikramiye, 2.500,00 TL maaş ve sosyal haklar olduğunu söyledik işçilere. “Peki, üye olduğunuz sendika size ne vaat etti?” dediğimizde işçiler yüzümüze bakarak bir şey söyleyemediler. İşçilerden bazıları da sendikanın bürosuna gittiklerini, sendikada görevli olanların “O sendikaya üye olmanız halinde aidatlarınız terör örgütüne gidecek.” gibi sözler söyleyerek bizi kötülediklerini anlattılar. Ayrıca işçiler “Biz sizin sendikanın girmesinden yanayız ancak patron sizi istemiyor.” dediler.
FAHRİ KOÇAN BATİS Sendikası Çerkezköy Temsilciliği
Şimdi Öz İplik-İş gibi sarı sendikaların burada sorumluluğu nedir diye soracak olursak? Sendikaların kendi aralarında yazılı olmayan ancak etik kuralları vardır. Bir sendika bir fabrikada örgütlenme çalışması yaptığı zaman başka bir sendika o fabrikaya giderek örgütlenme çalışması yapmaz. Doğru bir yol olmaz bu çünkü. Bu sendika şimdiye kadar Trakya’da bizim örgütlendiğimiz fabrikalara el atmaya çalışıyor. Çünkü bunlar sendika gibi gözüken gerici, faşist, gangster sendika olduğu için her türlü yasadışı uygulamaya girişiyorlar. 5000 civarında işçi sendikaya ayda 250.000 TL aidat ödeyecek. İşçinin sırtından yiyip içecek hem de aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyecek. Ancak bir gün işçi sınıfı bu tür gerici sendikalardan kendini kurtarıp kendi çıkarları için savaşan mücadeleci sendikalarda örgütlenecektir.
15
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
ERKEK-EGEMEN DÜZENE RIZA GÖSTERMEYECEĞİZ Hayatlarımıza ve Haklarımıza Sahip Çıkacağız!
ELİF IRMAK
H
ayatlarımız giderek daralıyor. Nefes aldırmamacasına kısıtlandığımızı ve şimdiye değin özgürlük olarak yaşadığımız ufak tefek şeyleri bile hayata geçiremez hale geldiğimizi, bizzat yaşayarak anlıyoruz. Cinsiyetçi yaklaşımları kabullenmez ve tartışırken en geri seviyelere düşürülüyoruz. Evden çıkarken “Kaçta döneceğim, ona göre giyineyim.” diye aklımızdan geçiriyoruz. Toplu taşıma araçlarında şort giymek ise tam bir cesaret işi(?). “Bu saatte eve döndüğümü görmesinler.” diye düşünüyoruz. Mahalleye sevgilimizle asla girmiyoruz! LGBTİ bir bireyle karşılaştığımızda yolumuzu değiştiriyoruz. Nefretin bini bin para nasılsa, oraya buraya saldırıyoruz. Çocuk istismarı gördüğümüzde, duyduğumuzda dehşete kapılmadan sakince görmezden geliyor, ya da gözlerden dillerden kaçırıyoruz. Böyle baş etmeye çalışıyoruz.
16
Murat Başoğlu ile ilgili ensest haberini dinlerken başka bir yöntemle davranıp şaşırma taklidi yapıyoruz. Sanki içinde yaşadığımız toplumda hiç yaşanmıyor gibi tövbe estağfurullah hallere giriyoruz. Erkek şiddeti ya da kadın cinayeti mi? En sıradan olanı o işte. Tartışma varsa çiftler arasına girmeyi bırakın, olay mahallinden koşarak, kaçarak uzaklaşıyoruz. Kaçmayıp izlemeyi tercih edenler için ise reyting oranı yüksek bu manzara sonunda; bakalım erkek şiddetiyle konu nasıl da ‘’tatlıya’’ bağlanıyormuş! Sayıp da bitiremeyeceğimiz onca olay var. Bunlar hayatlarımızın nasıl daraltılmış olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. İslami referanslarla muhafazakârlaşmanın yaşamımızda hegemonya kurması yoluyla erkek egemen bu düzene rıza göstermemiz amaçlanıyor. Peki, ama nasıl? Hükümet, elindeki iktidar aracılığıyla eğitimi, sağlığı, sosyal yaşamı, kamusal yaşamı, çıkarları doğrultusunda dizayn ediyor. Mesela, meclisteki çoğunluğunu kullanarak bir gecede çıkardığı yasalarla bunu yapıyor. Toplumu dindar ve laik diye, modern-geleneksel diye bölerek de rızayı a r t t ı r m a y ı hedefliyor.
Son olarak hükümet “Nüfus Hizmetleri Kanununda Önerilen Değişiklikler ve Mağdur Hakları Kanun Tasarısı Üzerine” çalışmalar yapmaktadır. Bu düzenlemelere ilişkin bazı maddeler kamuoyuna yansımış ve daha şimdiden pek çok tartışma yaratmıştır. Ekim ayı itibariyle meclis gündemine sokulmaya çalışılacak bu maddelerle ilgili olarak “Murat edilen nedir?” ve “Kadın kazanımlarımız ve haklarımız açısından nasıl ele almalıyız?” konusunda birkaç düşünce ifade edeceğim. Bu yasalar alt yapısı oluşturula oluşturula bugüne getirildi. Bu yasalar; meclise getirilene kadar ya biz kadınlar, her ağzımızı açtığımızda “leblebiden nem kapıyorsunuz” denilerek ya da “daha büyük ülke ve dünya gündemleri arasında gündem değiştiriyorlar” denilerek önemsenmedik. Bundan sonraki yaklaşımlarımız açısından “bu adamlar” gündemi değiştiriyor, siz de hemen atlıyorsunuz kolaycılığına düşmeden, gündemi değiştirmek istemeleri bile mümkünken, yasaları da değiştirdiklerini unutmadan mücadele verilmesi gerektiğini unutmayalım. Peki, bu düzenlemelerin tartışma konusu olan kısımları ve bizim tartışmak istediğimiz maddeleri nelerdir? Öncelikle müftülüklere evlendirme yetkisi veren düzenleme ne işe yarıyor? Tasarı gerekçelendirirken “vatandaşların evlenme işlemlerini kolaylaştırma, daha kolay ve seri bir şekilde hizmet almalarını sağlamak” olarak sunulmuştur. Müftülük dini bir kurumdur. Ve evlenmenin dini bir boyutu yoktur. Ama evlilik kurumu, cinselliğin resmiyetle yapılabileceğinin ilan edilmesi olarak anlaşılıyorsa zaten cinsel özgürlüğü savunan bizler açısın-
dan yorumlanmasına bile gerek yoktur. Bu düzenlemeyle kadın ile erkeği zaten eşit görmeyen bir kurumun evliliği yeniden yorumlaması sağlanacak, kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik devam edecek ve boşanma zorlaşacak. Bu bakımdan bu düzenlemenin boşanma komisyonu tasarısıyla da bağı bulunmaktadır. Bu bakımdan karşı durmamız gereken bir düzenlemedir. Çocuk istismarları da bu düzenlemeler sonucunda artacaktır. Çocuk yaşta ve zorla evlendirilmelerin artabileceği konusunda dikkatli olunmalıdır ve şüphesiz önlemler alınmalıdır. Müftüye verilen bu yetkiyle suistimal edilebilecek bu konuda aslında devlet sorumludur ve önlem almalıdır. Ayrıca “Bu değişiklikle sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların doğum bildirimi nüfus müdürlüklerine sözlü beyanla yapılır.” diye ifade edilen düzenleme çocuk istismarı konusunda endişelerimizi artırmaktadır. Son olarak hükümete yakınlığı ile tanınan Fatih Tezcan isimli şahıs boşanmaları zorlaştırmak ve bu yasaların toplum nezdinde kabul edilmesini sağlamak adına, çocuk velayetlerinin babaya verilmesi gerektiğini buyurdu. “Verilmediği takdirde yaşanacak kadın cinayetlerinin sorumlusu devlettir.” dedi. Burada kadın cinayetlerinin meşrulaşmasına yol açacak bu dil çok tehlikelidir. Bu düzenlemeleri ve tartışmaları yakından takip etmeye devam edeceğiz. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önleme Grubu da bu düzenlemelerle ilgili bir çalıştay gerçekleştirdi. Bizler de bu doğrultuda oluşan mücadele planının bir parçası olacağız ve kadın kazanımlarımızın ve haklarımızın bütünüyle aleyhinde olan bu düzenlemeleri durduracağız.
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
BETONLAŞMIŞ POLİTİKALARINIZLA BİRLİKTE SİZ DE GİDECEKSİNİZ!
Y
ukarı Mezopotamya’nın stratejik kalesi, 12 bin yıllık tarihi olan 1981 yılından itibaren de koruma altına alınan Hasankeyf yapılmakta olan Ilısu Barajı nedeniyle günlerdir dinamitleniyor. Süryanice Hesna Kepha, Arapça’da Hisn Kafya ve Osmanlılarda da Hasankeyf olarak geçiyor. Hasankeyf dünyanın en bereketli topraklarından Mezopotamya’da kurulmuş. Dicle Nehri’nin doğu kıyısında Raman ve Midyat Dağları arasında yer alıyor. Cizre’nin ablukaya alındığı dönemde Cizre’ye doğru yolculuk yaparken geçtiğimiz ve kısa bir bekleme olmasına rağmen mavinin, yeşilin ve tabi ki yaşanmış tarihe tanık olmuş bir şehrin nasıl bir güzelliği meydana getirdiğini görmüş oldum. Elbette benim gördüklerim ve hissettiklerimden ibaret değil Hasankeyf. Milattan önce ve sonra Med, Pers, Asur, Bizans, Artuk, Eyyubi, Osmanlı gibi birçok medeniyete ev sahipliği etmiş, 20’ye yakın uygarlığın yerleşip yok olduğu, yerleşik toplumlara ait yapıların ortaya çıktığı bir yer Hasankeyf. Rivayete göre bölgeyi ziyaret eden dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay karşısında kalabalık insan topluluğu görünce şaşırmış. Şaşkınlığının nedeni etrafta hiç evin olmamasıymış. “Bu kadar insan nerede yaşıyor?” diye sorduğunda “mağaralarda” yanıtını almış. “Bu devirde mağarada yaşanır mı?” diyen Sunay’ın talimatıyla bölgeye konutlar inşa edilmeye başlanmış. Hâlbuki kimsenin mağaralardan çıkıp evlerde yaşama isteği ve talebi yokmuş. Hasankeyflilerin zorunlu bir şekilde evlere çıkışları böyle başlamış. Yani Hasankeyf ’in dokusunun bozulma, talan edilme başlangıcını bu rivayete göre alabiliriz.
Yazmakla bitiremeyeceğimiz kadar tarihin, yaşanmışlığın olduğu bu kent ve tarih sular altında bırakılmaya çalışılıyor. Depremlere, sellere, savaşlara, işgallere dayanan yıkılmayan, her medeniyetin başka bir tarih bırakıp yok olduğu bu kent rantla sarayını inşa eden AKP tarafından talan ediliyor, günlerdir bombalanıyor. Yapılmak istenen Ilısu Barajı’nın ilk kez planlandığı tarih 50’li yıllar. 1982’ye gelindiğinde, proje GAP kapsamına alınıyor. 90’lı yıllara gelindiğinde, Ilısu Barajı’nın suları altında kalacağı için başta Hasankeyf olmak üzere bölgeye turist turları düzenlenmeye başlanılıyor. Ve dünya basınında yer alıyor. Çeşitli tepkiler meydana geliyor ve talan projeleri yıllarca hayata geçirilemiyor. AKP iktidara gelince projeyi ara ara gündeme getirdi, yapımına başladı. Ancak o da yıllar sürdü. Etkili eylemler sonucunda ara vermek zorunda kaldıkları dönemler yaşandı. Ocak 2016’da çıkartılan torba yasayla birlikte bir gece geç saatlerde kabul edilen düzenleme ile barajın ya-
pımına tekrar başlandı. Kolluk güçlerini devreye sokarak tekrar yapımına devam ettiği projenin sonlarına doğru geldiklerini şu sıralar sürekli tekrar ediyorlar. Erdoğan’ın kendi yandaş şirketlerine yaptırdığı barajın, hidroelektrik santralin güzellemesini yaparken sadece ekonomik ve teknolojik olarak övmüyorlar, “Türkiye’nin bağımsızlık abidesi” olduğunu vurguluyorlar. Rant ve talan üzerine kurulmuş iktidarlarının bu söylemleriyle neyi amaçladıklarını çok iyi biliyoruz. AKP de diğer iktidarlar gibi rantla, savaşla, sömürüyle ve zorla kurdukları iktidarlarını hayatta tutabilmek ve meşrulaştırmak için çeşitli söylemler üretmeye devam ediyor. Bağımsızlık abidesi olarak gördükleri ve ‘güvenlik’ gerekçesiyle yaptıkları barajlar için “Türkiye’ye temiz enerji verecek”, “dünyanın en büyük barajı” gibi yalanlarını günde beş vakit söyleyerek yıllardır sürdürdükleri savaşla gerçekleştiremedikleri soykırımı halkların kültürlerini yok ederek sağlamayı hedefliyor. Doğadaki tüm canlılara soykırım gerçekleştiriyor.
TÜLAY YILDIZ
Aynı Irak ve Suriye’de Buda heykellerini, antik kentleri, tarihi el yazmaları kırıp parçalayan katliamcı çete IŞİD’in yaptığının bir benzerini ve aynı akılla hayata geçiriyor. Amed’in Sur ilçesinde hayata geçirmeye çalıştıkları gibi tarihsel bir hafızayı silmeye çalışıyorlar. Sur halkı elektriksiz, susuz bırakılmasına rağmen evlerini, tarihlerini bırakmıyorlar. Direnmeye devam ediyorlar. 1938 yılında Dersim’de gerçekleştiremedikleri soykırımı bugün ormanlarını ateşe vererek gerçekleştireceklerini hayal ediyorlar. Ancak yanılıyorlar. Her şeyi beton olarak gören siyasi iktidar ey AKP! Bu ülkede çayına, deresine, suyuna, ormanına, zeytinine, parkına, kültürüne sahip çıkanlar olmaya devam edecek. Yaşamı, doğayı, kültürü, emeği savunmaya devam edeceğiz. Elinizi çekin Hasankeyf ’ten ve Sur’dan!
17
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
ÖRGÜT VE AİLE KENAN DEMİR
Örgütlendiğimiz yerlerden biri de ailedir. Aile sistemin en küçük örgütüdür, diyebiliriz. Buranın sıkıntılı tarafı ailenin tabulaştırılmasıdır. İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemliği özelliği kendi iradesi ile karar verebilmesidir. Arkadaşımızı, siyasi görüşümüzü, kimle gezip, kimle gezmeyeceğimize karar verebiliriz. Ama ailemizi seçemeyiz.
Ö
rgütlenme yaşamımızın her zaman içinde olan bir olgudur. İnsanlar ne kadar bu kelimelerden uzak durmaya çalışsalar da söz etmekten çekinseler de yaşadıkları bu gerçekliği kapatamıyor. Çünkü yaşamımızın içerisinde, ya bu sistemin çürümüş kanallarına örgütleniriz ya birine ya da ben aileme bağlıyım diyerek ailemize örgütlenmiş oluruz. Örgüt yaşamımızın her daim içerisindedir. Burada önemli olan kime ve niye örgütleniyoruzdur. Örgüt yaşamımızın her alanında vardır. İş yeri, okul, aile veya bir arkadaş gurubu. Bunlar birer örgüttür. Sistem örgütü insanlara karşı bir canavarmış gibi gösteriyor. Devletin kendisi en büyük bir örgüt yapılanmasıdır. Ama insanlar haklarını aramak için örgütlendiği zaman, zor güçlerini devreye sokuyor. Yani kendi sömürü sistemini ayakta tutmak için bütün kanalları ile örgütlü davranıyor. Bizim ör-
gütlenmemizin bir amacı vardır. Yani bir amaç birliği vardır. Var olan sömürü düzenini değiştirip, yerine insanca yaşayacağımız sosyalist bir düzeni inşa etmek gibi. Bu yüzden bizim örgütlenmemiz bu sistem açısından birer tehlike oluşturmaktır. Biz sokağa çıktığımız zaman terörist, onlar sokağa çıktığı zaman demokrasinin koruyucuları unvanını alıyorlar. Sistem ne işine geliyorsa, algı operasyonu ile ona ikna etmeye çalışıyor. Bir işçi genç ile bir sohbetimizde “Her işçi özünde komünisttir.” demiştim. Genç, komünist kelimesini sadece allahsızlık olarak bildiği için, tepki gösterdi. Çünkü sistem öyle öğretmişti, bunlar tehlikeli cümlelerdi. Evet işçi özünde komünisttir. Toplumsal üretim zincirinde herkes üretimin bir yerinde yer alır. Kimi kazak örer, kimi pantolon diker, kimisi mahallemizdeki çöpleri temizler vs. Yani herkes bu döngünün içerisinde birbirleri için bir şey yapar. Tabi biz üreterek kazandığımız para ile vitrine gidip sadece etikete bakıp ürünü alıyoruz. Aslına baktığımızda o vitrindeki ürünü bir işçi üretiyor, sen de çalışarak kazandığın para ile o ürünü alıyorsun. Baktığımızda sistem bizi özünde yaşadığımız olguya yabancılaştırıyor, büyük bir algı yaratarak gerçeklikten uzaklaştırmaya çalışıyor. Örgüt kelimesinde korkmak yerine sistemin yarattığı ideolojik örgütlenmeden kendimizi kurtarmalıyız. Örgütlendiğimiz yerlerden biri de ailedir. Aile sistemin en küçük örgütüdür, diyebiliriz. Buranın sıkıntılı tarafı ailenin tabulaştırılmasıdır. İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemliği özelliği kendi iradesi ile karar verebilmesidir. Arkadaşımızı, siyasi görüşümüzü, kimle gezip, kimle gezmeyeceğimize karar verebiliriz. Ama ailemizi seçemeyiz. Bir aileden dünyaya geliriz. Bizim kendi irademiz dışında gerçekleşen bir olaydır. Sisteme kafa tutan
18
gençler, aile diyince takılıp kalıyorlar. Derneğe girip çıkarken görünmek istemiyor, ya da mahallesinde dergi satarken bir tanıdığın görüp ailesine haber vermesinden korkuyor. Bu durum yoksul halkımızın örgütlenmesinde üzerimizde kurulan toplumsal bir baskıdır. Bugün patronlar nasıl örgütlüyse bizler de örgütlü olacağız. Varoşlarda bize cehennem gibi hayatı dayatanlar, nasıl örgütlü ise bizler de örgütlü olacağız. Mahallelerde o kadar yozlaşma ve çeteleşme yoğun ki devrimci kurumlarda olmaktan onur duymalıyız. Devrimcilerle gezdiğimizde ailenin içi rahat olmalı. Buna önce kendimizin inanması gerekiyor. Kendimiz buna inanmazsak en yakınımızı da bu düşünceye inandıramayız. Burada büyük bir çelişki vardır. Aileyi mücadelemizin içerisinde bir ayak bağı olmaktan çıkarıp mücadelemizle toplumsallaştırmak zorundayız. Bizler bireysel kurtuluşların peşinde değiliz, toplumsal kurtuluşları örgütlüyoruz. Mücadelemiz bunun içindir. Bu yüzden aile kurumunu bu toplumsal üretim zincirinin içerisinde bütün insanlar gibi görmeliyiz. Böyle göremezsek aileyi örgütleyemeyiz ve mücadelemizi de kör topal götürürüz. Karşımızdaki kapitalist sömürü düzeni gayet örgütlü ve disiplinli. Bizler de karşımızdaki düşman kadar örgütlü ve disiplinli olmak zorundayız. Faşizm kendisine kanallar açarken, bize azgınca saldırıyor. Saldırırken de hiçbir bahane üretmiyor. Bizler de mücadele yaşamımızda bahaneleri bir kenara bırakıp kazanacağımız zafere odaklanmalıyız. Ne kadar bu sistemin engelleri karşımıza çıkarsa çıksın, devletin baskısı, ailenin baskısı olursa olsun her şey biz de bitiyor. Biz inanmazsak zaten başaramayız. Marks’ın dediği gibi “Tarih sınıf savaşımları tarihidir.” Tarih yazacaksa yine bu sınıf savaşımını yazacak. Ve bizler de orada olacağız.
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
GELİN HEP BİRLİKTE SIRTIMIZI BU SİSTEME DÖNELİM
E
ğitim sisteminin yeni dönemi başlarken baskıcı, eşit ve bilimsel olmayan bir eğitim sistemi ile karşı karşıyayız. Müfredattan birçok bilimsel konu kaldırıldı. Bilimsel eğitimden taraf olan öğretmenlerimiz ihraç edildi. Din dersi (siyasal İslamcılık dersi) saati çoğaltıldı. Devrimci öğrenciler olarak bu çürümüş eğitim sistemine geçtiğimiz dönem de sırtımızı dönerek tepkimizi verdik. Asıl biz liselilerin şimdi sormamız gereken soru bu yeni dönemde sırtımızı tekrar dönebilecek miyiz? Mevcut sistem bizleri, kendi istedikleri gibi keyfi bir şekilde eğitmeyi amaçlıyor. Amaçladıkları, dindar bir nesil adı altında kindar bir nesil yetiştirmek. Okullarda gördüğümüz eğitim, dünya bilimi açısından çok geri durumdadır. Biz devrimci öğrenciler “laik, eşit, bilimsel ve anadilde” eğitim istiyoruz. Okullarda biyoloji dersinden evrim teorisinin tamamen kaldırdılar. Biyoloji dersinin ders saatini 3’ten 2’ye indirip, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin ders saatini 1’den 2’ye çıkardılar. Apaçık bir şekilde bilimsel eğitime karşı bir saldırı söz konusudur. Proje okul adı altında köklü
liseleri veya birçok liseyi imam hatip lisesi olarak dönüştürdüler. Hatta öğrencilerin imam hatip lise ve ortaokullarına gitmeleri için teşvikte bulunup çeşitli para yardımları verdikleri ortaya çıktı. Karma eğitimi bazı okulda kaldırıp kız ve erkek öğrencileri farklı sınıflara koydular. Dershanelerin kapatılmasıyla buralar özel temel liselere dönüştü ve devlet, orta gelirli aileleri teşvik etmek amacıyla ücretin bir kısmını ödemeyi üstlendi. Bu durumda devlet okullarının eğitim kalitesi ve verimliliği düşmüş oldu ve öğrencileri temel liseleri tercih etmek zorunda bıraktılar. “Dershaneleri kapattık” söylemi adı altında AKP eğitimi paralı hale getirdi. Orta gelirli bir ailenin çocuğu servis ile kolay bir şekilde ulaşımını sağlarken büyük şehirlerde öğrenciler, kalabalık otobüslerde okula gitmek zorunda kaldılar. Köylerde durum daha zorlu halde yaşanıyor. Arkadaşlarımız yol olmadığı için okula bile gidemediler. Eğitimde eşitlik yerine, zengin veya orta gelirli ailelerin çocukları iyi bir eğitim görürken bizim gibi yoksul ailelerin çocukları bin bir zorlukla okumaya çalışıyor. Kürt arkadaşlarımız ise anadilde eğitim istediklerinde birer terörist olarak nitelendirildi.
AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra muhalif olan herkese saldırdığı gibi eğitim sistemini de baştan yazmaya başladı. Bir gecede çıkartılan KHK ile binlerce hocamızı ihraç ettiler. İşlerine geri dönebilmek için direnen hocalarımızı tutukladılar. Biz Liseli Direnişçi Gençlik üyeleri olarak “Hocama dokunma!” dedik. Ve demeye devam edeceğiz. Onurlu bir yaşam için liselerde mücadele eden bizleri, ailelerimizi TEM polisi arayarak tehdit ve taciz ettiler. “Bizleri, ailelerimizi arayarak mücadeleden düşüreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.” dedik. Demeye devam ediyoruz, edeceğiz.
Okullarda biyoloji dersinden evrim teorisinin tamamen kaldırdılar. Biyoloji dersinin ders saatini 3’ten 2’ye indirip, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin ders saatini 1’den 2’ye çıkardılar. Apaçık bir şekilde bilimsel eğitime karşı bir saldırı söz konusudur.
Devrimci öğrenciler olarak birleşmezsek hepimiz birer birer bu çürümüş sistemde yok olur gideriz. LDG liselerde eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim için, cinsiyetçi eğitime karşı mücadele eden lise örgütüdür. Yeni dönemde hepimiz bir olmalı, kendi en iyi bildiğimiz şekilde sıralarda onların bu çürümüş sistemine karşı başkaldırıp, mücadele etmeliyiz. Biz öğrenciler olarak kendi isteklerimizi hep beraber tek ses olup haykırmalıyız. Sizleri LDG saflarında mücadele etmeye çağırıyoruz. Gelin hep birlikte sırtımızı bu sisteme dönelim. LİSELİ DİRENİŞÇİ GENÇLİK ÜYESİ
19
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
REFERANDUM VE SAPLA SAMANI KARIŞTIRMAK M. SİNAN MERT
Ortadoğu’nun ve belki de dünyanın en kalabalık devletsiz halkı olan Kürtler, aynen diğer “millet”ler için de kabul edildiği gibi kendi kaderlerini bağımsız bir devlet aracılığı ile ilan etme hakkına sonuna kadar sahiptir. ABD’nin icazeti, İsrail’in desteği gibi gerekçeler bu yalın gerçeği ortadan kaldıramaz.
B
arzani referandumu 25 Eylül’de gerçekleştirecek mi?
Ortadoğu açısından önümüzdeki günlerin en önemli sorusu budur. Barzani’nin, Suriye’de taşlar yerine oturmadan Musul’un ele geçirilmesindeki rolünden ve Irak’ın içinde bulunduğu genel karmaşadan yararlanarak bağımsızlık elde etmeye çalışması rahatlıkla anlaşılabilir. Önünde açılan fırsat penceresini kaçırırsa bir daha benzer olanağın gelmesi için çok beklemesi gerekebilir. İçerideki güç dengeleri açısından da yıpranmış iktidarının son günlerinde yaşadığı sorunları aşarak bağımsızlığa yürüyen bir ulusal lider rolüne soyunabilir. Lapalis’in doğrusu olacak ama Türkiye kamuoyunda Kürtlerin bağımsız devlet sahibi olması öyle bir şeytanlaştırılmış durumda ki altını çizmek gerekiyor. Ortadoğu’nun ve belki de dünyanın en kalabalık devletsiz halkı olan Kürtler, aynen diğer “millet”ler için de kabul edildiği gibi kendi kaderlerini bağımsız bir devlet aracılığı ile ilan etme hakkına sonuna kadar sahiptir. ABD’nin icazeti, İsrail’in desteği gibi gerekçeler bu yalın gerçeği ortadan kaldıramaz. Kürt çevrelerin önemli bir kısmında referandumun gerçekleşeceğine dair inanç çok zayıftı ancak Eylül ayı geldi çattı. Kerkük’te de referandumun yapılacağının açıklanması ise tansiyonu daha da yükseltti. Barzani çok önemli bir yeni tehdit ya da elini güçlendiren çok önemli bir kazanım elde et-
20
meden bu işten vazgeçemeyeceği bir noktaya çok yaklaştı. İran ve Türkiye yakınlaşması, referandumu engelleme noktasında ne derece derinleşebilir? Türk tarafının beklediği ve lanse ettiği oranda olmasa da İran’ın da iş birliği konusunda boş olmadığı anlaşılıyor. İran üzerinde, belki de Ekim ayı içinde ABD’nin nükleer anlaşmayı çöpe atma ve yeni bir kapsamlı izolasyon dalgası -ki bu konuda ABD’nin arkasına Avrupa’yı katabilmesi güç görünüyor- ihtimali mevcutken Türkiye’nin İran’la iş birliğinin sınırları nedir? Trump’un dağınık yönetimi, bölgesel güçlerin manevra alanını genişletiyor. Dolayısıyla 1979’dan beri ilk kez bir İran Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye’ye gelmesi hiç kuşku yok ki önemsenmesi ve izlenmesi gereken bir gelişmedir. Türkiye Suriye içindeki olanaklarını, İran’ı ortak harekete ikna etmek için bir pazarlık gücü olarak kullanmak isteyecektir. Rusya ve İran arasındaki kimi konularda ortaya çıkan faz farkı da burada İran-Türkiye yakınlaşmasına bir marj bırakıyor. Türkiye açısından dış politika tarihinin hiçbir döneminde bu kadar önemli bir iç politika malzemesi olmamıştı. “Yeni Devlet” inşasının bir dış başarıya ihtiyacı var ve bunun için umutsuzca seçenekleri tırmalıyor. El-Bab cebi Erdoğan’ın konuşmalarında bir savaş ganimeti olarak anlatılıyor. Yaklaşan başkanlık seçimleri hatta bir baskın seçimin gerekçesi olabilecek bir başarının mümkün olduğuna inanıyor gibi Türk Devleti. Oysa bu kapılar büyük oranda kapalı. Niyetlerin gerçeklerle uyumlu kılınamaması Türk Dış Politikası’nın Arap Baharı’ndan bu yana yaşadığı en büyük zaaf.
Türkiye’nin Barzani ile ilişkisi de bu noktada bir sır perdesi ardında gerçekleşiyor. İki taraf da aslında birbirinden birtakım tavizler koparma peşinde. Türkiye tarafının en büyük beklentisinin Kandil’e dönük istihbarat timlerinin operasyonlarına yol verilmesi olduğu düşünülebilir. Böylesi bir olanak yaratma Türkiye’yi referandum noktasında ne kadar frenler? Kerkük petrolünün Türkiye üzerinden dış pazarlara taşınması Barzani’nin elini ne kadar güçlendirir? Bunların cevabını birkaç gün içinde göreceğiz. PYD’nin ABD ve Rusya ile ittifaklarıyla özellikle Türkiye’den gelen baskıyı dengelemeye çalışması karşısında bir sosyalistin duygusu ne olmalıdır? Bu ittifaklar özellikle mutluluk yaratacak gelişmeler değil. Rojava’nın kendisini “İncirlik’e alternatif bir ABD” üssü olarak görmesi hiç kuşku yok ki can sıkıcı. Ancak Kürtler açısından bölgede yaşanan 3. Dünya Savaşı’dır. Böylesi koşullarda Alman Devrimi’nin Rus Devrimi’nin yardımına koşamamasının sonucu her zaman Brest-Litowsk olacaktır. Kendi devrimini yaşatmak için dünya tarihindeki tüm halkların yapacağı gibi Rojava’da şu noktada hayatta kalmak için ittifaklarında seçici davranamıyor. Bir seçicilik talep edebilmek için intihar dışında sunduğunuz bir alternatif olması da gerekmez mi? Bu konuda sosyalistler geliştirilmek istenen psikolojik harp karşısında uyanık olmalı, yerli yersiz yapılan eleştirileri boşa düşürmeli, ancak bu ittifakları da konjonktürün dayatması dışında bir genel doğru haline getirmekten de kaçınmalıdır.
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
BOLİVAR DEVRİMİ DERİNLEŞİYOR
K
urucu Meclis seçimleri Bolivar Devrimi için bir başarıydı. Muhalefetin “bir kaç milyon Chavista var” söylentilerine inat 8 milyon Chavista Kurucu Meclis seçimlerinde oy kullandı. Tüm Batı basını sonuçları küçümsedi. Ancak Rusya ve Çin’in sonuçları kabul ettiğinden hemen kimse söz etmedi. Muhalefet (MUD) henüz çok aktif bir cevap vermedi. Seçim darbesinden sonra yeni taktikleri tartışıyor olmalıdır. Fakat Trump Venezüella muhalefeti yerine hemen yaptırımlarla cevap verdi. Bunlar özellikle finans sektörünü ve petrol kaynaklarını hedef alıyor. Elbette gıda maddeleri ihracatı da sınırlandırılıyor. Trump, Venezüella senetlerine yatırım yapılmasını yasakladı. Şu anda Venezüella hükümet tahvillerinin %62’si Amerikalılara, %12’si İngilizlere ve % 6’sı Kanadalılara aittir. (Maduro, TeleSur, 28.08.17) Maduro konuşmasında “Amerikalılar kendi yatırımlarını yakmak mı istiyorlar?” diye sorarken, “Bu yaptırımlar bizim için çok ağır, ancak yeni alternatifler yaratma imkanı da veriyor.” (ay) diyerek farklı gelişmelere işaret ediyor.
ro yaptırdığı askeri manevra ile bu adamlara bir sınıra geldikleri uyarısını yapmıştır. Amerikan yönetiminin yıllar önce Kissinger’ın Şili’de Allende’yi yıkmak için yaptığı “ekonomiyi bağırtın” önerisi bugünlerde yeniden gündemdedir. Venezüella muhalefeti aynı yoldan ilerliyor, ancak on yıldır bir sonuç alamadı. Üstelik ülkede yiyecek kıtlığı yaşanmasına, yüksek bir enflasyonla karşı karşıya olmasına rağmen Washington henüz hedefine varamadı. Bolivar Devrimi’nin Şili’den farkı yıllardır yok olmayan, hem orduda hem de Bariolarda ve işçiler içinde geniş bir halk örgütlenmesine sahip olmasıdır. Chavez ölmeden önce yaptığı bir konuşmasında “Komünler yoksa Bolivar Devrimi de yok!” demişti. Yaşanan süreç komünlerin örgütlenme ve bilincini arttırmıştır. Kurucu Meclis referandumu bunun somut kanıtı olmuştur. En acil konu yiyecek sıkıntısından kimi örneklerle başlayalım. “Durum, CLAP’nin yani Mahalli Yiyecek Üretim ve Temin Komitesi sayesinde şimdilerde düzeldi. 2016 baharında
buraya geldiğimde kurulan Komiteler nedeniyle marketlerde olmayan yiyeceklere ulaşmak mümkün hale geldi.” (1) Yaşananlar rastlantı değildir. “Vurgulamak istediğim diğer bir şey, tüm taban örgütlenmelerinin ve Bolivar Devrimi’nin hareketinin şimdilerde çok canlı ve doğru hamleler içinde olduğudur.” (ay) Kurucu meclis referandumu ilan edilince bütün komünlerde yoğun bir tartışma başlamıştır. Sorun sadece bir oy vermek değildir. “Halkın özgürleşmiş ve kurucu gücü ile hükümetin daha kurumsal ve anayasal gücü arasındaki dengeye özel bir ilgi vardır. Ayrıca Bolivar Devrimi’nin hareket ettirici gücü olan “öncü katılımcı demokrasi”nin nasıl derinleştirileceği tartışılıyor.” (ay) Devrimin içinden geçtiği yaşamsal süreçte; Kurucu Meclis çalışmaları yürütülürken aynı zamanda sürekli faşist muhalefetle mücadele etme zorunluluğuyla Bolivar Devrimi ve komünler arasındaki ilişki yeniden tanımlanacak ve örgütlenecektir.
MEHMET YILMAZER
“Beni en çok etkileyen, çok zor koşullarda, Bolivar Devrimi’ni derinleştirmek ve radikalize etmek için uğraşları sırasında; halkın somut öneriler yaparken ve hedefe pratikte yürürken, devrimci misyon ve pragmatizm arasındaki dengeyi kurabilmeleridir.” (ay) Bıçağın sırtında yürüyen bir devrimde halkların bu ustalığı kazanması bir anlamda zorunluluktur. Bolivar Devrimi’nin geleceği onu böyle bir ustalıkla derinleştirip, radikalleştirmekte yatıyor. Bildiğimiz ve ezberlediğimiz formüller dışında yürüyen Bolivar Devrimi kaos ve gri bulutlarla yüklü dünyamızda geleceği aydınlatmaya adaydır. __________________________ (1) “The People Themselves Are Radicalizing Venezuela’s Bolivar Revolution”, F. Choudhury, F. Magdoff, TeleSur, 01.09.17 (Caracas’ta yaşayan ve çalışan bir gönüllü ile Monthly Review için yapılan röportaj)
Yine TeleSur haberlerinde, Rusya’nın Venezüella’ya her ay 60 bin ton buğday yollayacağını, 30 bin tonun da yolda olduğunu bildiriyor. Petrol konusunda da Venezüella ile Rusya ve Çin’in yeni anlaşmalar yaptıkları açıklanıyor. Trump yönetiminin Kurucu Meclis referandumu öncesi savurduğu yaptırım uygulama tehdidi işe yaramasa da, Maduro yönetimi bunu ciddiye aldı ve Amerika’nın tehditlerine karşı milis güçlerinin de katıldığı büyük bir askeri manevra ile cevap verdi. Muhalefet insan yakmak dahil şiddetin pek çok çeşitlerini kullanmıştı. Bolivar Devrimi bu yoldan yıkılamadı, ancak Madu-
21
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
SHAKESPEARE’İ SOLDAN YENİDEN YARATMAK ZEYNEP KORU
Yaşadığı dönemde doğduğu yer İngiltere dahil bütün bir kıta Avrupası geçiş dönemindedir. Toprak aristokrasisinin çözüldüğü, ticaret ve manifaktür sanayinin gelişmeye başladığı bir dönüşüm sürecindedir. Coğrafi keşiflerin eski ekonomik düzeni zorladığı, doğa bilimlerinin sıçrama kaydettiği, dinsel reformların başladığı, felsefenin dinden ayrışma yoluna girdiği bir dönem yaşanmaktadır.
22
S
hakespeare hemen hemen hepimizin hayatında var, biz farkına varsak da varmasak da. Hatırlayalım Ezginin Günlüğü’nün “Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni” şarkısını. Hafızalarımızda derin iz bırakan bu şarkının sözlerinin bir Shakespeare şiiri olduğunu çoğumuz bilmiyoruzdur. Ama Romeo ve Juliet hikâyesini çocukluğumuzdan beri biliriz. Direkt eseri okumamışsak da izlediğimiz bir filmde mutlaka bu hikâyeye bir gönderme vardır ya da okuduğumuz bir aşk romanı, dinlediğimiz bir müzik parçası ondan esintiler taşır. Hadi hiç edebiyata sanata bulaşmamış bir insanımız söz konusu olsun; Hande Yener’in “Romeo” (‘Dedin ki ben Romeo gerçek aşkın savaşçısı’ dizelerini barındıran) şarkısını duymuştur mutlaka. Shakespeare, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizim coğrafyamızda da her kesimden insana değiyor, her kesimden insan ondan kendi meşrebince söz ediyor, esinleniyor… O halde kısaca yaşamıyla ilgili bilgi verelim büyük ustanın. William Shakespeare 1564 yılında İngiltere’de doğdu. 38 oyun, 154 sone ve şiirlerinden oluşan eserleri çok sayıda dile çevrildi ve diğer bütün oyun yazarlarından daha çok sergilendi. Ülkelerin pek çoğunda okullarda ders olarak okutuldu. Ölümünden (yıl 1616) bu yana 400 yılı aşan insanlık tarihinde eserleri yeniden yeniden yaratıldı. “İngiliz Tiyatrosu ve Shakespeare” adlı yazısında (Birikim Dergisi, sayı 328329) Barış Özkul, Shakespeare’in yaratıcılığından dolayı ona kutsallık payesi verilmesine karşı çıkar, “İngiliz tarihinin belli bir aşamasında ortaya çıkan ve edebiyatın malzemesini bireysel üslubuyla birkaç adım öteye taşıyan önemli bir yazardır” der.
Dikkat çekilmesi gereken nokta gerçekten Shakespeare’in tarihin hangi aşamasında ürünlerini verdiğidir. Yaşadığı dönemde doğduğu yer İngiltere dahil bütün bir kıta Avrupası geçiş dönemindedir. Toprak aristokrasisinin çözüldüğü, ticaret ve manifaktür sanayinin gelişmeye başladığı bir dönüşüm sürecindedir. Coğrafi keşiflerin eski ekonomik düzeni zorladığı, doğa bilimlerinin sıçrama kaydettiği, dinsel reformların başladığı, felsefenin dinden ayrışma yoluna girdiği bir dönem yaşanmaktadır. Aristokrasi, toprak soyluluğu ve kilise otoritesi yıkılmaya yüz tutarken, yerine, burjuvazinin doğmakta olan üretim ilişkilerini dayattığı bir tarihsel süreç içinden geçilmektedir. Shakespeare’in öneminin de geçiş döneminin tanıklığından ileri geldiği iddia edilmektedir. Onu kendi döneminin sanatçılarının üstüne çıkaran, günümüze kadar evrensel ve güncel kılan şey, çöken bir sınıfın ve onun toplum-insan ilişkilerinin bir nesnesi olmayışı, bir zihniyet dönüşümü sürecinin dışında kalmaması ve zihniyet dönüşüm sürecinin aktörü haline gelmesi. Onun sanatına “yaratıcılık” veya “deha” payesi biçeceksek eğer, Shakespeare’in yeni doğan düzeni eserlerinde bütün gerçekliği ile ve edebi üstünlükle yansıtmayı becerebilmesindendir. Çağının açmazlarını, çelişkilerini, kırılma noktalarını, çökmekte olan ile yeni doğmakta olan düzenin bütün sarsıntılarını tüm renkliliğiyle yansıtır. Marx, Shakespeare’in eserlerini sever, bazı şiirlerini ezbere bilirdi. Marx’ın ilgisini çeken şey de Shakespeare’in toplumsal yaşamdaki yeni görüntüleri, esaslı hatları doğru bir şekilde betimleyebilmesi yeteneğinde olması idi.
“Ne varsa yine Shakespeare’de var, yeni metinler bize heyecan veremiyor.” Tüm zamanların yazarı diye söz edilen Shakespeare’in dönemine ve yereline sıkışmamış olması, gerçeklikle evrenselliğin ilişkisini yaratabilmesi, onu günümüze, bize kadar taşıdı. Klasik tiyatro oyunlarının sergilenmesi bir yana, devamlı ondan esinlenen filmler seyrediyoruz (gelecek kış vizyona girecek olan Kırık Kalpler Bankası gibi; yönetmen Onur Ünlü), şiirler okuyoruz, şarkılar dinliyoruz. Bu sene ondan esinlenerek yarattıkları ve çok büyük başarılar kazanan Şato’nun Altında adlı oyunu yaratan ekipten bir arkadaşın “Ne varsa yine Shakespeare’de var, yeni metinler bize heyecan veremiyor.” demesi, bu yazının yazılmasına vesile oldu. Shakespeare’e dair farkındalık yaratmak önemli. Demiştik ya “Her kesimden insana değiyor, her kesimden insan ondan kendi meşrebince söz ediyor, esinleniyor. Her kesim kendi ruhunu ondan esinlenerek yarattığı esere verebiliyor.” Aşağıdaki çok sevdiğimiz sevgili Can Yücel’in çevirdiği adı 66. Sone diye geçen şu dizelere bir bakalım, aynı zamanda Ezginin Günlüğü’nün bestelediği. Bir de aynı şiirin Talat Halman çevirisine baktığımızda “herkesin kendi meşrebince bir Shakespeare’i olduğu”nu görüyoruz. Hayatın, insanların, ilişkilerin daha iyi anlamlandırılabilmesi, yaşama, olaylara yeni bir ruh ve bilinçle yaklaşılabilmesi için pek çok şeyin yaratılması gibi Shakespeare de soldan soldan yeniden yaratılmalı…
Eylül 2017 / Sosyalist Dayanışma
66. Sone Can Yücel çevirisi
66. Sone Talat Halman çevirisi
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Bıktım artık dünyadan, bari ölüp kurtulsam:
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Bakın, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
İşte kırtıpillerde bir süs, bir giyim kuşam, İşte en temiz inanç kalleşçe çiğneniyor, İşte utanmazlıkla post kapmış yaldızlı şan,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
İşte zorla satmışlar kızoğlan kız namusu,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
İşte gadre uğradı dört başı mamur olan,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
İşte kuvvet kör-topal, devrilmiş boyu posu,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
İşte zorba, sanatın ağzına tıkaç tıkmış.
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
İşte hüküm sürüyor çılgınlık bilgiçlikle,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
İşte en saf gerçeğin adı saflığa çıkmış,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
İşte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle;
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Bıktım artık dünyadan, ben kalıcı değilim,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.
Gel gör ki ölüp gitsem yalnız kalır sevgilim.
23
SUR, HASANKEYF, DERSİM... Sosyalist Dayanışma / Eylül 2017
FAŞİZMİN DOĞAYI VE KÜLTÜRÜMÜZÜ YOK ETMESİNE SEYİRCİ
! M I L A Y KALMAYALIM! KALMA
24