Sosyalist Dayanışma Dergisi 32. Nisan 2015 Sayısı

Page 1

Despotun Hayallerini Tarihe Gömmek Boynumuzun Borcudur “Yeni Türkiye”den Eski Manzaralar Şanlı Bir Kavga: 1 Mayıs! Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

NİSAN 2015 YIL: 4 SAYI 32

1 Mayıs’a Giderken... Yasa Değil “Hukuk” İstiyoruz Taş Beton Şantiye İşte AKP BHH’nin Seçimle İmtihanı HDP ve CHP Arasında Aleviler Adalet Yoksa Direniş Var! “Kil Îl İnseni Ğu Vet” Çözüm Süreci ve Çözülmeler Ekonominin Vebali Kimde? “Üçüncü Mesai” Bross Tekstil Direnişi Nasıl Zafere Ulaştı Ev İşçileri İşçidir ve Tüm Yasalara Fiilen Dâhil Olmuştur Her Yerde Çözümsüzlük Göstergeleri Syriza Paketi Rektörünü Seven Defansa! “Amara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan”


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

GELECEĞİMİZİ ELİMİZE ALMAK İÇİN 1 MAYIS’TA ALANLARA! AKP, her geçen gün saldırganlaşıyor. İktidarı sallandıkça faşizmi yükseltiyor. İş Güvenlik Paketini; yolsuzluklarına, hırsızlıklarına kılıf olarak yürürlüğe koydular. “Halkların Direnişini Bastırma Yasası” olarak algılayabileceğimiz bu paket daha yasalaşmadan uygulanmaya başlandı. Sokağa çıkan herkese vahşice saldırılıyor. Geçen gün emniyetten arkadaşlarının çıkmasını beklerken gözaltına alınan üniversite öğrencileri yere yatırılıp elleri ters kelepçelenip saatlerce işkenceye maruz bırakıldı. Sesini çıkaranın sesi boğulmaya çalışılıyor. Mehmet Ayvalıtaş’ın mahkemesinde aileler yerlerde sürüklendi, insanlar mahkeme koridorlarında ve dışarıda gazlı, coplu, tomalı saldırıya maruz kaldı. Çağlayan Adliyesi’nde avukatlara üst araması bahanesiyle zulmediliyor. Her toplumsal kesim değişik bahanelerle susturulmaya çalışıyor. Sonları yaklaştıkça korkuları artıyor. Korktukça saldırganlaşıyorlar. Çünkü çok iyi biliyorlar ki onların sonu normal yollardan olmayacak. “Biraz da dinleneyim, bu kadar siyaset yeter” deme lüksleri olmayacak. Son üç ayda 351, Mart ayında 139 işçi iş cinayetinde katledildi. Bross’ta Direnişçi İşçilerin BATİS’in öncülüğünde verdikleri iş güvenliği mücadelesi kazanımla sonuçlandı. Ülke geneli için küçük ama dönemsel olarak çok anlamlı bir direniş. Öne çıkarılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 5, Sayı: 32 Nisan 2015 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal

2

Yine Mart ayında 33 kadın öldürüldü. Kadın cinayetleri bu erkek egemen düzenin ve AKP iktidarının en çirkin yüzüdür. Özgecan’ın katledilmesinin ardından on binlerce kadın ülkenin dört bir yanında sokakları doldurdu. Bu durum Gezi ruhunun hala yaşadığının göstergesidir. Kitlelerin gözü hala sokakta, sokağın dönüştürücü gücünün farkında. İşte bunu bilen iktidar, kitlelere göz açtırmamak için elinden geleni yapacak.

Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68

“Yeni Türkiye”yi kuracağız diye geleceğimizi karartmaya çalışıyorlar. Geleceğimizi elimize almanın bir yolu öfkemizi sokaklara taşımaksa bir yolu da bu tarihi günlerde AKP’yi sandıkta da geriletebilmektir. HDP, hem AKP’yi geriletebilmenin hem de halkların isyanını buluşturarak geleceğimizi birlikte kurabilmenin adresidir. Bunun bilinciyle gideceğiz seçimlere ve bulunduğumuz her alanda HDP’yi büyütmek ve barajları yıkmak için çalışacağız.

infosodap@gmail.com www.sodap.org

Önümüz 1 Mayıs! Tüm emekçilerin, ezilenlerin, yok sayılanların alanları dolduracağı gün. İktidarla ve sermayeyle hesaplaşma günü!

Basım Yeri: Yön Matbaacılık

Diktatöre Dur Demek,

Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

Geleceğimizi Ellerimize Almak,

İşçi ve Kadın Cinayetlerine Son Vermek, Yeni Yaşamı Birlikte Kurmak İçin 1 Mayıs’ta Alanlara!


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

DESPOTUN HAYALLERİNİ TARİHE GÖMMEK BOYNUMUZUN BORCUDUR

C

umhuriyet tarihinin en derin politik krizlerinden birinin içinden geçiyoruz. Buradan halklarımız açısından büyük müjdeler yaratan bir sonuç çıkabileceği gibi son derece karanlık bir faşizmin pençesine sıkışma riski de bulunmaktadır. Seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceği ise büyük oranda ezilenlerin siyasi iradesinin ne yönde tecelli edeceği ile netleşecektir. Politik sistemi sarsan iki büyük gerilim söz konusu. Bunlardan en başta geleni hiç kuşku yok ki Erdoğan’ın başkan olma hevesidir. Yıllardır üstü üste kazandığı seçim başarıları, yolsuzluk operasyonları ve Gezi sonrasında kendisini güvene alma arzusu ve bitmek tükenmek bilmeyen siyasi hırsı büyük bir kararlılıkla başkanlık meselesini zorlamasına yol açıyor. Erdoğan için bunun artık yegane kurtuluş olacağı görünüyor. Başkanlık sistemine geçişin mümkün olmaması durumunda bir süre sonra politik fazlalık haline geleceğinin farkında. Anayasa’da bir değişiklik gerçekleşemeden parlamenter sistemi sonsuza kadar bekleme odasına alabilmek mümkün görünmüyor. Parlamenter sistemin sermaye için ortaya koyduğu en önemli avantaj, sermaye sınıfının farklı fraksiyonları arasındaki gerilimlerin yönetilebilir seviyeye çekilmesini ve politik uzlaşmaların mümkün olmasını sağlamasıydı. Erdoğan’ın kafasındaki Türk tip başkanlık ise bildiğimiz bir Sultanlık rejimidir. Her mekanizmanın doğrudan kendisine bağlandığı bir tek adam rejimini hayal ettiği açıktır. Bu durum sermaye düzeninin tüm politik dengelerini zorlamaktadır. Toplum için olanaksız olan Erdoğan için kaçınılmazdır. Böylesi bir durumun muazzam bir politik gerilime yol açtığı ve bunun şiddetlenerek artacağı açıktır.

Cumhuriyet’in temel parametrelerini zorlayan bir diğer gelişme ise HDP ile Kürt Siyasi Hareketi’nin ve sosyalistlerin temel politik aktörlerden birisi durumuna sıçrama adımıdır. Bu durum konjonktürel olarak Erdoğan’ın başkanlık hayallerini engellemenin bir imkanı olarak HDP’yi daha da ön plana çıkarıyor. Konjonktürel olarak Erdoğan için kabus olan durum düzenin tüm egemen unsurları için de kabul edilmesi çok zor bir gerçeği ortaya koymaktadır. 92 yıllık Cumhuriyet tarafından yok sayılmaya çalışılan Kürtler, toplumun en dinamik ve hızla yükselen politik aktörü olarak güneşin altındaki yerlerini almaya çalışıyorlar. Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin çılgınlığının bu anlamda HDP’nin önünü açtığı açıktır. Fakat Erdoğan’ın çılgınlığının kendisini de imhaya varacak bir takım cehennem kapılarının zorlanmasına yol açıp açmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Fakat Newroz sonrasında yaşanan gelişmeler Erdoğan’ın bu kapıları zorlamaya ikna olduğunu gösteriyor. Erdoğan açısından kazanamayacağının kesinleştiği bir seçimi yaptırmayacak bir iç karışıklığı tetiklemek en uygulanabilir politik seçeneklerden birisi haline gelmektedir. Böylesi bir politik kriz yaşanırken Ortadoğu’da yaşanan süreçler de Erdoğan’ı zorlamaktadır. ABD ile İran’ın bir nükleer uzlaşmaya doğru ilerlemesi ve İran’ın bölgenin ana düzenleyici unsuru olmaya doğru adım adım ilerlemesi Suudi Arabistan ve İsrail’le birlikte en çok Erdoğan’ı tedirgin etmiş görünmektedir. Yemen’de Huşilerin Suudi destekli Hadi’yi ülkeden kaçırmaları sonrasında başlayan çatışmalarda Erdoğan’ın kral Selman’dan daha kralcı bir

çıkış yapması aslında Erdoğan’ın Körfez’in mali ve siyasi desteğine ne kadar muhtaç olduğunun da bir göstergesi olduğu açıktır. Türkiye’nin bölgedeki emperyal hayallerinin tükenişinin resmi Süleyman Şah karakolunun boşaltılması ile verilmiş oldu. Türkiye’nin bölgedeki derinliği 350 metreye düşmüşken İranlı generallerin yönettiği Irak ordusu Tıkrit’i IŞİD’den temizlemiş görünmektedir. Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ine dayanan dış politika Türkiye’yi Bağdat’a, Şam’a, Kahire’ye ve Tahran’a gidemez hale getirmiştir. Suriye’de Türkiye’nin desteği ile Nusra tarafından Idlip’in ele geçirilmesi genel tabloyu flulaştırmakla beraber kalıcı olarak tersine çeviremeyecektir. Dış politikanın yanı sıra çöküş sinyallerinin giderek arttığı alanlardan bir tanesi de ekonomidir. Erdoğan’ın en büyük ‘başarı’larından birisi olarak görünen ekonomide alarm çanları çalmaktadır. Büyümenin yavaşlaması ile birlikte kişi başına düşen gelir düşmeye başlamıştır. İşsizlik %10’un üzerinde sabitlenmiştir. En büyük ihracat pazarları Avrupa ve Rusya’daki ekonomik durgunluk, Ortadoğu ülkeleri ile gerilen ilişkiler ve Euro’nun Dolar karşısında değer kaybetmesi Türkiye’nin ihracat gelirlerini aşağıya doğru çekmektedir. Bu koşullarda üretimin daha fazla iç talep tarafından desteklenmesi gerekiyor. Fakat hane halkı borçluluğunun zaten olabildiğince yükselmiş olması, faizlerin düşürülmesi durumunda sermaye kaçışının önüne geçilemeyecek olması sermaye düzeninin parametreleri açısından yaşanan soruna çözüm bulunabilmesini zorlaştırıyor. Kriz sinyallerinin geldiği alanlar bunlarla sınırlı değil.

Eğitim, sağlık başta olmak üzere toplumu doğrudan ilgilendiren kamu hizmetleri neredeyse çökmüş durumda. İş cinayetleri ve kadın cinayetleri engellenemiyor. Tüm makyajlara rağmen yoksulluk geniş yığınların geleceğini karartıyor. Erdoğan’ın iktidar hırsının yarattığı çalkantılar bu toplumsal gerçeğin üstünü örtemiyor. Erdoğan böylesi bir çıkışsızlık içinden sıyrılabilmek için hem kendi partisini sürekli kamçılayarak çatlak seslerin güçlü eğilimlere dönüşmesini engellemeye çalışıyor hem de ezeli rakibi ordu ile nikah tazelemeye çalışıyor. Büyük ahu vala ile liberallerin de büyük bir tutkuyla sahip çıktığı ‘askeri vesayet’ ile hesaplaşma aracı olarak sunulan Ergenekon ve Balyoz davaları vebali Cemaat’in üzerine yıkılarak yok hükmüne sokuldu. Balyoz Davası’nın tüm sanıklarının beraat etmesi aslında her fırsatta “Türkiye’de yargı yoktur” diyen Orhangazi Ertekin’i haklı çıkardı bir kez daha. Erdoğan iktidarını korumak için orduya muhtaç olduğunu düşünüyor. En azından bu uzlaşma ile Mursi’ye karşı Sisi seçeneği taraftarlarının sayısını azaltmaya çalışıyor. Bese Hozat’ın açıkladığı gibi 10.5 saatlik MGK toplantısında Kürt halkına karşı savaş kararı alındıysa beraatleri bu değerlendirmeyi güçlendirecek bir işaret olarak da okuyabiliriz. Tabii Erdoğan’ın tüm kriminal bagajıyla birlikte Kürt sorununda ipleri bir kez daha ordunun eline verip sonra da iktidarını ezel ebed sürdürebileceği planının çok da gerçekçi olmadığının farkında olan bir çok AKP’li olduğu da tahmin edilebilir. Bu durum Erdoğanordu ittifakının istikrarı ile ilgili ciddi tereddütleri açıklar. NATO ordusu İslamcı, IŞİD destekçisi ve ABD’nin gözden çıkarmakta

3


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

Erdoğan faşist bir rejimin ihtiyaç duyduğu araçları tahkim ediyor. İç Güvenlik Yasası, üniversitelerde zorbaca gözaltılar, faşist saldırılar, yerli cihatçıların Erdoğan ekseninde örgütlenmesi, ordu ile kurulmaya çalışılan ittifaklar aslında ne öngördüklerini çok açık biçimde ortaya koyuyor.

olduğu bir Erdoğan’ı ne kadar taşır nerede sırtından atar bunu hep birlikte göreceğiz.

katliamcı girişimleri püskürtebilmek için hayati önem taşımaktadır.

Erdoğan’ın oynadığı en tehlikeli oyunlardan bir tanesi ise Alevileri kendisine yönelik bir komplo içerisinde göstermeye çalışan provokasyonlarıdır. Özellikle Kartal ilçe binasına yönelik gerçekleşen Cumhuriyet tarihinin en acemi derin devlet organizasyonunda camdan sallanan bayrağın ortaya koyduğu plan Erdoğan’ın Neronlaşma seviyesini ortaya koyuyor. İBDAC bürosunda patlayan bomba, AKP basınında Alevileri hedef gösteren demeçler Erdoğan’ın seçimi kaybetme durumunda yeni Maraş’lar, Sivas’lar yaratma eğiliminde olduğunu sergiliyor. Çağlayan’da gerçekleşen eylemin de “radikal Alevilik” ile ilişkilendirilmesi bu değerlendirmeleri besliyor. Böylesi dönemlerde at izi ile it izinin ne seviyede birbirine karışabildiğini çok iyi biliyoruz. Hiçbir devrimci iradenin derin dehlizlerde açılan olanaklara tevessül etmemesi, tarihi bir dönemden geçilirken muazzam önem taşımaktadır. Erdoğan her türlü kanalı kullanarak Alevileri hedef haline getirmeye çalışacak ve kendisine dönük tepkileri mezhepçilik üzerinden karşılamaya çalışacak, kendi tabanındaki olası çözülmeyi bu biçimde göğüslemek istiyor. Bir yandan bu oyunu boşa çıkarmaya çalışırken bir taraftan da mahallelerimize dönük olası girişimlere karşı gerekli önlemleri alabilmek

Erdoğan faşist bir rejimin ihtiyaç duyduğu araçları tahkim ediyor. İç güvenlik Yasası, üniversitelerde zorbaca gözaltılar, faşist saldırılar, yerli cihatçıların Erdoğan ekseninde örgütlenmesi, ordu ile kurulmaya çalışılan ittifaklar aslında ne öngördüklerini çok açık biçimde ortaya koyuyor. Burada en büyük handikapımız Türkiye toplumunun örgütsüzlüğüdür. Daha doğrusu ezilenlerin AKP’nin patronaj ilişkileri içinde çözülmesidir. Bu durumun ortaya çıkmasında birleşik bir devrimci iradenin ortaya çıkamamasının rolü çok büyüktür. Ortada muazzam bir politik kriz var, düzenin tüm kurumları sarsılıyor, sermaye içi gerilimler hat safhada, Cumhuriyet düzeni dikiş tutmaz hale gelmiş böylesi bir konjonktüre müdahale edebilmek adına Batı’da ortaya çıkan örgütlülük seviyesi son derece sınırlıdır. HDP ile çok sıradan bir seçim dayanışması gerçekleştirmeyi bile ‘sokağın sesi’ olma gerekçesi ile reddedenlerin sokakta olabilmeyi ne seviyede başarabilecekleri önümüzdeki dönem açısından meçhuldür. İç Güvenlik Yasası geçerken edilen büyük laflar büyük oranda yutulmuş oldu. Yaklaşan 1 Mayıs’ta bu tablo daha net bir biçimde açığa çıkacaktır.

Sonuç olarak tarihin önümüze çıkardığı koşulları belirleyemediğimiz açık ama buna müdahale etme konusunda hala çaresiz değiliz. Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiyeli sosyalistlerin birlikte inşa ettiği HDP sistemi sarsan bir varlık haline gelmekte. HDP halklarımızın da yoğun bir biçimde ilgisine amzhar oluyor. Bu büyük bir olanaktır. Artık kapımıza dayanan tek adam rejimine, sokakları emekçilere yasaklamaya çalışan, infazları gündeme getiren, Alevileri cihatçı güruhları üzerine salmakla tehdit eden bir çılgınlığa karşı direnmenin bir odağını yaratabilmiş olmak aslında önemli bir başarı olarak da değerlendirilebilir. Önümüzdeki günlerin tüm olası karanlık oyunlarına karşı bu birlikteliğe sıkı sıkı sarılmalıyız. Muazzam bir enerjiyle önümüzdeki günleri büyük bir örgütlenmenin ve sıçramanın zamanı haline getirebiliriz. İşlerin giderek geri dönüşsüz bir noktaya doğru ilerlediğini, büyük bir hesaplaşmanın kaçınılmazlaştığını hissedenlerin sayısı giderek artmaktadır. Bu dönemde zayi edecek bir gram enerjiye tahammülümüz yok. Muazzam bir uyanıklıkla, gelişecek olası saldırıları püskürtecek bir hazırlık ve kararlılıkla, devrimi siyasetin alanının daraltılmasına dönük girişimleri boşa çıkartarak, düşmanların sayısını azaltıp dostların sayısını arttırmaya çalışarak, bulunulan her alanda devrimcisol-sosyalist güçlerle dayanışmayı büyüterek bu karanlıktan bir devrim üretebiliriz. Mao, kendi gücüne güvendiği için “Gök kubbenin altında kaos varsa işler yolunda” diyebilmişti. Düzenin politik krizini devrimci bir imkana dönüştürebilmenin yegane yolu ezilenlerin devrimci örgütlülüğüdür. Devrimci eylem, bu örgütlülüğü büyüten eylemdir. 1980 sonrasının belki de en kritik döneminden geçiyoruz. Bu döneme sıradan yaklaşmanın hiçbir açıklaması olamaz. Büyük bir uyanıklık ve kararlılıkla Erdoğan’a da sermayeye de faşizm sevdalılarına da geçit vermeyeceğiz. Bu dehlizden alnımızın akıyla çıkmak halkımıza boynumuzun borcudur.

4


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

B

“YENİ TÜRKİYE”DEN ESKİ MANZARALAR

u ülkede hemen hemen yarım yüzyıldır aynı film oynuyor. Son günlerde gerçekleşen olaylara bakınca insanın ilk tepkisi bu oluyor. Bu mümkün mü? Oynatan da seyreden de bu filmden bıkmadı mı? Olayların bir yanı siyasetin doğasında saklıdır. Açık siyasal taktik ve manevralar tükenince başka yollara sapmak kaçınılmaz hale gelir. Bu yerleşik batı demokrasilerinde mali ya da seks skandalları olarak ortaya çıkar. Bizim gibi ülkelerde provokasyon ve darbeler olarak… Seçime kadar “normal siyaset yolundan” yürünebilecek mi sorusunu sormuş, büyük olasılıkla yürünebileceğini söylemiştik. Olayların eski günlerdeki gibi bir darbeyi hazırlama çapında olmadığı görülüyor; fakat seçim yoluna epeyce mayın döşendiği de anlaşılıyor. Bu seçimlerin öncekilerden büyük bir farkı var. AKP’nin ilk seçim zaferinden bu yana her seçimin galibi belli olduğu için özel bir yanı kalmamıştı. Fakat bu seçimlerde ilk defa AKP bir gerileme yaşayabilir. İşaretler böyle görünüyor. Seçim ortamının bu ölçüde gerilim yüklü olmasının tek nedeni AKP’nin gerileme olasılığı değildir; esas olarak HDP’nin barajı aşma olasılığıdır. Böyle bir gelişmenin siyasal dengeleri değiştireceği herkes tarafından kabul ediliyor. AKP, her seçime girerken göz alıcı projelerle sahneye çıkar, güçlü bir propaganda kampanyasıyla işi götürürdü. Bu seçimlerde yine büyük bir kampanya yürütecektir. Ancak bu kez parıltısı bol içi boş bir kampanya olacaktır. AKP’nin anlatacak hikayesi kalmadı. Çözüm süreci başlarken “baldıran zehiri içmeye hazır” olduğunu söyleyen Erdoğan, Kürt sorununu inkar ederek risk alma konusunda aslında ne ölçüde cesaretsiz olduğunu ortaya koydu.

şil sermayeyi palazlandırdı. Fakat “güzel günler” geride kaldı. Merkez Bankası’yla Erdoğan’ın didişmesinin altında rant yollarının tıkanmasının telaşı yatıyor. Bunların yanına yolsuzluklar ve kaçak sarayın muazzam israfı da eklenince ekonomi alanındaki “başarılar” bu yağmanın gölgesinde kalmaya başlamıştır. Böyle bir tablo karşısında AKP seçime giderken “normal yollar” dışında gerilim ve provokasyon taktiklerinden nasıl bir kazanç sağlayabilir? Kendi yolsuzluk ve çapsızlıklarını örtecek gerilimlere ihtiyacı vardır. Bunu “paralel” gürültüsüyle yapmayı sürdürüyor. Fakat bu gürültünün günahlarını ve çıkmazını örtmediği açıktır. “Güvenlik” yasasıyla başka bir adım atmayı, Kürt Özgürlük Hareketi ve Demokrasi güçlerinin korkusuz ve ustaca yürüttüğü mücadelenin yolunu kesmeyi amaçladı. Onların seçim ortamında meşruiyetlerini kaybetmeleri için kışkırtma ve zorlamalara girebileceğinin işaretlerini verdi. Özellikle bir kaç hafta önce Mardin kırsalında PKK güçlerine karşı yürütülen operasyonlar böyle kışkırtma denemeleriydi. Olmadı. Bir sonuç yaratmadı… Mevcut ortamda doğrudan HDP’yi hedefleyecek saldırı ve zulümlerin AKP’nin istediği sonuçları yaratmayacağı, biraz siyasetten anlayanlar için yeterince açıktır. Adalet sarayında savcının öldürülmesi olayı, politik ortamın

özellikleri dikkate alındığında ne anlama gelir? Olayın “perde arkasıyla” ilgili spekülasyonlarla ilgilenmeyeceğiz. Adaletin ve hukukun çöktüğü, bir kaç kişinin dudaklarının arasına sıkıştığı bu ülkede böyle tepkilerin ortaya çıkmasına iktidar çok şaşırmış görünüyor, fakat başta hiç şaşırmaması gerekenler onlardır. “Rüzgar eken, sonunda fırtına biçer!” Eylemin çökmüş bir adalet sistemine tepkiden öteye anlamına, politik ortamda taktik olarak oynadığı role gelince, konu kaçınılmaz bir şekilde seçime giderken siyasal güç dengelerinin çözümlenmesine gelir. Eylemin basit bir tepki veya öfkeden öteye taktik olarak kavranması; eğer taktikse anlamının çözümlenmesi gerekiyor.

Mehmet YILMAZER

liklerini kavramak yeterlidir, cin olmaya gerek yoktur. Bu seçimlerde egemenler açısından temel taktik, hangi yolla olursa olsun HDP’nin önünün kesilmelidir. Bu süreçte taktik ustalık; bıçağın sırtında yürüyebilmek, ama iktidarın elini güçlendirecek alana düşmemektir. Öte yandan AKP Kartal ilçe binasındaki Zülfikarlı Türk bayrağı egemenlerin hangi yolları deneyebileceğinin bir işareti oldu.

Önce eylem Gezi isyanının neresinde duruyor, buna değinelim. Gezi isyanının sembollerinden birisi olan Berkin Elvan’ın anısı büyük bir darbe almıştır. Olay en azından Gezinin ruhunun anlaşılmadığını gösteriyor. Gezi, farklılıkların birlikte sınavı olmuştu. Eylem bu sınavı güçlendirmiyor.

Yarım asırdır tekrarlanan filme geri dönelim. Olaylar eski günleri hatırlatıyor. Bu doğru! Ancak eskiden farklı yönler de var. 12 Eylül askeri darbesinin dersleri, otuz yıldır güçlenerek devam eden Kürt Özgürlük Hareketi’nin bilinçlerde yarattığı gelişme; derin devletin bu mücadele ile yıpranmışlığı; Kürt ve Türk halklarının gelişen ittifakı; eski filmlerin aynı sersemletici etkiyi yaratmasını engellemektedir. Engelleyecektir.

Yaşananlar, mevcut politik ortamda ve siyasal güç dengelerinde, sonuç olarak, AKP’nin elini güçlendirecek sonuçlara yol açabilir. Buna karşılık AKP karşısından oluşan, ona karşı öfkesini yükselten saflarda sallantılar yaratabilir. Bunları görmek için sürecin özel

Bu seçim sürecinin halkların ve yoksulların mücadelesinde çok özel bir yere sahip olduğunu kavramak, taktik tercihleri bu gerçeğe göre yapmak, yarım asırdır oynayan filmin benzer sonuçlar yaratmasını imkânsız kılacaktır.

Böyle bir taktik siyasal olarak hangi sonuçları yaratmıştır?

Ekonomi AKP iktidarının en büyük yardımcısıydı. Dağıttığı sadakalarla yoksulları avuttu; toprak ve inşaat rantlarıyla ye-

5


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

ŞANLI BİR KAVGA: 1 MAYIS!

“1

Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Chicago’da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil’de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil’deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park’a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından, ‘Böylece ön yargı duvarı yıkılmış oldu’ şeklinde yorumlanmıştı”. Yukarıdaki paragraf wikipedia sitesinden olduğu gibi virgülüne dahi dokunulmadan alıntılanmıştır. “Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır / Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez!” Bu dizeler ise işçilerin şanlı kavga günü 1 Mayıs marşından alıntıdır. Ne marşın yazıldığı tarihte yaşıyoruz ne de 1856 yılının Avusturya’sında, taş ve inşaat işçilerinin 8 saatlik iş günü eylemi arifesindeyiz. Yıl 2015 ve biz yukarıdaki dizeleri her anımızda derinleşerek yaşıyoruz. 150 yıl öncesinin insanca yaşanabilecek ücret ve çalışma saatleri talebi bugün de geçerlidir.

6

Kapitalizmin SSCB döneminde gelecek için vaat ettiği “hürriyet” bugün bizim için katlanılmaz bir cehenneme dönüşmüş durumda. Bugünün talepleri sadece çalışma saatleri değil, neresinden tutarsan tut elinde kalan işçi üretim ilişkisinin bütünüdür. Emekçiler kapitalizm için kar elde edebilecek üretim araçlarından bir tanesidir. Tıpkı makinalar gibi. Dikkat edilirse makinalara yaptıkları bakım ya da yatırımın zerresini üretenlere karşı yapmazlar. Türkiye’de sınıflar mücadelesi zayıfladıkça sermayenin elini güçlendirecek yasalar çıkarılır, milyonlarca insanın geleceği kapitalistlerin mülklerinin değerlenmesini için malzeme olur. Sadece bu yılın ilk üç ayında en az 351 işçi çalışırken yaşamını yitirdi. Kayıtlara geçmeyen ölüm ve yaralanmalar akıl tahayyüllerimizin çok üstünde. İş cinayeti dendiğinde ilk akla SOMA yahut Torunlar İnşaat’ın gelmesi toplu halde olmasından kaynaklı olsa gerek. Sermayenin yarattığı çalışma koşulları o kadar pervasızca ki gündemde yer edinebilmek için toplu ölmemiz gerekiyor. Yaşamını tehlikeye sokmasına rağmen çalışmanın bedeli asgari ücret civarı. Patron kazansın diye asgari ücret karşılığında işçiler can veriyor. Bu ölümlere verilen tepkiler devletin sinir uçlarına dokunurcasına müdahalelerle

karşılaşıyor. Sadece iş cinayetlerinde yaşananlara gösterilen tepkilere değil çalışırken ölmek istemediği için eylem yapanlara da saldırılarını eksik etmiyor. Geçtiğimiz günlerde Tekirdağ Çerkezköy’de iş yerinde can güvenliğinin alınmasına yönelik çalışma yürüten Bross Tekstil işçilerinin fabrika önündeki direnişlerine şahit olduk. Dünyaca ünlü markaların üreticisi bu firma işçilerin taleplerini yerine getirmek yerine saldırıyı tercih etti. İşten atılan işçi ve üyesi oldukları sendika çalışanları birçok kez gözaltına alındı. Öyle ki savcı işçilerin megafonuna gözaltı kararı çıkaracak kadar sermayenin hizmetine kul köle. Bross Tekstil işçileri fabrika önündeki mücadelelerini kazanımla sonuçlandırdılar. Bross Tekstil direnişi küçük bir örnek olabilir. Kazanımları sadece direnişte olan işçinin değil iş yerinde mevcut çalışan işçilerin daha iyi koşullarda çalışmasını sağlayacak niteliktedir. Direnişçi işçilerin kendi ifadeleri ile “Bu bir iş güvenliği direnişidir”. Bu yönüyle çok değerlidir ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. Yazımızı kapitalizmin ilk filizlendiği yıllardan alıntı ile yapmıştık. Daha eski tarih sayfalarını karıştırdığımızda insanların köle olarak alınıp satıldığı ve çalıştırıldığı dönemleri görürüz. Kölenin sahibinin tanıdığı “haklar” dışında bir hakkı hukuku yoktu. Sahibi istediği işte karın tokluğuna çalıştırır veya pazarda satabilirdi. AKP’nin geçtiğimiz yıllarda çıkardığı yasalarla birlikte bin yıl öncesini modernize ederek ezilenlere dayattığını görüyoruz. Patronların işçinin fabrikasında çalışmasından dolayı yerine getirmesi gereken yükümlülükleri ortadan kaldıran günübirlik çalışma resmi olarak yasalaştırıldı. Sayıları hızla artan “İşçi İstihdam Büroları”, taşeron firmalar formülüyle işçiler ve asıl patron arasındaki iş ilişkisi resmi

olarak ortadan kaldırılıyor. İşçi yıllarca çalışabilir ve sonunda hiç çalışmamışa döner, ne emekli olabilir ne de herhangi bir tazminat hakkına sahip olabilir. 1 Mayıs işçilerin ve emekçilerin mücadele günü olduğu kadar ezilenlerinde kavga günüdür. Ülkemizde AKP’nin yaratmış olduğu diktatöryal hegemonya bir bütünsel olarak ezilen bütün kesimlerin karşısında ciddi bir tehdit olarak durmaktadır. Devletin ve sermayenin geleceğini garanti altına almak için geliştirdikleri her yöntem halkın daha fazla yoksullaşmasına ve üzerinde baskının oluşmasına neden olmaktadır. 1 Mayıs işçilerin karnaval günü değil kavga günüdür. Aklımızın alamayacağı miktarda paraları sıfırlayanlara karşı çocuğu manav tezgahındaki meyveleri görmesin diye montuyla kapatan babanın onuru ve öfkesidir 1 Mayıs! Torna tezgahına kolunu kaptıran 15 yaşındaki çocukların geleceğidir 1 Mayıs! Çöp konteynırlarındaki bir dilim ekmeğe muhtaç bırakılan insanların ekmeğidir 1 Mayıs! 6 aylık bebeğine marketten mama “çaldığı” için tutuklanan annenin isyanıdır 1 Mayıs! Ve bütün ezilenlerin düzenin bütününden hesap sorma ve kavga günüdür 1 Mayıs! Öfkemiz Sokağa, 1 Mayıs’a!


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

1 MAYIS’A GİDERKEN...

1

Mayıs yaklaştıkça yüreğimizdeki coşku da, öfke de artıyor. Sokaklar afişlerimizle, bildirilerimizle, sloganlarımla daha fazla umutla doluyor. 1 Mayıs 2015’e ezilenlerden yana büyük bir rüzgârın esmesi ile birlikte giriyoruz. Türkiye’de, Kürdistan’da ve bölgede önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde 1 Mayıs’ta sokakları doldurmaya hazırlanıyoruz. Emekçiler, öğrenciler, gençler ve kadınlar için kapitalizmin cehenneme çevirdiği hayatlarından, kendi cennetlerini yaratmaya doğru önemli imkânlar doğuyor. Bu imkânları gerçeğe çevirmek, halkların birlikte örgütlü mücadelelerini daha fazla artırmak ve doğacak bütün boşlukları fırsat bilip halkların kendi güç merkezleri haline getirmek önümüzde bir görev olarak durmaktadır. 1 Mayıs 2015’de alanlara akmak için sokaklara koyulurken; Karadeniz’den Anadolu’ya HES’lere karşı direnen kadınların, köylülerin öfkesini, umudunu da kuşanmalıyız. Soma’da, Ermenek’te öldürülen madencilerin hesabını sormak için, işçi cinayetlerine karşı sokaklara koyulmalıyız. Ermenek’te öldürülen madencinin annesinin tabutunun önündeki feryadını İstanbul’da Taksim ve tüm ülke sokaklarına taşımalı, öldürülen bütün işçilerin öfkesi ile yürümeliyiz. Bross ve Adora işçilerinin günlerce direnerek kazandıkları zaferlerini alanlarda haykırmalıyız: “Zafer Direnen Emekçinin Olacak!” Günde beş kadının öldürüldüğü bir ülkede, alanlara çıkan bütün sokaklarda yeri göğü inletmeliyiz. Özgecan’ın şahsında katledilen bütün kadınların hesabını sormak için Taksim’e ve tüm diğer alanlara çıkan bütün sokaklar bizi bekliyor.

Yoksulların Mevziisi: 1 Mayıs Hazırlık Komiteleri 1 Mayıs’a, hem hazırlıklarında hem de 1 Mayıs günü büyük bir örgütlülükle gitmeliyiz. Bize yaşatılan cehenneme karşı hesap sormak için, daha fazla büyümek zorundayız. Devlet yükselmekte olan toplumsal muhalefete karşı, kendince önlem olarak gördüğü İç Güvenlik Yasası’nı geçirdi. Onlara diyecek bir şey yok. Korkuları büyük! Bu korkularını gerçeğe çevirmek ise örgütlü mücadele seviyesini artırmaktan, halkların direnişlerini daha fazla yan yana getirmekten geçiyor. 1 Mayıs’ta SODAP olarak hazırlık komitelerimizle 1 Mayıs’ın coşkusunu ve öfkesini örgütleyeceğiz. Sadece bulunduğumuz alanlarda değil, yayılabildiğimiz bütün alanlarda 1 Mayıs Hazırlık Komitelerini inşa etmeliyiz. Hazırlık komitelerimizle birlikte tartışıp, çalışmalarımızı kolektif bir biçimde birlikte örgütlemeli, kurduğumuz bütün komiteleri 1 Mayıs’tan sonra da kalıcılaştırmalıyız. Kuracağımız her hazırlık komitesini yoksulların bir mevziisi olarak düşünmeliyiz. Kazanmamız gereken daha çok mevzi var. Yeni kuracağımız mevzilerle birlikte hepimizin 1 Mayıs’ı kutlu olsun. Biji Yek Gulan!

7


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

YASA DEĞIL “HUKUK” ISTIYORUZ Sevgi EVRİM

Aslında ağızdan düşürülmeyen “güvenlik” meselesi halkın, kamunun güvenliği değil, suçlarının üstünü kapatmaya çalışan, kendisinden yaptığı zulmün hesabını soracakların örgütlenmesini engellemeye çalışan, korkular içinde yaşayan bir iktidar delisinin ve ortaklarının güvenliğidir. Ama bu güvenlik arzuları onlara pahalıya mal olacaktır.

B

ir toplumda adaleti sağlayan yasalar değil, hukuktur. Bir sınıfın, bir zümrenin veya bir kesimin iktidarına hizmet eden yasalar çoğaldıkça hukuk azalır. Yasalar, mevcut iktidarın düzeninin korunması için bir araç olarak kullanıldığında “adalet” kavramı da hukuk da hiçe döner. Adaleti sağlayacak olan hukuk artık yerinde değildir. İnsanlık bu konaklardan çok defa geçmiş sınanmıştır. Direnenlere her zaman daha fazla adalet daha fazla hukuk istemek düşmüştür ve hukuk her zaman yasaları aşmıştır. Uzun süredir böyle bir momentte sınanıyoruz. İktidara geldiği ilk günden bu yana “torba yasa” denilen icadıyla konumunu-iktidarını daha fazla güçlendirmek için hukuku her fırsatta çiğneyen, yasa üstüne yasa çıkartan ve bunları; ezilenlerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin, devrimcilerin üstüne üstüne salan hükümetin son hamlesi İç Güvenlik Paketi oldu. Mecliste ve sokakta gelişen muhalefetle bir nebze olsun durdurulan paket sonunda meclisten geçirildi ve uygulanabilmesi için ortam iyiden iyiye hazırlanıyor. Bu yasaya evet oyu verenler, bu yasanın dayanak yapılarak işlenecek

işkence ve cinayetlerin birer faili olacaklarını bilerek bu yasayı çıkardılar.

-800,00 TL asgari ücrete “güzel para” diyenler neden 1000 TL’lik ayakkabılarla geziyor?

Gerilimin tercihli-bilinçli bir şekilde yükseltildiği bu ortamda Recep Tayyip Erdoğan kendisine muhalif olabilen ve görece özerk olan meslek odalarına doğrudan saldırıyordu. Barolar, TMMOB bu saldırıdan nasibi almıştı. Kadın cinayetleri ile kadınlar, iş cinayetleri, işten atmalar ve borçlulukla işçiler korkutuluyordu. Şimdi de avukatlara ve avukatlık kimliğine yapılan saldırı aslında halkın savunmasına ve haklarına yapılan bir saldırı olarak görülmelidir. Aynı saldırıyı “sokağa çıkmayı izne bağlamak” çabalarıyla halkın üzerinde de uygulamaktadır. Yapılan her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşüne hunharca saldırmaktadır. HES protestolarında, Gezi şehitlerinin duruşmalarında yürüttüğü saldırılar, adliye önünde, fabrika önünde direnen işçilere yapılan saldırılar ve daha bir çok eylem ve protesto gaza boğulmakta ve büyümemesi için her türlü çaba gösterilmektedir. Saraylara zırhlı tomalar alınmaktadır.

-Neden işçiler sebepsiz yere işten atılıyor, direnen işçiler her gün gözaltına alınıyor, joplanıyor?

Önümüz, 1 Mayıs, birlik mücadele ve dayanışma günü. Her gün en az 7 işçinin iş cinayeti ile hayatını kaybettiği, yüzlercesinin sakatlandığı, meslek hastalığına yakalanarak yavaş yavaş ölüme gittiği bir ülkede 1 Mayıs’a gideceğiz. Bayramımızı kutlayacağız. “İzin kağıdı olmadan sokağa çıkarmayacağım” diye bas bas bağıran hükümet olağanüstü hali şimdiden ilan etmiş oldu. Çünkü sokağa çıkıldığında ona şu sorular sorulacak: -Soma’da 301 işçi neden öldü? -Her gün neden 7-8 işçi iş cinayetinde katlediliyor?

8

- Neden her gün 5 kadın erkekler tarafından katlediliyor? -Neden birileri saraylarda altın yaldızlı hayatlar yaşarken kentsel dönüşümle birilerinin evleri başlarına yıkılıyor? -Neden emekliler emekli olduktan sonra çalışmaya mahkum bırakılıyor? Soruların ardı arkası gelmeyen bu ülkede 1 Mayıs’a gideceğiz. Bayramımızı kutlayacağız. Bu katliamları işletenlere, işleyenlere ve buna sessiz kalanlara direnişin cevabını vereceğiz. Aslında ağızdan düşürülmeyen “güvenlik” meselesi halkın, kamunun güvenliği değil, suçlarının üstünü kapatmaya çalışan, kendisinden yaptığı zulmün hesabını soracakların örgütlenmesini engellemeye çalışan, korkular içinde yaşayan bir iktidar delisinin ve ortaklarının güvenliğidir. Ama bu güvenlik arzuları onlara pahalıya mal olacaktır. Bu güvenlik yasaları, insanca yaşamı savunan, eşitlik, kardeşlik inancıyla savaşa rağmen barışta ısrar eden, yasa değil hukuk isteyen, “adalet yoksa direniş var” diyen halkların, ezilenlerin, emekçilerin örgütlü mücadelesi önünde baraj olamayacaktır. Bütün barajlar, gelecek güzel günlere inananların türküleri, marşları ve halaylarıyla birer birer yıkılacaktır. İnsanlık bir kere daha bu sınavı verecek ve geleceğini ellerine alacaktır.


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

TAŞ BETON ŞANTİYE İŞTE AKP

S

on yıllarda, hadi daha net ifade edelim; AKP’nin iktidar olduğu süre boyunca İstanbul kocaman bir şantiye alanına döndü. Nereye baksanız ‘güzide yaşam alanları’, AVM’ler, rezidanslar görür olduk. Şehrin neredeyse her sokağında yeni bir apartman yapılıyor. Sokak araları da dahil olmak üzere yollarda sürekli harfiyat kamyonlarıyla karşılaşır hale geldik. Dönüp duran beton araçları, üzerine reklamlar yerleştirilmiş inşaat bariyerleri, şehrin ortasında devasa çukurlar... Şaşırmıyor ama giderek daha da bunalıyoruz. Şairin öngörüsü gerçekleşsin istiyoruz artık: “Yıkılacak iskambilden bozma duvarların Çökecek göğe uzanan betonarme ellerin...” AKP ile yükselişe geçen inşaat sektörü aslında iki koldan ilerliyor: Eski alanların dönüşümü ve yeni alanların talanı. Eski alanların dönüşümü asıl ismiyle kentsel yıkım bir AKP politikası olarak yoksulları şehrin merkezinden uzaklaştırıyor veya onları ömür boyu ödemek zorunda kalacakları borçların altına sokuyor. Zenginleri “şehrin uzağındaki huzurlu” evlerinden alıp yeniden kent merkezlerine taşıyor. Aslında masalı hepimiz biliyoruz: İstanbul’da herkesin havuzlu, bahçeli, spor ve alışveriş merkezli bir sitede evi olacak. Hatta öyle ki bir asansör ile evinden çıkıp alışveriş merkezine gidebilecek. Ne büyük mutluluk... Peki bu refah neyin karşılığında olacak? Akla hemen para geliyor değil mi? Bu konfor sadece para ile elde edilmiyor. Örneğin; Ayazma’da yaşayan binlerce insanın evinin başlarına yıkılıp yerine bu konutların yapıldığını bildiğin halde bunu görmezden gelip bu rantı besleyebilmen de gerekiyor. Paranı vermen yetmiyor, gözleri-

ni de kapayacak, o insanların aç, sefil ve evsiz ne halde olduklarına kafa yormayacaksın. Kafa yoracağın tek şey yeni aldığın ayakkabının ayağına vurması halinde o kadar katı kimin asansörle inip ayakkabıyı değiştireceği olacak. Sulukule’de yapılan kentsel yıkılışına bakalım. Orada yaşayan Romanlar evlerinden zorla çıkarıldı ve sokağa atıldı. Oranın dokusuna uygun yeni konutların yapılıp oradaki ‘Roman kardeşlerimizin’ mağdur edilmeyeceği söylendi. Sonuç? Tabi ki şaşırmadık. Sulukule; tarihi evleri, kültürü ve o kültürü yaşatan insanlarıyla buhar oldu uçtu. Geriye ne kaldı? Ucube TOKİ evleri. O evlerde şimdi kimler oturuyor? Suriye’den gelen zengin mülteciler. Tarlabaşı vakası da en çarpıcı kentsel yıkım örneklerinden biri. Aslında devlet kentsel dönüşüm derken sadece binaları dönüştürmekten bahsetmiyor. Aynı zamanda dönüşüme tabi tuttuğu bölgelerin sosyolojik yapısını da değiştiriyor. Örneğin; Tarlabaşı’nı çingenelerden, translardan, dilencilerden, uyuşturucu tacirlerinden temizliyor ve yerine köpek gezdiren zengin kadınları, elinde çantasıyla gezen takım elbiseli adamları yerleştiriyor. Köyden kente işçi göçlerinin en yoğun olduğu dönemlerde fabrikalara ve iş yerlerine yakın yerlerde gecekondu yapımına göz yumdu devlet. Lakin şehir genişleyip bu gecekondu mahalleleri şehrin içinde kalınca rant kaçınılmaz oldu. Hele de bu işçi ve yoksul mahalleler solcularla doluysa dönüşüm kaçınılmaz oldu. Zira zenginler artık daha merkezi yerlere konumlanmalı ve yoksullar olabildiğince merkezlerin dışına itilmeliydi. Gülsuyu, Gazi, Okmeydanı gibi mahallelerin kentsel yıkım kıskacına alınmasının nedeni de bu.

Peki sadece eski alanların dönüşümü yeterli olur mu bu sektör için? Elbette hayır. Eski alanların dışında yeni alanlarda yaratmalı kendine. Sit alanları, sahiller, kuzey ormanları, deltalar, verimli ovalar... Bunların da talan edilmesi gerekiyor daha da büyümek ve kalkınmak için. Torba yasalar, yeni düzenlemeler ile bu talanın önü açılıyor. Sonra bir bakıyorsunuz dokunulmaz olan Kuzey Ormanları’ndan kamyon kamyon kesilmiş ağaç ve hafriyat çıkıyor. Anadolu yakasından yüzerek karşıya geçen domuz sürüsü nerden bilecek aynı rezaletle orada da karşılacağını. İşte insanın doymak bilmeyen tüketme arzusu doğadaki diğer canlıları da şaşkına çevirmiş durumda. Yol yerleşime her zaman önayak olmuştur. 3. köprü sonrasında bağlantı yollarının ve yapılaşmanın geleceğini zaten biliyorduk. Daha köprü ve yollar bitmeden bu güzergâha otel ve AVM yapılacağı haberini aldık. 1 Mart 2014’te Resmi Gazete’de yayımlanan, Torba Yasa’da Orman Kanunu’nun Ek 9’uncu maddesine bir fıkra eklendi. Bugün gazetesinden Hasan Bozkurt’un haberine göre, bu fıkraya göre, karayolları sınır çizgisi içindeki ormanlık alanlarda yap-işletdevret modeliyle yapılan tesislerden herhangi bir bedel alınmayacak. Cümle

ekolojimize (pardon ekonomimize) hayrolsun. İstanbul’un oksijen kaynakları böylece parsel parsel peşkeş çekilecek. Bir de inşaat sektöründen virüs gibi yayılan taşeron şirketlerin yetersiz iş güvenliği uygulamaları tüm bu tabloya eklenince karanlık bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Yükselen gökdelenlerin yanında insan hayatı giderek alçalıyor. AVM’ler ve Rezidanslar büyüdükçe yaşam alanlarımız küçülüyor. Binalar ve köprüler, inşaat alanlarında iş cinayetlerine kurban gidenlerin üstünde yükseliyor. AKP’nin neoliberal politikalara paralel bir şekilde parlattığı inşaat sektörü kültürel ve ekolojik talanın yanında insanların yaşamları ve bedenleri üzerinde de ciddi sömürüler gerçekleştirerek yeni zenginler yaratıyor veya zenginleri daha da zenginleştiriyor. İstanbul gitgide koca bir distopyaya dönüşüyor. Bize ise bu distopyayı örgütlenerek bir ütopyaya dönüştürmek kalıyor.

9


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

BHH’NIN SEÇIMLE IMTIHANI Bahar EKİNCİ

BHH kuruluşunda ciddi bir motivasyonla ülkenin değişik yerlerinde forumlar düzenleyerek meclisler kurmaya çalıştı ve ardından 13 Şubat’ta “laik eğitim boykotu” çağrısıyla görünürlüğünü ve etkisini artırmak istedi. Bu boykottan hemen sonra da meclislerinde tartışarak bildiğimiz seçim tavrını açıkladı. Bu açıklamada da apaçık görülen parçalı duruşu çok geçmeden HDP gerçekliğine çarptı.

B

iz bu yazıyı yazarken BHH içindeki farklı gruplar seçimlerle ilgili farklı tavırlar açıklamışlardı. Bu yazı okunurken BHH diye bir şey kalır mı bilmiyoruz ama yine de BHH’nin seçimlerle ilgili tavrına eleştirel bakışın bu topraklarda solun geldiği konağı anlamak için önemli olduğunu düşünüyoruz.

BHH, 3 Mart 2015 tarihli açıklamasında seçimlerde HDP ve CHP ile ittifak yapmayacağını duyurmuş, asıl olarak halka meclislerde örgütlenme çağrısı yapmıştı. Bu açıklamada “temel duyarlılıklarının Gezi milyonlarının sorun, talep ve beklentileri olduğunu” beyan etmişlerdi. “Haziran Meclisleri bu mücadelelerin örgütleneceği ana odaklar olarak, sadece faşizm ve gericiliğin durdurulmasının değil, içi boşaltılmış temsili demokrasinin yerine gerçek halk egemenliğini kurmanın da ana nüveleri olacaktır.” denmişti. Bu açıklamadan 20 gün sonra KP, seçimlere kendi adayları ile gireceğini açıkladı. Ardından EHP seçimlerde HDP’yi destekleyeceğini, ÖDP bazı yerlerde HDP bazı yerlerde CHP’li adayları destekleyeceğini açıkladı. BHH kuruluşunda ciddi bir motivasyonla ülkenin değişik yerlerinde forumlar düzenleyerek meclisler kurmaya çalıştı ve ardından 13 Şubat’ta “laik eğitim boykotu” çağrısıyla görünürlüğünü ve etkisini artırmak istedi. Bu boykottan hemen sonra da meclislerinde tartışarak bildiğimiz seçim tavrını açıkladı. Bu açıklamada da apaçık görülen parçalı duruşu çok geçmeden HDP gerçekliğine çarptı. Bu hareketi oluşturan kesimlere baktığımızda bu kadar kritik bir seçim sürecinde dağılacaklarını öngörmek büyük bir dahilik gerektirmiyordu. KP’sinden ÖDP’sine EHP’sinden bazı CHP’li vekillerine, Merdan Yanardağ gibi yeminli ulusalcılara

10

uzanan bu bir araya gelişin motivasyonu, üzerinde düşünmeye değer. BHH’nin kuruluşu bağlamında ve önümüzdeki seçimle ilgili duruşları ile ilgili ele alınması gereken önemli bir mesele Kürt Hareketine bakış ve ilişkisidir. BHH olarak topyekün HDP’nin bu seçimlerde desteklenmemesini sadece dar grupçu yaklaşımlar ve rekabetle açıklayamayız. BHH içindeki ulusalcı güçlerin -başta KP- HDP’yi desteklememeleri anlaşılır ama kesinlikle deşifre edilmesi gereken bir tutumdur. Hem AKP’yi gerileteceğiz deyip de hem de AKP’nin geriletilebilmesi için tarihi bir önem taşıyan seçimlerde topyekün HDP’yi desteklememek hiç bir şekilde açıklanamaz. CHP bile HDP barajı aşmalıdır derken bunlar nasıl bir akıl ve motivasyonla HDP’yi desteklemez bir de üstüne üstlük ayrı adaylarla seçime girme kararı alır, kafa yormak lazım. Kuruluşu itibarıyla Gezi kitlesini örgütlemeye aday olan bu hareket, Gezi’nin durduğu yerde durmadığı, üzerine Kobane direnişinin yaşandığı gerçeğini her ne kadar başta görmek istemese de gerçekler kendini dayattı. Kürt meselesinden uzak durarak ya da yanından geçerek ya da hadi bazılarına haksızlık etmeyelim sadece dayanışarak artık geleceğe dair politikalar üretmek mümkün değil. Gezi kitlesinin genelde ulusalcı olduğunu varsayan bu akıllar Kürtlerden uzak durmaya çalışırken aslında batıyla Kürdistan’ın yakınlaştığı bir süreçte ister istemez ön kesme işlevi görmeye adaydırlar. Hele de şovenizm duvarları yıkılmasa da çatlamaya başlamışken bu çatlakları sıvayacaklarına duvara bir tekme atmaları gerekirken. Bu yanlıştan büyük oranda dönen yapıları dışında tutma adına eleştirimizi daha da somutlaştırırsak KP ve ÖDP’nin seçim tavrına daha yakından bakmak gerekir.

KP, BHH’nin seçim açıklamasından 20 gün sonra adaylarıyla seçime gireceğini açıkladı. Ortak açıklamada aslında seçimlerin çok da önemli olmadığı meclislerde örgütlenme vurgusu yapılırken ne olmuşsa KP seçimlerin önemini birden keşfetmiştir. HDP’nin desteklenmesi basıncıyla yazılan ortak açıklamada aslında bir ton laf edilip birşey söylenememiştir. Çünkü bileşenlerin kafaları başka başka yerlerdedir. KP’nin kafası da seçime adaylarıyla girmek ve onların tabiriyle “bu seçimlerde kendilerini göstermek”tedir. Gerçekten de bu tavırlarıyla tam da kendilerini göstermektedirler. KP, HDP meclise girse de giremese de Kürt Hareketi’nin müzakere sürecine endeksli hareket edeceğini söylüyor. Zaten HDP’nin anti-kapitalist ve anti-emperyalist olmadığını söylüyor. HDP’nin bileşenlerinin kapitalizm ve emperyalizme bakışlarında bazı farklılıklar olsa da HDP’nin programı ortadadır. Kapitalizm karşıtlığı meselesi 21. yy sosyalizmi meselesi tartışılmadan ele alınamaz. Ulusalcı cenahtan ortak bir şekilde yükselen anti-emperyalist olmama eleştirisi de daha çok Kürt Özgüzlük Hareketine dönüktür. Kobane’nin özgürleştirilmesinde koalisyon güçlerinin IŞİD’e dönük bombardımanları en büyük delilleridir. Bu eleştirilere biraz aklı ve vicdanı olan prim vermez. Rojava, emperyalist güçlerin Ortadoğu planlarının tersyüz eden bir gerçekliktir. Kobane’de Kürt Halkı, bölge halkları ve tüm dünya halklarının desteğiyle bir destan yazmıştır. Koalisyon güçleri çok geç ve mecbur kaldığı için IŞID mevzilerini bombalamıştır. Bu KP’li beyler (beyler diyorum çünkü bu yaklaşımları YPJ gerçeği ortadayken kadın aklına ve vicdanına yakıştıramıyorum) “gerici” IŞID ve onun destekçisi “yobaz” AKP’ye karşı Kobane için 6-8 Ekim’de tüm ülke batısıyla doğusuyla ayaktayken neredeydiler?


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

Ulusalcı olmalarından çok sokağın gerçek dönüştürücülüğünün şiddeti bu arkadaşları parti binalarında hapsetmiş olmasın? Gelelim müzakere meselesine. HDP meclise girerse AKP’yle anlaşabilirmiş de anlaşmayabilirmiş de. Meclise girmezse demokratik özerliği inşaya girişirmiş. Her durumda HDP’nin ana gündemi müzakere, Kürt meselesiymiş. Böyle olunca komünistlerin ana gündemi ne olacakmış? Bu topraklarda son 31 yıldır aynı şeyle uğraşıyoruz. Bir taraftan Kürt Özgürlük mücadelesinin yükselişi bir taraftan işçilerin, emekçilerin mücadelesinin büyütülmesi gerekliliği. Bu zaman diliminin büyük bölümünde şovenizmin etkisiyle ve batıdaki mücadelenin zayıflığı nedeniyle iki yakadaki mücadelenin yakınlaşması çok zor oldu. Ama bu dönemde Gezi’de kendi direnişi içinde öğrenen kitleler Kürt meselesine daha farklı bakabiliyorken, Kobane direnişi halkları yakınlaştırmışken, HDP’nin Türkiyelileşme projesi ete kemiğe bürünmeye başlamışken, AKP’yi geriletmenin HDP’den başka yolu yokken neyin aklıyla konuşuyorlar. Biz sosyalistlerin yakın süreçte ana gündemi neoliberal politikaların uygulayıcısı, muhafazakarlaşmanın mimarı, kadın düşmanı, işçi katili, çocuk katili, hırsız AKP’den kurtulmaktır. Bunun da bu seçimlerde en

doğru yolu HDP’ye oy vermektir. Hadi biz de yıllardır ulusalcıların bize söylediğini şimdi onlara söyleyelim: “Oyları Bölmeyin!” Hepimiz biliyoruz ki HDP bundan daha ötesidir. Bu seçimlerde AKP’yi geriletebilecek yegane güç olması rolünü durduk yere ve tesadüfen edinmemiştir. HDP, HDK ile birlikte halkların mücadelesinin buluşması ve büyütülmesi için bir imkandır. Bu buluşma her zamankinden daha yakın ve gerçektir. Tüm dünyada taşlar yerinden oynarken, bölge halklar için cehenneme çevrilmeye çalışılırken, kapitalizm krizini bir türlü aşamamışken, dünyanın farklı yerlerinde sol seçenekler tartışılır hale gelmişken asıl “gericilik” bunların yaptığıdır. Syriza’ya restorasyoncu diyen akıldan da başka türlüsü beklenmez. Gelelim ÖDP’ye... Kısa bir süre sonra ÖDP, HDP’yi destekleme kararını açıklarsa şaşırmayacağız. Çünkü üzerlerinde çok ciddi bir basınç vardır. BHH dağılmış, her kafadan bir ses çıkarken umuyoruz ki ÖDP de HDP’nin bu seçimlerde desteklenmesi gereken bir güç olduğu gerçeğini teslim edecektir. Aslında biliyoruz ki ÖDP’nin içinde de ciddi bir gerilim var. Bunun işaretlerini Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde verdiler. Parti boykot kararı vermişken, eş başkanları Alper Taş ve Bilge Seçkin

Çetinkaya, Selahattin Demirtaş’ı desteklediklerini açıkladılar. Parti işleyişlerinin liberalliği bizi ilgilendirmez ama bu yaklaşım parti içindeki farklılıkları deşifre etmişti. Bu seçimlerde de gerilimlerinin artarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu durum açıklamalarına yansıyor. “Boykot demiyoruz, CHP’li bazılarını da mecliste görmek istiyoruz, HDP’nin de barajı geçmesini istiyoruz, sokağı önemsiyoruz ama meclisi önemsizleştirmiyoruz” (10 Maddede Seçim Tartışmaları- Bu İşin 8 Haziran’ı da Var: Barış İnce, muhalefet.org). Bu ne kafa karışıklığı, bu ne iddiasızlık? Bir siyasi parti böylesi kritik bir süreçte net olmayacak da ne zaman olacak; risk almayacak da ne zaman alacak? Ne yardan geçerim, ne serden dönemi kapanmıştır. Türkiye siyasi konjonktüründe idare etme dönemi kapanmıştır. Her şeyin bu kadar net olduğu bir ortamda net duruş sergileyemeyenler maalesef diskalifiye olacaktır. Durduğu çizgi çok yanlış olsa da geleceğe taşınma anlamında KP’nin bile ÖDP’den daha fazla şansı vardır. ÖDP’nin de bir an önce gerekli kurulları toplayıp seçimlerde HDP’yi destekleme kararı alması haklarında en hayırlısı olacaktır.

Gelelim müzakere meselesine. HDP meclise girerse AKP’yle anlaşabilirmiş de anlaşmayabilirmiş de. Meclise girmezse demokratik özerliği inşaya girişirmiş. Her durumda HDP’nin ana gündemi müzakere, Kürt meselesiymiş. Böyle olunca komünistlerin ana gündemi ne olacakmış?

11


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

HDP VE CHP ARASINDA ALEVILER Fikret KIZILTAN

1960’lardan bu yana çoğunlukla CHP’yi destekleyen Aleviler, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’a önemli bir destek sundular. Eğer bu destek 7 Haziran seçimlerinde de devam ederse, HDP yüzde on barajını aşacak ve meclis aritmetiği AKP aleyhine değişecektir. HDP’nin barajı aşarak girdiği bir mecliste, AKP başkanlık sistemini getiremeyecek, belki hükümet bile kuramayacaktır.

12

7

Haziran 2015 seçimleri Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birisi olacak. Seçimin hem egemen düzen açısından, hem de ezilenler açısından birbirine sıkıca bağlı iki gündemi var. Birincisi, Tayyip Erdoğan’ın hayalindeki başkanlık sistemine geçme ihtimali; ikinci ise, HDP’nin yüzde on barajını aşarak demokrasi mücadelesinde büyük bir sıçrama yapma ihtimali. Birinci ihtimal sadece Türkiye için değil, içinde bulunduğumuz bölge açısından da tam bir felaket olacaktır. Erdoğan’ın gerçeklikten kopmuş iktidar hırsı ve emperyal hevesleri, sadece Türkiye halklarını değil bölge halklarını da büyük katliamlara ve yıkımlara sürükleyebilecek bir potansiyel taşıyor. Öte yandan HDP’nin yüzde on barajını aşması, Erdoğan’ın diktatörlük hevesini kursağında bırakacağı gibi, başta Aleviler ve Kürtler olmak üzere Türkiye’nin tüm ezilenleri için büyük bir kazanım olacak ve sahici bir demokratikleşme sürecinin kapısı aralanacaktır. Sonuçları Türkiye’nin önümüzdeki on yıllarını etkileyecek olan bu kritik seçimde, özellikle Alevilerin yapacağı tercih, birbiriyle ters orantılı bu iki ihtimalden hangisinin gerçekleşeceğini belirleyecek.

Aleviler Neden CHP’ye Oy Verdi? Türkiye’de ilk gerçek seçim olarak görülebilecek 1950 seçimlerinde Aleviler çoğunlukla, daha fazla özgürlük vaat eden Demokrat Parti’ye oy verdiler. Seçimlere “Yeter söz milletin” sloganı ile giren DP, tek parti döneminin baskılarından bunalan Aleviler için umut olmuştu. Ancak DP’nin Sünni İslam’ı esas alan bir dinsel söyleme sarılmaya başlaması ve otoriter politikalara yönelmesi Alevileri bu partiden uzaklaştırdı. 1960’lı yıllardan itibaren Aleviler diğer büyük partilere nazaran görece laik bir konumda bulunan ve 1965’ten itibaren “ortanın solu” çizgisine kaymaya

başlayan CHP’ye destek vermeye başladı. Sağ partiler Sünni İslam’a dayalı dinsel propagandayı öne çıkardıkça, Aleviler CHP ile daha fazla bütünleşti. Özellikle kitlesel Alevi kıyımlarının yaşandığı 1970’li yıllarda CHP, Aleviler için adeta sistem içinde sığınılabilecek bir liman işlevi gördü. 1980’lerden sonra ise doğrudan devletten ve yükselen Siyasal İslam’dan kaynaklı tehdit, CHP’yi Aleviler için mecburi parti kılmaya devam etti. Geçen on yıllar içeresinde Alevi partileri kurma girişimleri genellikle çok başarılı olamadı. Kolektif hafızalarına kazınmış olan katliam korkusu, Alevileri yasaklı kimliklerini öne çıkarmadan daha büyük bir bütünün, yani CHP’nin içinde yer almaya sevk etti. Ancak yine de, gerçekçi bir demokratik alternatif ortaya çıktığı momentlerde, Aleviler bu alternatiflere yönelmekten geri durmadılar. Örneğin 1965 ve 1969 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’ne büyük destek verdiler. Ancak sosyalist solun parçalandığı ve güven veremediği durumlarda Aleviler seçimlerde CHP’yi desteklemeye devam etti. 1980 darbesinden sonra konulan yüzde on seçim barajı, yeni özgürlükçü alternatiflerin Alevilerle buluşmasının önündeki en büyük engellerden biri oldu. Bu dönemde Alevi oyları genellikle SHP, CHP ve DSP gibi kendini merkez solda tanımlayan partilere dağıldı.

Devletin Alevi Açılımı

1990’lı yıllarda yaşanan Sivas katliamı ve Gazi Mahallesi olayları, Alevileri kendi kimlikleri ekseninde örgütlenmeye sevk etti. Bu yıllarda devletin egemenlik sistemini zorlayan iki hareket yükseliyordu; Kürt Özgürlük Hareketi ve Siyasal İslam. Bu hareketlerin mevcut düzeni zorlaması üzerine devlet, Alevilere özel bir

ilgi göstermeye başladı. Daha önce yasaklı olan Alevi kimliğine, yasal olmasa da fiili bir özgürlük alanı açıldı. Cemevlerinin ve Alevi derneklerinin açılmasına kısmen izin verildi. Ancak Aleviler için bu sınırlı “özgürlüğün” bedeli inceltilmiş bir asimilasyona ve politik manipülasyona maruz kalmak anlamına geliyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana varlığı inkâr edilen Alevilere şimdi devletin “şefkatli” kolları açılıyordu, tabi bazı şartlarla. Bu şartların başında Kürt Özgürlük Hareketi’ne mesafe koymak hatta ona karşı konumlanmak geliyordu. Bu yıllarda Alevilere yönelik Türkçü propaganda başladı, elinde yüzlerce Alevi’nin kanı olan MHP bile Alevilikle öz Türk inanışı olarak ilişkilenmeye çalıştı. Cem Vakfı vb. örgütler bu yıllarda Alevileri soldan ve özellikle de Kürt hareketinden uzak tutmak üzere kuruldu. Devlet için artık Aleviliğin inkâr dönemi bitmiş bunun yerine biçimlendirerek içerme yaklaşımı baskın hale gelmeye başlamıştı. 28 Şubat sürecinde ise Alevilere bir misyon daha biçildi, Siyasal İslam’a karşı gerçekte var olmayan “laikliğin” bekçiliğini yapmak. 1990’lı yıllarda yapılan bu manipülasyonların bir sonucu olarak Aleviler arasında kendini ulusalcılık olarak lanse eden “Kürt düşmanlığı” ve otoriterlaikçi (özde değil sözde laiklik olarak da tanımlanabilir) anlayış belirli bir taban bulabildi.

Laik-Dindar Çatışması mı?

2002 seçimlerinde AKP’nin iktidara gelmesi Türkiye siyasetinin laikler ve dindarlar ekseninde bölünmesini daha da keskinleştirdi. Ordunun el altından teşvik ettiği sözde laikçi güçler bu süreçte Aleviliği kendi otoriter siyasi programlarına payanda yapmaya çalıştı. Bu kesimlerin örgütlediği Cumhuriyet Mitingleri’ne Aleviler tam destek verdiler.


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

Türkiye siyasetinin laikçidinci ekseninde saflaştığı bu dönemde, Alevi seçmenler Baykal’ın ulusalcı CHP’sini desteklemek durumunda kaldı. Ancak ulusalcılıkla bezenmiş otoriter laikçi çizgide sürdürülen muhalefetin, AKP’yi güçlendirmekten başka bir işe yaramadığı 2007 seçimlerinde anlaşıldı. AKP-Cemaat koalisyonu ile ordunun başını çektiği geleneksel elitlerin iktidar savaşından demokrasi çıkmayacağını gören demokratik Alevi hareketi, bu kirli çatışmanın dışında kendi bağımsız siyasetini inşa etme yoluna koyuldu. 2008 yılından itibaren önce Ankara, sonra İstanbul ve Mersin’de büyük mitingler yapılarak Alevilerin demokratik talepleri gür bir sesle gündeme taşındı. Bu mitinglerde Aleviler, Cumhuriyet Mitingleri’nin popüler sloganı olan “Türkiye laiktir laik kalacak” yerine “Türkiye laik değildir, laik olacak” ifadesini tercih ettiler. Böylece laiklik probleminin AKP ile başlamadığını; Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gerçek laikliğin Türkiye’de söz konusu olmadığını; ayrıca AKP öncesine dönmeyi değil özgür ve gerçekten laik bir Türkiye’yi kurmak istediklerini ortaya koymuş oldular. Alevi hareketi, laiklik sorununu demokrasi mücadelesinin içine yerleştirerek kendisini ulusalcı ve otoriter laikçi çizgiden ayırmış oldu. Böylece Diyanet’in kaldırılması gibi radikal bir talep geniş kamuoyunda yankı bulabildi. AKP iktidarına karşı mücadeleyi, laik-dindar kutuplaşması yerine otoriterliğe karşı demokrasi eksenine oturtma yönündeki eğilim, Aleviler arasında güçlenmeye başladı. CHP de aynı süreçte Kılıçdaroğlu’nun başa geçmesiyle bu eğilime uygun bir dönüşüm geçirmeyi vaat etti ama bu konuda pek inandırıcı olamadı.

tartışmasında ve Kürt meselesinde devletçi refleksler vermeye devam etti. Böylece “yeni CHP” de tıpkı eskisi gibi, AKP iktidarına karşı tutarlı ve etkili bir demokrasi mücadelesine önderlik edemeyeceğini göstermiş oldu.

Demokrasi Mücadelesinde Aleviler

AKP’nin gittikçe otoriterleşen politikalarına, mezhepçi dayatmalarına ve talan ekonomisine karşı toplumun ez az yarısında büyük bir öfkenin biriktiği ve kurumsal siyasi alternatiflerin aciz kaldığı bir momentte Gezi İsyanı patladı. AKP iktidarına karşı o güne kadarki en büyük ve etkili meydan okuma olan Gezi İsyanı, Türkiye’deki siyasi saflaşmayı kesin olarak otoriterlik-demokrasi eksenine oturttu. Aleviler bulundukları her yerde isyana destek vererek demokrasi ve insanca yaşam mücadelesine sahip çıktılar. Gezi, sadece AKP’ye karşı bir öfke patlaması değildi, sokaklara çıkan milyonlarca insan aynı zamanda, yeni demokratik bir siyaset arayışını da ifade etmiş oldular. Bu yeni siyaset arayışına verilebilen en iyi karşılık, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın ortaya koyduğu Yeni Yaşam Çağrısı oldu. Yeni Yaşam Çağrısı, CHP’nin sağa kayışından rahatsız olan Aleviler için yeni bir siyasi alternatif haline geldi. Özellikle Alevi kadınlar ve gençlerden Demirtaş’a büyük bir yöneliş oldu.

Bu destek sayesinde HDP, önümüzdeki seçimlerde 12 Eylül faşizminin getirdiği barajı parçalama iradesini ortaya koyabildi.

Ayrıca HDP, Cumhuriyet tarihindeki tüm Alevi katliamları ile açıkça hesaplaşılmasını istiyor.

Aleviler Neden HDP’ye Oy Vermeli?

Dersim’den Maraş’a, Sivas’tan Gazi’ye tüm bu katliamlarla yüzleşmek, bunların gelecekte tekrarlanmaması için hayati önemdedir. Seçimlerde barajı aşma ihtimali olan hiçbir parti, kendi tarihindeki yükler nedeniyle bu yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı yapabilecek konumda değildir.

HDP Haziran seçimlerine baraj engeline meydan okuyarak giriyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirtaş’a oy veren Alevilerin, yeniden HDP demesi için çok fazla neden var. Öncelikle HDP’nin barajı aşması, AKP’ye ve Erdoğan’ın başkanlık hevesine vurulacak en büyük darbe olacaktır. Salt bu bile önümüzdeki seçimde Alevilerin HDP’yi desteklemesi için yeterli bir nedendir. Ancak bu matematik hesabının ötesinde, HDP bugün Alevilerin demokratik taleplerinin tamamını kararlı bir şekilde savunan tek partidir. Örneğin asimilasyon politikalarının ve ayrımcılığın merkezinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını ve böylece dinin siyasetten kesin olarak ayrılmasını savunan tek parti HDP’dir. CHP, Aleviliğin Diyanet’in içine alınmasını savunuyor ki bu Aleviliği siyasetin hükmü altına almak olur. Oysa HDP, tüm inanç gruplarının özgürce yaşayabileceği ama siyasetin kesin olarak dinden ayrıldığı gerçek laikliği savunmaktadır. Aleviler ancak inanç örgütlenmesinin inananlara bırakıldığı ve devletin tüm inançlara eşit mesafede olduğu bir düzende huzurlu ve özgür bir şekilde var olabilirler.

Başta kadın ve gençler olmak üzere Alevilerdeki HDP’ye yönelimin önünü kesmek için, HDP’nin barajı geçtikten sonra başkanlık için AKP ile anlaşabileceği söylentisi bilinçli olarak yayılmaya başlandı. Oysa Selahattin Demirtaş, “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek bu söylentileri kesin bir şekilde boşa çıkardı. Başkanlık sistemine geçit verilmeyeceği HDP’nin seçim bildirgesinde de açık bir dille belirtiliyor. Gerçek şu ki 2015 seçimleri yaklaşırken HDP, Erdoğan’ın başkanlık hevesinin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. AKP’ye karşı CHP ve MHP’nin yıllardır yapamadığı etkili muhalefeti, bugün HDP yapmaktadır. Bu yüzen 7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın asıl rakibi Kılıçdaroğlu ya da Bahçeli değil, Demirtaş’tır. Aleviler de bu bilinçle tercihlerini yapacaklardır.

Kemalist mirasın ve ulusalcı kadroların etkisiyle Dersim

13


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

ADALET YOKSA DİRENİŞ VAR!

G

ezi Direnişi’nin ilk şehidi M.Ayvalıtaş’ın 7. duruşması 25 Mart’ta Kartal Anadolu Adliyesi 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Davanın görüleceği mahkeme salonu tamamen polis ile çevrildi ve dışarıdan hiç kimsenin davayı izlemesine izin verilmeyeceği bildirildi. Duruşmaya katılmak için gelen aile ve avukatlara saldırıldı. Adliye koridorlarından dışarıya taşan arbedeyle birlikte polis saldırısı, dışarıda tepki gösteren kitleye doğru yöneldi. Kitleye, TOMA, biber gazı, plastik mermi ve coplarla saldırılırken üç kişi de yaralandı. Adliye bahçesinden dışarıya sürülen kitle, ardından tekrar buraya geldi ve programını gerçekleştirdi. Duruşma sonunda adliye önünde okunan basın açıklamasında Ayvalıtaş’ın avukatlarından Sevgi Evren şöyle konuştu: “ Hâkim, daha mahkeme başında ‘Duruşma sanık ve şikâyetçiler dışında kimseyi almayacağım.’ diyerek bu duruşmanın çok gerilimli geçeceğini belirlemiş oldu… Ali Bey yaşadığı darp nedeniyle rahatsızlandı. Hâkimden ambulans çağırmasını ve duruşmanın ertelenmesini istedik. Ayrıca, polislerin darp görüntüleri ve cinsiyetçi küfürleri hem kendi kayıtlarımızda hem de adliyenin kamera kayıtlarında var. Bunlarla ilgili de suç duyurusunda

14

bulunmasını istedik. Tüm taleplerimiz reddedildi.” Avukat Sevgi Evren’in ardından Taksim Dayanışması’ndan Mücella Yapıcı da, ” Bu dava sadece Mehmet’in değil, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın hukuk davasıdır. Bu gün katillerin yargılanmasını adalet saraylarıyla ve hukuk sistemleriyle engellemeye çalışanlar varsa, bunu reddedeceğiz. Gezi burasıdır ve dayanışma bu mahkemeler önündedir.” diye konuştu. Duruşma 24 Haziran Çarşamba günü saat 9.30’a ertelendi. Mahkemede yaşanan saldırılarla ilgili SODAP, Mehmet’in ailesi ve avukatları 27 Mart’ta bir basın toplantısı düzenledi. Mahkemede yaşananları deşifre etmek ve sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunmak amacıyla İnsan Hakları Derneği’nde düzenlenen basın toplantısında “Adalet yoksa direniş var. Gezi ruhunu susturamazsınız!” şiarıyla saldırılar protesto edildi. Basın toplantısına baba Ali Ayvalıtaş, SODAP Eş Sözcüsü Kezban Konukçu, HDP MYK üyesi Serpil Kemalbay, avukatlar Sevgi Evren ile Arzu Becerik ve duruşmada darp edilip yaralanan Seyit Kartal, Okan Ayvalıtaş ile Mehmet Kural katıldı. Toplantıda ilk olarak Av. Sevgi Evren basın metnini okudu.

Evren, mahkeme başkanının keyfi uygulamalarından ve polisin adliye koridorlarındaki şiddetinden bahsetti. Davanın başından bu yana adil yargılanma ilkesinin ihlal edildiğini, hukuksuzluğun ayyuka çıktığını ve yapılan bu saldırının Gezi şehitlerine Gezi ruhuna yapılan bir saldırı olduğunu ifade eden Evren, “Mehmet için adaleti sağlayana kadar, tüm Gezi şehitleri ve aileleri için adalet sağlanana kadar ne sokakları boş bırakacağız, ne de katillerin peşini bırakacağız. Gezinin haklı talepleriyle hesaplaşamayanlar, katiller yerine geziyi yargılamaya devam ediyorlar. Bizler de adalet yerini bulana kadar mücadeleye devam edeceğiz. Adalet yoksa direniş var! ” dedi. Ardından söz alan Av. Arzu Becerik de “Polis bu davaya başından beri şekil veriyor. Gezi direnişi nasıl görünmez kılınmak isteniyorsa aynı şekilde davalar da görünmez kılınmak isteniyor” diyerek davanın takipçisi olacaklarını vurguladı. Baba Ali Ayvalıtaş da her duruşma da mahkemenin aynı tavrı sergilediğini ve polisler tarafından kendisinin ve ailesinin darp edildiğini belirtti ve “Adalet denen bir şey yok. Okyanusun dibinde iğne arar gibi adaleti arıyoruz. Akşam geçirdikleri yasadan, böyle adaletsizliklerden bıktık. Bir arada olma-

mız, birbirimize sahip çıkmamız gerekiyor.” diyerek herkesi ortak mücadeleye çağırdı. Baba Ayvalıtaş ayrıca dava günü ağır bir şekilde darp edildiğini ve 7 günlük rapor aldığını söyledi. SODAP Eş Sözcüsü Kezban Konukçu dava günü adliye önünde yaşananları anlattı. İçeride ailelere ve avukatlara yapılan saldırıyı protesto eden kitlenin adliye önünde coplarla, tekmelerle darp edildiğini; gaz bombası ve tazyikli su ile saldırıya uğradığını anlattı. Bu saldırıların bir kaç polisin keyfi tutumu sonucu olmadığını, AKP iktidarının sonu yaklaştıkça korkusunun ve saldırganlığının arttığını belirtti. İç Güvenlik Yasası’nın AKP’nin halkın direnişinden korunma yasası olarak hazırlandığını ve daha yürürlüğe girmeden uygulanmaya başladığını ama bu baskıların emekçilerin, ezilenlerin direnişini kıramayacağını, Gezi ruhunun hala yaşadığını söyledi. Ardından saldırıda yaralanan Mehmet Kural, Onur Ayvalıtaş ve Seyit Kartal da yaşadıkları polis saldırısını anlattı. Darp raporu aldıkları ve polisler hakkında suç duyurusunda bulunulduğu ve 24 Haziran’da yine duruşmada olunacağı belirtildi ve “Adalet yoksa direniş var!” diyerek basın toplantısı sonlandırıldı.


“Kil Îl İnseni Ğu Vet” 20

yıl önce, 30 Mart 1995’te Samandağ’da “Bir kıvılcım gördün mü, söndüreceksin!” diyenlerin kurşunları ile öldürülen Mehmet Latifeci, bu yıl da mezarı başında, yukarıdaki Arapça sloganla, “Halklar Kardeştir” denilerek anıldı. Bugün yaşadıklarımız, Latifeci’nin yaşam anlayışının özeti olan bu sloganın ne kadar güncel olduğunu gösteriyor.

direnişi gerekliliğini öne çıkarıyordu. Tıpkı bugün HDP/HDK çizgisinde ete kemiğe bürünen mücadele anlayışı gibi. Toplumsal düzenin değişmesi bir gereklilik ise sınıfsal mücadelenin yanı sıra kimlik mücadelesi gibi alanlarda da mücadele bir zorunluluktu. Kürt kimliğinin tanınması ne anlam ifade ediyorsa aynı şey Nusayri kimliği için de geçerliydi.

Sadece bu gerçeklik, Mehmet Latifeci’nin anısı önünde saygıyla eğilmeyi günümüz insanına dayatıyor. Latifeci’nin, Samandağ’da DEP ilçe örgütü kurarak 12 Eylül karanlığına karşı Kürdistan halkının yükselttiği direniş geleneğine sahip çıkmasını, sadece devrimci bir dayanışma olarak görmemek gerekir. Türkiye toprağının tıpkı Kürdistan halkı gibi reddedilemez bir başka gerçeği olan Nusayri gerçekliği, Mehmet Latifeci gibi direniş geleneği ile ete kemiğe bürünmeye başlamıştı.

Mehmet Latifeci’nin bir mücadele arkadaşının dediklerine bakalım:

Kuşkusuz bu gerçekliği ortaya çıkaran, bunun mücadelesini veren ilk insan Latifeci değildi. Tek kimlikli bir toplum hayali peşinde koşanlara karşı verilen mücadele de epeyi eskidir. Ancak Latifeci, bu direniş geleneğine yeni bir boyut kattı: “Bu topraklarda kendi kimliği için direnenlerle ortak bir direniş hattı örülmesi.” Yükselen Kürt direnişi, kendi kimliğinin inkârına, anadilinin reddine karşı mücadele bayrağını yükseltmişti. Nusayri kimliğinin mücadelesi de aynı doğrultudaydı. Üstelik Kürt hareketi perspektifini sadece bu amaçla sınırlandırmıyor, toplumsal kurtuluş yolunu da açmaya başlıyordu. Nusayri hareketinin de perspektifi bu olmalıydı. İşte Latifeci’yi DEP örgütlenmesine götüren bu gerçeklerdi. Onun enternasyonalist mücadele anlayışı, tüm ezilenlerin ortak

“Sorgulayıcı ve kararlı kişilik yapısına sahip olan Latifeci 12 Eylül’ün susturduğu gençliğe ve yaşam tarzına tepki duyuyordu. Gerici, ezberci ve asimilasyoncu eğitim sistemine bilinçli bir tavır koymuştu. Anadilde eğitimin anayasal bir hak olması gerekliliğine her zaman inanmış ve sürekli olarak Arapça konuşmuştur. Liseden sonra Burdur Eğitim Fakültesi’ni kazanan Latifeci, bu süreçte Türkiye Devrimci Hareketi’yle örgütsel ilişkiler kurarak ideolojik bir kimlik kazanmıştır. Hayatında yeni bir dönem açılan Latifeci, örgütlü mücadele yaşamına başlamıştır.” Yaşadığımız topraklarda farklı etnik gruplar ve uluslar ol-

duğunu dile getiren Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşleri, Latifeci’yi Hatay ve çevresindeki Ermeni, Çerkez, Türkmenlerle kurumsal ilişki kurmaya itti. Sorunun çözümü için en önde mücadele veren, Kürdistan Kurtuluş Hareketi ile DEP çatısı altında gerçekleşen birlik, bu kesimler için bir çekim merkezi oldu. Günümüzde HDP/HDK çizgisinin ulaştığı düzey, daha o günlerde Latifeci’nin kimliği ile hayat bulmaya başladı. Ama dönem tek kimlikçi zihniyetin başlattığı kirli savaşın yükseldiği yıllardı. OHAL uygulamasının o dönem Hatay’ı da kapsaması bir tesadüf değildi. Ve derin devlet denilen yapının tüm muhalefet odaklarını fiziki olarak ortadan kaldırmaya başladığı ortamda Mehmet Latifeci, hedef haline geldi ve faili meçhul cinayetler zincirinin bir halkası oldu. Her ne kadar tetiği çekenler yargı önüne çıkarıldıysa da bölgedeki herkes, asıl faillerin ‘Fetih Hareketi’ adlı ‘Hatay Jitem’i olduğunu unutmadı. Tetikçilerin daha sonra yaptığı itiraflar, Hatay’da sahneye konan oyunun Susurluk’a kadar uzandığını gösterdi.

Mehmet AKYOL

Mehmet Latifeci’yi bugün anmak, onun başlattığı ve bugün HDP/HDK çizgisinde süren mücadele ve direnişin yükseltilmesi ile bir anlam taşıyacaktır. Kürdistan Siyasi Hareketinin “demokratik modernite” olarak adlandırdığı hedef içinde tüm kimliklerin tanınması talebi, Nusayri kimliğinin önünü açacaktır. Latifeci yoldaş yolu gösterdi. Artık hedef o kadar uzak değil. ‘Kil ıl inseni ğu vet’.


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

Mehmet YILMAZER

Çözüm sürecinin üçüncü aşaması, önceki ikisinden iki temel yönden farklıdır. Halkların ittifakı büyümüş, alın yazısı kırılmış, hatta HDP seçim sürecinin kilit partisi haline gelmiştir. İkincisi, süreci çözüme götürecek tek gücün AKP olmadığı yeterince deşifre olmuştur. Artık süreç AKP’nin oyalama taktiklerine, “kurnazlıklarına” tabi değildir.

16

Ç

özüm sürecinin önemli bir tıkanmaya girdiği açıktır. Buraya nasıl gelindiğine bakmanın zamanı geldi. 2009 yılında Abdullah Gül’ün “güzel şeyler olacak” diyerek işaretini verdiği gelişmeler bugün kesin bir tıkanma noktasına gelmiştir. Buraya nasıl gelindi ve nasıl çıkılabilir? Bu sorular günümüz gündeminin en başında duruyor; ayrıca ülkenin yakın geleceğindeki gelişmeler bu sorulara nasıl cevaplar verileceğine bağlı. Erdoğan gibi cevap verilir, “Kürt sorunu yok” denirse ülke abartmasız kıyamete doğru yol alır. Çözüm süreci yeni başlamışken o zaman AKP başkan vekili olan Hüseyin Çelik, 8 Şubat 2010’da yaptığı bir açıklamada; “ya biz bu meseleyi çözeriz, ya bu mesele bizi çözer” demişti. Bu öngörü bugün gerçek olma yoluna girmiştir. AKP yavaş yavaş çözülüyor. Çözüm süreci denen gelişmeleri daha yakından görmek için özelliklerine göre bir kaç aşamaya ayırmak gerekiyor. Birinci aşama: 2009-2012 sonu arasında yaşananlardır. Bu süreçte sonradan açığa çıkan Oslo görüşmeleri yapılmaktadır. Abdullah Gül, bu görüşmelere göre “güzel şeyler olacağını” açıklamıştır. İlk önemli gelişme “iyi niyet” işareti olarak Kandil’den sınırlı sayıdaki gerillanın ve Avrupa’dan bir PKK grubun Türkiye’ye gelmesidir. Ekim 2009’da Habur sınır kapı-

ÇÖZÜM SÜRECİ V sında Kandil’den gelenler görkemli bir şekilde yüzbinler tarafından karşılanmıştır. Bu dönemde sürecin başında olan Beşir Atalay tarafından öyle açıklamalar yapılmıştır ki onlara kalsa Kandil’in tümüyle silah bırakıp teslim olacağına inanmamız gerekiyordu. Daha işin en başından itibaren AKP silahların bırakılmasını sağlayan bir parti olarak tarihe geçmek niyetinde olduğunu gizlemiyordu. Bu yönde güçlü bir algı operasyonu yürütüyordu. Ancak Habur karşılaması çözüm sürecinin ilk aşamasında büyük bir tıkanma yarattı. Bütün faşistler ve ulusalcılar ayağa kalktı. Birinci aşamada süreci zora sokan başka gelişmeler de yaşandı. Aralık 2009’da DTP kapatıldı. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri düşürüldü, siyaseten yasaklı hale geldiler. Nisan 2009’da binlerce kişiyi kapsayan KCK operasyonları başladı ve yıllarca aralıklı olarak devam etti. Belki en önemlisi 28 Aralık 2011’deki Roboski katliamı oldu. Böylece çözüm sürecinin ilk aşaması çöküşe girmiş oldu. Aslında çöküşe giriş 2009 Ekim’indeki Habur karşılamasına verilen tepkilerle başlamış, 2011 sonundaki Roboski katliamı ilk aşamaya noktayı koymuştur. Tıpkı bugünkü gibi Erdoğan o günlerde de “Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşların sorunları var” deme noktasına gelmiştir. Süreç böyle tıkanınca Kürt

halkının öfkesi iyice yükselerek Cumhuriyet’ten kopma olasılığı artmaya başlamış, bölgedeki ve özellikle Suriye’deki gelişmeler 2012 sonlarında iktidarı süreci yeniden başlatmaya zorlamıştır. İkinci aşama: 2012 sonu ile 2014 Nisan’ına kadar olan zamanı kapsar. Erdoğan’ın Aralık 2012’de İmralı ile ‘devletin’ görüşme yaptığını açıklamasıyla çözüm sürecinde yeni bir aşamaya giriliyordu. Bu sürecin iki özelliği vardı. İlki gibi bir coşku taşımıyor, ihtiyat ve korku ile adımlar atılıyordu. İkincisi, artık görüşmelerin muhatabı olan İmralı kamuya duyurularak olaya daha açık bir nitelik kazandırılıyordu. Bu sürecin başlamasının ilk doğurduğu sonuç Paris’te Sakine Cansız’ın içinde bulunduğu katliamın yaşanması oldu. Buna rağmen Kürt Özgürlük Hareketi süreci geliştirmeye devam etti. İmralı ile görüşmelerin en önemli sonucu 2013 Newroz’unda Öcalan’ın yeni bir döneme girildiği, demokratik mücadele sürecinin başlaması gerektiği ve silahlı güçlerin çekilmesi çağrısıdır. Bu çekilme bir kanuna ve gözlem heyetinin izlemesine bağlanmak istenmiş, iktidar bunu kabul etmeyince süreç AKP’nin insafına kaldığı için daha başlangıçta yara almıştır. Bu arada Nisan 2013’te akil insanlar heyeti oluşturulmuş, iktidar tarafından özde değil ama vitrini parlatmak için bazı adımlar atılmıştır. Bu aşamada da sorunu çözme yolunda hiçbir ciddi adım atılmamıştır. Tersine Erdoğan özellikle 2011 sonu genel seçimlerinden sonra ‘ustalık dönemine’ girdiklerini ilan etmesiyle Kürt Özgürlük Hareketi’ni sürekli aşağılayan bir üslup kullanmayı tercih etmiştir. Çözüm sürecinde AKP’nin temel iki taktiği oldu. Oyalamak, gerektiğinde denetimli gerilim; diğer yandan İmralı görüşmelerinden sonra Kandil ile İmralı arasında çelişki yaratıp Kürt Özgürlük Hareketi’nin itibar yitirmesi ve tasfiyesini amaçlamak. Bu konularda bir noktaya kadar yanıltıcı algılar yaratılabilmiştir.


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

VE ÇÖZÜLMELER AKP Kürt sorununu çözmeye yetenekli tek gücün kendisi olduğu algısını oldukça güçlü bir şekilde canlı tutmayı başarabilmiştir. Çözüm sürecinin ikinci aşamasında oyalama ve itibarsızlaştırma taktikleri sürerken iki önemli gelişmeyle bu aşama da çöktü. İlki 2013 Haziran’ındaki Gezi isyanıdır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sorunun çözümünde tek şans olarak AKP’yi görmesinden dolayı bu isyan sırasında tarihsel bir fırsatı ıskaladı. Kimi sözcüleri Gezi isyanını ulusalcılara bağlayıp, çözüm sürecinin baltalanmak istendiği yorumunu yaptılar. Ancak kısa sürede bu yanılgı kavrandı ve önemli bir adımla aşıldı. BDP kendini HDP içine taşıyarak yeni bir süreç başlatıldı. Bunun anlamı ‘Türkiyelileşme’ veya çözüm sürecinde AKP iktidarı seçeneğine kilitlenmekten, ‘Batı’daki isyan ruhu ve demokrasi güçleriyle kendini büyütmekti. Bu yöneliş tüm çözüm süreci aşamasında atılan en önemli adım oldu. Böylece çözüm sürecinin ikinci aşaması da kapandı. 2014 ortalarından itibaren HDP’nin tüm ülkedeki öfke ve isyanları kucaklama ana yönelişi ile sürecin üçüncü aşaması başladı. Bu aşamada HDP içinde oluşan halkların ittifakı iki önemli sınav verdi. İlki Haziran 2014’deki cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçleri alın yazısı gibi görünen çemberi kırdılar. İkinci büyük sınav Kobani direnişidir. Erdoğan’ın “düştü düşecek” beklentisi kursağında kaldı. Hem 6-7 Ekim isyanı hem de Kobani direnişi Kürt Özgürlük Hareketi üzerindeki önyargıları önemli ölçüde kırdı ve halkların ittifakı daha da güçlendi. Çözüm sürecinin ikinci aşamasında oyalama ve itibarsızlaştırma taktikleri sürerken iki önemli gelişmeyle bu aşama da çöktü. İlki 2013 Haziran’ındaki Gezi isyanıdır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sorunun çözümünde tek şans olarak AKP’yi görmesinden dolayı bu isyan sırasında

tarihsel bir fırsatı ıskaladı. Kimi sözcüleri Gezi isyanını ulusalcılara bağlayıp, çözüm sürecinin baltalanmak istendiği yorumunu yaptılar. Ancak kısa sürede bu yanılgı kavrandı ve önemli bir adımla aşıldı. BDP kendini HDP içine taşıyarak yeni bir süreç başlatıldı. Bunun anlamı ‘Türkiyelileşme’ veya çözüm sürecinde AKP iktidarı seçeneğine kilitlenmekten, ‘Batı’daki isyan ruhu ve demokrasi güçleriyle kendini büyütmekti. Bu yöneliş tüm çözüm süreci aşamasında atılan en önemli adım oldu. Böylece çözüm sürecinin ikinci aşaması da kapandı. 2014 ortalarından itibaren HDP’nin tüm ülkedeki öfke ve isyanları kucaklama ana yönelişi ile sürecin üçüncü aşaması başladı. Bu aşamada HDP içinde oluşan halkların ittifakı iki önemli sınav verdi. İlki Haziran 2014’deki cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçleri alın yazısı gibi görünen çemberi kırdılar. İkinci büyük sınav Kobani direnişidir. Erdoğan’ın “düştü düşecek” beklentisi kursağında kaldı. Hem 6-7 Ekim isyanı hem de Kobani direnişi Kürt Özgürlük Hareketi üzerindeki önyargıları önemli ölçüde kırdı ve halkların ittifakı daha da güçlendi. Çözüm sürecinin üçüncü aşaması, önceki ikisinden iki temel yönden farklıdır. Halkların ittifakı büyümüş, alın yazısı kırılmış, hatta HDP seçim sürecinin kilit partisi haline gelmiştir. İkincisi, süreci çözüme götürecek tek gücün AKP olmadığı yeterince deşifre olmuştur. Artık süreç AKP’nin oyalama taktiklerine, “kurnazlıklarına” tabi değildir. Gelişmeler böyle bir zirve yapınca AKP’nin büyüsü bozulmuştur. Kürt sorununun çözümünde cesaretsiz ve ikiyüzlü olduğu en kör göze batar hale gelmiştir. Büyü bozulunca çözüm sürecinin üçüncü aşaması bir duvara dayanmış, tıkanmaya girmiştir. Kürt Özgürlük Hareketinin

çözülmek bir yana güçlenmesi; süreçte insiyatifin elinden kaçtığını görmesi AKP’de panik yaratmaktadır. Hele önceleri olduğu gibi son Newroz mesajının “seçim arazisinde” iktidara bir şey katmayacağının anlaşılması ile altı yılı aşkın git gellerle yaşanan çözüm sürecinde en büyük kırılma yaşanmaktadır. Kırılmanın altında AKP’nin hayal kırıklıkları yatıyor. Oyalama ve İmralı Kandil çatışması yaratarak Kürt Özgürlük Hareketinin tasfiyesi beklentisi, özellikle Kobani direnişi ile tam bir kabusa dönüşmüştür. Bu tıkanma “hayırlıdır”. Bir kaç nedenle… Bundan sonraki süreçte çözüm için anahtarın sadece AKP’de olmadığı, halkların güçlerinin büyütülmesinde olduğu bilinci güçlenecektir. Ankara ne kadar inisiyatif kaybederse bu çözüm süreci için o kadar hayırlıdır. Çözüm sürecinin AKP’nin elinden kaymaya başlaması ve halkların ittifakının öne çıkması politik güçler dengesinde yeni dizilişlerin filizlerini ortaya çıkartıyor. AKP kendi evini yakmaya kalkacak ölçüde panik içinde bir çözülme sürecine girmiştir. Her şeyi kontrol altına alma telaşı tam tersi sonuçlar yaratmaktadır. Fakat AKP’nin başka bir seçeneği de yoktur. Şişeden çıkan cinleri kontrol edemezse yolsuzlukların yeniden gündemleşmesi, kendi sonunu getirecek de-

mokratik gelişmelerin yolunun açılması kaçınılmazdır. Öte yandan, çeşitli renkteki ulusalcı güçler veya tavır alışlar da bir çözülme içine girmiştir. Bugün olaylar öyle bir noktaya gelmiştir ki HDP’nin karşısında olmak dolaylı olarak da olsa AKP’ye güç vermek anlamına geliyor. Siyasette kriz zamanlarında böyle keskinleşmeler kaçınılmaz hale gelir. Çünkü manevra alanları büyük ölçüde tüketilmiş, güçlerin kesin saflaşmasından başka yol kalmamıştır. Aralarda oyalananlar çok daha çabuk deşifre olur, örtülü niyetlerini artık eskisi kadar saklayamaz hale gelirler. Çözüm sürecinin tıkanması çözüme giden yolun tümüyle kapanması anlamına gelmiyor. Bugüne kadar gelinen yolun ömrünün tükenmesi anlamına geliyor. AKP’nin İslamcı renklerle boyalı faşizmi ve Kürt halkına düşmanlıktan başka bir politika üretemeyen ulusalcılık bir çözülme sürecine girmiştir. Çözüm süreci çok daha zorlu bir döneme giriyor. Fakat bu dönemin avantajı sorunun gerçek sahiplerinin saflarının büyümesidir. Daha yürünecek çok yol var, yürünecek yoldaki bilinçleri gölgeleyen sis perdesinin dağılıyor olması en önemli kazançtır.

17


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

EKONOMİNİN VEBALİ KİMDE? M. Mert SİNAN

En önemlisi de işsizlik rakamlarının %10’lar üzerinde istikrar kazanması. Kasım 2014 itibariyle işsiz sayısı 3 milyon kişiyi aşarak %10,7’ye ulaştı. Türkiye’de istihdama katılma oranının %54’lerde takılması, kadın istihdamının hala %32 seviyesinde olması ise aslında ekonomik sıkıntının temel açıklamasını ortaya koyuyor.

18

T

ürkiye’de sermayeye verilen tüm teşviklere, emekçilere dönük tüm baskılara rağmen ekonominin içine itildiği tıkanma halinin sorumlusu kimdir? Bilindiği gibi neoliberal hegemonyanın esası piyasaların sonsuz bağımsızlığına tartışılamaz bir imandır. Devlet ya da kamu, ekonomiye müdahale ederse işler bozulur. Yapılması gereken ekonomi alanına kesinlikle dokunulmamasıdır. Ekonomik oyuncuların, sermayedarların kendi çıkarlarını en çoklaştırmak için atacakları adımlar sonrasında piyasanın görünmez eli herkes için en iyi olanı ortaya çıkaracaktır. Herkesin en bencilce çıkarları için yürüttüğü mücadele toplumun geneli için iyiyi ortaya çıkarmanın en garantili yoludur. Düşünce tarihinin belki de başarılan en büyük terse çevirmesi herhalde Adam Smith tarafından gerçekleştirilen ‘görünmez el’ hamlesidir. Piyasanın dokunulmazlığı adı verilen olgunun aslında sermayenin toplum tarafından sınırlanmasının veya kontrol

altına alınmasının tüm araçlarının ortadan kaldırılması olduğu açıktır. Kapitalizmin 1850’lerin ortasından bu yana yaşadığı krizler aslında ‘görünmez el’ teorisinin aslında büyük bir illüzyon olduğunu gösteriyor. Devlet olmadan piyasaların sadece bir hayal olduğu gerçeği de aslında sorunları doğru tartışabilmek için yeterince ipucu sunuyor. Fakat ideolojik hegemonyanın olduğu yerde bilime düşen görev de genel olarak bu hegemonyanın güçlendirilmesi olduğu için 2008’de yaşanaWn devasa ekonomik krize, neoliberal iktisat can çekişmesine rağmen hala politik olarak yeterince güçlü bir alternatif dalganın ortaya çıktığını söyleyebilmek mümkün görünmüyor. Türkiye ekonomisi de 2015 itibariyle büyük bir tıkanmanın eşiğine geldi, durdu. AKP’nin ilk yıllarındaki ‘göz kamaştırıcı’ büyüme oranları yerini sürünen %2’lere takılan rakamlara geriledi. Erdoğan ve Davutoğlu 2023’te 25 bin dolar kişi başına geliri hedef olarak gösteriyorlar. Fakat doların son aylardaki

hızlı yükselişi 10 bin dolar seviyesinde kişi başına düşen geliri 8800 dolar seviyesine geriletti. Erdoğan hala 17. büyük ekonomi yalanına sığınıyor ancak Türkiye ekonomisi geçen yıl 19. sıraya geriledi (1980’de 16. büyük ekonomi olunduğunu ekleyelim) 2002 sonrasında ekonomik görece istikrarın en önemli kalesi görünümündeki bankaların durumunun uluslar arası rating kuruluşları tarafından negatife çevrilmesi, finans alanında da iplerin gerildiği gösteriyor. Erdoğan’ın gözbebeği inşaat sektöründe durgunluk devam ediyor. 2015 Ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına göre satışlarda %1,7 oranında azalma gözleniyor. En önemlisi de işsizlik rakamlarının %10’lar üzerinde istikrar kazanması. Kasım 2014 itibariyle işsiz sayısı 3 milyon kişiyi aşarak %10,7’ye ulaştı. Türkiye’de istihdama katılma oranının %54’lerde takılması, kadın istihdamının hala %32 seviyesinde olması ise aslında ekonomik sıkıntının temel açıklamasını ortaya koyuyor. Marksist emek değer teorisine göre bir toplumun zenginliğinin temel kaynağı aslında üretim sürecinde harcanan toplam emek zamanla ölçülür. Türkiye sermayesi kendisine sağlanan tüm olanaklara, devletin emekçilerin sömürüsünü kayıtsız şartsız kolaylaştıran büyük desteklerine rağmen toplumun ancak yarısına iş üretebiliyor. Dünyada bu oranın %70’in altında olduğu ileri kapitalist ülke bulabilmek neredeyse imkansız. 90’lı yıllar büyük sermayenin faaliyet dışı gelirleri ile büyütüldüğü, devletin topladığı vergileri sermaye kesimlerine iç borç faizi olarak dağıttığı yıllardı. 2001 krizi bu çarkın sürdürülemez hale gelmesinin sonucudur. O dönemde aklımıza gelebilecek sanayi kuruluşlarının tamamının karlarının yarısından fazlası devlet tahvillerinden elde edilen borç faizlerinden kaynaklanmaktaydı.


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

2000’lerin yarısından itibaren ise bu sefer kentsel rantlar ön plana çıkmaya başladı. Özellikle kentsel dönüşümlerce desteklenen inşaat patlaması neredeyse bir tür sermaye birikim sürecinin ana halkası olacak biçimde konumlandırıldı. Bugün de sanayi şirketlerinin karlı olduğunu düşündükleri için inşaat sektörüne girişi yaptıkları bir özel dönemi yaşıyoruz. Emek gücü kullanımı açısından son derece etkisiz olan ekonominin bir diğer zaafı da teknoloji yoğun ürünlerin toplam üretimdeki payının yükselmemesi. İhracat içinde ileri teknoloji ürünlerinin payı %1’e bile ulaşmıyor. Araştırma ve geliştirme alanında hiçbir özel yöneliş söz konusu değil. Tarımsal üretimdeki daralma ise gıda fiyatlarındaki hızlı artışı ortaya çıkarıyor. Dünyada gıda fiyatları genel olarak düşerken Türkiye’de Ocak ayında gıda fiyatları enflasyonu genel enflasyonun üç katına çıkarak

%3,52 oldu. CHP’nin ‘dev transferi’ Kemal Derviş’in 15 günde 15 rapor mantığı ile gerçekleştirdiği toplumsa dönüşümden en ağır darbeyi tarım yedi. Tarım alanlarının ileri teknoloji kullanılarak verimli bir biçimde değerlendirilmesi sonucunda artı hale gelen nüfusun kentlere göçmesi şeklinde değil de doğrudan tarımsal üretimin neredeyse imkansız hale getirilmesi ile kırların boşaltılması sonuç olarak tarımsal alanların kullanılamaz hale gelmesine yol açtı. Sonuç olarak toplumu üretime sokamayan, üretimin altyapısını geliştiremeyen, tarımsal sektörü tüketen, ekonomik büyüme önündeki cari açık engelini aşamayan bu ekonomi sermaye devlet ilişkisinin 100 yıllık ürünüdür. Böylesi bir başarısızlık dokunulmazlığı hak etmiyor. Emekçiler artık kendi ürettikleri zenginliklerin nasıl değerlendirileceği konusunda söz sahibi olma sorumluluğu ile karşıya. Kapitalizmin bu krizli dö-

nemindeki en önemli avantajı emekçilerin kendi yarattıkları değerlere nasıl sahip çıkabilecekleri konusunda kafasında açık bir plan olmamasıdır. Reel sosyalizmin devlet mülkiyetinin tek başına çözüm olamayacağına dair yarattığı deneyim bugün yeni bir projenin üretilmesini zorunlu hale getiriyor. 21. yüzyıl sosyalizmi kamu mülkiyetini inşa ederken kestirmeden, devlet mülkiyetinden ilerleyemiyor. Emekçilerin örgütlü bir güç haline gelmesi ve ekonomi üzerinde denetim kurmasının demokratik/devrimci kanallarını yaratması sermaye tahakkümüne karşı mücadelenin halk iktidarına sıçratılabilmesi için hayati önem taşımaktadır. Şu aşamada bu alanda elimizde neler var: 1) Metasızlaştırma: Sermayenin alanını daraltmak ve yaşamın yeniden üretimini büyük oranda müştereklere, ortaklaşmaya yaslamak için temel ihtiyaçların metasızlaştırılması. Meta değişi-

mi alanının giderek sınırlanması, öncelikle emeğin yeniden üretimi ile ilgili mal/hizmetlerin meta alanı dışına çıkarılması. 2) Halkçı üretim sektörünün inşası: Doğrudan emekçilerin mülkiyetinde olan üretim birimlerinin devlet tarafından desteklenmesi. Örgütlü halk inisiyatiflerinin kendi ihtiyaçlarını üretmek üzere oluşturduğu birimlerin sermaye tarafından yutulmasına karşı mevziler kazanılması. 3) Kentsel rantların engellenmesi, kentsel toprakların kamusal mekanizmalar aracılığı ile değerlendirilmesi, toprak rantın ve para rantın üretiminin engellenmesi. Kapitalizme mahkum olmadığımızın gösterilmesi için 21. yüzyıl sosyalizminin ekonomik uygulamalar ının, teorik ve pratik olarak peşine düşmeye devam edeceğiz. Yukarıdaki maddelerde ortaya konan temel yaklaşımları gelecek sayıda açmaya devam edelim.

TEMEL LİSELERLE YOK EDİLEN KAMUSAL EĞİTİMDİR!

A

KP iktidarının en büyük yıkımı yarattığı alanların başında hiç kuşku yok ki eğitim geliyor. 13 yıllık iktidar boyunca kamusal eğitim niteliksel olarak çok ciddi bir darbe aldı. Fakat özellikle bu yıl yapılan uygulamalarla dibi bulma noktasına geldik. Gelinen şu noktada akademik eğitimi hedefleyen öğrenciler için kamusal olarak hizmet sunan okulları bitiren bir düzenleme ile karşı karşıyayız. Ekonomik durumu çok iyi olmayan öğrenciler içinde üniversite eğitimini amaçlayanlar için en uygun lise seçeneği şimdiye kadar Anadolu Liseleri idi. Anadolu Liseleri, Türkiye’nin son 30 yılına alt orta sınıf ailelerin çocuklarının sınıf atlama hayallerinin sıçrama tahtası olarak hizmet görmesi ile bir çok açıdan etkide bulunmuştur. Geçtiğimiz yıllarda bu okulların yabancı dil öğretme kapasitesi büyük oranda ortadan kaldırıldı. Hazırlık Sınıf-

larının kaldırılması sonrasında yabancı dil ders saatleri de önemli oranda azaltıldı. Fakat bu okullar yabancı dil öğretemeseler de en azından düşük öğrenci mevcutları ve belli seviyenin üstünde temel eğitim almış öğrencileri bir araya getirmeleri sayesinde hala üniversite için yeterli seviyede öğrenci yetiştirebilme işlevine sahipti. Fakat bu sene öncelikle bu okulların sınıf mevcut sayısı 30’dan 34’e çıkarıldı, daha sonra da okul türleri arasındaki nakil engelleri kaldırıldığı için ara sınıflardan bu okullara temel eğitim konusunda çok ciddi eksiklikleri olan öğrenci grupları geldi. Nakil öğrencilerin sayısı sınırlı olsaydı bu öğrencilerin diğer grubun seviyesine sıçraması beklenebilirdi. Fakat büyük sayılarda öğrenci akışı olunca yaşanan durum Anadolu Liseleri’nin Meslek Liseleşmesi oldu. Yaşananlar bununla da sınırlı kalmadı. Cemaate dönük operas-

yonun en önemli parçalarından biri olan dersanelerin kapatılması ile düzenleme evrilerek ortaya Temel Liseler adı verilen hilkat garibelerini yarattı. Bu liseler dershanelerin aynı binalarında okullara dönüşmeleriyle ortaya çıktı. Okullarda gösterilen seçmeli derslerin hiçbirini vermeleri gerekmiyor. Öğrenciler Anadolu Liseleri’nde görmek zorunda oldukları toplam 13-16 arasındaki ders yerine bu okullarda sadece 6 tane temel dersi görecekler. Temel Liseler bunun haricinde dershane hizmeti sunacak. Hafta sonu sınava dönük kurslar verecekler. Bu okulların öğrencisi olmadan ise dershane hizmeti almak mümkün olmayacak. YGS’ye hazırlanan öğrencilerin büyük çoğunluğu dershaneye gitmeden sınava hazırlanamadığı için 11. sınıf öğrencileri kitlesel olarak Temel Liseler’e kayıt yaptırıyorlar. Bu okulların fiyatları 9 bin liradan başlıyor. Devlet öğrencilere

M.Mert SİNAN

AKP’nin iktidara geldiği ilk günden bu yana en önemli projelerinden bir tanesi özel okulların öğrenci sayısını tüm öğrencilerin %10’u olacak biçimde arttırmaktı. Bu amacına şimdiye kadar ulaşamamıştı.

19


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

3500 lira katkı sunuyor. Yani devlet okuluna öğretmen maaşı dışında bir katkısı olmayan devlet, özel okula giden öğrenciye astronomik bir katkı yapmayı taahhüt ediyor. AKP’nin iktidara geldiği ilk günden bu yana en önemli projelerinden bir tanesi özel okulların öğrenci sayısını tüm öğrencilerin %10’u olacak biçimde arttırmaktı. Bu amacına şimdiye kadar ulaşamamıştı. Şu anda ilkokul ve ortaokullardaki özel kurum öğrenci sayılarının resmi öğrenci sayısına oranı %3.3, orta öğretimde ise %5. Sadece okul öncesinde özel okulların öğrenci sayısı kamudaki öğrenci sayısının %15’ine ulaşıyor. Fakat dershanelerin okullaşması sonrasında bu amacına kolaylıkla ulaşabilecek gibi görünüyor. Hatta sadece 12. sınıflar değil diğer sınıflardan da sınava hazırlanma gerekçesiyle bu okullara geçişler artacaktır. Bir taraftan devlet okullarında akademik eğitimin niteliği giderek zayıflarken bir yandan da sınavı kazanma baskısının artması Temel Liseler’e ilgiyi arttırabilir. Bu durum özel sektörün eğitim alanına olan ilgisini ciddi oranda arttırdı. TOBB Türkiye Eğitim Meclisi ‘Sektör’ Raporu’nda, “Devlete ek yük getirmeden velilerin çocuklarını gönderebileceği ortam hazırlanmalıdır” denilerek aslında dev-

20

lete “siz kamu okullarına harcadığınız parayı bize verirseniz biz müşteri memnuniyetini sağlayacak adımları atarız” demek istemektedir. Bu liselerde eğitim alan öğrencilerin sayıca artmasının eğitimi test çözme becerisi kazanma olarak gören öğrencilerin sayısının daha da artmasına yol açacağı açıktır. AKP’nin zihniyet dünyasında güzel sanatlar eğitimi zaten yanlıştır. Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji dinle bağı kurulamadığı sürece gereksizdir ve kafa karıştırıcıdır. Vatandaşlık, Demokrasi, İnsan Hakları gibi dersler de önemsizdir. Dolayısıyla Türkiye eğitim sistemi en az 12 yıl boyunca sistemde tuttuğu insanlara bir yabancı dili doğru dürüst öğretemeyen, temel akademik özellikleri kazandırmayan, insanlığın binlerce yıllık birikiminin ortaya çıkardığı temel değerleri içselleştiremeyen bir insan topluluğu üretmektedir. Doğrudan üretim süreci ile ilişkili okullar olarak tasarlanan Meslek Liseleri ise bütünüyle düşmüş durumdadır. Buralarda eğitim dışında her şey gerçekleşiyor denebilir. Öğrencilerin önemli bir kısmı hiçbir konuda bir iş bilgisi edinemeden, neredeyse vasıfsız personel olarak mezun olmaktadırlar. AKP Cemaat ile hesaplaşma sonrasında okul müdürle-

rinin %80’ini görevden aldı. Bu okullarda idareci olmak için en önemli kriter Erdoğan’a kayıtsız şartsız bağlı olmaya endekslenmiş durumdadır. Hayatında bir gün idarecilik yapmamış, sıkı Erdoğancılığı dışında eğitim yönetimi ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan bir sürü AKP’li tepeden idareci koltuklarına yerleştirildi. Bu uygulamanın yaratacağı felaketleri gelecek sene daha ağır bir biçimde yaşayacağız. Eğitimdeki bütün bu çöküş senaryosunun en somut sonuçlarını ise 2015 YGS sınav sonuçlarının açıklanması ile aldık. Sınava giren 2 milyon civarındaki öğrencinin dörtte birinden fazlası, 618 bin öğrenci 180 puanlık barajı geçemedi. Barajı geçmek için 160 soruluk sınavda 20 soruyu doğru cevaplamak yeterli olmaktadır. Buna rağmen bu kadar fazla sayıda öğrencinin baraj altında kalması kocaman bir siyasi skandaldır aslında. 13 yıldır eğitimi yöneten partinin uygulamaları sonucunda bu kadar büyük bir skandal ortaya çıkarken, sonuçların toplum tarafından bu kadar normal olarak algılanması açıklamaya muhtaç bir durumdur. Türkiye’de eğitimin sorunları son yıllarda daha çok eğitimin dinselleşmesi ile birlikte tartışılıyor. Bu alanda yaşananların da son derece önemli olduğu

ortadadır. Değerler Eğitimi adı altında AKP eğitimin her santimetrekaresini parsel parsel İslamileştiriyor. Seçmeli derslerde ne kadar acayip işler yaşandığına dair örnekler her gün basına yansıyor (Başını örtmeyen kadınların tecavüzü hak ettiğini vaaz eden Tokat’taki din hocası örneğinde olduğu gibi). Eğitimin dinselleşmesi de yukarıda anlatılan çerçeveyi bütünleştirmektir. Fakat kamusal eğitimin bu çökertilişi de emekçi çocuklarının dünyaya açılan bir pencereye sahip olmalarını neredeyse imkânsızlaştıran, okulları tımarhaneye çeviren eğitim politikaları çok yönlü bir biçimde ele alınmadıkça aslında bu çürümenin mağduru olan geniş kesimlerle birlikte hareket etmek de olanaksız hale geliyor. İmam Hatip’e dönüştürülen okullara sahip çıkmak muhakkak önemli, fakat bu politikalar önlenemezse kamusal eğitimin son kırıntıları da mazi olacak gibi görünüyor. Eğitim Sen’e bu alanda da çok büyük iş düşüyor. 18 milyon öğrenciyi ve velilerini ilgilendiren bu kadar devasa bir alanda çok daha öncü bir yaklaşım geliştirmek, yaşanan çöküşü daha fazla toplumun gündemine sokacak adımlar atmak, halkın eğitim hakkının da savunucusu olarak rol almak toplumsal muhalefeti büyütmenin anahtarı olabilir.


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

“ÜÇÜNCÜ MESAİ”

1

Mayıs 1977 yılına damgasını vuran bir pankart vardı hani. Daha sonra bir film için 2011 yılında aynısı yapılıp Taksim Meydanı’nda AKM binasına asılmıştı. Çok bilindik bir pankart. Güçlü kolları, parçalanmış zincirleri ile; tulumlu, bıyıklı sanayi işçisi. Efsane pankart olarak bilinen bu görsel günümüzde de sendikaların fotoğrafı gibi. O zamandan bu yana sendikaların erkek kimliği de, içindeki eril yönetim yapıları da neredeyse hiç değişmedi. Ancak bu sendikal yapılardaki kadın işçilerin konumu kadın mücadelesinin gelişimiyle paralel olarak her geçen gün daha fazla sorgulanıyor. Sendikaların erkek yapıları kadın işçileri örgütleme ufkunun önünde başlı başına bir engel oluşturuyor. Ama sendikaların kendilerini sorgulamaları gereken alan bununla da sınırlı değil. Neoliberal sistem karşısında kendilerini yenileyemediler, parçalanan sınıf yapısına hitap edemediler, sendikal demokrasiyi işletemediler ve erkek egemen yapılarını da terk etmediler. Son dönemlerde hem içerde hem de uluslararası platformlarda emek örgütlerinin erkek kimliğinin eleştirilmesi onları bazı programlar başlatmaya itti ve “toplumsal cinsiyet dostu” faaliyetler geliştirdiler. Örneğin; bir sendika kadın bürosu oluşturdu, bazılarında kadın komisyonları kuruldu, bazılarının tüzüklerindeki cinsiyetçi dil ayıklandı. Fakat bunların hiç biri de ete kemiğe bürünen, dişe dokunan sonuçlar yaratabilmiş değil. Neredeyse bütün yönetim kademeleri sadece erkeklerden oluşmaya devam ediyor. Buralar kadınlara kaptırılmayacak kadar önemli mevkiler olarak görülüyor. Kadınların ise bu rekabette fazla şansı yok. Halbuki kadın emeğinin sınıf örgütlerinde eşit temsili için kararlı olunduğunda daha etkili yöntemler geliştirmek mümkün. Bunun için daha radikal tedbirler alınması gerekir. Kota, bütün kurullarda eşit temsil, eş temsil-

cilik, eş başkanlık gibi yöntemleri tüzükle güvenceye almak; ayrımcılık, taciz, cinsel saldırıları gibi konuları sendika tüzüğüne ve gündemine sokmak; toplu sözleşmelerde kadın-erkek eşitliğini temel alan maddeler koymak, cinsiyetçi iş bölümüne karşı olmak gibi yapacak pek çok şey var. Öte yandan sendikalar ancak kadınların somut meselelerini gündemlerine alarak kadınlar için çekim merkezi olabilirler. Bunun için kadın işçilere ulaşma araçlarını yaratmada özel stratejiler geliştirmek gibi bir bakışa sahip olmalılar. Ataerkil toplum yapısı kadınların kamusal alanda var oluşlarının önündeki en büyük engel olmaya devam ediyor. Cinsiyetçi iş bölümünü, ev içi yükleri, erkek egemenliğini görmezden gelerek örgütlenmede yol almak mümkün değil. Bu engelleri aşmadan, baskıları boşa çıkarmadan sendikalı olmak kadınlar için olanaklı değil. Bu durumun kendisi önemli bir çatışma alanıdır. Önlerinde bu kadar engel varken sendikalara, kendilerinden bir iz taşımayan bu yapılara niye gelsinler, nasıl gelsinler? Evdeki erkekler kadının sendikaya gitmesine açıkça engel olmasalar dahi; cinsiyetçi iş bölümü gereği bunu yapmaktadırlar. Evde iş yapmayarak; çocuk, hasta, yaşlı, engelli gibi bakmakla yükümlü olunan kişilere bakmayarak; birlikte yaşamın getirdiği sorumlulukları paylaşmayarak fiilen kadınlara kapıyı kapatmış oluyorlar. Buna rağmen kadınlar toplumsal alanda var olmak istiyorsa ancak kendilerine yüklenen ev içi sorumlulukları eksiksiz yerine getirerek bunu yapabiliyorlar. Bu da işten ve evden sonra “üçüncü mesai “ demek. Bir taraftan da ister göreceli olarak güvenceli alanda çalışsın, ister enformel alanda olsun kadın işçiler çoğu kez sendika tarafından keşfedilmek ve kazanılmak zorundadır. Erkek işçilere ulaşırken uygulanan klasik yöntemlerle kadın

işçilere ulaşılamaz. Bir kere kadınlar sendikanın ne olduğu, nasıl bir işlevi olduğu, faydaları hakkında yeterli bilgiye sahip olamayabilirler. Sendikaya kolayca erişebilecek sosyal ağlara sahip olmayabilirler. Ya da sendikaya başvuracak, toplantılara katılacak, delegelikten, yönetim mekanizmalarına kadar belli görevlere seçilecek öz güvene sahip olmayabilirler. Bütün bu dezavantajlar göz önünde bulundurulmak zorunda. Belki de en önemlisi kadın bakış açısına sahip örgütçülere, kadın uzmanlara, aktivistlere sahip olunmasıdır. Örgütçüler kadın işçilerin sadece çalıştıkları yere değil mahallesine de gidebilmeli ya da kadın işçilere ulaşmak için farklı kanallar açabilmeli, onları cesaretlendirebilmeli. Toplantı saati, yeri kadınlara göre düzenlenebilmeli. Emek örgütlerinin kendi varlık nedenlerini kadın çalışanlara anlatmaya ihtiyaç olduğu düşünüldüğünde bunlar son derece önemlidir. Kadın çalışanlar bir kez ulaşıldığında ve mücadeleye kazanıldığında ön saflarda yer aldıklarına pek çok kez şahit olduk. Şimdiye kadar kadınların direndiği, greve çıktığı çeşitli sendikal mücadeleler oldu. Novamed direnişi, Desa direnişi ve kadın işçilerin önde olduğu Hava-İş grevi bunlardan bazılarıdır. Kadın hareketi tarafından dayanışma ile destek verilen bu grev ve direnişler merkez kadın politikasına da taşınmış, feminist hareket ve kadın hareketi ile emek hareketi arasında köprüler kurulmasına da hizmet etmiştir. Bu yolla

Güler TOPRAK

söz konusu iş yerlerinde, sektörlerde kadın işçilerin cinsiyet temelli sorunları gündemleşebilmiştir. Kadınların çalışma hayatına dair sözü kurulabilmiştir. Sendika yönetimleri grev ve direnişlere güç katan bu çabaları olumlamakla beraber, kadın uzmanların, örgütçülerin öne çıkmalarına dair yeni bir deneyim ve bu ilişkinin öğreticiliği ile karşıya kalmışlardır. Az da olsa bu pratiğin kendisi sendikaların içine kadın politikasını taşımıştır. O zamana kadar sadece hak alma ve ücret politikaları açısından bakılan grev ve direnişler bu dayanışmalarla cinsiyet eşitlikçi bir perspektifle de tanışmış oldu. Direnişlerin ait olduğu sektörlerde cinsiyetçi uygulamaların masaya yatırılarak mücadele taleplerinin oluşturulması önemli bir kazanım oldu. Bu durum kadınlar arasındaki dayanışmayı ve kadın bilincini de pekiştirmeye hizmet etti. Bu süreçlerde zaman zaman sendikalardaki cinsiyetçi yapılar da kritik edildi. Kadınların bu yönelimlerini sürdürebilmesi, kastlaşmış anti demokratik sendikal yapıları zorlaması için önemlidir. Kadın işçilere ulaşmanın önü de bu yolla açılabilir, sendikal yapıların eril çehresinin değişime uğraması da böylece zorlanabilir. Yararlandım:Sendikasız Kadınlar Kadınsız Sendikalar (ARAŞTIRMA) –KADAV

21


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

Bross Tekstil Direnişi Nasıl Zafere Ulaştı

ÜRETİM VE TÜKETİM HAVZASINDA DİRENEREK KAZANMAK

B

ross Tekstil işçileri sendikalarıyla birlikte 71 gün boyunca devrimci bir kararlılıkla sürdürdüğü direnişi zaferle sonuçlandırdı. İşçilerin ve sendikanın tüm talepleri kabul edildi. Direniş boyunca yaşadıklarımız fiili mücadele olmadan adalet olmadığını bize gösterdi. İşçiler için, emekçiler için artık bundan sonra adalet yoksa direniş var! Tekirdağ Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Bross Tekstil isimli işyerinde yaşanan hak ihlallerine daha fazla tahammül etmek istemeyen işçiler BATİS’te örgütlenerek mücadele etmeye karar verdiler. İşyerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği ihlalleri, baskı, mobbing, küfür, maaş eşitsizliği, kayıt dışı vb. gibi birçok yasa ihlalleri yaşanmaktaydı. BATİS olarak 2010 yılından beri Trakya bölgesinde yaptığımız örgütlenme çalışmalarında birçok iş yerinde Bross Tekstil’de yaşanan sorunlara benzer yasa ihlallerini sonlandıran tecrübeli bir sendika olmanın avantajıyla insan onuruna yakışır çalışma ortamının sağlanması için çalışmalarımıza başladık. İlk olarak işyerinde çalışan işçilerle birkaç toplantı yaparak iş yerinde yaşanan ihlalleri onlardan dinledik. Sendikamızın avukatı ve iş güvenliği uzmanıyla yaptığımız çalışmalar neticesinde iş yerinde en az 33 tane yasa ihlali olduğunu belirledik. Bross patronunun bu yasa ihlallerini nasıl bu kadar rahat yaptığını araştırdığımızda; bir yandan sermayenin çıkarlarına göre düzenlenmiş olan devlet ve organlarının (Çalışma Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Kurumu, Çalışma ve İş Kurumu, Gelir İdaresi Başkanlığı, İş Mahkemeleri, Cumhuriyet Savcılığı gibi) diğer taraftan üretim yapılan büyük

22

markaların işyerindeki yasa ihlallerine göz yumarak adeta organize suç örgütü gibi çalışarak işçilerin haklarını yediklerini tespit ettik. İşyerinde bir yandan da örgütlenme çalışması yaptığımız için olası çıkış halinde -işverenin performans düşüklüğü, ciklet çiğnemek, yemek yemek, sigara içmek ya da amire karşı gelmek gibi çeşitli bahanelerle örgütlenme çalışması yapan işçileri çıkartma durumu vardı- bu bahaneleri geçersiz kılmak için işçiler öncelikli olarak resmi kurumlara başvurarak yasa dışı uygulamaların son bulmasını istediler. Şimdiye kadar Bross Tekstil isimli işyerini denetlemeyen yasa dışı uygulamaların son bulmasını sağlamayan devlet kurumları ve markalara, işyerinde yaşananlardan onların da sorumlu olduklarını ve aslında bildikleri ancak düzeltmek için bir girişimde bulunmadıkları yasa ihlallerini tekrar bildirdik. Şikâyetlerimizden itibaren 3-4 aylık süreçte Tekirdağ Vergi Dairesi Başkanlığı, Tekirdağ Çalışma ve İş Kurumu, işyerinin üretim yaptığı markalar tarafından denetim yapılmak zorunda kalındı. Kurum şikâyetlerinin hemen ardından tespit ettiğimiz yasa ihlallerini 10 Kasım 2014 tarihinde ihtarnameyle işverene tebliğ ettik. İhtarname işverenin eline geçer geçmez bir takım iyileştirmeler gerçekleştirdi. Ancak işyerindeki ihlallerin tamamı ortadan kaldırılmadı. Biz de işvereni 24.11.2014 tarihinde arayarak işyerindeki yasa ihlalleriyle ilgili bir görüşme yapmak istediğimizi söyledik. İşveren bize telefonda işyerine gönderdiğimiz ihtarnamenin bir kısmının doğru olduğunu hatta ihtarnamenin içeriğinin eksik olduğunu bildirdi. Ayrıca “bizim işçilerimiz sigor-

talıdır” demeyi de ihmal etmedi. Telefon görüşmesinin sonunda “sizinle görüşelim” demesine rağmen randevu talebimize olumlu bir cevap vermedi. Ardından işyerine gönderdiğimiz ihtarnamede belirttiğimiz yasa ihlallerini sendikaya kimin söylediğini araştırmaya başladı. Daha sonra üyemiz Lokman Tekin’i işyerinde sigara içtiği ve ciklet çiğnediği gerekçesiyle 02.12.2014 tarihinde tazminatsız olarak işten çıkarttı. Ardından 16 gün sonra eşi Ceylan Tekin’i de performansı düşük bahanesiyle işten çıkarttı. Bu haksız işten çıkartılışları kabullenmeyen işçiler ve BATİS olarak 15.01.2015 tarihinde işyerinin önünde basın açıklaması yaparak işçi sağlığı ve güvenliği ihlalleri başta olmak üzere işyerindeki her türlü yasa ihlallerinin ortadan kaldırılıncaya kadar çadır direnişi başlattığımızı duyurduk. Aynı gün Bross Tekstil’de yaşanan hak ihlallerinden fabrikanın ürettiği markaların da sorumluluğu olduğu için H&M, Bennetton, LC Waikiki, Naemes, Happy başta olmak üzere markalara da işyerindeki yasa ihlallerini bir rapor olarak gönderdik. Ayrıca görüşmeler yaparak ihlallerin son bulmasında markaların da sorumlulukları olduğunu söyledik. İşyerinin önünde kurduğumuz çadırla hak arama mücadelemize Bross patronları 20 gün tahammül edebildi. Ardından rüzgâr süsü vererek çadırımızı tutan ipleri kestiler, direniş çadırını yıkarak pankartlarımızı parçaladılar. Biz de mücadele azmiyle daha büyük bir çadır kurarak hak arama mücadelemizi sürdürme kararı aldık. Ardından Çerkezköy Belediyesi, Tekirdağ Valiliği ve Çerkezköy Emniyeti bir olarak ikinci kez kurduğumuz direniş çadırını da kaldırdılar. Ve o

günden itibaren de işyeri önünde 2 minibüs çevik kuvvet her gün nöbet tutmaya başladı. Bunun üzerine bizler de işyerinin önünde çadırsız olarak direnişimizi sürdürme kararı aldık ve her gün fabrika önünde bayraklarımızla, sloganlarımızla yerimizi aldık. Diğer taraftan da Bross Tekstil’in müşterisi olan markaların satış mağazalarına giderek onları protesto etmeye başladık. Yaptığımız protesto eylemlerinde Bross Tekstil’de yaşanan yasa dışı uygulamaları halka anlatma fırsatı bulduk. Ayrıca protesto eylemleri sosyalist basında ve sosyal medyada çokça yer buldu. Zaten emekçilerin alın terini sömürerek büyüyen markalar her an Bross Tekstil işçilerinin protesto eylemlerinden çok zarar gördüler ve Bross patronlarını arayarak bu işin bir an önce çözülmesini istediler. Bross patronları ilk günlerde bizim yılıp birkaç gün sonra çekilip gideceğimizi düşündü. İktidar partisiyle yakın ilişkisine de güvenerek bize defalarca para cezası kestirdi. Direniş esnasında Çerkezköy Belediyesi ve emniyet güçleri tarafından defalarca gürültü kirliliği yaptığımız, yaya kaldırımını işgâl ettiğimiz, çeşitli trafik suçu işlediğimiz bahaneleriyle para cezaları kesildi. Kesilen 12 adet para cezasının iptali için 12 dava açtık. Fabrikanın önüne her gidişimizde bizi gözaltına aldırdı. Ayrıca direniş boyunca ondan fazla kez Terörle Mücadele Şubesi’ne götürülerek sorgulandık. İş güvenliği istemek suç, işçileri bile bile ölüme gwöndermek suç değil. Hakkımızda direnişe aktif katılan 4 arkadaşımız için çok sayıda soruşturma başlatıldı. Bir arkadaşımız hakkında 19, 2 arkadaşımız hakkında 11’er ve bir arkadaşımız hakkında 2 soruşturma dosyası açıldı. Bu so-


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

ruşturmalardan iki tanesi bir ay içerisinde davaya dönüştü. Karakola gidip gelme esnasında polis memurlarının odalarındaki panolarda Bross Tekstil duruşmasının Çerkezköy’deki önemli günlerden biri olarak işaretlendiğini ve Tekirdağ Valiliği’nin ayrıca Çerkezköy Kaymakamlığı’nın Bross Tekstil direnişine özel genelge yayınladığını ve dikkatli olunması gerektiğini görüyorduk. Ancak bizler yaptığımız işin ne denli doğru olduğunu bildiğimiz için aldırış etmedik. 5 Mart günü BATİS’li işçiler olarak Çerkezköy Adliyesi’nin önünde toplanıp Bross patronlarının iş güvenliği ihlallerinin son bulmasını istedikleri için 2 işçiyi işten çıkartmasını protesto edecektik. Ancak Çerkezköy Emniyeti basın açıklaması yapmamıza engel oldu ve burada Çerkezköy İlçe, Çorlu İlçe emniyeti ile Tekirdağ İl Emniyet Müdürlüğü’nden getirilen takviye kuvvetlerle önümüzde bir polis barikatı kuruldu. Adliye içine girişimize izin verilmedi. Duruşma boyunca slogan atmamız engellendi ve duruşma bittiğinde 100-150 polis 20 tane işçiyi şiddet uygulayarak hakaretler ederek gözaltına aldı. Çerkezköy İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde susma hakkımızı kullanarak onları protesto ettik. Gözaltılar, para cezaları, soruşturmalar bizi yıldıramadı. Daha sonra her defasında daha güçlü bir şekilde Bross patronunu ve üretim yaptığı markaları teşhir etmeye devam ettiğimiz için bu işten kendisinin zararlı çıkacağını anlayınca araya birini sokarak mağduriyetimizin giderileceğini ve anlaşarak bu işin sonlanması gerektiğini iletti. Bizde zaten belli olan taleplerimizi Bross patronuna bildirdik. 1 hafta kadar süren görülmelerin sonunda Bross patronu sendikal tazminat ödenmeyeceğini bildirdi. Aynı gün LCW mağazası önünde eylem örgütledik ve mağaza müdürünün saldırısına uğradık. Hastaneden rapor aldık ve suç duyurusunda bulunmaya karar verdik. Ertesi gün Bross patronu tüm taleplerimizi kabul ettiğini bildirdi. Örgütlenme çalışması yaptığı için işten çıkardığı iki işçi arkadaşımıza sendikal tazminat öde-

meyi, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeyi, işyerinde işçilere hakaret eden amiri disiplin kuruluna sevk etmeyi, işyerindeki işçi temsilcisini bizimle görüştürmeyi, şimdiye kadar bize kestirilen para cezalarının kendisi tarafından ödenmesini, şimdiye kadar bulunduğu suç duyurularını geri çekmeyi kabul etti. Bu direnişin asıl kazanımları direniş yürürken gerçekleşti. Direniş boyunca çok ciddi kazanımlar elde ettik. Direniş sürerken elde ettiğimiz bu kazanımlar işçi sağlığı iş güvenliği mücadelesinin daha da fazla yapılması gerektiği yönünde azim ve deneyim kazandırdı bize. Bross patronu bizim taleplerimizi kabul ettiğini bildirdiğinde işyerinde zaten biz kazanmıştık. İhlallerin büyük kısmını önlemiştik. Kazanımların en önemlileri şunlar oldu: a) İşyerinde haftada 7 gün 12 saat çalışma vardı, artık işçiler günde sekiz saat çalışıyor ve 8 saate geçildiğinde maaşlar düşmedi. b) İşçiler içerde bozuk asansörle yük indirmek zorunda bırakılıyordu ve direnişle birlikte bozuk asansör tamir edildi. c) Üretim zorlaması yapılıyordu ve buna uymayanlara amirler küfür ve hakaret ediyorlardı. İşçilere mobbing uygulayan amirler eğitimden geçirildi. d) İşçilere daha evvel verilmeyen iş güvenliği ekipmanları; maske, eldiven, iş elbisesi vb. verildi.

e) İşçi Sağlığı İş Güvenliği eğitimleri başladı. f) İşyerinde kayıt dışı tutulan ücret ödemelerinin tamamı kayıt altına alındı. (Kasım bordrolarında ücretleri 1200 ytl brüt civarında olanlar 1900 brüt, 1500 brüt civarında olanlar 2200-2500 ytl brüte yükseltildi) g) Patron son düzenlemelerin yapılması için 21-27 Nisan 2015 tarihlerinde fabrikayı komple ücretli izne çıkartacak. h) Ortak kullanım alanları hijyene kavuştu, yemekler yetecek kadar gelmeye başladı, servislerde ayakta taşınma ortadan kalktı, ek servis konuldu. i) Direniş boyunca işçi atılması engellendi. j) Daha birçok önlem alındı. Çerkezköy OSB’de iş güvenliği önlemleri alınmadan işçi çalıştırıldığı için işçiler kafalarını pres makinesine sıkıştırarak, yanarak, ezilerek, kimyasal tankına düşerek feci şekilde ölmeye devam ediyor. Bu koşullar altında fabrikalarda her an iş kazası olmakta ancak patron işçileri mümkünse hiç doktora göndermemekte, doktora göndermek zorunda kalıyorsa “sakın iş kazası olarak bildirme” demeyi ihmal etmemektedir. İşçiler de işten çıkartılmak korkusuyla hastanede iş kazasını bildirmemekte böylece patronda işyerinin denetlenmesinden ve iş güvenliği maliyetinden kurtulmuş olmaktaydı. Ama Bross işçilerinin ve

BATİS’in direnişi patronların oyununu bozdu. Kapı önünde gerçekleştirdiğimiz direniş aynı OSB’de temas halindeki bir çok işyerinde de olumlu sonuçlar doğurdu. Diğer çorap fabrikalarında da işçiler lehine düzenlemeler yapıldı. Bross direnişi, tam olarak bir iş güvenliği direnişidir. Üretim zincirinde üretimden kar eden herkes işçilerin alacaklarından da insanca çalışma ortamlarından da tam olarak sorumludur. BATİS olarak 2010 yılından itibaren Trakya bölgesinde yaptığımız sendikal çalışmalarda tam olarak “başka bir dünya mümkün” diyoruz. Yani emekçilerin işyerlerinde insanca çalışıp iş kazalarına meslek hastalıklarına yakalanmadan çalışacağı, diğer taraftan insanca geçinebilecek ücret talep ederek insanca yaşayabilecek koşulların sağlanması mümkündür. Bu açıdan Çerkezköy, Çorlu gibi sanayinin yoğun olarak bulunduğu bölgelerdeki emekçilerin sınıf mücadelesi veren sendikamızda ve diğer, sendikalarda, işçi derneklerinde, dayanışma sandıklarında örgütlenerek hak arama mücadelesi vermesi gerekmektedir. İşçilerin iş haklarını, emeklerini ve geleceklerini korumak ve kurmak için örgütlenmekten ve direnmekten başka da yolları kalmamıştır. Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası

Çerkezköy Temsilciliği

23


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

EV İŞÇİLERİ İŞÇİDİR VE TÜM YASALARA FİİLEN DÂHİL OLMUŞTUR Sevgi EVRİM

E

v işçileri; görünmeyen emeklerinin görünür olması ve iş yasasından yararlanan her işçwi gibi işçilik haklarının tanınması için uzun zamandır büyük bir mücadelenin içindeler. Devletin ağır bürokrasisine, halen çalıştıkları işyerlerinde işverenlerine ve evde eşlerine, çocuklarına ve daha başka birçok sorumluluklarına karşı direnerek haklarını kazanmaya çalışıyorlar. Örgütlenmeye başlayan ve kazandıkları her bir mevzi ile mücadelelerini daha da yukarıya taşıyan ev işçilerinin bu kazanımları bütün ev işçileri için emsal kazanımlar niteliği de taşımakta ve ev işçilerinin yasal haklarının kazanımı için birer kilometre taşı olarak yerlerini almakta. Ev işçilerinin çalışma acılarını ve yasal sorunlarına dair burada çok geniş bir çerçeve sunamamakla birlikte belli başlı sorunları ve çözümlerine ilişkin yürünürken elde ettiklerimizi, ceplerimizde birikenleri kısaca paylaşalım istedik:

Gündelikçi Değil Ev İşçisiyiz

Ev işçilerinin, ev içinde ürettikleri emek tamamen görünmez kılındığı için mücadelenin çıkış noktası “gündelikçi” kavramının tartışılması olmuştur. Kadınların; statüsü düşük, “iyi” olmayan işlerde çalıştırılması, kamusal alanda çözülmesi gereken ev hizmetleri, çocuk bakımı, hasta bakımı gibi işlerin ev işçileri tarafından sessiz sedasız biçimde zaten yapılıyor olması bir arada düşünüldüğünde ev işçilerini “gündelikçi” olarak tanımlamak düzen açısından hiç de şaşılacak bir şey olmuyor. Ama ev işçileri buna itiraz ediyorlar. Ev işçileri bir işe yardımcı bir iş yapmıyorlar ya da sadece “gün” ile sınırlanan bir çalışma tempoları yok. Ev işçileri neredeyse ayın 30 gününde de çalışıyorlar ve haftalık çalışma saatleri 45 saatten çok fazla oluyor. Ev işçileri bu sebeple iş yasasında istisna tutulmalarının, işçi sayılmamalarının “tesadüfen” olmadığını biliyor. Onlar kendilerine “gündelikçi” demiyorlar. Verdikleri mücadele ile artık “ev işçisi” olduklarını en kör, sağır, dilsize dahi kabul ettirdiler.

“10 Günden Az 10 Günden Çok” Ayrımı Yasalara Aykırı

6552 sayılı torba yasa ile ev işçileri, ayda 10 günden az çalışan ve 10 günden fazla çalışan olarak ayrılıp, 10 günden az çalışanların sigorta ve emeklilik hakları gasp edilmiştir. Şimdiye kadar ayda bir gün çalışsa bile her işçinin sosyal sigorta hakkı vardı. Torba Yasa düzenlemesinin ev işçilerinin aleyhine, SGK’nın ve işverenin lehine bir düzenleme olduğu görülmektedir. Ayrıca, ev hizmetlerinde çalışanların aylıkçı olarak çalışsa da 10 günden az çalışı-

24

yormuş gibi gösterilerek istismar edilebileceği de sendika tarafından açıklanmıştır. Torba Yasa ile ev işçilerine getirilen 10 günden az-10 günden çok çalışma ayrımı Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırıdır. İmece Ev İşçileri Sendikası bu hak gaspına karşı mücadele başlatmıştır. Yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru için hazırlık yaptığını kamuoyuna duyurmuşlardır. Sendika; ev işçilerinin sigortasının 5 yıl boyunca genel bütçeden karşılanması için teşvik verilmesini ve sigortalama işlemlerinin basitleştirilmesini de talep ediyor.

Ev İşçileri İş Kanuna “Fiilen” Dahil Olmuştur

4857 sayılı iş kanunu 4. maddesi ev hizmetlerinde çalışanları iş yasasının kapsamında saymamaktadır. Bu sebeple bir ev işçisi, kendisi gibi aynı kıdeme veya çalışma koşullarına sahip diğer işçilerle eşit haklara sahip değildir. Bu madde Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Zira ev işçileri aslında işçi olduklarını ve iş yasasından da yararlanmaları gerektiğini fiilen ve yasal olarak ispatlamıştır. Şöyle ki; -5510 sayılı SSGSS Yasası ev işlerinde düzenli olarak çalışanların sigortalı olarak çalışması gerektiğini güvence altına almıştı. Düzenli çalışılması kavramı da Yargıtay kararları ile geniş bir yorumla güvence altına alınmıştı. 6552 sayılı torba yasa 10 gün ayrımı getirerek bir kısım ev işçisinin bu haktan yararlanmasını engellese de bu hak diğer ev işçileri için sürmektedir ve ev işçilerinin işçi olduklarının teminatıdır. -Yine ev işçileri 4857 sayılı iş yasasında işçi sayılmamalarına rağmen bugün bir Ev İşçileri Sendikası vardır ve kayıt dışı çalışan

ev işçileri dahi e-devlet üzerinden bu işçi sendikasına üye olabilmektedir. Ev işçileri verdikleri duraksız mücadele ile İMECE Ev İşçileri Sendikası’nı kurdular ve sendika 19.12.2013 tarihinde resmi nitelik kazanarak, bir ilki başarmış oldu. İş yasasında işçi sayılmayan ev işçileri işçi sendikası kurdu. Bu da ev işçilerinin işçi olduğunun alenen tescili oldu.

Ev İşçileri Geçmişe Yönelik Sigorta Haklarını Kazandılar

Ev İşçileri Sendikasının Genel Başkanı Ayten Kargın, sigortası yapılmayan geçmiş dönem çalışmalarını kazanmak için hukuk mücadelesi başlattığında en yakınındakiler dahi ona inanmıyordu. Ayten Kargın 9,5 yıllık sigorta hakkını kazandı ve dün aklından bile geçiremediği emeklilik hakkını kazanma şansını bugün yakaladı. Bu dava ve bu karar, ev işçileri için aşılması hiç de kolay olmayan bürokratik zincirlerin örgütlü mücadele ile nasıl aşılabileceğine en güzel örnektir. Ayten Kargın, “gündelikçi” olarak adlandırılan ve emeklerinin karşılığını maddi manevi hiçbir türlü tam olarak alamayan ev işçilerinin var olma mücadelesinin de en güzel bir örneğidir. Gündelikçi denilerek emeğine verilmeyen değeri İmece Ev İşçileri Sendikası’nın başkanı olarak fazlasıyla yaratmıştır ve diğer kadınlara da örnek olmuştur. Yine sendikanın kurucularından olan ve Antalya temsilcisi olarak çalışan Minire İnal’ın sigorta hakları için verdiği mücadele sürmektedir. Ayten Kargın davasının bir diğer önemli noktası; ev işvereni olarak sadece kadın ev işvereninin değil, evde yaşayan diğer erkek bireyin de kabul edilmiş olmasıdır. Evde verilen hizmet-


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

ten yararlanan diğer birey olan “kocanın” da sigorta haklarından ve ödenmeyen primlerden sorumlu olduğu yönünde karar verilmiştir. Erkeklerde ev işverenidir ve ev işçisinin sigortasından da maaşından da tazminatından da sorumludur. Bu karar ceza davalarında da ev işvereni olarak sadece kadın ev işverenin değil erkek olan ev sakininin de yargılanması için dayanak olacaktır.

Ev İşçileri Yönünden Evler de Kamusal Alandır, Denetlenebilir

Ev işçilerinin sigorta haklarının kazanılmasında en büyük engel olarak gösterilen evlerin özel alan olduğu ve denetlenemediği iddiası, ev işçilerinin emeklerinin görünürlüğü karşısında artık geçerli değildir. Resmi rakamlara göre sayıları 1 milyondan fazla olan ev işçilerinin bu yöntemle görmezden gelinmesi artık mümkün değildir. 2013 yılında çalıştığı evin camını silerken düşerek hayatını kaybeden Rukiye Şimşek’in davasında, bunun bir iş kazası olduğu kabul edilerek 2 iş müfettişi bilirkişi ile Rukiye’nin çalıştığı evde keşif yapılmıştır. Bir ev işçisinin çalışma koşullarının ve kusur durumlarının tespiti için ilk defa bir ev işyerine keşfe gidilmiştir. Burada Fatma Aldal’ın ismini anmadan geçmek mümkün değildir. Yine çalıştığı evin camını silerken düşerek hayatını kaybeden Fatma Aldal için başlatılan hukuk mücadelesinde de ilk defa bir iş müfettişi atanmış ve bir ev işçisinin yaşadığı bu cinayet “iş kazası” olarak tanımlanmıştı.

Ev İşçileri İşçidir ve Tüm Yasalara Fiilen Dahil Olmuştur

Ev işçilerinin işçi sayılması ve yaşadıkları kaza ve meslek hastalıklarının 6331 sayılı iş sağlığı ve güvenliği yasası kapsamında sayılarak, diğer işçilere tanınan tüm hakların ev işçilerine tanınma zamanı gelmiştir. Ev işçileri verdikleri mücadele ile hem görünmeyen emeklerinin görünür olmasını sağladılar hem de 4857 sayılı iş kanunun ve 6331 sayılı iş sağlığı ve güvenliği kanununun onları görmeyen mantıklarını alt üst ettiler.

NEVİN YILDIRIM’A ADALET NEDEN BU KADAR ZOR!

E

rkeklere iyi hal indirimi, Nevin’e müebbet! Nevin Yıldırım’ı hatırlıyor musunuz? Isparta Yalvaç’ta kendisine tecavüz eden Nurettin Gider’i 29 Ağustos 2012 tarihinde öldürüp başını bir çuvala koyup ‘İşte namusuma uzananın kellesi’ diyerek köy meydanına atan kadın. İrkilmeye, tiksinmeye hiç gerek yok. Buradan başlamak istiyorum. Müneccim olmaya da gerek yok. Bir kadın düşünün. Tecavüz edilip tehditle-zorla ilişkiye zorlanıyor. Aynı kadın kürtajı yasaklayan devlet yüzünden çocuk doğurmaya mecbur bırakılıyor. Köy meydanı ne kadar da manidar. Hakkında ne kadar söylenti varsa o pis kokular işte köy kahvesinden meydana yayılıyor. Nevin bize çok önemli bir mesaj vermiştir. Hayatının cehenneme nasıl çevrildiğini anlatmak istemiştir aslında.

Kadına Çifte Standart Uygulanmıştır!

Erkek şiddetiyle hayatını kaybeden kadınların davalarına baktığımızda mahkeme salonunda kravat takan, sessiz duran, boynunu büken erkekler iyi hal indirimleri ile ödüllendirilirken tecavüze uğrayan kadınların davalarında erkek savcıların kadınları tecavüze uğradıkları için nasıl da aşağıladıklarına tanık oluyorduk. Cinsiyetçi, sorular, bakışlar, uygulamalar… Her halde ve maalesef bunları kanıksamışız. Ancak 25 Mart günü Isparta Yalvaç’ta görülen davasında Nevin’e uygulanan müebbet ceza ve kadın örgütlerine ve avukatlara yapılan saldırı gösteriyor ki erkek yargı kadınlara açıktan savaş açmışçasına tarafını belli etmek istiyor. Bilerek isteyerek göstere göstere faul yapıyor. Erkeklere iyi hal indirimi uygulayan devlet, Nevin tecavüzcüsünü öldürdüğü için şimdi müebbetle yargılıyor. Kısacası kasten çifte standart uygulanıyor.

Erkek devlet kadınların, basının, kamuoyunun bu kadar yakından takip ettiğini bildiği bir duruşmada erkeklerin güvence altında olduğu, koruma altında olduğu mesajını vermekten çekinmediğini gösteriyor.

Nevin Meşru Müdafaa Sınırları İçinde Ölmemek İçin Öldürmek Zorunda Bırakıldı

Nevin yaşamak için öldürmek zorunda bırakıldı. Sistematik olarak erkek şiddetiyle yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Tecavüz, zor, köyün mahalle baskısı ve devlet şiddeti. Şiddetin tüm biçimleriyle baş etmek zorunda bırakılan Nevin ölmeyi değil yaşamı savunmuştur. Ve hesap sormuştur. Ölmeyi değil yaşamayı seçtiği için Nevin’e kimin kızma hakkı bulunabilir?

Nevin’i Savunmak, Nevin’le Dayanışma İçinde Olmak Devlet Şiddetinin Gerekçesi Yapıldı

Nevin’i savunmak, Nevin’le dayanışma içinde olmak için adliyeye giden kadınlara da şiddet uygulandı. Adliye önünde beklemeleri, davayı kamuoyuyla paylaşmak istemeleri devlet şiddetinin gerekçesi yapıldı. Suç kabul edildi. Kadına yönelik şiddet erkek ve devlet için her sınıftan her yaştan her ulustan kadın için o kadar hak ki. Nerede ne şekilde şiddetle karşılaştığımızın bir önemi yok. Ve son derece sıradan olaylar gibi kanıksatılmaya çalışılıyor.

Erkek Medya Kadın Olunca Ne Kolay ‘’Katil’’ Deyiveriyor….

...Nevin Yıldırım, yaşadıklarını ve cinayeti nasıl işlediğini olaydan 48 gün sonra ilk kez, cezaevinde kendisini ziyaret eden Habertürk Antalya Temsilcisi

Elif GÜLER

Tekin Atay’a anlattı. İşte tecavüze uğramış karnında tecavüz bebeği taşıyan bir mağdur, çocuklarından ayrılmanın acısını çeken bir anne, çok sevdiği kocasından uzak kalan bir kadın ama aynı zamanda ‘’vahşi bir cinayet işleyen bir katilin’’ herkesin merak ettiği sorulara verdiği cevaplar… Sansasyon yaratarak haberin değeri arttırılmaya çalışılıyor bir taraftan da. ŞOK ŞOK ŞOK türünden verilen haber Nevin’in yaşadıklarının hangisine değebilir?

Nevin’den Öğrendiğimiz Bir Şey Var:

Biz kadınlar erkek ve devlet şiddetinin bu kadar sıradanlaştığı ve adalet arayışımızın dahi şiddetle karşılandığı bu erkek egemen topluma kökenleri beş bin yıla da dayansa alışmayacağız. Ve kimsenin de alışmasına, kanıksamasına izin vermeyeceğiz. Eğer buna izin verirsek ölmemek için öldürmelerle karşılaştığımızda, erkek ve devlet şiddetini her yaşadığımızda kendimizi savunmasız, yalnız ve zayıf hissederiz. Öyle ki kadınları cinayetlerden, erkek şiddetinden, erkek yargının uygulamalarından her türlü ayrımcılıktan koruyacak olan kadınların örgütlü mücadeleleri olacak. Nevin kendi öz savunması için meşru müdafaa yolunu tercih etti. Ve erkek yargı tarafından müebbetle cezalandırıldı. Nevin’i savunan kadınlar saldırıya uğradı. Ama direndi. Nevin’den öğrendiğimiz bir şey var. Alışmayacaksın, kanıksamayacaksın, kabul etmeyeceksin… Alışmayacağız… Kanıksamayacağız… Kabul Etmeyeceğiz. Nevin’e erkek adalet değil gerçek adalet sağlanana kadar takipçisi olacağız.

25


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

HER YERDE ÇÖZÜMSÜZLÜK GÖSTERGELERİ Ayşe TANSEVER

Artık ABD tüm politikalarında bir ikilem arasında kalıyor. Petrol fiyatlarını düşürücü politikalara öncülük ederek düşman ilan ettiği Rusya ve Venezüella ekonomilerine darbe vurmaya çalışıyor. Ama bu politika ‘Arap baharı’ tehdidi altında olan müttefiki petrol üreten Arap ülkelerini zora sokuyor. Onların kaynaklarını kurutuyor. Belki henüz daha kaynakları var ama gelecek silah pazarının altını kazıyor. Düşük petrol fiyatı kendi petrol şirketlerini de zarara sürüklüyor.

26

A

BD dünya liderliği her alanda darbe alıyor. Finans kapital güçleri aralarında ortak bir strateji belirleyemiyorlar. Her geçen gün çıkarları farklı farklı noktalara kilitleniyor. ABD bu güçleri arkasında sürükleyemiyor. O nedenle de finans kapital cephesinde bir dağılma gerçekleşiyor. Öte yandan da başka güçler başka noktalarda bir araya geliyorlar. Yeni gelişmekte olan ülkeler her geçen gün merkezlere kendi çıkarları doğrultusunda başkaldırıyorlar. Bazı ülkelerde halk hareketleri etkilerini göstermeye başladı. Alttan gelen baskılar daha dayatıcı, belirleyici oluyor. Bu son gelişmelerle konuyu geliştirelim. Küreselleşmenin bal ayı günlerinde soğuk savaş bitti ve Rusya müttefik olarak dünya finans kapitali saflarına alındı ama ABD dünya liderliğini kaybetme telaşına düşünce müttefiklerini tekrar arkasına almak için Ukrayna krizini yarattı. Şimdi NATO, Rusya sınırındaki küçük ülkelerde Rusya’ya karşı tatbikatlar yapıyor. Yaptırımlar konuldu. Ancak bu da uzun sürmedi ve AB ekonomik çıkarları zedelendikçe bu ittifakta çatlıyor. Macaristan, Bulgaristan, Syriza Yunanistan’ından başlayan yaptırıma karşı hareket güçleniyor. Bizzat Almanya’nın en yetkili politikacıları ABD’nin arkasından gitmeye karşı çıkıyorlar. Yeni yaptırımlar konulamadığı gibi eskilerinin uygulaması da gerçekleşmiyor. ABD’nin sıkı müttefiki Türkiye, Rusya ile petrol boru hattı anlaşması imzaladı. Rusya’da kapıyı AB ülkelerine kapatmayarak ABD politikasını boşa çıkarıcı iyi politikalar uyguluyor. AB’nin yaptırımlarına karşı petrol ve gazı kesmiyor. Daha dün Rusya Ukrayna ile ayrıcalıklı petrol anlaşmasını yenileyerek onu bile ABD saflarından koparmada adım attı. ABD’nin Rusya politi-

kası en yakın müttefikleri içinde dikiş tutturamadı. Parça parçadır. Çin, ABD’nin artık yalnız Uzak Doğu’da değil tüm dünyada en büyük rakibidir. Ekonomisi onu geçti ve Asya’dan Amerika kıtasına hatta Avrupa içlerine kadar yayıldı. İpek yolu her koldan dünyaya yayılıyor. Mart ayının sonlarında da Çin finans kapital gücü bir hamle yaparak Asya Altyapı ve Yatırım Bankasını (Asia Infrastructure ve Investment Bank) 40 üye ile kurdu. Banka, ABD güdümündeki Dünya Bankası ve IMF’ye bir alternatiftir. ABD tüm müttefiklerine bankaya katılmamaları için dayatmalarda bulundu. Ama işin en ilginci buna en yakın dostu İngiltere karşı çıktı. Onun açtığı kapıdan ise Fransa, Almanya, Norveç, Danimarka, Hollanda gibi baş güçler girdiler. Hindistan, Tayvan, Avustralya vs. katıldılar. Uzak Doğu’da ABD’nin sağ kolu Japonya’nın bile Haziran ayında gireceği söyleniyor. ABD liderliği finans açısından da büyük bir yalnızlık ve kayıp içine girdi. Merkez ülkelerin çıkarları artık ABD arkasında duramıyor ve onu terk ediyorlar. Çin öncülüğünde kurulan bu banka ABD çıkarlarına vurulan büyük bir darbedir. Obama en iddialı politik girişimini Latin Amerika’da başlattı. 21. yy sosyalizmine karşı savaş bayrağı açtı. Bu bayrak altında tüm sosyalizm düşmanlarını toplayabileceğini düşündü. Hatta tüm dünya güçlerini bu cephede örgütleme emeli olduğu kesindir. Küba ile ilişkileri normalleştirme sürecine girdikten sonra bölgede bir rahatlama olmuştu. Son politik hattı ile ipler gene gerildi. 6 Mart’ta da Obama Venezüella’yı ülkesine ‘olağan üstü görülmedik bir tehdit’ ilan etti. Yaptırım koydu. Tüm güçleri arkasına

çağırdı. Bölge burjuva iktidarlarını cepheye alacağını düşündü. Ama Venezüella ABD’ye karşı nasıl ‘olağan üstü görülmedik bir tehdit’ oluşturabilirdi? Askeri güç olarak dünya sıralamasında Etiyopya’nın arkasından 43. sırada gelen Venezüella nasıl koskoca ABD askeri gücüne karşı bir tehditti? Eğer söz konusu bir iktidar darbesi ise bunun üstadı ABD’nin bizzat kendisidir. Venezüella Beyaz Saray’da bir darbe örgütleyecek ne güçte ne de böyle bir niyeti olabilirdi. Obama’nın kararı bölgede bir espri konusu oldu. Ama elbette Venezüella açısından bir tehditti. Maduro çok sert bir tepki gösterdi. ABD’nin yaptırımları kaldırmasını istedi. Gecekondu mahallelerinde böyle bir çağrıya imza kampanyası başlattı. Bu kampanyaya 10 milyon imza toplanma hedefi var. Bu halkı daha da politikleştirmeye hizmet edecektir. 21. yy sosyalizmine karşı cephe kurmak girişimi hemen anında fos çıktı. Tüm dünyadan tepkiler geldi. UNASUR’dan CELLAC topluluğuna kadar tüm Latin Amerika örgütlenmeleri acil toplantılar yaparak karara karşı çıktılar. Kıta Venezüella saflarında cepheleşti. Ekvator lideri Correa tüm Latin Amerika ülkelerini ABD’ye yaptırım koymaya çağırdı. Karşı duruş kıta ötesine yayıldı. 120 üstünde İngiliz politikacı yaptırımlara karşı imza topladılar. Gelişmekte olan ülkeler topluluğu G77 ve Çin toplantılarında Obama kararını yanlış bulduklarını açıkladılar. Kimse Venezüella’nın ABD için olağanüstü tehdit oluşturduğuna inanmadı. ABD yeni girişimi yanında bir cephe değil aksine karşısında bir cephe örülmesine hizmet etti. Artık ABD tüm politikalarında bir ikilem arasında kalıyor. Petrol fiyatlarını düşürücü poli-


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

tikalara öncülük ederek düşman ilan ettiği Rusya ve Venezüella ekonomilerine darbe vurmaya çalışıyor. Ama bu politika ‘Arap baharı’ tehdidi altında olan müttefiki petrol üreten Arap ülkelerini zora sokuyor. Onların kaynaklarını kurutuyor. Belki henüz daha kaynakları var ama gelecek silah pazarının altını kazıyor. Düşük petrol fiyatı kendi petrol şirketlerini de zarara sürüklüyor. Dolar politikası da aynı şekilde çelişkiler küpüdür. Doların dünya ticaretinin yapıldığı bir para birimi olma özelliğini kaybetmesine karşı savaşıyor. Dolar ile ekonomik gücünü dayatmaya çalışıyor. Ama diğer yandan yüksek dolar kendi ekonomisini vuruyor. İç pazarındaki üretim yapan şirketlerini zor duruma sokuyor. İhracatı azalıyor. ABD finans kapitalinin şikâyetleri, yakınmaları gazetelerin her gün konusudur. ABD dünya liderliğini kaybetmekten kurtulmaya çalışırken daha da batıyor. Hem ucuz petrol hem değerli dolar ABD içinde büyük kırılmalara yol açıyor. Dolar dünya parası olma özelliğinin son günlerini yaşıyor.

Orta Doğu’da ise ABD kendine yeni bir yol çizmeye çalışıyor. Şimdiye kadar çizdiği hat ise gene çelişkilerle doludur. Afganistan ve Irak’ta kaybettiği savaşların bedelini ‘Arap Baharı’ ile ödememenin yollarını arıyor. ISIS bu baharı sönümlendirmesine hizmet etmeyecek gibi gözüküyor. Karşısında kurduğu gerici ittifak pek işe yaramıyor. Postalsız ittifakın da bir geleceği yok gibi gözüküyor. Daha da batıyor. Bu bataktan çıkabilmek için İsrail’e rağmen İran ile ittifak yapmanın yollarını arıyor. Bu ittifak yalnız İsrail değil Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi müttefiklerine terstir. Yani yeni bir ittifak kurayım derken eskileri ile arası açılıyor. Ama başka çaresi yok gibi görünüyor. Tam bu noktada bir darbe de Yemen’de yaşadı. Yıllardır ‘en başarılı’ durduğu noktadan kaçmak zorunda kaldı. İlk önce diplomatik sonra da tüm askeri gücünü çekti. Kaçtı. Şimdi de Yemen’e karşı hiç zafer kazanamamış Suudi Arabistan’ın arkasından ülkeyi bombalamaya başladı. Irak’ta Şii güçlerle birlikte Sünnilere karşı

Yemen’de de Şiilere karşı Suudi Sünnileri ile savaşa giriyor. Suudilerin gönlünü burada kazanabilir umudunu taşıyor. Böyle çelişkili bir politika içindedir. Bölgeden tam çekilmek yerine bu karışık ortamda gemisine bir rota tutturmayı umuyor. Ne İransız ne onunla bölgede varlık sürdüremeyeceğinin ve dışlanacağının farkındadır. Avrupa’da ise son yılların en önemli dünya sınıflar savaşı gündemdedir. Bir avuç Yunan yoksulu AB merkez ülkeleriyle karşı karşıyadır. AB içinde bir halk iktidarı kurulmaya çalışılıyor. Sonuç Avrupa halklarının kaderini belirleyecek öneme sahiptir. Yunanistan’da Syriza’nın zaferi tüm AB yapısını sarsacak bir boyuta tırmanma potansiyeli taşıyor. ABD’nin bu konuda bir önerisi bir çözümü yoktur. Bu konuda liderlik yapacak durumu yoktur. Ayrıca AB finans güçlerinin işlerini karıştırıyor. Obama Syriza’nın ekonomiyi canlandırmak için pazara para sürme politikasını doğru bulduğunu açıklayarak, AB merkezi özellikle Almanya’nın kemer sıkma poli-

tikaları dayatmasına ters düştü. Yani ABD’nin bu alanda finans kapital güçlerine gösterebileceği bir yol yoktur hem de ters tarafta duruyor. Küreselleşmenin ekonomi politikası tüm dünyada son günlerini yaşıyor. Bu politikaların lideri ABD her ülkenin ve halkların çıkarlarının dayatmasına karşı kendi çıkarlarını dayatamıyor. Askeri olarak dayatamıyor. Ekonomik olarak gücü yok. Politik hattı da bunlar olmadan çizemiyor. Oradan oraya savruluyor. Dünya finans kapitali de günlük çıkarlar peşinde koşmaktan başka çare göremiyor. Çıkarlar parçalanıyor, kırılıyor. Bu durum nereye gidecektir? Sorunlar nasıl çözülecektir? Sıcak bir savaşın eşiğinde miyiz? Korkulan budur. Finans kapital güçlerinin yeni bir ekonomi politikadan yoksun oluşu böyle bir savaştan da galip çıkma olasılığını azaltıyor. Bu durumda halkların çıkarlarının öne çıktığı bir dünyaya geçiş başlayabilir. Bunu da hesapladıkları kesindir.

27


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

SYRİZA PAKETİ Ayşe TANSEVER

Halktan yana bir iktidarının yapması gerektiği gibi yoksuldan değil zenginden almalıdır. Bu doğrultuda en başta bankalardan dışarı kaçırılan paraların gözlenmesi tamamlanıp para kaçırmalar önlenecek, bunlar vergilendirilecek. Yabancı bankalarda parası olanlar tespit edilecek ve vergileri alınacak. Petrol, tütün ve alkol kaçakçılığı önlenerek vergilendirilecek. Milli piyangodan katma değer vergisi alınacak. Vergi kaçırma ve karları düşük gösterme yolunu tıkamak için fatura alanlar vergilendirilecektir.

28

S

yriza seçimlerde verdiği sözleri yerine getirmek için kararlı adımlarla yürüyor. Şimdi ikinci döneme giriliyor. İlk başta yani seçim sonrasında Mart sonu Nisan başına kadar iktidarda kalabilmek uğraşını verdiler. Daha önceki yazılarımızda anlatıldığı gibi AB komisyonu ve Bankasının dayatmalarına, nakit kısmalarına rağmen 3 aydır ayakta durmayı başardılar. İktidara geldikleri gün AB Merkez Bankası ve IMF tüm üye ülkelere ayırdığı nakit çekme fonunu kesmişlerdi. Buna rağmen Syriza maaşları ödeyebilmek, devlet harcamalarını karşılayabilecek fonları yaratma başarısını gösterdi. Nasıl mı? En önemlisi halkın kendilerine inanmasıydı. Elinde beş on kuruşu olan halk, AB merkezinin tehditlerinden korktuğu için ellerindeki parayı piyasaya sokmuyor nakit olarak bekletiyorlardı. Bu korkuyu gidermek gerekiyordu. Kredi ile ev alanların borçlarını ödeyemediği takdirde bankaların İspanya’da yaptığı gibi evlere el koymasını engelleyen yasa çıkarttılar. Böylece ev taksiti olan halka güven geldi. Ülkenin istikrarsızlaşmasından korktukları için ellerinde tuttukları paralarla normal kredi borçlarını ödemeye başladılar. Sonra vergi sistemini değiştirip zenginlerden daha çok alacaklarını söylediler. Ama dediler eğer hemen vergilerini ödeyenler eski yasadan işlem görecektir. Böylece birçok insan parayı elinde tutmak yerine vergi borcunu ödemeye başladı. Syriza bu yollarla 600 milyon Euro elde ederek maaşları ve ödemesi gereken borçları ödedi. Piyasaya nakit girmeye, ekonominin çarkları tekrar dönmeye başladı. Şimdi elinde Nisan sonuna kadar birikmiş bir nakit olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca 9 Nisan’da IMF’e ödenecek parayı da ödeyebileceğini açıkladı. Yani Syriza AB’nin tepeden kendisini iflas ettirme uğraşına başarılı bir şekilde yol buluyor.

Syriza’nın ikinci başarısı ise 20 Şubat’ta AB tepesi ile prensip anlaşmasına varmaktı. Yani nasıl reformlar yapacak ve nasıl bütçesini dengeleyecek bunu belirlemek zorundaydı. Bu eski iktidardan farklı bir olaydır. Çünkü eski iktidar Brüksel’de belirlenen reform paketini uygulamaya sokuyordu. Ancak şimdi Syriza başka bir şey yapıyor. Nasıl bir ekonomik hat çizeceğini kendi belirliyor. Bu reformların ayrıntıları Mart sonunda sunuldu. Şimdi bunun üzerine pazarlıklar yapılıyor. Bilindiği gibi AB merkezi emekli ve memur maaşlarının daha da düşürülmesi ve yeni memur çıkartılması, devlet giderlerinin azaltılması, özelleştirmelerle devlet mallarının satılmasını dayatıyor. Syriza ise tam tersinden başka kaynaklarla para yaratacağını aksine eski çıkarılanları işe geri alacağını, yeni sağlık personeli görevlendireceğini, eğitimin kalitesini arttırmak için yeni öğretmenler işe alacağını söylüyor. Yani kemer sıkmayı halka yaptırmayacaktır. Peki, parayı nereden bulacaktır? Halktan yana bir iktidarının yapması gerektiği gibi yoksuldan değil zenginden almalıdır. Bu doğrultuda en başta bankalardan dışarı kaçırılan paraların gözlenmesi tamamlanıp para kaçırmalar önlenecek, bunlar vergilendirilecek. Yabancı bankalarda parası olanlar tespit edilecek ve vergileri alınacak. Petrol, tütün ve alkol kaçakçılığı önlenerek vergilendirilecek. Milli piyangodan katma değer vergisi alınacak. Vergi kaçırma ve karları düşük gösterme yolunu tıkamak için fatura alanlar vergilendirilecektir. Ayrıca devletin aldığı katma değer vergisi kaçırmalarının önüne geçilecek. Karların düşük gösterilme mekanizmaları ile dövüşülecektir. Vergilerin toplanma sistemi geliştirilecektir. Vergi yükümlüleri son iki yıldır ödemele-

ri durdurmuşlar ve böylece ayda 1 milyara kadar verginin toplanamadığı biliniyor. Bu düzeltilecektir. Yıllardır TV reklamlarından gelir sağlanmıyormuş. Bu devreye sokulacak. Reklam veren şirket devletin kasasına para verecektir. Araba, yüzme havuzu, yat gibi mallardan lüks tüketim vergisi alınacaktır. Özellikle en zengin %1 Yunan halkının varlıkları kayda geçirilecektir. En önemli konulardan biri de internet üzerinden oynanan kumarların vergilendirilmesidir. Yasadışı bu kumarda yıllık iş hacminin 5 milyar Euro olduğu tahmin ediliyor. AB merkezi bu kaynakları kabul edecek midir? Kendi soygun düzenindeki Yunan ortaklarının cebinin boşaltılmasına onay verecek midir? Orası işte önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki AB merkezi, soygununu bizim gibi ülke zenginlerinin yaptığı gibi yapmıyor. Onların kanalları daha farklıdır. Daha büyük oynarlar. O nedenle Syriza bu uygulamaları OECD kurallarına dayandırmaya çalışıyor. Özelleştirmeler konusunda ilginç önlemler alınıyor. Eski hükümet 2011-16 yılları arasında 50 milyar Euroluk özelleştirme planına imza atmış. Syriza’nın doğrudan özelleştirmelere karşı çıkması AB merkezini baştan karşısına almak olurdu. O nedenle bu konuda planı sanki özelleştirmeleri yokuşa sürer gibidir. O nedenle eski iktidarın bile özelleştirme hedeflerine varamadığını belirterek bu konuya ilginin azaldığı tespiti yapılıyor. Ayrıca çok doğru bir değerlendirme ile şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerde rekabetin az ve amatörce yapıldığını söylüyor. Bu gerekçelerle Syriza özelleştirmeleri uzun dönemli ülke çıkarları çerçevesinde ve sosyal güvenlik fonların destekleyecek şekilde yapacağını açıklıyor. Ayrıca as-


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

gari bir yatırım sözü alınacaktır. Buralarda çalışan işçilerin asgari çıkarları korunacak ve yerel ekonomileri güçlendirmeleri gözetilecektir. Yani özelleştirmeler, eğer ki yapılırsa başka bir değer anlayışı ile halk çıkarına hizmet edecek şekilde yapılacak, rüşvet vs önlenmeye çalışılacaktır. Bakalım AB merkezi bunu kabul edecek mi yoksa değişiklikler mi talep edecektir? Syriza reform programında kamu işletmeleri konusunda önemli bir madde daha vardır. Şimdiye kadar kamu işletmeleri sahipsiz kalmış, bile bile geri bıraktırılmıştır. İyi reformlarla bunların üretimleri geliştirilecektir. Bu da devlet hazinesine önemli bir gelir kaynağı yaratacaktır. Emek pazarı ile ilgili yapılması planlanan düzenlemeler de ilginçtir. Bilindiği gibi işverenler hem kaçak işçi çalıştırırlar hem de birçok iş saatini gizlerler. Bu vergi kaçırmanın, devlete az sigorta vs. ödemenin yollarıdır. Hem de işçilerin sömürüsü artar. Bunların denetlenmesi arttırılacaktır. Toplu pazarlık sisteminin yasal çerçevesi reforme edilecek-

tir. Yani yeni liberal politikalar, kemer sıkma politikaları ile işçiler zararına değiştirilen maddeler tekrar tersine işçilerden yana düzenlenecektir. Ayrıca ilginç bir madde vardır. İşyerlerinde işçiler bilgilendirilmeli, onlara danışılmalıdır. Daha ilginci de bunu yapmayan ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen işveren mutlaka cezalandırılmalıdır.

lılar ve iflas etmiş serbest meslek sahipleri sağlık sisteminin tekrar içine alınmaya çalışılacaktır. Emekli maaşları 2010 yılından beri %35-50 arasında düşmüştür. Bu da yaşlı yoksulları arttırmıştır. Gözden geçirilecektir. Yaşlılara sosyal güvenlik yardımı yapılacaktır. Düşük gelirli emekliler için 13. maaş tekrar verilmeye çalışılacaktır.

Syriza seçim programında olduğu gibi asgari ücretin kemer sıkma politikaları ile düşürülmesi yerine yavaş yavaş arttırılması doğrultusunda önlemler alınacaktır. Çünkü ücretlerin düşürülmesi talep ve ülke büyümesini azaltmıştır. Çalışanlar kemer sıkma politikaları sonucu alım güçlerinin %50’sini kaybetmişlerdir. Ayrıca beyaz ve mavi yakalı işçiler arasındaki yaşa bağlı ücret farklılığı azaltılacaktır.

Ülke sağlık harcaması 2014 yılında GSMH’nın %5’i idi. Bu AB ve OECD ülkeleri ortalamasından düşüktür. Bakım az insana ulaşıyor ve kaliteli bir bakım yapılmıyor. Sağlık sistemi modernleştirmeli, kapsamı arttırılmalı, kaliteli hale getirilmelidir. Bu doğrultuda hükümet yeni sağlık personeli alma kararını onayladı.

Sosyal güvenlik reformu yapılacaktır. Sağlık konusunda da çalışanlardan yana düzenlemeler öneriliyor. Buna göre son zamanlardaki yüksek işsizlik ve az çalışma birçok insanın sağlık güvencesiz bıraktı. En başta uzun dönemli işsizler, güvencesiz yaş-

Syriza,  seçimlerde Yunanistan’da bir insanlık krizi yaşandığını söyledi ve rakamlarla bunu açıkladı. Bütçeden bunlara yiyecek yardımı, taşımacılıktan yararlanmalarını sağlama (özellikle yiyecek bulabilmek için), elektriksiz evlere elektrik, çok yoksullara ev kirası yardımı gibi konularda destek için fon ayrılacaktır.

Syriza reform önerisi paketinde bunların hesaplamalarını da yapıyor. Finans Bakanlığı 2015 yılı için bütçenin %1,2 fazlalık vereceğini; 4,7 ile 6,7 milyar Euroluk bir gelir sağlanacağını söylüyor. Ayrıca bu hesaplamaların içinde özelleştirme geliri olan 1,5 ile 1,6 milyar Euro yoktur. Şimdi masada Syriza’nın ayrıntılı paketi duruyor. AB merkezi bunu gerçekçi bulması dışında acaba kendi çıkarlarına uygun bulacak mıdır? Çünkü bu ekonomik program tamamen zenginlerden alıp yoksullara vermektir. Bu ekonomik program şimdiye kadar merkezin dayattığı kemer sıkma programlarına zıttır. Eğer kabul edilirse yarın İspanya halkı, öbür gün Portekiz daha sonra İtalya, İrlanda halkları vs. aynı şeyleri istemezler mi? Hele hele Syriza bunları hayata geçirme başarısını gösterirse AB’nin yapısı değiştirmeye başlamış olmaz mı? Bu sistemin altını kazımak değil midir? Bakalım önümüzdeki hafta Hıristiyan dünyanın paskalyası bitip çalışmalar başlayınca nasıl bir kararla karşı karşıya kalacağız.

29


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2015

REKTÖRÜNÜ SEVEN DEFANSA!

İ Alınır satılır hale getirilen bir sektöre dönüştürüldüğü, YÖK’üyle yerel organlarının karar mekanizmasının altının oyulduğu, yetmediği gibi sosları farklı olmakla birlikte her daim antidemokratik hükümetlerle muhatap olmaya mecbur kalmış bir sembol üniversitede böylesi bir çıkış doğal olarak herkesin ilgisini şu veya bu ölçüde çekti.

stanbul Üniversitesi’nin kişiliğiyle; öğrencisinden işçisine, her yaştan üniversite bileşeninin zihninde pek de hayırla hatırlanmayacak rektörü Yunus Söylet, istifa edip AKP’yle olan ilişkisini milletvekilliği seviyesine çıkarmayı deneyince üniversite bünyesinde yapılan rektör seçimlerinde Demokratik Üniversite Girişimi adına katılan Raşit Tükel 1202 oyla açık ara birinci oldu.

Alınır satılır hale getirilen bir sektöre dönüştürüldüğü, YÖK’üyle yerel organlarının karar mekanizmasının altının oyulduğu, yetmediği gibi sosları farklı olmakla birlikte her daim antidemokratik hükümetlerle muhatap olmaya mecbur kalmış bir sembol üniversitede böylesi bir çıkış doğal olarak herkesin ilgisini şu veya bu ölçüde çekti. Belki başka bir verili koşulda bulunsaydık bütün bu saydığımız engellerden sonra dahi ortaya çıkan sonucu egemenlerin bile bir ölçüde kabul etmesi gerekebilirdi. Üstüne üstlük yarattığı algıyla demokrasiyi çoğunlukla özdeşleştirmiş, kendi meşruiye-

tini buradan üreten ve neredeyse elinde bir tek bu zemini kalmış bir egemen yapı için tek seçenek belki de bu yani en çok oyu alanı rektör yapmaktı. Ama gelgelelim 2015 Türkiye’sindeyiz. Ustalık dönemi diye adlandırdıkları bir dönemde içerden ve dışardan çatlak sesleri gelen bir parti-devlet organizasyonunun idaresindeyiz. Dahası çok daha tarihsel bir dönemin de şekilleneceği bir kavşağa doğru hızla ilerliyoruz. 90 yıllık cumhuriyetin eski kıyafetine sığmadığı, yeni bir kıyafeti örme iddiası taşıyan terzimiz AKP’nin de kör olduğu bir zamandayız. Böylesi bir zamanda YÖK, cumhurbaşkanına gönderdiği listede 1202 oy almış Raşit Tükel’in yerine 908 oy alan Mahmut Ak’ı birinci gösteren bir liste yolladı. Bu sayede hazretin üzerindeki sorumluluğu azaltmaya çalıştılar. Bu listenin ardından üniversite bünyesinde yapılan çalışmalar sonuç verdi ve üniversitenin bütün bileşenleri geniş katılımlı birçok eylemde bulunarak daha baştan ne istediklerini net şekilde belirtti.

Tabii aşağıdan gelişen böylesi bir dinamizm farklı yollardan sindirilmeye çalışıldı. Üniversitede seçim sonrası yakalanan canlı ortam içerisinde geleneksel milliyetçi refleksleri olan bireyleri bile içine katan Newroz etkinliğine yapılan saldırıda bile bu olanların payı görülebilir. Tam da tüm bunlar olduktan sonra cumhurbaşkanı YÖK’ün ilk sıradan gösterdiği Mahmut Ak’ı rektör seçti. Ancak görünen o ki biraz geç kaldılar. Çünkü üniversitede şimdiden çok geniş bir kesim aktif biçimde “Benim Rektörüm Raşit Tükel” dedi bile. 1980’in yarattığı en büyük korkulardan siyaset -daha doğru haliyle egemenlerin siyaseti-, öğrencilerin ve üniversite emekçilerinin burunlarının dibinde ve onlara da sataşarak varlığını koruyor. Bir üniversite yerelinde yaşananlar genel ülke siyasetinin tezahüründen başka bir şey olmuyor. Öyleyse yerelimizden çıkan sonucu biz de tüm Türkiye’yle paylaşalım: Yegane meşruiyet zemini olan sandık iradesini gözden çıkaracak derecede aciz ve acziyeti oranında gürleyen bir iktidarla karşı karşıyayız. Bu fısıltı onların kulaklarını sağır ediyor, biliyoruz. Onların cephesinde durum böyle. Peki biz ne yapacağız? Son sözü Alman faşizmine karşı demokrasinin sesi Bertolt Brecht söylesin öyleyse:

“madem

adaletin ekmeği bu kadar önemli, onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin? öteki ekmeği kim pişiren? adaletin ekmeğini de kendisi pişirmeli halkın gündelik ekmek gibi.”

30


Nisan 2015 / Sosyalist Dayanışma

“AMARA’DAN İMRALI’YA ABDULLAH ÖCALAN” “A

mara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan” Müslüm Yücel tarafından kaleme alınan ilk Abdullah Öcalan biyografi kitabıdır. Kitaba dair güvenirlik açısından Müslüm Yücel’i tanımak önemli. Yücel 1969 yılında Urfa’da doğmuş. Uzun yıllar gazetecilik yapmış. Sırasıyla; Yeni Ülke, Özgür Gündem, Özgür Ülke ve Yeni Politika gazetelerinde çalışmış. Çeşitli inceleme ve şiir kitapları var. Anladığımız kadarıyla hayatının bir döneminde Kürt Hareketi içinde bulunmuş ama şu an bağımsız olarak yazar kimliği ile üretimde bulunuyor. Kitabı yazma nedenini “…kendi adıma hayatımın üçte ikisi Öcalan’ın yazdıklarıyla geçti, okudum onu hep ve Kürt meselesini kavramamda bana ve benim kuşağıma hocalık etti…” diye ifadelendirir. Kitapla, onu tanımayanlara bir nebze olsun tanıtmak ister. Müslüm Yücel kitabını yazarken geniş bir şekilde yazılı ve sözlü kaynaklardan yararlanmayı hedeflemiş. Öcalan’la yapılan söyleşilerden, Öcalan’dan bahseden kitap ve belgesellerden birincil kaynak olarak yararlanmış, Berxwedan ve Serxwebun dergilerinin bütün sayılarını, anı ve söyleşileri taramış. Öcalan’ın ailesi, ilk öğretmeni, çocukluk arkadaşları, köyünün muhtarı, Ankara’daki arkadaşları ile görüşmüş. “Amara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan” kitabında Öcalan’ın doğumundan İmralı adasına kadar olan süreci ayrıntılarıyla anlatılmış. Çocukluğu, ailesi, gençliği, Ankara’daki üniversite yılları, Nurhak ve Kızıldere’nin yaşandığı dönem, Dev-Genç’le bağlantısı, arkadaşlıkları (Kemal Pir, Haki Karer, İbrahim Aydın, Fehmi Yılmaz, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Cemil Bayık ve Mustafa Karasu’yla olan), evliliği, Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş ile tanışması, Ankara’da yapılan ilk toplantıları, Kürdistan günleri, Suriye’deki dönemi, 19851993 arası savaş ve serhildanlarla

Hâlâ o günleri hatırlıyorum… Buradan yeşerdik...

geçen yılları, ateşkes dönemleri, Avrupa’ya çıkışı ve İmralı süreci sırasıyla aktarılmış. Kitabın biz sosyalistler için en büyük anlamı, bugün Türkiye Devrimci Hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki ilişkinin köklerini anlamaya çalışma çabası için belli ölçüde veriler sunmasıdır. Hem Abdullah Öcalan’ın hem de KCK Başkanlık Konseyi üyelerinin önemli bir kısmının 1970’lerin Türkiye Devrimci Hareketi’nin ortamında yetişmiş olması ve ulusal kurtuluş mücadelesinin zeminini o dönemlerde Marksist ideolojiye dayandırmaları, biz Türkiyeli devrimcilerle ittifak politikalarını geliştirirken belirleyici özelliklerdir. Kitapta da belirtildiği gibi Abdullah Öcalan ilk olarak 1971 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyken Mahir Çayan’ı tanıdı. İstanbul Teknik Üniversitesi Dev-Genç toplantısında onu dinledi. İstanbul’da öğrenciliği çok kısa sürdü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Ankara’da birinci sınıftayken Kızıldere katliamı yaşandı. Üniversitedeki boykot eylemine katıldı. Denizlerin idamından dolayı da yine üniversitede protesto eylemlerinde yer aldı ve bundan dolayı gözaltına alındı, tutuklandı. Abdullah Öcalan her fırsatta Denizler ve Mahirler için “önderlerimiz” der, Dev-Genç’ten geldiğini sürekli vurgular. PKK ve Kızıldere ilişkisini, “onlar toprağa düştüler ve biz filizlendik, saçıldık, ürün olduk” diye açıklar. O dönemlerde var olan Kürt çevrelerini de takip eden Öcalan, orada aradığını bulamaz. Gerilla savaşını savunan devrimciler ona daha yakın gelir. Öcalan’ı etkileyen, yalnızca onların eylem ve davranışları değil aynı zamanda Kürt sorununa yaklaşımlarıdır. Bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Mahir, ‘Kürt meselesi vardır, bunu inkâr edemeyiz’ demiştir; Deniz sehpaya çıkarken ‘Kürt-Türk kardeşliği’ diyerek seh-

payı devirmiştir. İbrahim Kaypakkaya geniş çalışmalar yapmıştır. Bunlar inkâr etmedi Kürt meselesini, ben onların sınıf arkadaşıyım, ben nasıl inkâr edeceğim?” Kitaptan, Öcalan’ın fikrilerinin ilk şekilleniş sürecini anlayabiliyoruz. Bu fikirlerinin günümüz politikalarına da etkisi oluyor. Daha birkaç yıl önce 2013 HDP kongresi için gönderdiği mesajında bu duruşunu tekrarladı: “Ben Mahir Çayan’ın çizgisiyle, onun sempatizanlığıyla başladım bu mücadeleye. 40 yıldır Mahir’in çizgisinin kavgasını yürütüyorum. Mahir’in bana verdiği bir emanettir ve ben 40 yıllık süre içerisinde bu emaneti kavga boyutu ile en iyi şekilde yerine getirmek için uğraştım. Şu anda da bu emaneti HDP’ye teslim ediyorum.” Çoğunluğu o dönemin kadrolarından oluşan KCK Başkanlık Konseyi Kızıldere katliamının yine bu seneki yıldönümü açıklamasında şunları belirtir: “Bundan 43 yıl önce Mahir Çayan ve 10 arkadaşı Niksar Kızıldere köyünde direnerek şehit düştüler. Özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için yaşamlarını feda eden 10 devrimciyi saygı ve minnetle anıyor, onları özgürlük mücadelemizde yaşatacağımız ve özlemlerini gerçekleştireceğimizin sözünü yineliyoruz.” Kızıldere’de katledilen devrimcilerden olan Ömer Ayna’nın yeğeni DBP Eşbaşkanı Emine Ayna ise aynı konuyla ilgili olarak şöyle konuşur: “Onların mücadelesi, Kürt özgürlük mücadelesine ilham kaynağı olmuştur.” Yine kitabın izinden gidersek Abdullah Öcalan’ın Lenin ile tanışmasının da ilk öğrencilik günlerine dayandığını görüyoruz. İlk olarak Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” kitabını okuyor Öcalan ve Kürtlerin neden devletinin olmağını sorguluyor. O dönem kaldığı Mamak Askeri Cezaevi’ni de çoğu devrimci gibi bir okula dönüştürür, Marksist klasik-

Zeynep Koru

leri okuyup notlar alır. (Kitapta belirtilmiyor ama Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını da en çok okuyan devrimci gençlerden biridir. Kıvılcımlı’nın 30’larda kaleme aldığı “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabı 78’lerde yasal olarak yayınlandığında alıp okuyanların ve okutanların çoğu PKK kadrolarıdır.) Üniversite yılları boyunca da okumalarını sürdürür. Tüm bu etkileşimler, Kürt Özgürlük Hareketi’nin doğuşunda, ulusal bağımsızlıkçı çizgisini Marksist-Leninist temele oturtma çabası içinde olmasına yol açmıştır. 1999 yılındaki stratejik dönüş kararına kadar Kürt Ulusal Hareketi, 4 parça Kürdistan’ın birliğini hedefledi. Birliği, bağımsızlığı ve özgürlüğü, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün önderliğinde Kürdistan Halkı’nın özgür iradesinin gerçekleştireceği perspektifine sahip oldu. Halk savaşı temelinde uzun süreli bir ulusal kurtuluş mücadelesiyle başarıya ulaşılacağını savundu. 2000’li yıllarla birlikte Kürt Özgürlük Hareketi’nin Marksizm’i reddetme, dünya sosyalist hareketinin tarihini bir tarafa bırakma süreci içerisinde olmadıkları; “reel sosyalizmin” eleştirilmesiyle birlikte başlangıçlarından farklı bir yönelime girdiklerini ifade etmeleri ayrı bir yazının konusu... Sonuç olarak kitaptan da edindiğimiz veriler ışığında şunu net bir şekilde söyleyebiliriz: “Doğuş sürecinde beslendiği kaynaklar Kürt Özgürlük Hareketi’nin bugün de tüm reflekslerinin ana omurgasını oluşturuyor. Böylesi bir duruş, Batıyla buluşma, mücadeleleri ortaklaştırma çabalarına olumlu bir zemin sunuyor. Bugün için HDK/ HDP de böylesi bir buluşmanın adresi olarak önümüzde duruyor…”

31



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.