Sosyalist Dayanışma Dergisi Ekim 2015 37. Sayı

Page 1

Savaş ve Seçimler Gökdelenlerin Gölgesinde Hac HDP’ye Sıkı Sarılalım Fiyatı: 2 TL

/SODAP

/SODAP74

EKİM 2015 YIL: 5 SAYI 37

WWW.SODAP.ORG

SARAY FAŞİZMİ

YENİLECEK! YENİ YAŞAM

KAZANACAK!

AKP, Faşistleşme Süreci, Dönüşsüzlük Noktası ve Direniş Erken Seçimde Tekrar Aday Olmak Kıyamet Doğanın İntikamıdır Duvar Silahlaşan Zılgıtlarıyla Cizre’li Kadınlar! Koku Pirimi Değil İş Güvenliği İstiyoruz! “Çipras Çarmıha Gerilmeli!” G. Afrika’dan Bir Yoksul Örgütlenmesi Deneyimi Olarak AbM Devrimci Kişilik ve Duruş Voltaçark-Hapiste LGBTİ Olmak


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

MEHMET İÇİN! ADALET İÇİN! 14 Ekim Çarşamba günü saat:13:30’da Mehmet Ayvalıtaş’ın hayatını kaybettiği yerde mahkeme heyeti ve bilirkişilerin katılmıyla keşif yapılacaktır. Mehmet Ayvalıtaş’ın katledilişinin tanıkları olarak o gün keşifte olacak ve Mehmet için adalet arayışımızı sürdüreceğiz.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 5, Sayı: 37 Ekim 2015 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

ÖNDERİMİZİ ANIYORUZ! Önderimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ölümünün 44. yıldönümünde anıyoruz. Yer: Topkapı Mezarlığı Tarih: 11 Ekim Pazar Saat: 11:00


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

SAVAŞ VE SEÇİMLER

7

Haziran seçimlerinin sonuçları sadece AKP için değil, başta ordu olmak üzere geleneksel devlet bürokrasisi ve tüm milliyetçi muhafazakâr siyasi çevreler için sarsıcı oldu. Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiye demokrasi güçlerinin ittifakı olan HDP’nin 80 milletvekiliyle meclise girmesi Erdoğan’ın başkanlık hevesinin önünü kesmekle kalmadı, sömürgeci devlet cihazı açısından da hazmedilmesi zor bir tablo ortaya çıkardı. Türkiye tarihinde ilk defa, demokratik halk güçleri bu kadar güçlü bir şekilde parlamentoda temsil imkânı bulabildi. HDP’nin 12 Eylül rejiminin getirdiği barajı yıkıp meclise girmesinin elbette en önemli sonucu, Tayyip Erdoğan’ın Türk tipi başkanlık rejimine geçiş planının bozulması oldu. Ayrıca AKP ilk kez meclisteki çoğunluğunu yitirerek tek başına iktidar kurma kudretinden yoksun kaldı. Yeni bir rejim kurmayı amaçlayan ve baştan aşağı yolsuzluğa bulaşmış olan Saray, hiçbir şekilde iktidarı paylaşmak niyetinde olmadığından “tekrar seçim” dedi. Türkiye tarihinde ilk kez bir iktidarın, seçim sonuçlarından memnun olmadığı için seçimi tekrar yaptırmasına tanıklık ediyoruz. Ancak tuhaflık bu kadarla sınırlı değil. Çatışmasızlık koşullarında HDP’nin güçlendiğini gören Erdoğan, MHP ve ordu ile zımni bir ittifak içinde Kürt Özgürlük Hareketi’ne savaş ilan etti. 13 yıllık iktidarı boyunca AKP hep çatışmasızlığın nimetini yemiş, seçimlerden önce karşılıklı ateşkesler ilan edilmişti. Ancak şimdi oy artışı için ‘barış’tan değil savaştan medet umuluyor. Erdoğan ateşkesi bozarak (24 Temmuz’da Kandil bombalandı) 1 Kasım seçim kampanyasını başlatmış oldu. Çatışma ortamında HDP’ye verilen desteğin azalacağını ve böylece belki de baraj

altına kalabileceğinin hesabı yapılıyordu. Ancak yapılan anket araştırmaları Saray’ın bu hedefinin henüz gerçekleşmediğini ve hatta gerçekleşmesinin de pek mümkün olmadığını gösteriyor. Çatışmalar başladığından beri devlet gerilladan çok sivil öldürdü. Kentleri kuşatma altına alıp, ormanları ateşe verdiler; onlarca çocuk, yaşlı, kadın öldürdüler. MİT’in örgütlediği lümpen çeteler batı illerinde onlarca HDP bürosunu ateşe verdi, mevsimlik Kürt işçiler linç edildi. Bütün bunlar olurken Kürt halkı HDP’den uzaklaşmak yerine ona daha fazla sarıldı ve sarılacak. Sadece Kürt seçmenin desteği bile HDP’yi barajın üstünde tutmaya yeterli olacaktır. Erdoğan ve danışmanları bu gerçeği görmüyor olamazlar. Bu yüzden Saray’ın asıl amacı, HDP barajın altında kalmasa bile devşireceği yeni milliyetçi oylarla milletvekili sayısını 276’nın üzerine çıkarmaktır. Bu yüzden HDP’ye karşı başlatılan linç kampanyasının örtük hedefi MHP’nin tabanından oy devşirmektir. AKP, HDP’ye ve Kürt hareketine saldırarak milliyetçi muhafazakar tabandan birkaç puan oy devşirmek ve böylece tek başına iktidar olabilmek için var gücüyle çalışıyor. Türkiye tarihinin en büyük seçim mühendisliği vakasıyla karşı karşıyayız. Kürdistan’dan başlayalım; AKP 7 Haziran’da en büyük milletvekili kaybını Kürt illerinde yaşadı. Bölgedeki bazı illerde küçük bir farkla son milletvekilliklerini HDP’ye kaptırdı. Şimdi HDP’ye giden sandalyelerin en azından bir kaçını alabilmek için hem HDP’nin oyunu azaltacak manevralar yapmaya hem de ittifaklar geliştirerek oyunu arttırmaya çalışıyor. Hüdapar’ın AKP lehine seçimden çekilmesi belki birkaç ilde AKP’nin bir milletvekili daha çıkarmasını sağlayabilir. İkinci olarak; HDP’nin güçlü ol-

duğu mahalle ve köylerdeki sandıkları taşıyarak HDP seçmeninin seçime katılımını düşürmeye çalışıyorlar. Tabi AKP’nin asıl gözünü diktiği ve kendisini 276 sayısına ulaştırmasını beklendiği kesim milliyetçi-muhafazakar Türk seçmen. Devam etmekte olan savaş ve linç girişimleri, bu seçmenden AKP’ye oy kayışı sağlamak için sürdürülüyor. Ancak tüm bu çabalara rağmen kayda değer bir oy artışı sağlanamaması ihtimali de var. Buna karşı bir önlem olarak da AKP seçmeninin bir kısmının az farkla vekillik kaybedilen illere kaydırılarak vekil sayısını arttırma yöntemi hayata geçiriliyor. Seçmen kaydırmalarıyla, oy artışı sağlamadan meclisteki sandalye sayısını arttırmak gayet mümkün. Tabi tüm bunlara bir de fırsat buldukları her yerde yapacakları seçim hilelerini de eklemek gerekiyor. Erdoğan ve AKP’nin 1 Kasım’da tek başına iktidar olabilmek için canhıraş bir çaba içerisinde olduğunu görüyoruz. Önümüzdeki bir ay boyunca bu çabanın ne gibi hinliklerle ve keyfiliklerle devam edeceğini hep beraber izleyeceğiz. Ancak burada altı çizilmesi gereken asıl konu, bizim cephemizde, 1 Kasım seçimlerine yönelik henüz güçlü bir motivasyonun yaratılamamış olması. Hatta seçimin yapılmayacağına dair öngörüler bile yapılıyor. Bizce bu çok küçük ihtimali tamamen göz ardı ederek, seçim çalışmalarına 7 Haziran’da olduğu gibi, bir seferberlik ruh haliyle yüklenmek gerekiyor. 1 Kasım’da seçimler yapılacaktır ve AKP 276’ya ulaşabilmek için asıl olarak anti-HDP bir duruşla bu kampanyayı yürütecektir. Kürt düşmanlığına oynamaktan başka söyleyebilecekleri hiçbir şey yok. 1 Kasım seçimleri de tıpkı 7 Haziran gibi AKP ve

Fikret KIZILTAN

Çatışmalar başladığından beri devlet gerilladan çok sivil öldürdü. Kentleri kuşatma altına alıp, ormanları ateşe verdiler; onlarca çocuk, yaşlı, kadın öldürdüler. MİT’in örgütlediği lümpen çeteler batı illerinde onlarca HDP bürosunu ateşe verdi, mevsimlik Kürt işçiler linç edildi. Bütün bunlar olurken Kürt halkı HDP’den uzaklaşmak yerine ona daha fazla sarıldı ve sarılacak. Sadece Kürt seçmenin desteği bile HDP’yi barajın üstünde tutmaya yeterli olacaktır.

3


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

HDP, yani Saray ve Türkiye’nin demokrasi güçleri arasında olacaktır.

1 Kasım seçimleri yaklaşırken öncelikle seçmene şunu anlatabilmek zorundayız: 7 Haziran’da HDP’nin 80 milletvekili çıkarmasına rağmen müzakere yerine savaşa dönülmesinin sorumluluğu bütünüyle Saray’a aittir. 8 Haziran’dan bu yana yaşanan asker, sivil ya da gerilla tüm ölümlerin nedeni Erdoğan’ın savaştan oy devşirme politikasıdır.

4

7 Haziran’dan farklı olarak görece çatışmasızlık yerine savaş koşullarında seçimlere gidiyoruz. Gerçi sözde çatışmasızlık döneminde yapılan seçimlerde HDP’nin 170’den fazla bürosu saldırıya uğramış, silahlı saldırı ve bombalamalarda onlarca yoldaşımız hayatını kaybetmiş ve yaralanmıştı. Ancak şimdi hem devletin saldırılarının boyutu büyüdü hem de PKK aktif savunma anlayışıyla misilleme eylemlerine başladı. Her gün yeni ölüm haberlerinin geldiği bir ortamda, seçim çalışmalarını yürütmek durumundayız. 1 Kasım seçimleri yaklaşırken öncelikle seçmene şunu anlatabilmek zorundayız: 7 Haziran’da HDP’nin 80 milletvekili çıkarmasına rağmen müzakere yerine savaşa dönülmesinin sorumluluğu bütünüyle Saray’a aittir. 8 Haziran’dan bu yana yaşanan asker, sivil ya da gerilla tüm ölümlerin nedeni Erdoğan’ın savaştan

oy devşirme politikasıdır. Savaşın sürüyor ve her gün yeni ölüm haberlerinin geliyor olması hepimizin canını yakıyor. HDP’ye oy vermiş pek çok kişi haklı olarak eğer barışı getirmiyorsa HDP’nin seçim başarısının ne anlamı var diye soruyor. Ancak bu şekilde düşünüp seçimi önemsizleştirmek büyük bir yanılgı olacaktır. Eğer Erdoğan 1 Kasım seçimlerinde umduğu tek başına iktidarı elde ederse savaş politikalarını daha da derinleştirecektir. Sarayın devirdiği müzakere masasını tekrar kurması savaş politikasını sürdürdükçe kaybedeceğini görmesi sayesinde mümkün olacaktır. Bu yüzden 1 Kasım’da Erdoğan’ın 7 Haziran’dan daha büyük bir seçim yenilgisi alması, Türkiye için sahici bir barışın ve demokratikleşme sürecinin kapısını aralayacaktır. Erdoğan’ın bin odalı Saray’ı 7 Haziran’da ciddi bir sarsıntı geçirdi, ama MHP’nin anti-HDP

takıntısı sayesinde ayakta kalmayı başardı. 1 Kasım’da onu öyle bir sallamalıyız ki tamamen yıkılıp dökülmeli. Mevcut koşullara uygun çalışma yöntemleri geliştirerek, HDP’nin oylarını arttırmalı ve diktatöre daha büyük bir ders vermeliyiz. 1 Kasım 2015 Türkiye tarihinde çok önemli bir kırılma noktası olacaktır. Tarih ya Türkiye’yi koyu bir faşizme sürüklemeye çalışan bir liderin nasıl devrildiğini ya da faşist bir liderin iktidar hırsının ülkeyi nasıl iç savaşa sürüklendiğini yazacak. 1 Kasım’da Sarayın Savaşına karşı Halkların Barışını büyütelim. Barış ve Demokrasi için oylar HDP’ye.


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

Gökdelenlerin Gölgesinde Hac

“Din milyar dolarla oynar, hiç vergi vermez ve her zaman daha fazlasını ister!” Zeitgeist Belgeseli…

Geçmişten Bu Güne Hac Ziyaretleri

O

smanlı zamanında İstanbul-Mekke arası gidiş dönüş 8 ayı bulmaktaydı. 19. yüzyıl başlarına kadar hac ulaşımı at, katır ve deve sırtında yapılırdı. 1869’da Süveyş Kanalı’ndan gemiyle, 1908’de Hicaz hattından trenle gidilmeye başladı. 1947’lere kadar Türkiye’den hacca resmen izin çıkmadı. 1948’de döviz yokluğu gerekçesiyle hac yasaklandı, ancak 1949’da hac izni ile 7.000 kişi hacca gitmiştir. 12 Mart döneminde de hacılar Mekke’ye gidememiştir. 1979’a kadar isteyen her kişi veya kurum hac seyahati düzenleyebilirdi, bu tarihten sonra hac işini DİB organize etmeye başlamıştır. DİB her yıl kur’a usulüyle hacı adayları belirlemektedir. Hacı sayısının kapasiteleri zorlaması sebebiyle Suudi Arabistan 1988’de hacda kontenjan uygulaması başlatmıştır. Her ülkenin nüfusuna göre hacı kafilesi olmaktadır. Şeytan Yükselen Gökdelenlerde Her yıl milyonlarca insan Hac’ca gidiyor. Hac’ca giden Müslümanlar üç gün üst üste şeytan taşlamaya giderler. Her gün her şeytana yedi taş atılır; önce büyük şeytan, sonra küçük şeytan ve en son, orta şeytan taşlanır. Peki, şeytana atılan bu taşlar ne oluyor? Eskiden sadece bir şeytan taşlama yeri bulunurken, günümüzde bu sayı üçe çıkmış. Atılan taşlar aşağıdaki delikten iner, orada kurulan tesiste yedişerli olarak yeniden poşetlenir. Bu poşetlenmiş taşlar hacılara poşeti 3 dolardan yeniden satılır. 5 milyon hacı, her biri 9 poşet taş alıyor, etti mi 45 milyon poşet taş. Tanesi 3 dolardan eder 135 milyon dolar. Ne kadar karlı değil mi? Her bir hacının haccı kabul olsun diye koyun kesmesi şart olarak belirtiliyor. Onu da hesaplayan birileri olmuş tabi. Beş milyon (bu sayı artık azaltılmaya çalışılıyor izdihamlardan dolayı) hacı, koyunu 300 USD’dan hesaplayın. (1.5 mil-

yar USD) Parayı bırakın, peki et nereye gidiyor? Yarım milyona yakın koyun. Denildiğine göre fakir ülkelere dağıtılıyor. Ama hangi fakir ülkelere? Mesela Sudan tam Mekke’nin batısında, uçakla yarım saatten daha az vakitle varılan bir ülke. Ama Sudan ve Somali’de açlıktan insanlar ölüyor. Asıl taşlanması gerekenler o gökdelenleri hac manzaralı diye oraya diken, Tarihi kaleleri yıkıp yerine oteller yapan, Önceden tek merkezde ve parasız olan şeytan taşlama işlemini üç merkeze çevirip hacıların ceplerini boşaltan, Sonra da boş ceplerle izdihamdan ya da üzerlerine vinç düşürerek ölümlerine sebep olan koşullara yeterli müdahaleyi yapmayan Suudi yetkililerdir. Kitlesel Panikten Yönetimsel İhmale İzdihamın ana sebebinin aşırı kalabalık olarak gösterilmesi şaşırtıcı bir şey değil. Ancak daha geçen ay Mekke’de yaşanan vinç kazasında 100’den fazla kişinin ölmüş olması ve ardından bu facianın yaşanması Suudi yetkililerinin de bu işte parmağı yok mu dedirtiyor ister istemez. Son yirmi yılda resmi rakamlara yansıyan 4000’in üzerinde ölü var. En son Mina’da yaşanan faciada ölülerin nasıl üst üste atıldığını, kutsal topraklarda bile toplumun insan hayatına nasıl yabancılaştığını bir kez daha görmüş olduk. İngiltere’de yaşayan bir Müslüman

hac ziyareti sonrası arkadaşlarına ‘her tarafın koca bir inşaat alanına döndüğünü, her yere oteller yapıldığını, kutsal toprakların ruhani bir yönünün kalmadığını’ söyleyerek gitmemelerini tavsiye ediyor. Suudi Arabistan Sağlık Bakanı Halid El Falih, bazı hacı gruplarının daha önce belirlenen düzene göre hareket etmediğini ve talimatları dikkate almayarak faciaya neden olduğunu savundu ama her sene dünyanın parasını kazandıkları bir ibadethanede bir türlü düzeni sağlayamamış olmaları söylediği lafı boşa çıkarıyor. Suudi yetkililere göre yaşananlar kader! Ne kadar tanıdık değil mi? Üstüne üstlük bir de fıkra gibi bir açıklama Türkiye’den geldi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Şahin, Mina’da yaşanan izdiham faciasına ilişkin “Kimse milliyetçilik yaptığımı düşü n me sin, bize v e r s i n l e r. Tü r k i y e oradaki organizasyonu, kimsenin burnu kanamadan hac vazifesini Allah’ın izniyle yaptırır” dedi. İnsanın yöresel bir ağızla ‘hele sen bir elleşme, orası da eksik kalsın’ diyesi geliyor. Bir de ne zaman dünyanın bir yerinde bir faciada çok sayıda insan ölse, Türkiye’de yayın yapan kanalların çoğunda şu klişeler kendini gösteriyor: “Hayatını kaybedenler arasında Türk yok”, “Hayatını kaybedenler arasında 14 tane Türk var”. Mutlaka bir haber değeri var, ölenlerin arasında kendi vatandaşının olup olmaması. Lakin bir facia yaşanmış, insanlar ölmüş ve senin odaklandığın tek nokta bir Türk’ün orada yaşamını yitirip yitirmediği. Gizli (yerine göre açık) ırkçılığın yegane temsillerinden biri…

Sidar ARSLAN

Hac Karlı İş TÜRSAB acentelerinden ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınan bilgilere göre hacı adayları, bu seyahat sırasında ortalama 4 bin Euro harcarken, umre için bu rakam ortalama 1.500 Euro düzeyinde seyrediyor. Türkiye’den kutsal topraklara hac ve umre için gideceklerin bu yıl yapacakları harcama 845 milyon Euro’yu bulacak görünüyor. Bu da 1,1 milyar dolar yani yaklaşık 2,3 milyar liralık bir harcama anlamına geliyor. Hatta bazı hacılar kutsal topraklarda konaklama fiyatı olarak 17.000 Euro’yu gözden çıkabiliyor. Dolayısıyla bu kadar parayı cebinden çıkaran hacı adaylarını Suudi fırsatçılar servetlerine servet katmak için avuçlarını ovuşturarak bekliyor. Din kutsal topraklarda birilerini oldukça zengin ediyor. Dünyanın öbür ucundan gelen hacı adayı, yanı başındaki Kabe’ye elini sürmemiş insanların kasalarını dolduruyor. Bu işteki karı görenler ise tüm şehri lüks oteller ile pazarlıyor. Tüm semavi dinlerde durum aslında böyle. Semavi dinlere inanan milyarları yönlendiren, belirli dini kurumları elinde tutan, insanları inanç üzerinden organize eden görünür ya da görünmez gruplar için dinden parayı çıkarın hiçbir şey kalmaz. Onlar için din gücü, parayı ve iktidarı ellerinde tutmak için vazgeçilmez bir araç halini almıştır. Bunu görüp dillendiren kişilere cadı, gavur, şeytan, isyankar, din düşmanı yaftası yapıştırılarak inançlı kitleler ile aralarına hemen set çekilmiş, yalnızlaştırılmış hatta yok edilmiştir.

5


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

HDP’YE SIKI SARILALIM Serpil KEMALBAY HDP İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı

Artan şiddetin, militarizmin ister savaşın çıplak yaşandığı coğrafyada olsun, ister Batı’da, nüfusun yarısını oluşturan kadınları da derinden etkilediğini biliyoruz. Savaş kadınlar üstündeki erkek egemen kapitalist sistemin tahakkümünü pekiştiriyor. Kadın emeğini bedeninin sömürüsü savaşla daha şiddetli oluyor. Savaş kadına karşı şiddeti körüklüyor, evlerde de demokrasi değil, baskı ve şiddet hüküm sürüyor.

B

ütün eşitsiz, adaletsiz seçim yarışına, oynanan seçim oyunlarına karşılık; HDP’ye yönelen baskı, gözaltı ve saldırılara rağmen 7 Haziran’da %13 gibi önemli bir destek ile barajı aştık. Ezilen, horlanan, sömürülen, yok sayılan “Büyük insanlık” için oy istemiştik. 6 milyon kişi bu haykırışa evet dedi. Hatta çok daha fazla sayıda insan sesimizi duydu ve Bizler’i olumladığını pek çok şekilde belli etti. 7 Haziran seçimlerinde halklarımız iyi olanı cesaretlendirirken, güçlendirirken AKP’yi hükümetten düşürdü. Ezilenlerin zaferinin ardından, Erdoğan’ın Başkanlık hayalleri ile halklarımıza giydirmeye çalıştığı deli gömleği elinde kaldı. Fakat kısa bir süre sonra seçimi tanımayan, 7 Haziran yenilgisini olmamışa çeviren fiili bir Erdoğan rejimi devreye sokuldu. Yasal dayanaktan yoksun olsa da fiili Erdoğan iktidarı engellenemedi. Düzen partilerinin desteği, geçici hükümet bu süreci beslerken, Erdoğan her gün anayasa ve yasaları çiğneyerek sivil darbesini şimdilik sürdürüyor. Ve ülke yeniden 1 Kasım’da seçime götürülerek, 7 Haziran’da ortaya çıkan tabelanın tekrar seçimle Erdoğan lehine değiştirilmesi planlanıyor. Örtülü ödenekler, savaş aygıtları, bütçe, el koyulan iktidar araçları Erdoğan’ın fiili darbesini resmiyete dökecek bir seçim sonucu için seferber edilmiş durumda. Sarayın bu seçim stratejisinin temel argümanı çözüm sürecini ”buzdolabına” kaldırmak ve “tek bir terörist kalmayıncaya kadar” savaşı devreye sokmak olarak Erdoğan’ın ağzından ifade edildi.

6

Oysa hepimiz kendi 90’lı yıllara dayanan deneyimlerimizden çok iyi biliyoruz ki bu hamasi nutuklar boşa efelenmeler. Aslında savaş tacirlerine dönüşen bu iktidarlar kendi gayrimeşru

iktidarlarını sürdürmek için savaştan besleniyorlar. Halkları birbirine karşı kışkırtarak bölerek yönetmeyi kolaylaştırabileceklerini sanıyorlar. Sahnelenen bu savaş oyununun bedelini ise bizler ödüyoruz. Hiçbir şey güvenlikçi ve militarist yöntemlerle ilerlemiyor. Aksine geriye gidiyor. Yaratılan savaş ve çatışmalar hepimizi yoksullaştırmaya, sömürünün artmasına, demokrasinin rafa kaldırılarak baskıcı politikalarla işçilerin ezildiği, grevlerin yasaklandığı, direnişlerin yasa dışı ilan edildiği devlet zoruna hizmet eden bir süreçler olarak karşımıza geliyor. Artık bıçak kemiğe dayandığı için greve giden metal işçilerinin grevi, metal fırtına, işte böyle yasaklanabildi. Yine şovenizmi, ayrımcılığı devreye sokarak böl-yönet politikaları ile işçiler arasına, demokrasi güçleri arasına bentler, barajlar, ön yargılar koyulup, güçlerin birleşmesinin önü kesiliyor, böylece sermaye güçlerinin, devlet baskılarının, egemenlerin geriletilmesi engellenmiş oluyor. Emekçilerin güçlenmesi önleniyor. Artan şiddetin, militarizmin ister savaşın çıplak yaşandığı coğrafyada olsun, ister Batı’da, nüfusun yarısını oluşturan kadınları da derinden etkilediğini biliyoruz. Savaş kadınlar üstündeki erkek egemen kapitalist sistemin tahakkümünü pekiştiriyor. Kadın emeğini bedeninin sömürüsü savaşla daha şiddetli oluyor. Savaş kadına karşı şiddeti körüklüyor, evlerde de demokrasi değil, baskı ve şiddet hüküm sürüyor. Evde, işte, sokakta, okulda kadınların üstündeki erkek egemenliği, muhafazakâr baskılar, kadın cinayetleri savaş ikliminde katmerleniyor. Unutmayalım; savaş ve kadın kavramlarını aynı cümle içinde dehşet verici bir şekilde kadın aleyhine kullanabilen kişi bu ülkenin başbakanı olmuştu. Roboski katliamı için zamanın Başbakanı Erdoğan; “her kürtaj bir Uludere’dir” demişti.

Savaş aynı zamanda içimizde de sürüyor. Savaş; madende can veren 301 maden işçisine tepkisizleşen, duyarsızlaşan, nasırlaşan kalplerimiz olarak bize dönüyor. Savaş derin bir yoksulluk ve yoksunluklar olarak evimizde. Gelecek umudumuzu çalan bir “realite” olarak yalnızlığımızda. Çürüyen mahallelerimiz, uyuşturucu ile zehirlenen gençlerimiz olarak tam da yanan ciğerimizde savaş. Her gün üstlerine basa basa yolumuzda yürüyüp geçip gittiğimiz Suriyeli insana yabancılaşan benliğimizde sürüyor. İşte 7 Haziran’da HDP’ye yüzünü dönen insanlar, HDP’ye oy veren 6 milyon kişi ve dahası barışa ve demokrasiye ekmeğe, suya ihtiyaç duyduğu kadar ihtiyaç duyanlardır. Canından bir parça kopartıldığında bile “BARIŞ!” diye haykıranlardır. HDP’ye oy verenler bu düzenin halklarımıza reva gördüğü Çorum, Maraş, Gazi, Roboski, Soma, Suruç gibi katliamları, 90’ları, ırkçı saldırıları gören gözlerdir. Devletin, sistem partilerinin çıkış yolu olmadığının farkında olanlardır. Geleceğini artık başka bir yerde arayanların, bu düzenin yaşattıklarına itirazı olanların HDP’ye ihtiyacı var. Kölece yaşama karşı, demokratik, özgürlükçü, eşit ve adil bir toplum yaratmak, barışı gerçekleştirmek, birlikte çalışmak, yeniyi el birliği ile yeşertmek HDP ile birlikte gerçekleşebilir bir hedef. Fakat aynı zamanda HDP; önemli ölçüde Kürt Siyasi Hareketi’ne dayanan örgütlü gücünü; Batı’da da ete kemiğe büründürme yolunun başlangıcında, hatta bunun sancıları ile yüz yüze. HDP, emekçilerin, işsizlerin, topraksızların, çiftçilerin, kadınların, gençlerin, Alevi toplumunun sorunlarına cevap üretebilecek, onları kucaklayabilen, birlikte mücadele edebilecek, dü-


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

zenin saldırılarına karşı birlikte müdahale araçlarını yaratacak bir partiye hızla dönüşmeyi başarma sınavı ile karşı karşıya. Halkların barışı ve demokrasi yürüyüşünü burjuva parlamentarizmine hapsolmadan yürütecek gücü eskiden BDP, Kürt halkının talepleri ekseninde pek çok şekilde göstermişti. Şimdi Fırat’ın doğusundan batısına benzer bir saha deneyimini HDP, batıdan doğru örerek halkların mücadele kardeşliğinin yolunu döşemekle yükümlü. Ve bunun için olgunlaşmış bir zemin de mevcut aslında. Bu zeminin en önemli göstergelerinden biri Saray’ın savaşına karşı halkın tepkisi. Gezi’den sonra pek çok şeyin eskisi gibi olmadığı gibi asker cenazelerinde de vatan millet nutukları sökmemeye başladı. Savaşta yaşamını yitiren asker yakınları da dayatılan bu savaşın Saray’ın savaşı olduğunu görüyor. AKP’li bakanlar, vekiller cenazelere katıldığında başlarına pet şişeler, bozuk paralar fırlatılıyor. Tayyip Erdoğan’ın

başkanlık sevdası, haklı olarak ölümlerin sebebi olarak ilan ediliyor. Cenazesi kaldırılırken bir askerin amcası, “Kardeşi kardeşe kırdırıyor, genç kardeşimi gönderdim, cesedini alıyorum. Sayın Cumhurbaşkanı bunu bilsin. Ben bunu bu yaşa getirene kadar ne çektim biliyor mu? Allah’tan hiç mi korkmuyor? Bu genci buraya yatırdı. Kardeşi kardeşe kırdırıyor” haykırışı ile isyanını dile getiren çok sayıda asker ailesinden biri. Öte yandan AKP’nin 13 yıldır uyguladığı neoliberal politikaların faturası ağır bir şekilde kapılarımıza geliyor. Bolluk, bereket, büyüme olarak yutturulanların aksine alınterimizin çar çur edilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi olduğu, artan işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, taşeron sistemi ve ticarileşen her şey, kentsel dönüşüm, betonlaşma, doğanın talanı, HES (Hidro Elektrik Santral)’ler vb. ile kabak gibi ortaya çıktı. Gezi isyanındaki gibi halkın doğal, kendiliğinden başkaldırıları

ile neoliberal kapitalist sistemin uygulayıcıları sık sık yüzleşmek zorunda kalıyor. Rize’de doğayı talan edecek ‘Yeşil Yol Projesi’ne dur demek için devletin kolluk güçlerinin önüne atılan ‘Rabia Teyze’ (ya da üzerine yapışan adıyla ‘Havva Ana’), “Ben halkım, halk! Devlet kimdir? Kaymakam kimdir?” diye sorduğunda, onun bu isyanı Batı’dan Doğu’ya geniş kesimlerce sahiplenilmişti. Yine hepimizi derinden etkileyen Gezi Ruhu, Cizre’de ve bölgedeki pek çok yerde kendini ortaya koymuş durumda. Demokratik özerk yönetim şekliyle doğrudan demokrasi ile halkın bütün kararlara doğrudan katılabildiği meclisleri hayata geçiriyorlar. Fiili Erdoğan iktidarının, halkların doğrudan demokrasi için açığa çıkardığı bu iradeye savaş açması, öz yönetim iradesini ezmek için 120 bin kişilik ilçeye, bir barış annesinin dediği gibi, Kerbela’yı yaşatarak 8 gün sokağa çıkma yasağı getirmesi, Cizre halkını suçlu gösterme çabası

kimseyi yanıltmasın. Orada yaşanan demokratik özerklik halkın kendini yönetmesidir. Hiçbir iktidar halkın kendini doğrudan yönetmesinden daha meşru değildir. HDP’nin Cizre’ye gerçekleştirdiği yürüyüşte olduğu gibi; halk açken aç kalan, kuşatılmışken polis ablukasının önünde direnen bir partinin vekilleri, eş başkanları ile halkla bütünleşmesi son derece etkileyici ve eşitliği vurgulayan, birlikte mücadeleye moral değer katan bir pratik. HDP bunu Batı’da da başarmaya aday. Tam da bu ruhla 1 Kasım’da ezilenlerin gücüne güç katacak bir pratiği el birliğiyle, imece usulü örme zamanı. Birbirimize sıkı sıkıya sarılmak; dayanışmayı, sandığı örgütlemeyi, imeceyi büyütmek hepimize kazandıracak. Biz kazanacağız.

7


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

AKP, FAŞİSTLEŞME SÜRECİ,

DÖNÜŞSÜZLÜK NOKTASI VE DİRENİŞ M. Sinan MERT

Faşist dalganın kırılması ve demokratikleşmenin sağlanması için sosyalistlerin bir köstebek gibi AKP’nin sınıf üzerindeki hegemonyasını çözecek bir çabayı örgütlemesi gerekmektedir. Fakat şu andaki güçler dengesinde bu noktada sonuç alabilmek ancak orta vadeli bir hedef olabilir. Güncel antifaşist mücadelenin görevlerinden kaçınmanın mazeretine dönüşmeyecek verimli bir sınıf siyasetine ihtiyacımız var.

8

1970’lerin sonunda Hans Mommsen, Nasyonel Sosyalist ‘yönetim sistemi’ni “aralarındaki farklara rağmen; birbirine kenetlenmiş yükselişteki faşist seçkinlerle geleneksel liderlerden oluşan bir grubun, parlamenter demokrasiyi bertaraf etmek, güçlü hükümet modelini tekrar oturtmak ve Marksizm’i çökertmek gibi ortak bir projeyle kurduğu bir ittifak” olarak tanımlamıştı. Hedefleri ve bileşimi açısından bu tanım, Erdoğan’cı hareketi giderek daha iyi tarif eder hale geliyor. Marksizm yerine “HDP eksenli direniş bloğu” konursa daha da açıklayıcı oluyor. 7-8 Eylül günlerinde HDP’ye yönelen saldırılar, faşistleşme sürecinde yeni bir aşamanın geçilmesinin de işareti olarak görülmeli. Ağırlıklı olarak Erdoğan’a bağlı faşist güruhların bir tür SS gibi yapılanmış Osmanlı Ocakları (OO) tarafından motive edilerek sokaklara salındıkları, son derece merkezi olarak planlanmış bir eylemi ülkenin neredeyse her ilinde gerçekleştirdikleri bir Kristallnacht’a maruz kaldık. Erdoğan iktidar mücadelesinde darbeler aldıkça ve kaybetmenin kokusunu almaya başladıkça en önemli gücü olan kendisine kaskatı bağlı kitleleri, her koşulda kullanabileceği bir örgütlülüğe dönüştürme konusunda bir mesafe katettiğini böylece göstermiş oldu. İşçi sınıfının güvencesiz öbekleri, Sünni işçiler, köyden kente 90’lar sonrasında gelen, kente biraz da AKP’nin sağladığı rant ve ‘sosyal yardımlar’la tutunan kesimler Erdoğan’ın askeri olma konusunda istekliler. Erdoğan, Hitler ya da Türkeş gibi çetelerini devletsiz bir siyasetçi gibi örgütlemek zorunda da değil. 13 yıllık iktidarının kendisine devlet içinde kazandırdığı tüm mevzileri sonuna kadar kullanıyor, örneğin sürecin sokak ayağının MİT

tarafından yönlendirildiği açık. Erdoğan’ın Hakan Fidan’ı MİT’in başında tutma arzusunun sebepleri 7 Haziran sonrası gelişmelere baktıkça artık daha iyi anlaşılıyor. İşçi sınıfının ideolojik dağılışı post modern çağların bir alameti olarak da değerlendirilebilir. Dolayısıyla günümüz “siyaset”ini açıklarken sınıf bazlı analizler yerini giderek “aktör” bazlı değerlendirmelere bırakıyor. Oysa 1930’ların faşizm tartışmalarına bakıldığında mesele büyük oranda işçi sınıfı ile burjuvazinin farklı tabakalarının ve en başta finans kapitalin mücadelelerinin bir sonucu olarak görülüyordu. İşçi sınıfının gerçekleştiremediği bir devrimin faturası faşizm şeklinde ortaya konuyordu. Bu anlamda sosyal demokrasi ile komünist hareket arasındaki kopuşmanın işçi sınıfına yansıması, işçi sınıfının siyaseten güçlü ve dirençli bir odak inşasını başaramaması, faşist çetelerin ve devletin yıldırma taktiklerinin püskürtülememesi aslında sınıfı büyük oranda atomize etmeyi başarmıştı. Faşizm, aslında bir tür sağ popülist hareket olarak bu atomize olma halinden doğar. Devrimci hareketin ve düzen partisinin hegemonya inşa edememesi, bir üçüncü unsur olarak faşist partinin hegemonya inşasını mümkün kılar. Kapitalizmin yarattığı güvencesizlikten yılarak korunaklı limanlara sığınmak isteyen alt sınıflar ve küçük burjuvazi, otoriter lider ekseninde örgütlenir. İngiliz tarihçi Geoff Eley, her bir faşizmi kendini yaratan krize bir yanıt olarak anlamlandırmaya çalışmak gerektiğini söylerken son derece haklıdır. Faşist anlayışlar, faşist yapılar her zaman güçlüdür fakat bunların iktidarlaşması büyük çaplı krizlerin ürünüdür. Bugün bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en büyük krizlerinden birisini

yaşamaktadır. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin kitleleri toparlama yeteneği tamamen kaybolmuştur. Onun yerine göz diken “muhafazakar demokrasi” olarak Siyasal İslam, Arap Baharı sonrası gelişmelerin yanlış okunması sonucunda giderek radikal bir ‘devrimci’ Siyasal İslam çizgisine doğru evrilmiştir. Buradaki devrimciden kasıt, Erdoğan ve çevresindekilerin kendilerini burjuva hukukla sınırlama durumlarının olmadığını vurgulamak içindir. Gezi İsyanı, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları, Rojava Devrimi sonrasında Türkiye’nin tüm Suriye sınırına PYD’nin yerleşmesi ve son olarak da HDP’nin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin başta sosyalist müttefikleri ile birlikte Batı’da karşıt hegemonya odağı olarak ortaya çıkartılması sonrasında düzenin tüm egemen odakları açısından kriz çanları son gücüyle çalmaya başladı. Bu krize Erdoğan’ın verdiği yanıt fiili başkanlığını ilan etmek oldu. Bu fiili durumu meşrulaştırmayan hukuk ise boylu boyunca rafa kalktı. Erdoğan’ın kendisi açısından bu sürece verdiği yanıtın diğer boyutu ise faşistleşme sürecinin dönüşsüzlük noktasını aşmasıdır. Erdoğan açısından iktidarın tamamına sahip olmamak ile iktidardan düşmek arasında bir fark yoktur. Şu aşamada Erdoğan açısından krizin koşulu iktidara düzenin hukuki kanallarıyla, seçimlerde alınan sonuçlarla sahip çıkamama durumunun aşılamamasıdır. Savaş politikası bu durumu aşmak için seferber edilmiştir fakat hukuk içerisinde kalınarak iktidarın tescili neredeyse başarılamaz durumdadır. Erdoğan özellikle Mısır’da yaşananlardan da yola çıkarak gerilimin iç savaş seviyesine taşınmasının kendisine dönük bir darbe ile sonuçlanabileceğini de görmektedir. Bu aşamada sokakları kendisi adına


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

dolduracak Kefenlileri örgütlemek kendisi açısından önemli bir araç yaratacaktır. Kısa vadede Erdoğan’ın elindeki en işlevsel hedef hala HDP’yi baraj altına itmek. Seçimleri HDP açısından tam anlamıyla sopalı seçimler haline dönüştürmek, sandık taşıma gibi metodlarla sandıktan sahici bir sonuç çıkmayacağı intibaını güçlendirmek, böylece HDP’yi boykota zorlamak gibi cinlikleri akıllarda olduğu anlaşılıyor. Davutoğlu Şehitlere Saygı Bayrak Mitingi’nde “HDP’yi baraj altında bırakacaksınız” diye komut verince AKP’li güruh dalgalandı. “Savaş, şehitler, bayraklar ve HDP’yi baraj altında bırakmak” ifadelerinin birbirleriyle ne kadar yakından ilişkili olduğunu daha iyi nasıl anlatabilirdik? Erdoğan’ın seçimleri kazanması dönüşsüzlük noktasının hukuki meşrulaştırılmasını sağlar ancak seçimleri kaybetmesi de kendiliğinden bir ‘normalleşme’ sağlamayacaktır. Küresel sermayenin ve finans kapitalin en istediği seçenek AKP-CHP koalisyonuna yine engel olmak için her türlü sokak manevrasını gerçekleştirecektir. 7-8 Eylül’de sokaklarda sınanan çeteler bu süreçte önemli aktörler olarak önce çıkacaktır. Ordu sürecin Kürtlere karşı dönmesinden memnun olmakla birlikte Erdoğan’ın Başkanlık yetkilerini konsolide edeceği bir

oyunun figüranı olmak da istememektedir. Yaşananların kendileri açısından bir restorasyon olanağı doğurduğunun da farkındandırlar. Kürtlerin tarihsel kazanımlarına karşı mücadelede sonuna kadar yürüyeceklerdir. Krizin derinleşmesi ve stabil bir siyasi dengenin ortaya çıkmasının zor olması ordunun elini güçlendirmektedir. Uzunca bir süre sonra yeniden bağımsız olmasa da görece özerk bir siyasi aktör olarak sahne almasını bile kazanım olarak okuyacaktır. Orta vadede iyice yıpranan ve kontrolden çıkan bir Erdoğan karşısında emperyalizm açısından en önemli manivela haline geleceklerinin farkındadırlar. NATO kulislerinde bu minvalde fısıltıların şimdiden yaygınlaştığı düşünülebilir. Erdoğan’ın orduyu dengeleyebilecek en önemli araçları ise MİT ve sokak çeteleridir. Kürtlere karşı savaşta, 1. ve 2. Cumhuriyet’in temsilcileri birbirlerini de zaman zaman yoklayarak bir cephede durmaktadırlar. Finans kapital ile faşist klik arasındaki ilişkinin de çok istikrarlı olduğu söylenemez. Holding baskınları şimdiden birçok finans oligarkının yurtdışına kaydırdıkları servetlerin miktarını arttırmıştır. Devlet, sermayenin alanına girmeye başlayınca gerilimin yükseleceği açıktır. AKP’nin tipik bir faşist hareket gibi ‘yerleşik zenginlere’, TÜSİAD’a karşı popülist bir dili de söylemine eklemesi Erdoğan-TÜSİAD ilişkisini

Hitler-Krupp ilişkisinden oldukça farklı bir noktaya taşımaktadır. Erdoğan, finans kapitalin emperyal hayallerinin bir yürütücüsü olmaktan ziyade kendi iktidarına desteği pekiştirmek için finans kapitali bir ganimet kaynağı gibi masaya süren bir harami olarak gözüküyor. “Faşistleşme sürecinin karakteristiği işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi gittikçe iktisadi hak talepleri alanında sıkışıp kaldığı halde, burjuvazinin işçi sınıfına karşı savaşının gittikçe siyasal bir karakter kazanmasıdır. Başka bir deyişle iktisadi ve siyasal savaşın karmaşık bileşimi içinde, işçi sınıfı savaşında iktisadi mücadele gittikçe daha öne geçer” (Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük). 2010’lu yıllarda işçi sınıfı mücadelesinin tepe noktalarının Tekel Direnişi ve Metal Fırtınası olduğu ve giderek zayıflayan sendikaların doğru dürüst bir barış çağrısı bile yapamadıkları hatırlanırsa, hatta Petrol İş örneğinde olduğu gibi en azından hükümet yandaşı olmayan sendikalarda da AKP ağırlığının artmaya başlaması da hesaba katılırsa yukarıdaki tespit Türkiye’ye de uymaktadır. Buradaki tarihsel boşluk işçi sınıfı ile sosyalistler arasında oluşmuş bulunan yarılmadan kaynaklanmaktadır. Bu iki unsur da aradaki yarılmayı kapatamadan etkin politik özneler haline dönüşememektedirler ve gelişmelerin arkasından sürüklenmektedirler.

Burada iki sonuç çıkıyor: 1- AKP faşizmi ve Erdoğan diktatörlüğü açısından dönüşsüzlük noktası aşılmıştır. 1 Kasım seçimleri bunun hukuki kılıfının uydurulması sağlanacak mı yoksa kriz derinleşecek mi onu gösterecektir. Fakat güçler dengesinde yeni bir kayma yaşanmadan seçim sonuçlarının normalleşme getirme olasılığı en düşük seçenektir. 2- Faşist dalganın kırılması ve demokratikleşmenin sağlanması için sosyalistlerin bir köstebek gibi AKP’nin sınıf üzerindeki hegemonyasını çözecek bir çabayı örgütlemesi gerekmektedir. Fakat şu andaki güçler dengesinde bu noktada sonuç alabilmek ancak orta vadeli bir hedef olabilir. Güncel anti-faşist mücadelenin görevlerinden kaçınmanın mazeretine dönüşmeyecek verimli bir sınıf siyasetine ihtiyacımız var. 3- HDP ile barış ve düzenin krizine demokratik yanıt zemininde ısrarcı olmak gerekiyor. Batı’da barışa ve HDP’ye sahip çıkan sesler hala çok zayıf çıkıyor. Bu anlamda 10 Ekim Ankara mitingi çok büyük bir şans. Mitingin sönük geçmesi savaşın Batı tarafından onaylandığı sonucunun çıkmasını sağlar. Derinleşen kaosu ancak örgütlülüğü hem niceliksel hem de niteliksel olarak geliştirirsek devrimci bir olanağa dönüştürebiliriz.

9


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

ERKEN SEÇİMDE TEKRAR ADAY OLMAK Sevda ÖZER HDP Kocaeli Milletvekili Adayı

7

Haziran 2015’de yapılan 25. dönem genel seçiminin arkasından kurulamayan hükümet sonrası tekrar seçim kararı alındı. Bunun üzerine ülkede neredeyse bir sivil darbe yaşanmaya başladı. Hep birlikte gördük ki bu ülkede ezilenlerin, yoksulların bir araya gelip mücadele edip başarı kazanması deyim yerindeyse hazmedilemedi. Şimdi 26. dönem erken seçimi önümüzde duruyor. 1 Kasım’da halklar ne diyecek hep birlikte göreceğiz. Halkların Demokratik Partisi olarak 7 Haziran seçim sürecinde Türkiye tarihinde bir ilk başarıldı. Ülkenin tüm ötekileştirilmeye çalışılan kesimleri birleşti. Kadınlar, gençler, işçiler, Kürtler, Türkler, Aleviler, LGBTİ’ler, hayvan hakları savunucuları, ekolojistler, sanatçılar. Üstelik herkes kendi öz taleplerini ortaya koyup seçim beyannamesini oluşturdu. Bugüne kadar hiçbir partinin seçim bildirgesinde LGBTİ’lere de yer verilmemiştir, Alevilere de, kadınlara da. Öncelikle böylesi bir birlikte mücadele alanının açılmış olması, sonrasında partimize dönük yapılan saldırılar benim tekrar aday olmamda etkili olmuştur.

10

Yükseltilmeye Çalışılan Şoven Dalga /Yeni Dönem Savaş Stratejisi /Kocaeli Seçim Atmosferi 7 Haziran’ın hemen ertesinde Saray’ın yaşamış olduğu hezeyanla tüm ülkede bir kaos ortamı yaratılmıştır. Öncelikle doğu illerinden başlayarak geçici güvenlik bölgesi kararları, sokağa çıkma yasakları, ibadethanelerin bombalarla yıkılması, Alevi köylerini tehdit etme, sokaklarda evlere rastgele ateş açma, elektrik-su kesintileri, ekmek almanın dahi yasaklanması ve beraberinde gelen katliam boyutunda insan ölümleri. Batıya doğru parti binalarının bombalanması, ciddi şekilde tahrip edilmesi, HDP yöneticilerinin, eş başkanların tutuklanması, devrimci kurumlara yapılan gözaltı operasyonları ve halkın partimize yönelik kışkırtılması. Asker cenazesi geldikçe AKP ve Saray’ın savaşın sorumlusu olarak HDP’yi göstermesi ve yine Saray tarafından yönetilen bir grubun partimize saldırıları. Kocaeli’nde de birçok ilçemizde ve ilde saldırılar yaşadık. Çayırova HDP ilçe örgütüne yapılan saldırıya kendi gözlerimle şahit oldum. Ellerinde sopalar ve taşlar olan grup “parçalayın, yıkın” diye bağırırken emniyet güçlerinin yanından rahat bir şekilde geçiyorlar onlarsa sessiz bir şekilde izliyorlardı. Öte yandan kimi yerlerde gördüğümüz asker cenazelerinde

yükselen Saray tepkisi burada da yaşandı. Kocaeli Kandıra’da oturan Binbaşı Yavuz Sonat Güzel’in cenazesinde annesi ve eşi yaşadıkları acının sorumlusu olarak cumhurbaşkanını gösterdi. Annesi cenazede “Nerdesin Tayyip!” diye haykırdı. Cumhurbaşkanı, Ahmet Davutoğlu ve TBMM Başkanı İsmet Yılmaz’ın çelenkleri alandan kaldırıldı. Yandaş medyayla birlikte parlatılan şoven duygular halkı etkiliyormuş gibi görünse de birçok insan savaşın nereden ve ne sebeple çıktığının farkındadır. Bu yaşananlarla birlikte Kocaeli’nde aday tanıtımımız yapıldı ve çalışmalara başladık. Biz kendimizi ne kadar çok anlatırsak anlaşılıyoruz ve burada tekrar başaracağımıza inanıyorum. Ayrıca 7 Haziran’da milletvekili kadın aday sayımız 5 iken, bu dönem 6 olmuştur. Partimizin kadın politikasına yönelik tutumunun altını çizmek isterim. Bu durum örnek alınmalıdır diğer partiler tarafından.

Ali Haydar Konca ile Bakanlık Deneyimimiz

7 Haziran’da Kocaeli’nde avukat Ali Haydar Konca milletvekili olmuştu. Arkasından kurulamayan hükümetle gelen erken seçim kararı ve seçim hükümeti içinde yer alma tavrı Konca’ya bakanlığı getirdi. Avrupa Birliği Bakanı olmasına karşılık bakanlık yetki-

leri elinden alınan, kendi ülkesi sınırlarında dahi yasaklarla karşılaşan Konca ve Müslüm Doğan bu yasaklara karşı mücadele etmişlerdir. Kocaeli açısından bakıldığında olumlu etkileri oldu ve buradan seçilen bir vekilin bakan olması moralleri yükseltti. Son gelinen aşamada ise bu ülkede bakan dahi olsanız haksızlıklar karşısında ses çıkartıyorsanız yetkileriniz elinizden alınır ve işinizi yapamazsınız. Bu durumlar iki bakanımızın da istifasıyla sonuçlanmıştır.

Karalama Politikaları+Devrimci Kurumların Artan Yükü

Halkı sindirmeye çalışma, her yapılacak etkinliğe yasak getirme, Çayırova’da partili kadın arkadaşlarımızın emniyet tarafından takip edilmesi, ülke bir istila halindeymiş gibi haberler yapılması, Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın halka tehdit içeren sözleri. Bunların tamamını topladığımızda bugün bize halktan da şu soru geliyor: 7 Haziran’da olduğu gibi bu seçimde de ulusal tabandan oy alabilecek misiniz? Burada HDP’nin bileşenleri olan devrimci demokrat yapılara daha fazla iş düştüğünü belirtmek isterim. Kocaeli’nde, özellikle Çayırova’da devrimci kurumların 7 Haziran’da yürüttüğü çalışmaların faydası açıkça ortadadır. Kürt Halkı ile diğer halklar arasında bağı örecek, mücadeleyi yükseltecek olan devrimci kurumlardır. 7 Haziran seçim sürecinde Sosyalist Dayanışma dergisiyle yine röportaj yapmıştık. Orada söylemiş olduğum bir söz vardı. Altını çizerek yineliyorum; Türkiye halklarının sorumluluğu ve demokrasi mücadelesini yükseltme görevi biz devrimcilerin omuzlarındadır ve artarak devam etmektedir. Son olarak; bu daha başlangıç, mücadeleye devam diyorum. Teşekkür ediyorum ve herkese başarılar diliyorum.


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

KIYAMET DOĞANIN İNTİKAMIDIR

T

ürkiye’de her gün bir ölümle yatıp başka bir ölümle kalkıyoruz. Dünya siyasi çalkalanmanın içindeyken Türkiye bu siyasi gelişmelerden bağımsız kalamıyor. Türkiye’de ve dünyada siyasi gelişmelerin dışında son süreçte çok ciddi bir ekoloji sorunu yaşanmaktadır. Son dönemde Hopa’daki sel, Hopa’yı adeta felç etmiştir. Bu gelişme sanki doğanın Yeşil Yol projesine uyarısı niteliğindedir. Hopa’daki yollar genişletilerek dere yatakları daraltılmış, dereler taşmış ve bu felaket gerçekleşmiştir. Bu gelişme ile birlikte ekoloji ve doğa dengesi kavramları hayatımızda biraz daha kullanılır ve duyulur olmuştur. Bu vesile ile bizler de bu ekoloji ve doğa dengesi ile ilgili birkaç sorunun altını çizmek istedik. Dünyada bilindiği gibi dört mevsimi gören ülkeler Türkiye ve onun çevresindeki Avrupa ve Ortadoğu’daki belirli birkaç ülkedir. Türkiye yıllarca kışı da, yazı da çetin geçen bir ülke iken, şimdi ise ne yazı ne de kışı düzgün yaşayabiliyoruz. Bunun tek sebebi ekolojik dengenin bozulmasıyla bağlantılıdır. Türkiye’de yazın yağmur yağdığında şaşırırken, temmuzun ortasında kar yağışı izleyebileceğimiz düzeyde dünya dengesi bozulmaya doğru gidiyor. Türkiye’de ekoloji mücadelesi yıllarca yok denilecek kadar azdır. Gezi parkı direnişi ile birlikle Türkiye’de ekolojik mücadele kavramı gelişse de ekoloji mücadelesi gelişmemiştir. Gezi direnişi AKP iktidarının baskı ve diktatörlüğüne karşı bir mücadeleye dönüşmüştür. Tabi ki bu direniş ne diktatörlüğe ne de ekolojik mücadelede süreklilik taşımamıştır. Gezi parkı direnişinden sonra onlarca ağaç ve parklar talan edilmiş ve Gezi’deki duyarlılık diğer parklarda gösterilmemiştir. Türkiye tarihinde çeşitli nükleer santral girişimi olsa da ya çeşitli gerekçeler ve

tepkilerle kurulamamış ya da kapatılmıştır. AKP iktidarı ile birlikte Sinop ve Mersin olmak üzere iki adet nükleer santral çalışması vardır. Fakat bu iki nükleerin atıkları artıkça sorunlarda büyüyecektir, nükleerin zararları ile kalıntıları asla gitmeyecek ve gün geçtikçe daha da büyüyecektir. Örneğin; Çernobil kazasında ilk süreçte 4 bin kişinin öldüğü görülse de geçen 29 yıl içinde ölü sayısı 1 buçuk milyona yaklaşmıştır. Fukuşima’daki nükleer kazasını hepimiz hatırlarız. Kaza ile yaşanan tsunaminin yarattığı felaket halen bize bir bilim kurgu filmini hatırlatıyor. Çernobil bize binlerce km uzakta olmasına rağmen zararlarını halen görüyoruz. Çok açık söyleyebiliriz ki Sinop ve Mersin’deki nükleerlerin patlaması sonucunda Türkiye’nin tamamı yok olabilir. Bu da yetmezmiş gibi Türkiye’de bir 3. Nükleer santral için yer aranıyor. Ama bakıyoruz ki nükleer santrallere karşı çevreciler ve sosyalistler sadece tepki gösteriyor. Vatanın yok olma tehlikesine karşı vatansever olduklarını iddia edenler hiçbir nükleer karşıtı eylemlerde görünmüyorlar. Bir diğer mesele ise ozon tabakasının delinmesi ile birlikte kutuplarda buzların erimesi ve kutuptaki, kutup ayıları başta olmak üzere birçok canlı türünün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olmasıdır. Geçmişteki dev kutup ayılarını artık unutalım, onlar artık tükenmek üzere olan ceylanlara dönüştüler. Ozon tabakası güneş ile yeryüzünün arasında oluşan oksijen atomundan oluşan bir gazdır. Görevi güneşin yaydığı ultraviyole ışığının doğaya ve canlılara zarar vermesini engellemektir. Fakat kapitalizm ozon tabakasının incelmesinin zararlarını umursamamaktadır. Ozon tabakasına zarar veren filtresiz bacalı ve derelere filtresiz atık atan fabrikalar, nükleer santraller doğanın nasıl düşmanıysa, insanlar da bu fabrikalara karşı hukuki ve fiili mücadele vermelidir.

Dünyayı kurtarma hedefinde olan ideolojiler, ekolojik sorunlarla ilgili ciddi bir çalışma yürütmüyorlar. Dünya kapitalizmin hakimiyetinde devam ettiği sürece, doğa ışık hızında talan ediliyor. Marksistlerin demokrasi ve emek mücadelesi ekolojik mücadelenin dışında tutulamaz. Bugün devrim ufku olanların dünyanın talan edilmesine karşı mücadele etmekten başka şansı yoktur, çünkü devrimi dünyadaki coğrafyada yapabilmek için dünya diye bir şeyin kalması gerekiyor. Bugün kapitalizm, doğayı kendisine hizmet için yaratılmış gibi kullanıyor. Oysa insanlar sadece doğanın bir parçasıdır. Kapitalizm biyoçeşitlilik düşmanıdır. Kapitalist aydınların uydurduğu yeşil kapitalizm diye bir şey yoktur. Kapitalizmin ekolojik açıdan tek avantajı yağmurun halen orman ürünlerinin üzerine yağmasıdır. Fakat kar için doğayı talan etmesi kapitalizmi kurtaramayacaktır. Sosyalizmin ekolojik mücadele ile tarihi özellikle Sovyet döneminde çok iç açıcı değil gibi görünüyor. Özellikle Çernobil kazasının Sovyet Ukranyası’nda olması sosyalistlere dönük bu işi onlar da çözemez algısını yatarabilir. Fakat unutmayalım ki 1986 Çernobil kazası Sovyetlerin yaklaşık on yıldır kapitalizme kaydığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Bugün elektrik üretimini

Umut ASLAN

sağlamak için nükleer santral kuran kapitalist ülkeler kendi geleceklerini düşünmemektedir. Sosyalist olmak ekolojist olmakla eş değer bir kavramdır. Hiçbir sosyalist, iktidarda da olsa ne nükleer santralleri ne de kimyasal tarım üretimini savunamaz. Bunun için Marks’ın doğa ve toplum arasındaki metobolik çatlak teorisini okumamız yeterlidir. Bugün GDO( genetiği değiştirilmiş organizma)’lu ürünlerin kullanılmadığı tek ülke Küba’dır. Bu kaynakların korunması ve sürdürülmesi ülkenin yasal bir politikasıdır. Bu konuda Küba ile yarışabilecek tek ülke yine sosyalizm yolunda olan Venezüella’dır. Venezüella’da organik tarım politikalarında 2005 yılından beri çok önemli adımlar atılmıştır. Türkiye’de ve dünyada ekolojik denge için mücadele etmek bir insanlık görevidir. Bunun için 21. yüzyılda ekolojik dengeyi sağlayacak tek tez ekososyalizmdir. Çünkü doğa ve toplumun yükselişi ve çöküşü birbirinden bağımsız olamayacaktır.

11


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

Mehmet YILMAZER

S

aray’ın üstüne basa basa “550 yerli ve milli vekil” istemesi AKP’nin vizyonunun tükendiğinin bir kez daha en yüksekten ilanı oldu. Sadece bu değil, aynı zamanda bu açıklama faşizm özleminin de itirafı olmuştur. Seçime doğru saflar kesinleşiyor bir yanda faşizm özlemleri; öte yanda demokrasi ve özgürlük mücadelesi! HDP binalarının bir gecede basılması ve yakılması Hitler’in “kristal gecesini” anımsatmıştı. Ortalık biraz duruldu derken bu kez Saray’dan “yerli ve milli vekil” çağrısı geldi. Türkiye duvara doğru koşuyor. Bakalım 1 Kasım’da kimler duvara çarpacak! Seçim süreciyle ilgili o kadar çok soru işareti var ki bunları ele alıp çözmeye çalışmak insanı aklından edebilir. Sürecin öne çıkan özelliklerini tespit etmek daha yararlı olacaktır. Tekrarlara düşmeyi göze alarak seçim sath-ı mahalline bakalım.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez Erdoğan savaş çıkartarak seçim kazanmayı hedefliyor. Bu yeterince ortaya çıktı. Başlardaki bulanık havayı bazı kırılmalar önemli ölçüde dağıttı. Bu kırılmaların ilki bir yarbayın isyanı ile gerçekleşti. Böylece yürütülen savaşın “vatan için değil Saray için” olduğu çarpıcı bir şekilde insanların bilinç ve yüreklerine aktarılmış oldu. Saray’ın savaş taktiğinde ikinci büyük kırılma, Cizre kuşatmasının on gün sonra yenilgiye uğramasıyla yaşandı. Cizre halkı aç susuz bırakıldığı, öldürüldüğü on gün sonunda zafer işaretleriyle sokaklara çıkınca Saray savaş taktiğinde büyük bir yenilgi almış oldu. Böylece savaşın hem vatan için değil Saray için olduğu; hem de Kürt ve Türk Halklarını korkutup sindiremediği kanıtlanmış oldu. Ancak Saray, başka bir seçeneği olmadığı için aynı yoldan koşmaya devam ediyor. Beş bin yeni korucu, yüzlerce yeni savaş aracının satın alınması bundandır.

12

Son olarak bir kırılma daha yaşandı. Suriye iç savaşı aynı zamanda Türkiye’nin iç sorunu haline geldiği için, Erdoğan’ın Putin’i ziyaretinden sonra yaptığı açıklama dört yıllık inadın çöktüğünü gösteriyor. “Belki geçiş sürecinde Esed ile gidilebilir” açıklaması Saray’ın Moskova’da süngüsünün düştüğünü anlatıyor. PYD Başkanı Salih Müslim’in “Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın IŞİD ve El Kaide bağlantılı diğer gruplar tarafından devrilmesi dünya için bir facia olur” açıklaması; ayrıca AB’nin Esad’ı dikkate alma çağrıları Ankara için Suriye konusunda denizin bittiğini, geminin karaya oturduğunu gösteriyor. Böylece bir kez daha Ankara’nın kırmızı çizgileri buharlaşırken, Kürt Özgürlük Hareketi bölgede güç hesaplarındaki yerini sağlamlaştırmış oluyor. Oysa Saray bu güce karşı savaşı yükselterek seçimi kazanmayı hayal ediyor. Muazzam bir bilgi kirliliği yaratılmasına rağmen, etkisi AKP açısından umut kırıcıdır.

Seçim Sürecinin İki Özelliği

Bu seçimde yarışan, partiler ve vekillerden çok Savaş ve Barış talepleridir. Savaşın sahibi bellidir. Saray masayı devirip savaş yoluna çıkmıştır. Amacı çözüm sürecini inkar ederek ve yüzlerce hava saldırısı yaparak milliyetçi oylar üzerine oyun oynamaktır. Diğeri Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek veya yenilebileceğini kanıtlamaktır. Otuz yıldır yapılamayanı yaparak muzaffer komutan edasıyla sandıktan çıkmayı hayal ediyor. Daha şimdiden yenilmiş görünse de, “yenilen pehlivan güreşe doymazmış.” HDP için bu seçimin parolası Barış ve Demokrasidir. Boyalı basın ve havuz medyası HDP’nin bu talebini görünmez hale getirmek için kan teri döküyor. Bu yolda Hürriyet gazetesini bile bastılar. Kanallar Selahattin Demirtaş’a ambargo uyguluyor. Saray’daki sultan hemen hemen aynı durumun 2001 seçimlerinde kendisine ve partisine uygulandığını acaba anımsıyor mu? Bir kez iniş başlayınca medyanın büyük gürültüsünün etkisinin nasıl sınırlı hale geldiğini kendi yükseliş günlerinden anımsıyor olmalıdır.

Şimdi sıra bizde! Halkların dayanışmasında! Büyük gürültülere ve yaratılan bilgi kirliğine rağmen Sultan, bir kez iniş başlayınca frenlerin tutmadığını en iyi kendisi bilir. En çok sorulan soru ise, bu savaşta PKK’nin konumu ve amacı üzerinedir. Kılıçdaroğlu acaba söylediğine inanıyor mu? “PKK’nin amacının HDP’yi baraj altında bırakmak” olduğunu söylemişti. Yürüyen savaşın HDP’yi zor durumda bıraktığı yeterince açıktır. Daha doğrusu Saray için HDP’ye saldırmak için fırsatlar yaratmaktadır. Ancak PKK’nin amacının HDP’yi baraj altında kalmasını sağlamak olduğunu iddia etmek politik ortamı okuyamamak anlamına gelir. Savaş, her an değilse bile çoğu zaman HDP’nin siyasal çalışma alanını daraltıyor. Bunu görmemek mümkün değil. Ancak bu durumun alternatifi nedir? Devletin bütün zorbalığıyla savaşı sürdürmesine ve her gün PKK’ye onlarca saldırı yapmasına rağmen, Kürt Özgürlük Hareketi’nin sessiz kalıp sadece “barış istiyoruz” açıklamalarıyla yetinmesi mi bekleniyor? Saray’ın masayı devirmesinden sonra Kürt Özgürlük Hareketi iki şey yapmıştır. Özerk yönetimler ilan edilmesine ağırlık vermiş;

DUV

aynı zamanda çok sınırlı ölçüde savaş yürütmüştür. Devletin “Kürt sorununu” inkar etmesi karşısında özerk yönetimlerle Kürdistan coğrafyasında gerçek iktidarın kim olduğunun ortaya konulması aslında hortlayan inkarcı politikalara verilmiş savaştan çok siyasal bir cevaptır. Devlet bu cevaba kasaba ve kent kuşatmalarıyla cevap verdi. Fakat bu cevabıyla kendi gücünü değil, Kürt Halkı’nın gücünün yenilmeyeceğini kanıtlamış oldu.

Öte yandan, bütün saldırılara rağmen verdiği cevaplarla PKK’nin savaş gücünün önemli bir darbe almadığı, güç ve yeteneğini koruduğu, görmek isteyen her göz için ortadadır. PKK, devletin saldırılarına karşı cevap vererek en azından bir kez daha bu sorunun silahla çözümlenemeyeceğini kanıtlamak zorundaydı. Bunun bir kez daha yaşanıp kanıtlanması aslında hiç gerekli olmadığı halde, Saray ve Siyasal İslam’ın geleceği bu savaşın sonuçlarına bağlandığı için bu savaş yaşanıyor. Hatırlanacağı gibi, savaşın ilk günlerinde AKP’li “strateji uzmanları” televizyonlara çıkıp, “bir örgütle onun en güçlü olduğu zamanda pazarlık yapılmaz; gücü kırıldıktan sonra yeniden masaya oturulabilir” gibi bilgiçlikler taslamışlardı. Saray bu hedefine bir santim bile yaklaşamamıştır.


VAR

Ayrıca Kürt Özgürlük Hareketi kendi varoluşu için Saray’ın bu hedefini boşa çıkartmak zorundaydı. Saray’ın kurduğu savaş denklemi ancak savaşla bozulabileceği için seçim süreci kaçılmaz bir şekilde iki yönlü yaşanıyor. Bütün bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi iki şeyi aynı anda kanıtlamak zorundaydı. Hem savaşta yenilmezliğini; hem de bu savaşı kendisinin değil Saray’ın istediğinin kanıtlanması gerekiyordu. Bütün zorluklara ve toz dumana, bilgi kirliliğine rağmen Kürt Özgürlük Hareketi bu hedeflerine doğru güçlü adımlarla yürüyor. Seçim sürecinin bu ikili özelliği kaçınılmaz bir biçimde HDP’nin politika alanını etkiliyor, hatta zorlaştırıyor. Ancak tek sonuç bu değildir. Olaya sadece bu yönden bakmak insanı bir tek beklentiye kilitler: PKK’nin bir an önce ateşkes ilan etmesine! Oysa devlet saldırı ve katliamlarda ne ölçüde ısrarlı olursa, ateşkes olasılığı da o ölçüde zayıflar. O nedenle bu zorlu süreçte gelişmekte olan diğer iki olguyu görmek ve onları büyütmek günün en önemli görevlerindendir. Birisi, tamamen bu günlere özgüdür. 7 Haziran öncesi HDP, “Türkiyelileşme” stratejisiyle seçimlere katıldı ve bu konuda büyük başarı sağladı. Yığınlardaki AKP karşıtlığını “seni başkan yaptırmayacağız” parolasıyla güçlü bir

Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

şekilde dile getirerek Türkiye’nin batısında da önemli bir destek ve sempati kazandı. HDP’nin başarısı AKP ve bir bütün olarak devleti çileden çıkarttı. İki aydır yaşananların altında yatan temel neden budur. Savaş başlatarak AKP ve devlet, HDP’yi eski zeminine hapsetme taktiğini uyguladı. İlk başlarda başarılı olmuş gibi görünüyordu. Ancak yarbayın isyanıyla başlayan kırılmalarla bu taktiğin boşa çıkmaya başladığı artık çok açıktır. Bunun anlamı nedir? HDP’nin Türkiyelileşme stratejisi çökmediği gibi, batının HDP’ye desteğinin sadece AKP karşılığıyla sınırlı kalmayıp artık daha güçlü bir dayanışma zemine yükselmekte olduğunu görüyoruz. Türk Halkı artık Kürt Halkı’nın özgürlük mücadelesine destek verme seçeneğiyle karşı karşıya geldiğini her geçen gün kavrıyor. Aksi AKP’nin “yerli ve milli bir meclisle” bu ülkeye faşizmi yerleştirme yoluna sürüklenmektir. Gelenekselleşmiş inanç ve hatta bilinç kırılmaları ancak büyük altüstlüklerle mümkündür, bu tarihin önümüze koyduğu bir temel derstir. AKP ve Saray’ın ülkeyi pervasızca bir cehenneme çevirmesi böyle köklü altüstlüklerden birisidir. O nedenle, Kürt Halkı’nın özgürlük mücadelesinin gelip batının şovenizmle yükseltilmiş duvarlarına çarpma-

sı ve adeta yabancılaşması artık ömrünü dolduruyor. Türkiyelileşme stratejisi artık sadece Kürt Halkı’nın batının politik yaşam ve gerekleriyle sentezleşmesi değil, Türk Halkı’nın da Kürt özgürlük mücadelesinin ihtiyaç ve acılarıyla sentezleşmesi anlamına gelmektedir. Büyük medya Gezi isyanını aktarmak yerine penguenleri anlatarak nasıl batının bilincinde önemli bir kırılma ve gelişme yarattıysa; Saray’ın savaşı da Kürt özgürlük mücadelesinin batıdan görünüşünün önündeki engelleri, puslu görüntüleri kaldırmakta büyük sarsıntılar yaratıyor. Yaşanan bütün acılara, can kayıplarına rağmen bu gerçekleşebiliyor. HDP’de halkların buluşması bir basamak daha yükseğe çıkarak daha sağlamlaşıyor. İkinci olgu, tüm cumhuriyet dönemini kapsayan tarihsel bir kopmanın işaretleridir. Bu topraklarda krizli günlerde hep “Godot’u bekler” gibi askeri darbe beklenmiştir. Bu kitlelerin yaşanan krizlerin çözümünde aktif yer almayışına, pasif ve sinik kalışına denk düşen bir toplumsal doku özelliğiydi. Kitlelerin örgütlenmesinden ve hele eyleminden bu devlet, ölümünü görmüşçesine korkmuştur. Ne yapılacaksa devlet yapacaktır. Ayaklar hiçbir zaman baş olmamalıdır. Hatta bir zamanlar “bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz” diyebilen bir devlet ve vesayet geleneğiyle yoğrulmuş bilinçler bunalım günlerinde hep tam siper fırtınanın geçmesini bekleyen bir kitle davranışı üretmiştir. Yaşadığımız günler cumhuriyet döneminde belki de bir ilke tanıklık edecektir. Bunalımın asker eliyle çözümlenmesi bilinen nedenlerle en azından acil gündem değildir. Saray’ın örgütlediği sivil darbe ise aslının yerini hiçbir şekilde tutmayacağı gibi bambaşka bir sürecin tetikleyicisi olmaktadır. Boşuna hayal mi kuruyoruz? Bu önemli bilinç ve geleneksel davranış kırılmasının işaretlerini görebiliyor muyuz? Gezi isyanı bu toplumsal doku değişiminin ilk önemli işareti olmuştu. Ardından 7 Haziran seçimleri bu ruhun buharlaşmadığını gösterdi. Günümüzde Cizre kuşatmasından Kürt Halkı’nın zafer ve coşkuyla çıkışını batıda insanların, bütün

sansürlemelere rağmen desteklemesi son ve en önemli işarettir. Ayrıca askeri darbeler yaklaşırken ve beklenirken oluşan toplumsal yorgunluk ve korku, yaşadığımız sivil darbe günlerinde ortalarda görünmüyor. Savaş ve barışın ya da faşizm niyetlerinin ve demokrasi mücadelesinin yarıştığı bu olağanüstü seçim günlerinde bu iki olguyu büyütmek en yaşamsal politik görevdir. Son cumhuriyet krizinin ortaya çıkardığı yapısal değişim işaretleri hem tarihsel bir fırsat ama aynı zamanda büyük risklerle yürüyen gelişmelerdir. Bu sancılı sürece havuz medyasından Yeni Şafak’ın yazarlarından Ali Bayramoğlu’nun bakışı riskin kendi yönlerinden nasıl algılandığını göstermesi açısından ilginçtir. “Medeniyet inşası” başlıklı yazının sonu şöyle bitiyor: “… “büyük, sivil, eşitlikçi bir medeniyet projesini” inşa edebilecek miyiz? AK Parti, örneğin son 13 yılda, dışlanmış bir kesimi aldı yukarı çıkardı, haklarını teslim etti, özgüvenini sağladı, diğerinin yanına koydu, büyük bir eşitleme hamlesi yaptı ve önemli ölçüde başarılı oldu. Ama kendisinden beklenen ikinci aşamaya geçmedi. Bunların hepsini kuşatan, kucaklayan bir inşaya yönelmedi. Kendi değer sistemine vurgu yaptı ve gerçekleşen değişim iktidar değişimiyle fazla iç içe girdi. “Evet, ne zaman, nasıl?” (Yeni Şafak, 25 Eylül) Yeni bir “medeniyetin inşası”, “550 yerli ve milli” vekille olmayacaktır. Zaten AKP açısından sorun gerçekten sadece “iktidarın” güvenceye alınmasından ibarettir. Fakat öyle anlaşılıyor ki, Saray’ın zorlamaları sadece ülkeyi değil AKP içindeki fay hatlarındaki gerilimi de yükseltiyor. Şu artık yeterince açıktır, bu ülkede demokratik bir süreç gelişecekse onun motor gücü halkların demokratik ittifakıdır. Bunun bugünkü adı HDP’dir. AKP, yeni bir “medeniyet inşası” yolunda değil duvara doğru gidiyor.

13


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

SİLAHLAŞAN ZILGITLARIYLA CİZRE’Lİ KADINLAR! Tülay KORKUTAN

“Kekik, reyhan ve kaçak tütün kokusu taşırdı rüzgar, Alçak damlı evlerin yüksek küçük pencerelerinden soluk ışıklar yağıyordu geceye, Köpek havlamaları korkulara karışır kaygıları beslerdi, Sonra dağlardan kurşun sesleri gelirdi, belirli belirsiz Namlunun ucunda çırpınırdı yürekler Ağıtlar yankılanırdı dağlara doğru Kapılar kırılır, talan edilirdi sevdalar Umutlar ve insan olan ne varsa? Ve kan akardı derelerimizden; Zilan, Munzur, 33 kurşun, Newala Qasaba Ve ülkenin bütün derelerinde? O iklimde kalırdı acılar Duymazdı bir Allahın kulu çığlığımızı Ve dağlara sevdalanırdık Karabasan gecelerin sabahlarında Direnmek kalırdı Kürde Yaşamanın bir başka adı direnmektir?” MUSA ANTER

14

B

arış İçin Kadın Girişimi’nin çağrısı ile Türkiye’nin dört bir yanından 150 kadın 19 Eylül’de Cizre’ye doğru yola çıktık. Cizre’deki kadınlarla dayanışmak, acılarını paylaşmak, onlardan öğrenmek için 100 kadın İstanbul’dan yaklaşık 30 saat süren otobüs yolculuğunun ardından ‘Cizire Botan’ topraklarına vardığımızda savaşın bıraktığı izlerle karşı karşıya bulduk kendimizi. Son bir kaç yıldır sınır çizgilerinin sadece kâğıt üzerinde olduğu, artık hiçbir anlamının kalmadığı bir tarihi yaşıyoruz. Cizre, Gabar ve Cudi’nin ortasında adeta direniş ve mücadelenin simgesi olan dağların kucakladığı bir yer. Cizre’ye ulaştığımızda bütün sokaklardan kadınlar, gençler, çocuklar zılgıt, slogan ve coşkularıyla bizleri karşıladılar. Özellikle çocukların erken büyüdüklerine attıkları slogandan, sizinle konuşmalarından şahit oluyorsunuz. Azad 9 yaşında. Her patlama sesiyle duvarlarda açılan delikleri sayar olmuş. Onun için savaşın sorumlusu belli: Erdoğan! Azad’la konuşurken daha

doğrusu o konuşurken sessizce onu dinlemeyi yeğliyorum. Kürtçe konuşsaydı daha çok şeyden bahsedecekti. Okulda öğrendiği Türkçesiyle 9 günlük kuşatmada yaşadıklarını çok kısa ve sade bir şekilde anlattı. “Günlerce savaş oldu evlere kurşunlar değdi. Bizim evimize de kurşunlar değdi. Hep silah sesleri geliyordu. Erdoğan polislere yap dedi polislerde evlerimizi vurdu. Evden çıkamıyorduk kuyu suyu içiyorduk.” Savaşın gerçekliği Azad’ın söyledikleri kadar net. İlk ziyaretimiz Cudi Mahallesi’nde bulunan taziye evi oldu. 9 günlük kuşatmada yakınlarını kaybedenler göğüslerinde sevdiklerinin fotoğraflarıyla bizleri kucakladılar. 35 günlük Muhammed Tahir Yaramış’ın annesi, Meryem’in kızı, Maşallah’ın eşi hepsi ayakta bizi bekliyordu… 21 can… Yüreklerindeki acıyı hissediyoruz, tabi ki gözlerindeki öfkeyi, direnişin ruhunu da… Cizre halkı, taziye evine bizleri evlerine götürmek için gelmiş, bizim toplantımızın bitmesini bekliyordu. Nasıl yerleşeceğimizle ilgili sorumlu arkadaşlarla kafa patlatırken dışarıya çıktığımızda ‘Cizire Botan’ halkı örgütlülüğü sayesinde kendi iş bölümlerini yapıp 150 kadını yarım saat içinde evlerine almışlardı bile. Ben ve iki arkadaşımla evine gittiğimiz aile bizi damlarına çıkarıp ilk önce Gabar ve Cudi dağlarını gösterdiler. Konuşmalarından Cudi ve Gabar’ın ne kadar güven verdiğini hepimiz hissettik. Hemen ardından Kalekolları ve özel hareket timlerinin nerelere konumlandıklarını işaret ettiler. Mevsimlik tarım işçisi olan Nezahet hala, Cizre’de 360 tane caminin olduğunu ve 9 gün boyunca ezan okunmadığını söyledi. Böylelikle sohbetimiz başladı.


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

Kadınlar direniş sırasında komünler kurmuş. Örneğin; tüm evlerdeki gıda malzemeleri bir yerde toplanmış, yemekler komün mutfaklarda pişirilerek mahallelerde dağıtılmış. Aynı zamanda Cemile Çağırgan’ın komşuları Nezahat hala. Cemile’nin ölümüne birebir şahit olmuş. “Biz bu savaşı 90’lardan biliyoruz. Yeni değil bizim için, biz Kürtler aynı değiliz. Bütün çocuklarımızı da öldürseler ne oyumuzu Erdoğan’a veririz ne de Cizre’yi terk ederiz. Son nefesimize kadar direneceğiz. Cizre, Kobane oldu. Bu kan durana kadar “Barış!” diyeceğiz. Barışı da sadece silahların susması olarak demiyoruz. Kendi kimliğimizin, dilimizin, varlığımızın tanındığı, eşit şekilde bir yaşamımızın olduğu barış istiyoruz”, Nezahat halanın son sözleriydi. Nezahat halanın ruh halini iki gün kaldığım Cizre’de hemen hemen bütün kadınlarda da hissettim. Hepsi çok kararlı ve ne istediklerini çok iyi biliyorlar. Daha önceleri de teslim alamayan devlet, bu sefer görmüş olmalı teslim alamayacağı ‘Cizire Botan’ halkını. Cizre halkının gözlerinde, yüreklerinde, dillerinde direniş ve umudun varlığını hissetmemeniz mümkün değil. Şu da bir gerçek ki Cizre’yi seçerek devlet yanlış yerden başlamış.

9 Gün Süren Zılgıtlar!

Direniş en önemli direnç kaynağını; hiç susmayan, sokakları, evleri aşıp düşmanın kulağından yüreğine korku salan zılgıttan almış. Yer yer top ve silah seslerini bastıran zılgıtlar savaşın seyrinin değişiminde büyük bir senfoni oluşturmuş. Ertesi gün çatışmaların yoğun yaşandığı Yafes ve Nur mahallelerine gittik. Yafes Mahallesi’ne girişimizde de Cudi’de olduğu gibi zılgıtlar ve çocukların sloganlarıyla karşılandık. Mahallenin içine girer girmez öz savunmalarını kurmuş olduklarını görebiliyorsunuz. Mahalledeki kadınlarla sokak ortasında oturup sohbete koyulduk. 9 gün boyunca çok az uyuyabildiklerini, birbirlerine güç vermek ve direndiklerini göstermek için tencere, tava çaldıklarını ve tabi ki zılgıt çektiklerini anlattılar. Evinin önünde otururken vurulan ve yaşamını yitiren 53 yaşındaki Meryem Süne’nin evine gittiğimizde Meryem’in kızı ve annesi el ele oturuyorlardı. Günlerce kızının cansız bedenin başında bekleyen Meryem’in annesi Kürtçe “Edi Bese!” ve “Biji Aşiti!” dedi sadece. Aslında çok şey söylemiş oldu. Yafes Mahallesi’nden zılgıtlarla ayrıldıktan sonra çatışmaların en şiddetli geçtiği Nur Mahallesi’ne yol aldık. Nur Ma-

hallesi’ndeki yıkım herkesi şaşkına çevirmişti. Nur Mahallesi’nde çatışmanın yoğun yaşanmasının nedeni mahallenin kalekol ve keskin nişancıların konumlandıkları yerlerin tam hedefinde olması. Devlet, belediyeye bağlı Mem û Zîn Kültür Merkezi’ni boşaltıp keskin nişancılar yerleştirmiş. Kültür merkezi, Nur Mahallesi’nin sağ cephesinde ve mahallenin bütün sokaklarını görebiliyor. Bundan dolayı diğer mahallelere göre daha şiddetli geçmiş burada yaşayanların direnişi. Mahalle yerle bir olmuş, bütün evlerde kurşun ve top izleri. Sokaklarda yürüyen, evlerinin önünde duran, kapı önünde oturan kadınlar, gayet sakin gözüküyorlardı. Bizleri gülen yüzleriyle karşıladılar. Cizre’de nereye gittiysek, ki Nur Mahallesi de öyleydi, kimsenin kapısı kapalı değildi. 9 günlük kuşatmada evlerinin duvarını delip birbirlerine geçmiş, ekmeklerini paylaşmışlar. Üniversite mezunu Karanfil’le tanıştık. Nur Mahallesi’ndeki Kadın Meclisi’nde çalışmalar yapıyor. Abluka süresince annesini 9 gün görememiş. Aralarında bir ev olmasına rağmen keskin nişancıların hedefinde oldukları için dışarıya çıkamamış. İçme suyunun verilmediği mahallede kuşatmanın sürdüğü 9 gün boyunca yıllarca açmadıkları kuyunun su-

yunu içtiklerini söyleyen Karanfil, özel harekat polislerinin megafonlardan “Kadınlar domates, biber, patates geldi” gibi alay edici söylemlerde bulunması öfkeyi artıran olaylardan birkaçı. Her şeye rağmen her yerde olduğu gibi Nur Mahallesi’nde de direndik mücadele ettik duygusu hâkimdi. Saray padişahının emriyle Cizre’ye katliam için girilmiş ancak bu başarılamamış. Keskin nişancıların ilk hedefleri su depoları ve klimalar olmuş. “Hem kafanıza bombalar atacağım hem de sizi susuz bırakacağım” mesajını vermek istemiş. Ancak Saray’daki hesapları Cizre’de tutmamış. ‘Cizire Botan’ halkı çok kararlı ve 7’den 70’e direneceklerini teslim olmayacaklarını söylüyorlar. Cizre halkının bizden iletmemizi istediği mesaj; “bizim sesimizi gittiğiniz yerlere duyurun, biz barış istiyoruz” oldu. 9 günlük kuşatmada tencere tavalarıyla, zılgıtlarıyla, komünleriyle direnen bütün Cizreli kadınlara selam olsun.

15


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

KOKU PRİMİ DEĞİL İŞ GÜVENLİĞİ İSTİYORUZ! Röportaj

İ

ş yerindeki kötü çalışma koşullarına itiraz ettikleri ve BATİS sendikasına üye oldukları için işten çıkarılan ve 50 gündür fabrika önünde direnişte olan Sanifoam sünger işçileriyle röportaj yaptık:

Kendinizi tanıtır mısınız? Şakir Gençoğlu: 22 yıllık işçilik hayatım var. 43 yaşımdayım. 20 yıldır Çerkezköy’deyim. Şimdiye kadar çalıştığım fabrikalarda sadece bu fabrikada asgari ücretin üstünde maaş alabildim. Evliyim, bir oğlum var, bir de yakında dünyaya gelecek kızım var. Yani eşim hamile. 2001 yılının Mart ayında yine buradaki Gü-

16

müşsuyu isimli fabrikada çalışmakta iken işten çıkartıldım, hala alacaklarımız ödenmedi. Bilal SAC: Yaşım 32 ve 15 yıldır işçilik yapıyorum. Çerkezköy’e geleli 9 yıl oldu. Sanifoam süngerde 5 yıldır çalışıyorum. Evliyim, 2 çocuğum var. Orhan Kızılateş: 2007 yılından beri Karaağaç’ta oturuyorum. Esas mesleğim inşaat ustalığıdır. İnşaat sektöründe çalışan işçilerin iş güvenliği alınmamakta, sigorta dahi yapılmamaktadır. Bu sebeplerden bölgedeki fabrikalara girerek çalışmaya başladım. Sanifoam sünger fabrikasında yaklaşık 3 yıl çalıştım. En son iş yerinde iş güvenliği önlemleri alınmadığı için iş kazası geçirdim. Patron raporluyken iş akdimi sonlandırdı. Bu vesileyle bütün emekçilere, patronların iş güvenliği önlemlerini yeterince almadığını, bu şekilde biz emekçilerin zarar gördüğünü hatırla-

tıyorum. Eğer iş yerinde ciddi iş güvenliği ihmali varsa çalışmama hakları olduğunu söylemek istiyorum.

Bu direnişin amacı nedir? Şakir Gençoğlu: Bu direnişle Çerkezköy’de çalışan işçilerin en temel sorunlarından olan iş güvenliği önlemlerinin alınmamasına ve kıdem tazminatlarımızın ödenmemesine karşı mücadele ederek haklarımızı almak istiyoruz. Biz Çerkezköy’de çalışan emekçileriz. Daha önce bizim çalıştığımız fabrikada ve diğer fabrikalarda birçok sorun olduğunu biliyoruz. Mesela işçiler kıdem tazminatları ödenmeden işten çıkartılıyor. Ya da iş kazası geçiren işçi bir de işten kovuluyor. Örgütlü olmadığından dolayı patronlar işçileri işten istedikleri gibi çıkartıyor. Yapanın yaptığı yanına kar kalıyor.

Bizler BATİS sendikasına üye olduk ve “koku primi kaldırılsın” dediğimiz için işten çıkartıldık ve çıkarılırken tazminatlar ödenecek dendiği halde ödenmedi. Bunu yapmaya ne hakları var? Dava açtık, 3 ay sonraya gün verdiler, biz de derhal direniş çadırını kurduk. İşyerinde kötü çalışma koşullarının üstünü örtmek için koku primi ödeniyor. Kimyasalların çok kullanıldığı bölümde oluşan kokuya sabrettiğimiz için ve burayı terk edip gitmememiz için fazla ücret ödüyorlar ve adına koku primi diyorlar. Koku primi meslek hastalığına yakalanmayı ya da iş kazasında ölmeyi engellemiyor ama. Bu sebeple koku primi değil, can güvenliği, iş güvenliği istedik. Bedeli işten çıkarılmak oldu. Ama koku primi başta olmak üzere tüm kötü koşullar düzeltilene kadar mücadelemiz sürecek.


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

Direniş esnasında yaşadığınız baskılar nelerdir? Şakir Gençoğlu: En büyük baskı patron tarafından içeride çalışan arkadaşlarımıza yapılıyor. Bunu; patron onlarla görüşmeyin, selam dahi vermeyin dedikten sonra yıllardır çalıştığımız arkadaşlarımız bizi görünce kafasını çevirdiğinde daha iyi hissettik. Ayrıca patron 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde bizzat bize ve sendikacı arkadaşımıza saldırarak, hakaret ve küfür ederek darp ermiştir. Gerekli şikayetlerde bulunduk ama bu süreçte davalar gibi yavaş yürütülüyor. Yine patron içerde bizi kara-

lamaya devam ediyor. Bize destek gelmesini engellemek için sendikamızı karalamaya devam ediyor. Ama içerdeki örgütlenmemiz sürüyor. Biz işçileri birbirimize düşman etmek istiyor.

yor. İşsiz kalma korkusu insanları tutuyor. Aslında hepsi çok öfkeli.

Enteresan bir şeyden bahsetmek istiyorum. İçerde çalışan arkadaşlarımız; “neden burada bayrak yok” diyerek bizimle birlikte olmaktan kaçınıyorlar. Arkadaşlarımıza fabrikanın bahçesinde devasa bir bayrak bulunmasına rağmen işçilerin haklarını yendiğini, mesailerin 50 gün gecikmeli ödendiğini, birçok haklarının ise hiç verilmediği anlattık. Bizi anlıyorlar biliyoruz ama borçluluk birçoğunu engelli-

Bilal SAC: İşten çıkarıldığımızda maaş, birçok fazla mesai alacağı ve kıdem tazminatlarımız ödenmemişti. Ayrıca patron bizi 2 kez ayağına çağırdı. Alacaklarınızı 2 aylık senet olarak vereyim dedi. Ancak daha sonra ondan da vazgeçti. Üçümüz de evliyiz, bakmakla yükümlü olduğumuz ailelerimiz var. Alacaklarımız ödenmediği için maddi zorluk yaşıyoruz. Ödemek zorunda olduğumuz ev kredilerimiz var. Bunların hepsi aksadı. Buradan bütün emekçilere kredi çekerken fabrikalara güvenmemesi gerektiğini söylüyoruz.

İş yerinden ve markalardan taleplerimiz şunlardır: 1-Atılan işçiler geri alınsın iş güvencesi sağlansın. 2-İş yerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınsın, işçi temsilcisi seçilsin, iş güvenliği kurulu aktif hale getirilsin. 3-Sendika üyeliği güvence altına alınsın. 4-İş yerindeki yasa ihlalleri derhal son bulsun. 5-Sendika tarafından iş güvenliği yönünden iş yeri denetlensin ve iş birliği ile bütün hak ihlalleri son bulsun.

BATİS SENDİKASI SANİFOAM SÜNGER İŞÇİLERİ

Direniş esnasında yasadığınız zorluklar nelerdir?

Çerkezköy halkından ve diğer emekçilerden beklentileriniz nelerdir? Şakir Gençoğlu: En kötü sendika, sendikasız fabrikadan iyidir. Direniş boyunca zaman zaman Çerkezköy’de direniş hakkında bildiri dağıtıyoruz, ancak halkımız uzattığımız bildirileri almaktan kaçınıyorlar. Bu tür işçi bildirileri tüm emekçiler tarafın-

dan alınıp okunmalı. İşçi, işsiz arkadaşlarımızdan, sendikalardan, sivil toplum kuruluşlarından, siyasi partilerden destek bekliyoruz.

Bu direnişin talepleri nelerdir? Bilal SAC: Sanifoam sünger patronlarından ve üretim yaptığımız Unilever, Vileda, Mercedes-Benz, Kipa gibi büyük markalardan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmasını, işçilerin ölmesinin ve hastalanmasının engellenmesini talep ediyoruz. Bunun mümkün olduğunu da biliyoruz. İşten atılan işçi arkadaşlarımızın işine geri iade edilmesini talep ediyoruz, eğer işe iade alınmazsa sendikal tazminat talebimiz var, iş yerindeki bütün yasa ihlallerinin son bulmasını talep ediyoruz. Zira Sanifoam süngerde yasa ihlalleri son bulduğu takdirde içerde çalışan Ahmet, Fatma, Hüseyin yani diğer tüm işçiler iyi şartlarda çalışıp daha iyi şartlarda hayatını sürdürecektir.

Teşekkür ediyoruz. Biz teşekkür ediyoruz.

17


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

“ÇİPRAS ÇARMIHA GERİLMELİ!” Ayşe TANSEVER

Son olarak AB içinde solun durumuna de değinmekte yarar vardır. Kemer sıkma politikaları Avrupa halklarını sola doğru kaydırıyor. Yaşanan deneyler solda yeni şekillenmelere, ittifaklara yol açıyor. Syriza örneğinde gördüğümüz birleşmeler yeni parçalanmalar oluyor. Ama bunlar birer arayıştır. Dünyamızda bir 21. Yüzyıl Sosyalizmi var.

18

Y

unanistan’da, 7 Temmuz referandumunda halkların %61’inin AB merkezinin dayattığı memoranduma “hayır” demesine rağmen 11 Temmuz’da Çipraz’in imza atması sonucunda sol radikal güçler “Çipras çarmıha gerilmeli” dediler. Partisi Syriza içindeki radikal kanattan 29 milletvekili istifa etti ve Ulusal Birlik Partisi’ni kurdu. 2500-3000 üyeli Syriza gençlik örgütü bir bildiri yayınlayarak dağıldı. Çipras parlamentodaki çoğunluğunu kaybettiğini düşünerek istifa etti ve 20 Eylül’de yeniden seçimler yapıldı. Seçimlerde halk Çipras’ı çarmıha germedi aksine onu tekrar iktidar koltuğuna oturttu. Radikal sol Çipras’ı suçluyordu ama halk seçimlerden anlaşıldığı kadarıyla, liderlerine yeni bir şans veriyor. Suçunu affediyor. Çipras radikal solun istediği gibi mi davransaydı? Chavez’in petrol grevi karşısında yaptığı gibi Çipras da “memorandumu imzalamıyorum” diyerek masadan kalksa mıydı? Ya da Arjantin gibi “borçlarımı ödemiyorum, iflasımı ilan ediyorum” mu deseydi? Radikal sol böyle davranılmasını istiyordu. Masadan kalkmanın anlamı Yunanistan’ın beş parasız, 240 milyar Euro borç ile Euro’dan atılması anlamına gelebilirdi. Her ne kadar Euro’dan atılmak diye bir madde olmamasına rağmen fiili olarak Yunanistan’ın böyle bir durumla karşı karşıya kalacağı açıktı. O zaman ne olacaktı? Gerçekten Yunan halkları kırık dökük bir gemiyle fırtınalı bir denizde geleceğe açılmış olacaklar, bir anlamda şimdi Ege Denizi’ni geçmeye çalışan göçmenlerden farkları kalmayacaktı. Bu kumar oynanmalı mıydı? Venezüella ve Arjantin yaptılar ama onlarla Yunanistan’ın birçok farkı vardır. En başta Yunanistan bu iki ülke kadar zengin değildir. Ne Venezüella gibi petrol zenginliği ne de

Arjantin gibi verimli, geniş toprakları vardır ne de ekonomisi Arjantin gibi gelişkindir. Genellikle turizmden geçinen birkaç on milyonluk küçük bir ülkedir. İkinci olarak Yunanistan yıllardır AB ile bütünleşmiştir. Parası, ekonomisi, yasaları, halkları, finans-kapitali ile AB içinde olmuştur. Bu bağları birden kesip atmak ekonomide büyük altüstlüklere neden olabilir. Topluluktan çıkıp ayakta durmak deveye hendek atlatmak kadar demeyelim de zordur. Buna rağmen bazı liderler halklarını böyle bilinmezliklere sürükleyebilirler. Çipras bunu yapmadı ya da yapmayı uygun görmedi. Syriza’nın Euro alanından çıkma diye de bir sözü olmamıştır. Syriza Yunan solunu 2010 yılında bir araya getirdi. O zaman AB içinden çıkmak hedefleri vardı. Ancak 2012 seçimlerinde parti içinde yapılan birçok tartışma sonunda bu çıkıştan vazgeçtiklerini açıkladılar. “Biz” dediler “AB içinde bir devrim yapmalıyız. Onun anti-demokratik yapısını değiştirmeli Avrupa Topluluğunu sol bir çizgiye oturtma mücadelesi vermeliyiz.” Topluluğun bu kadar kaynaşmışlığı içinde nasıl olacağı belirsiz bir tek başına kurtuluş mücadelesi yerine diğer sollarla yapılmalıdır. Yeni kurulan Podemos, gelişen Portekiz, İrlanda, İtalyan ve Doğu Avrupa ülkeleri solları vardı. AB içinde bir mücadele halklar açısından daha az zorlu daha az eziyet çektirici ve tutarlıdır. “Biz bu yolu deneyeceğiz” dediler. Yapısı değişecek AB içinde zaten borçlar sorunu başka şekilde çözülecektir. O nedenle Çipras memorandumu imzalamakla ilke olarak verdiği sözden dönmüş olmadı. O zaman şu soru sorulabilir: Neden öyleyse 7 Haziran’da memoranduma “evet”, “hayır” referandumu yaptı? Troika’ya son olarak halklarının buna karşı olduğunu kanıtlamak ve böylece AB tepesinin ve yasalarının anti-demokra-

tik yapısını tüm dünya halklarına göstermek için olabilir. Bunu da başardı. Artık Avrupa halklarının her biri hiçbir kuşku duymadan topluluk merkezindeki finanskapital güçlerinin ne kadar kendi çıkarları doğrultusunda gittiğini biliyor. Hiçbir Avrupa halkının kemer sıkma politikalarına karşı mücadele ederek kendi koşullarını düzeltebileceği ufku yoktur. Bu çok önemli bir deney, çok önemli bir bilinç yükselmesi, sol açısından büyük bir kazanımdır.

Masaya Oturmak

Radikal sol, Çipras’ı Troika ile masaya oturmakla suçlayıp çarmıha geriyor. Masaya oturmanın kendisi başkadır masada pazarlık sırasında yanlışlar yapılması başka şeylerdir. Bizce masaya oturmanın bir mantığı vardır. Marksizm’in, kapitalizmin kendi kuyusunu kazdığı teorisi işin alfabesidir. Syriza’nın bunu bildiği kesindir. Öyleyse ona “bakın sizin kemer sıkma politikalarınız sonucu bu ülkelerin ekonomileri daralıyor. Borçlarını geri ödeyemez duruma geliyorlar. Halklar perişanlar. İsyan ediyorlar, edecekler. Sonunda sisteminizi yıkacaklar. Bunu siz de biliyorsunuz. Kendi ekonomistlerinizde bunu görüyor. O nedenle gelin başka bir ekonomik program yapalım da ekonomilerimiz büyüsün ki size borcumuzu ödeyelim” anlatılabilir miydi? Buna ikna edilebilir miydi? Bu umutla masaya oturulur mu? Olabilir. İkna etmek değil zaten biliyorlar da sadece arkalarındaki halkı gösterebilirler. Hem de gene sol güçler kapitalizmin kendi kendini yenileme, esneme özelliği olduğu tespitini yapmıyor mu? Gerçekten kemer sıkma politikalarının bu ülkelerde ekonomileri daralttığını ve yeni bir yolun kendisini daha da zenginleştirebileceğini görürse vazgeçebilir. Yani belki Troika gerçekten esneyebilir, esnetilebilirdi. Ya da finans kapitalin vahşi yüzünün halklara iyice gösterilmesi, kanıtlanması için gerekliydi. Syriza’nın programının temelinde “halkla-


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

rın seviyesine inerek onlarla birlikte” ilkesi yazılıdır. Çipras da bu sözünü yerine getirmek istemiştir. O nedenle bize kalırsa masaya oturmak denenebilirdi ve yapıldı. Syriza bu nedenle suçlanamaz. Sonuçta Syriza bunu kabul ettiremedi ve yanlışını bu süreçte aramak uygundur. Hemen başta Troika’nın kafasında ikna olma hedefi olmadığı anlaşıldı. Onlar Syriza’yı nasıl güçsüzleştiririz, iktidardan alırız düşüncesini taşıdılar. İktidara geldiğinin haftasına para musluklarını kapattılar. Eski memorandumda kabul ettikleri acil durumda 16 milyar nakit çekebilme hakkını tek taraflı olarak 9 milyar Euro’ya indirdiler. Ayrıca her hafta Syriza’dan raporlar istediler. Sanki ikna olacaklar gibi Syriza önerilerini dinler gibi yaptılar. Yeni rakamlar istediler. Bu dönemde de Yunan piyasalarından, bankalarından paralar kaçtı. Syriza’yı 25 Haziran’da bitecek ve yenilenmesi gereken ikinci memorandum tarihine kadar oyaladılar. Syriza’nın Çipras’ın yanlışı, kendisinin deyimiyle saflığı, acemiliği buradadır. Bu oyalamayı görüp başka şeyler yapılabilirdi. İçeride yapılması gereken reformlar, zenginlerin bankalardan para kaçırmaları, kendilerini güvenli limanlara çekmelerini önleyici önlemler üzerinde daha fazla durulabilirdi. Halklara yaşananlar daha iyi anlatılabilirdi. Bir B Planı, alternatif bir plan geliştirilebilirdi. Bunun önlemleri alınabilirdi. Yapılmadı. Tüm Syriza iktidarı bile bile Troika’yi iknaya boğuldu. Syriza’nın belli başlı hatası buradadır. Syriza gençlerle dolu, deneyimsiz bir partidir. Sol teorisinden şüphemiz yok ama pratik ile teori arasında da büyük bir fark olduğunu biliyoruz. Onlar “B planımız yok” diye de açıklamalar yaparak Troika’yı rahatlattılar.

tikleştireceğim” diyor. Minicik Syriza ve dev bir AB merkezi, fare ile fil gibi. İspanya, İtalya hatta Fransa gibi diğer kemer sıkan ülkelerde sağ güçler iktidarda ve Syriza’nın zaferinde kendi ölümlerini görüyorlar. Almanya merkezli finansın yanına çöreklendiler. Eğer AB solu daha güçlü olsaydı pazarlık başka türlü sonuçlanabilirdi. Örneğin; bir Podemos ya da şimdi Corbyn’in İşçi Partisi iktidarda olsaydı bize göre pazarlık güçleri çok daha fazla olur ve belki Troika biraz esnetilebilirdi. Portekiz solu, eski sosyalist ülke içindeki sollar destek verebilselerdi, durum başka olurdu. O zaman Syriza daha ciddiye alınabilirdi. Syriza’nın bir şansızlığı da işte AB içindeki sol ve liberal güçler dizilişindeki bu denge ya da dengesizliktir. Son olarak AB içinde solun durumuna de değinmekte yarar vardır. Kemer sıkma politikaları Avrupa halklarını sola doğru kaydırıyor. Yaşanan deneyler solda yeni şekillenmelere, ittifaklara yol açıyor. Syriza örneğinde gördüğümüz birleşmeler yeni parçalanmalar oluyor. Ama bunlar birer arayıştır. Dünyamızda bir 21. Yüzyıl Sosyalizmi var. Ama bu sosyalizm her ülkenin kendi gelişkinlik düzeyine, ülke ekonomik, coğrafi, doğal koşullarına uygun bir yol izleyerek sosyalizm yoluna çıkacağını söylüyor. Öyle kesin belirli dogmalar yoktur. Sosyalizm yolunda ilk önce bir ikili iktidar deneyi yaşanacaktır. Şimdi bu veriler ışığında da AB solunun henüz belirlenmiş bir

sol planı yoktur. Topluluk içinde iktidar alındığında finans-kapital tepesi ile nasıl mücadele edilecektir? Hangi taktik ve program uygulanacaktır? Bunlar ne bir bütün olarak var ne de tek tek ülkelerde yaşanan deney anlamında var. Syriza işte bu deneylerden ilkidir. Syriza deneyi sonrası Avrupa solu daha çok birbiri ile temas içine girdi. Bu konu üzerinde harıl harıl bir çalışma, kafa yorma, tartışma var. Son olarak Almanya Die Link Partisi (Sol Parti) eski başkanlarından Oskar Lafontaine geçtiğimiz günlerde “Haydi Avrupa için bir B planı geliştirelim” diye bir yazı yazdı ve bunu bir basın toplantısında dünyaya duyurdu. Yanında da soldan çeşitli tanınmış kişiler vardı. Burada tüm ülkelerin kendi para birimlerine geri dönmeleri böylece ekonomilerine göre bu paranın değeri üzerinden oynamalar ile ayakta durmaları öneriliyor. Öneriler bir yana Syriza pazarlığına ilk tepki B Planı oluşturma girişimidir. Bu doğrultuda tüm AB solları önümüzdeki aylar içinde bir araya gelerek bu konuda tartışma yaparak bir ortak plan geliştirmeye çalışacaklar. Radikal sol yukarıda anlatmaya çalıştığımız eleştiriler ışığında Çipras’ı çarmıha germe düşüncesini taşıyor ama Yunan Halkı onu tekrar başkan seçti. Çipras memorandumu imzalamasını iki adım ileri gitmek için bir adım geri atmak olduğunu söylüyor. Ona göre pazarlık bitmemiştir ve

esnetilebilecek önemli detaylar vardı. Ayrıca yukarıda da değindiğimiz gibi Yunanistan eğrisi doğrusuyla bir şekilde ikili iktidar sürecindedir. Her ne kadar memorandum bir kapitülasyon olsa da her ne kadar her attığı adımı AB merkezine bildirmek zorunda olsa da Yunanistan devlet yapısında çöreklenmiş kapitalist çekirdeği değiştirici yığınla şey yapılabilir. Syriza’da aynı Venezüella’da olduğu gibi iktidara seçimle geldi ve devlet yapısında yılların kapitalist yasaları var. Devlet çarkı tamamen bu yapıda çekilenmiş. Venezüella’da yıllardır bu yapıyı halkçı hale getirmeye çalışıyor. Yoksa istediği doğrultuda politikaları hayata geçirmesi gerçekleşmiyor. Syriza’nın da bu süreçte devlet dairelerinin demokratik yapıya oturtulmasından tutun da yolsuzluk, vergi kaçırmalar vs ile mücadele gibi yığınla yapabileceği hatta yapması gereken işler vardır. Bu seçimlere halkın %45’inin katılmadığı da düşünülürse kararsız, yorgun ve umutsuz ortamda içeride yapması gereken çok iş vardır. Syriza içte ve dışta yaptığı yanlışlıklardan, saflık, acemiliklerden dersler çıkarır ve bunları uygulama başarısını gösterebilirse halkların hanesine artılar yazılacaktır. Elbette başarılabilirse…

Güçler Dengesizliği

Syriza’nın bir de şanssızlığı vardır. O, AB içinde birkaç milyon halkın yaşadığı, onun da ancak %35,5 oyu ile iktidar gelmiş ufacık bir sol güçtür. Ve bu ufacık güç “tüm AB içindeki sol güçlerle topluluğu değiştirip demokra-

19


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

G. AFRİKA’DAN BİR YOKSUL ÖRGÜT M. Sinan MERT

A

bahlali baseMjondolo (AbM), Zulu dilinde “barakada yaşayanlar” anlamına geliyor. Bu aynı zamanda 2005 yılından bu yana G. Afrika’nın varoşlarında son derece etkin bir mücadele yürüten varoş hareketinin de adı. “Kırmızı gömlekliler” olarak da anılıyorlar. Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yoksullara dayatılan ev boşaltmalarına karşı barınma hakkını savunmak için mücadele ediyorlar. Hareket, 2005 yılının başlarında Durban şehrindeki Kennedy Yolu (Kennedy Road) sakinlerinin gerçekleştirdikleri bir yol kapatma eylemi sonrasında ortaya çıkıyor. AbM şu anda G. Afrika’nın en büyük varoş sakinleri örgütü olarak yoksulların yaşam koşullarını düzeltmek ve toplumu aşağıdan yukarıya demokratikleştirmek için mücadele ediyor. AbM genel olarak partilerin ana ekseni oluşturduğu siyaset biçimi ile oldukça mesafeli. Liderlerinin kısa yoldan milletvekili olmasını sağlayan bir sıçrama platformu olmaktan oldukça uzaklar. Kuruldukları tarihten 2014 yılına kadar tüm seçimlerde boykotu ön plana çıkarmışlar. Bunun en temel sebebi de temsili demokrasiye inançlarını büyük oranda kaybetmiş olmaları. Apartheid rejiminin sona ermesinin ardından yoksul Afrikalıların yaşam koşullarında bir düzelme olmaması bu yabancılaşmanın en önemli sebebi. Temel talepleri kent topraklarının kullanım değerinin değişim değerinden öncelikli olarak ele alınması, bu çerçevede kentlerdeki özel mülkiyet altındaki büyük toprak parçalarının kamulaştırılması için kampanyalar yürütüyorlar. Temel

20

örgütlenme yaklaşımlar taban örgütleri aracılığıyla “Müşterekleri Yeniden İnşa Etmek” ve birbiri ile bağlantısı olan komünleri inşa etmek. Doğrudan demokrasi ve özyönetim anlayışı AbM’nin temel pusulası olarak işlevleniyor. AbM örgütlenebilmek için toplumun en altındakilerin yaşamsal ihtiyaçlarına yanıt üretecek taktikler kullanıyor. Örgütün doğuşu varoşlardaki yıkımlara ve zorla evden çıkarmalara karşı mücadele etmek ve yoksulların barınma koşullarını geliştirmek. Bir çok durumda bu varoşlardaki evlerin koşullarını geliştirmek ya da mahallelere yakın yerlerde yeni mahallelerin inşasını sağlamak için kampanyalar düzenlemek olarak somutlaşıyor. Varoşlarda yaşayanların su, elektrik ve tuvalet ihtiyaçlarının karşılanması da oldukça önemli bir mücadele konusu olarak ortaya çıkıyor. Dünyanın en zengin hammadde kaynaklarına sahip, BRICS üyesi bir ülke olarak G. Afrika’da hala böylesi sorunlardan dolayı geniş bir çelişkinin var olması toplumsal zenginliklerin nasıl adaletsiz bir biçimde paylaşıldığının da göstergesi olarak okunmalı. AbM toplumsal zenginliğin toplumun geniş kesimlerinin, zenginlikleri yaratan emekçilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi için kullanılmasını sağlamak için mücadele ediyor. Bu işlerin devlete yaptırılamadığı durumlarda hareket, varoşların su ve elektrik hattına bağlanmasını sağlamak için her türlü çalışmayı yapıyorlar. Örgütlenmenin kısa sürede olumlu sonuçlar vermesi zorla evden çıkarmaların, yıkımların azalması, yeni evlerin yapılmasının ve mahallelere altyapı hizmetlerinin götürülmesinin sağlanması örgütü hızla büyüttü. 2010 yılında örgüt 64 varoş mahallesinde toplam 25 bin üyeye sahipti, bunlardan 10 bin tanesi örgüte aidat ödeyip aktif üye kartı taşımaktadır. Örgütün aynı zamanda gençlik ve kadın örgütlenmeleri de bulunmaktadır. Mücadele araçları olarak büyük çaplı

yürüyüşler, varoşlarda ikili iktidar aygıtları inşa etmek, barınak inşası için toprak işgalleri gerçekleştirmek, yoksulların yararına elektrik ve su bağlantıları gerçekleştirmek, yoksulların haklarını savunmak için davalar açmak gibi yöntemleri izlemektedir. Hareketin sözcüleri politik hatlarını “yaşayan bir komünizm” olarak tarif etmekte ve kentlerdeki özel mülk toprakların kamusal barınakların inşası için kamulaştırılması yönünde çağrılar yapmaktadırlar. “Kent Hakkı” mücadelenin önemli bir ayağını oluşturmaktadır ve AbM, yoksulların kentsel dönüşüm gerekçesiyle kent dışındaki mahallelere taşınmasına karşı da mücadele etmektedir. Örgüt yukarıdan aşağıya, yoksullara danışılmadan dayatılan teknokratik çözüm önerilerine itiraz etmekte ve barınma sorunun çözümü için “onur” (dignity) kavramının merkeze alınmasını öne çıkarmaktadır. Yoksulların “geçiş kampları”na (transit camps) yerleştirilmesine karşı mücadeleler de önemli bir destek sağlamaktadır. Varoşlardaki barakalarda her gün ülke çapında ortalama 10 yangın çıkmakta ve ayda en az 15 kişi bu yangınlarda hayatını kaybetmektedir. Dolayısıyla AbM, her evin elektriğe bağlanmasını önemli bir mücadele konusu haline getirmiştir. Bu açıdan binlerce eve örgütün militanları tarafından elektrik bağlantısı sağlanmıştır. Yine yoksul çocuklarının eğitim koşullarının düzeltilmesi de örgütün temel mücadele konularından birisini oluşturmaktadır. Varoş halkı arasında karşılıklı yardımlaşma faaliyetlerinin örgütlenmesi de temel mücadele taktiklerindendir: Kreşler, ortak mutfaklar ve sebze bahçeleri varoşlarda halkın ortak ihtiyaçlarının karşılanması açısından büyük bir kamusal fayda sağlamakta ve dolayısıyla örgütlenmeyi kolaylaştırmaktadır. (Yoksullar, emekçiler yaşam koşullarını düzelten örgütlenmeler içinde öncelikli olarak örgütlenirler. Yoksulları öncelikle örgütleye-

cek olan ideolojik-politik çağrılar değildir. Mahallelerde tüm yoksul çocuklarının gidebileceği ve demokratikleştirici bir eğitimin örgütlendiği kreşlerin devrimciler tarafından örgütlenmesi en geniş emekçi yığınların örgütlenmesi için hayati sonuçlar ortaya çıkarır. Aynı zamanda kadının üzerindeki yükü de kamulaştırarak kadının özgürleşmesine, ev dışında ekonomik-politik yaşama daha aktif katılmasına olanak sağlar. Özellikle gıda fiyatlarının büyük bir hızla yükseldiği günümüz koşullarında ülkemiz açısından da mahalle bostanları ya da yakın köylerle kurulacak tüketim/üretim kooperatifi paylaşımları ciddi örgütlenme olanakları yaratır. Bu işlerin altından kalkmak önemli bir insan kaynağı gerektirir ama çarklar dönmeye başladıktan sonra faaliyetlerin kendi gönüllülerini yaratması da mümkündür.) AbM’nin seçimlere 2014 yılına kadar boykot dışında bir taktikle yaklaşmaması esas olarak devlet iktidarı karşısında yoksulların özgüçlerini ortaya çıkaracak bir doğrudan demokrasi yaratma yönündeki hedefleridir. AbM özellikle örgütlü olduğu mahallelerde yabancı düşmanı linç saldırılarına karşı da önemli bir koruma sağlayabilmiştir. Örgütlü olunan hiçbir mahallede böylesi saldırılara geçit verilmemiştir. Egemen sınıfların, toplumsal sorunları ezilenler arasında yeni gerilimler üreterek perdelemek taktiği böylece halkın öz örgütleri tarafından boşa çıkarılmıştır. AbM Üniversitesi, toplumsal hareketin ihtiyaç duyduğu bilincin ayakta tutulması ve kadro yetiştirilmesi gibi konularda önemli roller oynamaktadır. Düzenlenen resmi kursların sonunda katılımcılara sertifika verilmektedir. Buradaki düzenli seminerlerde bilgisayar ve güvenli elektrik/su tesisatı bağlama gibi teknik konulardan hukuk ve siyaset bilimi, örgütsel stratejiler, kent hakkının somutlaşması, hatta Fransız solcu


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

TLENMESİ DENEYİMİ OLARAK AbM filozof Jacques Ranciere’in öğretisine kadar çok çeşitli başlıklarda eğitimler verilmektedir. Hareket kendisini “herkesin kendisine içinde bir yer bulabileceği ev yapımı bir toplumsal hareket” olarak nitelemektedir. AbM yoksulların günlük deneyimlerinden yola çıkan bir ideolojik üretimle doğrudan sokak mücadelesini birleştirmeyi hedefleyen bir praksis inşasını hedeflemektedir. Esas olan yoksulun sesini üretmektir. Yoksulun kendi yaşamından çıkardığı deneyimleri aşağıdan yukarıya kendi kurduğu bir mücadelenin parçası olarak değerlendirdiği bir pratik esastır. Yoksul Politikası, Yaşayan bir Politika, Halkın Politikası başlıkları ön plandadır. Yoksul Politikası, yoksullar tarafından ve yoksullar için yoksulların yaşadığı yerde üretilen bir mücadeledir. Yoksulun kolayca ulaşabileceği, dilinde kendi dilini bulabileceği bir çizgiyi inşa etmek temel hedeftir. Orta sınıfları ve diğer örgütleri dışlamaz ancak onlarla iletişim kurmak için onların da mahallelere gelmesini, yoksullarla diyalog halinde ve demokratik biçimlerd e siyaset üretmeyi esas alır. Yaşayan Politika’nın temel ilkesi ise bir dış politik çizgi tarafından değil de doğrudan yoksulların yaşamlarının somutluğundan yola çıkan bir çizgi üretmeyi başarmaktır. Politik eğitimin yukarıdan aşağıya patronaj ilişkilerini

kuran ve sürdüren yeni elitler yarattığını ve bunların yoksulların kendi siyasetini kurmasını olanaksızlaştırmak için belli siyasi klişeleri yoksullara dayattığını, empoze ettiğini tespit eden AbM, bu tutuma karşı çıkmaktadır. AbM bu tutumunun bir “teori karşıtlığı” olmadığının altını ısrarla çizmektedir. Burada karşı çıkılan genelde “Küresel Kuzey”, Batı akademilerinden üretilen ve yoksulların hayatına değemeyen teorilerden başlamak ve gerçekleri eğip bükerek bu teorilere uydurmaya çalışmaktır, oysa yapılması gereken yoksulların deneyimlerinden yola çıkmak, ondan öğrenmek ve hedefleri hiçbir komplekse kapılmadan, “ulvi politik gerekçelere sığınmadan” bu yalın yaşam gerçeğinin ihtiyaçlarına göre belirlemektir. Toplumsal hareketlerin etkinliğini azaltan bu gerçek yaşamlarla bağın kopmasıdır. Bu bağ koptukça toplumsal hareket de toplumun ezilenleri de güçsüzleşmektedir. Toplumsal hareket ile ezilenlerin aynı dili konuşmayı becerememesi ise genel olarak toplumun devlet ve sermaye karşısında köleleşmesinin, demokrasinin sa-

dece biçimselleşmesinin önünü açmaktadır. Politik bilinç “büyük teorilerden” değil Brezilyalı devrimci pedagog Paulo Freire’in belirttiği gibi “ezilenlerin öz deneyimlerinden” üretilmelidir. Yaşayan Politika’nın ikinci ilkesi ise her durumda demokratik olmak zorunda olması ve müştereken alınan kararlarca yürütülmesidir. Bu açıdan AbM, temsili demokrasiye her zaman şüpheyle yaklaşır. Parti veya politikacı politikasına mesafesini korur. Hareketin eski sözcülerinden S’bu Zikode esas olanın yoksulların öz örgütlenmesinin güçlenmesi olduğunu, bunu yok etmeye dönük maddi kazanımların dahi şüpheyle karşılanması gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “ Bazı durumlarda G. Afrika hükümetleri yoksulları seslerinden mahrum bırakmak için ev dağıtımı yapmışlardır. Bizler bunu kabul edemeyiz. Bizlerin mücadelesi barınma hakkı mücadelesinin çok ötesindedir. Bizler saygı görmek ve onurlu yaşamak için mücadele ediyoruz. Eğer bu evler bizleri susturmak için veriliyorsa biz bunları kabul etmeyiz” (2009) Onur, haysiyet ve insanca yaşam talebi yoksulların mücadelelerinin her zaman temel ekseni olmuştur.

Sonuç olarak, AbM önemli bir varoş mücadelesi deneyimi yaratmış bir hareket ortaya çıkarmıştır. Hem yoksulların gündelik sorunlarından yola çıkması hem bunu doğrudan demokrasi esasına dayalı ikili iktidar aygıtları, halk meclisleri eliyle gerçekleştirmeye çalışması; kent hakkı, özyönetim, ikili iktidarlaşma, komün ekonomisi tartışmaları içerisinde ufuk açıcı bir deneyim olarak durmaktadır. Kürdistan’da geliştirilen özyönetimler, şu ana kadar 240 komün birimi yaratmış durumda. 21. yüzyıl sosyalizmi halkların, ezilen sınıfların kendi özgürlük mücadelelerini kendi öz örgütleri aracılığıyla kazanmaya çalıştıkları bir sürecin genel ifadesi olacak, doğrudan bu mücadelelerin deneyimlerinden beslenerek halklarımıza umut olacaktır. Ezilenlerin devlet ve sermaye karşısında kendi kaderlerini ellerine almaları, kendi hayatlarının sahibi haline gelmeleri, gözü dönmüş diktatörlerin, bencil ve çapsız siyasetçilerin yancıları olmaktan haysiyet, onur ve saygıyı hak eden bir kolektif haline gelmeleri 21. Yüzyıl Sosyalizminin Manifestosudur. Bu Manisfetoyu hayata geçirmek için Caracas’tan İstanbul’a; Cizre’den Kobane’den Durban’a, Cape Town’a; Barcelona’dan Cochabamba’ya ayağa kalkan dünya halklarına bin selam!

21


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2015

DEVRİMCİ KİŞİLİK VE DURUŞ Örgütlü Olmak

Bahar EKİNCİ

Devrimcilik bir fedakarlık meselesi değildir. Gönüllü bir tercih sonucu kendini var etme yoludur. Yaptığımız her iş, ayırdığımız her zaman bu anlamlı duruşun sonucudur. Fedakarlık yaptığını düşünen aslında başka bir yerde duruyordur. Fedakarlık senin olandan vazgeçmektir. Nedir vazgeçilen? Zaman mı, enerji mi?

Ö

zellikle 80 darbesiyle yaşanılan yenilgi atmosferinin bir ürünü olarak örgütsüz devrimcilik diye olgu ortaya çıktı. Neredeyse örgütlü olmak kabahat oldu. Bu durumun en önemli nedeni düzenin örgüt düşmanı ideolojik saldırılarıdır. Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından post modern ideolojinin yoğun saldırısıyla geleceğini kurgulamayan insanların örgütlere de ihtiyacı yoktu çünkü. Kendisinin profesyonel devasa örgütlülüğüne karşı düzen insanı bireylere parçalayarak daha kolay yöneteceğini çok iyi biliyordu. Bu durumun bir nedeni de kendini üretemeyen örgütlerin bireysel inisiyatifleri ezen, her türlü eleştiriyi aynı kefeye koyarak katılaşan yapılarıdır. Bu yaklaşımın en belirgin tezahürünü 2000 sonrası anti küresel hareketler ve Latin Amerika’daki halk ayaklanmalarında gördük. Bu hareketler kapitalizmin neo liberal uygulamalarına karşı ciddi kalkışmalar olsa da örgütlülük bilinci zayıf olduğu ve iktidar ufku olmadığı için halklar lehine adım atmakta zorlandılar. Mesela Arjantin’de halk 1 yıl boyunca süren bir ayaklanma yaşadı ama sonunda iktidarı hedefleyen örgüt ve program eksikliği yüzünden daha ‘dürüst’ yöneticiler bulmaya yöneldi. Gezi ayaklanması örgütlü güçlerin etkinliğinde yaşanmadığı için neredeyse hiç bir somut başarı kazanmadan (ayaklanmanın halkın bilincinde oluşturduğu olumlu sıçramayı unutmayalım) ayaklanma bitti. Örgütlü olmak geleceği düzen güçleri tarafından ipotek altına alınan ezilenlerin tek kurtuluş yoludur. Karşısındaki gücün örgütlülük seviyesi düşünülürse başka şansı yoktur. Hele devrimci olmanın örgütlü olmaktan başka

22

yolu yoktur. Devrim bir program çerçevesinde düzeni yıkarak iktidarı almaksa bu örgüt olmadan başarılamaz. Ancak yeni kuşakların örgütlerden uzak durmasını sadece dışımızdaki olgularla açıklarsak başarılı olamayız. Örgütlerin bireysel inisiyatif ve yetenekleri körelten yaklaşımlarının özeleştirisini de yapabilmeliyiz. Örgütlerimiz gelecekte kurmak istediğimiz kollektiflerin bir prototipidir. Herkesin kendi yetenekleri doğrultusunda özgürce katkı yaptığı kollektifler olarak var olmalıdır. Daha önce de söylemiştik örgütün kişinin yeteneklerini açığa çıkarabileceği kanalları olmalıdır. Kişinin de bu yetenek ve becerileri kollektifte değerlendirme inancı ve niyeti. Örgütlü yaşamın gereklerini yerine getirirken sürekli kendinden fedakarlık yaptığını düşünen bir bireyin ideolojik duruşunda sorun vardır. Yaptığı işlerin sonuçlarıyla ilgili eleştireleri ayrı tutarak söylüyoruz. “Kendime hiç zaman ayıramıyorum”, “Aslında mecbur olmasam ilişki diye ilgilendiğim insanlarla arkadaşlık bile etmem” yaklaşımları bilinç ve duruşla ilgili sorunların tezahürüdür. Devrimcilik bir fedakarlık meselesi değildir. Gönüllü bir tercih sonucu kendini var etme yoludur. Yaptığımız her iş, ayırdığımız her zaman bu anlamlı duruşun sonucudur. Fedakarlık yaptığını düşünen aslında başka bir yerde duruyordur. Fedakarlık senin olandan vazgeçmektir. Nedir vazgeçilen? Zaman mı, enerji mi? Tüm bunlar gönüllülük temelinde mücadelenin hizmetine sunduğumuz şeylerdir. Zamanımızı nasıl geçirmek istiyoruz da mücadele engelliyor? Gezmek, sinemaya gitmek, sevgilimizle zaman geçirmek mi? Bunlar bizi zenginleştiren, mücadele içinde yenilenmemizi sağlayan olgulardır. Kollektif içinde aldığımız görevleri yerine getirmemize en-

gel değildir. Aldığımız işleri iyi planlayarak yeniden üretimimizi sağlayan dinlenmeye de zaman ayırabilmeliyiz elbette. Ama bunları bir ayağı dışarda duruşumuzun örtmek için bahane olarak kullanmamalıyız. Örgütlü olmak, devrimci olmak çözüm gücü olmayı gerektirir. Sorunları sadece tespit eden hatta yakınan bireyler devrimci enerji üretemez. Bir devrimci için her sorun çözüm geliştirmek için kafa yormayla birlikte ele alınmalıdır. Elimizde sihirli değnek yok, her meseleyi çözemeyiz elbette ama bakış açımız, duruşumuz bu yönlü olmalıdır. Bir sorunu çözebilmek için önce sorunun nedenlerini etraflıca ele almalıyız. Nedenlerini doğru tespit ettikten sonra çözmek için yol ve yöntemleri elimizdeki güç ve araçlarla birlikte tanımlamalıyız. Bazen de karşımıza çıkan soruna el atıp atmayacağımıza karar vermeliyiz. Daha doğrusu her meseleyi çözemeyeceğimiz için öncelik sırası ve zamanlaması yapmamız gerekebilir. Yaklaşımımızda ilk kıstasımız örgütümüzün stratejisi ve dönemsel hedefleriyle uygunluğu olmalıdır. Daha sonra alandaki hedeflerimizle uygunluğuna bakılmalıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi gücümüzle de uygun bir çözüm önerisi geliştirmeliyiz. Güç derken kadro, ilişki, maddi olanaklar vs. ele alınmalıdır. Yeterli gücümüz yoksa ele aldığımız meseleyi çözebilmek için güç biriktirme taktikleri geliştirerek hazırlık yapmalıyız. Şunu hiç unutmayalım ki üzerinden atladığımız, doğal akışına bıraktığımız her sorun daha da büyüyerek bir gün mutlaka karşımıza çıkar. Yazının devamı bir sonraki sayıda...


Ekim 2015 / Sosyalist Dayanışma

VOLTAÇARK–HAPİSTE LGBTİ OLMAK

R

osida Koyuncu’nun derlediği Voltaçark kitabı çok yönlü bir ses. Kitap üzerine yaptığımız söyleşide ilk olarak kitabın çift dilli, Kürtçe ve Türkçe olarak yazılmasından ayrıca Kürtçe yazılmış ilk LGBTİ kaynağı olmasından sözü açıyoruz. Rosida: “Kürdistanlı bir eşcinsel olarak kendimi coğrafi olarak değil politik açıdan tanımlıyorum.” diyor. Neden “Voltaçark” sorusuna: “Voltaçark’ı bir metafor olarak düşündüm. Volta cezaevinde atılan adımlar demek, çark da hem sistemin çarkı hem de lubunyaların trans kadınların sokağa çıkıp çalışmasına çark denir.” diyor. On yedi kişinin hayat hikayesi ve yaşadığı hak ihlalleri var kitapta. LGBTİ bireylerin yalnızca uyuşturucu ve “fuhuş” yüzünden hapiste kalmadıklarını kendi hikayesinden ve 1982 yılında Dev-Yol davasından tutuklanan bir trans kadının hikayesinden dinliyoruz kitapta. Tecrit, işkence, psikolojik şiddet, cinsel taciz birer kelime olarak durmuyor hayatın içinde. Avşa oluyor, Recep oluyor, Sibel oluyor… Sibel’in davası mesela. Normal şartlarda birinin sizi öldürmeye çalışması üzerine insanın kendini savunması doğal olandır. Fakat “ölmemek için öldürdüm.” diyen Sibel otuz yıl ceza alıyor. Hem de kendisine doğrultulan silahı başka seçeneği kalmadığında tek el ateşleyip, ardından ambulansı ve polisi aramasına rağmen. Hem de olay anından sonra kekeme olmasına rağmen… Mahkeme kuruluyor, Sibel hukuksuz bir şekilde yargılanıyor. Avukatı dahi yokken verilen savunma üzerine alınan kararla Sibel otuz yıla

mahkum ediliyor. Tüm olup bitenden sonra bir kadının “yalnız değilsin” demesi üzerine mahkeme ayaklanıyor. “Kim o kadın?” diyorlar, rahatsız oluyorlar. Recep mesela… Adalet Bakanlığı ve İmralı Cezaevi’ne yazdığı mektuplardan dolayı göz muayenesi için gittiği hastanede psikoloğa gitmesi isteniyor. Eşcinsel olduğunun tescillenmesi isteniyor. Bunun için genel cerraha sevk edilip anal muayene yaptırılmak isteniyor. Recep direnince psikolog raporu isteniyor… Hak ihlallerinin ardı arkası kesilmiyor. Esra : “Adalet Arıyorum” diyor. Sarayların üzerine “Adalet“ büyük puntolarla yazılsa da o duvarları Esra’nın sesi deliyor. LGBTİ tutsakların sözde güvenlik gerekçesiyle tecrite mahkum bırakılmaları, kişinin beyanına göre değil kimlikte belirtilen cinsiyete göre haklarında işlem yapılması, türlü işkencelere, tacize hatta tecavüze uğramalarına rağmen mağdur edenler hakkında herhangi bir işlem

yapılmazken, kimliklerinden dolayı özellikle trans kadınların mağduriyetlerinin üzerine bir de mahkemeler tarafından cezalandırılması bir ritüel, bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Türkiye’de disiplin cezası alanlar, bulaşıcı hastalığı olanlar ve ağırlaştırılmış müebbet alanlar için tecrit cezası verilirken ve LGBTİ mahkumlarda bunlar bulunmazken bu tecritin açıklaması nedir, “güvenlik” mi? Güvenlik gerekçesiyle işkenceye uğruyor, güvenlik gerekçesiyle açık cezaevine gitme hakkı olduğu halde gidemiyor, güvenlik gerekçesiyle mesleki kurs ve iş olanaklarından yararlanamıyor LGBTİ tutsaklar. Daha kötüsü daha neler olduğunu bilemiyoruz. Kitapta bir kadın bahsetmiş. “Daha fazlasını yazamam, yazarsam göndermezler.” diyor. “Ah keşke daha fazlasını yazabilsem.” diyor. Dışarıdan yazıp gönderilen fakat bir türlü sahibine ulaşamayan mektuplar var bir de. Rosida anlatırken “bir türlü cevap alınamayan mektuplardan da anlıyordum uygulanan sansürü.” diyor. Kitap ayrıca resimlerinin kullanılmasına izin veren kişilerin resimlerini de içinde bulunduruyor. Hatta bu yazıların kurgu olduğu düşünülmesin diye kendisine gelen mektupların bir parçasını ve resmi evrakların bir kısmını kitapta paylaşmış. “Açım, ölmek istemiyorum.” diyen açlık grevindeki Avşa’nın sesine ses verip, “bir Avşa bunları yaşadıysa, binlerce Avşa vardır.” diyerek yola çıkılan bu kitabın ve sarf edilen emeğin görünmezi görünür, duyulmazı duyulur yapma konusunda kat ettiği yol ve çaba çok değerlidir. Umudun kör karanlıkları yeneceği günlerin hasretiyle…

Özgür AYAZ

LGBTİ bireylerin yalnızca uyuşturucu ve “fuhuş” yüzünden hapiste kalmadıklarını kendi hikayesinden ve 1982 yılında Dev-Yol davasından tutuklanan bir trans kadının hikayesinden dinliyoruz kitapta. Tecrit, işkence, psikolojik şiddet, cinsel taciz birer kelime olarak durmuyor hayatın içinde. Avşa oluyor, Recep oluyor, Sibel oluyor…

23


I L M I C L I V I K t e m Dr. Hik

1902 - 11 Ek

im 1971

“Bizden önce geçenler yolu açmışlar. Hatta yolun çevresini elektrikli ampullerle bezemişler. Ama biz lambayı yakmadan yürüyoruz. Karanlıktan ve kördövüşünden kurtulmak için yolu görmeliyiz. Yolu görmek için lambaları yakmalıyız. Şimdiye dek göğüslerimizin içinde yanan birer kızıl kor taşıdık. Aynı ateşle kafalarımızı, önümüzü ardımızı ve uzak yolları aydınlatan birer fener, yol gösteren birer çıra gibi tutuşturmaya zorunluyuz.” Dr. Hikmet Kıvılcımlı (Yol Otokritiği, Genel Düşünceler)

YOLUMUZU AYDINLATAN ÖNDERLERE BİN SELAM!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.