Politik Durum Tasfiyeye Karşı Direniş ve Dayanışma
FİYAT: 2 TL
YIL:6 SAYI:48
EKİM 2016
WWW.SODAP.ORG /SODAP
/SODAP74
BU ABLUKA DAĞILACAK!
BARIŞ VE DEMOKRASİ KAZANACAK!
OHAL: Saray’ın Can Simidi Kardeşlik Protokolü Ekonomide Alarm Zilleri Şortuma Dokunma, Hakkımda Mırıldanma! Kıvılcımlı’yı Doğru Okumayı Nasıl Başarabiliriz? “Asla Hepimizi Öldüremeyeceksiniz!” 15 Temmuz ve El Değiştiren Sermaye Samet Kalıp’ta Taşeron Kandırmacasını Sonlandıracağız! Vergi Kesintileri ve Ücrete Yapılan Diğer Saldırılar “Önce İnsan!” Dediler, Bize Köleliği Reva Gördüler! Üçüncü Havalimanının Temelinde Yakılan İşçinin Külleri Var Vedat Türkali’yi Uğurlarken Şimdi Tam Zamanı Tutarsız Kırmızı Çizgiler
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
ELAZIĞ’IN ZİNDANI Elazığ’ın zindanından uzanan yolda İnancının hiç dinmeyen soluğu vardır. Zincirlenmiş ellerinle sesini duydu, Yol eyleyip getirdi sesini rüzgar. Direnişin ustası, kör karanlığın düşmanı, Hücre hücre ördüğün yollarında yürüyoruz. Yarının coşkusuyla özgürlük oldun. Dört duvar dört yanında gülümser usta. Kuşatılmış bedeninle tarihi yazdın, Dalga dalga büyüyen bir kavga bıraktın. Kuşatılmış bedeninle tarihi yazdın, Yoldaşlarına bir büyük kavga bıraktın. Direnişin ustası, kör karanlığın düşmanı, Hücre hücre ördüğün yollarında yürüyoruz.
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 48 Ekim 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34
2
ÖNDERİMİZİ ANIYORUZ Önderimiz Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı ölümünün 45. yıldönümünde mezarı başında anıyoruz. Yer: Topkapı Mezarlığı Tarih: 11 Ekim Salı Saat: 11.00
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
POLİTİK DURUM DEĞERLENDİRMESİ
D
ünya derin bir ekonomik kriz içerisinde. Çok kutuplu dünyanın en önemli güç merkezi ABD’nin ekonomik ve siyasal olarak güç kaybı sürüyor. AB, büyük sıkıntı içinde. Bu sıkıntı son olarak İngiltere’nin birlikten çıkışı biçiminde yaşandı. BRIC ülkeleri dağılmalar yaşıyor. Özellikle Brezilya’nın ekonomisi kötüye gidiyor. Hindistan gelişme göstermedi. Rusya ekonomik açıdan iyi durumda değil. Çin’in büyümesi durdu. Çok kutupluluk kendi içinde de dağılmalarla ve yayılarak sürüyor. Bu dünyanın iki kaynayan bölgesi Ortadoğu ve Latin Amerika’dır. Güney Asya’da da hareketlilikler, ciddi sancılar var. Ortadoğu’da Cenevre anlaşmaları sürecine rağmen bölgede sıcaklık artarak devam edecektir. Latin Amerika’da ABD’nin desteğiyle yükselen sağ ilk etapta solu süpürecekmiş gibi görünse de solun direnişi sürüyor. İkili iktidarda mevzi kapma süreci, zirvede hesaplaşma aşamasına doğru gidiyor. Halk iktidarlarının Bolivar devrimlerinin kazanımlarını sürdürme mücadelesi devam ediyor. Dünya bir kaos içerisinde. 2008 krizinin çözülememesinin sonuçları yaşanıyor. Kriz çürüterek derinleşiyor. Uzun vadeli taktik planlar oluşamıyor. Dayanıksız iktidarlar, dayanıksız ittifaklarla ilerliyor süreç. Bu hal dünya çapında muhafazakârlaşmayı getiriyor. Sağcı, otoriter rejimlerin dünya çapında öne geçtiği bir manzara ortaya koyuyor. Ancak sağın krizi çözmeye dönük bir programının olmaması solun yeniden güç biriktirmek için mevzilenme sürecinde olduğunu gösteriyor. Bu kaotik ortam, düzen dışı arayışları güçlendirerek, sosyalistler açısından imkânlar yaratıyor. Rojava buna örnektir.
İlk çıkış sürecindeki politik etkisi zayıflayan sol iktidarlar ve 21. yy sosyalizmi deneylerinin teorik ve pratik açıdan bir eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerekiyor. Demokrasi ile mülkiyet ilişkilerini birlikte ele alan, paranın saltanatına son veren, halklara umut verecek ciddi bir demokratik, ekonomik programa ihtiyaç var. Bu mesele, solun önünde görev olarak durmaktadır.
Ortadoğu Savaşında Son Gelişmeler
Ortadoğu bölgesinde Suriye merkezli tüm dünyayı ekonomik, askeri ve politik olarak etkileyen bir savaş var. Ülkemizdeki siyasi gelişmeleri de önemli oranda etkileyen, belirleyen bir savaş… Bölgedeki çete güçlerinin önemli bir saldırı potansiyeli vardı. Rusya ve İran’ın devreye girmesi bu güçlerin geri çekilmesine neden oldu. Suriye devleti ise son bir yıldır savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçti. Kobane saldırısından sonra Kürt güçleri açısından çevre çeperin temizlenmesi ihtiyacı doğdu. Bu doğrultuda ittifaklar oluşturuldu, girişimler gerçekleştirildi. YPG önemli bir misyon üstlendi. YPG’nin bölgede geldiği konum Türk devleti için olduğu gibi Suriye rejimi açısından da kabul edilebilir değildir. Bu nedenle Türk devletinin desteklediği çetelerle birlikte Kürtlere dönük saldırılar gerçekleştiriliyor. Bu saldırıların devam edeceğini beklemek gerek. “Türkiye’nin Cerablus’a girmesiyle bölge dengeleri yeni bir aşamaya mı geçti?” “Cenevre görüşmeleri vb. ile iki büyük gücün bir denge kurduğu sonuca doğru mu gidiyoruz?” Bu sorular sıkça sorulsa, süreç böyle bir görüntü sunsa da gerçeklik bu değildir. Çünkü Suriye’de kıyametin kopmasının esas nedeni bölgede Şii
ekseninin güç kaybetmesini sağlamaktı. Ancak süreç öyle akmadı. ABD ve Rusya arasında gerçekleşen mutabakattan Washington’un memnun olmadığı kesin. ABD bölgedeki çatışmaları yaygınlaştırma eğiliminde. Rusya ve Şii eksenini yeni çatışmalarla yorma, başarabilirse mevzi kaybettirme derdinde. Deyr el Zor’un vurulmasını buradan okuyabiliriz. Önümüzdeki dönem daha büyük bir fırtınanın geldiğini ön görmek gerekiyor. Bundan en çok Ankara’nın ve Kürtlerin hırpalanacağı bir noktaya doğru gidiyoruz. Diğer yandan, ABD’nin bölge hesapları 2002’den beri tutmadı. Sahadaki güçlerinin YPG dışında çok zayıflamış olması da savaşı yükseltmenin sınırını ortaya koyuyor. Dünya tablosundaki kaotik ortam Ortadoğu için misliyle geçerli. Bölgede uzun vadeli çözümler beklemek doğru sonuçlar ortaya koymaz. Bu kaos halinin uzun vadeli olacağı görünüyor.
Darbe Sonrası Türkiye
15 Temmuz sonrası OHAL uygulamaları ve KHK’lar ile AKP hükümeti her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre düzenleyecekmiş gibi, Erdoğan çok güçlenmiş gibi görünüyor. Ancak gerçekte AKP/Saray iktidarı, güçsüzlüğünü gerilimi sürekli yüksek tutarak sürdürdüğü ittifaklar üzerinden örtmeye çalışıyor. Kürt sorununun bölgesel bir sorun haline gelmesi nedeniyle yürütülen savaş politikaları çok yıkıcı sonuçlar yaratabilir. Ekonomi ile ilgili ciddi sıkıntılar var. Halkı daha çok borçlandırarak sürdürülmeye çalışılan ekonomik dengeler dış kaynak akışında bir kesinti yaşanırsa sürdürülemez hale gelecektir. Cumhuriyet, uzun zamandır kriz, çözülme ve çürüme içerisinde. Eski cumhuriyetin
Dünya bir kaos içerisinde. 2008 krizinin çözülememesinin sonuçları yaşanıyor. Kriz çürüterek derinleşiyor. Uzun vadeli taktik planlar oluşamıyor. Dayanıksız iktidarlar, dayanıksız ittifaklarla ilerliyor süreç. Bu hal dünya çapında muhafazakârlaşmayı getiriyor. Sağcı, otoriter rejimlerin dünya çapında öne geçtiği bir manzara ortaya koyuyor. Ancak sağın krizi çözmeye dönük bir programının olmaması solun yeniden güç biriktirmek için mevzilenme sürecinde olduğunu gösteriyor.
3
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
Her şeyin karmakarışık olduğu, çürüdüğü bir dönemdeyiz. Yeniden inşa için bütün güçlerin sahne alacağı önümüzdeki dönemde demokrasi güçlerinin rolü de önem kazanacaktır. Bu rolün oynanabilmesi için bütün demokrasi güçlerinin doğru bir politik hat üzerinde, yaratıcı, kapsayıcı taktiklerle bir araya gelmesi gerekli.
4
üstünde durduğu eski değerler yok oldu. Kurumları yerle bir olmuş durumda. AKP, “yeni bir rejim” inşa etmek istiyor. Fakat KHK’lar ile özlediği yeni düzeni inşa edemez. Kurmak istediği şey o kadar farklı nitelikte ki bütün temeli değiştirmek zorunda. 15 Temmuz’da sokağa çıkardığı güçler bu yeni Cumhuriyet’in savunucularıdır. Ancak bu güçlerden yeni cumhuriyet çıkmaz. Anarşi ve karmaşa yaşanacaktır. İnşa için maddi, sermaye zemini olmalı. Her ne kadar şimdi yeni yağma süreci yaşanıyor bununla sermaye birikimi yaratılmaya çalışılıyor olsa da bu sürecin toslayacağı bir duvar var. Türkiye finans kapitali evet sinmiştir ama hala ekonominin sahibidir. Bu konuda da altüstlükler olacaktır. Cumhuriyetin krizinin temel nedeni, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kazanımlarını belli bir noktaya taşıması olduğundan, darbeyi fırsata çevirip Yenikapı ruhunu kuran şey de 7 Haziran’da görünür hale gelen bu demokratikleşme talebinin karşısında oluşan mutabakattır. Bu ittifakın saldırıları kamu emekçilerinin tasfiyesinde görüldüğü gibi özellikle Kürtleri hedeflese de tek hedef onlar değil bütün demokrasi güçleridir. (Yağma ve talanın büyütülmesi, kamunun tasfiyesi, sermayeye ve savaşa
kaynak transferi...) Ancak bu güçlerin CHP üzerinden ittifaka desteği (kimi zaman ikircikli de olsa) devam etmektedir. Demokrasi dinamiklerinin CHP’nin ön tıkayan, felç eden etkisinden kopartılması, “Başkanlık rejimi” projesine yedeklenmiş olan bloğun çözülmesinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Her şeyin karmakarışık olduğu, çürüdüğü bir dönemdeyiz. Yeniden inşa için bütün güçlerin sahne alacağı önümüzdeki dönemde demokrasi güçlerinin rolü de önem kazanacaktır. Bu rolün oynanabilmesi için bütün demokrasi güçlerinin doğru bir politik hat üzerinde, yaratıcı, kapsayıcı taktiklerle bir araya gelmesi gerekli. Bugün kimi sol, sosyalist öbeklerde gördüğümüz “Bekleyelim, bu tufan geçince siyaset sahnesinde yer alırız” yaklaşımı öldürücüdür. Bu süreç geçmeyecek, derinleşecek. Türkiye daha fazla Ortadoğululaşacak. Demokrasi cephesi inşasında önemli bir rol oynama kapasitesine sahip olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin de iyi kritik yapması önemlidir. Rojava merkezli siyaset yürüterek demokrasi güçlerine yeterince güç vermesi mümkün değildir. Yüzünü Türkiye’nin batısına dönen bir emek, barış ve demokrasi mücadelesi hattının büyütülmesine ihtiyaç vardır.
Yaklaşık bir yıldır yakıcı biçimde gündemde olan demokrasi cephesinin inşası; iradeli ve ısrarlı bir direniş hattının örülmesi bugün ertelenemez bir görev haline gelmiştir. 15 Temmuz’dan itibaren rejimin iç düşman algısı çok gelişti. Her muhalif hareket iç düşman olarak kodlanıyor ve buna karşı reaksiyon radikal oluyor. Görünen o ki, artık egemen güçlerin kendi sokak güçleri ile de karşı karşıya kalacağız. Mücadele hattının bunu da gören bir yerden örülmesi zaruridir. Barış akademisyenlerinin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi, Dersim’de açığa alınan öğretmenlerin göreve döndürülmesi süreci, mahallelerimizin savunulmasında devrimci güçlerle ortak hareket ederek sonuç almak gibi küçük de görünse umut veren işlerin kitlelerin kaygı ve umutsuzluklarını aşmada büyük sonuçlar ortaya koyduğunu görelim. Bunlar bize toplumsal dönüşümün manivelaları hakkında ipuçları veriyor. İpuçlarını değerlendirerek halklara, emekçilere umut veren, moral aşılayan, faşizmin yükselişine karşı savunma ve direniş hattını ören bir mücadeleyi yükseltmeliyiz. SODAP Genel Kurulu Politik Durum Değerlendirmesi metninin kısaltılmış halidir.
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
TASFİYEYE KARŞI DİRENİŞ VE DAYANIŞMA
O
HAL’in sağladığı olanaklarla bürokrasiyi tam anlamıyla parti-devleti inşasına girişen hükümet cemaat ile ilişkilendirdikleri sonrasında Eğitim-Sen’li öğretmenleri de açığa alarak adımlarını derinleştiriyor. Batı’daki şehirlerde de 29 Aralık iş bırakması ile ilgili soruşturmaların hızla açılması, idarecilere muhbirlik dayatmasıyla örgüt üyesi tespiti girişimlerinin de açıkça gösterdiği gibi sayı daha da artacak. Saray’ın resmi gazetesi haline gelen Sabah 26 Eylül tarihinde kamudan 40 bin PKK’linin atılacağını duyurdu. AKP açısından bir taşla birkaç kuş vurulmaya çalışıldığı açıktır. Kamuda uzun süredir iş güvencesinin kaldırılmasına dönük hazırlıklar vardı. OHAL ile birlikte bu durum fiilen hayata geçirilmiş oldu. Cemaatçileri savunacak hiç kimsenin olmaması AKP’nin bu hamleyi gayet önemli bir meşruiyet zemininde başlayabilmesini sağladı. Ancak bu meşruiyetin Kürtlere, demokrasi güçlerine, sosyalistlere saldırının önünü açtığı görülüyor. Gerçekten de kime yönelirse yönelsin hayata geçirilen her bir hukuksuzluk bir diğerinin önünü açabiliyor. AKP böylece kamusal alanın dönüşümünde kendisine itiraz edebilecek herkesi tasfiye edebilmenin olanaklarına erişti. Özellikle Antakya, Dersim ve Diyarbakır gibi illerde neredeyse siyasi soykırımı andırır biçimde tasfiyeler gerçekleşti. Bu saldırının sadece muhalif kesimlere dönük olmadığı aslında toplumun adil ve nitelikli kamusal hizmet alma hakkını ortadan kaldırmaya dönük olduğunu doğru anlatabilmek gerekiyor. Ortada “teröristlerden” ayıklanan bir kamu yok, aslında bu tasfiyeler kamusal hizmetlerin tamamının çöküşü ile birlikte yaşanıyor. Paralel biçimde Proje
Okulları’nda çalışan öğretmenlerin de açık bir biçimde sürgün edilmesi çökertme projesinin boyutlarını net bir biçimde ortaya çıkartıyor. Kamu bürokrasinin yürütme karşısında her açıdan savunmasız bırakılması, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, kamuya personel alımlarında sözlü sınav getirilmesi, benzer biçimde stajyerliğin kaldırılabilmesi için sözlü sınavın geçilmesi zorunluluğu her türlü demokrasi olanağını aleni biçimde ortadan kaldırmaktır. Eğer bu görevden alma saldırısı püskürtülemezse kamu işleyişinde eser miktarda kalan tarafsız ve dengeli kamusal hizmetinden de tam anlamıyla ortadan kalkacağı açıktır. Kamu çalışanının AKP’ye tam anlamıyla biat ettirilmesi iş yerlerinin şimdikinde çok daha fazla suistimale ve keyfiliğe açık hale gelmesi demektir. Parti-devletinin inşası faşizmin kökleşmesi anlamına gelecektir. Bu açıdan bugün kamu çalışanlarına yönelik gibi görünen bu saldırı aslına topluma dönüktür. Dolayısıyla saldırının göğüslenmesinde de en geniş demokrasi dinamiklerinin sürece katılmasının sağlanması gerekmektedir. Kamu çalışanı toplumun içindedir. Belediye çalışanı, öğretmen, sağlıkçı hele de solcuysa ve demokratsa halkın sevgilisidir. İşini doğru yapan, halkın sorunlarını çözen insandır. Dolayısıyla iş güvencesinin savunulması noktasında geniş kesimlerin dayanışması örgütlenebilir. Bu çok önemli bir olanaktır. Hem Demokrasi Cephesi’nin fiilen oluşmasında, hem Yenikapı Ruhu denen sefaletin teşhirinde ve çözülmesinde, hem de OHAL saldırısının püskürtülmesinde bir koçbaşı rolü oynayabilir. Çok geniş kesimler sırtını tamamen duvara dayamış hissederken gör-
dükleri bir umut ışığının peşinde bir araya gelebilir. Kamu çalışanlarına yönelik bu saldırı çok geniş kesimlere “Daha ne kadar bekleyeceğiz?” sorusunu sorduracaktır. Oysa beklenecek zaman geçmiştir. Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi’ne dönüştürmek istediği OHAL Rejimi’yle hesaplaşmanın belki de en zayıf mücadele hattı ile karşı karşıyayız. Dersim’de açığa alınan öğretmenlerin önemli bir kısmının geri dönmesi çok önemli bir kazanımdır. Şehrin öğretmenleri ekseninde toparlanması sonuç alıcı olmuştur. Antakya’da da çok çarpıcı bir mücadele yürütülmektedir. Velilerin aktif bir biçimde mücadeleye katılması, Eğitim İş’in bile Eğitim Sen eylemine destek vermek zorunda kalması karşı hegemonya oluştuğunda ne kadar etkin olabildiğine dair bir örnektir. Yine İstanbul’da soruşturmaların başlangıç noktası Kadıköy’de alınan kolektif tutum da, barış isteyen öğretmenleri yargılamaya çalışanları yargılayan yaklaşım da özgüveni ve mücadele kararlılığını arttırmıştır. Böylesi bir noktada tasfiyelerin derinleşeceği de düşünüldüğünde eğitim emekçilerinin ekmeklerine sahip çıkmak için yükseltecekleri bir mücadele OHAL rejiminin tüm hukuksuzluğunu gözlere sokabilir. Kadrolu öğretmenin atılıp yerine sözleş-
M. SİNAN MERT
meli öğretmeni alma uyanıklığı rahatlıkla teşhir edilebilir. Barışı ve iş güvencesini savunmanın insani bir zorunluluk olduğu rahatlıkla anlatılabilir. On binlerce kamu çalışanının kararlı duruşu, Kocaeli’de Onur Hocaların kararlılığında somutlaşan bir çizgide ilerlerse bu kabusu yırtma olanakları yaratılabilir. Kitlesel ve enerjik sokak eylemlerinden, dayanışma örgütlemelerden yine kitlesel ve kararlı açlık grevlerine birçok araç değerlendirilebilir. Burada önemli olan, karşı cepheyi zayıflatmayı ve kendi cephemizi büyütmeyi esas alan doğru bir politik çizgi inşa etmek, eylem çizgisinde kararlı ve ısrarlı bir duruş sergilerken söylemin kapsayıcı olmasına da dikkat etmektir. Barışı, iş güvencesini ve demokratik laikliği birlikte savunmanın ancak mümkün olabileceğini söyleyegeldik. Öğretmenlerin ve diğer kamu çalışanlarının kampanya haline dönüşen uzun erimli direnişi Saray rejiminde ciddi gedikler yaratabilir.
5
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
OHAL: SARAY’IN CAN SİMİDİ M. SİNAN MERT
15
Temmuz’u kendisi açısından “Allah’ın bir lütfu” haline getirme konusunda OHAL Erdoğan’ın elindeki en önemli araç haline geldi. Seçim sonuçlarının ve hukuki çerçevenin kendisine çizdiği sınırları fiili durum yaratarak ve OHAL’in olanaklarını kullanarak aşmaya çalışan bir irade ile karşı karşıyayız. Saray/AKP iktidarının şu an karşı karşıya bulunduğu üç önemli kriz noktası var. Bunlardan birincisi hiç kuşku yok ki Rojava’nın statü kazanmasının engellenebilmesi. OHAL, Erdoğan’ın elindeki olanakları savaşı finanse etme ve güçleri seferber etme açısından hızlı kararlar alabilmesini kolaylaştırıyor. Belediyelerin kayyuma devredilmesi, milletvekillerinin tutuklanması, Kürt hareketinin güçlü olduğu kentlerin ablukaya alınması, sokak muhalefetinin OHAL’in olanaklarının kullanılması ile ezilmesi de bu “kolaylaştırılan” işler çerçevesine alınabilir. Savaş şu anda Erdoğan’ın en büyük kozu. Çünkü devlet içerisinde kendisini şu anda destekleyen kanatları o eksende bir arada tutabiliyor. Yine benzer biçimde Cerablus ve El-Rai’ye dönük operasyona dair de hem kararların alınması hem de savaşa karşı tepkilerin denetim altına alınması açısından OHAL elverişli bir araç sunuyor. Rejimin karşı karşıya bulunduğu ikinci kriz ise devletin yeniden yapılandırılması alanında yaşanıyor. 15 Temmuz’un en açık bir biçimde ortaya koyduğu sonuçlardan bir tanesi devletin kurumsal mimarisinin çökmüş olması. Cemaatçilerin temizlenmesi, birçok kurumda neredeyse
6
delik deşik bir görüntü ortaya çıkardı. Yaşanan tasfiyelerin boyutu cemaatin özellikle Ergenekon vs. gibi davalar sonrasında derin devletin esas sahibi haline geldiğini gösteriyor. Şimdi son 10 yıl içerisinde yaşanan bu el değiştirme geriye döndürülmeye çalışılıyor ancak bunu gerçekleştirmenin kaynakları birçok açıdan yeterli değil. 14 yıldır iktidarda olan AKP hala kendisine bağlı kadrolarla istikrarlı işleyen bir bürokrasi yaratabilme kapasitesine ulaşabilmiş durumda değil. Şimdi cemaatten boşalan
side yer almak için partiye itaatin temel koşul haline geleceği bu uygulamalarla daha belirgin bir biçimde ortaya konmuş oluyor. Devletin reorganizasyonu konusunda en önemli sorun ise hiç kuşku yok ki Erdoğan’ın rejimin içerisinde alacağı konum. 15 Temmuz sonrasında başkanlık tartışması bilinçli olarak çok fazla ön plana çıkarılmadı. Ancak başkanlık meselesinin unutulduğunu düşünmemizi gerektirecek hiçbir veri yok. OHAL halihazırda Erdoğan’a başkan gibi yönetme yetkilerini sağla-
alanların hem kimi başka tarikatlara hem de Avrasyacılara, MHP’lilere pay edildiği yeni bir kuruluş sürecinden geçiyoruz. OHAL bu sürecin yürütülmesi açısından da Erdoğan’ın elini kolaylaştırıyor. Normal zamanlarda hukuki çerçevenin sürtünmesiyle başarılamayacak birçok konu engellerin üzerinden atlanarak geçici olarak çözüme kavuşturuluyor. Muhalif unsurların devlet bürokrasisinin alt kanatlarından dahi tasfiyesi ise yine bu süreçte yürütülüyor. Eğitim Sen’li öğretmenler başta olmak üzere tasfiyenin bu boyutlara ulaştırılması hem OHAL eliyle gerçekleştiriliyor hem de OHAL ekseninde oluşturulan “geçici meşruiyet” atmosferini de zorluyor. Erdoğan/Saray’ın aslında Cemaat’in tasfiyesi ile yetinmeyeceği, aslında bir tek parti bürokrasisi inşası yönünde adımlar attığı, bürokra-
mış durumda. Erdoğan’ın zaten 7 Haziran’dan sonra temel taktiği buydu: Savaşı yükselterek yönetilemez bir ortam yaratmak daha sonra da kendisini kurtarıcı olarak rejimin tepesine oturtmak. Bugün görüntüde bunu başarmış görünüyor ancak bunu gerçekleştirmek için atılan adımlar birçok açıdan bir tür siyasi intiharı da içermiş gibi görünüyor. Erdoğan aslında devletin tek sahibi haline geliyor ama ortada devlet adına paramparça olmuş, zor ile ayakta kalma dışında seçeneklerini kaybetmiş, kendi içinde derin güvensizlikler yaşayan fraksiyonları giderek daha da görünürlük kazanmış bir yapıdan başka bir şey kalmamış bir yapı söz konusu. Erdoğan bir de bütün bu dönüşümü bir yeniden kuruluş, bir yeni rejim inşası haline de dönüştürme gayreti içerisinde.
İşin bu yönünün görünürlük kazandığı durumlarda Kürt savaşı ekseninde oluşan bloğun içinden çatlak sesler artmaya başlıyor. Ancak Erdoğan’ın sırtını dayadığı, 15 Temmuz gecesi gerçekten güvenebileceği gördüğü kesimler açısından da bu dönüşüm temel talep olarak görülüyor. Burada özellikle laiklik ile ilgili çok önemli çatışmaların yaşanmasının zemini güçleniyor. Saray işin bu yönünü çok görünür kılmak istemese de özellikle okulların açılması ile birlikte gerçekleşecek düzenlemeler bu eksende yaşanacak gerilimleri artıracaktır. AKP binalarına asılan Atatürk bayrakları ile bu gerilimin sönümlendirilmesi mümkün görünmemektedir. OHAL AKP’nin yandaş sermayeye özellikle mega projeler aracılığıyla kaynak aktarması konusunda da elini güçlendirmektedir. Devletin karşı karşıya kaldığı üçüncü büyük kriz alanı ise hiç kuşku yok ki yeni oluşan dünya dengelerinde Türkiye’nin kendisine nasıl bir konum alabileceğidir. Bu alanda da işlerin kolay olamayacağı, Putin ile Obama ile baş başa görüşmelerin çözüm gücünün sınırlı olacağı görülmektedir. “Mazlumların sesi Erdoğan” söylemi içeride ajitasyon için anlamlıdır ancak dışarıda hiçbir karşılığının bulunmadığı bilinmelidir. Moody’s tarafından gerçekleştirilen kredi notu indirimi de küresel finans sermayesinin de baskıyı arttırma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Bu kadar çok yönlü basınçlar altında OHAL ne derece etkin bir araç olabilir? Şurası açık ki Erdoğan OHAL’i bir can simidi olarak görüyor ve kendisini gerçek anlamda güvende hissedene kadar da bu olanaktan mahrum kalmak istemeyecektir. O yüzden bugün demokrasi ve barış mücadelesinin temel hedefinin OHAL’in kaldırılması olduğu açıkça görülmektedir.
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
KARDEŞLİK PROTOKOLÜ
K
ayyum atanan 28 belediyenin 24’ünün web sitesi kapatılmış. Hepsi de DBP belediyeleri. Web sayfalarını tıkladığınızda “Site güncelleniyor” ya da “Site geçici olarak bakıma alınmıştır” yazısı çıkıyor. Kayyum atanan 3’ü AKP, biri MHP’li 4 belediyenin resmi web sayfasında ise böyle bir durum yok. Onlar da kanunsuzca görevden alındılar. Fakat fikriyatta süreklilik olduğundan bu sitelere dokunmamışlar. Ne de olsa bu belediyelerde yönetim anlayışında, rant, doğa talanı ve sömürü meselesinde kayyum atayanlarla atananlar arasında esasta bir fark bulunmuyor. Fakat Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) belediyeleri öyle mi? “İnternet Sitemiz Güncelleniyor” yazan Cizre Belediyesi sayfasında silmeyi unuttukları “Demokratik, Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü Yerel Yönetim” cümlesi pek çok şeyi açıklıyor. Kayyum atanan 24 yerel yönetimde ve aslında toplamda 102 belediyede yapılmak istenen toplumsallaşan kendini, kentini yönetme arzusunun bütün izlerini hızla silebilmek. 12 Eylül darbecilerinin ardılları, yurtsever devrimcilerin ilmek ilmek ördüğü özgün yerel yönetim deneyimlerini, giderek daha da güçlenen halkların öz güven ve iradelerini sıfırlama peşindeler. Onlara göre demokratik öz yönetim deneyleri biriktiren, politik talepleri ve irade beyanları ile örgütlü güce dayanan bu siyaset artık çok oluyor. Üstelik yakın zamanda mahkemesi olan Cerattepe’de olduğu gibi toprağını şirketlere karşı savunan başkalarına da örnek oluyor. Görünen o ki, “güncellenmek” ya da “bakıma alınmak” istenen giderek güçlenen halk iradesi karşısında kırılıp dökülen ceberut devlet iktidarı. Halk iradesi, yerel denetim, yönetimi etkileme gücü, kenti birlikte yönetme arzusu, Fatsa deneyimini dahi aşan özyönetim deneyleri
onları zorluyor. Statükonun çürüyüp dökülen, artık dikiş tutmayan duvarlarının halklar tarafından tekmelenmesi egemenleri korkutuyor. O yüzden anti demokratik temelde halklara karşı birleşiyorlar. Fiilen 12 Eylül darbe dönemi fabrika ayarlarına direksiyon kırabiliyorlar.
Kayyum Kadınlara da Darbe
Fakat şu işe bakın. Her biri yüzde 50’lerin üstünde oy alarak seçilmiş yerel yönetimlerden bahsediyoruz. Bunlardan Cizre Belediyesi’nde alınan oy oranı yüzde 81. Her yerel yönetimin bir kadın eş başkanı bulunuyor. Kadınlar, emekçiler ve gençler burada kendine yer bulabiliyor. Sadece sandıktan sandığa bir araya gelmeyen, aynı zamanda örgütlü bir güçten, sokak hareketinden bahsediyoruz. Bu dinamiklerin en önemli politikalarının başında cinsiyet eşitlikçi program geliyor. O yüzden kayyum kadınlara darbedir, deniyor. Sadece temsilde eşitlik anlamında eş başkanlık kurumsallaşması değil, kadınlar karar mekanizmalarında söz sahibi oluyorlar. Özgün kadın politikaları izleniyor. Bunun için kendi ekonomisi olan “Kadın Politikaları Daire Başkanlığı” kuruldu. Bu departmanda tacize, tecavüze, şiddete uğrayan kadınlarla ilgili gizli
belgeler de bulunuyor. Her gün en az 3 kadının erkek şiddetiyle öldürülmesine bir çözüm getirme gündemi olmayan devletin yaşama düşman nobran eli bu yerlere de ulaştı. Kadın Politikaları Daire Başkanlıkları da polisin, kayyumun darbesine maruz kaldı. HDP Milletvekili Filiz Kerestecioğlu kayyum atanan belediyelerle alakalı bu gerçeğe işaret eden açıklamalar yaptı. Buradaki kaygıyı belirtti. Kayyumun eline geçen belgelerle ilgili, “Bu belgelerde tacize, tecavüze uğrayan kadınların bilgileri var. Bunlara el koyanlar arasında kadına taciz yapanın, tecavüz edenin olup olmadığını nerden bileceğiz?” diye sordu. Bütün kadınlar, kadın hareketi, feminist mücadele bu soruyu birlikte ve daha güçlü bir şekilde sorabilmeliyiz. Bu arada Çanakkale ve Seferihisar Belediye Başkanlarının kayyum darbesi hakkında bir fark ortaya koyması ise nispeten sevindirici bir durum. Çanakkale Belediye Başkanı, Sur Belediyesi ile aralarında imzalanan “Kardeşlik Protokolü’yle ilgili “Biz kayyumlarla kardeş falan olmayız. Çanakkale halkı Sur halkı ile kardeştir. Kayyumlar demokrasilerde halkı temsil edemez. Halkı seçilmiş olan insanlar temsil eder.” dedi. Çok da iyi etti. Seferihisar Belediye Başkanı da “Kayyum halkın iradesine dar-
SERPİL KEMALBAY
bedir, bizim Sur halkıyla kardeşliğimizi bozamaz.” dedi. Olması gereken bütün belediyelerin, seçilmişlerin kayyum darbesine sesini yükseltmesi. Elbette sadece gerçekleri söylemek yetmez, onu dönüştürmek için elimizi taşın altına koymamız da gerekir. Kız kardeşlik, halkların kardeşliği, kardeşlik protokolü böyle ete kemiğe bürünür.
7
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
EKONOMİDE ALARM ZİLLERİ M. SİNAN MERT
M
oody’s ekonomik derecelendirme kurumunun Türkiye’nin kredi notunda yaptığı düzeltme, birçok açıdan önemli bir ekonomik türbülansın tetikleyicisi olabilecek bir gelişme. Türkiye ekonomisi gibi sürekli olarak dış kaynağa ihtiyaç duyan bir ekonominin borçlanma koşullarını zora sokacak bir gelişmenin çok tahripkâr sonuçlar yaratabileceği açık. Özellikle turizm gelirlerinin ciddi bir düşüş yaşadığı ve politik krizin derinleşmesinin bu tabloyu kalıcı hale getirebileceği bir momentte, 3 önemli derecelendirme kuruluşundan ikisinin yatırım eşiğinin altında not vermiş olması, büyük emeklilik fonlarının Türkiye’den uzun vadeli tahvil alabilmesini imkânsız hale getiriyor. Böylece yatırım yapılabilir ülke statüsü kaybedilmiş oluyor. Hükümetten gelen açıklamaların olayı salt politik gerekçelerle alınmış bir karar olarak yansıtmaya çalışması ise ikna edici değil. Daha geçtiğimiz hafta içerisinde halkın borçlanabilme kapasitesini arttırmaya dönük önlemleri açıklamak zorunda
8
kalan hükümetin ekonomi ile ilgili tozpembe tablolar çizebilmesi mümkün değil. Yılın ikinci çeyreğinde büyüme oranı önemli oranda düşen (%4,7’den %3,1’e), bu oranı da büyük oranda devletin hızla artan savaş harcamaları sayesinde yakalayabilen, üretim altyapısını geliştirebilecek yatırımları durma noktasına gelmiş, dev inşaat projeleri ile ayakta kalmaya çalışan bir ekonomi açısından dünya piyasalarındaki ucuz fonlardan beslenebilmek hayati anlama geliyor. İç tüketimi kamçılamak için halkın borçlandırılması da mega projelerin finansmanı için sağlanan banka kredileri büyük oranda bu fonlarca finanse ediliyor. Çok ciddi politik krizlerle sarsılan, turizm gelirleri yarı yarıya azalmış, küresel kriz koşullarında ihracatı daralmış ekonomi için en önemli güvence söz konusu fonların ülkeye düzenli akışı idi. Yatırım yapılabilir ülke olmaktan çıkma bu yüzden önemli ekonomik, dolayısıyla politik sonuçlar yaratabilecek bir gelişme olarak algılanmalı. Burada özellikle reel sektör şirketlerinin dış borç oranı açısından neredeyse bankalar kadar borca sahip olduğunun da altı çizilmeli. Ülkenin kısa vadeli borç stoku içerisinde kamunun oranı %14. Özel sektör borçlarının oluşturduğu %86’nın ise %43’ü finans dışı kuruluşlara ait. Bu şirketlerin gelirinin Türk lirası iken borçlarının döviz cinsinden olması olası kur artışlarının bu şirketleri kepenk indirmeye itebileceği düşünülebilir. Şirketle-
rin finansman giderlerinin karlarının önemli bir kısmını yuttuğu da düşünülürse yeni bir devalüasyonun iflaslara ve artan işsizliğe yol açma olasılığı güçleniyor. Başka bir kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’in yakın tarihli bir raporu Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Meksika, Rusya ve G. Afrika’nın da bulunduğu sekiz “emerging market” (yükselen piyasa - siz onu finans kapitale yüksek getiri sağlayan çevre ekonomisi olarak da okuyabilirsiniz) içinde özel sektörün kısa vadeli borç stokunun milli gelirine oranı en yüksek ve dolayısıyla en kırılgan ülke ekonomisi de Türkiye olarak gösterilmişti. Moody’s tarafından yapılan not indirimi bu kırılganlığı arttırıyor. Türkiye ekonomisinin en önemli zaafının tasarruf oranlarının çok düşük olması olduğu uzunca bir süredir söyleniyor. Tasarruf oranlarının düşüklüğü ekonominin kendi kaynaklarıyla ile büyümesini imkânsız hale getiriyor. Oysa özellikle küresel krizin Türkiye’nin geleneksel ihracat pazarlarında talep daralması yaratması sonrasında toplumun tasarruf oranlarını arttırmasından ziyade iç talebi büyütmesi bekleniyor. Asgari ücretteki 300 liralık artış yılın ilk yarısındaki büyümeyi açıklayan en güçlü etkenlerden biri idi. Ancak bu etkinin uzun erimli olamayacağı ikinci çeyrek büyümelerinde anlaşıldı. Bunun üzerine halkın borçlarının vadesini uzatmayı, böylece daha çok borçlandırmayı hedefleyen bir ekonomik önlemler paketi açıklandı. Üretim altyapısını hiçbir şekilde geliştiremeyen bunun tersine ucuz dış kaynakla iç talebi kamçılayan bir ekonomik politikanın günü kurtarmakta bile zorlanacağı bir döneme giriyoruz oysa. Özellikle Aralık ayında FED’in faiz arttırma olasılığının arttığı bir durumda artan borçluluk çok büyük sıkıntılara yol açabilir. Halkı borçlandırma üzerine ekonomi politikası inşa edilirken
hem işsizliğin yükselmesi hem de gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da bozulması tesadüf değil. En zengin %20’lik dilim en yoksul %20’den 7,6 kat daha fazla gelire sahip. Bu fark geçtiğimiz yıl 7,4 kat idi. 12,5 milyon kişi sürekli yoksul statüsünde yaşıyor. Halkın %71,4’lük bölümü evden uzakta bir hafta tatil yapamayacak koşullarda yaşıyor. Nüfusun %43’ü konutunda izolasyondan dolayı ısınma sorunu yaşıyor, %39’u sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş çerçeve penceresi ve %20,6’sı odaların karanlık olması veya yeterli ışık almaması gibi sorunlar yaşıyor. Toplumun geniş kesimleri açısından ekonomik koşulların giderek ağırlaştığı buradan da görülüyor. Kapitalizmin bu koşullarda kriz, yoksulluk ve adaletsizlik üretmeye devam ettiği görülüyor. Küçük bir azınlık yaşanan yağmanın nimetlerini hoyratça tüketirken işçiler, köylüler toplumun ihtiyaçlarını üretirken hem iş cinayetlerinde ölüyor, hem güvencesizliğin sürekli yarattığı tedirginliği soluyor hem de tüm alın terine, yarattığı değerlere rağmen yoksulluk ve ödenmez borçlarla sınava çekiliyor. Borçlanan emekçi fabrikada patronu tarafından sömürüldüğü gibi bir de finans sermayesini de ekmeğine ortak ediyor. Kısa vadede tatmin edilen bir ihtiyacın karşılığında yıllarca borç ödüyor, ödeyemediği zaman da varına yoğuna el konuyor. İşçi kardeşlerimizin kapitalizme ve hükümete kanıp borç batağına batmaktan uzak durması gerekiyor. Hakkımız olan borç değil ürettiğimizden hak ettiğimiz insanca ücretlerdir. Türkiye gibi bir turizm ülkesinde turist sayısı yarı yarıya düşmüşken bile toplumun %70’i tatile bile gidemiyorsa, konut satışları artarken konut sahibi olanların sayısı azalıyorsa, bunca şatafatın yanında milyonlarca insan yoksulluk çekiyorsa kapitalizm ancak yok edilmeyi hak etmektedir.
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
ŞORTUMA DOKUNMA, HAKKIMDA MIRILDANMA!
G
eçtiğimiz günlerde Ayşegül Terzi isimli bir kadın arkadaşımız otobüste Abdullah Çakıroğlu tarafından saldırıya uğramıştı. Saldırının nedenini bir duruma dikkat çekmek için bilerek başa yazmadım. Çünkü “şort giydiği için saldırıya uğradı” diye haber yapınca aynı suç tekrar tekrar işlenmiş oluyor diye düşünebiliriz. Zira tüm yazılan çizilenler, mesele hakkında zihinlerde bir meşruluk kazanımına da yol açıyor. Niyetten bağımsız olsa bile. Ayşegül Terzi’nin saldırıya uğramasının ardından olayı haberleştirirken, olay hakkında yorum yapılırken hatta olay eleştirilirken dahi o kadar çok çam devrildi ki. Örneğin kadınların ‘’şort’’uyla bu kadar sorun yaşayan başka bir toplum yoktur kanaati kadınlarda çok güçlendi ve ardından #şortumadokunma etiketiyle sosyal medyada günlerce eylem yapıldı. Çeşitli illerde de aynı sloganlarla kadınlar sokağa çıktı. Saldırgan Abdullah Çakıroğlu önce serbest bırakıldı ardından kadınların öfkesi ve tepkisi sayesinde tutuklandı. Kadın bedeni hakkında her türlü tasarrufu kendine hak bilen erkek egemen zihniyet bugün taciz, tecavüz, şiddet gibi insanlık suçlarının ortaya çıkmasındaki sebeptir. Bu zihniyet ve düzen değişmedikçe bu suçlar işlenmeye devam edecektir. Hem de artarak, hem de meşrulaşarak hem de en adi şekillerde yaşanarak. Bugün Abdullah Çakıroğlu’nun otobüste böyle bir saldırıyı bu rahatlıkta gerçekleştirmesi, toplum tarafından yaptığı eylemin benimseneceğinden emin olmasıyla bağlantılıdır. Dinselleşmenin ve muhafazakarlığın bu derece yaygınlaşmasından da aldığı güçle ve cesaretle lince dönüşebilecek bu saldırılar topluma açık her yerde gerçekleştirilebiliyor. Hatta aynı saldırı biçimi neredeyse örnek alınır gibi pek
çok yerde de aynı zamanlarda ortaya çıkmaya başlıyor. Ayşegül Terzi’ye yapılan saldırının ardından Bursa’da da aynı zihniyet zuhur etti ve Uludağ Üniversitesi Metro İstasyonu’ndan metroya binen kadın yolcuya, bir başka saldırgan “Şortlu kadının başına geleni biliyorsun, kes lan sesini!” diye cinsiyetçi küfürlerle hakaret etti. İzmir Bornova’da da tanışma teklifini reddettiği iki erkek tarafından Neriman öğretmen saldırıya uğramıştı. Kadın düşmanlığı ve erkek egemen zihniyetin yol açtığı bu saldırıların kartopu etkisiyle hemen her yerde yaşanması ve birbirine Bursa örneğinde olduğu gibi referans verilmesi bir yerden güç ve cesaret alınarak yapıldığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu cesaretin kaynağı kadın düşmanlığı ve erkek yargıdır. Bu saldırının büyüklüğü kadar dikkat çekilmesi gereken bir meselede saldırıya hızlıca neredeyse sahip çıkan erkek devlet aklıdır. Sözüm ona saldırıyı tasvip etmiyoruz niteliğinde açıklama yapan Başbakan’ın “Hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın” şeklinde konuşması bu erkek aklın tezahürüdür. Saldırıyı tasvip etmiyoruz, açıklaması zaten tali bir açıklamadır. Buna gerek bile olmamalıdır. Şort giyilmesinden haz etmeyen kişilere tavsiye niteliğinde “mırıldanırsın” demek gıybet yap, demekle eş değerdir. Başbakanın şort giyenler hakkında mırıldanırsın öğüdünün açığa çıkarabileceği ikinci şey yine saldırı olacaktır. Otobüste şort giydiğiniz için sağınız da solunuz da tüh
tüh, cık cık cık diye mırıldanan erkekler varsa ikinci yapacakları şey yine saldırı olacaktır. Ancak ondan da önemlisi erkek egemen zihniyetin ne giydiğimiz, nasıl giydiğimiz hakkında, bedenimiz hakkında mırıldanmayı kendine hak görmesidir. Biz kadınlar özgürlüğümüzü, bedenimizi nasıl kullanacağımız ile ilgili tasarrufumuzu erkeklere ve erkek egemen düzene göre sınırlamak zorunda bırakılıyor muyuz bizim asıl mücadelemiz bununla ilgilidir. “Benim bedenim benim kararım” mottosunun altında yatan bir gerçekte buna ilişkindir. Herkes bilmelidir ki kadınlar şort giyer, erkekler bunun hakkında mırıldanma hakkına sahip değildir. Aynı açıklama çerçevesinde Başbakan şunları da söylüyor: “Ben onun normal bir adam olduğunu düşünmüyorum. Normal biri değil. Çünkü normal bir insanın yapacağı bir iş değil yaptığı. Hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın… Bu adamın geçmiş kayıtlarına bakılırsa bir tıbbi sorunu olduğu çıkacaktır. Hal ve hareketlerinde de bir gariplik var. Gülüyor mülüyor.” Bu yaklaşıma ilişkin olarak kadınların düşünceleri son derece berraktır ve mücadele biçimleri nettir. Her taciz, tecavüz ve şiddet vakasının ardından saldırgan erkeklerin psikolojik sorunları olduğunu duyuyoruz. Normal biri olmadığını duyuyoruz. Tesadüf bu ya! Zaten bu suçlar hep psikolojik sorunları olanlar tarafından işleniyor. Birisi de “sağlıklı” değil. Kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz suçları-
ELİF IRMAK
nın münferit, tesadüf olmadığını biliyoruz. Şiddetin münferit değil sistematik bir şekilde ortaya çıktığını söylüyoruz. Yolda yürürken, otobüste, vapurda giderken, evde otururken, okulda sıradayken, işyerlerinde çalışırken, her yerde ve her biçimde şiddet, erkek egemen toplumda ortaya çıkan ve cezalandırılmayan sıradan bir suçtur. Ve erkek egemen düzende hepsi sıradan erkekler tarafından işlenir. Şimdi biz kadınlar, hem erkek egemenliği, hem erkek devlet aklı hem erkek yargıyla hem de şiddetle baş etmek zorunda olan, mücadele etmek zorunda olan kadınlar olarak bu şiddet olaylarının bizleri korkutup sindiremeyeceğini söylüyoruz. Çünkü bu durum bizim için aynı zamanda yaşamda kalma mücadelesidir. Var kalma mücadelesidir. Kimi zaman şort giydiğimiz için, kimi zaman erkeklerin tanışma teklifini reddettiğimiz için şiddetle karşı karşıya kalıyoruz. Ve bunları neden yaşadığımızı biliyoruz. O halde erkek egemenliğine, kadın düşmanlığına ve gericiliğe karşı kadın dayanışmasını büyüteceğiz, sokakları, meydanları ve otobüsleri bu zihniyete terk etmeyeceğiz. “Şortumuza” hayatımıza ve geleceğimize sahip çıkacağız. Şortuma Dokunma, Hakkımda Mırıldanma demeye devam edeceğiz. Tüm kadınlar özgürleşene kadar…
9
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
KIVILCIMLI’YI DOĞRU OKUMAYI NASIL BAŞARABİLİRİZ? M. SİNAN MERT
Dr.
Hikmet Kıvılcımlı mücadelesi ve ürettikleriyle Türkiye devrimi’nin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Kıvılcımlı’nın teorik mirasının güncelliği ise aslında son gelişmelerle bir kez daha teyit ediliyor. Türkiye toplumuna Kıvılcımlı’nın baktığı gözlerle bakamadan, daha az iddialı bir deyimle en azından onun önünü açtığı bir yaklaşımı geliştirmeden; hegemonik ve ezilenlerin tümünü kucaklayan bir devrimci halk örgütlenmesi inşa edilemez.
Farklı Kıvılcımlı Yorumları Nereden Kaynaklanıyor?
Kıvılcımlı gibi tüm eserleri bu kadar uzun süredir ortada olan, tartışma gündemine öyle veya böyle alınmış olan bir önderin feyz verdiği bu kadar farklı ideolojik çerçeveler nasıl ortaya çıkabiliyor? Gerçekten de SODAP’ın çizgisi ile uzaktan yakından alakası olmayan, hatta zaman
10
zaman aşırı milliyetçilikle, ulusalcılıkla yakın temas içinde bulunan Kıvılcımlı yorumları yaygınlık kazanabiliyor. Yaklaşım farklılıklarını çok aşan bu düpedüz zıtlık, aslında Kıvılcımlı’yı okumak ile ilgili bir yöntem tartışması yapılması gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Kıvılcımlı’nın 1960’ların anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu gençlik hareketine uzanma gayretlerini çevreleyen dönemde yazdığı ve M.Kemal’i özellikle karşısına almamaya çalıştığı, finans kapital iktidarı ile M.Kemal arasında ayrımlar tanımlamaya gayret ettiği dönemi bu ideolojik tutumun altında yatan çaba anlaşılmadan okumak ve bir politik sabit kabul etmek, kimi Doktorcu akımları bugün ulusalcılığın ta merkezin kadar çekmiştir. Kıvılcımlı’nın telaşı dönemin devrimcilerinin bütünlüğünü inşa edebilmekti. Hatta bu inşa sürecine zarar verebileceği düşüncesiyle temasının çok sınırlı olduğu Kürt hareketi ile ilgili taleplerini bu dönemde çok göze batacak bir biçimde öne çıkartmamıştır. Kıvılcımlı asla YÖN çevresinin ve MDD etkisindeki kimi çevrelerin içine düştüğü zinde güçler devrimciliğine bel bağlamadı. Onun açısından işçi sınıfının işin merkezinde olması en temel amentüydü. “Genel Düşünceler” kitabında
daha 1920’lerde içi sınıfının devrimci mücadelenin yükseltilmesi ile ilgili çağrılara nasıl olumlu yanıtlar ürettiğini anlatmıştır. 1960’lardaki politik çabası da büyük oranda gözü ABD olarak algılanan bir emperyalizm dışında bir düşman görmeyen kesimlere işçi sınıfının merkezi rolünü, finans kapital-tefeci bezirgan bloğuna karşı mücadelenin temel alınması gerektiğini anlatmaya çalışarak geçmiştir. Fakat Doktor açıktır ki “tarihsel devrimci” güçlerin de devrim mücadelesini büyütecek bir tarzda konumlandırılmasını önemsemiştir. Ezilen sınıfların çıkarına politika eylemek adına ortaya çıkan enerjilere sırt dönülmesi devrimcilik olarak gösterilemez. Liberal bir yaklaşımla sivil toplumculuk oynamak, sınıflar savaşının kızıştığı bir dönemde devlet içinde ortaya çıkacak kopuşmaları ezilen sınıflar adına kazanmayı önemsememek en azından bir tür oportünizm olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda Kıvılcımlı’nın “ordu kılıcını attı” da ortaya koyduğu çerçeve en genel hatlarıyla doğrudur. Fakat bu yaklaşımdan yola çıkarak “tarihsel devrimci” güçlerdeki niteliksel değişimi görmemek, buna karşın Kürt hareketi nezdinde ortaya çıkan büyük devrimci dinamizmi kü-
çümsemek Kıvılcımlı’nın tutumu olamazdı. Kıvılcımlı için esas olan bu topraklardaki kan emici iktidarına son verecek karşıthegemonya bloğunun en güçlü bir biçimde yapılandırılması idi. Bu yapılandırma niyetlerle değil ortada, hareket halinde olan somut devrimci güçlerce gerçekleşebilirdi. O yüzden 1960’ların Türkiye’sinde Kıvılcımlı’nın baktığı nokta ve yaratmaya çalıştığı devrimci blok, 2010’lar Türkiye’sinden bakıldığında ne kadar sıra dışı gözükse de doğru bir içerik üzerine inşa edilmişti. Fakat o dönemde Kıvılcımlı’nın düşündüğü çerçevenin devrimciliği ne kadar tartışılamasa da bugün aynı çerçevede ısrarın temsil ettiği politik gericilik de inkar edilemez. Kıvılcımlı’yı zamandan ve mekandan bağımsız okumak, mazrufa değil de zarfa takılmak, geliştirilen politikanın amaçlarına değil de taktiklerine takılıp kalmak söz konusu okumayı böylesi bir politik gericiliğe mahkum edebilir. ...
Geleneğimiz ve Kıvılcımlı
Bugün Kıvılcımlı okumalarının en verimlisini geleneğimizin gerçekleştirdiğini söylemek desteksiz bir böbürlenme olmayacaktır. Doktorcu ortamlarda fazlaca bulunan paslanmış zihinlerin deformasyonundan Kıvılcımlı’yı koruyarak, onu devrimci nesillerin en önemli beslenme kaynaklarından birisi olarak ve mirasını güncel koşullara uyarlayarak zenginleştirmek; geleneğimizin en önemli başarılarından birisi olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir. Kıvılcımlı’nın Ortadoğu’nun kültürel tuzaklarını aşacak bir devrimcilik inşa etmek için en büyük kozumuz olacağı önümüzdeki fırtınalı günlerde daha belirgin bir biçime ortaya çıkacaktır. (Yazının tamamını sodap.org sitesinden okuyabilirsiniz)
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
“ASLA HEPİMİZİ ÖLDÜREMEYECEKSİNİZ!” “Cellat uyandı yatağında bir gece ‘Tanrım’ dedi, ‘Bu ne zor bilmece: Öldürdükçe çoğalıyor insanlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe...’”
Y
azının başlığı olan “Asla Hepimizi Öldüremeyeceksiniz!” sloganı bundan yaklaşık 31 yıl önce Güney Afrika’nın doğu cephesinde bulunan Uitenhage’de yaşanan katliamlara karşı gerçekleştirilen protesto eyleminde taşınan bir pankartın sözleri. 1985 Güney Afrika için her güne bir katliamın sığdığı, onlarca insanın katledildiği bir sene. Bu slogan senelerce dünyanın çeşitli yerlerinde özgürlük savunucuları tarafından protestolarda kullanılmış. İlk kez bu sloganı İstanbul’da kadınların kadın cinayetlerine karşı yaptıkları bir eylemde görmüştüm. Gerçekten de baskı ve faşizmin tırmandığı, ölümlerin, katliamların yaşandığı şu günlerde bu sloganı hatırlamak bir kişi dahi kalsak özgürlük mücadelesinin asla bitmeyeceğini gösteriyor. Güney Afrika’nın kanlı yılı bize ne kadar da tanıdık geliyor değil mi, -geçmiş katliamları unutmadan belirtelim- bizim için de 2015 ve sonrası katliamlar senesi oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin en kanlı katliamı olan “10 Ekim’de Ankara’da” yaşadığımız katliamın üzerinden tam bir yıl geçti. Hatırladıkça öfkeleneceğiz. Hatırladıkça üzüleceğiz. Hatırladıkça mücadeleye eskisinden daha çok sarılacağız. Üzerinden yıllar da geçse pek bir şey değişmeyecek. Çünkü böyle bir katliamı unutamayız. Unutturamayız. İyi olamayız. İçimizin acısını hiç soğutamayız. Öfkemizi dindiremeyiz. Söz verdik 10 Ekim’de güneşe uğurladıklarımıza. Unutursak kalbimiz çürüsün, dedik hep bir ağızdan.
rinden birkaç ay geçtikten sonra katliamda ailelerini, yakınlarını kaybedenler ve yaralı yakınları katliamın hesabını sormak için 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği’ni kurdular. Merkezleri Ankara’da bulunan derneğin bütün işlerini aileler yürütüyor. Derneği ziyarete gittiğimizde bizleri umutlu, gülen gözleriyle karşıladı dernek başkanı arkadaş. Eşini kaybetmişti 10 Ekim’de. Dernek ziyaretinin ardından dernekte bulunan ailelerin gözleri gözlerimden hiç gitmedi. Eşini, kızını, annesini, oğlunu kaybetmişlerdi. Nasıl dayanıyor bu insanlar? Nasıl ayakta durabiliyor gözlerinin önünde kızını kaybeden kadın? Nasıl anlatıyor yaşananları? Sadece yakınını kaybedenler mi mücadele etmeli? Bu sorular hiç gitmiyor akıldan. Daha 9 yaşındayken barış için Ankaraya babası ile birlikte gelen Veysel Atılgan’ın gözleri geliyor gözlerime. Muhtemelen katliamda orda olan ya da olmayan her özgürlük yolcusunun gözlerinin önünden hiç gitmiyordur barış güvercinlerinin gözleri. Görmemiz gerekiyor. Görmeliyiz. Başka şansımız yok çünkü. Ama anlıyorsun nasıl olduğunu. Ameri-
kalı ozan ve işçi lideri Joe Hill’in idam sehpasındayken söylediği gibi “Yas tutmayın, örgütlenin!” Evet, 10 Ekim aileleri örgütleniyor ve hesap sormak için mücadele ediyorlar. Bu onurlu duruşu sağlayan yas tutmayıp örgütlenip hesap sorma isteği. Bu isteğe hepimiz katılmalıyız. O yeşil gözlü çocuğa borcumuz var hepimizin. Eşit, özgür, barış dolu bir yaşamı bir dünyayı kurma sözü. Bunlar geldikçe akıllara o nasılların cevapları oluşuyor işte. 10 Ekim’in hesabını sormazsak yeni katliamlar yaşanacak. Bu kadar acılar yaşamış insanlar, mücadele etmekten vazgeçmiyorlar. Çünkü ne demişler; yaşamın olduğu yerde umut vardır. Egemen anlayışların göremedikleri de bu. Bizleri öldürebilirsiniz, katledebilirsiniz, yok etmek için faşist politikalar uygulayabilirsiniz ama bitmiyoruz biz. Kendinizin çok güvenlikli alanlarda olduğunu düşünüyorsunuz. Bu devran böyle sürer diye hayalleriniz de olabilir. Ama sanmayın ki biz öldürmekle biteceğiz. Elbet bir gün saraylarınızın, saltanatlarınızın, hükümetinizin, kafesler içinde
TÜLAY YILDIZ
korumaya çalıştığınız düzeninizin yerle bir olduğu zamanlar gelecek. O zaman yeni bir güneş doğacak bütün ezilenler için. Bir bir hesabını soracağız bizden aldığınız canlarımızın. Yeşil gözlü Veyselimizin, Meryem Ana’nın, Şebnem’in ve daha nicelerinin. O gün geldiğinde şimdi gizlediğiniz korkularınızı gizleyemeyeceksiniz. Ve şunu unutmayın; 31 yıl önce taşınan bir pankartta yazdığı gibi “Asla Hepimizi Öldüremeyeceksiniz”. 10 Ekim katliamının birinci yıldönümünde katliamda hayatını kaybedenleri mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz. Ve asla unutmayacağız. Uğruna can verdikleri dünyayı kurana kadar mücadele edeceğiz.
10 Ekim’de katliamının üze-
11
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
15 TEMMUZ VE EL MEHMET YILMAZER
Devlet eliyle kurulan bankalar ve işletmeler sürekli “burjuva” yaratmak için çalışmıştır. Tek Parti yıllarında devlet eliyle yaratılan birikim 1950 sonrası palazlanan finans kapital tarafından yağmalanmaya başlanmıştır. Artık ülkedeki “azınlıklar” baskı ve sürgünlerle yok edildiği için oradan bir sermaye birikimi yapma imkanı büyük ölçüde tükenmiştir.
H
er sabah gazetelere bakanlar yeni tasfiye listeleriyle karşılaşıyor. En son liste, Cemaat üyelerinin kullandığı iddia edilen Bylock iletişim programı üzerinden sürülen iz sonucu 53 bin kişiden oluşuyor. Cadı avının kapsamı gittikçe büyüyor. Büyüdükçe Saray’ın korkuları artıyor. Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki, Cemaat her taşın altındadır; kazı kazı bitmiyor. Bunun bir yanı doğru olsa da, AKP iktidarı kendi geleceğini sağlamlaştırmak için toplumda korkuyu yaygınlaştırmayı epeydir en uygun yöntem olarak uyguluyor. Bütün bu toz duman arasında bir başka gerçeklik gölgede kalıyor; o da sermayenin el değiştirme operasyonlarıdır. Bu operasyonlar sadece Cemaat’in mallarına el konulmasından ibaret değildir. AKP iktidarı veya İslami sermaye sadece zor ve korku yoluyla egemenlik kuramayacağını biliyor. Aynı zamanda yıllardır itilip kakıldıktan sonra tarihi bir fırsat yakaladığının bilincindedir. Onun için siyasal iktidarının sermaye tabanını sağlamlaştırması gerekiyor. Çünkü hala ülke ekonomisine 500 büyük TÜSİAD egemendir. Saray ve AKP 15 Temmuz’u da bu yolda sonuna kadar kullanma amacındadır. Ülke tarihine bakıldığında bizde sermaye birikimi genellikle iki yolla yapılmıştır: “Azınlıkların” mallarının yağması ve devlet eliyle kurulan mekanizmalar yoluyla. Bu mekanizmalar İttihat ve Terakki yıllarından beri işletilmektedir. Balkanları kaybetmeye başlayan Osmanlı, Anadolu’da azınlık mallarının yağmasını çeşitli yollarla sürdürmüştür. Bu yolda hedef Ermeni ve Rum toplumları olmuştur. Batı’dan doğuya büyük yağmalar ve acılar yaşanmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu sermaye biriktirme yöntemi devam etmiştir. Devlet
12
eliyle kurulan bankalar ve işletmeler sürekli “burjuva” yaratmak için çalışmıştır. Tek Parti yıllarında devlet eliyle yaratılan birikim 1950 sonrası palazlanan finans kapital tarafından yağmalanmaya başlanmıştır. Artık ülkedeki “azınlıklar” baskı ve sürgünlerle yok edildiği için oradan bir sermaye birikimi yapma imkanı büyük ölçüde tükenmiştir. Buna rağmen Tek Parti iktidarının son on yılında çıkarılan Varlık Vergisi ile kalan “azınlıklar” bir kez daha soyulmuştur. Bu soygun DP-Menderes iktidarı yıllarında ise 6-7 Eylül olayları ile yağma ve katliama dönüşmüştür. Derin devlet tarafından kışkırtılan bindirilmiş çeteler Beyoğlu ve çevresinde Rumların dükkanlarını yağmalamıştır. Halide Edip, Sonsuz Panayır romanında savaş yıllarında zenginleşen, yağmacı karakteri
öne çıkan “iki binler” diye anılan yeni zenginlerin İstanbul gazinolarındaki hayatını anlatır. DP yıllarında esas yağma, devletçi ekonomi ile yaratılan birikimin liberal ekonomi yoluna çıkılınca özel ellere geçmesiyle yaşanmıştır. Bu gidişe tepki 27 Mayıs askeri darbesi biçiminde olmuştur. Sonraki yıllarda finans kapitalin büyümesi şüphesiz devam etmiştir, ancak devletçi ekonomiyle iyi geçinerek. Bu bağ dünyanın neoliberalizme geçişiyle 1980’ler sonrası kopmuştur. 12 Eylül askeri darbesinin rolü bu kopmayı sağlamak olmuştur. İnişli çıkışlı da olsa neoliberal dalga ekonomide 1980’li yıllarla birlikte büyüyerek devam etmektedir. En hızlı ilerlediği yıllar AKP iktidarı dönemidir. Cumhuriyetin başından beri
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
DEĞİŞTİREN SERMAYE yaşanan sermaye birikimi esas olarak temel bir çizgide yürümüştür. “Azınlık” sermayelerinin yağması ve devlet eliyle beslenmeyle bir egemen sınıf yaratılmıştır. Tekelci nitelikte, üretim gücünden çok asalak özelliği ağır basan bir finans kapital sürekli gelişip büyümüştür. Bunlar kendilerini 12 Mart askeri darbesinden hemen sonra TÜSİAD olarak örgütlediler. Ekonomiye ve siyasete egemen olan bu zümre, devletin vesayetini sürekli kollayarak rakipsiz egemenlik tahtında oturmuştur. Bu tablo neoliberalizm dalgasıyla değişmeye başladı. Finans kapitale bağlı büyüyen Anadolu sermayesi siyasal İslam’ın güçlenmesiyle tarihi bir fırsat yakaladı. Artık sermaye birikim mekanizmaları içinde yeşil sermaye de özellikle son yirmi yıldır yer almaktadır. Neoliberalizmin nimetlerinden büyük ölçüde fi-
nans kapital yararlansa da, yeşil sermaye de artık kendi yerini edinmiştir. Son on beş yıldır yaşanan gerilimlerin altında bu gerçek yatar. AKP iktidarı yıllarında yeşil sermaye özellikle inşaat, madencilik, eğitim ve sağlık alanlarında kendine yer açtı. Bu sermaye birikim süreci öncekilerden farklı bir özelliğe sahiptir. Egemen zümre finans kapitalin yanında artık farklı bir sermaye grubu palazlanıyordu. Devleti siyaseten elinde tutan yeşil sermaye bunun için bütün imkanlarını seferber etti. Güçlendikçe arada sırada finans kapitale de sataşsa, o konuda sınırlarının farkında olan siyasal İslam, kendi büyüme alanlarında mümkün olduğunca hızlı ilerlemenin yollarını aradı. Ancak bu noktada yeşil sermayenin kendi iç yapısından kaynaklanan sorunlar paylaşım savaşını çok yüksek seviyelere taşıdı.
15 Temmuz sonrası iktidar Cemaat’e bağlı olduğunu düşündüğü sermayeye rahatlıkta el koyabiliyor. Sadece el koyulan gayrı menkullerin değeri 1 milyar dolardan fazladır. Pek çok şirkete el konduğu için yüz milyonlarca dolar tutarındaki sermaye devletin denetimine geçmiştir. Yağmalanacak “azınlık” kalmadığı, finans kapitale gücü yetmediği için yeşil sermaye kendi arasında bir hesaplaşmaya girmiştir. Ayrıca iktidar yağmacı sermaye biriktirme mantığının sonucu olarak örneğin işsizlik sigortasının birikimini kendisi kullanmaktadır. En az 100 milyar lira değerindeki bu birikim iktidarın keyfi kullanımına kalmıştır. AKP Varlık Fonu kurarak bütçe dışı harcamalarını yapacağı, denetim dışı bir sermaye akış kanalı yaratmıştır. 15 Temmuz sonrası el değiştiren sermaye yeşil sermayenin kendi içindeki paylaşım savaşı sonucudur. Her şey büyük bir keyfilikle yürümektedir. Bütün bu gelişmeler sonucunda Moody’s’in Türkiye’nin notunu düşürmesine AKP iktidarı şaşırmış görünüyor. Sermaye ürkektir, bu ölçüde gerilime dayanamaz. Eninde sonunda böyle bir noktaya gelinecekti. Ekonomide gerekli nitelik sıçramasına neden olacak bir sermaye birikimi yerine asalak karakteriyle büyüyen İslami sermaye, 15 Temmuz ve sonrasında yaşananlarla uluslararası sermaye için yeterince güvenilir olmadığı gösterdi.
15 Temmuz sonrası iktidar Cemaat’e bağlı olduğunu düşündüğü sermayeye rahatlıkta el koyabiliyor. Sadece el koyulan gayrı menkullerin değeri 1 milyar dolardan fazladır. Pek çok şirkete el konduğu için yüz milyonlarca dolar tutarındaki sermaye devletin denetimine geçmiştir. Yağmalanacak “azınlık” kalmadığı, finans kapitale gücü yetmediği için yeşil sermaye kendi arasında bir hesaplaşmaya girmiştir.
Sıcak para akışıyla yaşayan ekonominin kanallarına akış yavaşlar veya durursa, bu AKP iktidarı için yeni güçlü bir darbe olur. Olayların gidişi bu yöndedir. Siyasal İslam’ın kendi iç hesaplaşması onu yakaladığı tarihi fırsatı kaçırma riskiyle karşı karşıya getirecektir.
13
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
SAMET KALIP’TA TAŞERON KANDI
İ 12 saat çalışma en kötü durum. Sosyal bir yaşamınız kalmıyor. Birer makineye dönüşüyorsunuz. 8 saat çalışma olsun diye de çok çabalıyoruz. Beni 12 saat çalıştırdığım sürece tabi dünya devi olur. Aslında benim yaptığım üretim dünya devi ama parayı da reklamı da o topluyor, bana asgari haklarımı bile düzgün ödemiyor.
ş yerlerinde asıl işte çalıştırılan işçilerin taşeron kandırmacasıyla ekonomik haklarından ve iş güvencesinden mahrum bırakılmalarına Çerkezköy’den bir itiraz yükseliyor. Bağımsız Metal İşçileri Sendikası yaptığı bir dizi örgütlenme çalışmasında bu “kandırmacayı” deşifre ediyor ve iş yerlerinden taşeronun kalkması için mücadele ediyor. En son yine Çerkezköy’de bulunan Samet Kalıp iş yerinde yaşanan örgütlenme süreci taşeron karşıtı mücadeleye dönüştü ve işçiler Samet Kalıp’tan taşeron firmalar gidene kadar mücadele etmekte kararlı. Bu süreçte taşeron çalıştırıldığı dönemde verilmeyen ikramiye hakları için aynı zamanda dava açan BAMİS’li işçi Fedai Erken ile bu süreci konuştuk. Bize biraz kendinizi tanıtır mısınız? 1980 yılında köyde sulama kanallarında çalıştım ve sigortam oradan başladı. Keşan Köy Kooperatifi’nde de çalıştım. En son 2008’de Çerkezköy’e taşındım. Ve’2008 de Samet Kalıp’ta çalışmaya başladım. 2015 yılında kadroya alındım. Uzun bir süre taşeronda çalıştırıldıktan sonra kadroya geçirildiğim söylendi. Sendikalaşma süreciniz nasıl oldu? İş yerinde uzun süredir uy-
14
gulamalardan rahatsızlıklarımız vardı. Bir örgütlenme süreci başlamıştı. Ben önce dahil olmadım. Zamanla arkadaşlar sendikaya gelip giderken ben de dahil oldum. Bağımsız Metal İşçileri Sendikasına üye oldum. Sendikada birkaç defa toplantı yaptık. Toplantılar gerçekten çok bilgi ve umut vericiydi. Adeta bir ders gibi dinledik hepimiz, çok öğretici oldu bu süreç. Sonra sendikalaştığımız işveren tarafından duyuldu ve patron bir grup işçiye tazminat ödeyerek onları işten çıkardı. Boğazlarına kadar sıkıntıya batmış işçiler tazminat alınca biraz da kendilerini iyi hissettiler ve bu diğer işçilere de aslında kötü örnek oldu. Onlar da işverenle tazminat görüşmeleri yapmaya başladılar. Çalışma bu aşamada sendika tarafından durduruldu. Ben de işçilere kızdığım için bir süre uzak kaldım ama işin gerçek boyutu örgütlenmek ve taşeron denilen adaletsizliğe karşı mücadele edip kazanmaktı. Sendikam bunu hedeflemişti ve bende gönülden bu talebe karşılık verdim, mücadeleye devam kararı aldım. Bu ilk örgütlenme hamlesinde fabrikada bir şeyler değişti mi? Tabi değişti. İş yerinin mevcudu 600 kişi civarında. 2/3 kadarı taşeron. 200 işçiye kadrolu işçi oldukları için iyi muamele ve
ücret ayrımı var. Yani kadrolu işçiler yılda 2 maaş ikramiye alıyor ama aynı işi yapan taşeron işçilere ikramiye ödenmiyor. Bana da kadroya geçirildikten sonra ikramiye ödendi. Taşeron çalıştırıldığım dönemde ödenmeyen ikramiyelerim için dava açtım ve bunun öğrenilmesinin ardından iş yerinde işçilerle toplantı yapılarak; “sendikaya gitmemeleri, zaten ekim ayı itibariyle taşeron işçilere de ikramiye ve sosyal yardım ödemeleri yapılacağı” bildirildi. Samet Kalıp’ta çalışma hayatı nasıl? Yani bölüm bölüm değişiyor. Ama kötü koşullarda çalışan işçilerin çoğu zaman durumlarına dair bir şikayetleri yok. Ya da koşulların ağırlığından itiraz edecek cesaretleri kalmadı. Halbuki en fazla onların itiraz etmesi lazım. Bir kere Samet Kalıp dünya deviymiş. Koca koca reklamları var her yerde. Bana ne bundan? Beni 12 saat çalıştırıyor, izinlerimi düzenli kullandırmıyor, ücret ayrımcılığı yapıyor, beni baskı altında ve iş güvenliğinden yoksun çalıştırıyor. Beni mutsuz ediyor. Bana emeğimin karşılığını vermediği sürece onun dünya devliğinin de bir karşılığı yok. 12 saat çalışma en kötü durum. Sosyal bir yaşamınız kalmıyor. Birer makineye dönüşüyorsunuz. 8 saat çalışma olsun diye de çok çabalıyoruz. Beni 12 saat çalıştırdığım sürece tabi dünya devi olur. Aslında benim yaptığım üretim dünya devi ama parayı da reklamı da o topluyor, bana asgari haklarımı bile düzgün ödemiyor. Hele iş güvenliği tam bir sorun. Kullanılan sulu kimyasal var. Sulu kimyasalın kokusu bir yana, kalitesiz eldivenlerin yırtılması sebebiyle bunların vücuda teması bir yana. Üretim tozu ise en kötüsü. Maskeler yetmiyor. Tedbirler yeterli değil. Son yapılan teftişte 14 hata tespit edilmiş, büyük kısmı düzeltilmiş
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
DIRMACASINI SONLANDIRACAĞIZ! ama boyahane kısmındakiler düzeltilmedi. Bu sebeple 2,5 milyon ceza ödedi işveren. Ama iş güvenliği uzmanının söylediği; ceza yemek, boyahanenin bakımdan geçirilmesinden, tedbir alınmasından daha ucuzmuş. İş güvenliği önlemleri alsalar 250 milyon ödemeleri gerekiyormuş. Bu sebeple tedbir almıyorlarmış. Can güvenliğimiz bu zihniyete emanet. 600 tane işçinin 250 milyonluk haysiyeti yokmuş yani. Birazda bu sorunlar üzerine örgütlenmemiz gerekiyor. Peki Çerkezköy’de işçi olmak nasıl bir durum, işçilerin genel olarak sorunları neler? Samet Kalıp için bahsettiğim tüm koşullar bu bölgenin genel sorunları. 8 saat çalışan fabrika pek kalmadı, hemen hepsi 12 saat ve çalışma koşulları gerçekten sorunlu. İşçiler muhatap alınmıyor. Baskı altında her şeyi yapmaya zorlanıyor. Samet Kalıp’taki taşeron uygulaması nasıl? Taşeron aslında işçilerin bölünmesi ve sendikalaşmaması için uydurulmuş bir şey. İstedikleri gibi işten atabilmeleri için düzenlenmiş. Öğrendiler mi hak istiyor, sendika istiyor, hemen işine son veriliyor. İşçiler arasında da ayrım yapılıyor. Bazen kadrolu işçiler taşeron işçilere göre fazla ücret veya hak aldığından “Bana ne taşeronun sorunundan!” diyebiliyor. Ya da kendini üstün görebiliyor. Taşeronun asıl amacı sendikayı engellemek. Şimdi burada da aynı makinede çalışan iki işçiden biri Samet Kalıp’tan sigortalı, diğer işçi Çetin Güvenlik’ten, yani taşerondan sigortalı. Kadrolu olana ikramiye verilir, taşerona verilmez. Kadrolu işçi istediği zaman izin alabilir ama taşeron işçi izin isteyemez bile. Patron kadroluyu bazen muhatap alır, taşeronu görmez bile. Davanızı açtıktan sonra na-
sıl bire süreç gelişti? Patron davadan haberdar olduktan sonra, bir gün gece vardiyasında olduğum için uykudayken iş yerinden aradılar. Hazır ol araba gelecek, seni İstanbul’a götürecekler, patron çağırdı, dediler. Bende gelmesin, ben İstanbul’a gidemem dedim. Beni baskı altına alıp davamdan vazgeçirmek isteyeceklerini düşünerek gitmedim. Sendikamla sürece devam ettim. Bu defa geçen hafta duruşmamız vardı. Patronun avukatı gelmişti. Duruşmada da “anlaşma” teklif ettiler. Ama sulh olmak istemedim. Taşerondayken ödenmeyen ikramiyelerimi ödemeyi kabul ettiler yani. Ama onların kafasında bana haklarımı teslim etmekten ziyade emsal bir mahkeme kararı çıkmasını engellemek var. Bende zaten bu sebeple anlaşmadım. 2016’dan evvel ikramiye vermiyordu, ne değişti? Samet’te de şimdi ikramiye vermeye başladı. Ben her nasıl olursa olsun ikramiyelerimi alacağım zaten. Ama Samet Kalıp’ta taşeron aldatmacasına son vermek istiyoruz. Sendikamla birlikte yapmak istediğim bu. Bunu başardıktan sonra bu süreç Çerkezköy’deki, daha doğrusu Trakya’daki tüm
fabrikalara örnek olacak. İşçilere umut olacak. Diğer işçilere söylemek istediğiniz bir mesaj var mı? İşçilerimiz günlük yaşıyor. İleriye dönük düşünemiyorlar. Korkuyorlar. “Aman işsiz kalacağım, aman taksitim ödenmeyecek!” Yahu ölmüşsün zaten sen, ne yapacaksın taksiti. Bu Samet Kalıp’ta meslek hastalığına yakalanmış ve hasta hasta çalışmaya devam eden işçiler var. Onları uyarıyorum, haklarını anlatıyorum, yönlendiriyorum ama şikayet etmeye, hak istemeye korkuyorlar. Ben bekar olduğum halde 1300 TL maaş bana yetişmiyor. Ama 3-4 çocuklu işçi arkadaşlarımız var. Bunlara 1300 TL maaş nasıl yetecek? En az 3 bin - 4 bin TL maaş almaları lazım. Bunun içinde talep etmeleri, sendikalaşmaları, toplu davranmaları gerekiyor. Bize bu kazandıracak. İşçilere yan yana olduğumuz sürece korkmalarına gerek olmadığını söylüyorum, cesur olmalarını talep ediyorum. Ve onları 15 Kasım 2016 günü saat 14.00’de Çerkezköy adliyesinde görülecek davamın duruşmasına davet ediyorum. Bir arada güçlüyüz. Teşekkür ediyorum.
Taşeron aslında işçilerin bölünmesi ve sendikalaşmaması için uydurulmuş bir şey. İstedikleri gibi işten atabilmeleri için düzenlenmiş. Öğrendiler mi hak istiyor, sendika istiyor, hemen işine son veriliyor. İşçiler arasında da ayrım yapılıyor.
15
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
VERGİ KESİNTİLERİ VE ÜCRETE YAPILAN DİĞER SALDIRILAR OKUR MEKTUBU
Hükümet işçilere vergi kesintileriyle ilgili maaşlar asgari ücretin altına düşmeyecek, diyor ancak aradaki farkı patronlardan tahsil edeceğini de söylemiyor. Dolayısıyla maaşlar bankaya belki asgari ücretten az yatmayacak ama aradaki fark da uzaydan gelmeyecek.
AKP
hükümetinin emeğe yönelik saldırılarının boyutu her geçen gün artıyor. Bireysel emeklilik sisteminin zorunlu hale getirilmesi, vergi diliminde yaşanacak artış sebebiyle ele geçen asgari ücretin düşecek olması, yılın 2. altı ayında her şeye zam gelmesine rağmen asgari ücrette artış olmaması sebebiyle alım gücünün düşmesi ve daha birçok sebeple insanca geçinecek ücret talebi her geçen gün biraz daha hayal haline dönüşüyor. Açlık sınırı 1380 TL’yi aşmışken 1300 TL ücretin dahi işçiye fazla görülmesi aslında hükümetin 15 yıldır yürüttüğü politikaların sonucu.
günlük düşünmeye ediliyor.
mahkum
vergi kesintisi olacağı anlamına gelmektedir.
İşçinin emeğinden başka satacak bir şeyi olmadığı için çalıştığı ve karşılığında geçimi için aldığı ücret artık iyiden iyiye yok hükmünde. Bunu en iyi son dönem ücrete yapılan saldırılardan anlayabiliriz.
Bir diğer mesele Türkiye’de işçilerin uzun saat çalışmak zorunda olması, buna bağlı olarak ek vergi kesintilerine maruz kalmasıdır. Çalışma Bakanı, çıkıp vergi kesintileriyle ilgili hiçbir işçi asgari ücretin altında maaş almayacak, diyor. Ancak işçileri 1300 TL’lik asgari ücrete maruz bırakmak başlı başına bir sorundur. Çerkezköy, Çorlu, Gebze gibi büyük sanayi havzalarında üretilen artı değer milyar liralarla ölçülürken işçilere 1300 TL asgari ücretin altında maaş verilmeyeceği konuşuluyor.
Önümüzde yakın vadede seçim olmadığı göz önüne alındığında hükümetin saldırıda hız kesmesi için de bir neden kalmıyor. Sermayeye verilen sözlerin yerine getirilmesi için maksimum çaba harcanırken işçinin emekçinin sesi, OHAL uygulamalarıyla açık açık kısılmaya çalışılıyor. İşten atma tehditleri, sayısı milyonlarla ifade edilen işsizlerin varlığı, örgütlenmenin son derece daralmış olması ve 15 yıllık hükümet icraatı konut kredileriyle borçlanmanın boyutları, tepkiselliği de, eylemselliği de engelliyor. İşçi sınıfı günü kurtarmayla sınırlanıyor, işçiler
İşçiler 12.600 TL’ye kadar % 15, 30.000 TL’nin 12.600 TL’si için 1.890 TL, fazlası % 20, 110.000 TL’nin 30.000 TL’si için 5.370 TL, fazlası % 27, 110.000 TL’den fazlasının 110.000 TL’si için 26.970 TL, fazlası %35 gelir vergisi ödemektedir.
Asgari ücretin 2016’dan itibaren seçim vaadi olarak 1300 TL’ye yükseltilmesinin ardından emek örgütleri tarafından hükümete Gelir Vergisi Kanunu’nda değişiklik yapılması gerektiği aksi halde yıl sonuna doğru asgari ücretin 1300 TL’nin altına düşeceği uyarısı yapılmıştı.
Şimdiye kadar asgari ücretin bir yıllık toplamı 12.600 TL’yi geçmiyordu. Dolayısıyla asgari ücretli %15’lik vergi diliminden yararlanıyordu. 2016 başından itibaren asgari ücretin 1300 TL olması bir yıllık asgari ücret gelirinin 15.600 TL olmasıyla birlikte %20’lik dilime dahil oldular. Bu da ortalama 70 TL’lik ek
Hükümet işçilere vergi kesintileriyle ilgili maaşlar asgari ücretin altına düşmeyecek, diyor ancak aradaki farkı patronlardan tahsil edeceğini de söylemiyor. Dolayısıyla maaşlar bankaya belki asgari ücretten az yatmayacak ama aradaki fark da uzaydan gelmeyecek. %15’lik vergi diliminin üzerindeki belirli miktarı Maliye Bakanlığı’nın karşılayacağı konuşuluyor. Bu da işçinin bir cebine konup diğer cebinden almak anlamına gelmektedir. İşçilerin Çalışma Bakanı’nın ağzına bakarak asgari ücretten vergi kesintilerini kaldırmasını beklemek yerine sendikalarda örgütlenerek ilk etapta vergi kesintilerini bireysel veya toplu iş sözleşmeleri ile patronlara yüklemeleri gerekmektedir. Ve insanca geçinecek ücret taleplerini daha fazla yükseltmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde bir seçimde verdiklerini diğer seçime kadar kese kese azaltıyorlar ve bizi karın tokluğuna çalışır hale getiriyorlar. Buna mecbur değiliz, bu politikalara mahkum değiliz. Örgütlenelim, yaşamlarımızı elimize alalım. Çerkezköy’den bir Sosyalist Dayanışma okuru
16
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
“ÖNCE İNSAN!” DEDİLER, BİZE KÖLELİĞİ REVA GÖRDÜLER!
A
vcılar Belediyesi’nde temizlik işinde çalışırken Belediye- İş Sendikasına üye olduğumuz için işten atılan 320 işçiden biriyim. “Şartları iyiymiş!” diye sevinerek işe başlamıştım… Daha işe girişimin ilk ayında maaşların 15 gün geç yatacağı bize amirlerimiz tarafından bildirildi. Meğerse maaşı zamanında almak anormalmiş(?) 35-40 gün gecikmeyle yatırma, haksız kesintiler, taksit taksit ödeme… Normali böyleymiş… Avcılar Belediyesi’nde çalışıyorduk fakat sanki sürgün edilmiş birer köle gibiydik. Belediye Başkanı “önce insan” diyordu, bağlı olduğu parti CHP, “sosyal ve demokrat” olduğunu söylüyordu, bize reva görülen ise kölelikti. Maaşlar her ay gecikmeli ve taksitle ödeniyor. Soyunma ve giyinme yeri yok. Kış soğuğundan, yağmurdan korunacak bir dinlenme salonu yok. Şantiyede hayvanların bile yemeklerini yedikleri ve başlarını sokacakları bir barınakları var iken bizim bir su içme sebilimiz bile yok… Böyle olmaz dedik ve sendikalaşmaya karar verdik. Sendikalaşırken zannettik ki CHP’li bir belediye bize karşı bir yaptırım uygulamaz, bize destek verir. Üye olduktan sonra anladık ki öyle değilmiş. İlk işten atmada 32 işçi arkadaşımızı 25/2’den attılar. Yani yüz kızartıcı suçlar maddesi… CHP’li bir belediyeden sırf sendikaya üye olduk diye yüz kızartıcı suçlardan işten atıldık… Direniş sürecimiz böyle başladı… Direnişimizin 50. günündeyken sırf direniş çadırımızı ziyarete geldikleri için Avcılar Belediyesi 8’i kadın 17 arkadaşımızı
daha işten attı. Bunlar atıldıkları gün belediye önünde başkan Handan Toprak’la görüştüler. Başkan yine taşeron şirketin avukatlığını yaptı, işçilere “Haklıysanız gidin mahkemeye başvurun.” deyip başından savdı. Daha sonra yine bir toplu kıyım yaptılar. Maaşlar ödenmediği için topluca iş bırakan temizlik ve fen işlerinde çalışan 290’dan fazla işçi arkadaşımızı bir sürü dalavereyle işten attılar… Belediye yönetimi tam karşında süren direnişimize karşı savaş açtı… Bildiriler dağıtıyor, dev pankartlar asıyor, sendikacılarımızı, bazı işçi arkadaşlarımızı, direnişimizle dayanışma platformunu karalamak için her yola başvuruyor. Bizi ziyarete gelen emekten yana olan demokrat kitle örgütlerini, kişileri belediye binası camları arkasından kameraya çekiyorlar. İyice abarttılar, kendi sayfalarında paylaşıyorlar, ziyaretimize gelen gerilla bile varmış… 15 Temmuz günü yaklaşık 2 bin kişiyle kitlesel yürüyüş yaptık. Günün akşamında darbe oldu. Darbenin ertesinde OHAL ilan edilirken demokrat Avcılar Belediyesi hemen kendine vazife çıkardı. 20’ye yakın belediye zabıtasını sabah 07.30’da önümüze diktiler. “OHAL ilan edildi, çadır kuramazsınız.” diyerek her sabah kurduğumuz direniş çadırını kurmamızı engellediler. O günkü kararlılığımız sayesinde zabıtaları oradan uzaklaştırıldı, direniş çadırımızı yeniden kurduk… Bu geçmiş zaman süresi içinde başımıza birçok olay geldi… Bu haksız ve hukuksuz baskılar yapılırken iki arkadaşımız geçim sıkıntısı yüzünden eşlerinden boşandılar ve bir arkadaşımız belediye binası karşısındaki
cami minaresine çıkarak intihar girişiminde bulundu. İntihara kalkışan işçiyi yine yalan yanlış sözleriyle ikna edip indirdiler. İki gün süre isteyip sorunun bir an önce çözüleceğini, haksızlığın giderileceğini sözü veren belediye meclis üyeleri sözlerini unuttular. İki gün sonra CHP’nin kuruluş yıldönümünü kutluyorlardı… Bizler iki bayramı da direniş çadırında geçirdik, iki bayramı da bize zehir ettiler… Bu mektubu yazdığım gün direnişimizin 143 günü… 320 temizlik işçisi, 14 Nisan 2016 tarihinden beri Avcılar Belediyesi önünde direniyoruz… Bu güne kadar yaklaşık 45 bin imza topladık. Topladığımız imzalarımızla CHP il binası önüne iki kez yürüyüş yaptık. Bu ziyaretlerde CHP sanki kendi yönetimlerinde olan Avcılar Belediyesi işçisi değilmişiz gibi bizi emeğimizi ve direnişimizi görmezden geldi. Çözüm için hiçbir girişimde bulunmadı. Avcılar halkının desteğini alarak defalarca da Avcılar’da yürüyüş gerçekleştirdik. 1 Mayıs işçilerin mücadele gününde kendi taleplerimizle ve arkadaşlarımızla örgütlü bir şekilde mitinge katıldık. Belediye yönetimine ve CHP’ye bir işçi olarak şunları
söylemek istiyorum: Sizler her seçim alanında emekten ve emekçilerin haklarından bahsederken bugün Avcılar Belediyesi önünde sendikaya üye oldukları için işten atılan 320 temizlik işçisini ne olarak görüyorsunuz? 320 işçi, 25/2’den işten atıldı. Tam 320 işçi, yüz kızartıcı suç işlemekle suçlanarak Avcılar Belediyesi tarafından işten atıldı. Siz CHP yöneticileri, bir kez olsun sordunuz mu; “bu işçiler 25/2’den işten atıldı, elinizde niçin bir tane 25/2’ye ait savunmanız yok” diye… “Emek en yüce değerdir” diyorsunuz… Bu mu en yüce değere verdiğiniz değer! Direnişimiz boyunca yaptığınız karalamalar ve oyalamaların anlamı nedir? İşten atılan 320 temizlik işçisinin ne çektiğini hiç düşündünüz mü? Siz gerçekten sosyal ve demokrat olduğunuza inanıyor musunuz? Son diyeceğim şudur; kazanana kadar direnmeye devam edeceğiz…
Avcılar Belediyesi direnişinden
Onur Becermen
17
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
ÜÇÜNCÜ HAVAALANININ TEMELİNDE YAKILAN İŞÇİNİN KÜLLERİ VAR SERPİL KEMALBAY
Taşeronların cirit attığı, izinlerin kullandırılmadığı, uzun çalışma saatlerinin olduğu, yemeklerin çok kötü olduğu, temiz içme suyuna erişilemediği şikayetlerden sadece bir kısmı. İşçi anlatımlarına göre çalışanlar en fazla 2 ay bu şartlara dayanabiliyor. “Dinlenip dinlenip çalışsınlar” diye yapılan konteyner yatakhaneler sosyal alanlara ve insana yakışır koşullara sahip değil.
18
G
eçen ay Diyarbakırlı Mehmet Aytaç’ın üçüncü havaalanı şantiyesinde ırkçı bir saldırı sonucu yakıldığı haberiyle sarsıldık. Olayın görüntüsü de yayınlandı! Bir işçinin yatakhanede uyurken birlikte kaldığı arkadaşı tarafından üstüne 6 litre benzin dökülerek yakılması yeterince şok edici. Öyleyken yaşananın bir de nefret cinayeti olma olasılığı daha da büyük bir öfkeye neden oldu. Zira bu sene Kürt olduğu ve Kürtçe konuştuğu için ırkçı saldırılara maruz kalan işçilerle ilgili en az 4-5 olay basına yansıdı. Erzurum’da Aşkale’de TOKİ inşaatında çalışan bir işçi parmağında sarı, kırmızı, yeşil yüzük var diye saldırıya uğramıştı. Ordu’da fındık hasadına giden Kürt işçilere saldırılmıştı. Kütahya’da TOKİ inşaatında çalışan Kürt işçileri ‘bayrak yakıyorlar’ yalanıyla linç etmeye kalkışmışlardı. İstanbul Tuzla’da ise iş çıkışı yolda yürürken Kürtçe konuşan işçilere ‘reis’ diye çağrılan kişi ve etrafındakiler tarafından ırkçı saldırı yapılmıştı. Saydığım olaylardan hiç birinde polis saldırganlardan birini dahi gözaltına almış değil. Yaşamlara kast eden ırkçılar cezasızlıkla karşılaşacaklarını biliyorlar. Buna karşılık saldırıya
uğrayan Kürt işçiler her defasında emniyete götürülüp sorgulanıyorlar. Onlardan çalıştıkları ve yaşadıkları yeri terk etmeleri istenebiliyor. Bütün bunlar madalyonun bir yüzüyken öteki yüzü ise gözlerden kaçırılmak istenmektedir. Üçüncü havaalanı projesi (İGA) şantiyesinde kampüs adı verilen konteyner yatakhanede yaşanan bu olay bir iş cinayetidir. Irkçı saldırı olma ihtimali bu gerçeği değiştirmiyor. Üçüncü havaalanı projesi yatırımcıları Cengiz-Kolin-Limak-Kalyon-Mapa OGG emek meslek örgütleri, doğa savunucuları tarafından iyi bilinirler. Kuzey ormanlarını yok ederek İstanbul’un yaşam damarlarını kesiyorlar. Her tarafta doğayı, canlıları öldürüyorlar. Bu aktörlerin, 22.152 milyar euroluk dev bir uluslararası projeyi hayata geçirirken işçilere tam bir ilkelliği reva gördüğü de biliniyor. Şehrin dışındaki dev şantiyede 15 bine yakın işçinin barındığı bu alan Binali Yıldırım’ın kendi tabiriyle Suriyelilerin konteyner kampları ile aynı şartlara sahip! Bunun neresiyle övünüyorsa artık. Halihazırda 15 bine yakın çalışanı olan ancak sayıyı ikiye katlayacağını söyleyen yetkililer işçileri yığdıkları bu çamur sahasında sıkış sıkış barınmaya terk etmekle kalmıyor, iş yasasını ve iş güvenliği yasasını da ihlal ediyorlar. Taşeronların cirit attığı, izinlerin kullandırılmadığı, uzun çalışma saatlerinin olduğu, yemeklerin çok kötü olduğu, temiz içme suyuna erişilemediği şikayetlerden sadece bir kısmı. İşçi anlatımlarına göre çalışanlar en fazla 2 ay bu şartlara dayanabiliyor. “Dinlenip dinlenip çalışsınlar” diye yapılan konteyner
yatakhaneler sosyal alanlara ve insana yakışır koşullara sahip değil. Şimdiye kadar en az 3 işçinin İGA şantiyesinde iş cinayetinde yaşamını yitirdiği biliniyor. İşçiler iş kazaları örtbas edildiği için gerçek rakamların bilinemeyeceğini söylüyor. Evet, biz bu şirketleri çok iyi tanıyoruz. Bunlar şimdiye kadar düzinelerce HES, termik santral kamu ihaleleri aldılar. Hatırlarsınız Kolin, köylülerin çıkarttığı mahkeme kararlarına rağmen Yırca köyünde binlerce zeytin ağacını kesmişti. Cengiz Holding, Hasankeyf ’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı, Cerrattepe ve birçok HES’ ihalesi ile biliniyor. LİMAK aynı şekilde. Hepsi de iktidarla can ciğer kuzu sarması. Her taşın altından onlar çıkıyorlar. “Hukuk biziz.” diyecek kadar pervasızlar. Şimdiye kadar mahkeme, ÇED, imar kararları onları asla bağlamadı. İGA’nın sosyal medyaya düşen şantiyeye astıkları imzasız, logosuz bilgi notundan da anlaşılıyor ki yaşananlar örtbas edilmek isteniyor. Mehmet Aytaç’ın şantiye yatakhanesinde yakılarak öldürülmesini “iki kişi arasındaki anlaşmazlık” diye önemsizleştirici bir dil kullanıyorlar. Sadece ‘üzücü’ demekle yetindikleri cinayet için “Bu tür olayların dışarıda projemiz ile ilgili farklı algılar oluşturmaması” için diyerek yaşananların gizli kalmasını istiyorlar. Bunun amaçla “Biz bir aileyiz!” klişesine sarılarak işçilerden gördüklerini ve bildiklerini üçüncü kişilere aktarmamalarını istiyorlar. Bittiğinde Erdoğan’ın adını alacağı söylenen Üçüncü havaalanı projesi Gezi ruhlu aktivistlerce “katil proje” olarak adlandırılıyordu. Şimdi projesinin temelinde bir de yanan işçinin külleri var! Üstünü örtmek isteyenler başaramayacak. Emek ve demokrasi güçleri mücadele ajandasına şimdiden Mehmet Aytaç’ı yazdı bile.
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
SURİYE, AVRUPA VE EVE DÖNÜŞ HAYALİ
S
uriye’de yıllardır süren iç savaş yüzünden ülkelerini terketmek zorunda kalan milyonlarca insan ilk olarak soluğu Türkiye’de alsa da bir çoğu Türkiye’nin sosyal/ekonomik/ politik atmosferinden hoşnut olmadıkları için daha iyi bir seçenek olan Avrupa’ya geçmeye çalışıyorlar. Avrupa’ya sığınan mülteci sayısı milyon ile ifade ediliyor artık. Üstelik nesnel verileri tam olarak bilmiyoruz bile. Bir çok çocuk, kadın ve erkeğin Avrupa’da organ mafyası tarafından katledildiği ve fuhuşa başvurduğuna dair birçok bilgi var. Diğer yandan bir çok mülteci de düşük ücret karşılığında en ağır işlerde çalıştırılıyor, çok ağır bir şekilde sömürülüyor. Bu büyük göç aslında öncelikli olarak ırkçı reflekslerle karşılansa da, burada ne işleri var’la karşı çıkılsa da Avrupa’lı işverenlerin iştahını kabartmıyor değil. Daha önce Balkan ülkelerine serbest dolaşım hakkı verildiğinde bir çok Balkan ülkeleri vatandaşı daha Almanya, Fransa, Avusturya gibi ekonomik olarak daha güçlü ülkelere göç etmeye başladı. Daha önce Türkiyeli göçmenlerin çalıştığı ağır işlerde bu sefer de Yugoslavlar, Romanlar, Bulgarlar, Hırvatlar, Sırplar vs çalışmaya başladı. İşin özü Avrupa bu döngüyü çok seviyor. Politik olarak karşı çıktığı bu göçleri ekonomik anlamda oldukça iyi değerlendiriyor. Çünkü ucuz iş gücü bir çok işverenin işine geliyor. Eski göçmenler artık kaliteli bir yaşam standardı bilinci ile hareket ediyorlar. Yeni göçmen dalgası ile gelenlerin kendi ülkelerine kıyasla daha iyi gibi duran ücretler cazip geliyor ya da zaten savaştan, açlıktan kaçan mülteciler için yaşamak ve karınlarını doyurmak diğer insan hakları ve standartlardan önce geliyor.
Tüm Dünyayı tehdit eden IŞİD korkusuna paralel olarak İslam fobisinin artması da çoğunluğu Müslüman olan savaş göçmenlerinin benimsenmesini oldukça zorlaştırıyor. Bir sosyal paylaşım sitesinde tanık olduğum bir görüntüde polisler tesettürlü bir göçmen kadını taciz ediyor, gülüyor ve hakarete maruz bırakıyordu. Etraftaki insanlar ise bu durumdan hoşnut bir şekilde olanı biteni kameraya çekiyorlardı. Bunun bir benzeri olay ise Fransa’da yaşandı. Fransa’ya Euro 2016 için gelen İngiliz taraftarlar, mülteci çocuklara karşı insanlık dışı muamelede bulundu. Çocuklara para atarak alay eden taraftarların ‘eğlencesi’ sert tepkilere neden oldu. Mülteciler ellerine geçen bozuk paralar ile mutlu olurken, bunun nasıl bir ırkçılık olduğu bir çok insanın kahkahaları arasında kaynadı gitti. Bu durumu yerel seçimler sırasında karşılaştığım bir duruma benzetiyorum. HDP Kocaeli milletvekili adayımız Sevda Özer ile seçim çalışmaları sırasında bir roman mahallesine ziyaret gerçekleştirdik. Roman vatandaşlarla sohbet ederken konu ister istemez Suriye’deki savaşa ve mütecilere geldi. Bulunduğumuz roman mahallesinin tam karşısındaki yeşil düzlükte Suriye’li savaş mültecileri derme çatma çadırda kalıyor, kimi ise sadece
bir halının üzerinde yatıyor, kalkıyor oturuyordu. Bense öteki tekinin halinden anlar mantığıyla Roman vatandaşlara mültecileri sorduğumda yakalarını silkelemişlerdi. Roman bir kadın “Bunları denize atsan deniz kirleniré diye aşağılamıştı hemen oracıkta çimenlerin üstünde duran mültecileri. Epey şaşırmıştım çünkü yıllardır bulunduğumuz semtin en ötekisi romanlardı ve çoğu insan pek de hazetmezdi Romanlardan. Şimdi ise Romanlar kendilerine başka bir öteki buldurlar, şimdi ise onlar aşağı doğru bağırıyorlar: Ne işiniz var burada, ülkenize dönün! Avrupa’da durum neredeyse aynı. Misafir misafiri istemez. Ev sahibi hiçbirini istemez. Durum tam da bu. Ama işin aslında sonuç en önemli konu olan ekonomiye dayanıyor ve bu anlamda ırkçılık kar edende susuyor, zarar eden de konuşuyor. Mültecilerin bir kısmı artık yaşayacağı yer olarak Avrupa’yı tanımlıyor ve dil öğrenmek için devletin entegrasyon politikaları doğrusunda göçmenler için kurduğu dil okullarına başvuruyor. Dilin yanı sıra bir çoğu hayatlarını devam ettirebilmek ve aç kalmamak seçeneksiz bir şekilde işe giriyorlar. Çalıştıkları iş yerlerinde son derece ırkçı yaklaşımlar ile karşılaşıyorlar. Anlamadıkları bir dilin altında psikolojik olarak ezilirken, bedenini kullanmak
CİHAN DAĞ
zorunda olduğu ağır işlerde yasa dışı saat ve gün uygulamaları altında çalışıyorlar. Bazı mülteciler ise Avrupa’da kalacağı süreyi kestiremediğinden koşullara şimdilik adapte olmak zorunda olduklarını söylüyorlar. Sonuçta Suriye’deki savaş ne zaman bitecek bilmiyorlar. Ülkelerine geri dönmek isteyenler bu süreçte para biriktirmek ve savaş bittiğinde ölüm ve açlık korkusu olmadan yeniden kendi topraklarında hayata devam etmek istiyorlar. Ama bir çoğu iki seçeneğin de oldukça zor olduğunu belirtiyor. Ne burada geçmişi unutabilecekler ne de orada geçmişi yaşayabilecekler. Burada sohbet ettiğim Suriye’li Kürt bir savaş mültecisi bu durumu şöyle izah etti: “Geriye dönmenin de bir anlamı yok aslında. Suriye’ye varsam bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; çünkü ben aynı olmayacağım. Bir iç savaş, kaybedilmiş bir sürü insan, zor ve uzun bir yolculukla işaretlendim ben. Huzuru nerede bulacağım?”
19
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
VEDAT TÜRKALİ’Yİ UĞURLARKEN SEVGİ EVRİM
Denilebilir ki biz de dahil bir çok kuşak Vedat Türkali romanları ve senaryoları ile büyüdük. Çünkü 1940’ların sosyalist mücadelesinden bugüne hep devrimci mücadelenin içinde oldu ve yaşadığı her dönemi en yalın haliyle anlattı. Sanatını gerçeklerden soyutlanmak için değil somut olanı örgütlemek için kullandı.
20
V
edat Türkali’nin 1940’ların TKP’sini ve Türkiye siyasi tarihini anlattığı romanı Güven şu cümlelerle sone erer: “Beşinci kitabı yazmaya kalkıştığınıza göre Seher’le Turgut’un ne olduğunu biliyor olmalısınız.” Vedat Türkali, okuyucusuna bu soruyla veda ederken 1940’ların TKP’sine ulaşmak isteyen devrimci-antifaşist gençlerin yaşam öykülerinin devam ettiğini ve devamını yazacakların da; onlarla birlikte mücadele öyküleri devam eden gençler olacağını vurguluyor. Çünkü Vedat Türkali hep “gerçek” olanın peşindeydi ve gerçek olanlaydı derdi. Bu yüzden de romanının devamını bu gerçeğin peşinde koşanların yazacağını biliyordu. Yıl 2000, yer Beyazıt Çınaraltı, bir masa etrafında 20 kadar genç, masanın başında Vedat Türkali, masada soluk alınmadan içilen çaylar ve 2 kalın cilt Güven romanı. Üniversitede bir söyleşi sonrası direnen gençleri etrafına toplamış ve gülümseyerek Güven’i anlatıyor. İnsanı canlı kılanın tarih bilinci olduğunu ve mücadeleye duyduğu inancı anlatıyor. Dr. Hikmet’li TKP’yi anlatıyor, dönemin sokaklarını, kahvehanelerini anlatıyor, Tophane’li tütün işçilerini anlatıyor, işçi öğrenci el ele yapılan grevleri anlatıyor, İstanbul Üniversitesi’nin duvarlarına işlenmiş mücadele ruhunu anlatıyor. Çınaraltı sohbetlerini, Beyoğlu randevularını, Kasımpaşa’nın nemli gecekondularını anlatıyor. 1 saatlik sohbeti-
mizde Güven’i bize baştan sona anlatıyor ve “Hadi bakalım!” diyor, “5. kitabı kim yazacak?”. Sohbetin sonunda her birimizle ayrı ayrı kucaklaşıyor. O gün o masada olanların bu büyülü sohbeti hiç unutmayacağını biliyorum. Bütün hatıralarım silinse bile bir akşamüstü Çınaraltı’nda yüreğime işleyen o sohbeti hiç unutmayacağımı biliyorum, bir de hak denilince aklıma neden işçinin geldiğini*. Vedat Türkali mücadele edenlerin sözcüsü, yaşadığı tarihin bir belgeselcisi idi. Onun derinliğinde bir aydını birkaç cümleyle anlatmak ne kolay ne mümkün. O bize çok şey anlattı, çok şey yazdı ve çok şey öğretti. Gerçekler karşısında bahanelere sığınmamayı, gerçek bir aydın olarak yaşadığı her dönemin vicdanı olmayı, susmamayı ve aslında tüm bunların toplamında düzene karşı, postmodernizme karşı, tarih bilincini silmeye çalışan zihniyete karşı direnmeyi yaşadı ve yazdı. Denilebilir ki biz de dahil bir çok kuşak Vedat Türkali romanları ve senaryoları ile büyüdük. Çünkü 1940’ların sosyalist mü-
cadelesinden bugüne hep devrimci mücadelenin içinde oldu ve yaşadığı her dönemi en yalın haliyle anlattı. Sanatını gerçeklerden soyutlanmak için değil somut olanı örgütlemek için kullandı. Yasak olanı, yasakken konuştu, gizli olanı gizliyken aradı, buldu. Şimdi bıraktığı yerden bu direnişi sürdürmek ve yaşadığımız tarihin sözcüsü olmak için kolları sıvamalı ve Çınaraltı’ndan kalan anının hakkını vermeliyiz.
* ? Neden liman deyince Hatırıma direkler gelir Ve açık deniz deyince yelken? Mart deyince kedi, Hak deyince işçi Ve neden ihtiyar değirmenci Allaha inanır düşünmeden? Ve rüzgarlı havalarda Yağmur eğri yağar? Ankara- 1938 ORHAN VELİ KANIK
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
ŞİMDİ TAM ZAMANI “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız.” Hannibal
S
okaklar direnişlerin kalbinin attığı yerdir. Sokakları halklar için sesinin, soluğunun, isyanın aktığı nehirlere benzetebiliriz. Umudun, coşkunun yolu sokaklardan geçer. Oyun oynadığımız, köşelerinde güldüğümüz, dostlarımızla sohbetlerimizi koyulaştırdığımız, yeri geldiğinde de haksızlıklara karşı barikatların kurulduğu, o güzel yüzlü, yiğit insanların başkaldırdığı yerlerdir sokaklar. Gezi’de olduğu gibi ortaklaştığımız yerlerdir sokaklar. Sokakları elimizden almak için Saray ve AKP bütün korkusu ile saldırıyor. Korkuları o kadar büyük ki üç kişinin yan yana gelmesinden tutalım da, gazete yazılarından, kitaplardan, filmlerden, tiyatrolardan korkuyorlar. OHAL’le kendi dikta rejimlerini bize kabul ettirmeye, korkuyu yanımıza komşu edinmeye zorluyorlar. Açıkçası bizden, bizim yan yana gelmemizden korkuyorlar. Örgütlenmemizden korkuyorlar, yaptıkları bunca adaletsizliklerine karşı hesap sormamızdan korkuyorlar. Bu korkularını büyütmek, örgütlenerek hesap sorma bilincimizi geliştirmek boynumuzun borcudur. Bu saldırıları zulme karşı başkaldırının olduğu her tarihte görmüşüzdür. Kapitalizm sıkıştıkça, çıkış yolunu halklara baskıları artırmada, muhalif kimliklere saldırıları artırmada bulmuştur. Yani çareyi faşizmde bulmuştur. Kendisine her zaman bir iç düşman yaratır. O iç düşmana karşı saldırı üzerinden de kendi egemenliğini pekiştirmiştir. Bu tarihin akışının bir yönüdür, bir yönü de bu saldı-
rılara karşı halkların cesurca sergiledikleri direniştir. Teslim olmama, diktatörlüğün karşısında direnme cüretidir. Şimdi yaptıkları baskılarla bizleri teslim alabileceklerini düşünüyorlar. Bizim tarihimiz böyle teslimiyetler tarihi değildir, direniş tarihidir. Geleneğimiz direniş geleneğidir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan aldığımız mirasın ruhu budur. Denizler teslim olmuş mu ki, Pir Sultan Hızır Paşa’ya teslim olmuş mu ki, devrimciler zindanlarda teslim olmuş mu ki, bu dönemde de bizim teslim olmamızı bekliyorlar. İnandığımız sosyalizm düşüncesi geleceği temsil eder. İşçinin alın teri, işsiz gençlerin öfkesi vardır, varoşlarda tencereye girmeyen aşın, madenlerde katledilen işçilerin öfkesi vardır inancımızda. Teslim olmamamızın mayası buralardan gelir. Asıl onlar düşünsün, zulmü, faşizmi kendisine tek çıkar yol olarak görenler düşünsün, çünkü bizim kendimize çıkış yapacağımız bir sürü yol vardır.
zileri kazanıp, halkların geleceğe umutla bakacağı işleri önümüze koymalıyız. Bütün mahallelerimizin örnek alması gereken bir iş bu sıralar Okmeydanı mahallemizde yapılmaktadır. Bütün devrimci kurumlardan tutalım da, cemevlerine kadar uyuşturucuya ve çeteleşmeye karşı bir kampanya yürütülüyor. 50-60 kişi sokaklarda hem devriye atıyor, hem de kampanyaları ile ilgili bildiriler dağıtılıyor. Uyuşturucu çetelerinin zulaları patlatılıp, halkın yoğun olduğu meydanlarda yakılarak imha ediliyor. Polis taciz ediyor ama kahvelerden halk çıkıp polise tepki gösteriyor ve polis oradan çekilmek zorunda kalıyor. Mahalledeki insanlar bu çalışmalardan çok memnun, yaptıkları işleri gülerek anlatıyorlar, umutları ve coşkuları gözlerinden okunuyor. Bu örnek teşkil edecek çalışmayı büyütmeyi hedeflemeliyiz. Halkımızın coşkuya, umuda ihtiyacı var. Şimdi tam zamanı “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız.”
KENAN DEMİR
İnandığımız sosyalizm düşüncesi geleceği temsil eder. İşçinin alın teri, işsiz gençlerin öfkesi vardır, varoşlarda tencereye girmeyen aşın, madenlerde katledilen işçilerin öfkesi vardır inancımızda. Teslim olmamamızın mayası buralardan gelir.
Saray ve AKP korku cenderesini bir kara bulut gibi üzerimizde gezdirirken biz de tarihimizden aldığımız bu bilinçle umudu ve coşkuyu bütün sokaklara yansıtmalıyız. Halkların yüreklerini fethetmeli, gençliğin sisteme karşı öfkesi ile sokakları halklar için bayram yerine çevirmeliyiz. Bu dönemde yapacağımız hiçbir işi basite almamalı, her işi layığı ile yerine getirmeliyiz. Bu dönem fedakarlık dönemidir. Faşizme baskılara karşı halklarımız için elimizden ne geliyorsa yapacağımız bir dönemdeyiz. Bu sadece bizim için değil, kurtarmamız gereken bir gelecek olduğu için önemli, insan kalabilmek adına hayatımızın konforlarından fedakarlık yapmak zorundayız. Devlet önümüzü her yerde tıkamaya çalışırken, bizler yoksulların çelişkilerin üzerinden kendimize yeni yollar açmak zorundayız. Halkı örgütleyip, mev-
21
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
TUTARSIZ KIRMIZI ÇİZGİLER
B
Suriye’de çetelerin alan hâkimiyetlerini artırmalarında şüphesiz Türkiye’nin önemli bir payı var. AKP’nin kırmızı çizgisinde ikinci sıraya koyduğu Suriye’nin bütünlüğü, boş laflardan ibaret. Beşşar El Esad, bu kırmızı çizgiyi duyunca sanırım eski dostu Erdoğan’ın kulaklarını çınlatmış olmalı. Bugün ifade etmeseler de bir zamanlar Halep’i almanın senaryolarını yazıyorlardı.
22
ütün haber bültenlerinde başladığı günden bu yana her saat “Fırat Kalkanı” operasyonu baş sırada. Her haberde günlük kaç füze atımı yapıldığı, kaç terörist etkisiz hale getirildiği ve alınan yerler vs. bolca servis ediliyor. Bu işin propaganda kısmı, hükümet sözcülerinin açıklamalarını ve sahadaki somut gerçekliği irdelemekte fayda var. AKP, sınır ötesi operasyonu “bir, terör örgütlerinin saldırılarından Türkiye sınırlarını korumak; iki, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız ve bunun için gerekli müdahaleyi yaparız; üç, Suriye’nin kuzeyinde oluşacak PYD koridorunu engellemek” olarak üç nedenle açıklayarak işgali kategorize ediyor. Beş yıldır süren savaşın büyük bölümünde sınır komşumuz IŞİD’in olduğu saklanabilecek bir gerçeklik değil. Hatta Suriye sınır hattımızın büyük bölümü IŞİD’in kontrolünde bulunuyordu. Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk yurtiçi gezisini yaptığı Antep sınırındaki kampta yaptığı “Kobani düştü düşüyor” (7 Ekim 2014) açıklaması IŞİD’in operasyonuna dairdi. Bugün sınırımızdan söküp atıyoruz dedikleri IŞİD’in hamleleri bir zamanlar övünç kaynağı olarak meydanlarda propaganda ediliyordu. Türkiye bugüne kadar IŞİD’i terör örgütü kapsamında tehlike olarak görmedi. Yoksa bu operasyonu örgütün sınır hattına yayıldığı zamanlarda yapardı. 2014’te Kobane’ye sınırın hemen bu tarafından herkesin gözü önünde yaptığı saldırılar sırasında yapardı. Bugüne kadar sınır güvenliğini alıp örgütün rahat kullanımına dahi kapatsaydı durum bambaşka olurdu. Resmi kayıtlara dahi geçen sınır kapılarındaki ticaret milyon dolarlarla ifade ediliyor. Rus istihbaratının paylaştığı raporlarda Erdoğan’ın bizzat IŞİD’le petrol ticareti yaptığına yer veriliyor. Bu kısa hatırlatmalara paralel olarak Kürt-
lerin IŞİD’i sınırlarımız ve yakın bölgelerinden bir bir söküp atana kadar IŞİD’le herhangi bir gerilim olmuş mu? Aksine içerde Ankara’da okul açabilecek kadar aktifler. Suriye’de çetelerin alan hâkimiyetlerini artırmalarında şüphesiz Türkiye’nin önemli bir payı var. AKP’nin kırmızı çizgisinde ikinci sıraya koyduğu Suriye’nin bütünlüğü, boş laflardan ibaret. Beşşar El Esad, bu kırmızı çizgiyi duyunca sanırım eski dostu Erdoğan’ın kulaklarını çınlatmış olmalı. Bugün ifade etmeseler de bir zamanlar Halep’i almanın senaryolarını yazıyorlardı. Kaldı ki IŞİD ve YPG’ye Suriye’nin bütünlüğünü bozduğu savıyla silahını çekeceksen İdlip’i elinde bulundurup Halep’e saldıran El-Nusra’yı (Şam’ın Fethi Cephesi) es geçemezsin. Bugün Türkiye’nin sınır ötesinde yürüttüğü operasyonun müttefiki ÖSO çatısında savaşan çete örgütler, Suriye’nin bütünlüğünü tehdit eden unsurlardır. Türkiye’nin desteğini alarak Halep etrafında rejimle savaşan ÖSO’cular Rusya’nın müdahalesiyle oradan kaçtılar. Bugün Suriye’yi parça parça etmek için uğraşanlarla bütünlük sağlana-
maz. Türkiye kendi sınırları içinde en az Suriye kadar sorunluyken başka bir ülkenin iç barışını sağlayacak niteliği barındıramaz. Bu söylemde biraz samimiyet görmek için bütün sınır hattını IŞİD, El-Nusra, Ahrar-u Şam ve ÖSO çatısı altındaki çetelere kapatmalı ve desteğini çekmelidir. Bu en büyük katkı olur Suriye bütünlüğüne. AKP’nin bahsettiği üç kırmızı çizgiden en tutarlı olanı Kürtlerin sahadaki durumu. Düşmeyen Kobani’den dünyaya saçılan umut ışığı her geçen gün yayıldı. Türkiye’nin beklentilerini tersine çeviren Kürt güçleri tarihsel direnişin ardından kantonlarını birleştirmeyi ve sahadaki alan hakimiyetini güçlendirmeyi başardı. Bu sadece bölgedeki değil uluslararası kamuoyunda da prestij elde etmesine neden oldu. YPG’nin uluslararası güçler tarafından sahada vazgeçilemez güç olarak tescil edilmesi Türkiye’nin sinir uçlarını hayli gerdi. İçerde kırk yıldır yok edemediği Kürt Özgürlük Hareketi sınırın hemen öte yanında bölgeye model olabilecek bir yaşamı inşa ediyor. AKP’nin karın ağrıları düşmeyen Beşşar El Esad ve bölgedeki halklarla özerk alanlar kuran
Ekim 2016 / Sosyalist Dayanışma
Kürt Özgürlük Hareketi’dir. Bu bağlamda yılana sarılmakta bir beis görmemektedir.
Emperyalist Müdahalede Türkiye Farkı
Amerika’nın 2001 Irak işgali emperyalistlere ne yapmamasını öğretti. Suriye savaşı patlak verdiğinde Irak’tan çıkarılan derslerle doğrudan müdahalede bulunmadılar. Sahadaki unsurlara verilen desteklerle hakimiyet kurmak daha karlı iş olarak hesaplandı. Fakat burada sayısal olarak savaşan ve onları destekleyen çok fazlaca aktörün olması işlerin hesaplandığı gibi gitmemesine neden oluyor. Türkiye çatışmaların başladığı günden beri desteklemediği örgüt kalmadı (Kürtler hariç). Desteklerle başarı elde edemediğini anladığında açıktan Cerablus’a giriş yaptı. Önüne kattığı ÖSO unsurlarıyla burayı uzun süre elinde bulunduramayacağını gayet iyi biliyor. O nedenle Cerablus’tan AzezMare hattına kadar idare ÖSO görünümüyle Türkiye’dedir. Türkiye IŞİD’e değil Kürt’lere hamle yapmıştır. Kürt karşıtlığı gelecekte başına büyük belalar açmayı riske almasına neden olmaktadır. Türkiye’nin bu alanı ÖSO’cu çetelere teslim etme olanağı yoktur. Çünkü çeteler, yönetme ve Kürt güçlerinden koruyabilme kabiliyetine sahip değildir. Bu nedenle Suriye savaşında ilk defa bir ülke silahlı güçleriyle büyük bir alanı
tutmaktadır. Bunun sonuçlarına değinmeden IŞİD-Türkiye savaşından kısaca söz edelim. Bir önceki sayıdaki yazımızda IŞİD’e dair kimi bilgiler vermiştik. IŞİD’in Cerablus’tan çekilmesi iyi bir taktiksel hamle geliştirdiğini gösteriyor. Kaldı ki Cerablus’un ikinci gününde havaya giren işgalci kuvvetler yönünü Menbiç’e çevirerek SDG’li güçlerle çatışmalara girişti. ABD’nin araya girmesiyle çatışma uzun sürmedi. Tabi ortamın her an yeni çatışmalara da gebe olduğunu söylemek gerekir. Türkiye’nin “IŞİD’le savaşıyorum” propagandası sınır hattında dolaştığı sürece gerçeklikle fazla bağdaşmıyor. Sahada karşılıklı füze atışları vs olabilir, bu bütün hatlarıyla karşı karşıya gelip yürütülen bir savaşın olduğunu göstermez. Kaldı ki Türkiye’nin işgal ettiği alanları YPG’nin başını çektiği SDG’ye kaptırması onun açısından daha vahim. Türkiye’nin niteliksiz çete gruplarıyla elinde tuttuğu alanlar pekala kendisi açısından kullanışlı olabilir. Türkiye’nin bütün kentlerini rahatlıkla kullanabilmesi sınır ötesindeki bu alanların tesliminde referans olmaktadır. Gel gelelim Suriye işgalinde Türkiye’yi bekleyen tehlikelere. Bir yeri yönetmek ele geçirmekten daha zordur. Türkiye elinde tuttuğu yerlerden kıpırdamasa dahi Esad ve onu destekleyen güçlerle karşı karşıya gelmemesi
olanaksız. Suriye rejimi destekçileriyle Halep hattını tamamen temizlediğinde bir tarafta İdlip diğer tarafta El-Bab-Cerablus hattı kalıyor. Türkiye bu aşamada hayli zorlanacağa benziyor.
Raqqa Operasyonunda Türkiye
Türkiye’nin bu bataklığa girmişken ilerlemeden durma imkanı da fazla bulunmuyor. Daha kritik öneme sahip El-Bab’a girememişken ABD’nin Raqqa projesine YPG şartını koyarak talip olması içinden çıkamayacağı serüvenlere sürüklenmede çekince göstermediğini ortaya koyuyor. Fakat talip olmak yer alacağı anlamına gelmiyor. Zira Türkiye bu operasyonda her açıdan dezavantaja sahiptir. Bir, Türkiye yerel bir güç değil ve pek sevilmemektedir. İki, allayıp pulladıkları ÖSO’cular içinde ABD ile yan yana gelmeyecek unsurlar bulunmaktadır. Üç, Türkiye’nin peşine taktığı hiçbir ideolojik temeli bulunmayan ÖSO’cu çeteler bu operasyon için uygun değil. Türkiye’nin bütün esip gürlemesine rağmen Raqqa operasyonunda Kürt güçlerin yer alacağı giderek belirginleşiyor. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Rojava’ya operasyon için silah sevkiyatı yaptığı açıklandı. Kürtlerin sahada en tutarlı müttefik olması bu operasyonda ABD’nin tercihlerinde belirgin rol oynuyor. Ne yapacağı belli olmayan bir müttefik ciddi kayıplara yol açma riskini taşımaktadır. Kürtlerin ilerleyişinde koalisyon güçlerinden aldığı desteğin önemli bir rolü bulunuyor. Tel-Abyad’da dalgalanan ABD bayrakları birçok kesimin tepki göstermesine neden oldu. Bu durum, ÖSO’cuların ABD askerlerini bölgeden kovması ve Türkiye’nin Amerikan karşıtı propagandalarına ABD’den doğru verilen ciddi mesajlardan biri olarak okunabilir. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini gergin tuttuğu sürece sinir uçlarına dokunulan daha çok hakikatle karşılaşma olasılığı yüksektir. Yalnız ABD’nin bayrak hamlesinin, Kürtlerin halklar üzerindeki etkisine zarar verdiğini yadsımamak gerekir.
Türkiye’nin “IŞİD’le savaşıyorum” propagandası sınır hattında dolaştığı sürece gerçeklikle fazla bağdaşmıyor. Sahada karşılıklı füze atışları vs olabilir, bu bütün hatlarıyla karşı karşıya gelip yürütülen bir savaşın olduğunu göstermez. Kaldı ki Türkiye’nin işgal ettiği alanları YPG’nin başını çektiği SDG’ye kaptırması onun açısından daha vahim.
23
Sosyalist Dayanışma / Ekim 2016
AND OLSUN Kİ
UĞRUNA CAN VERDİĞİNİZ
DÜNYAYI YARATACAĞIZ!
24