Sosyalist Dayanışma Dergisi Eylül 2015 36. Sayı

Page 1

Erdoğan’ı Durdurmalıyız! Finans Kapitali İmha Etmeliyiz!

Fiyatı: 2 TL

/SODAP

/SODAP74

www.sodap.org

EYLÜL 2015 YIL: 5 SAYI 36

YA SARAYA KURBAN

YA KARDEŞE

KALKAN OLACAĞIZ !

Devlet İşkenceye Soyunduğunda Kadınlar Direnişi Giyinir Hopa’da Dere Saldırdı Dereye Lanet Yağdı! Fiili Diktatörlüğe Karşı Fiili Mücadele Kazandırır IŞİD’in Tarihsel ve Kültürel Soykırımı Zaman Daralıyor! Daralan Çember Silahlar Sussun, İşçiler Konuşsun Göçmenler var Çünkü Siz Varsınız Sanifoam Sünger’de Direnmenin Anlamı Kadın Eli Değmeyen Sendikalar Ekvador’da Darbe Girişimi Mehmet Ali Doğan’la Röportaj Devimci Kişilik ve Duruş


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK Aşksız ve paramparçaydı yaşam bir inancın yüceliğinde buldum seni bir kavganın güzelliğinde sevdim. bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 5, Sayı: 36 Eylül 2015 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları aşk ile sevmek bir güzelliği ve dövüşebilmek o güzellik uğruna. işte yüzünde badem çiçekleri saçlarında gülen toprak ve ilkbahar. sen misin seni sevdiğim o kavga, sen o kavganın güzelliği misin yoksa... Bir inancın yüceliğinde buldum seni bir kavganın güzelliğinde sevdim. bin kez budadılar körpe dallarımızı bin kez kırdılar. yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz bin kez korkuya boğdular zamanı bin kez ölümlediler yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz. bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri suyun ayakları olmuştur ayaklarımız ellerimiz, taşın ve toprağın elleri. yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık törenlerle dikilirdik burçlarınıza. türküler söylerdik hep aynı telden aynı sesten, aynı yürekten dağlara biz verirdik morluğunu, henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne ne tan atışı doğumların sevincine ey bir elinde mezarcılar yaratan, bir elinde ebeler koşturan doğa bu seslenişimiz yalnızca sana yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter. menekşelerde açılır üstümüzde leylaklarda güler. bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler... Şiirler doğacak kıvamda yine duygular yeniden yağacak kıvamda. ve yürek, imgelerin en ulaşılmaz doruğunda. ey herşey bitti diyenler korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler. ne kırlarda direnen çiçekler ne kentlerde devleşen öfkeler henüz elveda demediler. bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Adnan YÜCEL


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

ERDOĞAN’I DURDURMALIYIZ! Erdoğan’ın başkanlık hırsı ülkeyi savaşa ve “tekrar seçime” sürükledi. Bütün iktidarı saraya toplayan ve ülkeyi saraydaki danışmanlarıyla yönetmeyi amaçlayan Erdoğan, yönetim gücünü hiçbir şekilde paylaşmak istemiyor. Bu uğurda onlarca yoksul genci ateşe sürerken, ülke toprağını şehit kanlarıyla yoğurmaktan bahsediyor. Diktatörün iktidar hırsı ülkenin geleceğinin üzerine kara bir bulut gibi çökmüş durumda. 1990’lı yılları aratan korkunç bir iç savaşı ve büyük bir sosyal-ekonomik yıkımı önlemek için Erdoğan’ı durdurmak zorundayız. Erdoğan’ı 7 Haziran sonrasında çılgına çeviren ona 13 yıllık iktidarının ilk seçim yenilgisini tattıran HDP oldu. Bu yüzden hedefte HDP ve özellikle geniş halk kesimlerinin sevgisini kazanan Selahattin Demirtaş var. PKK’ye karşı başlatılan operasyonların amacı asıl olarak şehit cenazeleri üzerinden HDP’ye karşı bir linç kampanyası başlatmak. Yoksa silahla PKK’nin bitirilemeyeceğini Erdoğan ve ekibi çok iyi biliyor. Bunu zaten 2011’de denemiş ve başarısız olmuşlardı. Bize düşen, sarayın bu kanlı seçim stratejisini boşa düşürmek için geniş ve etkin bir barış ve demokrasi cephesi oluşturmaktır. Erdoğan’ın diktatörlük hevesi ülkede iç savaşı yeniden hortlatırken, barış ve demokrasi mücadelesi sıkı bir şekilde birbirine bağlanmıştır. Hatırlayacak olursak “çözüm” için İmralı ve Kandil’le görüşmeler sürerken kimi liberal aydınlar, “çözüm sürecinin” Doğu’da bir rahatlama sağlasa bile, Batı’da AKP’nin otoriterleşme eğilimini pekiştireceğini iddia ediyordu. Yani barış ve demokrasi mücadelesi birbirinden ayrılmış gibi görünüyordu. Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt halkının özgürlüğünü Türkiye’nin demokratik-

leşme mücadelesinden ayrı düşünmediğini ısrarla vurgulasa da sol kamuoyunda bu tür şüpheler yaygındı. Ancak seçimlere HDP’nin parti olarak katılması ve Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı, Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve HDP’yi diktatörlüğe kayışın önündeki en büyük direnç noktası haline getirdi. Kürt Hareketi, Kürdistan’da bazı kazanımlar karşılığında Erdoğan’ın tek adam rejimine evet demeyeceğini net bir şekilde ortaya koymuş oldu. Bu sayede 7 Haziran gecesi, başkanlık projesi ilk büyük yenilgisini aldı. Erdoğan beklendiği üzere pes etmedi ve buna cevabı Suruç’ta olduğu gibi provokasyonlar düzenleyerek Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı yeni bir saldırı dalgası başlatmak oldu. “Tekrar seçim” gibi “tekrar savaş” da Erdoğan’ın tercihidir. Çatışmaları PKK değil, AKP başlattı ve gittikçe derinleştiriyor. Önümüzdeki iki ay Türkiye tarihi açısından son derece kritik bir zaman dilimi olacak. Erdoğan HDP’yi barajın altına düşürmek ve belki de seçime katılmasını engellemek için elinden geleni ardına koymayacak. Havuz medyası HDP’yi itibarsızlaştırmak için yalan haberlerine aralıksız devam edecek. HDP’nin seçim kampanyası yürütmesi çeşitli yollarla engellenmeye çalışılacak.

sel sorumlulukla karşı karşıyayız. Var gücümüzle, savaş ve diktatörlüğe karşı barış ve demokrasi talebiyle Kasım seçimlerine hazırlanmalıyız. Şimdi çok daha güçlü bir şekilde HDP’nin etrafında kenetlenmeliyiz. Bu süreçte Barış Bloku, halk güçlerinin toparlanması ve eylem birliğinin sağlanması açısından oldukça önemli rol oynayacaktır. Barış ve Demokrasi cephesini olabildiğince genişletmeli ve mahalle mahalle, sokak sokak örgütlenerek yerelleştirmeliyiz. 6 Eylül’deki büyük barış mitinglerinin ardından Barış Bloku, yakalanan ortaklığı sandık mücadelesine yansıtmanın bir yolunu bulmalıdır. Eğer savaşın yeniden başlamasının Erdoğan’ın seçim stratejisi olduğu tespiti doğru ise, barış mücadelesinde birleşen güçlerin ortak bir seçim stratejisi belirlemesi gerektiği açıktır. 7 Haziran’da yediği yumrukla sersemleyen Erdoğan bizi ikinci raunda davet ediyor. Daveti kabulümüzdür.

Bize düşen, sarayın bu kanlı seçim stratejisini boşa düşürmek için geniş ve etkin bir barış ve demokrasi cephesi oluşturmaktır. Erdoğan’ın diktatörlük hevesi ülkede iç savaşı yeniden hortlatırken, barış ve demokrasi mücadelesi sıkı bir şekilde birbirine bağlanmıştır.

Diktatör, akıttığı yoksul gençlerin kanından oy devşireceğini hayal ediyor. Bu halkın sana feda edecek çocuğu yok; döktüğün kanda boğulacaksın, yakındır.

Bu koşullar altında Türkiye’nin demokrasi ve sol güçleri olarak büyük bir tarih-

3


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

FİNANS KAPİTALİ İMHA ETMELİYİZ! M. Sinan MERT

Sonuç olarak finansal genişlemeyle küresel kapitalizmin defolarını sarmalama politikasının dibi göründü. 2008’de zirve yapan krizin yarattığı dalgalar sistemi zorlamaya devam ediyor. Finans kapital küresel krizin yıkıcılığını kendisi açısından öteledikçe kriz daha da yapışkan hale geliyor.

D

ünya ekonomisi 2008 krizinin artçı dalgaları ile sarsılıyor. 2008’de ABD’deki mortgage sisteminin çöküşü ile başlayan kriz, önce Avrupa’ya şimdi de Çin’e taşındı. Dünya kapitalizminin büyüme yükünü taşıması umulan “Yükselen Piyasalar”ın kırılganlığı her geçen gün daha da artıyor.

laşıyor, finansallaşma sayesinde faiz ve spekülasyon gelirleri ile büyüyor, Çin’deki ucuz üretim sayesinde enflasyonu kontrol altına alıyor, ABD’nin diğer adı olan “tüketim çılgınlığı” tüm hızıyla devam ediyordu. Bu muazzam talep ise Çin’in sınırsız büyümesinin arkasındaki en büyük etkendi.

ABD’nin krizi kendisinden uzaklaştırmak için düşük faizle küresel piyasalara pompaladığı en az 2 trilyon doların yarattığı yalancı baharın sonuna ulaşıldı. Çin’deki büyüme rakamlarının bırakın çift haneleri artık %7’yi bile bulamayacağı kanaatinin pekişmesi alarm durumunu pekiştiriyor. Birkaç ay önce büyük bir hızla yükselen Şanghay Borsası’nın büyük bir hızla çökmesi Çin’de işlerin kontrolden çıkması görüntüsünü pekiştiriyor.

Çin’deki üretimin yarattığı muazzam ham madde talebi ise dünya emtia fiyatlarını hızla arttırmaktaydı. Emtia fiyatlarındaki hızlı yükseliş emtia üreticisi çevre ülkelerin ekonomilerinde bahar havası yaratmıştı. Çin dünya çapında üretilen termal kömürün %50’sini, alüminyumun %48’ini, nikelin %47’sini, çinkonun %45’ini, bakır, demir cevheri ve kurşunun %44’ünü, platinin %30’unu, paladyumun %20’sini, petrolün %15’ini, doğal gazın %8‘ini ve nükleer enerjinin %5’ini tüketiyor. İhracatının en az %15’ini Çin’e yapan 35 ülke var.

Çin, küreselleşen dünyanın dev üretim merkeziydi. Çin’deki sanayi üretimi tarihte görülmemiş büyük bir hızla arttı. 1978’de başlayan piyasacı reform 1990’lardan sonra hızlandı. Çin kırlarında yığılmış yüz milyonlarca köylünün büyük bir hızla ucuz emek gücü olarak sanayi üretimine çekilmesi Çin mucizesinin temelini oluşturuyordu. Küreselleşme esas olarak gelişmiş ülkelerdeki üretimin önemli bir bölümünün başta Çin olmak üzere G. Doğu Asya ülkelerine, ucuz emek cennetlerine akması olarak da değerlendirilebilir. Çin bir üretim devi olarak ön plana çıkmaya başladıkça, dünyanın en büyük ekonomisi ve en büyük ihracatçısı haline geliverdi. Ortaya çıkan büyük dış ticaret fazlası ABD borç senetlerinin alımına harcanmaktaydı. ABD hazine tahvillerinin hali hazırda %20’sini Çin elinde tutuyor. ABD büyük bir cari açık vererek büyüyor, belli stratejik sektörler dışında üretimden giderek uzak-

4

Dolayısıyla Çin’deki ekonomik yavaşlamanın doğrudan en önemli etkisi petrol fiyatlarının ani düşmesi oldu. Özellikle İran’ın Batı ile anlaşması ve ambargonun kalkması sonrasında piyasalara önemli bir satıcı olarak girmesi de bu düşüşü güçlendirecektir. Petrol başta olmak üzere hidro karbon yakıtların tüketiminin atmosferde yarattığı tahribat her geçen gün artarken petrol fiyatlarının düşmesi hem petrol ihracatçısı ülkelerin ekonomisinde çalkantılara hem de petrol tüketiminin daha da artmasına yol açacaktır. Çin, Batı ekonomilerindeki küçülmenin kendisi için bir tehdit yarattığını büyük oranda fark etmiş ve daha ziyade iç pazarı güçlendirerek dış pazarlardaki daralmayı telafi etmeyi planlamıştı. Fakat burada da kimi kültürel açmazlar söz konusu. Çin toplumu Batı’dan çok daha

farklı olarak tüketim bağımlısı bir yapıya sahip değil. Dolayısıyla Şanghay gibi birkaç küresel piyasalarla tamamen eklemlenmiş şehirler dışında yaşayanlar gelirlerinin önemli bir kısmını tüketmek için değil de birikim yapmak için kullanıyorlar. Çin bu tabloyu değiştirebilmek için sürekli olarak faiz indirimlerinde bulunuyor henüz iç piyasaları istediği oranda canlandırabilmiş durumda değil. Çin’in gerçekleştirdiği devalüasyonun ihracatını ne kadar yukarıya çekebileceğini önümüzdeki günlerde görebileceğiz. ABD ekonomisinin görece toparlanması sonrasında FED’in faizleri yükselteceği beklentisi de yüksek tansiyona yol açıyor. Dünyada 2008’den bu yana ortalığa saçılan düşük faizli paraya müptela seviyesinde bağlanmış ülkeler var. Bu paranın yeniden ABD’ye dönecek olması büyük bir tedirginlik yaratıyor. Söz konusu kaynakların ABD’ye dönmesi ise bizimki gibi ülkelere yükselen iç ve dış borçlanma faizleri ve devalüasyon olarak yansıyacak. Açıkçası Türkiye henüz FED faizleri yükselmeden önemli oranda para çıkışına sahne oluyor. 7 Haziran sonrasında ortaya çıkan siyasi belirsizlik, Erdoğan’ın hukuku her an devre dışı bırakacağı izlenimini çok güçlü vermesi sıcak para açısından Türkiye’yi güvenilmez bir liman haline getiriyor. Buna bir de cari açığın finansmanın da çok önemli bir enstrüman olan turizm gelirlerindeki ani düşüş de eklenince ekonominin dönmesi giderek zorlaşıyor. Şu anda Merkez Bankası’nın rezervleri kısa vadeli borç toplamının 25 milyar dolar gerisinde. Bu durum küresel sermaye açısından Türkiye’nin geleceğini çok daha belirsiz kılıyor.


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

Sonuç olarak finansal genişlemeyle küresel kapitalizmin defolarını sarmalama politikasının dibi göründü. 2008’de zirve yapan krizin yarattığı dalgalar sistemi zorlamaya devam ediyor. Finans kapital küresel krizin yıkıcılığını kendisi açısından öteledikçe kriz daha da yapışkan hale geliyor. 19. yüzyıl krizlerinde yaşanan büyük yıkım toplumun en üst kesimlerini de belli oranlarda sermayesizleştiriyordu. Dolayısıyla sermayenin değersizleşmesi bir süre sonra yeni karlı yatırım alanlarının açılmasını mümkün hale getiriyordu. Oysa günümüz kapitalizminde finans kapital kendisini yıkımdan ve sermaye değersizleşmesinden korumak için her türlü yolu deniyor, kendi yıkımını toplumsallaştırarak öteliyor. Devletler, bankaların ve finans kapitalin yükünü topluma yaymanın aracı görevini görüyor. Dolayısıyla milyonlarca işçinin çalınmış emeği olan ve karlı üretim alanlarına giremediği için parazitleşen finans sermayesi, antika tefeci bezirgan sermaye

gibi üretimin ve toplumun yarattığı tüm birikimi yıkacak etkiler yaratıyor. Bu devasa sermaye aslında bir çöl haline gelmiş küresel kapitalizmin belli noktalarında yığılarak dönem dönem sanal vahalar yaratıyor. Bu sanal vahalar birçok toplumun yersiz bir “büyüyoruz, zenginleşiyoruz” hissine kapılmasına yol açıyor ancak söz konusu finansal sermayenin bu coğrafyayı terk etmesi oluşan balonun patlamasına, vahanın geçmiştekinden de beter çölleşme yaşamasına yol açıyor. Çözüm kendisini her türlü riske karşı güvence altına almaya çalışan ve insanlığın başına bela olan finansal sermaye yığınının toplumsallaştırılması ve ekonominin çılgınca bir büyüme sarmalı dışında değişim değeri üretmek için değil de kullanım değeri üretmek üzere yeniden organize edilmesi. Bu ise ancak sosyalizmin kendisini sermayenin kalelerini fethedecek bir biçimde yeniden bir güç haline getirebilmesi ile mümkün olacak.

Kapitalizmden kurtuluş ekonomik/iktisadi/doğal bir süreç olamaz. Önümüzde siyasi bir fetih görevi var. Yoksa kapitalizm tüm krizlerinden maliyetleri toplumun üzerine yıkarak kurtulmanın bir yolunu bulacaktır. Sermayenin kamusallaştırılmasını yeniden programının zirvesine yazacak, neo-liberal hegemonyadan kendisini kurtaracak, paralel ekonomiler yaratarak kendine yol açmanın ötesinde finans kapitali imhayı kendisine görev edinecek bir sosyalist projeyi yeniden hegemonik kılabilmenin yolunu bulmalıyız. Bunun alternatifinin insanlığın yıkımı olduğu her geçen gün daha da gözümüze sokuluyor. Akdeniz’in yoksul Güneylilerin mezarlığına dönüşmesi, Soma’dan sonra Hopa’nın da doğa görünümlü sermayenin gazabına uğraması yeterince açık örnekler değil mi?

Çözüm kendisini her türlü riske karşı güvence altına almaya çalışan ve insanlığın başına bela olan finansal sermaye yığınının toplumsallaştırılması ve ekonominin çılgınca bir büyüme sarmalı dışında değişim değeri üretmek için değil de kullanım değeri üretmek üzere yeniden organize edilmesi.

5


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

DEVLET İŞKENCEYE SOYUNDUĞUNDA KADINLAR DİRENİŞİ GİYİNİR Tülay YILDIZ

T

arihin kanlı sayfalarına baktığımızda içinde yaşadığımız ülke dahil savaşların kadın bedeni üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz. Örneğin; İkinci Dünya Savaşı’nda saçları kazınarak kadınlar cezalandırılmıştır. Yürütülen kirli savaşlarda kadınlara karşı taciz ve tecavüz aynı anda hem kadınları, hem erkekleri, hem de tüm toplumu cezalandırmanın ve aşağılamanın yolu olarak kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde devrimci kadın ve erkeklere uyguladığı cinsel şiddeti biliyoruz. Diyarbakır Cezaevi’nde erkeklerin copla gardiyanlar tarafından tecavüze uğradıklarını ya da zorla birbirilerine tecavüze zorlandıklarını maalesef ki yine biliyoruz. Devletin kolluk kuvvetleri tarafından gözaltılarda ya da kaçırılarak kadınlara uygulanan tecavüzleri biliyoruz. Yine 1990’larda o dönemi yaşamış yoldaşlardan biliyoruz diri ve ölü gerilla kadın bedenlerine uygulanan tecavüz ya da meme uçlarından tesbih-

6

ler yapıldığını. Bu kadar kirli işte yürüttükleri savaş… Kürdistan toprakları iliklerine kadar biliyor, yaşıyor, görüyor bunları… O yüzdendir ki hala susmadı kadınlar, analar, gençler… Tarih 2015’i gösteriyor Varto’da Ekin Wan’ın çırılçıplak bedeninin bir kaldırım kenarında bekleyen hali gözlerimizde, sloganımızda, zılgıtlarımızda, öfkemizde… Bir de bedenine mesaj yazılmıştı: “Sizler ve sevdikleriniz ölmekle kalmayacaksınız.” Şunu bilmeliler ki Kürt halkı cenazeleri ile cezalandırılmayı ilk kez yaşamıyor. Artık 90’lardaki Kürtler yok karşınızda. Örgütlü, bilinçli ve mücadeleyi yükseltmiş bir halk karşınızda. Ekin Wan’a yapılanlarla bu erkek egemen anlayış biz kadınlara da ayrıca şu mesajı veriyor: “Siz de özgürlük için savaşır mücadele ederseniz sonunuz budur.” Yürütülen bu savaş halklara olduğu kadar, topluma ve kadınlara açılmış bir savaştır. Ekin’in bedeni üzerinden toplumu ve kadınları aşağılama, korkutma, sindirme çabasıdır. Ekin’i soyarken, kendi erkek egemenliğinin üzerindeki örtüyü yeniden kaldırmış, kadın düşmanlığını, kirli

savaş suçlusu olduğunu gözler önüne sermiştir. Sarayın sultanı bütün olanaklarıyla, yasaklarıyla, kendi medyasıyla her türlü sesi bastırmaya çalışarak savaş çığırtkanlığı yapsa da bizler, toplumun her kesiminden kadından “çocuklarımızı feda etmeyeceğiz”, “ölümlerin sorumlususunuz”, “hep yoksulların çocukları ölüyor, savaş istemiyoruz” , “Katil AKP” çığlıklarının yükseldiğini duyuyoruz artık. Bu çığlık kimi zaman bir asker cenazesinde, kimi zaman bir taziye ziyaretinde açığa çıkıyor. Savaşın, şiddetin karanlığı karşısında kadınların barışa olan özlemi, direnişi büyüyor. Lice’de hem gerillalar hem de askerler ölmesin diye canlı kalkan olan kadınlar bizlere başka bir mesaj veriyor. Sadece çocukları olduğu ya da anne oldukları için orada değiller. İki dağın arasındaki vadide barış için mücadele ediyorlar. Lice’den verilen mesajın bizlere barışın eksenini belirlememizde yardımcı olacağını düşünüyorum. Sadece silahların susması ya da görüşmelerin başlamasını istemek değildir barış. Elbette çok

önemli bir taleptir ancak hala erkekler tarafından her gün beş kadının öldüğü, iş sağlığı iş güvenliği alınmadığı için yaşamını yitiren işçilerin olduğu, çocukların okulda değil de tarlada olduğu, 7 yaşındaki çocukların katledildiği, cezaevlerinde hasta tutsakların olduğu yerde barışın nasıl kurulacağı tartışması çok önemlidir. Toplumsal barışın inşasında biz kadınlara çok fazla iş düşüyor. Biz her kesimden kadınlar olarak Saray’ın iktidar uğruna açtığı bu kirli savaşın, susarak parçası olmayacağız ve bulunduğumuz her yerde barışı haykıracağız. Kadın dayanışmasından güç alarak barışın öznesi olarak bu coğrafyanın her yanına barışın sesini taşımaya devam edeceğiz. Güzel günlere olan umudumuz dün olduğundan bugün daha fazla. Zılgıtlarımızla yeni bir yaşamı kurmaktan vazgeçmeyeceğiz. Bizleri eve hapis etmeye, susturmaya çalışanlara daha da güçlenerek, çoğalarak kadın dayanışmasını yükselterek karşı duracağız. Ey kadınları susturmaya, sindirmeye çalışanlar korkun zılgıtlarımızdan…


HOPA’DA DERE SALDIRDI, DEREYE LANET YAĞDI!

Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

M. ÖZGÜR

“Dere terörizmi Hopa’daki ani bastıran yağmur ve ardından sel taşkınıyla yine canları aldı götürdü. Kendi halinde yaşayan Hopa’ya terörist saldırı düzenleyen dereye lanet yağıyor. Dereler konusunda sıkıyönetim ilan edilmesi gündemde. Askeri uzmanlar üzerinde HES olmayan o dere üstüne 10 HES önündeki karayoluna da 3 şerit daha yapılırsa derenin bir daha taşma imkanı bulamayacağını ifade ediyorlar. ”

S

istemin süreklileşmiş “arızalarının” kurbanı olmaya devam ediyoruz. Sel baskınıyla vurulan Hopa’da dere yatağına yapılan evlerin ve Karadeniz kıyısına yapılan sahil yolunun sel baskınının etkisini bu derece yüksek seviyeye çıkardığı ortaya çıktı. Sanılanın aksine derenin oluşturduğu vadilerde HES yok. Dere yatağında yapılaşma var ve yatağın açıldığı yer yol ile daraltılmış durumda. Yollar AKP iktidarının ilk 5-6 yılında kendisine yakın Cengiz, Limak, Kolin gibi şirketlerin palazlanmasının en büyük aracı oldu. Şimdi ana arterler ve Karadeniz bitti, kentsel dönüşüm ve enerji projelerine yönelik ser-

maye saldırısıyla karşı karşıyayız. Ekonomi durulunca sermayedarlar ve inşaat sermayesi kontrolden çıkmış bir kamyon gibi üzerimize ve doğaya yöneliyor. Sermayenin ve özelde inşaat sermayesinin ve kapitalizmin AKP iktidarıyla beslenen saçılma dinamiklerinin her noktaya sızma ihtiyacı tabi ki dere yataklarını da metalaştıracaktı, binalarla donatacaktı. Her noktaya ulaşma, orayı sermayeleştirme, mevcut olanı değersiz kılıp yeniden değerlenme alanı yapma ihtiyacı tabi ki Karedeniz kıyılarını yollara, dere yataklarını binalara boğacaktı. Bu konuda şüphe yok. Gözü dönmüş birikim ve kazanma ihtiyacı doğayı tanımadığı gibi insani hakları da görmezden gelecek, barınma ihtiyacının dere yatağına yapılan evlerle sağlanmasına “şükür” denecek bir sistem yaratacaktı. Bunu artık iyi biliyoruz. Çok sayıda yerel inisiyatif, Karadeniz sahil yoluna, HidroElektrik Santral anlamına gelen HES projelerine, Yeşil Yol gibi Karadeniz yaylalarını açacak talan ve inşaat projelerine karşı çıkıyor. İstanbul’da havaalanı ve 3. köprü aslında bir rant projesi olarak yapılırken yerelde geliştirilen inisiyatifler de güçsüz sayılmaz. Yırca’da zeytinlik mücadelesi gibi gündeme giren başarılı tekil örnekler yaratabildik.

Mücadeleler Gezi ayaklanmasında kazanılan önemli başarıdan sonra ancak küçük kazanımlar getirdi ama genelde büyük projeleri engelleme imkanı olmadı. HES karşıtı mücadeleler geciktirici olarak etkili olsalar da uzun vadede engellenen HES sayısı sınırlı. Siyasi İnisiyatif ve Alternatif Geliştirme Dönemi Hopa’da yaşanan sel ile bir kez daha ortaya çıkan imar sorunlarından, arazi rantı ve fahiş kiralar ile ilgili sorunlara kadar sorun aslında tüm toplumu vuran bir sorun. Trafik sorunundan kira ve temiz gıda sorununa kadar hepsi kentsel gelişme, rant ve inşaat dinamiklerinin kesistiği noktadan türeyen sorunlar. Bu noktada artık yüksek sesle bütünsel alternatifleri gündeme getirmek gerekli. Mücadeleler yaygın ama birleşemiyor, etkili olduğu noktalar, çok meşru ilerlese, yerel katılıma dayansa bile siyasi temsil ve bütüncül talep noktasında sıkıntılar yaşıyor. Oysa özünde kentsel rant, inşaatenerji sermayesi kaynaklı sorunlar çok benzer. Daha üst düzeyde bir siyasi mücadele gündemi yaratmanın yolları bulunabilir. Tekrar edilecek seçimlerde bu konuya özgü alternatifler, hatta projelerin ayrıntısı çok irdelemeden sorunu gündeme getirecek

şekilde popüler bir dile dönüştürülebilir. Geriye dönük olarak kentsel ranta dayalı servet vergisi alınması, milyon dolarlık kentsel mülklerin miraslarda değerlendirilmesi, kentsel değerlenmenin engellenmesi için kira sınırlaması ve emeğiyle geçinenlere arazi dağıtımı, halkın kendi inisiyatifiyle geliştireceği dönüşüm ve konut kooperatifleri şeklinde örgütlenmelerin önünün açılması için tartışmalar, hedefler, projeler gerekli. Halkın ufkunu açacak siyasi öneri ve projeler etrafında toplanmak gerek, yoksa “ekoloji mücadeleleri birleşiyor”, “su mücadeleleri birleşiyor” gibi bir hedefi olmayan birliktelikler yeterli değil. Kolin, Limak, Cengiz, Taşyapı, Varyap, Torunlar, Ağaoğlu, Aksa, Kazancı gibi firmalar başta olmak üzere sermayedarları gerçekten korkutacak siyasi talepler ve hedefler gündeme getirmek gerekiyor. Yakında “dere yine saldırdı, dereye lanet yağdı” diye dereler suçlanmaya başlanırsa şaşırmayalım. Her biri kendi başına “kaza” olarak adlandırılan ama bu kazaların çok alanda karşımıza çıkıp hep emekçiyi yoksulu vurduğu bir sistemdeyiz. Sistemin aslında kendi parçası olan “arıza”larının kurbanı olmaya devam etmemek için, siyasi alternatifler ve sermayeye korku salan talepler gündeme getirelim.

7


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

FİİLİ DİKTATÖRLÜĞE KARŞI FİİLİ MÜCADELE KAZANDIRIR df

M. Sinan MERT

Önümüzde iki yol var. Bunlardan birincisi seçimlerin aşağı yukarı 7 Haziran seçimlerine benzer bir ortamda gerçekleşmesidir. Suruç Katliamı sonrasında artan çatışma ortamı seçim koşullarının çok daha ağır olacağını gösteriyor.

8

7

Haziran sonrası ilk raunt tamamlandı. İlk raunt büyük oranda Erdoğan’ın istediği çerçevede gelişti. Seçim sonuçlarıyla kroke olan Erdoğan, Baykal hamlesiyle karşısında oluşabilecek bloğu dağıtma hamlesi yaptı ve yarattığı çatlaktan yürüdü. Dünyanın belki de en sarsak koalisyon görüşmesi sonrasında bir koalisyonun kurulamayacağı kararı verilmiş oldu. Bu süreçte özgüvenini yeniden kazanan Erdoğan, fiili olarak başkanlık yetkilerine sahip olduğunu ilan etti ve bunun bir biçimde hukukileştirilmesinin kendi sorunu olmadığını, sistemin sorunu olduğu belirtti. Kalan günler içerisinde Erdoğan, CHP’ye hak ettiği hükümet kurma görevlendirmesini vermedi. CHP ise bu hamleye birkaç sıradan demeç dışında bir tepki veremedi. Ve sonuç olarak 1 Kasım’da seçim kararı alındı. Önümüzde iki yol var. Bunlardan birincisi seçimlerin aşağı yukarı 7 Haziran seçimlerine benzer bir ortamda gerçekleşmesidir. Suruç Katliamı sonrasında artan çatışma ortamı seçim koşullarının çok daha ağır olacağını gösteriyor. Kürdistan’da birçok yerleşim şu anda özel güvenlik bölgesinin içinde kalmış durumda. Çatışmalardan dolayı kentini ve evini terk eden insanlar var. HDP’ye geçen seçimde yapılan saldırılardan çok daha fazlasını bekleyebiliriz. Çatışma ortamı HDP’nin siyaset yapma alanını sınırlamak için kullanılacaktır. Özellikle Kürdistan’da oyların sayılması ile ilgili de çeşitli usulsüzlüklerin yapılmak isteneceği açıktır. Fakat halkın gelişen savaş koşullarını algılama biçimi, HDP’nin oldukça tutarlı barış savunusu ve toplumun %56’sının savaşın sorumlusu olarak Erdoğan’ı görmesi, asker cenazelerinde ortaya çıkan tepkiler

gösteriyor ki HDP oylarını tüm bu olumsuzluklara rağmen arttıracaktır. Dolayısıyla Erdoğan’ın savaşın sorumluluğunu HDP’nin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin üzerine yıkma çabası şimdiden boşa çıkarılmış görünmektedir. Bu koşullarda özellikle Kürt halkı oylarını çok daha büyük oranda HDP’de birleştirecektir. Seçim hükümetinde HDP’nin AKP ile aynı hükümet içinde yer alması HDP için bir dezavantaja dönüşür mü? Belki ama 7 Haziran’da Diyanet konusundaki söylemini dahi geniş yığınlara son kertede anlatmayı başarmış bir hareket bunu da anlatabilir. Sonuçta iki parti arasında varılan bir uzlaşma söz konusu değil. Aslında şu anda bir iktidar partisi yok. Kurulan tamamen teknik bir hükümet. MHP’nin AKP ile HDP’yi aynı resmin içine sokma çabası belli kesimlerde bir karşılık yaratabilir ama bu HDP’nin oylarını etkilemez, belki AKP’nin MHP’den çekmeyi planladığı oyların bir kısmının gitmesini engeller. Eğer meşru bir seçim süreci yaşanacaksa 7 Haziran öncesi gösterdi ki HDP’nin dinamizmi ile başa çıkabilecek hiçbir muarız parti yoktur. Bizler de 7 Haziran’a giderken ne yaptıysak, nasıl canla başla halklarımızın ortak umudu için ter döktüysek yine onu yapacağız. Asker cenazelerinde yaşanan tepkilerin yanı sıra ekonomik kriz de AKP’nin oyları üzerindeki basıncı arttıracaktır. AKP her ne kadar bunu tek başına iktidar olamamasının bir sonucu olarak göstermeye çalışsa da sonuç pek değişmeyecektir. Bu durumda Erdoğan bırakın çok istediği 400 milletvekiline ulaşmayı muhtemelen AKP’nin tek başına iktidarı için gereken oyu bile alamayacaktır. Erdoğan’ın sahalara inmesinin tek başına seçim kazandırmadı-

ğını 7 Haziran ispatladı. Saray ve Sultan’lık göndermeleri üzerine iyice yapışmış, savaş çıkaran bir siyasi lider olarak nam kazanan, ekonomiyi çökerten, Suriye’yi viran eden, IŞİD’le iş tutan bir politikacı olarak Erdoğan artık ikna yeteneğinin önemli bir kısmını kaybetmiştir. O zaman şu önemli soruya geliyoruz: Erdoğan böylesi bir durumda, yani iktidarını hukuken koruyamayacağı ortaya çıkınca ne yapacaktır? Yine iki seçenek var: Birincisi yenilgiyi kabul ederek usulüne uygun bir biçimde Cumhurbaşkanı’nın geleneksel ve simgesel sınırları içine çekilecektir. Mecliste ortaya çıkan aritmetiğe göre bir hükümetin şekillenmesine seyirci kalacaktır. 7 Haziran’dan bu yana yaşananlar bunun olma ihtimalinin küçük olduğunu gösteriyor. Erdoğan ve çevresindeki yalaka takımı kendilerini bir tür iktidar mecburiyeti ile şartlandırmış vaziyetteler. 2. Abdülhamid nasıl 1877’de savaş gerekçesi ile parlamentoyu kapatmış ve ülkeyi demir yumruk ve jurnalciler ağı vasıtasıyla yönetmişse bir tür devrimci durum tarifi yapan Erdoğan ekibi de hukuku tam anlamıyla askıya almaya ve fiili iktidar gücünü kullanmaya dönük bir hamleye kalkışabilirler? Böyle bir ihtimal en azından ilk seçenek kadar güçlüdür. Erdoğan’ın böylesi bir yolda yürüyebilmesi bir iktidar bloğu inşa edebilmesine bağlıdır. Bu bloğun en önemli bileşenleri eski devletin iktidar odakları olacaktır. Ordu, Kürt Hareketi’nin ezilmesine dönük bir kaotik hal içinde Erdoğan’ın 3. Abdülhamid olmasına nasıl bakar? Şu ana kadar gelen sinyaller belirsizliği pekiştiriyor. Yarbay Alkan’ın verdiği tepkinin ordunun en azından bir kısmındaki ruh halini yansıttığı düşünülebilir. Ancak


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

ordunun nasıl davranacağı daha çok ABD’den gelecek işaretlere bağlıdır. ABD Erdoğan’ı ne yapmak istemektedir? İlişkilerin iyi olmadığını biliyoruz. IŞİD’e karşı ortak operasyon meselesi şimdiden birçok ayrılık rüzgarı esmesine yol açtı, ABD Dışişleri, Türk Hariciyesini yalanlamaktan bıkmış görünüyor. İncirlik’in açılması tek başına Erdoğan’a ne kadar bir çıpa olacak? ABD, PKK’nin belli oranda güçsüzleştirilmesini ve kendisine daha fazla gebe hale gelmesini istiyor ama bunu yaparken Erdoğan’ın darbesine ne kadar yol verir? Başı kendi muhalefetiyle dertte olan Barzani, petrolünü Türkiye üzerinden Irak hükümetine pay vermeden pazarlıyor ve bu petrolün önemli bir kısmını İsrail satın alıyor. İran’ın Batı ile anlaşması sonrasında giderek artan etkinliği İsrail-Barzani ve Türkiye’yi ortak hareket etmeye itiyor. İran Dışişleri Bakanı’nın Türkiye ziyaretini son anda ertelemesi de İran ile Türkiye arasındaki gerginliğin açık ifadesi oldu. Sonuç olarak bakıldığında iç ve dış faktörler Erdoğan’a sınırsız bir açık çek vermiş durumda değil. Fakat Erdoğan bütün bunlara rağmen zorlayacaktır. Muhtarlara “Bir defa ölüyoruz bari adam gibi ölelim” demesi bu ruh halinin yansımasıdır. Erdoğan bu yoldan yürüyebilir çünkü hukuki değil fiili yoldan yürüdüğünde karşısında güçlü bir direnç oluşmadığını görmüştür. Şu anda karşısında gerçek bir hükümet de yoktur ve kendisini tam anlamıyla yürütmenin başı addetmektedir. Önemli soru: Erdoğan seçimle kazanamayacağına kesin ikna olduğunda ne yapar? İktidarı vermemek, hatta paylaşmamak için her şeyi yapacağı açıktır. “Siyasal olan gücünü, insan yaşamının değişik alanlarından –dinsel, ekonomik, ahlaki veya diğer karşıtlıklardan- alabilir. ….Hemen akabinde siyasal olmayan karşıtlıklar, saf

dinsel, saf ekonomik ve diğer saf duruşların çıkış noktasından bakıldığında çoğunlukla tutarsız ve ‘irrasyonel’ koşul ve sonuçlar doğurabilen, tamamen yeni ve biricik olan siyasal durumun himayesine girer” (Carl Schmitt, Siyasal Kavramı Üzerine) “Yeni ve biricik olan siyasal durum” Erdoğan’ın iktidara her ne pahasına olursa olsun sımsıkı yapışacak, kendi dışında bir meşru iktidarın oluşumunu her ne pahasına olursa olsun engellemek isteyeceği basit gerçeğinde kök buluyor. “Schmitt’in genel olarak liberal anayasal geleneğe yönelttiği eleştirinin temelinde de bu geleneğin egemenlik kavramına özgü ‘yasallığın ötesine geçen ve normatif bir sınırla bağlı olmayan karar dinamiğini’ bertaraf etmeye çalıştığı şeklindeki tespiti yatar” Erdoğan liberal anayasa geleneğini aşarken kendisine referans olarak ecdadını, “Türk tip başkanlık modeli”ni almaya çalışıyor. Kısacası zamanında “yargı kararlarının kendisine ayak bağı “olduğu açıkça söyleyen Erdoğan’ın bundan sonra açık diktatörlükten daha azına ikna edilmesi için seçimlerden daha fazlası gerekebilir. Bu yanıyla merkezinde HDP’nin olduğu toplumsal muhalefet Erdoğan’ın böylesi bir hamlesini öngörmek ve ona hazırlanmak zorundadır. Levinas siyaseti, savaşı öngörme ve ne pahasına olursa olsun kazanma sanatı olarak tarif ediyor. Halk demokrasisinin direniş güçleri eğer siyasi hayatın hukuki, normlara uygun biçimlerde ilerleyeceğine gereğinden fazla bel bağlarsa 7 Haziran

sonrası yaşadığı hayal kırıklığından daha büyüklerini de yaşayabilir. Erdoğan kendisi için başkanlık projesinin bir seçim yenilgisi ile ortadan kalkmayacağını gösterdi. Kozları giderek zayıflamasına rağmen de bu hukuk alanına döneceğinin güvencesini vermiş değil. Bu aslında 92 yıllık Cumhuriyet tarihinin gerçek bir halk demokrasisine en çok yaklaştığı an haline de dönüşebilir. İktidarın çok parçalı yapısının kısa sürede ortadan kalkacağının emareleri mevcut değildir. Uluslararası ilişkiler ölçeğinde AKP’nin yıpranmış ilişkilerini hızla yeniden güçlendirmesi zor görünmektedir. Dolayısıyla Erdoğan böylesi koşullarda hukuk dışına çıkmada ısrar ederek tek ayağını uçurumdan aşağı atmış olmaktadır. Eğer toplumsal muhalefet siyasal direnişin Almancasını iyi konuştuğu kadar Fransızcasını da iyi konuşacak bir konsantrasyon geliştirebilirse her santimetre karesi kriz alanı haline dönüşmüş bir ülkede kurtuluşun öncüsü haline dönüşebilir. Barış ve diktatörlüğe karşı özgürlük mücadelesini, Soma’nın, Hopa’nın, Madımak’ın hesabını da soracak bir zeminde birleştirebilirsek ve devlet terörüne karşı yürümeyi becerecek bir irade ortaya çıkarabilirsek toplumsal özgürleşmenin kapılarını açabiliriz. Yeter ki mücadeleyi tek boyutlu kavramayalım. İktidarın dayattığı mücadele yönetimini beğenmeyip izleyici durumuna düşmeyelim. “Biz demiştik” noktasından “biz yapmıştık ve kazanmıştık” çizgisine gelmeliyiz.

Eğer meşru bir seçim süreci yaşanacaksa 7 Haziran öncesi gösterdi ki HDP’nin dinamizmi ile başa çıkabilecek hiçbir muarız parti yoktur. Bizler de 7 Haziran’a giderken ne yaptıysak, nasıl canla başla halklarımızın ortak umudu için ter döktüysek yine onu yapacağız.

9


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

IŞİD’İN TARİHSEL VE KÜLTÜREL SOYKIRIMI df

Sidar ARSLAN

H

ilafet ilan ettikten sonra Irak ve Suriye’nin önemli bir kısmına yayılan IŞİD, İslam tarihinin önceki dönemlerinin etkisinde kalarak Sünni İslam’ın şiddet yanlısı katı bir yorumunu savunuyor. Her türlü dini türbeyi reddeden militanlar ve Irak nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan Şiî mezhebine mensup olanları da kâfir olarak nitelendiriyor. Suriye ve Irak’ta ele geçirdiği bölgelerde insanların yaşama hakkına, kadınlara, tarihe tecavüz eden bir ordu ile aynı çağda yaşıyoruz. Bu öylesine bir ordu ki Müslümanlık öncesi dönemi cahiliye dönemi olarak adlandırıp reddettiği dönemden kalan bütün tarihi eserleri yok etmeye yemin etmiş bir ordu. Yani Müslümanlık öncesi bütün çağların izini silerek bulunduğu coğrafyanın mekânsal ve tarihsel hafızasını yok etmeyi amaçlıyor. Musul’daki tarihi heykelleri matkapla kırıp parçalayan IŞİD, kentin simgelerinden 3 bin yıl-

lık Süryani antik kenti Nimrud’u da dozerlerle yıkmaya başladı. Mezopotamya’daki Süryani kenti Nimrud, Kalah ve Kalhu olarak da biliniyor. Antik yerleşke 1800’lerin ortasındaki antik kazılarda ortaya çıkarılmıştı. IŞİD’in Palmira antik kentinde bulunan 2 bin yıllık aslan heykelini parçaladığı açıklandı. Örgüt, antik kentteki harabelerden kaçırıldığını söylediği bazı heykellerin parçalanma fotoğraflarını da yayımladı. Selevkos İmparatorluğu döneminde inşa edilen Hatra’nın kalıntılarının yok edilmesi için patlayıcıların ve buldozerlerin kullanıldığını söyledi. Uzun bir süredir Palmira’daki eserlerin korunmasından sorumlu olan arkeolog Halid Esad 82 yaşındaydı. Bir aydır IŞİD militanları tarafından rehin tutulan ve Palmira’daki hazinelerin nereye saklandığını söylemesi için sorguya çekilen Esad’ın işbirliği yapmayı reddettiği için öldürüldüğü açıklandı. Ünlü arkeoloğun onurlu duruşu belki yaşamına mal oldu ama IŞİD her

insanı, her toprağı içinde bulunduğu bataklığa çekemeyeceğini Rojava’dan sonra bir kez daha görmüş oldu. Tüm tarihi soykırımı yaparken stratejik hamleler için bazı noktalara da dokunmayabiliyorlar. Geçtiğimiz Mayıs ayında Palmira antik kentini ele geçiren IŞİD, daha önce tahrip ettiği birçok tarihi kentin aksine, Palmira’daki Roma dönemine ait kalıntılara zarar vermemişti. Bunun nedeninin ise, ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin, UNESCO dünya mirası olarak nitelendirilen Palmira’yı bombalayamayacağı için militanların burada korunaklı bir biçimde saklanabilmeleri. IŞİD bugüne kadar döktüğü kanı hilafet uğruna döktüğünü iddia ediyor, hilafet uğruna kadınları köle pazarında satıp, günlük ‘dini’ nikâhlar yapıp erkeklere pazarlıyor, bölgede yaşayan eşcinselleri çatılardan atıp, ölmezse insanlara taşlatıyor. Yetmezmiş gibi tarihi ve dini mekânları yok ederek bölgeyi hafızasızlaştırmaya, geçmişsizliğe, tarihsizliğe, belleksizliğe itiyor. Dünya tarihini yok edişini uluslararası medyaya servis ediyor ve bu tarihsel ve kültürel katliam ile gurur duyuyor. Ama şunu unutuyor: Müzeler karanlığı, kanı, tecavüzü sergilemez. Tarih ise sadece müzelerden oluşmaz, bunun bir de insanların hafızalarında olan uzantısı vardır. Ve IŞİD insanların beyinlerindeki bu müzede Müslüman bir topluluk olarak değil, karanlığı yayan katil ve tecavüzcü bir ordu olarak hatırlanacaktır. Ve o müzeleri yıkmaya IŞİD’in ne gücü yeter ne de yeteneği.

10


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

ZAMAN DARALIYOR!

B

aşka bir ülkenin yaşadığı “iç savaşın” ülkemizde keskin taraflaşmalara yol açacağı pek akla gelen bir konu değildi. Arap isyanları başladığında, ABD’nin Irak işgalinden sonra gözler tekrar Orta Doğu’ya çevrildi. Domino taşı etkisi yaratan isyanlar çeşitli biçimlerde hayata geçse de en etkili ve son durağı kuşkusuz Suriye oldu. Demokratik ve barışçıl gösterilerle başlayan eylemlikler yerini tarihte eşine az rastlanır “vekalet” savaşlarına terk etti. Yaklaşık dört yıldır süren savaş, başladığı yerden çok farklı bir noktaya evrildi. Yüzlerce örgütün ortaya çıkıp zaman içinde yok olduğu Suriye savaşı kısa vadede çözülecek gibi görünmüyor. Uluslararası güçlerin çeşitli biçimlerde desteklediği örgütlerin palazlandıkça kontrolden çıkıp kendi politik hatlarını belirginleştirdiğini görmekteyiz. Kuşkusuz bölgede adlarını dahi takip etmekte zorlandığımız örgütler var. Fakat belli başlı güçlerin dışında kalanların tutunabilme olasılığı zaman içinde eriyip yok oluyor. Bütün örgütlerin isimlerini bilmek yerine oluşturdukları çizgi bizim açımızdan daha önemli. Yoksa derme çatma örgütler kuranın elinde kaldığı süreçte bilgi kirliliğinin dışında bir olguya sahip olmuyor. 911 km’lik Türkiye -Suriye sınırı arasındaki bölge, birkaç örgütün denetiminde. Orta Doğu halklarını köklerinden söküp atan radikal İslamcı çete örgütlerinin karşısına çıkan ve bulunduğu bölgelerin savunma hattını oluşturan YPG, özellikle Kobanê zaferi sonrası 21. yüzyılın vebasına karşı neredeyse bir reçete görevi üstlendi. Sadece Kürt halkının yaşam hakkını savunmadı, çok sayıda kadim halkların geleceğine ölümüne garantörlük etti. Kobanê kuşatmasının

kırılması, bölgenin çetelerden temizlenme harekatına dönüştürüldü. Kobanê ve Cizîre kantonları arasında stratejik öneme sahip olan Tel-Abyad (Grê Spî) IŞİD çetelerinin elinden YPG ve Burkan El Fırat güçleri tarafından alındı. Böylece sınırımızda uzun bir hat çetelerden temizlenmiş oldu.

Hatay’dan Kilis’e Yeşil Hat

Türkiye toprakları savaşın ilk günlerinden itibaren çetelerin karargah noktalarına çevrildi. Hala bazı sınır bölgelerinde çetelerin Suriye tarafına geçmeden önce eğitim aldıkları kampların olduğu iddia ediliyor. Bu bilgiler yakalanan (YPG veya Suriye Ordusu tarafından) militanların itiraflarıyla da doğrulanıyor. Çetelerin şu an en rahat hareket ettiği bölge Hatay ve Kilis’tir. Türkiye devleti gönülsüz

olarak koalisyon güçleriyle kaçamak operasyonlar düzenlese de kapılarını çetelere kapatmış değil.

Eğit-Donat ve Sultan Tugayları!

Suriye savaşında yapboza dönüşen örgütlenmelere emperyalist güçleri yeni bir projeyle destek sunuyorlar. Milyon dolarlar aktarıp Türkiye’deki kışlalarda “muhalif ” grupları eğitmeyi

amaçlayan proje beklenilen ilgiyi görmedi. Eğitilen militanlar sınırı geçer geçmez diğer örgütler tarafından geri püskürtüldü ve bazıları rehin alındı. Eğit-donat projesi daha başından başarısızlıkla sonuçlandı. Özellikle YPG’nin ilerleyişini durdurmak için bölgeye doğrudan müdahaleye kalkışan Türkiye, Cerablus üzerinden sözde tampon bölge oluşturma gayreti içerisine girdi. MİT’in koordinasyonuyla Fatih Sultan Mehmet Tugayları ve Sultan Murat Tugayları isimli güçler Türkiye tarafından ağır silahlar eşliğinde otobüslerle (bazı otobüslerde Türk bayrağı ve adı geçen tugayların flamaları taşınmakta) Azez bölgesine konuşlandırıldı. Türkiye devletinin askeri güç olarak savaşın içinde yer

alması adım adım yangını kendi evine yönlendirmektedir. YPG karşısında yer alarak çetelerin savunmasını yapmak Türkiye devletine (ve AKP’ye) gelecekte pimi çekilmiş bombayla yaşamayı sunmaktadır.

Hatay Mayınlı Arazi

Çetelerin lojistik alan ve geçiş güzergahı olarak kullandıkları Hatay’ın dört bir tarafına yayılması bölge halkının gerginliğinin bir parçası. Sınırda yaşanan ça-

Seçkin TANDOĞAN

tışmaların sadece seslerinin değil yaralanan militanların ambulanslarla gelmesi öfkenin birikmesine yol açıyor. Suruç katliamı sonrası biriken öfke bazı ilçelerde örgütsüz gençlerin fiili eylemlikleriyle kendini gösterdi. El yordamıyla ana caddeleri tutan gençler yerli olmayan ya da şüphelendikleri araçları ve kişileri durdurup arama noktaları oluşturdular. Devletin gençlerin fiilen geliştirdikleri bu pratiğe müdahalesi gecikmedi. Önce valilik jet hızıyla açıklama yaparak asayişin güvenlik birimlerinin işi olduğu ve yetkisi olmayan kişilerin kontrol noktaları oluşturmalarının suç teşkil ettiğini duyurdu. Gençlerin tuttuğu noktalara polis ekipleri yerleştirerek göstermelik yol kontrolleri yaptırıldı. Devletin “denetimi” de kısa süre içinde kaldırıldı. Zira neredeyse beş dakikada bir Yayladağı’ndan gelen ambulanslar herkesin gözü önünden akıp gidiyordu. Çete örgütlerinin cirit attığı bu hat mayınlı araziden farksızdır. Çete örgütlerin komutanlarının ikametine açık olan bölgede gençlerin mahallesini savunmasının önü kesiliyor. Oysaki çeşitli köylerde halk tarafından yakalanan şüpheli kişiler sıklıkla görülmeye başlandı. Halkın taşıdığı kaygı ve endişe herhangi bir Suriye vatandaşına dönük fiziksel saldırıya da dönüşebiliyor. Öfkenin hedefini şaşırması politik örgütlülüğün olmamasından kaynaklıdır. Aynı zamanda bölgede bulunan sol sosyalist güçlerin savaşın dibinde olmalarına rağmen politika üretememesi halkın öfkesini örgütlemekte yetersizliğe neden olmaktadır. Fırtınalı günler için zaman daralıyor.

11


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

T

ürkiye acele seçime gidiyor. Politik ortam o kadar gerilimli ki her an bir yol kazası olabilir. Seçim kararı resmen açıklandı, takvim işlemeye başladı. İç politikada seçim ortamıyla ilgili her gün pek çok yorum yapılıyor ve yeni gelişmeler yaşanıyor. Fakat aynı zamanda bölgede de önemli olaylar gerçekleşmektedir. Türkiye’nin genel olarak nereye doğru gittiğini uluslararası seviyede yaşananlarla birlikte ele almak, çemberin nasıl her gün daralmakta olduğunu ortaya koyacaktır. Erdoğan ve yönetimi bunca yenilgiye rağmen hala şark kurnazlığı ile dış politika yürütebileceğine inanıyor olmalıdır. Yakın zamanda gerçekleşen bir dizi olayı hatırlayalım. Büyük gürültülerle konuşlandırılan Patriot füzeleri ilgili ülkelerin ani kararlarıyla sessiz sedasız geri çekildi. Bu Ankara’ya dolaylı bir uyarıdır. Ankara’nın yeri NATO karargahında sürekli tartışma konusudur, hoşnutsuzluk giderek artmaktadır. Bölgede ABD ve Türkiye’nin çıkarları uzun süredir çatışmaktadır. Bu çatışma IŞİD’e karşı kurulan koalisyonla birlikte bir basamak daha yükseldi. Batı ittifakı her fırsatta Ankara’ya karşı hoşnutsuzluğunu açığa vuruyor. Patriotların geri çekilmesi bu tepkilerden birisi oldu. Yine son günlerde gelişen ilginç bir randevu olayı vardır. Erdoğan’ın Beyaz Saray’dan randevu talebi karşılık bulmamış, geçiştirilmiştir. Erdoğan’ın tam da acele seçim öncesi randevu istemesi ilişkilerin oldukça sıkıntılı olduğunun bir diğer kanıtıdır. Görüşme Kasım’daki G-20 toplantısına kalmış görünüyor. Washington ve Ankara arasındaki en çetrefilli ilişki IŞİD konusundadır. Hemen her gün Ankara’nın açıklamaları Atlantiğin öbür yakasından yalanlanıyor. Bugüne kadar “güvenli bölge” konusunda Ankara ne söylediyse Washington yalanladı. Geçenlerde ABD Savunma Bakanı “Türkiye daha fazlasını yapmalıdır” diye uyarıda bulundu. Ardında Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “kapsamlı bir operasyon için anlaştık” açıklaması yine ABD tarafından yalanlandı. Bu konuda Ankara ve Washington arasında hala çetin pazarlıkların sürdüğü anlaşılıyor. Öte yandan eğit-donat projesi tam bir komediye dönüştü. Hatta Amerika’nın seçip eğittiği unsurları MİT’in ihbar edip yakalattığı söylentileri uluslararası basında dolaşıyor. Öte yandan BBC’nin PKK’yi çok “şirin” gösteren programı Ankara’yı çok öfkelendirdi. Batı dünyasından sürekli “Kürtlerle barış görüşmelerine yeniden başlamalıdır” gelmeye devam ediyor. Amerika ve Almanya’dan sonra Fransa da benzer bir açıklama yaptı. Ankara’nın IŞİD kurnazlığı tıkanma noktasına doğru yaklaşıyor.

,,

Bölgede İran’ın elinin rahatlamasıyla ortaya çıkan yeni dengelerde Türkiye aleyhine bir gerilim Tahran tarafında yavaş yavaş bilinçli bir şekilde yükseltiliyor. Ankara’nın bölgede manevra alanı hemen hemen kalmamıştır. Dış politikada köklü bir çöküşe doğru gidiliyor. Seçim toz dumanından göze batmayan bu gelişmeler Ankara’nın boğazını sıkan bir kemente benziyor. Büyük güçler kementi her gün bir diş sıkılaştırıyorlar.

Bölgede İran’ın elinin rahatlamasıyla ortaya çıkan yeni dengelerde Türkiye aleyhine bir gerilim Tahran tarafında yavaş yavaş bilinçli bir şekilde yükseltiliyor. Ankara’nın bölgede manevra alanı hemen hemen kalmamıştır. Dış politikada köklü bir çöküşe doğru gidiliyor. Seçim toz dumanından göze batmayan bu gelişmeler Ankara’nın boğazını sıkan bir kemente benziyor. Büyük güçler kementi her gün bir diş sıkılaştırıyorlar. 12

DARALAN Mehmet YILMAZER

Bölgeden başımızı kaldırıp dünyaya bakacak olursak yeni bir kriz dalgasının Çin’den kopup özellikle bizim gibi ülkelere yayılmakta olduğu görülür. Asya’nın “Kara Pazartesi”nde borsalar çöktü, trilyonlar havaya uçtu. Bu ara sırf 2015’in ilk yarısında Türkiye’den 6 milyar dolar dışarıya çıkmıştır. Artık akım tersine dönüyor. 2008 krizi sonrası basılan Amerikan dolarlarının büyük kısmı “gelişmekte olan ülkelere” sıcak para olarak akmıştı, bu para artık geriye dönüyor. Para kaçışı, doların fiyatını sıçrattı. Bu gidiş devam edeceğe benziyor. İçeride günlük yaşamda pahalılık her gün artıyor. Erdoğan bağırıp çağırdıkça ekonominin kırılganlığı yükseliyor. Bu gidişe ekonomi dayanamacağı için erken seçimler için gerekli 90 günlük süre 60’a çekildi. Ekonomi o kadar nazik ki, “kriz” laflarına çok öfkelenen ekonomi bakanı Zeybekçi “kendi krizinde kalasın kefen parasını bulamayasın” gibi ipe sapa gelmez tepkilerle yaklaşan krizi atlatmayı umuyor. Zeybekçi bir ekonomi bakanından çok cam küre karşısında fal bakan bir üfürükçüye benziyor. Dünyadaki genel trend bugüne kadar AKP ekonomisinin yelkenlerini şişirdi. Üstelik Arap isyanları nedeniyle bölgeden kaçan sermayenin de ilk uğrak noktası Türkiye olmuştu. Bu dalga artık geri çekiliyor. Bütün işaretler tamam, geriye ekonomideki saatli bombanın zamanının gelmesi kaldı. Acele seçime giderken bölgeden ve ekonomiden Saray’ın üstüne gelen basınç her geçen gün artmaktadır. Oldukça değişken olan iç politika atmosferindeki son duruma bakarak, toz duman arasından önümüzü görmeye çalışalım. Acele seçim olarak karşımıza çıkan durumun artık bir rejim krizi olduğu her geçen gün daha anlaşılır hale geliyor. Erdoğan’ın “fiili durum” ilanı bu rejim krizinin Saray tarafından itirafı ve aynı zamanda tetiklenmesi oldu. Saray’ın fiili durum ilan etme hakkı varsa her vatandaşın da kendi açısından bir fiili durum ilan etme hakkı doğar.


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

Düzenin zirvesine tırmanmış bu çürüme ve keyfiliğin mutlaka yakın zamanda önemli siyasal bedelleri olacaktır. Düzenin gizli dehlizlerinde ve açık meydanlarında muazzam bir basınç birikiyor. Bir yarbayın isyanının açığa vurduğu gibi bu birikim hiç beklenmedik anda ve beklenmedik noktalardan patlayabilir. Cumhuriyetin rejim krizinin fay hattının iki tarafında duran güçler artık çok tanımlı hale gelmiştir. Bir tarafta halklara, tüm dünyada kabul gören en meşru insan haklarına düşman faşizm; öte tarafda bu kabustan ülkenin çıkışı için tek umut demokrasi güçleridir. Elbette bu basit tanımlamanın biraz daha derinliğine inmek gerekiyor. Cumhuriyetin ideolojik çimentolarının çürüyüp, döküldüğü bir dönemden geçiyoruz. Kemalizm iki binli yıllara gelindiğinde yeterince yıpranmıştı. Ancak ardından “tek millet, tek devlet”in çimentosu yapılmaya çalışılan Siyasal İslam inanılmaz bir hızla yıprandı, dökülmeye başladı. Kemalizm bir yetmiş yıl dayanmıştı, bir düzen çimentosu olarak Siyasal İslam yirmi yılda zirve yaptığı noktadan büyük bir hızla tekerlenmeye başlamıştır. Bu düzendeki işleyişiyle Kemalizm de, Siyasal İslam da bunalımlı günlerde faşizm üretmekten öteye bir yeteneğe sahip olmadığını gösterdi. Kemalizm askeri darbeler sayesinde şansını bir kaç kez deneme fırsatına sahip olmuştu. Yeni Şafak gazetesi yazarlarından İbrahim Karagül, seçimlerden üç gün önceki bir makalesinde “yüz yıllık sabır, son bayrak, son umut” çığlığını atmıştı. Yüz yılda yakalanan fırsat bir on beş yılda ellerinden kayıp gidecek noktaya gelmişti. 7 Haziran seçimleri bunun güçlü kanıtı oldu. Faşizm üretmekten başka bir yeteneğe sahip olmayan bu iki ideolojik çimento çatlayıp dökülürken, kabusun içinden bir demokrasi umudu ortaya çıktı. Bugün rejim krizinin anlamı budur. Bu gerçeği örtmek için düzenin tüm güçleri kendi yollarından harekete geçtiler. “Terör”, “vatan” gürültüleriyle demokrasiye açılan kapı kapatılmak isteniyor.

Saray’ın ve destekçilerinin savaşla yaratmak istedikleri, şovenizmin yeniden şahlandırılması oyunu tutmamıştır. Bunu en son bir yarbay isyanıyla “şehit sömürüsü” yapanların yüzüne vurdu. Öte yandan AKP kadar, hatta ondan güçlü savaş çığırtkanlığı yapan MHP içinde Sinan Oğan ve Tuğrul Türkeş krizi patlak vermiştir. Savaş çığlıkları atmak, otuz yılın acı ve kazanımlarından sonra önceki günlerdeki bildik etkisini yaratmıyor. Hatta bumerang gibi geri tepiyor. AKP’deki suskunluk kimseyi yanıltmasın, en derin kaynamalar orada yaşanıyor. Seçimin 60 gün içinde yapılmasının altında bu kaynamalar yatıyor. Saray ve MHP’nin seçime giderken yürütmek istedikleri strateji büyük oranda tutmamıştır. Savaş ve Kürt düşmanlığının alıcıları artık azalmıştır. Seçime giderken bir diğer gerçek daha görünür hale geliyor. 17 Kasım’la açılan pandoranın yolsuzluk kutusu, büyük baskı ve operasyonlarla örtülmüş, “paralel devlet” gürültülerinin arkasına gizlenmişti. Erdoğan Saray’ının “bin yüz odası”yla öğünmüştü. Yaşanan günlerin acı gerçeklikleri ve Saray’ın artan pervasızlığı nedeniyle dün yeterince göze batmayan yolsuzluk ve debdebe bugün insanların gözüne diken gibi batıyor. Savaş çığlıklarının arka fonundaki kirlilik, Saray’ın debdebeli ışıkları altında iyice gözler önüne seriliyor, ruhları öfkelendiriyor. Erken seçim stratejisi “biz yeniden tek parti olarak iktidar olmazsak kargaşa gelir” üzerine dayandırılıcaktı. Ancak Saray’ın parıltılı ışıkları gizlenen çöpleri aydınlatınca bu strateji de ikna edici olmaktan çıkıyor. Seçim yolunda bir diğer olgu bilinçlenme üzerinedir. Savaşın toz dumanı içinde bilinçleri uyuşturabileceklerini hesaplayanlar yanıldıklarını anlasalar da henüz itiraf edemiyorlar. Panik ve hırçınlıkları artıyor. İnsanların otuz yıldır yaşanan savaştan bir ders çıkartmadıklarını düşünmek, onların aklıyla alay etmek olur. Ayrıca 7 Haziran’dan beri yaşananlardan da öğrenilecek o kadar çok şey var ki bunları engellemek için insanların kutsal değerleriyle oynamak iktidarın sığındığı son mevzi oluyor. Bütün bunlar Saray’ın ne ölçüde çaresizleştiğini gösteriyor. Sonuç olarak, acele seçim taktiğiyle Saray ve AKP hızla eceline doğru yol alıyor. Bu noktada bu büyük gücün kendiliğinden çöküvereceğini beklemek elbette büyük yanılgı olur. Kayseri ve Bolu komando taburlarının Kürt coğrafyasına yola çıktıklarını basından öğreniyoruz. Gereksiz spekülasyonlara girmek anlamlı değil. Ancak son yılların modası anketlerde ecelini öğrenen Saray ve AKP, bugüne kadar olanları göze aldığına göre daha fazlasını da göze alabilir.

,,

N ÇEMBER

Son tabloya baktığımızda Saray’ın ve onun destek güçlerinin çizmeye çalıştığı resim bir türlü ortaya çıkmadı. Ortaya çıkan tablo bakanı kendine çekmek şöyle dursun, insanı ürküten, kafa karıştıran bir etki yaratıyor. Bu görünüşün şifrelerini çözmeye çalışalım.

Büyük insanlık için yol uzundu!.. Kaldığımız noktadan daha hızlı devam etmek savaş çığlıklarına verilecek en güçlü cevap olacaktır.

Cumhuriyetin rejim krizinin fay hattının iki tarafında duran güçler artık çok tanımlı hale gelmiştir. Bir tarafta halklara, tüm dünyada kabul gören en meşru insan haklarına düşman faşizm; öte tarafda bu kabustan ülkenin çıkışı için tek umut demokrasi güçleridir.

13


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

Silahlar Sussun İşçiler Konuşsun

B

arış Bloku bileşenleri olan emek ve meslek örgütleri tarafından 23 Ağustos 2015 günü Cezayir toplantı salonunda “İşçiler, Emekçiler Barış İstiyor!” temalı bir Forum gerçekleştirildi. Savaş politikalarının işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkileri, savaşın emek mücadelesine etkileri ve savaşa karşı mücadele yollarının tartışıldığı forumda, işçi ve emekçiler kendi deneyimlerinden de yola çıkarak ortak sözlerini ürettiler. Foruma, işçi ve kamu emekçileri sendikalarının genel başkan ve şube yöneticileri, Tabip Odası’ndan yöneticiler, Arçelik LG direnişçileri, UPS Kargo işçileri, Sanifoam direnişçileri, Serapool işçileri, Atanamayan Öğretmenler Platformu, NormÇan Ortak direnişçileri, Torunlar İnşaat’tan atılan işçiler, PTT taşeron işçileri başta olmak üzere çeşitli işyerlerinde çalışan ve direnen işçiler katıldı.

Savaşın Bizlere Neye Mal Olduğunu Biliyoruz

Forumda yapılan tespitlerde öne çıkanlar:

14

• AKP hükümeti, 13 yıllık iktidarını sona erdiren 7 Haziran seçimlerini kabullenemeyerek ülkemizi iç savaşın eşiğine getiren savaş politikalarını devreye sokmuştur. Bu politikaların özü tam anlamıyla “saray savunması”dır. Bir yandan Kürt sorununun çözümü için süregelen ateşkesi bozarak savaş başlatmış, diğer yandan İç Güvenlik Yasası ile adeta bir sıkıyönetim düzeni kurarak işçi ve emekçilerin hak arama girişimlerini ve demokratik haklarını şiddet yoluyla bastırmaya başlamıştır. • Kürt’ün sesini kesmek isteyen şiddet politikaları işçinin sesini kesmek için de kullanılıyor. Hak arayan işçi ve emekçiler, işyerlerinden polis ve asker zoruyla sokağa atılıyor, açlıkla terbiye edilmeye çalışılıyor. Savaş halinde işten çıkarılan, yoksullaşan, güvencesiz çalışan işçinin sesi duyulmuyor. Grev hakkı milli güvenlik gerekçesiyle yasaklanıyor. Direnişler boğuluyor. İşçiler en yaşamsal talepleri için ses yükseltme şansına sahip olamıyor. Savaş, haklarımızı aramak için sürdürdüğümüz mücadeleleri etkisiz kılmanın aracı olarak kullanılıyor.

• 13 yılda en az 15 bin işçinin öldüğü işçi kıyımına “fıtratında var” diyen, insanca yaşayacak ücret talebimize, çalışma koşullarımızın iyileştirilmesine para ayırmayan siyasi iktidar; askere, polise, IHA’lara, askeri uçaklara, askeri mühimmata, kalekollara, askeri amaçlı barajlara vb. toplumun kaynaklarını aktarıyor. Savaş, iş cinayetlerini görünmez kılıyor. Ölen de, ekmeği küçülen de biz emekçileriz. • Hiç kimse komşusunun evi yanarken ekmek mücadelesi yürütemez. Ekmek mücadelesi ile demokrasi ve barış mücadelesinin birlikte yürütülmesi gerektiğinin bilincindeyiz. • Egemenler ve zenginler parasını bastırıp askerlikten kurtulurken, savaşta ölenler, işçi ve emekçiler ile yoksullar ve ezilenlerdir. Bu nedenle savaşın aynı zamanda sınıfsal bir mücadele olduğunun farkındayız. • Kürt halkının en temel taleplerini gerçekleştirmekten kaçınanların, çözüm sürecini berhava edenlerin işçilere ve emekçilere hak ve özgürlük getirmeyeceğini biliyoruz. • Savaşlar; emekçiler için ölüm, yoksulluk ve göç kısacası yıkım demektir, savaşa karşı topyekûn bir mücadele gerekir. İşçi ve emekçilerin taraf olmadığı bir süreçte barışın inşası imkânsızdır. Bu nedenle, emekçilere özel görev düştüğünün bilincindeyiz. • Savaş, işçi ve emekçiler arasında milliyetçi ve şovenist eğilimlere yol açıyor, işçilerin birliğini bozuyor. İşçilerin bölünmesi patronlara karşı mücadelelerini zayıflatıyor. Bunun sonuçları bize ekmeklerimizin küçülmesi, çalışma koşullarımızın kötüleşmesi, daha güvencesiz işlere mahkûm edilmemiz olarak yansıyor. • Bizler biliyoruz ki sarayın hedefi; emeği, doğayı, kenti

fütursuzca yağmalayabileceği, dışarda yayılmacı politik maceralarını gerçekleştirebileceği otoriter bir rejim kurmaktır.

Hayatı Yaratanlar, Hayatı Da Savaşı Da Durdurabilir

Forumun ilerleyen bölümlerinde işçiler ve emek alanından temsilciler ”Ne yapmak gerekir?”, “Bize düşen sorumluluklar nelerdir?” başlıklarını tartıştılar. Bu tartışmalarda öne çıkan öneriler şöyle: • Savaş bir yandan sömürüyü artırırken bir yandan da insani değerlerimizi ve sınıf dayanışmamızı yok ediyor. İşyerlerimizde, fabrikalarımızda, mahallelerimizde birbirimizle düşmanlık yaratmak isteyenlere karşı barış talebimizi daha güçlü haykırmakta kararlıyız. • İşçilerin, emekçilerin dâhil olmadığı barış mücadeleleri toplumsallaşmıyor, çatışmalı süreçler son bulmuyor. Bizler, ideolojik farklılıklarımıza, farklı partilere oy vermemize rağmen barış için birlikte çalışacağız. • Savaş politikaları Saray’da üretiliyorsa bizler barışı atölyelerde, fabrikalarda üreteceğiz. İşyerlerimizde, fabrikalarımızda iş bırakma eylemleri yaparak, üretimden gelen gücümüzü kullanacağız. İşçi semtleri ve mahallelerinde çalışmalar yürüteceğiz. • Barışın işçiler ve emekçiler için ne kadar yaşamsal olduğunu anlatmak için toplantılar yapacak, bildiriler dağıtacağız. Barış talebini çalıştığımız ve yaşadığımız bütün alanlara yaymanın çabası içinde olacağız. • Barış Bloku’nun gelişmesi, yaygınlaşması, bütün yerellerde inşa edilmesi için, barışın sesinin güçlenmesi için çaba göstereceğiz.


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

Göçmenler Var Çünkü Siz Varsınız

E

mperyalist güçler tarafından despotik iktidarlara, neoliberal saldırılara başkaldıran halkların bahar devrimi çalındığından bu yana büyük bir karanlık halkların üstüne çöktü. İç savaştan, çatışmalardan ve geleceksizlikten kaçan göçmen yığınları her gün iyi bir yaşam özlemiyle batının kapısına dayanıyor. Emperyalist devletler, kendi eseri olan cehennemi coğrafyalardan kaçıp daha iyi bir yaşam umuduyla batıya yönelen göç akınlarından dehşete kapılmış durumdalar. Göçmenlere karşı ölümcül, acımasız politikalar güdüyorlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada ilk kez böylesi bir insanlık trajedisinin yaşandığı söyleniyor. 21. yüz yıl mülteci yüz yılı olarak anılmaya başlandı. Fakat yaşanan utanç verici tablo karşısında dünya üç maymunu oynuyor. Sessizlikle örtülen göçmen katliamları faili meçhul bir görünüm altında her gün artarak sürüyor. Zengin ülkeler rol aldıkları, kışkırttıkları iç savaşlarla, yarattıkları neoliberal yıkımla yaşanan insani krizin esas failleri olmalarına rağmen soğukkanlı katiller gibi renk vermiyorlar. Ne bir sorumluluk alıyorlar, ne de yaşanan krize çözüm arıyorlar. Tam tersine yüzsüzce göç krizini 3. dünyaya fatura etmenin yollarını aramakla meşguller. Bu arada yaşanan trajediler, ölümler olağanlaştırılıyor, doğallaştırılıyor, sıradanlaştırılarak görünmez kılınıyor. AB; botlara, teknelere doluşarak Akdeniz’e ölümcül yolculuğa çıkan göç-

menleri kurtarma operasyonlarını çoktandır yapmıyor. “Göçü teşvik” anlamına geleceği gerekçesiyle kurtarma çalışmaları kaldırılmış durumda. Kadın, çocuk, genç yaşlı yüzlerce insanın Akdeniz sularına saçılmasını, kapalı kasa konteynırlarda istiflenmeleri sonucu havasızlıktan boğularak ölmelerini izlemekle yetiniyorlar. İnsan haklarını, yaşam hakkını ve en temel insani değerleri yok sayan “medeni” ülkelerin gerçek yüzü bu. Onlar; olur da göç edenler dalgalardan sağ kurtulup sınırlarına dayanırsa, o zaman sığınmacıları nasıl refüze edeceklerinin hesabını yapmakla meşguller. Göçmen karşıtı politikaların sonuçları sadece çaresiz insanların göz göre göre ölüme göndermek değil. Göçmenler kriminalize edilerek de egemenlerin haksız ve canice sığınmacı, mülteci politikaları haklı kılınmaya çalışılıyor. Bir kere göçmenler suçlu ve öteki ilan edildiklerinde bu konuda kamuoyu oluşması da engellenmiş oluyor. Bütün bu insanlık dışı koşullar, tel örgüler, yüksek duvarlar, artırılan ve sıkılaştırılan güvenlik tedbirleri yine de mültecileri, sığınmacıları caydırmıyor. Suriye, Irak, Afganistan, Somali,

Pakistan gibi ülkelerden büyük akınlar Batı kıyılarına gelmeye devam ediyor. Bütün zorluklara ve engellemelere rağmen 2015’de daha şimdiden Avrupa’ya kapağı atmış mülteci sayısı 300 bine ulaştı.(Frontex) Nitelikli iş gücüne ve sermayenin serbest dolaşımına sonsuz açık olan aynı kapılardan “kâğıtsızlar” girmeyi başardığında; hayal ettikleri bir dünya yerine dışlanma ve sömürü mekanizmaları ile karşı karşıya kalıyorlar. Kapitalist merkezler göçmenlerin onurlu bir hayat, yerleşim hakkı ve serbest dolaşım hakkı talebini karşılamazken, onların emeğini sömürmeyi asla ihmal etmiyor. Göçmenler gittikleri ülkelerde enformel emek piyasasının sömürüsünden, yerli ve yabancı iş gücünün birbirine karşı kırdırılmasına, kadın emeğinin ve bedeninin sömürüsüne sermaye birikim süreçlerinin de hizmetine koşuluyorlar. O yüzden bu ülkelerde sendikaların yabancı işçileri de kapsayacak, bütün çalışanlar için eşit haklar mücadelesi yürütmemesi durumunda sendikaların da göçmenlerin karşısında konumlanmaları riski var.

Serpil KEMALBAY Göçmen dayanışma örgütlerinin dediği gibi hiç birimiz illegal değiliz. Sınırların ve duvarların olmadığı; onurlu bir hayatı, serbest dolaşım hakkını, yerleşim hakkını, çalışma hakkını gasp edenler asıl kriminal olanlar emperyalist güçler ve yereldeki halk düşmanı despotik iktidarlardır. Göçün ve göç trajedilerinin asıl yaratıcıları savaşlardan ve çatışmalardan beslenenlerdir. Halklar kendi yaşamına sahip çıkacak örgütlü politik güce sahip oldukça kendi hayatını ellerine alabilir. Kendi savunmasını örebilir. Yaşanan insani krizi aşabilme yolunun halkların barışı ve demokrasiyi inşa edebiliyor olması ile mümkün olabileceğini görüyoruz. Soru; gerçek bir barışı ve halklar için demokrasiyi inşa edecek, halk iktidarını kurabilecek örgütlü bir toplumu yaratabilecek miyiz? Başaramazsak hepimiz göçmen adayıyız.

15


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

SANİFOAM SÜNGER’DE DİRENMENİN ANLAMI Fahri KAYA BATİS Çerkezköy Temsilcisi

Bu direniş Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi’ndeki hatta Trakya bölgesinde işçi, işsiz herkesin desteklemesi ve büyütmesi gereken bir direniştir. Bölgede çalışan işçilerin büyük çoğunluğu Sanifoam Sünger işçilerinin yaşadığı sorunları yaşıyorlar.

S

anifoam Sünger direnişi Çerkezköy’de yaşayan işçi ve emekçilerin en temel üç sorunu olan işçi sağlığı iş güvenliği, uzun çalışma koşulları ve geçinebilecek kadar ücret taleplerinin karşılanmamasına karşı BATİS sendikasına üye olarak hak arama mücadelesi vermeye karar verdikten sonra başladı. Şimdiye kadar Sanifoam Sünger işçileri iş güvenliği önlemleri alınmadan 12 saat düşük ücretle çalıştırılırken patronları servetine servet katmaya devam etti. Sanifoam sünger patronları Türkiye’de Çerkezköy, Bursa, Eskişehir’de fabrikalar kurmuş. Bu da yetmezmiş gibi bir de İngiltere’ye fabrika açmaya karar vermiş. İşçilerin anlatmasına göre işçilerin ihtiyaçları olduğu zaman fabrikadan maaşından kesilmek üzere avans talep ettiklerinde “kasada 20 TL para var” denilip geri çeviriliyorlar. Ancak yine işçilerin anlatmasına göre patron her yıl lüks arabasını en son modeliyle değiştiriyor. İşçiler tüm bu haksızlıklara karşı mücadele etmeye karar vererek BATİS sendikasına üye oldular. Ardından sendika olarak işçilerle yaptığımız toplantılar sonucunda işçilerden işyerinde birçok ihlal olduğunu tespit ettik. Mesela; işyerinin içerisinde yoğun kimyasal duman olmasına karşı patron iş güvenliği önlemlerini alacağına işçilere koku primi adı altında her ay maaşının %10 tutarında ücret veriyor. Yani işçileri bilerek ölüme götürüyor.

İşyerinde makinelerin bakımları yapılmadan çalıştırılıyorlar. İşçiler keçe makinesinin bozuk olan sensörlerinin yıllardır amirlerine söylemelerine rağmen tamir edilmeden çalıştırılıyorlar. İşçilere BATİS sendikasına üye olduklarında yasal olarak fazla mesaiye kalabilme süresinin 270 saat olduğunu anlattık. Ardından işçiler fazla mesaiye kalma süresini 4 kat aştıklarını anladılar ve fazla mesaiye kalmamaya başladılar. Ancak birdenbire fazla mesaiye kalmayı kesen işçiler patronun gözüne batmaya başladı. Bir de üzerine maaşlarının az olduğunu ve zam yapılmasını istediklerinde patron tarafından birer birer işten kovuldular. Ardından işçiler kıdem tazminatlarının ve diğer haklarının ödenmesini beklediler. Ancak patron “şu gün ödeyeceğim bu gün ödeyeceğim” diyerek kıdem tazminatlarını ve fazla mesai ücretlerini ödemedi (Bu yazıyı yazma esnasında hala içeride çalışan ve işten çıkartılan işçilerin 1 aylık fazla mesai alacakları ödenmedi). Ardından işçiler sendikaya gelerek işyerinin önünde direniş çadırı kurmaya karar verdiklerini söylediler. Ardından 11.08.2015 tarihinde Sanifoam Sünger patronlarıyla son bir görüşme yapmaya fabrikanın önüne gittik. Patron bize fabrikanın bahçesinden “beni mi arıyorsunuz ben buradayım” dedi ancak bizimle görüşmeye gelmedi. O gün direnişimizin başladığını herkese duyurduk. Bu yazıyı yazarken direnişin 15. günüdeydik. Taleplerimiz ise şunlar: Atılan işçiler geri alınsın, tüm yasa ihlalleri son bulsun, BATİS sendikası tanınsın. Peki, bu direniş biz işçiler için ne ifade ediyor? Bu direniş Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi’ndeki hatta

16

Trakya bölgesinde işçi, işsiz herkesin desteklemesi ve büyütmesi gereken bir direniştir. Bölgede çalışan işçilerin büyük çoğunluğu Sanifoam Sünger işçilerinin yaşadığı sorunları yaşıyorlar. Ancak örgütlü işçi sayısının azlığı ve işçi örgütlerinin yetersizliği işçilerin bu sorunların farkına varmalarını engellemektedir. Bu örgütsüzlük; çalışma saatlerinin uzun olmasına, ücretlerin asgari ücret seviyesini aşmamasına, hatta asgari ücretin yükselmemesine, maaşların gecikmeli ödenmesinin kural haline gelmesine, iş cinayetlerinin kader olarak görülmesine, işçi sağlığı ve güvenliği ihlallerinin normalleşmesine de neden olmaktadır. Bu sebeple bu direniş aslında yaşadığımız cehennemin farkına varmamız ve buna itiraz etmemiz için çok büyük önem taşımaktadır. Bugün fabrikada çalışıp da hasta olmayan; bel, boyun, ciğer ağrısı çekmeyen işçi arkadaşımız yok gibi. Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi’ndeki 200 fabrikanın patronları yılda üretilen 17 katrilyonluk artı değerin 10 katrilyonunu kar olarak paylaşırken burada çalışan yaklaşık 100.000 işçiye sadece 3 katrilyonluk kısmından pay düşüyor. Bu gelir adaletsizliği tüm sıkıntılarımızı daha da pekiştiriyor. Bölgedeki birçok fabrikada iş kazası ve meslek hastalıkları oldukça yaygın ve maaşlar 910 TL ortalamasında. Bu adaletsizliğe ve çaresizliğe karşı “Dur!” demenin zamanı geldi. Her ay ülkemizde 150-200 arasında işçi, iş cinayetinde hayatını kaybederken, fabrikalarda güvencesizlik artarken, maaşlarımız yerinde sayarken dayanabilecek, katlanabilecek sınırı çoktan geçtik. Bu sebeple Çerkezköy’de yürüttüğümüz bu işçi sağlığı direnişi bütün işçilerin emekçilerin direnişidir.


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

Kadın Eli Değmeyen Sendikalar

R

esmi istatistiklere göre, sigortalı çalışan 12.287.238 sigortalının yaklaşık dörtte biri (3.071.597) kadın işçiler. Buna karşın toplam 1.189.481 sendika üyesinin 135.551’si kadın üye (ÇSGB, Temmuz 2014 istatistikleri). Yaklaşık her on kadın çalışandan sadece birinin sendikalara üye olması ülkemizdeki sendikaların yüzkaralarından biridir.

Tekstil işkolu geleneksel olarak kadın işçilerin çoğunlukla çalıştığı bir işkolu olmasına karşın, bu işkolundaki en büyük sendika olan Teksif sendikasının tarihinde bugüne kadar bir kadın üyenin bile merkez yürütme kuruluna seçilmemiş olması, sendikalara kadın elinin değmemiş olmasının somut bir örneğidir. Dünyadaki işçi sendikalarına baktığımızda, hem sendika üye oranlarının hem de yönetimde yer alma açısından, kadınların geri planda kaldığı bir gerçekliktir. Pek çok ülkede sendikalar bu alanda özel atılımlar yaparak, kadınları sendikaya kazanma konusunda ilerlemeler kaydettiler. Sendika üyelerinin kadın komiteleri kurmaları ve buna paralel olarak sendika yapısı içinde kadın bürolarının kurulması ile kadınlar sendika içinde var olduklarını ilan ettiler. Ama bu durum, sendikaların genelde bir erkek işçi örgütlenmesi olduğu gerçeğini değiştirmiş değil.

neği sürdürüyor. Türkiye’deki İmece Kadın Sendikası gibi örgütlenme deneyimlerini çeşitli ülkelerde de görmek mümkün. Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADEV) tarafından geçen yılın sonunda yayınlanan, ‘Sendikasız Kadınlar, Kadınsız Sendikalar’ adlı araştırma sorunu çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Doğrudan söylenmiş ‘TÜRKİŞ’te etkisiz bir kadın bürosunun varlığı hariç, kadınları tüzüğünde ve yönetiminde görünür kılan bir işarete rastlanmamıştır.’ (Sayfa 148). DİSK ‘TÜRK-İŞ’le kıyaslandığında, genel kurul kararlarında, tüzüğünde ve merkez yönetiminde kadınların görünür olduğu bir konfederasyon görüntüsü vermektedir. Ancak bugüne kadar bunlara ilişkin ciddi bir çabaya girildiği söylenemez.’ Hak-İş desen ‘kadını öteden beri anne ve eş olmak gibi geleneksel roller üzerinden tanımlamıştır.’ Araştırma, kadın çalışanların neden sendikalara üye olmadıklarını, sendika üyesi kadınların ve sendika yönetiminde yer alan kadınların sorunlarını alt alta dizdikten sonra çözüm önerilerini sıralamakta.

Bir yandan sendikalar içindeki erkek egemen düşüncenin sürekli olarak kendini ürettiğine dikkat çekildikten sonra, çözümün bu düşüncenin ortadan kaldırılmasında görmekte. Ama bu nasıl olacak sorusuna verilen cevaplar yeterince somut değil. Evet öneriler arasında ‘eş başkanlık’ kurumu var, hatta ‘kadın komisyonlarının, işyeri, şube, bölge ve merkezi düzeyleri içine alan paralel bir kadın örgütlenmesi şeklinde yapılanması önemlidir.’ denilmekte. Ancak bize çözüm ipuçlarını veren bu iki öneri, onlarca öneri içerisinde kaybolmakta. Yukarıdaki kadın sendikaları örneklerini de dikkate alacak olursak çözümün, HDK benzeri, sendika içerisinde ‘kadın meclisleri’ kurmak olduğunu görmek mümkün. Kadınlar, kendi meclisleri ile sendikal yapının esas bileşenlerinden biri, hatta öncüsü olmalıdır. Kadın sendikalarının bize gösterdiği bu gerçekliği artık görmezden gelemeyiz.

Mehmet AKYOL

Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADEV) tarafından geçen yılın sonunda yayınlanan, ‘Sendikasız Kadınlar, Kadınsız Sendikalar’ adlı araştırma sorunu çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Doğrudan söylenmiş ‘TÜRK-İŞ’te etkisiz bir kadın bürosunun varlığı hariç, kadınları tüzüğünde ve yönetiminde görünür kılan bir işarete rastlanmamıştır.’

İlk defa Hindistan’da kurulan bir kadın sendikası deneyimi oldukça öğretici oldu. Sendikaya kazanılması imkansız denilen evinde fason üretim yapan kadınlar bir anda toplumun en örgütlü kesimi haline geldi. En son Sri Lanka’da kurulma çalışmasına başlanılan Kadın Dayanışma Sendikası bu gele-

17


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

EKVADOR’DA DARBE GİRİŞİMİ Ayşe TANSEVER

Y

az başlarından beri Ekvador’un çeşitli yerlerinde yaşanan devlet başkanı Rafael Correa iktidarına karşı gösteriler 13 Ağustos genel grevi ve halk ayaklanması çağrılarıyla daha da genişletilmek istendi. Kırlardan gelen yerli halklarla birlikte bazı yollar kapatılmaya çalışıldı. Ama pankart taşıyanlar arkalarında kitle bulamadılar ve yollar yeniden açıldı. Protestocular başkent Quito’nun merkezinde toplandılar. Aralarında muhalefet partisi ve Ekvador’un ünlü bankeri vardı. Yüz binlerin gelmesi bekleniyordu. Correa sayıyı 5000 olarak açıkladı. Polis ile sürtüşmeler oldu ama genelde büyük bir olay yaşanmadı. Genel grev bir yana tek bir işyerinde bile grev yapılamadı. Devlet, işçileri görüşmeye çağırmıştı. 15 işçi örgütlenmesi ve 600 işçi hareketinin temsilcisi olan CUT liderleri iktidar temsilcileri ile masaya oturdular ve sonra anlaştıklarını açıkladılar. Bu durum karşısında protestocular eylemlerini merkezden yerellere çekme kararı aldı. Ağustos sonunda tekrar merkezde buluşma sözü verdiler. Bir hafta içinde olaylarda 116 polis ve ordu personeli yaralandı, 60’dan fazla kişi tutuklandı. (21. yüzyıl sosyalizmi uygulayan ülkelerde protestolarda genelde polis ve asker yaralanması ama halkın kanının genelde akmaması bir özelliktir) Protestoların hedefinde olan devlet ve hükümet başkanı Rafael Correa 2007 yılında iktidara seçimle geldi. Yıllardır Ekvador yeni liberal politikaların sonucunda harabeye dönmüş ve 10 yılda yedi devlet başkanı gelip gitmişti. Correa ilk iş olarak 2008 yılında yeni bir anayasayı referanduma sundu ve ülke “Vatandaş Devrimi” yoluna çıktı. Yeni anayasa yeni liberal dönemin

18

zenginleri kollayan özelliklerinden arındırılmış eşitliği ve iyi yaşam ilkesini, çevre korumayı içine alan çok gelişkin bir anayasadır. R. Correa 6 yıllık iktidar döneminde on seçim kazanmış ve bunların iki tanesi başkanlık seçimidir. 2013’deki seçimlerde Correa oyların %57’sini alarak arkasından gelene üç milyon oy fark attı. Correa dünyanın halkları tarafından en sevilen lideridir. Correa döneminde ülke, Latin Amerika’nın en istikrarlı ve en hızlı kalkınan ülkesi olma başarısını gösterdi. Ekonomi profesörü olan Correa yeni havaalanları, yollar, hastaneler, herkese açık kültür merkezleri ile ülkesini modern ve kalkınmış bir yapıya soktu. Kentler geniş yaya yolları, kamuya açık parkları ve -bazıları çok yaratıcı- çocuklar için oyun alanları ile doludur. Ama onun asıl başarısı ülkesinin yoksul halklarından yana politikalar yürütmesinde yatar. Correa merkez ülkelerdeki ekonomik kriz öncesi iktidara gelmesine rağmen ülke son yılda %4,2 kalkınmıştır. Latin Amerika ortalamasından daha çok büyümüştür. 2007 yılından beri yoksulluk %37’den 2013 de %26’ya, aşırı yoksulluk %16,9’dan %8,6’ya düşmüş ve önümüzdeki yıllarda tamamen kurutulacaktır. İşsizlik %4,9’dur. Kıta içinde asgari ücreti en yüksek ülkedir. Eğitim, sağlık her vatandaşın bedava hakkıdır. 1.2 milyon insan sosyal güvence altına alınmıştır. Kamu harcamaları artmıştır. Vergiler arttırılmıştır. Şimdi Ekvator üç kat daha fazla vergi geliri elde ediyor ve bunu halklarına dağıtıyor. Bu halktan yana yöneliş, düşmanlar yaratmadan edemezdi. 2010 yılında bir darbe denemesi yaşandı. Çevresindeki polisler Correa’ya saldırıp yaraladılar. Correa hastaneye gitti ama bu kez ordu ve polis hastaneyi kuşatarak Correa’ı esir aldılar. Bazı ordu birlikleri havaalanının bir bölümünü işgal ettiler. Televizyonu ele geçirdiler. Ama aynı

Venezüella’da olduğu gibi halk sokaklara döküldü ve Correa’yı hastaneden kurtardılar. Darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Son yaşananlar da yeni bir darbe girişimidir. Bu darbe geçen yıl Venezüella’da yaşananları hatırlatmaktadır. Orada da muhalefet güçleri zengin mahallelerde barikatlar kurdular. Günlerce sokaklarda polis ve ordu ile çatıştılar. Varoşlarda yaşayan halkları terörize ederek, hoşnutsuzluk, devlet yönetemiyor havası yaratarak halkı ayaklanmaya zorladılar. Ama halk sakin kalarak ülke bir iç savaşın eşiğinden döndü. Ekvador darbesi de aynı planla yapılmışa benziyor. Olaylar şimdilik ateşini kaybetmiş görünüyor.

Bazı Protesto Nedenleri

Yukarıda çizdiğimiz ekonomik olumluluklar elbette zengin finans kapital ayrıcalıklarının yavaş yavaş törpülenmesi ile ilgilidir. Protestoların nedenleri bunu güzel açıklar. Protestoların ana merkezinde iktidarın yeni çıkarttığı Gelir Dağılımı Yasası vardır. En başta büyük mal miras edinenlerden alınacak vergi dilimi arttırılıyor. Aslında Ekvador’da nüfusun ancak %2’si tüm ülke zenginliğinin %90’ını elinde tuttuğu için yasanın etkileyeceği kitle nüfusun %2’sidir. Etkilenenin de ödeyeceği meblağ çok yüksek değildir. Örneğin; 566-400 doların üstünde miras geliri elde eden kişi devlete ancak 70- 80 dolar ödeyecektir ki bu %8 düzeyinde bir rakamdır. Bir çok batı ülkesinde devletin mirastan aldığı rakam çok daha yüksektir. Yeni yasa bir de yıllardır yeni liberal politikalar ile zenginden daha az vergi almayı tersine çeviriyor ve zengin, daha çok kazanan daha fazla vergi ödeyecektir. Vergi kaçırma yolları tıkanıyor. Amaç gelir dağılımındaki çarpıklığı anayasaya dayanarak düzeltmektir.

Muhalefet yeni çıkacak seçim yasasına da karşıdır. Gene anayasa gereği Correa 2017 yılında yapılacak seçimlerde aday olamayacaktır. İktidardaki PAİS’ın (Onurlu ve Bağımsız Vatan Partisi) Correa’nın yerini doldurabilecek başka bir adayı yoktur. O nedenle iktidar anayasada bu maddeyi değiştirerek Correa’nın tekrar başkan olması yolunu açmak istiyor. Muhalefet seçimleri kaybetmekten korkuyor çünkü Correa son kamuoyu yoklamalarında halkın %70’inin desteğini almış görünüyor. Muhalefet bu değişlikte ölümünü görüyor. Ayrıca Correa’nın lüks tüketim mallarından alınan vergiyi arttırması, yeni çalışma yasası ile milyonlarca güvencesiz işçiyi, ev işlerinde çalışanları da devlet sosyal güvenlik sistemi içine alması bütün bunların cabasıdır. Öte yandan parlamentoda yeni ‘’Toprak ve Su Yasası’’ değişikliği tartışmaları sürüyor. Yasaya göre su kamu hakkıdır ve özelleştirilemez. Günümüzde küreselleşmenin “yıldızı” yeraltı zenginliklerinin çıkarımı işinin ne kadar su kullandığı ve köylülerin tarlalarını sulamak için su bulamaz hale geldiğini düşünürsek yeni yasanın suyu kamu malı ilan etmesinin bu çevreleri rahatsız edeceği açıktır. Yerli halkların büyük bir kesimi bu yasayı desteklemektedir. Yasanın toprak kısmı da ülke kırsal kesiminde yaşayanları yakından ilgilendiriyor. Ekvador halkının %70’i kırda yaşıyor ama toprak mülkiyetinin ancak %20 ’sine sahipler. Toprak ağaları genelde endüstri ve ihracata yönelik tarım ürünleri ekiyorlar. Çoğu da kullanılmıyor. Yani halkın karnını doyuracak ürünler ekilmiyor. Yerli halklar da kötü beslenme sorunları yaşıyorlar. 2008 anayasasında halkın “gıda bağımsızlığının” sağlanması maddesi vardır. Dünya Gıda Zirvesi’nde kabul edilen “gıda güvenliğinden” öte anlamı olan “gıda bağımsızlığına”


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

göre halklara gıda hakkının tanınması yetmez ayrıca bunun sağlanması için gereken koşullar yaratılmalıdır. Yani toprak ve su denetlenmeli, kır yaşayanlarını bağımsızlaştırıcı önlemler alınmalı, kırlara demokrasi götürülmelidir. Yasa kırlara bu düzeni getirmek için çıkarılacaktır. Kırların çoğunluğu bu yasadan yana iken tarım kapitalistleri ve toprak ağalarının kâbusu olduğu açıktır. Correa iktidarına karşıtlığın bir nedeni de budur. Finans-kapital çevrelerini yakından ilgilendiren bu yasalar dışında tartışmalı başka yasalarda vardır. Örneğin; ‘’Eğitim Reformu Yasası’’ biraz daha karmaşıktır. Yeni liberal politikalar kıskacındaki tüm ülkelerde devletin sosyal harcamaları kısması sonucunda eğitim kalitesi düşüyor. Ekvador’da da yıllardır düşmüş. Kaliteli paralı eğitimler yerini almış. Sosyal adalet sağlanacağı zaman sırf eğitimi bedava yapmak yetmiyor. Eğitimin modernleştirilmesi gerekiyor. Kalitenin arttırılması büyük bir sorun oluyor. Bu standardı tutturacak eğitmen bulunmuyor. Eski dönemde bir çok kişi para ile torpil ile haksız yere üst eğitim kurumlarında koltuk edinmişler. Correa eğitimi modern seviyeye yükseltmeye çalışınca bu kesimin direnci ile karşılaştı. Bunlar öğrencilerini de örgütleyip uzun protestolar yaptılar. Her ne kadar bu insanların maddi hakları korunsa bile sıfatlarının korunması başka bir sorundur. Correa iktidarına karşı olan bu türden kesimler de bulunmaktadır. Ülke normal çarklarına oturmaya başlayınca tüm çarpıklıkların giderilmesi, adaletin sağlanması düz bir yol değildir.

Başka Protestocular

Yukarıdaki yasaların finans kapital çevrelerinin mal varlığına, çıkarlarına dokunduğu açıktır. Belki yazmaya bile gerek yoktur. Bu kesimlerin yurt dışından destekçileri de vardır. Dev petrol, maden çok uluslu şirketleri ülkedeki kamulaştırmalarla karlarından oluyorlar. Ayrıca halkların yaşam koşullarının düzelip diğer ülkelere örnek olmasından kendi ölümlerini görüyorlar. Yerli zenginler bu dış güçlerle ülkelerde

istikrarsızlık yaratmaya çalışıyorlar. Ellerindeki ekonomik güç ile Venezüella’da olduğu gibi yapay kıtlık yaratıyorlar. Enflasyonu körüklüyorlar. Medya güçleri ile halkları yanlış bilgilendirip ayaklanmaya, isyana teşvik ediyorlar. Tüm 21. yüzyıl sosyalizmi yolundaki ülkeler gibi Ekvador da bu sıkıntıları yaşıyor. Onun ötesinde günümüz koşulları da zorluklarla doludur. İçine girdiğimiz 2008 krizi 3. dünya ülkelerine yayıldı ve bu ülkelerin tek ihraç kaynağı ham madde ve petrol fiyatları düşüyor. Correa’nın dediği gibi tüm Latin Amerika ülke halkları bu nedenle yoksullaştılar ve her yerde, Brezilya’sından Arjantin’ine halklar hoşnutsuz. Ekvador da bundan nasibini alıyor. Belki en ön e m l i s i de

Halkların seslerinin çıkması için Venezüella milyonlar yatırıyor. Sürekli halk meclisleri kuruyor, topluyor. Aynı şekilde Correa hükümeti de bu örgütlenmeleri 2010 yılından beri özellikle destekliyor. Protesto eden halklar ile masalara oturuluyor ve uzun tartışmalar yapılıyor. Onlar dinleniyor. İkna edilmeye çalışılıyor ya da eleştirileri dikkate alınarak değişiklikler yapılıyor. Hem halk hem iktidar bir çok şey öğreniyor. Protestolar sonucu çıkartılan yasalarda çıkartmalar, eklemeler, değişiklikler yapıyorlar. Örneğin; yeni çıkacak Toprak Yasası için 500 örgütlenme ve 6000 kişi ile toplantılar yapıldı, yapılıyor. Aynı zamanda bu gerçek halk iktidarı yani devletin ortadan kalması yolunda çok önemli bir adımdır.

Halkın kendi kendini y ön e t m e s i n d e kat edilmesi gereken bir yoldur. 21. yüzyıl sosyalizminin kendisinden öncekinden farklı olarak muhalefetin sesini kısmaması aksine sesinin çıkmasını desteklemesidir. Deyim yerinde ise protestocuların eline megafon veriliyor. Hem geçmiş yüzyıldan beri bir ülkedeki burjuva kesimler sayıca arttı hem sorunlar çatallaştı. 21. yüzyıl sosyalist iktidarlar o nedenle ikili iktidar yaşıyorlar. Aldığı kararlara karşı olumlu olumsuz tepkiyi dinleyerek yol alıyorlar. İktidar günlük güçler dengesinin nabzını elinde tutmak zorundadır. Aldığı karara tepki onun yolunun doğruluğunu, yanlışlığını, eksikliğini gösterecektir. Çünkü o halkın iktidarıdır. Halkların sesi kısılmaz aksine örgütlenip seslerini duyurmaları bizzat devlet tarafından maddi manevi desteklenir.

Durum böyle olunca, burjuvalar ve onların en üst kesimindeki finans-kapital çevrelerinin halkların aklını karıştırması ve seslerini üst perdeden çıkarmalarına da olanak tanınmış oluyor. 21. yüzyıl sosyalizmi sonuçta eğer halkları bilinçlendirecek, halkın kendi kendini yönetmesinin yolunu açacaksa halkların da bu süreçte eğitilmeleri, akla karayı birbirinden ayırmasını öğrenmeleri gerekiyor. Ekvador protestolarına bir de bu ışıktan bakmak gerekiyor. Her protesto ile halklar bir şeyler öğreniyorlar. Bu olguya tipik örnek Conaie Ekvador yerli halklar örgütlenmesidir. Conaie eskiden yeni liberal politikaları uygulayan iktidarları devirmede çok aktif bir yol oynadı ve dünya sol çevrelerinde adı ünlendi. Ancak

şimdi gerici saflara savruldu. Kısaca şöyle özetleyelim: Yerli halkların yoğun olarak yaşadığı Yasuni Yağmur Ormanları alanında değerli petrol ve başka madenler vardır. Halkların yoksulluğuna karşı Correa iktidarı bunları çıkartmanın gerekliliğine karar verdi. Ama bu ormanlar Birleşmiş Milletler tarafından dünyada korunma altına alınması öngörülen yer olarak ilan edilmişti. İktidar ikilem altında kaldı: Çevre koruması ve genel halk çıkarları. Correa, Birleşmiş Milletlere bir öneri getirerek bu alanı ellemeyelim ama altındaki değerlere ihtiyacımız var. Siz bize korunması için çıkarılacak petrolün değerinin ancak %20 ’sini verin biz çıkartmaktan vaz geçelim dedi. İktidar tam altı yıl bekledikten sonra BM’den gerekli desteği göremeyince burada çok korumalı olarak çıkarım yapma kararını vermeye ekonomik olarak zorlandı. Elbette üstünde Conaie içinde örgütlenmiş halklar etkilenecekler. Onlara da belirli güvenceler verildi. Conaie içindeki bazı yerli halklar kabul etti, bazıları karşı çıktı. Bu konuyu gerici muhalefet sivil toplum örgütlenmeleri içine girerek halkı yanlış yönlendirmeye çalışıyorlar. Yani açıkça halk örgütlenmesi içine sızdılar. Protestoların başını da çekmeye çalışıyorlar. Zengin burjuva muhalefet dışında eski sovyet stili sosyalizmi savunanlar da var. Ekvador Marksist Leninist Komünist Partisi bu protestolarda yer aldı. Correa 21. yüzyıl sosyalizmi ikili iktidar anlayışını burjuvazi ile anlaşmak olarak yorumlayıp protestolara destek veriyorlar. Maoist ve Troçkist örgütler de var. Hepsi şu anda gericilik ile ittifak etmiş protestolara destek veriyorlar. Ekvador altı yıldır liberal politikaların yıkımından 21. yüzyıl sosyalizmi yoluyla düzlüğe çıkmaya çalışıyor. Son yaşanan protestolara rağmen bölgenin en hızlı gelişen, en istikrarlı ülkesidir. Bu nedenle de oradaki darbe girişimi Venezüella’daki kadar büyük gürültü koparamadı. Ekvador deneyi Bolivya ve Venezüella’dan farklı olarak daha sakin ve az çalkantılı ilerliyor. Bu darbe girişimi de başarısızlıkla son bulacaktır.

19


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

MEHMET ALİ DOĞAN: KOMÜNLER, ORTADOĞU’DA KÜRT’LER Ayşe TANSEVER Röportaj Çeviri

O nedenle bizim yaptığımız ALBA projesine ve Patria Grande (Büyük Anavatan) projesine benzer. Orta Doğu’nun Patria Grande’si. Orta Doğu bu süreci yaşayabilir ama bu uzun bir mücadele, birçok kurbanlar vereceğimiz bir mücadeledir. Ama her bir ülkeyi değiştirerek, her bir devleti dönüştürerek bunu başarabiliriz. O nedenle Latin Amerika’daki demokratik devrim bizim için çok değerlidir.

T

ürkiye, Suriye’nin kuzeyinde Kürt güçlerini bombalarken Venezüella sitesi, Kürdistan ve Latin Amerika Dayanışma Komitesi sözcüsü aynı zamanda Kürt antropoloğu ve belgesel yapımcısı Mehmet Ali Doğan ile sohbete oturur. Doğan, Kürt özgürlük mücadelesi deneyimleri olan, Türkiye cezaevlerinde politik tutuklu olarak altı yıl yatmış biridir. İlk önce Bolivya ve şimdi de Arjantin’de yaşamaktadır. Burada Hugo Chavez döneminde Venezüella ile başlatılan hegemonyaya karşı Latin Amerika kaynaşması ile Türkiye, Suriye, İran ve Irak’taki etnik azınlıkların birleştirilmesi arasında bağlar kurmaya çalışıyor. Doğan, 1997 yılından beri Türkiye’de tutuklu olan Kürdistan İşçi Partisi lideri Abdullah Öcalan’ın düşüncelerini anlatıyor. Öcalan, Kürt Kurtuluş Hareketi’nin politik ve ideolojik kurucusudur ve Kürt ulusal devleti yerine “demokratik konfederasyon” fikrini ortaya atar. Bu konfederasyon Kürtleri, Türkleri, Arapları, Ermenileri ve diğer öz yönetim düzenlemesi ile kendilerini yöneten gurupları, katılımcı politik ve ekonomik demokrasiye dayalı, sömürgecilikten kalma devlet sınırlarından bağımsız yaşayan halkları kapsayan esnek federal belediyeler ağı içinde bir arada yaşamalarını öngörür. Roland Denis bir forum için Caracas’da bulunan devrimci Doğan ile Venezüella “komünal devlet” ve Kuzey Suriye özerk otonom bölgesinde Rojava’da inşa edilmekte olan demokratik konfederasyon modeli ile karşı egemen stratejilerini ve son Türkiye Haziran seçimlerinde tarihi %13 oy alan sol kanat Halk Demokratik Partisi(HDP)’ni ay-

20

rıca emperyalizm ve ekonomik savaşlara karşı halk iktidarının rolünü tartışıyor. “Venezüella’da komünal devlet” projesi ve Rojava ve Kürdistan’da kurulduğunu gördüğümüz demokratik konfederalizm arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz Kürtler için, Venezüella deneyi çok önemlidir. 2002 darbesinden sonra, Kumandan Chavez iktidar gücünün halklar elinde olmasının gerektiğini çok iyi anladı. İmparatorluğun karşısında tek garanti ordusu, hükümeti, polisi ile devlet değil halklardır. Bu deneyimden sonra örneğin; çok önemli Bolivar milislerini örgütleme fikri doğdu. Biz Bolivar Devrimi’nin halkların kendisi, onların üsleri tarafından savunulması gerektiğini anlıyoruz. Ve daha sonra, komünal konseyler ve komünler projesinin doğuşu da aynı düşüncenin uzantısıdır. Biz Venezüella deneyiminden bürokratik yapı olarak devletin, ülkenin savunma garantisi olamayacağı dersini çıkarıyoruz. İktidardaki yönetim devrimci bile olsa devleti korumak için her zaman bürokrasi gereklidir. Biz devlete karşı değiliz. Komutan Chavez vizyonunda devletin rolünde azalan bir strateji görüyoruz. Bu ne anlama gelir? Bir varoşta, elektrik yoksa sorunu çözmek için oranın yaşayanları mutlak yerel yönetimler üzerinden gitmek zorunda değillerdir, halk konseyi bu sorunu çözebilir. Kadınlara karşı şiddet varsa, halk konseyi sorunu polise başvurmadan halledebilir. Komünal konsey mantığı budur. Ve sadece bu değil komünal konseyler eşitsizliğin ve yolsuzluğun tüm biçimlerine karşı mücadelenin anahtarıdır.

Komünal konseyler sadece devrimci Venezüella ordusunu, sadece hükümeti, parlamentoyu değil halkların kendi öz güçleri ile ülkeyi de savunabileceklerini gösteren bir örnektir. Bu bir sol veya sağ sorunu değil ulusal bağımsızlık sorunudur. Biz Kürtler Venezüella deneyini Kürt stratejisinin devlete karşı olmadığı iddiamızı güçlendirmek amacıyla çok iyi inceledik. Aksine, biz devletin rolünü nasıl azaltabiliriz ile ilgileniyoruz. Bu ne anlama gelir? Yerel halklar toplumu yönetirken sağlık, eğitim vs gibi tüm temel kararları nasıl alacaklar ve sizdeki gibi komünal konseylerde nasıl örgütlenebileceklerdir. Devletin rolü kararlar almak değil sadece onlara yardımcı olmak ve tabanın aldığı kararları yürütmek olmalıdır. Eğer devlet kararları verir ve halklar bunu yerine getirmeye zorlanırsa kötü şeyler olabilir. Sovyetler Birliği ve diğer ilerici iktidarların deneyi, Kaddafi deneyi budur. Yeşil Devrim harika bir fikirdi ancak Kaddafi ne ideolojisini halka benimsetebildi ne de bunu ilerici devrim halk devrimi haline dönüştürebildi. Venezüella yerel halk gücü sayesinde, her türden emperyalist saldırılara, ekonomik savaşa, liberal sistemi yeniden kurmak için Venezüella’yı istikrarsızlaştırmaya karşı direnebiliyor. Bu bizim için çok önemlidir. Son on beş yılda Venezüella’da oluşturulan halk iktidarı kurumları iktidara karşı durarak devleti değiştirmek için ve hegemonyaya karşı mücadele çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu Chavez’in stratejisiydi. Ancak Rojava Kürtlerinin halk savaşı gibi başka bir stratejileri var gibi gözüküyor. PKK lideri Abdullah Öcalan da yazılarında aynı şekilde iktidarı almak


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

KARŞI-HEGOMONYA VE RİN PATRİA GRANDE MÜCADELESİ Lucas Koerner’in 19 Ağustos 2015 tarihinde Mehmet Ali Doğan ile gerçekleştirdiği Venezuelanalysis.com sitesinde yayınlanan röportaj; için hegemonyaya karşı bir stratejiden söz ediyor. Bununla birlikte, Demokratik Halk Partisi (HDP) Türk devleti içinde iktidar olma stratejisi taşıyor gibi görünüyor. Siz bu karşı hegemonik yolu nasıl görüyorsunuz? Biz kutuplaşmadan korkuyoruz. Düşmanımız olan yeni liberal sistem Türkiye de sağ-sol, Türk-Kürt kutuplaşmasını yaratmayı başardı. Biz bu kutuplaşmayı bozmayı başardık, çünkü % 80 ve %20 olarak kutuplaşma çok tehlikeli bir tuzaktır. Kutuplaşma olduğunda iki taraf arasında hiçbir iletişim kalmıyor. Eğer Türkiye’de nüfusun % 70’i İslami milliyetçi Türk devlet ideolojisi ile manupüle edilirse ben bu insanlarla iletişim kuramam, çünkü kapılarını çaldığımda bana “Sen Kürtsün, sen PKK’densin” derler. Bu halkların suçu değil onlar manipüle ediliyorlar. Bu ablukanın nasıl kırılabileceği sorunu üzerine çok düşündük. Kutuplaşma abluka ile aynı şeydir. “Bu düşmanlara oy verme!” Yoksul bir işçi, bir işsiz manipüle ediliyor. Bu onun suçu değil. Biz onunla nasıl iletişim kurabiliriz? Biz bu konuda bir delik açtık. Savaştık kurbanlar verdik. 12.000’den fazla siyasi tutuklu ve 18.000’den fazla kayıp var. Bu kutuplaşma ablukasını kırmak istiyorlar. Ve geniş bir cephe oluşturmayı başardık. Manipüle edilen Türkler artık bizimle beraberler ve devletin yanlış bilgilendirmesine, yalanlarına karşı bilinçleniyorlar. Suriyeliler, Ermeniler ve diğer halklar, işçiler köylüler vs. hepsi bizimle beraberler. Bu Yunanistan Syriza örneğinde de böyle. İspanya’da Podemos için de böyle. Aynı şekilde İspanya’da sosyalist parti ve iktidar arasında bir kutuplaşma

vardı ama şimdi bu kalmadı. Bizim İspanyol yodaşlarımız bunu başardılar. Tüm dünyada bir devrim yapmanın, yeni bilimlerinin doğuşunu yaşıyoruz. Kutuplaşma çok tehlikeli. İmparatorluk burada Venezüella’da ne yaptı? 2013 başkanlık seçimlerinde % 49 karşısında % 51’i kutuplaştırdı. Başkan Maduro’nın dediği gibi Venezüellalıların % 48’inin burjuva olduklarını söyleyemeyiz. Hayır, onlar manipüle ediliyorlar. Bu kesim ile iletişim kurma diye bir görevimiz var. Onları ikna etmek, yaptığımız hataları görmek ve halkın ço-

ğunluğunun desteği ile nasıl yol açacağımızı düşünmemiz lazım. Bu Bolivya’da yapılıyor. Madenciler protesto ediyorlar, çatışmalar yaşanıyor ama bu madenciler Evo’ya oy veren ayn madenciler. Yani protestolar, demokratik karşı çıkışlar, iktidarın protestocuların düşmanı olduğu anlamına gelmez. Halklar kardeş hükümetten haklarını talep ediyorlar. Biz de bunu öğrenmek

zorundayız. Örneğin; Türkiye’de denetlediğimiz belediyeler var. Bizde eş başkanlık sistemi var ve bunlar hatalar yapıyorlar. Kürt halkı sokaklara çıkıyorlar ve diyorlar ki “Bakın yoldaşlar bu fabrika burada suyu kirletiyor.” Yani kendi partisini de protesto ediyor. Bu nedenle, demokratik talepler yıkıcı muhalefet anlamına gelmez. Yapıcı muhalefeti kabul etmek zorundayız. Venezüella’da bunu başarabilirsek muhalefetin manüpüle ettiği insanları aynı Chavistalar gibi Bolivar sürecine katılabilirler.

Syriza’ya değindiğinize sevindim. Yunanistan, Türkiye ve Venezuela’da, devrimci güçlerin devletin yeni sömürgeci, bürokratik egemen matrisi ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Devlet sorununu ve onun dönüşümünü nasıl görüyorsunuz? Biz Türkiye’de devletin rolünü ortadan kaldırmak için iktidarı ele almak, hükümete ulaşmak istiyoruz. Eğer HDP’nin 80 millet-

vekili varsa amacımız çoğunluğu elde etmek, hükümet kurmak ve Türkiye’yi demokratikleştirmektir. Ve Türkiye’yi demokratikleştirmek demek bir kurucu meclis, devletin rolünü azaltan yeni bir anayasa demektir. Biz iktidarı ele geçirmezsek devleti değiştiremeyiz. Mevcut dünyada, devlet olmadan hareket edemeyiz. Devletler var olacaktır. Sınırlar var olacaktır. Ama devletin insan sorunları üzerindeki yönetim gücünü ve karar verme mekanizmasını asgariye indirmek için devleti nasıl denetimimiz altına almayı başaracağız? İnsanlar nasıl yasal yollarla bizim için ikisi de aynı olan direkt ya da katılımcı demokrasiye ulaşacaklardır? Ve bu devlet sorunu aynı zamanda bölgesel kaynaşma sorunu ile iç içedir. Küresel düzeyde iki bölgesel kaynaşma modeli var gözüküyor. Bir yanda Avrupa Birliği modeli NAFTA, NATO ve diğer yeni liberal, kapitalist-emperyalist kaynaşma modelleri öte yanda da Kürt projesi, ALBA (Amerika kıtası Bolivar İttifakı) PetroCaribe ve diğer hegemonyaya karşı kaynaşım örnekleri var. Siz bu bölgesel kaynaşım düzeyinde mücadeleyi nasıl görüyorsunuz? Arap dünyasında ulusal devletler bölünmesinin herhangi bir antropolojik ya da sosyolojik mantığı yoktur, tamamen yapaydır. Latin Amerika’da pek çok kurtarıcılar var. Şili’yi Arjantin’den, Arjantin’i Uruguay’dan, Bolivya’yı Paraguay’dan ayıran hangi mantıktır? Hiçbir şey. O nedenle bizim yaptığımız ALBA projesine ve Patria Grande (Büyük Anavatan) projesine benzer. Orta Doğu’nun Patria

Röportajın devamı bir sonraki sayfada... 21


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2015

Grande’si. Orta Doğu bu süreci yaşayabilir ama bu uzun bir mücadele, birçok kurbanlar vereceğimiz bir mücadeledir. Ama her bir ülkeyi değiştirerek, her bir devleti dönüştürerek bunu başarabiliriz. O nedenle Latin Amerika’daki demokratik devrim bizim için çok değerlidir. Orta Doğu Patria Grande’si kavramına değindiğin için mutluyum çünkü Venezüella’da birçok Filistinli var ve o nedenle İsrail sömürgeciliğine ve ırkçılığa karşı mücadeleyi buradan yakından hissediyoruz. Bu Kürt modelinden esinlenen Filistinli yoldaşlar var mı? Bu bir Kürt modeli değil Orta Doğu modeli. Bunu çok açıkça belirtmeliyiz. Bu Kürtlerin kurtuluşu modeli değildir. ‘Biz kendimizi özgürleştiririz ve bu bize yeter”. Hayır. Bu Orta Doğu’nun özgürleşmesi modelidir. Tüm Orta Doğu halklarının özgürleşmesi ve Orta Doğu Patria Grande yaratmaları için bir seçenek önerisidir. Çünkü binlerce on binlerce yıl önce halklarımız bu bölgede birlikte çok güzel yaşadılar. Peki, bu görüşten hareketle halkın anti-ataerkil ve de LGBT mücadelesi nasıl? Biz Avrupa merkezci egemen düşüncenin Orta Doğu’da “uygar hoşgörüsünü” özellikle İsrail’i yanına alarak karşısına Orta Doğu’daki “ataerkil barbarlığı” koyduğunu biliyoruz.

Biz şimdi sıfırdayız ama -1000’lerden sıfıra geldik. Yani daha hiçbir şey bitmedi. Ayrı bir sınıf olarak görülen kadınların kurtuluş mücadelesi ve kadının erkek ile eşit güce sahip olduğu yeni bir model kurma mücadelesi doğru bir yolda ilerliyor. Ayrıca, bu bölgede egemen olmayan cinsel tercihler büyük bir tabudur ve farklı cinsel tercihlerin kabulünü sağlamak için hoşgörünün ötesinde çalışıyoruz. Çünkü “hoşgörü” kelimesi “Ben seni istemiyorum, sen çok kötüsün ama seni kabul etmeye çalışacağım” anlamına gelir. Sonuçta yaptığımız “Ne olursan ol, ne istersen iste seni kabul ediyorum. Senin cinsel, dinsel tercihlerin ister Hıristiyan ister Yahudi vs. olsun seni olduğun gibi kabul ediyorum.” mantığını hayata geçirmektir. Bu zihinsel bir devrimdir. Bir düşünün: Türkiye’de 80 milyon nüfusun içinden 6 milyon bu projeye oy verdi. Halkların Demokratik Partisi (HDP) programında farklı cinsel tercihlerin kabulü ve legalleşmesi vardır. Hatta LGBTİ adaylarımız var. Altı milyon oy. 30 milyon-40 milyon seçmen için bunun sosyolojik olarak ne demek olduğunu biliyor musunuz? Çok önemli çünkü tüm bu baskı, tehditler ve yolsuzluklara rağmen bu oyu aldık. Bunlar bilinçli oylardır ve platformumuzun çeşitli kanatlarına destek demektir.

İlk olarak, Ermeni soykırımı. 1915 ve 1923 yılları arasında, Türk devleti 1,5 milyondan fazla Ermeni öldürdü. Dünya bu soykırımın tanınmasını talep ediyor. Aynı Arjantin’de diktatörlüğün dokunulmazlığını kaldırması gibi Türk devleti bu hatayı düzeltmeli ve geçmişi ile uzlaşarak adaleti yerine getirmelidir. Sonra LGBTİ ve kadın gelecektir. Bu zihinsel bir devrimdir ama bu her şeyi çözmek anlamına gelmez. Orta Doğu’da, Türkiye’de altı milyon kişi bu proje (HDP) için oy verdi bana göre bu bir devrimdir. Dün gece devrim ve savaş durumunu tartıştık. Paradoks ama Suriye iç savaşı Kürtlere Rojava’da, alternatif bir toplum yaratma olanağını verdi. Venezüella’da sık sık ekonomik bir savaş içinde olduğumuzu duyuyoruz ama bu savaş durumu Bolivar devrimini daha ileri götürmeye uygun yeni bir güçler dengesi yaratmadı. Aksine halk kesimlerinde çok bölünme ve durgunluk var. Rojava ile karşılaştırıldığında bu durumu sen nasıl görüyorsun? Venezüella ile hemen hemen aynı durumda olduğumuzu düşünüyorum. Kürdistan Birliği (KCK) ilerici hareketi imparatorluğun tehlikelerini göstermeyi başardı. Kürtlerin, Ermenilerin, Suriyelilerin ve birçok Arap, Türk ve İranlıların çoğunluğu bu tehlikenin bilincinde ve bu ne-

denle birlik içinde davranıyorlar. Venezüella’da, direkt emperyalist ekonomik saldırı var. Venezüella halkının savaş ile karşı karşıya olduğunu, bu nedenle daha çok birlikte olmaları gerektiğinin bilincinde olduklarını düşünüyorum. Bu anlamda devrimci Venezüellalı yoldaşların halklarına savaşta olduklarını anlatması gerekiyor sanırım. Ne yazık ki bazı Venezüellalılar saldırının kurbanı olduklarının bilincinde değiller. Nasıl olur da paralel dolar 700 bolivar olur? Bu tam bir ekonomik savaştır. Bu anlamda bizim durumumuz sizinkinden daha kötü olsa da aynı durumdayız. O nedenle Venezüella halkının emperyalizme karşı birleşik bir cephe oluşturmak için toplumun tüm kesimlerinde bir birlik yaratmasını diliyoruz. Peki ekonomik savaşta halk iktidarının rolünü nasıl görüyorsunuz? Bu sadece halk iktidarı değildir. Halk iktidarı önemlidir, merkezi bir dinamiktir. Halk iktidarının önerisi daha nasıl sosyalleşirizdir. Yani halk iktidarı sağlığı, eğitimi sosyalleştirmeyi başardı. Ama sorun bunu halk iktidarı ile nasıl başardığımızı anlatmaktır. Bu çok önemli bir görevdir. Venezüellalılar bu halk iktidarını kaybederlerse, yeni liberal sistem geri gelirse bunu daha iyi anlarlar ama o zamanda çok geç olur. Venezüella’da yeni liberalizmin iktidar olmasına izin veremeyiz. Bu nedenle, halk iktidarı önemli bir dinamiktir ama bir de orta sınıflar var. Orta sınıfta yeni liberalizmin kurbanıdır. Bunu anlatmamız lazım. Girişimciler, dürüst işverenler de yeni liberalizmin kurbanıdır. 50 işçi çalıştıran küçük işyerleri varlığını artık sürdüremez çünkü eğer büyük uluslararası tekeller buraya gelirse onlarla rekabet edemezler. Yani küçük burjuvazi, orta sınıflar, küçük işverenler ve halk gücünü nasıl tek bir cephede birleştiririz. Bu cephe önemlidir.

22


Eylül 2015 / Sosyalist Dayanışma

DEVRİMCİ KİŞİLİK VE DURUŞ Planlı ve Disiplinli Olma

P

lanlı olmak ne istediğini, ne yapacağını bilmekle olur. Bir örgütün planı stratejik bütünlük içinde önüne dönemsel olarak koyduğu taktiklerdir. Devrimci kişi de bu taktik planlarda aldığı görevleri yerine getirir. Planlılık bilincinin mihenk taşı alınan görevlerdir. Bu görevlerin zamanında, konuşulan çerçevede yerine getirilmesidir. Plansızlığın bir nedeni ne yapacağını bilmemek olabilir. Bu durum ya örgütün hedeflerinin net olmamasından kaynaklanır ya da kişinin görevi tam olarak kavrayamamasından. Bu anlamda yapılacak işte netlik çok önemlidir. Bir başka sorun da kişinin yapısından kaynaklanabilir. Kişi disiplinsiz ve plansız olabilir. Zamanını iyi planlayamıyor olabilir. Yapılacak işin zamanlaması yapılması kadar önemlidir. Zamanında yapılmayan işler olmamışa dönebilir. Günlük hayatta disiplin önemlidir. Kaçta yatıp kaçta kalktığımız pek çok şeyin göstergesidir. Gereksiz yere gece geç saatlere kadar uyumayıp öğleden sonra kalkarak günümüzü öldürmekten başka bir şey yapmayız. Zaman çok kıymetlidir. 1 saatimizi bile boşa harcamamalıyız. Yapacağımız işleri pratik faaliyetle sınırlı tutmak yanlıştır. Öğlene kadar yatıp akşamüzeri bir iki pratik faaliyette bulunmak devrimcilik değildir. Sabah erkenden kalkıp pratik bir işimiz yoksa okumalarımızı yapabiliriz. İdeolojik donanım çok önemlidir. Mücadeleye yaklaşımımız bir nefes bir heves değilse kendimizi donatmalıyız. Düşmana karşı sağlam durmanın belki de en önemli boyutu budur. Kitap okumaktan gazete okumaya, sanat ve kültür faaliyetlerini takibe kadar geniş bir yelpazede ele almalıyız ideolojik donanımı.

Zaten bir devrimciye yakışır hayat sürenlerin bir saati bile boş kalmaz. Kendimizi ideolojik olarak yeniden üretmek dedik. Bir de yeniden üretim süreci vardır ki bu da disiplinimiz ve hayata bakışımızı ele verir. Yaşadığımız mekanın temizliğinden, yemek yapmaya, kişisel bakımımıza yeniden üretim süreci de önemlidir. Hasta edecek kadar pis evlerde yaşamanın hiç bir gerekçesi olamaz. Zaman bulduğunda evde yemek yapmayıp hazır gıdalar tüketmek sağlıksızdır. Hele bir de meselenin kadın sorunuyla doğrudan ilişkisi düşünülürse bu konu daha ciddi ele alınmalıdır. Yaptığımız bir diğer yanlış faaliyet alanımızda amaçsızca vakit geçirmektir. Gerek kurumlarda gerekse de faaliyet alanında geçirdiğimiz vakit planlı olmalıdır. Her bir saati dolu, mücadeleye hizmet eder tarzda olmalıdır. Amaçsızca kurumlarımızda saatler geçirmek zaman israfıdır ve körelticidir. “Şimdi ben burada ne yapıyorum, bu zaman geçirmem neye hizmet ediyor” diye kendi kendimize sormalıyız.

Tarz ve Üslup Kendimizi ortaya koyuş şeklimiz tarzımızı ve üslubumuzu belirler. Oturup kalkmamız, konuşmamız, giyim kuşamımız bunun içindedir. Kimi insan kişiliğinde belirgin bir derinlik taşımasına rağmen bunu ortaya koyamaz. Bunun nedeni daha çok kendine güvende eksiklik ve yol yöntem bilmeyiştir. Daha çok kadınlar ve ezilmiş kesimler bu sorunu yaşar. Kimi insanlarda da şişik egolar sonucu abartılı bir özgüven görülür. “Ben”le başlayan bol cümleler kurulur. Her şeyi bilmeleri en çok rastlanan durumdur. Özeleştiri bilinci böyle unsurlarda son derece kısıtlıdır. Küçük burjuva özellikler taşır.

İnsanlarla ilişkisi yapay ve yüzeyseldir çünkü kendisiyle kurduğu ilişki böyledir.

Bahar EKİNCİ

Bir devrimci kendine güven taşımalıdır. Ne olduğundan eksik ne de fazlasını göstermelidir. Samimi ve dengeli bir duruşu olmalıdır. Özgüvenini kollektifin içinde ürettiği, üretilen değerlerden almalıdır. Yapılan başarılı işlerde ne kendisini öne çıkarmalı ne de daha çok kadınların yaptığı gibi silikleştirmelidir. Devrimci bir kişilik dış görünümüne de özen göstermelidir. Tek tipleştirmeye çalışan zihniyetle mücadele ederken kılık kıyafet yönetmeliği çıkarmayacağız elbette. Ama mesela temiz olmalıyız, öz bakımımıza özen göstermeliyiz. Konuşma üslubumuz bilincimizden beslenir. Bir devrimci konuşma tarzına, literatürüne dikkat etmelidir. Bu konuda en çok karşılaşılan sorun erkek egemen küfür ve kavramların kullanılmasıdır. “Kahpe bir kurşunla vurdular Kenan Budak Yoldaşı” cümlesindeki “kahpe” kelimesinin anlamı ve kullanım şekli sorgulanmalıdır. Kadına ısrarla “bayan” demek erkek egemen zihniyetten beslenir, sorgulanmalı deşifre edilmelidir. Fıkralarda farklı milliyetten insanların sık sık komik, aptal durumuna düşürüldüğünü bilince çıkarmalı, Karadeniz fıkralarına bir de bu gözle bakmalıdır.

Bir devrimci kendine güven taşımalıdır. Ne olduğundan eksik ne de fazlasını göstermelidir. Samimi ve dengeli bir duruşu olmalıdır. Özgüvenini kollektifin içinde ürettiği, üretilen değerlerden almalıdır. Yapılan başarılı işlerde ne kendisini öne çıkarmalı ne de daha çok kadınların yaptığı gibi silikleştirmelidir.

Bir devrimcinin sohbetlerinin bir derinliği olmalıdır. Tabii ki bu derinlik kişiliğinden ve birikiminden beslenir. Konuşmak için konuşmamalıdır. Gerek yoldaşlarıyla gerek halkla sohbetleri amaçlı ve seviyeli olmalıdır. Yazının devamı bir sonraki sayıda...

23



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.