Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Page 1

Susmayacağız Mücadele Edeceğiz! Yıkılan Binalar, Yıkılmayan Umutlar: Gever Brexit, Kriz ve Türkiye Ekonomisi FİYAT: 2 TL

YIL:6 SAYI:45 TEMMUZ 2016

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

Ramazan Ekonomisi Bu Bir Onur Meselesi Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım Liseliler AKP’nin Karanlığına Sırtını Döndü Arap Baharı’ndan Ankara’ya Ne Kaldı? Makinelerin Ruhu Yoktur Ama İşçilerin Vardır Çerkezköy-Çorlu Hattındaki Toplu İşten Çıkartmalar Ne Anlama Geliyor? Biraraya Gelince Biz Milyonlarız, Onlar ise Bir Avuç Kenan Budak’ı Yaşatmak Kenan Budak Hayatıyla Yolumuzu Aydınlatıyor

FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ MECLİSLERİYLE DİRENİŞİ BÜYÜTELİM

Çöküşün Başlangıcı mı Yaşanıyor? Gerçeklerin Hep Peşinde Olmuş Şebnem Korur Fincancı Tohum Atıldı


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

Türküler Yanmaz Güneşin ak yüzüne bir duman çöktü

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi

Kuytu bir köşede bir çiçek küstü

Yıl: 6, Sayı: 45 Temmuz 2016

Döktü yaprağını boynunu büktü

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL

Şu Sivas’ın elinde sazım çalınmaz

Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Bir türkü çığlıkla ateşe düştü

Güllerim yandı yüreğim dayanmaz Kararmış yüreğin hiç ışığı olmaz Bilmez misin ki türküler yanmaz Günü gelir sanma hesap sorulmaz Dayanır kapına Pir Sultan ölmez Şu Sivas’ın elinde sazım çalınmaz Güllerim yandı yüreğim dayanmaz


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

SUSMAYACAĞIZ MÜCADELE EDECEĞİZ!

Ö

zgür Gündem gazetesi ile dayanışma amacıyla bir günlük genel yayın yönetmenliği yapan 44 “nöbetçi yönetmen”den üçünün, değerli hocamız Şebnem Korur Fincancı, gazeteci Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin’in tutuklanması Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün büyük bir saldırı altında olduğunu bir kez daha gösterdi. Tutuklamanın politik anlamı ve biçimi bizim (Barış için Akademisyenlerden Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy ve benim) tutuklanma sürecimiz ile oldukça benzer, hatta aynı sürecin bir devamı olarak görülmeli. Şebnem hocanın aynı zamanda bir imzacı akademisyen olduğunu da hatırlatmak isterim. Her iki tutuklama süreci de iktidarın, Türkiye’nin batısında demokratik muhalefete gözdağı verme politikasının ürünüdür. Ülkenin bir bölümünde adı konulmamış bir iç savaş ve korkunç bir yıkım yaşanırken, biz Batı’dakilerin bütün olup biteni görmezden gelmesi ve böylece hükümetin savaş politikasına destek olması isteniyor.

sında tüm demokrasi güçlerinin birleşerek karşı koyması ülkenin geleceği açısından hayati önemde. Biz tutuklu dört akademisyenin özgürlüğü için güçlü bir dayanışma kampanyası örgütlenmiş ve bu kampanya, tahliye olmamızda etkili olmuştu. Şimdi madem onlar aynı yöntemlerle saldırmaya devam edip irademizi sınıyorlar, o zaman bizim için yapılandan daha büyük bir dayanışma seferberliğiyle bu saldırıya cevap vermeliyiz. Öncelikle tutuklanmalardan sonra Özgür Gündem’e nöbetçi yönetmen olmak için 108 gazetecinin daha adını yazdırması son derece anlamlıdır. Bu sayının artması saldırının ters tepmesi anlamına gelir ve bizi güçlendirir. Ayrıca başlatılan özgürlük nöbetlerinin sürekliliğini sağlamak ve bunu ulusal ve uluslararası sosyal medya kampanyalarıyla desteklemek de iktidar üzerinde siyasi baskı oluşturacaktır. Onlar susturmak mı istiyorlar, o zaman daha fazla bağıracağız. Mücadelenin diyalektiği budur.

Bugün Saray ve onun etrafında kümelenmiş “savaş koalisyonu” çok azametli görünüyor olabilir. Ancak gerçekte oldukça kırılgan durumda ve korku içindeler. Kürt coğrafyasında şehirleri ancak yok ederek “kontrol edebiliyorlar”. Bildiri yayınlayan akademisyenleri, dayanışma için yayın yönetmeni olan aydınları tutuklamak iktidarın gücünün değil, aczinin ispatıdır. Kürt coğrafyasında süren savaş ve Erdoğan’ın başkanlık zorlaması ülkeyi büyük bir siyasi krize sürükledi. Bu koşullarda özgürlüklerimizi korumak için barışı ve demokrasiyi talep etmek, daha da önemlisi talepler etrafında örgütlenmek zorundayız. Bizler bu ülkenin onurlu yurttaşları olarak iktidarın saldırıları karşısında kurbanlık koyun gibi sıra bekleyecek değiliz. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin mezuniyet töreninde bir pankarta yazdıkları gibi “Hepsi Özgürleşene Kadar Hepimiz Tutsağız.” Bu anlayışla dayanışmayı ve demokratik direnişi büyütmeliyiz.

MUZAFFER KAYA

Biz tutuklu dört akademisyenin özgürlüğü için güçlü bir dayanışma kampanyası örgütlenmiş ve bu kampanya, tahliye olmamızda etkili olmuştu. Şimdi madem onlar aynı yöntemlerle saldırmaya devam edip irademizi sınıyorlar, o zaman bizim için yapılandan daha büyük bir dayanışma seferberliğiyle bu saldırıya cevap vermeliyiz.

Biz akademisyenler hükümetin savaş politikasını eleştirdiğimiz ve barış talep ettiğimiz için terör propagandası ile suçlandık. Fincancı, Önderoğlu ve Nesin ise savaş coğrafyasında çok zor koşullar altında alternatif habercilik yapan bir gazetenin yayın özgürlüğünü savundukları için terör propagandası ile suçlanıyorlar. Sonuçta iktidarın bizlere verdiği mesaj aynı: Eğer savaş politikasını kayıtsız şartsız desteklemiyorsanız, susun! İfade ve basın özgürlüğünü hedef alan bu saldırılar tüm demokratik muhalefeti susturmaya yöneliktir. Bu yüzden simgesel önemi olan bu saldırlar karşı-

3


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

YIKILAN BİNALAR, YIKILMAYAN UMUTLAR: GEVER KENAN DEMİR

H

akkari’nin Gever (Yüksekova) ilçesi halkın her zaman faşizme karşı göstermiş olduğu mücadele ile direnişin sembolü olmuştur. Türk devletine karşı verdiği mücadelede ağır bedellerin ödendiği ama asla mücadeleye olan umularını kaybedilmediği bir yerdir Gever. Cizre’den Sur’a Dayanışma Koordinasyonu’nun HDK bileşenleri olarak Gever halkının yanında olduğumuzu belirtmek ve dayanışmayı büyütmek için bir destek ziyareti düzenledik. Van’dan, Gever’e doğru yola çıktık. Şimdiye kadar TV ekranlarından, gazete ve sosyal medyadan okuduğumuz, duyduğumuz devletin bombaladığı, katliamlar yaptığı yerleri yakından görüp, Gever halkı ile sohbet edecektik. Aslında bombalanan binaların ötesinde Geverli gençlerin gösterdiği görkemli direnişin mevzilerini görmek istedik. Bu gençler; devasa tanklara, toplara, kurşunlara karşı yüreklerini siper etmiştir. Yaşlarından büyük bir direnişe imzalarını atmışlardır. Bu vesileyle faşizme karşı göstermiş oldukları bu görkemli direniş karşısında direnen ve şehit düşen genç kadınları ve erkekleri selamlıyorum. Gever’de ilk belediyeye ait bir garaja geldik. Belediyeye ait bu garaj, evleri bombalanarak yıkılan ailelerin gıda ve benzeri ihtiyaçlarının organize edildiği ve gönüllerin çalışıp, kaldığı bir mekandı. Vekillerle beraber Gever’in çarşısına doğru yola çıktık. Çarşıda halkla görüştükten sonra, bombalanan binaların bulunduğu mahalleyi ziyaret edecektik. Çarşıya doğru geldiğimizde devletin polisi, askeri, tankları

4


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

ve zırhlı araçları ile çarşıyı büyük bir ablukaya aldığını gördük. Her sokak arasında, köşe başında ellerinde otomatik silahlarıyla polisler duruyordu. Bu manzarayı gördüğümde ilk hissettiğim, Gever’in işgal altında olduğuydu. Zaten alakası olmayan yerlere bayrak asmaları da bu yüzdendi. Çarşıda insanlarla selamlaşmaya başlayıp, temaslarımızı arttırdıkça, gözlerindeki umudu ve yüreklerindeki öfkeyi gördük. Çarşıda biz onlara doğru değil, Gever halkı bizi gördükçe bize doğru geliyordu. Vekillerini selamlıyor, kucaklaşıp, sohbet ediyorlardı. Bu kadar büyük bir ablukanın olmasına rağmen mücadeleye bağlılıklarını, sabırla, direnişle, dayanışma ile bunları da atlatacaklarını dile getiriyorlardı. Bombalanan mahallelerden biri olan Cumhuriyet Mahallesi’ne doğru giderken devasa bir insan kalabalığının içinden geçtik. Tam Cumhuriyet Mahallesi’ne girerken, bir kadın yanımıza doğru büyük bir heyecan ve coşku ile öyle bir geldi ki gözleri parlıyordu, vekilimiz Meral Danış Beştaş’ı kucakladı. Bu kucaklaşma bu işgale, saldırılara karşı çok şey anlatıyordu. Bu kucaklaşma yığınlarca kuracağımız değerlendirme cümlelerinden daha kıymetliydi. Başka bir kadın yeni doğmuş bebeği ile yanımıza geldi, bizi selamladı ve çocuğunu çatışmalar sırasında doğurduğunu söyleyerek bebeğini bize gösterdi. Bu bebek gelecek yeni bir yaşama dair sanki umudun simgesi gibiydi. Yaşama dair umut ve coşkuları o kadar fazlaydı ki, bir an olsun abluka altında olduğumuzu bize unutturuyordu. Çarşıda HDK heyeti ile dolaştıkça, polisler daha kalabalık dolaşmaya başlayarak, bizlere devletin varlığını ispatlamaya çalışıyor gibiydiler. Cumhuriyet Mahallesi’ne girdiğimizde devletin yarattığı o faşizan ortama tanıklık ettik. Okuduğumuz, duyduğumuz bombalanan binaları yakından görünce, insanın duygu ve ruh hali değişiyor. Bir öfke kaplıyor insanın bütün bedenini, faşizme karşı daha fazla

şey yapma, daha çok çalışıp, mücadelemizi buradaki mücadele ile buluşturmamızın aciliyeti, yüreğimize şimşek gibi çakıyor. Tanklarla vurulan binalar, yakılan binalar, her evde ağır makineli silahlardan çıkan kurşun izleri… Aslında savaşın ne anlama geldiğinin hemen orada farkına varıyorsun. Harap olmuş evlerinden insanların sağlam kalan bazı eşyalarını almaya geldiklerini gördük. Mahalleyi gezerken sokağın başından bir kadın bize doğru bağırarak sesleniyordu, (bu arada Gever halkı gerek görmedikçe Türkçe konuşmaz) bir arkadaş çeviri yaparak, “Evini görmemizi istiyor.” dedi. Evlerinin bahçeli avlusundan geçerek yakılan eve girdik. Ev eşyaları ile birlikte yakılmıştı. Yapılan bu vahşeti anlatırken, bir yandan da ekliyordu. “Ev sorun değil, gençler keşke ölmeseydi” dedi. Mahalleyi gezdiğimizde bütün insanlar devletin yaptığı bu zulmü bize anlatmak istiyordu. Buna direneceklerini de yanına ekliyorlardı. Evleri tanklarla vurulan bir ailenin kurduğu şu cümle heyetin bulunduğu kalabalığın havasını bir anda değiştirdi. “Ne olur bizi bu zulmü bize yapanlara muhtaç etmeyin” aslında bu cümle Gever halkı başta olmak üzere, Kürdistan halkı ile dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Bizim batıdan yapacağımız her desteğin, dayanışmanın Kürdistan halkı için ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu gördük.

tırdıklarını dile getirdiler. Devlet tamiri yapılabilecek evlerin tamirine zaten izin vermiyor; yakılan, yıkılan evlerin bahçesine çadır kurmak dahi yasak. Evleri yakılan ailelerin çoğunun komşu ilçelere ve illere gittikleri biliniyor. Geriye kalan ailelere büyük bir fedakarlıkla belediye görevlileri, milletvekilleri ve gönüllü çalışanlar gıda ve benzeri ihtiyaçların dağıtımını organize ediyorlar. Gever halkı faşizme direnirken, dayanışma ile de zulme boyun eğmiyor. Tarihi zulme karşı direnişle örülmüş olan Gever ve Gever halkı, faşizme karşı hala dik durduğunu gösterdi. Buralarda biraz rahat nefes alabilip, güneşi selamlayabiliyorsak bunu Kürdistan’da ödenen bedellere borçluyuz. Kürt halkına dayanışma elimizi uzatmamızın ötesinde, batıdaki mücadelenin büyütülüp, Kürdistan halkı ile buluşması için çok çalışmalıyız. Batıdan dayanışmayı büyütürken, mücadeleyi de büyütmek siyasi aciliyet olarak gözükmektedir. Selam olsun direnen Gever halkına, gençlerine, kadınlarına.

Evleri tanklarla vurulan bir ailenin kurduğu şu cümle heyetin bulunduğu kalabalığın havasını bir anda değiştirdi. “Ne olur bizi bu zulmü bize yapanlara muhtaç etmeyin” aslında bu cümle Gever halkı başta olmak üzere, Kürdistan halkı ile dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Bizim batıdan yapacağımız her desteğin, dayanışmanın Kürdistan halkı için ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu gördük.

Gever’de toplam 11 mahalle bulunup bu mahallelerin 5 tanesi tanklara vurularak ve yakılarak onarılamaz hale getirilmiş. Gever’de çatışma 28 gün sürüyor, ama devlet 40 gün sokağa çıkma yasağı uygulayarak geriye kalan günleri binaları tanklarla vurarak evleri bir daha kullanılamaz hale getirmek için harcıyor. Ailelerin çoğunun eşyaları çalınıyor. Tankların özellikle evlerin taşıyıcı kolanlarını vurması dikkat çekiyor. Gever’de belediyedeki yetkili arkadaşlarla görüştüğümüzde toplam 11 bin binanın kullanılamaz hale getirildiğini söyleyerek, bu durumu raporlaş-

5


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

BREXIT, KRİZ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ M. SİNAN MERT

Türkiye ekonomisi yatırım ve tasarruf oranlarının düşüklüğü ile oldukça dengesiz bir görüntü veriyor. Aşırı inşaat yatırımları, borçlanmayla şişirilmiş iç talep, bankaların verdikleri kredileri karşılayamayan mevduat miktarları, dışarıdan fon akışına son derece bağımlı bir ekonomi Erdoğan’ın Amok koşusunun ekonomideki açılımı olarak da görülebilir. Kendi fiili pozisyonunu hukukileştirme mücadelesini kazandığını düşündüğü ana kadar iç tüketimi pompalama hamlesi devam edecektir.

İ

ngiltere’nin AB’den ayrılma kararı aldığı referandum sonrasında “katı olan her şeyin” buharlaşıyor olduğu algısı daha da güçlendi. 2008 krizinin aşılamayan etkileri ve Suriye savaşının koca bir ülkenin insanlarını mülteci haline getirmesi, küresel güç dengelerindeki kaymalarla da birleşince 1989 sonrasında oluşan düzenekler aşırı basınç altına girdi. Bu basınç sistemi en zayıf olduğu noktalardan pat-

6

latıyor. AB içinde zaten birçok açıdan iğreti bir biçimde duran İngiltere, çığ etkisini şiddetlendirme rolünü oynamış görünüyor. Güney Avrupa ülkelerinin krizi en şiddetli yaşayan toplumları, güçlü tarihsel sol gelenekleriyle Berlin-Paris eksenli kemer sıkma politikalarına sol seçenekler yaratarak tepki verdiler. 1,5 sene önce Syriza’nın kazandığı seçim neo-liberalizm ile “olumlu” bir hesaplaşma olanağı yaratmıştı. Fakat finans tekellerinin bu sol seçeneği ezmek için yarattığı muazzam baskı SYRIZA’yı felç edince krize karşı tepkinin “olumsuz” biçimi giderek daha fazla görünürlük kazanıyor. BREXIT’i de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Küreselleşmeden ve neo-liberalizmden olumsuz etkilenen kesimler, güvencesizliğin yarattığı korku ile yabancı düşmanlığı üzerinden sağa, faşizme, devlete eklemlenme eğilimi gösteriyorlar. Uzayan kriz ve Suriye savaşının bir türlü istikrarlı bir biçimde kontrol altına alınamaması, sol programın inandırıcılığını kaybetmesi ile Trump, Farage, Johnson gibi demagog popülist, “sistem karşıtı” söylemi faşizme teyelleyen politikacıları öne çıkarıyor. Kapitalizm kendi çelişkilerini bir kez daha kendini ve insanlığı imhanın eşiğine taşıyacak biçimde keskinleştiriyor. Türkiye kendi dünyasında Erdoğan’ın iktidar oyunları içinde debelenirken eşitsizlik sorunu giderek tüm Batı dünyasının en merkezi tartışmalarından birisi haline geldi. “Tarihin sonu” yazarı Fukuyama dahi “Batı dünyasında geleneksel politik çizgilerin çökmekte olduğunu, sosyal sınıf sorunun Amerikan politikasının kalbine oturduğunu; ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet, cinsel tercih, coğrafya kaynaklı ayrımcılıkların yerini aldığını” yazmak zorunda kalıyor. BREXIT ile ilgili haberlerden biri kapitalizmin

ulaştığı saçmalık boyutundaki çılgınlığın anlaşılması için son derece öğretici: “Dünyanın en zengin 400 kişisi BREXIT sonuçlarının açıklandığı Cuma günü 127,4milyar $ kaybettiler. Bütün servetlerinin %3,2’si böylece buharlaşmış oluyor (3,9 trilyon dolar-Türkiye GSMH’sinin yaklaşık 5 katı). BREXIT Avrupa’nın en zengini Amancio Ortega’nın 6 milyar $’ına mal oldu.” Küresel ölçekte büyük finansal git-geller yaşanırken Türkiye’nin 2016’nın ilk üç ayında %4,8 büyümesi oldukça şaşırtıcı bir sonuç olarak algılandı. Özel tüketimin (%6,9) ve devletin cari harcamalarının (%10,9) başını çektiği bir sonuç ile karşı karşıyayız. Özel tüketimin artmasında asgari ücretteki artışın önemli rolü olduğu düşünülüyor. Ayrıca 3 milyon civarında Suriyelinin de giderek daha yerleşik hale gelmesi, hem ucuz emek gücü olarak ücretleri aşağı çekmesi hem de talep yaratması özel tüketim artışının açıklanmasında faktör olarak değerlendiriliyor. Yabancı sermaye girişlerinin %27 artmış olması harcamaların arkasındaki diğer önemli etken. Dünyada negatif faiz iklimi özellikle bankaların dışarıdan ciddi oranlarda borçlanmasını mümkün kılıyor. Özel sektör dış borcu 2010’da 138,7 milyar $’dan 223,7 milyar $’a ulaşmış durumda. Bu artışta bankaların rolü belirleyici. Sektörel bazda imalat sanayinin duraklaması inşaatın buldozer etkisiyle görünmez kılınmak isteniyor. 2002’den bu yana inşaat sektörünün ortalama büyümesi %6,9. AKP döneminin doğru okunabilmesi inşaat-siyaset-finans üçgeni çözümlenemeden mümkün değil. Şu istatistik bile ortadaki anomalinin ispatı için yeterli: Türkiye dünyadaki tüm özel sektör inşaat yatırımlarının %40’ını tek başına gerçekleştiriyor. 111,6 milyar $’lık özel altyapı yatırımlarının 44,7 mil-

yar $’ı Türkiye kaynaklı. Tek başına Kuzey Amerika’nın ve Batı Avrupa’nın altyapı yatırımlarından daha fazlasını gerçekleştiren Çin de 2008 krizinin etkilerini yönetebilmek için Türkiye ile benzer bir iç talebi arttırma politikası izliyor. Türkiye ekonomisi yatırım ve tasarruf oranlarının düşüklüğü ile oldukça dengesiz bir görüntü veriyor. Aşırı inşaat yatırımları, borçlanmayla şişirilmiş iç talep, bankaların verdikleri kredileri karşılayamayan mevduat miktarları, dışarıdan fon akışına son derece bağımlı bir ekonomi Erdoğan’ın Amok koşusunun ekonomideki açılımı olarak da görülebilir. Kendi fiili pozisyonunu hukukileştirme mücadelesini kazandığını düşündüğü ana kadar iç tüketimi pompalama hamlesi devam edecektir. Var olan 20 milyon konutun 6,5 milyonun kentsel dönüşüm ile değer kazanması da hem orta sınıfların rant beklentilerini karşılama hem de inşaat sektörünün beklediği yatırım alanlarını açma açısından belirleyici olacaktır. Turist sayısındaki hızlı düşüş ve BREXIT sonrasında Avrupa’da yaygınlaşacak belirsizliğin ihracatı daha da basınç altına alması ise ekonomiyi dengesiz hale getiren etkenler olarak öne çıkıyor. Erdoğan’ın finans kapital ile kurduğu ilişki açısından ise OYAK’ın AKP‘lileştirilmesi ve kayyum yasasının TÜSİAD tarafından açıkça eleştirilmesi ve “Kayyım atanması ile ilgili düzenlemenin, başta ticaret hayatı ve özel mülkiyet hakkı alanlarında (vurgu bana ait) olmak üzere doğurabileceği önemli riskler açısından yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.” denmesi önemli eşik olaylar olarak değerlendirilmeli. Devletin içi fokur fokur kaynarken finans kapital Erdoğan ilişkisi gidilecek yönü belirleyici en önemli faktörlerden birisi haline geliyor.


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

RAMAZAN EKONOMİSİ

İ

çinde bulunduğumuz Ramazan ayı İslam dini inançlarına göre her şeyden önce barış, sevgi ve paylaşım ayıdır. Yaşayanların %99’unun Müslüman olduğu öne sürülen bir ülkede savaşa, nefrete ve yoksulluğa yer olmaması gerekir. Oysa bu coğrafyada savaş ve nefret kol gezmekte. Peki ya paylaşım? HESA Ekonomi Araştırmalar Merkezi tarafından yapılan bir çalışma bize bu konuda bazı ipuçları veriyor. “Ramazanın bereketi 84 Milyar” adlı çalışma ülkemizde dinin nasıl ekonomiye alet edildiğinin somut bir belgesi aslında. Araştırma “Ramazan ayının manevi olduğu kadar maddi bereketi de bir hayli yüksek” tespiti ile başlıyor. Ramazan ayı ve bayramı vesilesi ile oluşan hareketliğin 84 milyar olduğun belirtiyor. Bu miktarı nasıl buldukları ise hayli ilginç. Araştırma ‘gıda, giyim ve tatil’, ‘zekat’, ‘fitre’ ve ‘harçlık’ olarak 4 ana unsuru incelemiş. İnsanların 2015 yılı Ramazan ayı ve bayramında 38,7 milyar tutarında banka kartı kullanarak alışveriş ettiklerini hesap eden kurum, en az o kadar da peşin para harcadıklarını kabul ederek bu sure içerisinde toplam 77,4 milyarlık gıda, giyim ve tatil harcaması yaptıklarını tahmin etmekte. “Ramazan’ın diğer aylardan farkı ne kadar?” sorusunu şimdilik geçelim. TÜİK verilerine göre ülkede zekat vermesi gereken 66 milyon insan olduğunu varsayan kurum, bu insanların toplamda 5,6 milyar zekat verdiklerini varsaymakta. “Bu rakam nereden çıktı?” sorusuna bir cevap yok. Ülkede sayısı yüz bin civarında olan varlıklı insanların toplam serveti geçen yıl bin milyar dolara çıktığı açıklanan bir veri. Zekat bu servetin kırkta birinin yoksullara dağıtılması demek, yani 25 milyar dolar veya kabaca 75 milyar lira. Demek kurum ülkedeki varlıklıların ödemeleri gereken zekatın sadece küçük bir

bölümünü ödediklerini varsaymakta. Bu konuda somut bir veri yok. Ancak 5,6 milyarın bile oldukça uçuk bir rakam olduğunu söylemek mümkün. Fitre ise kişi başına verilen sabit bir bağış, geçen yıl miktarın 11 lira civarında olduğu biliniyor. Kurum buradan hareketle 66 milyonun 759 milyon fitre verdiğini hesaplamakta. Zekatta oldukça cimri olan insanımızın fitrede (ucuz olduğundan) cömert olduğunu kabul etmek gerek. Son olarak bayram harçlığı 250 milyon olarak hesaplanmakta. Öte yandan pek çok kurum, Ramazan’da özel otomobil kampanyası, bayramda özel tatil programı, “Ramazan’da özel ihtiyaç kredisi gibi yöntemlerle dini inançlara göre haram olan müsrifliği, yani aşırı tüketimi kamçılamakta beis görmemekte. Özellikle bazı market zincirleri Ramazan kumanyası adı altında paketleri satışa sundular. Tüketici kurumları söz konusu paketlerdeki gıda maddelerinin düşük kaliteli olduğuna dikkat çekti. Ramazan kumanyalarından elde edilen ciro ise 3 ila 4 milyar arasında olması bekleniyor. İftarlık hazır yemek satıcıları ise bir ay boyunca 2,5 milyarlık satış yapmayı planlamaktalar. 7 ila 8 lira arasında değişen paketlerin en iyi müşterileri ise belediyeler. Bir ay boyunca sadece İstanbul’da 3 milyon yemek paketinin satışı bekleniyor. Öte yandan yavaş yavaş kumanyaların yerini almaya başlayan Ramazan ayı hediye çeklerinin, gıda yerine kozmetik alımında kullanılmaya başlandığının ortaya çıkması, dini inançların ekonomik istismarına yeni bir boyut daha kattı. Yaklaşık on yıl önce gene market zincirleri tarafından lanse edilen Ramazan ayı hediye çekleri, kumanyaların beşte birini oluştururken büyük şehirlerde bu oran %60’lara kadar çıkmış durumda. Kumanyaların hediye çeklerine dönüşmeye başlamasının temel nedeni ise

ucuza satılan paketlerden çıkan kalitesiz tüketim maddeler. Bu arada Ramazan ayında müşterilerinin, alışverişlerini kredi kartlarıyla yapması için kampanyalar düzenleyen bankalar arasında kıyasıya rekabet yaşanıyor, birçok banka, müşterilerine kredi kartlarıyla başta market ve restoranlarda olmak üzere Ramazan ayında yapacakları alışverişler için para yerine geçen “hediye puan” sunuyor. İş Bankası’ndan Maximum kredi kartı için “Aylardan Ramazan, fırsatlardan maximum” kampanyası başlatırken, Akbank Axess kredi kartı için “11 ayın sultanı, Axess’le çıkar tadı” reklamlarını başlattı. Türk Ekonomi Bankası’nın (TEB) “İndirim Ramazan’da da beyaz perdede” kampanyası ile kültüre el atmış gözüküyor. Denizbank’ın Paracard kampanyası ise “Ramazan ayında fırsat Paracard’ta!”. Vakıfbank, “Ramazan boyunca, BiTaksi’de taksimetre açılışı bizden!” demekte. Halk Bankası’nın “Paraf Kart’ın Ramazan ayına özel kampanya” ve Şekerbank’ın Bonus Kartı ile ‘Ramazan’ın keyfi Bonus ile büyüyor” reklamları boyalı basının Ramazan sayfalarını süslüyor! Adım başına dini inançlardan söz eden bir iktidarın ve onun destekleyenlerin Müslümanlıkları da tamda bu kadardır. Zekat kelime anlamı ile temizlenmek anlamına gelir. “Çok mal haramsız olmaz”, temizlenmek için haramın en azından bir kısmını ihtiyacı olana vermek gerekir. Zekat vermemek veya küçük bir bölümünü vermek temizlenmeye karşı çıkmak, yani pislik içinde yaşamayı tercih etmektir. Ancak bu da yetmiyor, zekat verirken bunun bir kısmını geriye almak için döndürülen dümenler onların iyice pisliğe batmalarına neden olmakta. Kozmetiğe duyulan ilginin artması birazda pisliğin bu kadar artmasından kaynaklanıyor olsa gerek.

MEHMET AKYOL

Bu arada Ramazan ayında müşterilerinin, alışverişlerini kredi kartlarıyla yapması için kampanyalar düzenleyen bankalar arasında kıyasıya rekabet yaşanıyor, birçok banka, müşterilerine kredi kartlarıyla başta market ve restoranlarda olmak üzere Ramazan ayında yapacakları alışverişler için para yerine geçen “hediye puan” sunuyor.

7


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

BU BİR ONUR MESELESİ SİDAR ARSLAN

Artık şunu görmemiz gerekecek: Saklanarak bu tehlikeyi atlatamayız. Bu iktidar ve giderek gerici bir din anlayışına sürüklenen toplum bizi teğet geçmeyecek. Öldürerek, saldırarak, linç ederek, hakaret ederek onurumuzu ayaklar altına almaya çalışacaklar. İşte en çok da bunun için yürümeliyiz! Tek vücut olup renklerimizle karanlığı boğmadan bu ülkede kimseye huzur yok. Ne Alevi’ye, ne Kürde, ne ağaca, ne Ermeni’ye, ne kadına…

B

u onur meselesi bazılarına gurur meselesi oluverdi. Onur için yürümek birlerinin gururunu incitti. Ne gururu bu peki? Erkeklik gururu… Alp’lerin Eren’lerin (bizim erenlerden değil bunlar, pirlere niyaz etmeyenlerden), elhamdülillah Müslüman gençlerin, büyük bütünlük kopkopçularının gururu… Oysa öte yanda insanlık onuru… Dans edenlerin, sevişenlerin, aşkın ve gökkuşağının onuru… Onur demişken, bir âdemoğlunun ismi değil, tapulu malumuz da değil bu ‘onur’. Onur Sur’un da meselesi, nefsi müdafaa hakkını kullanan Çilem’in de meselesi ve tabi ki 35 canı Sivas’ta diri diri yanan Alevilerin de meselesi. Yani önemli şey bu onur! Toplumun sessizliğe büründüğü, bombalar ile sınandığı, ideolojik/ekolojik/sosyolojik her türlü kıyımın süregeldiği böyle bir dönemde üstelik Orlando’da daha yeni 49 insanı kaybetmiş ve bir sürü tehdit almış olmamıza rağmen yürümek istiyoruz. Vali’den bize kırmızı ışık yanıyor, bizden valiye bir ‘sanane ayol’ çekiliyor. Belki de hiç olmadığımız kadar direngen ve kararlı bir

duruş sergiliyoruz. Sonuçta oradayız, orada olmaya da devam edeceğiz. Ensar Vakfı ile ‘parlayan’ çocuk istismarı bu kadar ayyuka çıkmış iken Alperenler, Genç Müslümanlar, 32 kısım tekmili birden susarken mesele Onur Yürüyüşü olunca bu kadar çok konuşmaları hatta bağırmaları çürümüş nefretin en büyük resmi. Kadın cinayetleri hız kesmeden devam ederken özsavunmasını yapmış Çilem Doğan’ı tahliye olduktan sonra bile hala tehdit etmek çürüyen kadın erkek eşitliğinin en büyük resmi. Bir yanda oruç tutmayan insanlar dövülür, linç edilip hakarete uğrarken diğer yandan x kanala çıkıp ‘Müslüman’lar bu ülkede eşit değil. Müslümanlıkta dört eş alma hakkın var, bu devlet buna izin vermiyor, nasıl eşitlik bu!” diyenler çürümüş din ve demokrasi anlayışının en büyük resmi. Filanca okulda dağıtılan broşürlerde alenen hayvan ve ölü tecavüzünü meşrulaştırırken LGBTİ+’nın yürümesini engelleyip Livata tohumları diye lanetlemek bu ülkenin çürüyen ahlakının en büyük resmi.

Ramazan diye izin verilmeyen, toplumun sinir uçlarını tahrik eden bu yürüyüşler bu toprakların en büyük ikiyüzlülüğünü bir güruhun yüzüne vurmaktadır. Cinsellik bu ülkenin erk’inin en büyük çelişkisidir. Bir transı konuşturmanız yeter bunu anlamak için. Tekrara düşmeye gerek yok. Yani Ramazan, Şaban, Recep bahane, homofobi şahane. Üstelik bunun üzerinden bir de yaşanan bar baskınları gibi olaylar ile toplumun muhafazakârlaşma yolunda attığı adımları artık en derine kadar hissetmemizi istiyorlar. Daha doğrusu zaten muhafazakar olan bir toplumu agresif bir şekilde cesaretlendiriyorlar. Sonuç olarak verilen mesaj şu: Artık kurtarılmış mekânlarınız yok, dilediğiniz gibi içip sevişemezsiniz, öyle ramazan ortasında ağzınızda sakız gezemezsiniz! Artık şunu görmemiz gerekecek: Saklanarak bu tehlikeyi atlatamayız. Bu iktidar ve giderek gerici bir din anlayışına sürüklenen toplum bizi teğet geçmeyecek. Öldürerek, saldırarak, linç ederek, hakaret ederek onurumuzu ayaklar altına almaya çalışacaklar. İşte en çok da bunun için yürümeliyiz! Tek vücut olup renklerimizle karanlığı boğmadan bu ülkede kimseye huzur yok. Ne Alevi’ye, ne Kürde, ne ağaca, ne Ermeni’ye, ne kadına… O büyük yüzleşme yaşanmadan bu karanlık çözülmeyecek. İkiyüzlülükleri en zayıf noktaları... Artık yürüyüşlerimizin katılım sorunu yok, engellenme sorunu var. Büyüdük ve sınırlarını zorladığımız bu irinli hücreyi patlatmak zorundayız. İnsanlığı, vicdanı, özgürlüğü daha güçlü haykırmak gerekiyor. Cihangir’de bir mekân basılıyor. Ne oluyor? İçeride bira içiliyor. Kavga, dayak, tehdit... Ramazan, hoşgörü, kardeşlik... Ama dinimiz, ama Recep, ama Şaban… Peki, ama insanlığımız?

8


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

Şimdi Trans Onur Yürüyüşü’nü devlet yasakladı, yürümek isteyenlere polis saldırdı, emniyet güçleri izin alınmasına rağmen basın açıklamasına bile tahammül edemeyip yarıda kesti. Yani erk ve ‘Müslüman’ devlet hiçbir şekilde müsaade etmeyerek transların Onur Yürüyüşü’ne gölge düşürdü. Şimdi aynı şeyi LGBTİ yürüyüşü için de yapacağına dair açıklamalar yaptı. Ve tablonun üç aşağı beş yukarı aynı olacağı ortadaydı. Bunun üzerine Onur Yürüyüşü Komitesi bir açıklama yayınlayarak geldiğimiz noktayı oldukça iyi özetledi:

yasak gerekçesi olarak gösterdiği tehditlere karşı bizleri korumak yerine, Anayasa’da demokratik bir hak olarak yer alan “Gösteri ve Toplantı Yürüyüşleri Kanunu”nu ihlal etmeyi tercih etti.

“Bilindiği gibi, geçen sene polisin saldırdığı LGBTİ+ Onur Yürüyüşü, 14. senesinde de İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı. Benzer şekilde, bir hafta önce yapılan Trans Onur Yürüyüşü de açıklanan yasak üzerine polis tarafından engellendi.

“Hatırlarsanız, Emniyet güçleri Trans Onur Yürüyüşü’nde basın açıklamasını okumaya ve bir arada durmaya çalışan insanlara “Lütfen dağılın ve hayatın normal akışına dönmesine izin verin.” diye seslenmişti.

“Bu gelişmeler üzerine, 24. LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi olarak, 26 Haziran günü saat 17.00’de Tünel Meydanı’nda bir basın açıklaması yapmak üzere İstanbul Valiliği’ne bildirimde bulunduk ancak “uygun görülmediği” yanıtını aldık. Valilik,

“14. Onur Yürüyüşü’nü gerçekleştiremeyeceğimizi üzüntüyle duyuruyoruz. Ancak bizim kendimize duyduğumuz güven, ufkumuz ve hayallerimiz bir yürüyüşten, İstiklal Caddesi’nden, bu şehirden ve bu ülkeden çok daha geniştir. Varoluş mücadelemiz dünü, bugünü ve geleceği aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız.

“Biz de bu çağrıya riayet ediyoruz: 26 Haziran Pazar günü, İstiklal Caddesi’nin her köşesine dağılıyoruz. “Hayatı ‘normal’ akışına döndürmek” için Pazar günü Beyoğlu’nun her sokağında, her caddesinde birbirimize kavuşuyoruz.

“12 yıl boyunca büyük bir coşkuyla gerçekleştirdiğimiz Onur Yürüyüşleri varoluşumuzu, onurlu bir yaşam sürme ısrarımızı ve her geçen yıl büyüyen mücadelemizi kutladığımız bir alandır. Sadece LGBTİ+ bireylerin değil, herkesin hayatına etki eder. Onur Yürüyüşü, insanlığa bir hayal kurdurur: Bu dünya başka türlü olsaydı, nasıl insanlar olurduk? Ne giyer, ne arzular, ne eyler, ne söylerdik? Bu kentin sokakları neye benzerdi? Aşkla örgütlenseydik, bizi birbirimizden ne koparabilirdi? Bedenimiz, emeğimiz ve geleceğimiz bizim elimizde olsaydı, nasıl olurdu? Yürüyüşümüzü gerçekleştiremesek de aklımızda bu hayallerle İstiklal’in sokaklarını doldurmaktan vazgeçmiyoruz. “Bize dayatılan hayatı reddediyoruz. Şiddeti ve baskıyı normalleştiren, bizi yok sayan bir hayat değil, kendi seçtiğimiz, onurla var olduğumuz hayatı yaşamaya devam ediyoruz ve “hayatı ‘normal’ akışına döndürerek”:

Ancak bizim kendimize duyduğumuz güven, ufkumuz ve hayallerimiz bir yürüyüşten, İstiklal Caddesi’nden, bu şehirden ve bu ülkeden çok daha geniştir. Varoluş mücadelemiz dünü, bugünü ve geleceği aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız.

“DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ...”

9


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

BİR OLALIM, İRİ OLALIM, DİRİ OLALIM RÖPORTAJ

Devletin, güvenliğini alacağı toplumlardan değiliz açıkçası. Sivas’ta tam yedi saat, elde ateş bekleyen binlerce kişiyi engellemedi devlet. Bir protestocuyu engelleme süresi yedi dakika olan devlet, Sivas’ta yedi saat bekledi. Bunun bizler açısından anlamı çok açık. Bizler diğer ezilenler gibi kendi savunma anlayışımızı yaratmalıyız. Yan yana gelişimizin kısa hikayesi budur.

S

osyalist Dayanışma dergisi olarak son günlerde ismini sıklıkla duyduğumuz Direnişçi Alevi Gençliği’nin kurucularından Hasan Ali Demir ile kuruluş amaçları, AKP’nin son zamanlarda saldırılarını artırmasıyla açığa çıkan ezilenlerin kendini savunma ihtiyacı üzerine bir röportaj yaptık. Sosyalist Dayanışma: Nasıl bir kaygıyla veya gereklilikle bir araya geldiniz? Hasan Ali Demir: Saray’daki diktatör heveslisinin, tırmandırdığı gerilim, ülkemizin tüm insanlar için tehdit kaynağıdır. Belli bir sırayla tüm toplumsal kesimleri şiddete, aşağılanmaya, yok saymaya, imhaya varan yöntemlerle diz çöktürmeye çalışıyorlar. Devlet güçlerinin kahrı yetmezmiş gibi, IŞİD katillerini devreye sokuyorlar. Kürtlere yapılan saldırı ve karşısındaki direniş ortada; kadınlara yönelik, toplumun dışına itilmek için sayısız uygulama, nerdeyse açıktan teşvik edilen şiddet, taciz, cinayet ortada; işçi sınıfı, Ermeniler, LGBT bireyleri üzerlerindeki baskı ve şiddet o kadar açık ki söylemeye bile gerek yok. Böyle bir tabloda biz Alevi toplumunun üzerinde tehdit hissetmemesinin imkanı yok. Tarihimiz nerdeyse katliamlarla anılır olmuş, toplumun bundan ders çıkarmaması mümkün değil. Kapılarımız işaretleniyor, geçmiş

10

katliamların hatırlatması yapılıyor. Mitinglerde yuhalatılarak, inancımız aşağılanıyor. Bu da yetmezmiş gibi IŞİD çetelerinin açık ve nerdeyse meşru hedefi yapılıyoruz. Bu koşullarda kendimizi savunma duygusu ve arayışında olmamamız düşünülemez. Valiler bizleri çağırıp IŞİD tehdidine karşı, cemevlerimizi kendimizin savunması gerektiğini söylüyorlar. Devletin, güvenliği alacağı toplumlardan değiliz açıkçası. Sivas’ta tam yedi saat, elde ateş bekleyen binlerce kişiyi engellemedi devlet. Bir protestocuyu engelleme süresi yedi dakika olan devlet, Sivas’ta yedi saat bekledi. Bunun bizler açısından anlamı çok açık. Bizler diğer ezilenler gibi kendi savunma anlayışımızı yaratmalıyız. Yan yana gelişimizin kısa hikayesi budur. AKP faşizminin yükseldiği, “ötekiler”e saldırının ve alenen hedef göstermenin arttığı bu dönemde kitleler kendini nasıl koruyabilir, nasıl savunabilir, siz bu anlamda neler yapıyor ya da neler yapmayı planlıyorsunuz? Çorum, Maraş, Sivas ve daha sayısız irili ufaklı saldırılardan çıkardığımız ders: Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” Başka ne diyebiliriz. Kendi savunma hazırlıklarını yapmış, ulaşamadığı, kaynaşamadığı, iletişim kurama-

dığı kimse kalmamış mahalleler saldırıları püskürtebilmiş, ayakta kalabilmiş. Bu konuda kendini umursamazlığa, dağınıklığa bırakmış mahalleler zarar görmüş. Biz buna izin vermeyeceğiz. Zalimler ilk bizi karşısında bulacak. Fikir ayrılıklarına izin vermeden, birliğimizi koruyarak; diğer ezilenler gibi kendimizi koruyacak yöntemler, yollar bulacağız. Alevilerin kendini savunmasında gençliğin özel rolü nedir? Yediden yetmişe birlikteyiz diyoruz, ama ağırlıklı olarak gençlerden oluşuyoruz. Biz gençler haksızlığa karşı, sabırlı değiliz, yaşlılarımız fazlaca sabırlı. Her ezilen kesimde gençlik mücadelenin en ön saflarında olmuş ve mücadelenin motor gücü olmuştur. Gençlik bir toplumun savunulmasında çok önemli bir misyona sahiptir. Ataklığı, gözü karalığı, “doğru” diye kabul edilen her şeyi sorgulaması, düzenle bağlarının daha zayıf olması hep bu durumda etkendir. Diğer toplumsal kesimlere savunma anlamında önerileriniz var mı? Ne diyelim “tüm ezilenler birleşin” diyoruz. Başka ne diyebiliriz. AKP’nin kendinden olmayan herkese vahşice saldırdığı ve saldırttığı bu dönemde birleşmekten başka şansımız yok. Bizler sadece kendi sorunlarımızı görür, başkalarıyla dayanışmaz birlik yapmazsak başarılı olamayız. Onlar zaten bizi ayrıştırmaya çalışıyor. Farklılıklarımızı bizi birbirimize düşman etmek için kullanıp kendileri istediği gibi at koşturuyor. Bu gidişe dur diyebilmek için hem kendi sorunlarımız etrafında birleşmek hem de diğer ezilenlerle dayanışmak gerekiyor.


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

LİSELİLER, AKP’NİN KARANLIĞINA SIRTINI DÖNDÜ! AKP

’nin eğitimi dindar, kindar ve biat eden nesil yetiştirme projesine bu kez liselilerden itiraz yükseldi. İstanbul Lisesi mezunlarının okul müdürünün konuşması esnasında hep beraber sırtlarını dönerek gerçekleştirdikleri protesto eylemi, kısa sürede İstanbul’daki diğer köklü liselerde yankısını buldu. Bu liselerde art arda okullarındaki uygulamaları eleştiren bildiriler yayınlandı. Bununla da kalmadı tepkiler pek çok ildeki liselerden ses verdi. İlk isyan edenler, TEOG sınavlarında en yüksek puanla öğrenci alan ve devamında mezunlarının %95’i en prestijli üniversitelere yerleşen liseler. Bu okullar, hükümetin 2014 yılında çıkardığı bir yönetmelikle “proje okulları” adını aldı. İdareci ve öğretmen atamaları MEB yönetmeliklerinin dışına çıkartılarak “doğrudan Bakan onayı ile gerçekleştirilecektir” şeklinde düzenlendi. Geçen yıl AKP’nin gerçekleştirmek istediği “toplumsal dönüşümün” okullardaki uygulayıcıları olacak müdürler/ idareciler bu kurumlara yerleştirildiler. Ardından buralardaki öğretmenler havuza alınarak yerlerine Bakan imzasıyla atanan öğretmenlerle eğitimci profilini değiştirmeye çalıştılar. Mahkeme kararları, eğitim emekçilerinin mücadeleleri, veli ve öğrencilerin tepkileri sonucunda bu adım gerçekleştirilemedi ancak en kısa sürede hayata geçirilmek üzere hükümetin eğitim planlarının ilk sıralarında yerini koruyor. Peki, nedir bu okulları AKP için özel gündem yapan özellikleri? Neden buralara özel politikalar uygulanıyor? Çünkü buralar büyük oranda aydın, sanatçı, bilim insanı, doktor, avukat, mühendis ve yönetici kadro gibi sistemin ihtiyaç duyduğu özellikte

insan yetiştiren okullar. O nedenledir ki, bu okulların çıktısı olacak nesillerin hangi ideoloji ile donandığı AKP iktidarı açısından önem taşıyor. O nedenle buralarda hızlı bir dönüşüme ihtiyaçları var. Önceki dönemlerde, diğer okullara göre buralarda öğrenci, öğretmen, veli ilişkisi etkileşimi daha fazla, iç yaşam kısmen daha demokratik, daha katılımcı, sosyal aktiviteler göreceli olarak daha fazla idi. Yeni idarecilerin baskıcı, otoriter yöntemlerle hızla kültürel dokuya kendi ideolojik perspektifleri yönünde müdahale ederek okul atmosferini dinselleştirecek uygulamalara girişmesi ve öğrencilerin ortama aidiyet duygusunu oluşturan etkinliklere yasaklar getirmesi ciddi öfke birikimlerine yol açtı. Ortaya çıkan bu tepkilerin dışa vuruluşudur. Diğer yandan yaşananlar, AKP’nin eğitim sistemine ve “yeni” diye, “dönüşüm” diye yutturmaya çalıştığı, hak hukuk gözetmeden zorla dayattığı düzene karşı demokratik tepkilerdir. Bu özeliği ile de çok farklı özellikte liselerden gençlerin sahiplenmesiyle karşılaşmıştır. En küçük bir farklılığa yaşam hakkı tanımayan, soluduğumuz atmosferi adeta nefes alınamaz hale getiren politikalara karşı ortaya çıkan tepkiler ağırlıklı olarak mezuniyet törenlerinde görünen demokratik tepkiler, sivil itaatsizlik niteliğinde eylemlerdir. İçeriği ve biçimiyle Gezi sürecinde üniversitelerde görülen mezuniyet eylemlerini hatırlatmaktadır.

akılın işi olduğunu vaaz etmeye başladı. Havuz medyası yalan haberciliği işin arkasında “mezunlar lobisi” olduğu noktasına kadar getirdi. Oysa dün gezide olanın daha küçük çapta liselerde yaşanması ikisinin de arkasında lobilerin olduğunun değil, olsa olsa baskı ve zulmün hiçbir zaman cevapsız kalmayacağının göstergesidir. Liselerdeki isyan dalgası hızla parladıktan sonra okulların kapanmasıyla, durulma sürecine girdi. Yaz tatilinde bu dalga sönümlenecek mi, yoksa iç ilişkilerini tahkim edip, geliştirerek yeni yıla daha güçlü bir giriş mi yapacak? Bu sorunun cevabı liseli gençlerin ufku, cüreti, örgütlülüğü kadar bu dalganın başka kesimlere de ulaşmasına, tüm demokrasi güçlerinin örgütlülüğünü genişletmesine ve canlandırmasına bağlı… Bu noktada hepimize görev düşüyor. Hem gençlerin kendi dinamikleriyle örgütlülüklerini geliştirmelerine olanak tanıyacağız. Hem de direniş meşalesini hayatın her alanına taşıyacağız…

ELİF CAN

Önceki dönemlerde, diğer okullara göre buralarda öğrenci, öğretmen, veli ilişkisi etkileşimi daha fazla, iç yaşam kısmen daha demokratik, daha katılımcı, sosyal aktiviteler göreceli olarak daha fazla idi. Yeni idarecilerin baskıcı, otoriter yöntemlerle hızla kültürel dokuya kendi ideolojik perspektifleri yönünde müdahale ederek okul atmosferini dinselleştirecek uygulamalara girişmesi ve öğrencilerin ortama aidiyet duygusunu oluşturan etkinliklere yasaklar getirmesi ciddi öfke birikimlerine yol açtı.

Bu benzerlik Saray’ın ve AKP iktidarının uykusunu kaçırmaya yetmiştir. En tepeden en alta kadar iktidarın tüm kurumları ve onların borazanları bu işi “kışkırtıcıların” yaptığını, bir üst

11


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

“ARAP BAHARI”NDAN A MEHMET YILMAZER

En önemli sonuç, Arap isyanlarının bölgeyi sarması ve Batı’nın sömürü alanının dışına savrulma tehlikesine karşı başlatılan yıkımdır. Başlıca Libya, Suriye ve Yemen iç savaşlarıyla bölgedeki özgürleşme potansiyeli büyük bir yıkımla ezilmiştir. Emperyalizm, şu anda bölgeyi tam yönetemese de, bu potansiyeli, birikimi çürüttüğü için, kendi çıkarları doğrultusunda önemli bir adım atmıştır.

S

on günlerde, özellikle Binali Yıldırım’ın başbakanlığından sonra “dostları arttırma” politikasına bir geçiş yapılacağı üzerine söylentiler fazlalaştı. Bu söylentilerin kapsadığı ülkeler en başta Rusya, Mısır ve İsrail’dir. Hatta İsrail ile işlerin yoluna girmek üzere olduğu söyleniyor. Ankara’nın Arap isyanları sırasında kurduğu hayallerden bugüne ne kaldığına bakmanın tam zamanı… Arap isyanları yoksulluğa ve diktatörlüklere karşı başlamıştı. 90 sonrası hızlanan neoliberal soyguna ve bölgenin en az kırk yıldır süren, kireçlenen, iyice yozlaşan diktatörlüklerine karşı güçlü bir isyandı. Yeterince örgütlü olmasalar da Tunus ve Mısır’da olaylar böyle başlamıştı. Bu isyanlar, öncülük yapmasalar da Müslüman Kardeşler’i öne çıkardı. Mısır’da ordu ile uzlaşıp, demokrat nitelikler taşıyan ve daha çok gençlerden oluşan “6 Nisan Hareketi”ni bastırma hatasına düşen Müslüman Kardeşler sonra bu hatalarının kurbanı oldular. Sisi askeri darbe ile Tahrir isyanının bileşenlerini ezdi. Arap isyanlarının bugünden bakınca bir kaç önemli sonucu vardır. Mısır’da ve Körfez ülkelerinde isyanların zorla bastırılması, dalganın kazanabileceği demokrat niteliklerini yok etti. Tunus ve Mısır’daki isyanların içinde bölgenin yıllardır alın yazısı haline gelmiş, çürümüş, keyfi ve yozlaşmış diktatörlüklerden özgürlüğe doğru gidişin filizleri vardı. Hatta Suriye’deki ilk kitle gösterileri de böyle nitelikler içeriyordu. Bugün bu filizlerden eser yoktur. İkinci sonuç, bugün hala en vahşi biçimde devam eden, Libya, Suriye ve Yemen’deki iç savaşlardır. Bu ülkeler tam bir yıkım yaşıyorlar. Aslında hepsi ABD

12

işgalinden sonraki Irak gibiler. Bir ‘düzen’ kurulamıyor, ülkeler fiilen parçalanmış durumdalar, adeta çete savaşları ile çürüyorlar. Bölge insan ve maddi güçler açısından büyük bir yıkıma uğruyor. Üçüncü sonuç, Arap isyanları ile doğrudan bağlantısı olmasa da, onun yarattığı ortamda büyüme fırsatı yakalayan IŞİD’in güçlenmesidir. Özellikle Irak, Suriye ve Libya’da IŞİD önemli bir güç haline gelmiştir. Bölgedeki siyasal güçler dengesi açısından güç ve konum yitiren Sünni ekseninin yeniden onarılması açısından bir anlama sahiptir. Öte yandan, siyasal İslam’ın ideolojik yükselişinin de sonudur. Bölgede 1970’lerin ortalarından beri yükselişe geçen siyasal İslam’ın Arap isyanlarıyla zirve yaptıktan sonra dağılışı başlamıştır. Dördüncü sonuç, aslında Arap isyanları Irak işgaliyle bölgede taşların yerinden oynamasının da bir sonucudur. ABD’nin

stratejik çıkarları için başlayan Irak işgali, Washington’un beklediği sonuçları yaratmamıştır. Hem petrol kaynaklarını doğrudan denetim altına alma ve hem de “küreselleşme” yağmasına bir biçimde direnen ülkelerin tasfiyesini amaçlayan işgal, hedefinden çok uzak sonuçlar yaratmıştır. Bölgede tasfiyesi amaçlanan “Şii ekseni” tasfiye edilmek bir yana, önemli yaralar alsa da hala ayakta durmaktadır. “Sunni ekseni” ise çok parçalı, itibarsız ve güçsüz konumladır. En önemli sonuç, Arap isyanlarının bölgeyi sarması ve Batı’nın sömürü alanının dışına savrulma tehlikesine karşı başlatılan yıkımdır. Başlıca Libya, Suriye ve Yemen iç savaşlarıyla bölgedeki özgürleşme potansiyeli büyük bir yıkımla ezilmiştir. Emperyalizm, şu anda bölgeyi tam yönetemese de, bu potansiyeli, birikimi çürüttüğü için, kendi çıkarları doğrultusunda önemli bir adım atmıştır.


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

ANKARA’YA NE KALDI ? Arap isyanları öncesi Ankara’nın bölgedeki gücü değilse bile itibarı oldukça yüksekti. Irak işgali sırasında teskerenin mecliste reddi; Davos’ta yaşanan “one minute” krizi özellikle Erdoğan’ı bölgede çok popüler hale getirmişti. Bu gelişmelerin ardından patlayan Arap isyanlarıyla Müslüman Kardeşlerin Mısır’da iktidar olmasıyla Ankara’nın bölge hayalleri zirve yaptı. Erdoğan, Mısır’dan Irak’a kadar uzanan bir kuşakta Müslüman Kardeşler iktidarlarının kurulması için harekete geçti. Bölgenin baş aktörü olmuştu. Davutoğlu’nun iddialarına göre artık bölgede Türkiye’nin onayı olmadan kimse tek bir adım atamazdı. Arap isyanlarına Ankara’nın yaklaşımı o günlerde bazı yanılgılı algılar yarattı. Mısır’da Tahrir meydanındaki direniş sırasında Erdoğan önce bocaladı, Washington’un açıklamalarını bekledi, oradan işaret gelince isyana değil ama Müslüman

Kardeşler’in yükselişine destek verdi. Ankara hiçbir zaman Arap isyanlarındaki özgülük filizlerine destek olmadı. Onun hayali Osmanlının bir dönem egemen olduğu bölgede yeniden etkinlik kurabilmek ve Sünni İslam’a dayalı bir egemenlik alanı yaratmaktı. Bunun için Libya, Suriye ve Irak’ta “operasyonlara” başladı. Gün geldi, bölgede siyasal İslam’ın yükselişi inişe geçti; bir askeri darbe ve üç büyük iç savaşın ortasında kalan AKP iktidarı bölgede hızla yalnızlaştı. Arap isyanları başlangıçta az da olsa bir özgürlük ve demokrasi umudu yaratmıştı. Bu umutla hiçbir bağı olmayan Ankara’ya bu isyanların çürütülmesinden ne miras kalmıştır? Başlıca üç “miras”tan söz edilebilir. İlki, büyük bir itibar kaybı ve değersiz bir yalnızlıktır. Davos’tan bu güne köprülerin

altından çok sular aktı. Bölgede Arap halkları arasında popülerlik kazanan Erdoğan Türkiyesi, bugün bölgenin en itibarsız ülkesi Suudilerin arkasında kendine yol arıyor. Mısır ve Rusya ile gerilim sürüyor. Sonuçta, kendini neredeyse bölgenin egemeni zanneden Türkiye’nin bugün manevra alanı sıfıra yaklaşmıştır. İkincisi, Sünni İslam cephesi ve iktidarları yaratma hayalinde olan Ankara, IŞİD’in en önemli destekçisi haline geldiği için, bugün bölgedeki gelişmelerin etki alanı içine çoktan girmiştir. IŞİD sıkıştırıldıkça, bunun geri tepmeleri Türkiye’de kaçınılmaz bir şekilde yaşanacaktır. Göç dalgası dayanılmaz noktalara tırmanmıştır. Öte yandan, IŞİD militanlarının lojistik, eğitim ve donatım alanı olan Türkiye’nin belli bölgeleri artık Suriye iç savaşının ek alanları haline gelmiştir. Arap isyanlarının iç savaşlarla çürütülmesinin etkisi artık ülke sınırlarının içinde de sürüyor. Bölgede ömrü dolmuş diktatörlük uygulamalarının, keyfi devlet yönetiminin, maddi ve moral olarak yozlaşmanın hepsi Türkiye’de ortalığa büyük bir hızla yayılıyor. Üçüncü miras, özgürlük korkusudur. Arap isyanlarının bu yönü bastırılsa da, Suriye-Rojava bölgesinde özgürlük mücadelesi gelişmektedir. Ankara’nın en büyük korkusu özgürlüktür. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi, Gezi isyanı ve Rojava devrimi bütün bu karmaşık ve kaotik tabloda gelecek için güçlü umutlar veriyor.

Başlıca üç “miras”tan söz edilebilir. İlki, büyük bir itibar kaybı ve değersiz bir yalnızlıktır. Davos’tan bu güne köprülerin altından çok sular aktı. Bölgede Arap halkları arasında popülerlik kazanan Erdoğan Türkiyesi, bugün bölgenin en itibarsız ülkesi Suudilerin arkasında kendine yol arıyor. Mısır ve Rusya ile gerilim sürüyor. Sonuçta, kendini neredeyse bölgenin egemeni zanneden Türkiye’nin bugün manevra alanı sıfıra yaklaşmıştır.

Arap isyanlarından bölgeye bir cehennem miras kaldı. Ancak bu cehennem bölgede her şeyi kül edememiş, tersine özgürlük mücadelelerini tutuşturmaktadır. Ankara büyük bir zalimlikle özgürlükleri yok etmek için uğraşırken cehennemin kapısına

13


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

MAKİNELERİN RUHU YOKTUR AMA İŞÇİLERİN VARDIR SEVGİ EVRİM

İ

şçilerin örgütsüzlüğünün en büyük ve telafisi en zor sonucu işçilik onurumuzun zedelenmesi oluyor. Bu acımasız çalışma koşullarında bir kere rıza gösterdik mi neredeyse tüm ipleri kaptırıyoruz ve birbirine bağlı bir dizi süreç yaşanırken biz razı oldukça eziliyoruz, ezildikçe kaybediyoruz. İşsizlik ve borçluluk tehdidiyle bazı haksızlıklara itiraz edemediğimizde onu diğer haksızlıklar izliyor. Bir zaman sonra bakmışız ki, hiç talepte bulunmayan ve sadece çalışan birer makine parçasına dönüşmüşüz. Bu sebeple sermaye ve işbirlikçisi müdür ve şefler tarafından da yok sayılıyoruz. Makinelerin ruhu yoktur ama en az 6 ayda bir büyük, ayda bir defa da rutin bakımları yapılır. Bu acımasız çarkta biz işçiler ise yıllık izinlerimizi bile kullanamadan belki on yıllar boyunca çalıştırılıyoruz. Bunun somut sonuçlarına bakacak olursak; - Kötü çalışma koşullarına itiraz edemez hale geldik. 12 saat çalışma izni daha işe alınırken işçiden peşin peşin alınıyor. “270 saatten daha uzun fazla çalışmaya kalmayacağım” diyorsun, “bana çalışacak adam lazım” de-

14

nilerek işten atılıyoruz. 8 saatlik vardiyada yaptığımız çalışma her nedense işten sayılmıyor. Uzun çalışmayı kabul ettiğimiz için iş kazası meslek hastalığı riski arttığı gibi, başka bir işsizin iş hakkını da engellemiş oluyoruz. Sermaye için “çalışan adam” olmazsak insan-işçi sayılmıyoruz. - Her türlü haksızlığa katlanmamız bekleniyor. Haksızlığı kabul etmek zorunda kalmak kaybetmeye başladığımız ilk eşik oluyor. Bir kere “tamam” dedik mi arkası kesilmiyor. Sürekli bölüm değişikliğine maruz kalıyoruz, bilmediğimiz bölümlerde, bilmediğimiz makinelerde eğitimsiz çalıştırılıyoruz. Yeri geliyor yük taşıyor, yeri geliyor tuvalet temizliyoruz. Kadın işçi isek ilk çıkarılacaklar listesinde oluyor, hamile kaldığımız an işten çıkarılıyoruz. Biz işçiler asıl üretimde taşeron işçi olarak çalıştırılıyor, ikramiye gibi sosyal haklardan mahrum bırakılıyoruz. İkramiye benim de hakkım diyemiyoruz. Tozlu, dumanlı, kimyasallı iş ortamlarına itiraz edemiyoruz. Bir arkadaşımız iş cinayetinde öldüğünde aynı makinede çalışmaya mecbur bırakılıyoruz. Gücümüzden fazla yük kaldırmaya, bakabileceğimizden fazla makine bakmaya zorlanıyoruz. - En ufak bir talebimizde, hareketimizde, çabamızda işsizlikle tehdit ediliyoruz. Şefler müdürler tarafından olmadık hakarete maruz kalıyor; kaytaran

işçi, çalışmayan işçi, nankör işçi muamelesi görüyoruz. Bir akrabamız ölüyor, cenazesine katlıyoruz, dönüşte devamsızlıkla işten atılıyoruz. Hastalanıyoruz, rapor alamıyoruz ya da raporu kabul etmiyorlar, işten atılıyoruz. Zam düşük, daha fazla ücret zammı yapılmalı diyoruz, isyankar oluyoruz, tutanak yiyoruz. Makine bozuk, bu makinede çalışılırsa iş kazası olur diyoruz, iş yavaşlatmaktan tazminatsız işten atılıyoruz. Sendikaya üye oluyoruz, terörist oluyoruz, diğer işçilerin yanında hakaret edilip yaka paça işten atılıyoruz. Çoğu zaman çıkış kağıdı bile verilmiyor, çıkarıldığımızı bekçi kulübesinde öğreniyoruz. Hakaretlere, baskılara itiraz edip sesimizi yükselttiğimizde, yumruğumuzu kaldırdığımızda iş yerinde kavga çıkarmaktan tazminatsız işten atılıyoruz. -Tüm bu kötü koşullara niye razı oluyoruz, neden uğradığımız haksızlıkta birlikte çalıştığımız kader yoldaşlarımızı tarafından yalnız bırakılıyoruz? 2 işçi arkadaşımızın buhar kazanında haşlanarak katledildiği iş yerinde “biz daha fazla bu koşullarda çalışmayız” demiyoruz da “cenazeye geldik diye yevmiyeyi kesmezler inşallah” diye düzene boyun eğiyoruz. Bu kötü koşulları değiştiremediğimiz gibi daha da kötüye gidişi durduramıyoruz. Çünkü örgütsüzüz, çünkü devasa fabrika binalarında, ürettiğimiz milyonlarca malın içerisinde tek başımıza kaldık. Aynı banttaki işçi arkadaşımızın sorunları nedir bilmiyoruz, onunla bile birbirimizi idare etmiyoruz artık. Aman bana sendika bulaşmasın diye sendikalı işçileri gördüğü yerde yolunu değiştiren işçiler var. Bu örgütsüzlüğümüzün sonunda hem iş yerlerinde sermaye tarafından hem mahkemelerde hakimler tarafından “üçkağıtçı

işçi” kabul ediliyoruz ve onurumuz iyice ayaklar altına alınıyor. Birikmiş kıdem tazminatımızı istediğimizde vermemek için kırk takla atanlar, mahkemelerde gelip utanmazca “kıdem tazminatını almak için iş yavaşlattı, tazminat için gitti sendikaya üye oldu, ücretine zam istediği için makineyi bozdu” diyerek bize saldırıyor ve mahkeme hakimleri de bizi “hak etmediği halde tazminat isteyen üç kağıtçı, çıkarcı, birer yaratık” olarak görüp alnımızın teri tazminatları işverenlere peşkeş çekiyorlar. Yine işe iade davaları ve sonrasında ödenen en az 8 maaşlık iş güvenliği tazminatlarını isteyen işçiler “çalışmaya niyeti olmayan ama fazla tazminat almak için bu yola başvuran işçiler” olarak görülüyor. İşçinin hak istemesi işçinin talepte bulunması attık işçiye “hak” görülmüyor. Halbuki tazminat da ikramiye de iş güvencesi de en temel insanlık ve işçilik haklarımız. 15-16 Haziran 1970’de işçiler birbirlerine duydukları güvenle yüz binler olarak fabrikalardan alanlara aktı. İnsanlık onuru her şeyin üstündeydi. Daha düne kadar bir işçi arkadaşı atıldığında fabrikadaki 400 işçi iş bırakırdı. Bir işçinin iş güvencesi diğer işçi arkadaşlarıydı. Her şeyin kara ve ranta göre belirlendiği kapitalist üretim ilişkilerinde insanlık çok şeyini kaybetti. Ama dünyayı yaratan bizleriz. Bütün madenleri çıkaran, bütün binaları inşa eden, bütün kumaşları boyayan, dünyanın bütün güzelliklerini yaratan bizleriz. Bizim onurumuzu yok saymak, bizi yok saymak ne sermayenin ne de onun işbirlikçilerinin haddi değildir. Ekmeğimizi ve onurumuzu tekrar ellerimize alacağız ve örgütleneceğiz. Sınıfsız sömürüsüz bir dünyanın temel değeri işçilik onuru olacak.


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

ÇERKEZKÖY-ÇORLU HATTINDAKİ TOPLU İŞTEN ÇIKARTMALAR NE ANLAMA GELİYOR? 2016

yılı başından bu yana Çerkezköy ve Çorlu’da bulunan organize sanayi bölgelerinde toplu işten çıkarmalar yaşanıyor. 2016 itibarıyla Çerkezköy, Çorlu hattında işçilerini toplu olarak işten çıkaran iş yerlerinin bir kısmı Arbul Tekstil, Arçelik, Yünsa, Altınyıldız, Eroğlu Tekstil, Altın İplik, Akben Tekstil, Yılka Tekstil, Sanko Tekstil isimli fabrikalar. Bu işten çıkartmaların zamanlamasında ve uygulama biçiminde Kiralık İşçi Yasası’nın meclisten geçmesinin ve kıdem tazminatlarının kaldırılmak istenmesinin önemi büyük. Şimdiye kadar fiilen uygulanan kiralık işçilik, yasallaşmasından sonra daha da yaygınlaşacak. Bunun en somut hali, kadrolu işçiler işten çıkartılıp yerine Kiralık İşçi Yasası’na uygun işçi alınmasıyla yaşanacak. Yine kıdem tazminatı fonuna geçiş konuşulmaya başlandığı için patronlar işçi çıkartmayı hızlandırdı. Kıdem tazminatı, fon uygulamasına geçilirse (yasanın meclisten nasıl geçeceğine bağlı olmakla birlikte) patronlar büyük ihtimalle çalıştırdığı işçilerin o güne kadar birikmiş kıdem tazminatlarını ödemek zorunda kalacaklar. İşçilerin kıdem tazminatını ödemek istemeyen patronlar birer birer iflas etmiş gibi yaparak işçilerin tamamını ya da kriz varmış gibi yaparak bir kısmını çıkartmaya başladı. İşçi çıkartan, yukarıda ismini verdiğimiz fabrikalara baktığımızda ise; bunlardan 5 tanesi İstanbul Sanayi Odası’nın belirlediği Türkiye’nin en büyük 500 fabrikası arasında yer alan dev şirketler. Bu şirketler karlarına

kar katmak için işçilerinin kıdem tazminatlarına hatta maaş ve mesai alacaklarına dahi göz dikmektedirler. Yukarıda saydığımız fabrikaların bir kısmı işçilerin maaş, mesai, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı gibi alacaklarını da ödemeden ortadan kayboldular. Peki, nasıl oluyor da patronlar işçilerin bu kadar haklarını yedikten sonra işçiler isyan etmiyor? Senaryo hemen hepsinde aynı. İlk önce yılın başında, ocak ayında bütün işverenler tarafından kriz var senaryoları hazırlanıyor. Buna bağlı olarak ilk önce mesai alacakları birer ikişer ay geciktiriliyor. Ardından maaşlar da geciktirilmeye başlanıyor. Üçer aylık maaş ödenmemesiyle birlikte patron kaçıp gidiyor. Devlete kriz bildirimi ya da işçilerin çıkış bildirimi yapmasına da gerek yok patronların. Nasıl olsa bu devlet patronlara hesap sormuyor, bilakis onlar için sömürünün dikenlerini temizleyen yasalar çıkarıyor. Peki fabrikalar bir anda üretimden çekilmiş mi oluyor? Hayır! Bazı patronlar siparişlerinin bir kısmını fabrikanın içerisindeki depolarda biriktirdi. Şu anda bir taraftan işten çıkardığı işçilere kriz bahanesi uyduruyor. Bir taraftan da depoda biriktirdiği siparişlerini yetiştirmiş oluyor.

konfeksiyon) genellikle fason olarak çalışır. Patron büyük markalardan aldığı siparişleri kendi fabrikasında kilo hesabı boyar, diker, keser, ütüler vesaire. Dolayısıyla büyük markalar için işlenen ürünlerin nerede kimler tarafından hazırlandığının önemi yoktur. Onlar ucuz fiyat verilmesine bakarlar. Böyle olunca kendi işçisinin maaş, mesai, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı vb alacaklarını ödemeyen patronlar siparişlerini de başka fabrikalara yaptırarak işlerini sürdürmekte, işçiler ise bayrama işsiz girmeye hazırlanmaktadır. Yine hükümetin asgari ücreti seçim vaadi olarak 2016 başından itibaren AGİ dahil 1.300 TL belirlemesi patronların hesaplarını ciddi oranda bozdu. Patronlar işçilik maliyetlerinin bu kadar yükseltilmesine karşı 2015’deki maliyetle 2016 yılındaki maliyeti aynı yapabilmek üzere adımlar attılar. Ortalama 1.000 TL olan işçilik giderleri 1.300 TL olunca işçilerin bir kısmını işten çıkartarak bir önceki yılki maliyet oranına ulaştılar. İşten çıkartılan işçilerin yaptıkları işleri ise mevcut işçilerin sırtına yüklediler. Yine işçi çıkartan fabrikalardan bazıları işçilerinin kulaklarına “Fabrikayı tekrar açacağız,

FAHRİ KOÇAN

seni işe çağırabiliriz.” diyerek işçiler için sanki her şey bitmemiş gibi bir duyguya kapılmasını sağlamakta işçiler de bir ihtimal işe geri başlarım düşüncesiyle herhangi bir direniş, işgal ya da farklı bir eylem yapamamaktadır. Kısacası işçilerin borçluluğundan ve sınıf mücadelesine olan mesafesinden faydalanan patronlar işçileri gittikçe büyük bir sarmalın içine çekmektedir. BATİS sendikası olarak yukarıda saydığımız fabrikaların işçileri başta olmak üzere emeğiyle geçinen, onuruyla yaşayan tüm işçilere çağırıda bulunuyoruz. İşten çıkartmalara karşı, iflas ettim bahanesi üreten, yasaları arkasına alarak sömürünün zincirlerini artıran patronlara karşı gelin, sendikamıza üye olun, birlikte mücadele edelim, hesap soralım.

Bazıları ise durdurduğu fabrikanın siparişini yakınlardaki başka fabrikaya vererek hiç mağdur olmadan işini yürütüyor. Trakya bölgesinde bulunan tekstil fabrikaları (boyahane

15


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

BİRARAYA GELİNCE BİZ MİLYONLARIZ

ONLAR İSE BİR AVUÇ!

RÖPORTAJ

Ve de en önemlisi, direnen tüm işçilerin birleşebilmesi. Birleştiğimizde sesimiz daha gür ve daha güçlü çıkıyor. Birleştiğimizde birbirimizden güç alıyoruz ve o zaman cevabımız bambaşka oluyor. Bizim direnişimizde bu birleşmeyle ancak başarıya ulaşabilir. Direnişin gücünü böyle büyütebiliriz.

16

A

vcılar Belediyesi’nden Belediye-İş Sendikası’na üye oldukları için işten çıkarılan ve ardından işten çıkarıldıkları için direnişe geçen Avcılar Belediyesi taşeron temizlik işçileriyle, 55. gündür sürdürdükleri direniş ve talepleri üzerine konuştuk. Sosyalist Dayanışma: 55. Gündür direniştesiniz. Kamuoyu yaratan direnişinizle ilgili Sosyalist Dayanışma dergisi olarak röportaj yaparak sesinizi daha geniş kesimlere ulaştırmak istiyoruz. İşten atılma sürecinizi anlatır mısınız? Belediye- İş Temsilcisi: Belediyede kısa bir sürede örgütlenme tamamlandı. 600’e yakın işçiden 500’ü aşkın işçi Belediyeİş Sendikası’na üye oldular ve yetki başvurusunda bulunduk ama tabi belediye yetki itirazında bulundu ve bu süreçte öne çıkan işçi arkadaşlarımızı işten çıkardılar. Halen işten atılan 43 işçi arkadaşımız direnişi büyük

bir kararlılıkla sürdürüyor ve bugün 55. gün. Ama bu saldırılar yeni değil daha evvel 5 işçi atıldı direnişle geri alındı, 21 işçi atıldı direnişle geri alındı. Bizim direnişimiz de işimizi geri alana kadar sürecek. Direnişi başlatmaya nasıl karar verdiniz? Belediye-İş Temsilcisi: Bu arada işçiler sadece anayasal hakkını kullandıkları için işten çıkarıldılar. Tazminat, ikramiye, toplu sözleşme tartışmaları başlamadan ya da herhangi bir karşı karşıya geliş yaşanmadan sadece sendikaya üye oldukları için işten atıldılar. Anayasa’nın 55. maddesindeki haklarını kullanmak istedikleri için işlerinden oldular. Hatta bu saldırılar burada da kalmadı. Kıdem tazminatının kaldırılması, kiralık işçilik, bireysel emeklilik saldırıları da sürüyor. Bu saldırıların yegâne amacı işçi sınıfını daha fazla güçsüz bırakmak ve birlik olmasını engellemek. Kiralık işçilik saldı-

rısı ise kazanılmış birçok hakkı ortadan kaldıracak. Şirketler çok az bir teminatla işçi kiralayabilecek ve asıl işin yapıldığı patronlar işçilerden sorumlu olmayacak. Ve hakkı çalınan işçi içi boş bir şirketle baş başa bırakılacak. Bu aslında kıyametin başlangıç noktası. Ama burada işçiler kabuğunu kırdı ve artık işsiz kalma derdim olmasın, diyerek çare aradılar ve çareyi sendikalarında buldular. Sendikalaşma süreci çok kısa sürede tamamlandı. Burada tarihe not düştüler. Yerel yönetimlerin kalbi olan noktada, temizlik işlerinde çalışan işçiler çalışma koşullarına itiraz ederek yeter artık dediler ve tarihe not düştüler. Bu direniş işçi sınıfının örgütlenme tarihine not düşmüştür. Bu direniş iş güvencesine sahip çıkan işçinin direnişidir. Direniş boyunca nelerle karşılaştınız? Belediye-İş Temsilcisi: Çadırımızı yaktılar, diğer işçilere baskı uygulamaya başladılar medyada kararlama yapmaya başladılar. Yıktıkları çadırımızın yerine ATM makineleri koydular. Pankartlarımızı kestiler, yırttılar ama işçileri yıldıramadılar. Bu mücadelenin başarıya ulaşması da işçilerimizin dik duruşu ile mümkündür. Eğer işçi inanıyorsa bu mücadele kazanılır. Bu direniş karşısında hiç bir güç kayıtsız kalamaz. 1980’de darbe işçi sınıfının üzerinden silindir gibi geçti ve tüm örgütlenme deneyimi geride kaldı, zayıfladı. 80’den sonra gelişmemiz zayıfladı ve yasalar birbiri ardına çıktı. 80 öncesi kazanılan işçi davaları Yargıtay’a gitmezdi, kesin sayılırdı, kazanılmış haktı. Şimdi ise arabuluculuk yasaları ile hiç mahkemeye gidemeyecek duruma getiriliyoruz. Mahkemelerde emsal karar çıkmasın diye kararlar siyasi ola-


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

rak veriliyor. ALİ POLAT: Bu işin partisi ön planda olmamalı, burada önemli olan ekmek kavgası. Seçim öncesi işçinin yanında olan koltuğuna oturduğunda sermayenin çıkarı neyse ona göre çalışmaya başlıyor. Bu emekçileri bölme politikasına başlıyor. Kimi milliyetçiliği öne çıkarıyor, kimi dini öne çıkarıyor. Bunlarla bizi parçalıyor ve emekçilik paydasında buluşmamızı engelliyorlar. Bu yeni istihdam yasalarını daha emekçiler anlamadı, daha tam hissetmediler. Ama hissettiklerinde her şey bambaşka olacak. Yoksulluk, yokluk vurduğunda her şey bambaşka olacak. Yer yerinden oynayacak. Halkın tepkisini de örgütlememiz gerekiyor. Ve de en önemlisi, direnen tüm işçilerin birleşebilmesi. Birleştiğimizde sesimiz daha gür ve daha güçlü çıkıyor. Birleştiğimizde birbirimizden güç alıyoruz ve o zaman cevabımız bambaşka oluyor. Bizim direnişimizde bu birleşmeyle ancak başarıya ulaşabilir. Direnişin gücünü böyle büyütebiliriz. Çünkü bizim buradaki eylememiz sadece kendimiz için değil. Biz burada içerde çalışan işçi için de direniyoruz. Direniş tüm işçilerin hakları için çözüm üretiyor. Çalışma koşullarınız nasıldı? TÜLAY OPUZ: Çalışma koşullarımız çok sıkıntılıydı. Sokakta çalışan süpürgecilerin koşulları özellikle çok zordu. En büyük sıkıntı ne yaparsak yapalım sürekli işten atılma tehdidinin olmasıydı. 10 dakikalık dinlenme molamızda bile oturmamız dinlenmemiz istenmiyordu. Sürekli bir tutanak tutma, savunma isteme durumu artık bizi yıldırıyordu. HASAN BASRİ KAYA: Çalışma koşulları çok zordu. Ben şoför olarak çalışıyordum. Şantiyede çalışanların durumu ve süpürgecilerin durumu farklı farklıdır. Mesela çöp kamyonunda çalışan işçi arkadaşların eldivene ihtiyacı var ve işçinin kendi cebinden alması bekleniyor. Yeterli eşya verilmiyor. İş güvenliği ile ilgili hiçbir şey verilmiyor, hiçbir eğitime tabi tutulmuyoruz. Kişisel koruyucu donanımlar eksik. Sokakta çalışan süpürgeci arka-

daşlar vardiya boyunca ayaktalar ve soğuktan korunakları yok, soyunma odaları yok, tuvaletleri yok. Ama sanki bunlar yokmuş gibi davranılıyor. Belediye yetkilileri denetlemediği gibi üstüne talepte bulunanları da tutanakla tehdit ediyorlar. Maaşların gecikmesi de cabası. Evinin kirasını ödeyemeyenler oldu ve aramızda dayanışma ile evinden atılmasını engelledik. Biz ihale istemedik. Biz ortaklık istemedik. Biz insanca çalışma koşulları istedik. Sadece yasada tanımlı haklarımızın tanınmasını istedik. Ve insanca çalışacak bir iş yeri istedik. Ama bedeli sendikalaşmamıza karşı gelmek oldu ve işten atıldık. Ama bu bizi yıldıramaz. Bu şartlar değişmediği sürece biz gideceğiz başka işçiler direnecek. Biz burada sadece kendimiz için de durmuyoruz. İçerdeki arkadaşlarda bizim öncülüğümüzde sendikaya üye oldular. Onları da yüz üstü bırakamayız. Onlar içinde direniyoruz. Kadın işçilerin yaşadığı sorunlar neler? SENEM TORHAN: Vardiya sabah 07.00’de başladığı için ıssız bölgelerde yalnız çalışmakta zorlandık. Çift kişi çalışalım dedik, anlatamadık. 5 dakika dinlenme molamızı bile kullanmamız gözlerine batıyordu. Yağmurda çamurda kesintisiz çalışmamız bekleniyor. 25-30 kadın aynı anda koridorda giyinmek zorunda kalıyorduk, lavabo ihtiyacımızı esnaftan karşılamak zorunda kalıyorduk ve esnafı tepkisi ile karşılaşıyorduk.

En ufak talebimizde işten atılma tehdidi oluyordu. İçerde örgütlenme sürecinde bizden evvel atılan işçiler oldu, biz de üye olmayalım diye çok defa sorgu odasına alındık. En sonunda biz de üye olduk diye işten atıldık. İlk atıldığımız gün belediye başkanı ile görüşmeye gittik ama kendisi bizimle görüşmedi. İlk görüşmemizde tekrar işe alınacağımız söylendi ama 2. gün iş başı yapmaya gittiğimizde adeta tekrar kovulduk. Elbiseleri bırakın gidin, dendi. Maaşların bile ödenmeyeceği ile tehdit edildik. İçerdeki diğer işçilerin de gözünü korkutuyorlar. İşsiz bırakmakla tehdit ediyorlar. Hatta direniş boyunca bize destek olan esnafları bile tehdit ettiler, korkuttular. Ama yılmak yok, kazanana kadar devam edeceğiz. Talepleriniz nelerdir? ÖZGÜR DEMİR: Biz hakkımız olan ne varsa onun tanınmasını ve işe geri alınmamızı istiyoruz. İhale istemiyoruz, kardan hisse istemiyoruz. Bizler toplu iş sözleşme ile işimize geri dönmek istiyoruz. Atılan tüm işçiler geri alınana kadar da taleplerimizi yükselteceğiz. Direnişinizle nasıl bir dayanışma sürüyor? ÖZGÜR DEMİR: Çok sayıda destek alıyoruz. Hemen her gün işçi örgütleri ziyarete geliyor. Sosyal medyada destek her geçen gün artıyor. Cümle aleme sesimizi duyurduk. Şimdi son 1 haftadır bir kampanya sürüyor. Sendikamızın üyesi diğer işçi

arkadaşlarımız maddi yardım kampanyası sürüyor. Avcılar halkı da desteğini esirgemiyor. İmza atıyorlar, gelip soruyorlar, neler yapabiliriz, diyorlar. Onları belediyeyi protestoya davet ediyoruz. Ama onlara daha fazla anlatmamız lazım. Bazı taciz durumları da olmuyor değil ama bu davranışlar bizi yıldıramaz. Son olarak bizlere ve okuyucularımıza neler söylemek istersiniz? ÖZGÜR DEMİR: Bizler haklarını almak için mücadele eden emekçileriz. Milyonlarız. Bir araya geldiğimizle üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yoktur. Onlar ise bir avuç. Bizim gözümüz hakkımızdan daha fazlasında da değil. Direnişe başladığımız ilk günden bu yana sonuç alacağımıza dair umudumuz kırılmadı. İşimize tekrar dönmeyi istiyoruz. Ancak taleplerimizin karşılanmasıyla birlikte işimize dönmek istiyoruz. Bunun için çadır direnişimizin yanında imza topluyoruz. Şimdiye kadar topladığımız 40 bin imza ile CHP İstanbul il binasına bir yürüyüş yaptık. Şimdi imza toplamaya devam ediyoruz. Herkesi imzalarıyla da direnişimizi desteklemeye çağırıyoruz. Bugün BATİS’ten ve BAMİS’ten arkadaşlar yanımızdaydı. Her gün dostlarımız yanımızda. Bizleri yalnız bırakmıyorlar. Bizler birleşe birleşe kazanacağımıza ve dayanışmanın gücüne inanıyoruz.

17


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

KENAN BUDAK’I YAŞATMAK MEHMET AKYOL

Ö

lümünün hemen ertesinde Sosyalist Vatan Partisi Merkez Komitesi imzalı bir bildiriyi yurt dışında bastırıp ülkeye gönderme işini yüklendiğimde henüz sendikada çalışmaya başlamamıştım. O sırada benim gibi İsviçre’de olan bir arkadaş tek sayfalık bildiri için kara kalemle bir çalışma yaptı, önde onun portresi arkada ellerinde bayraklarla bir kalabalık. Pelür kâğıdına basarak ülkeye gönderdiğimiz bu bildiriyi yıllar sonra bir tanıdığın arşivinde görünce “Kenan Budak gerçekten yaşıyor.” dedim kendi kendime. Yıllar boyu İsviçre’de sendikada

18

çalışırken kendime örnek aldığım iki isim vardı, İsmet Demir ve Kenan Budak. İsmet abi ile ilk karşılaştığımızda, zorla konuşuyordu. Kenan ise ben yaşlardaydı. İsmet abiden anlattıkları ile öğrenirken, Kenan’la birlikte mücadele içinde öğreniyordum. Kendi sendikal mücadelemi gözden geçirdiğimde benimle bu ikilinin ortak noktası olarak ilk aklıma gelen, sendika çalışanı olarak çalışanlarla içli dışlı olmak geliyor. İş yerinde bir sorun olduğunda çalışanların yanında olmak yetmiyor, yaşamı onlarla paylaşmak gerek diye düşünüyordu onlar sanırım. Anlattıklarından, onlar hakkında anlatılardan çıkarıyorum bunu. Bir de işçilerin sorunlarını dinlemeden sendikaya üye olup olmadıklarını sormamaları geliyor aklıma, illa da “sendikaya üye ol” demeyişleri. Elbette sendikaya üye gerek, elbette bir sendikanın ne kadar üyesi varsa o kadar güçlüdür. Ama çalışanların bin bir türlü sorunlarına birlikte bir çözüm aramadan onların üyelikleri kâğıt üzerinde kalır, gücü de kağıt üzerindedir. Bu durumda bir sendika çalışanına sorunu masa başında çözmeye uğraşmaktan başka bir şey kalmaz. Kenan’ın sendikal çalışmaları bir bütün olarak ele alındığında dikkati çeken ilk konu, politik bir kimlikle mücadele içinde olmasıdır. Öldüğü ana kadar politik örgütlü mücadele içinde olmak onun en önemli pusulasıydı, ‘sendikacılık batağına’ batmadı, ‘sendika ağası’ olmadı bu saye-

de. Ama partili olmayı ‘partinin emirleri’ olarak da görmedi. Parti organlarında görev aldı, organ içi tartışmalarda sendikal mücadelenin sorunlarını tartışmaya açtı. Tartışılan sendikal siyasetti, sendika içi diğer sorunlar değildi. Benzer şekilde sendika içi tartışmalarda aslolan sendikal sorunlardı, politika bunların önüne gelmezdi. Kenan’ın mücadelesi ilk bakışta İsmet abinin mücadelesine pek benzemezdi, biri ‘çarıklı’ iken diğeri ‘kravatlı’. Ama onların ortak noktaları sendikal mücadelenin yanı sıra örgütlü politik mücadele içinde olmaktı. Her ikisini klasik ‘sendikacılardan’ ayıran sadece bu değildi. Yaşadıkları döneme en uygun sendikal mücadele biçimlerini aramak da içinde bulundukları politik hattın bir geleneği idi. Hikmet Kıvılcımlı, TKP’nin ilk eleştirel tarihi olarak yazdığı Yol isimli kitap dizisinin ‘Legaliteyi İstismar’ bölümünde bunun temel mantığını şöyle ifade eder: “İşçi sınıfı toplumun keşif gücüdür, işçi partisi ise sınıfın keşif gücüdür. İktidar mücadelesi için öncülük görevi aralarında sendikaların da olduğu işçi kuruluşları tarafından yerine getirilir. Politik mücadele (iktidar mücadelesi) öncülük görevi üstelenen parti tarafından yürütülür. Ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda ise işçi kuruluşları oluşturulmalıdır.” Burada dikkat çekici olan sendikaların sadece ekonomik mücadele ile sınırlı tutulmamalarıdır, sosyal ve kültürel alanlarda da çalışma yapmalarının öngörülmesidir. Bu anlamda sendikalarla işçi kooperatifleri, işçi kuruluşları arasında bir fark bulunmamaktadır. Kıvılcımlı böylece sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı gören görüşlerle arasına bir sınır çizer. Bu sınır çizgisi daha sonraki aşamalarda da kendini gösterir. ‘Legaliteyi İstismar’ ile konan teorik çerçevenin ilk somut hayata uygulama girişimi Vatan

Partisi Programı ile yapılır. Sendikalar her şeyden önce ‘Teşkilatlı Milletin’ bir parçasıdır ve mevcut yasalardan farklı olarak çalışan tüm kesimler için öngörülmektedir. Kıvılcımlı daha sonra, 1965 seçimleri ile meclise giren 15 TİP milletvekilinin maaşlarının “orta hayat endeksinden yukarı” olan bölümünü, doğrudan doğruya “İşçi Gönüllüleri Fonu’na yatırmaları” ve bu fondan en az 100 işçi gönüllüsünün yukarda belirtilen görevleri yerine getirmek üzere finanse edilmesini teklif ediyor. Amaç, ‘sendika faciasını’ işçi sınıfı lehine ‘sendika yaratıcılığına’ çevirmek, yani yeniden yapılandırmak. İşte İsmet-Kenan sendikacılığı bu hattın devamcıları idi. Kalıplaşmış ilke ve örgüt biçimleri yerine yeniden yapılanma için her fırsatı değerlendirdiler, ilke ve biçimler günün şartlarına göre değişti, bazen işçi derneği, üretim kooperatifi, bazen gerici bir sendika içerisinde şube örgütlenmesi oldu. DİSK’in son kongresinde yapılan faşizme karşı direniş çağrısı ise, sendikal hareket açısından yeni bir çığırın başlangıcı oldu. Bugün ‘Kenan Budak ölümsüzdür’ demek, onun yürüdüğü yolun bugün bize ne gibi görevler yüklediğini görmeyi gerektirir. Günümüzde sendikaların gündeminde sürekli olarak yeniden yapılanma olması bir tesadüf değildir. Mevcut sendikal örgütlenme modeli sınıfa ya dar geliyordu ya da geniş! Yani vücuda bir türlü tam oturmuyor, elbise yaz-boz tahtasına döndürülmüş. Bu gidişata son vermenin ipuçlarını Kıvılcımlı-İsmet-Kenan hattında bulmak mümkün. Onların düşünce ve davranışları en azından ülkemizde sınıfın sendikal mücadelesi önündeki engelleri aşmamızı kolaylaştıracaktır. Kenanları yaşatmak, ancak sendikalara yeni bir biçim ve içerik vermekle mümkündür.


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

KENAN BUDAK HAYATIYLA YOLUMUZU AYDINLATIYOR

K

enan Budak, 10 Ekim 1951’de Erzincan’ın Tercan ilçesinde doğdu. Ahmet ve Müşkinaz Budak’ın dördüncü çocuğudur. Çiftçilikle geçinen aile, 1956 yılında İstanbul’a göç ederek Zeytinburnu’nun Beştelsiz Mahallesi’ne yerleşti. Tercan’da babaannesi ile bir süre daha kalacak olan Kenan, 1959 yılında İstanbul’a, ailesinin yanına geldi. İlkokulu Zeytinburnu’nda okudu. Ortaokul ikinci sınıftayken de eğitimini yarıda bırakarak çalışma hayatına atıldı. Çeşitli işlerde çalışarak aile ekonomisine katkıda bulundu. 1968-1969 yıllarında gençlik ve işçi hareketindeki canlılık, mahallesinde sevilen bir genç olan Kenan’ı da etkisi altına aldı. Zeytinburnu’ndaki İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği (İPSD) aracılığıyla Hikmet Kıvılcımlı çevresi ile tanışarak işçi örgütlenmesi içinde görev aldı. 12 Mart askeri rejimi sol siyasi faaliyetleri yasaklasa da, Kenan Budak Zeytinburnu’nda çevresine toparladığı gençlerle örgütlenmeyi sürdürdü. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra parçalanan “Doktorcu” hareket içinde, 1974 yılında Kıvılcım gazetesini yayınlayan grubun içinde yer aldı. 1975 yılında Kıvılcım grubu ile birlikte, kuruluşunda Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ne (TSİP) katıldı. Yaklaşık bir yıl sonra, parti yönetiminin Kıvılcımlı’nın görüşlerini terk etmesinin ardından, Kıvılcım grubu ile TSİP yönetimi arasındaki tartışma grubun partiden tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. Bundan sonra Kenan Budak ve yoldaşları için siyasi mücadelenin yeni adresi, 1974 yılında yeniden kurulmuş olan Pahalılık ve İşsizlikle

Mücadele Derneği (PİM) oldu. Kenan Budak parti ve dernek çalışmalarının içinde yer alsa da, asıl enerjisini aktardığı alan sendikal örgütlenmedir. Kazlıçeşme deri işçileri arasında yürüttüğü örgütlenme çalışması, Türk İş’e bağlı Deri-İş’in Kazlıçeşme Şube Başkanlığına, 1974 kongresinde Kıvılcım grubunun adayının seçilmesini sağladı. 1975 yılında aynı işkolunda örgütlü olan bağımsız Bar-Der İş (Bağırsak ve Deri İşçileri) Sendikası’na katılıp başkanlığına seçildi ve bu sendikanın 1976 yılında yine kendisinin kurucusu olduğu DİSK’e bağlı İlerici-Deri İş’e katılmasını sağladı. Yoğun siyasi ve sendikal faaliyetleri nedeniyle sık sık devletin ve sivil faşistlerin hedefi haline geldi. Defalarca gözaltına alındı, hakkında davalar açıldı. Kasım 1976’da uğradığı silahlı saldırıdan yara alarak kıl payı kurtuldu. 1977 yılında Hikmet Kıvılcımlı takipçisi olan grupların birliğini sağlamayı hedefleyen Vatan Partisi’ne katıldı. DİSK’in 1977 yılında yapılan 6. Genel Kurulu’nda DİSK Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. 1978 sonunda Vatan Partisi’nde yaşanan bölünmenin ardından Sosyalist Vatan Partisi (SVP) kurucuları arasında yer aldı. 1980 yılında gerçekleşen DİSK’in 7. Genel Kurulu’nda devrimci demokrat muhalefet grubu içeresinde yer aldı. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından sendikal hareketteki genel yılgınlık ve teslimiyet havasına karşın Kenan Budak, az sayıdaki devrimci sendikacıyla birlikte, hakkında çıkarılan ya-

kalama kararına aldırış etmeden işçi hareketini yeniden ayağa kaldırmak için yoğun bir çaba içerisine girdi. Gizlilik koşulları içinde sürdürdüğü bu zorlu mücadeleyi, bir polis pusunda katledildiği 25 Temmuz 1981 tarihine kadar sürdürdü. Cunta tarafından katledildiğinde SVP MK üyesi ve DİSK Deri İş Başkanı’ydı. Sendikal mücadeleyi devrim ve sosyalizm mücadelesinden ayırmadan sürdüren Kenan Budak, devrimci sendikacılığın simge isimlerinden birisi olarak işçi mücadelesi tarihinde yerini aldı.

KENAN BUDAK ANILIYOR DİSK Yönetim Kurulu üyesi, İlerici Deri İş Sendikası Genel Başkanı, Kazlıçeşme deri işçilerinin unutulmaz önderi Kenan Budak ölümünün 35. yılında da dostları, yoldaşları ve sınıf kardeşleri tarafından anılıyor. 24 Temmuz Pazar günü İstanbul Tabip Odası’nın Cağaloğlu’ndaki toplantı salonunda gerçekleşecek etkinlik 10.00 da başlayacak. Etkinliğin ilk bölümünde, 1960-80 arasında işçi sınıfının DİSK’i, 15-16 Haziranları, Alpagutları, Tarişleri yaratan militan mücadelesi Kenan Budak’ın yaşamından yola çıkarak dönemi yaşamış işçi önderleri, sendikacılar ve bilim insanları tarafından tartışılacak. Aynı gün öğleden sonra gerçekleştirilecek panel-forumda ise sınıfın içinde güncel mücadele yürüten öznelerin kendilerini anlattıkları, tartıştıkları ve deneyim paylaştıkları bir etkinlik gerçekleştireceğiz. Çoğu zaman bir görünmezlik perdesi arkasına itilmeye çalışılan ancak sahada, atölyelerde, fabrikalarda, işçi sınıfı mahallelerinde bin bir emek ve özveriyle yürütülen sınıfı inşa çalışmaları böylece bir kez daha kendisi üzerine düşünmek ve belki de birbiriyle dayanışmanın yeni biçimlerini keşfetmek şansı yakalayacak. Tüm halkımız davetlidir. TARİH: 24.07.2016 PAZAR SAAT: 10.00-18.00 YER: İSTANBUL TABİP ODASI (Türkocağı Cad.No:9 Cağaloğlu İstanbul) KENAN BUDAK SENDİKAL EĞİTİM VAKFI GİRİŞİMİ

SOSYALİST DAYANIŞMA PLATFORMU

19


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI MI YAŞANIYOR? MEHMET AKYOL

İ

ngiltere halkının az farkla da olsa Avrupa Birliği’nden ayrılma önerisine evet demesi önce mali piyasalarda bir fırtınaya neden oldu, kısa bir süre sonra ‘kara cuma’ yaşandı. Borsada kimin neyi alıp sattığı takip edilemez bir hale gelirken tam bir sürü psikolojisi yaşandı. Gerçi oylamadan haftalar önce ekonomi ile ilgili herkes neler olabileceği konusunda uzun uzun tartıştı, evet oyu çıkması halinde birbirine benzer olasılıklar ekonomi sayfalarında yer aldı. Böyle bir durumda İngiliz ekonomisinin hangi yöne gideceği, AB ile ilgili hangi sözleşmeleri yapabileceği, hatta daha ileri gidilip İngiltere olmadan AB’nin

20

nasıl olabileceği, daha da ilerisi AB’nin bir dağılma sürecine mi gireceği tartışıldı. Ancak oylama sonuçları açıklanınca bütün bunların kağıt üzerinde kalacağı açıkça görüldü. Kimse yukardaki soruların cevapları konusunda emin değildi, küresel ekonominin buna nasıl tepki vereceği konusu aradan saatler geçmesine karşın netlik kazanmadı, hatta aradan haftalar, aylar belki de yıllar geçtikten sonra da bu sorulara cevap aranacak gibi gözükmekte. İlk bakışta görünen taş taş üzerinde kalmadığı, değeri değişmeyen bir para birimi veya hisse senedi kalmadı. Küresel ekonomi için durum, dereyi geçerken at değiştirmek gibi. Zaten oldukça kırılgan olan gidişat yeniden bir krize girme tehlikesi ile karşı karşıya. İngiltere’de oylama sonucunu mülteci/göçmen tartışmaları belirledi demek mümkün. Son yıllarda giderek artan İslam düşmanı görünümlü ırkçılık, sadece Avrupa’da politik yaşamı zehirlemeye devam ediyor. Avusturya ve Fransa’nın yanı sıra pek çok ülkede daha şimdiden ırkçı/

sağcı partiler Avrupa karşıtlığı maskelerini yüzlerine geçirdiler. Kötüye giden ekonomi ile birlikte artan sosyal rahatsızlık şimdi Avrupa karşıtlığı ile kendine daha geniş taban bulma peşinde. Önümüzdeki günlerde bazı ülkelerde İngiltere gibi AB’den ayrılma düşüncelerinin gündemi belirlemesi mümkün. Göçmen tartışması, küreselleşmenin kaybedeni olan çalışanların düzene olan tepkilerinin dışa vurmasıdır aslında. Geleneksel sol partilerin sosyal Avrupa hayali ile AB’ye sahip çıkmaları bu tepkilerin giderek daha fazla sağ/ırkçı/muhafazakar partilere yönelmesine neden olmakta. Yunanistan’dan sonra Fransa ve Belçika’da sendikaların öncülüğünde başlayan sosyal hareketler umut ışığı oldular, İspanya’da yenilenecek olan seçimlerin sonucu bu hareketlerin ırkçı/sağcı partilere bir alternatif getirip getirmeyeceğini gösterecek. AB’nin daha başlangıcından bu yana bir kapitalist proje olduğunu söyleyenler ise anti-kapitalist mücadelenin yükseltilmesi

zamanının geldiğini söylüyorlar. İlk ortaya çıktığı serbest rekabetçi koşullarda, ulus denilen sınırlar içerisinde rekabeti coğrafi olarak devre dışı bırakarak gelişen kapitalist model, tekelleşme aşamasında biçim değiştirme sancıları ile karşılaştı. En iyi çözüm coğrafyaları birleştirerek pazarı genişletmekti. Bunun savaş ile değil barış ile olacağını gösteren ABD, yani birleşik devletler (sınırlı da olsa Birleşik Krallık) başarı yolunda ilerledi. 20. yüzyıl boyunca başarılı olmayan pek çok ekonomik-coğrafi birlikler yapılmaya çalışıldı. AB bunların bir istisnası olarak 50 yıllık bir gelişim gösterdi, sürekli olarak genişleme imkanı buldu. Bu sürece paralel olarak gelişen küreselleşme, düzene, pazarı genişletme konusunda daha geniş alternatifler sunmaya başladı. AB ülke sınırlarını aşıp bölgesel pazar olma yolunda adımlar atarken küreselleşme bölgesel pazarları da aşma yolundaydı. Ancak bu sürecin asıl kazananı olan finans-kapitale karşı tepkiler kaçınılmaz olarak ‘ulus-pazarı’ gündeme getirdi. Özellikle iç pazara dönük üretim yapan orta ve küçük işletmeler her yerde yeniden ulus devletleri öne çıkarmak için ‘milliyetçilik’ söylemine sarıldılar. Küreselleşmenin diğer bir kaybedeni olan emekçiler şimdilik bu söylemin peşine takılmış görünüyor. Bir kapitalist proje olarak ortaya çıkan AB’den sosyal bir Avrupa çıkmayacağını çalışanlar bizzat yaşayarak öğreniyor. Ancak gerek sendikalar gerekse de sol partiler bu ham hayallerden kurtulmuş değil. Merkezi bir bürokrasi tarafından sermayeye en iyi koşullarda sömürü düzeni yaratma yerine yerellere dayalı demokratik bir ekonomi yaratma hedefi hiç kuşkusuz işçi sınıfı ve tüm çalışanların kurtuluş yolu olacaktır.


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

GERÇEKLERİN HEP PEŞİNDE OLMUŞ

ŞEBNEM KORUR FİNCANCI

Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. (...) Benim bir tek tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım, ruhumun çığlığından başka bir şey değil. *

A

lfred Dreyfus Fransa’da 1894 yılında hakkında hiçbir delil olmadan casusluk ile suçlandı ve mahkum edildi. Eşinin davayı gündemleştirmesi ile Emile Zola’nın L’ Aurore gazetesinde “Suçluyorum.” başlığıyla yayımlanan Cumhurbaşkanına açık mektubu Fransa’da büyük yankı uyandırdı. Fransa’da Yahudi aleyhtarlığının bir sonucu olarak gelişen ve totaliter rejimi güçlendiren bu büyük haksızlık karşısında akademisyen ve aydınlar da sessiz kalmadı ve Zola’nın mektubunu destekleyen bir bildiri yayınladılar. Düzenin halkı milliyetçilik, Yahudi karşıtlığı (Alfred Dreyfus Yahudi bu arada) söylemleriyle kendi yanına çekme çabaları kısmen başarılı olsa da adalet, eşitlik savunucu aydınlar susmadı bugünlere ilham olan çabaları tarihe geçti. Bizim açımızdan da aydın tavrı, aydının misyonu anlamında tarihi günlerden geçiyoruz. “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildiriyi imzalayan binlerce akademisyen şimdiki dönemin kahramanları oldu. Tutuklanan gazeteciler ve şimdi de Özgür Gündem gazetesi ile dayanışan aydınlar direniş bayrağını onurluca taşıyorlar. Şimdiki saldırılar karşısında aydınlarda görülecek en ufak bir tereddütün, en ufak bir geri adımın olması demokrasi mücadelesi açısından çok büyük olumsuz sonuçlara yol açacaktı. Direniş geleneğinin olmadığı unsurların uğradıkları saldırılar karşısında ne duruma düştüklerini de görüyoruz. Özel-

likle paralelci diye adlandırılarak saldırılan unsurlar ya soluğu yurt dışında alıyor ya da biat ediyor. Bizim aydınlarımızdan da böyle bir tavrı görmek için mi saldırıyorlar bilinmez ama şimdiye kadar yüzümüzü karartmadılar. 20 Haziran günü Özgür Gündem tarafından başlatılan Nöbetçi Yayın Yönetmenliği kampanyasına katıldıkları gerekçesiyle haklarında soruşturma açılan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Şebnem Korur Fincancı, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu ve yazar Ahmet Nesin ‘terör örgütü propagandası’ suçlamasıyla tutuklandı. Şebnem Korur Fincancı’yı 1990’larda gözaltına alınan hemen hemen bütün devrimciler tanırdı. İşkenceyi kanıtlamadaki en önemli kurumun başında idi. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Kurumu’nda uzun yıllar işkencenin saptanması için çalıştı çabaladı. Buradaki konumunun tesadüf olmadığını kendisi bir röportajında belirtiyor. “70’lerde, öğrenciliğimde, hak ihlallerinin çok yoğun olduğu dönemlerdi. İdamlardan işkencelere,

infazlara bütün bunlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim. Dolayısıyla tüm bunların karşısında durmamak, muhalif olmamak mümkün değildi. Bir olayın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyma yollarından biri adli tıp, yani durumu belgeleme. Adli tıbbı düşünerek başlamadım tabi tıp fakültesine. Akademisyen olma hayalim vardı ama yavaş yavaş klinikteki sınırlılıklar beni rahatsız etmeye başladı. Çünkü mekanizma iyi işlemediğinde akademisyen olarak yapacağınız daha sınırlı. Ama belgeleme sürecinde yani adli tıpta öyle değil. Ne olursa olsun mekanizma iyi işlemese de siz eğer iyi bir gözlemciyseniz, delilleri toplama beceriniz iyi gelişmişse bu mekanizmanın dışında gerçekleri ortaya koyabiliyorsunuz. O anlamda yapmak istediklerime çok uydu. Asistanlık döneminde bir işkence olgusunun nasıl örtbas edilebildiğine tanıklık ettim. O zaman kendime bir söz verdim, ‘Bu böyle örtbas edilebiliyorsa, ortaya da konulabilir. Onun için uğraşmak gerekir’ diye.” Adli Tıp Kurumu’nda işkencenin yaygın,

FATMA İNCE

yetkililerin işkencenin üstünü örttüğü 1990’larda, işkenceyi saptayan raporlar verdi. Sendikacı Süleyman Yeter’in öldürülmesiyle, Manisalı gençlere işkence yapılması ve Umut davasıyla ilgili dosyalarda işkenceyi saptadığı raporlar vardı. Yalnızca adli tıp alanında değil insan hakları, barış çalışmaları, işkencenin önlenmesi, kadına yönelik şiddet alanlarında birçok çalışması ve katkısı oldu. En son 3 Mart günü Cizre’ye gitmiş kendi elleriyle bodrumlardan kemik parçaları toplamıştı. İHD ve TİHV görevlileri ile birlikte Cizre’de yaptıkları incelemenin ardından hazırladıkları raporda vahşet bodrumlarında 178’den fazla insanın katledildiğini açıklamıştı. * Emile Zola’nın L’ Aurore gazetesinde “Suçluyorum.” başlığıyla yayımlanan Cumhurbaşkanına açık mektubundan.

21


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

TOHUM ATILDI AYŞE TANSEVER

T

ayip Erdoğan’ın Gezi Parkı’nda topçu kışlası projesini gerçekleştirileceğini ve bunun için “cesarete” ihtiyaç olduğu açıklaması Gezi direnişinin tekrar sahneye çıkma gücü olup olmadığı tartışmalarını doğurdu. Kimin daha cesur olduğunu yakında göreceğiz ama sol güçler sanki biraz güvensiz ve umutsuz gibiler. Gezi Parkı’nın tarihi direnişçileri aradan geçen bunca zaman sonrası tekrar bir araya gelip direniş moduna girebilirler mi? Soruya yurt dışından Gezi Parkı direnişi örneklerine bakarak yanıt bulmaya çalışalım.

2008 kapitalizm krizi ve kemer sıkma politikaları sonrası artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Yeni liberal politikaları uygulayan düzen partileri ömrünü doldurduğu gibi eskinin sol partileri de kitlelere bir umut vermiyorlar. Kitleler kendileri bir takım girişimlerde bulunuyorlar. Protestolar, kampanyalar, grevler, birçok yeni örgütlenme doğuruyor. Protestolar bir gün içinde çıkıp yok olabiliyor ya da haftalarca sürebiliyor, Gezi direnişi gibi tarih yazabiliyor.

22

Yeni liberal politikalar ve küreselleşme dünya ölçüsünde 2008 yılında bir ekonomik krize dayandı. Finans-kapital güçleri, bankalar devlet kasasındaki paralarla kurtarıldılar ve halklar da kemer sıkmaya zorlandı. Birçok yerde “Biz %99’uz” diyen bir Occupy (işgal) hareketi doğdu. ABD’den Avrupa’sına hatta Uzak Doğu’da birçok ülkede Occupy eylemleri yaşandı. Kent alanları uzun dönemli işgal edildi. Bazı yerlere halk meclisleri kuruldu. Egemen güçlerle çatışmalar yaşandı. Bir süre sonra bu Occupy eylemcileri dağıldılar. Bunlardan dişe dokunur bir sonuç elde edilmedi. Hatta ondan sonra tekrar örgütlenme çabaları olumlu sonuçlar vermedi. Bizim işte Gezi Direnişçileri de böyle bir gelecek korkusu yaşıyorlar. Ama gözden kaçırılan bir şeyler vardır. Bu eylemler halklara düzenin birçok gerçeğini öğretmiştir. Halklar bundan sonra yolsuzluklara, kemer sıkma politikalarına, haklarının ellerinden alınmasına karşı direnmeye başladılar. Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı birçok ülkede sokak gösterileri, kampanyalar, grevler, genel grevler başladı. Bunlara çeşitli meslek gruplarından, sendikalara, öğrencilerden,

emeklilere birçok gelir grubu tepki göstermek için sokaklara döküldüler. Yani Occupy ile bazı aktivistlerin eylemleri başka şekillerde kendisini ortaya koymaya başladı. Bir kez düzenin yanlışları ve yapısını halklara göstermişler ve direnişi bilinçlere kazıyan örnek olmuşlardı. Tohumlar serpilmişti. Şimdi AB içinde bu gelişen tohumlara kısaca bakmaya çalışalım. Occupycılar dağıldı ama Yunanistan, Portekiz, İspanya, İzlanda, İrlanda, İngiltere, Belçika ve birçok eski Doğu Avrupa ülkesinde çeşitli biçimlerde halklar iktidar politikalarına karşı direndiler. Yunan halklarının kemer sıkma politikalarına tepkilerinden Occupy değil bir sol Syriza örgütlenmesi doğdu. Bir sonuç alındı mı? Hem evet hem hayır. Halkların çıkarlarını savunan bir iktidarı AB merkezi dinlemedi: “İstemiyorsanız çıkın, gidin.” dedi. Yani sorun sadece gerici ülke iktidarları değil AB’nin merkezinde çöreklenmiş bir avuç finans-kapital güçleriydi. Bu gerçeği yalnız Yunan değil tüm AB yoksul halkları anladılar. Bu kez halkın çıkarının neyi gerektirdiği basamağına çıkıldı. Çıkılırsa halkların durumunun kemer sıkmalardan daha kötü olacağı kararına varıldı ve AB içinden kıta ölçüsünde bir direniş örgütleme gereği anlaşıldı. Adım adım öğreniyor halklar. Şimdi Yunan halkları gene direniyorlar ve kendilerine destek bekliyorlar. Ama iyi öğreniyorlar. Artık Yunan direnişinin tohumları ekilmiş ve yeşermeye başlamış ve tüm AB halklarına örnek oluyor. Bundan sonra AB içinde iktidarlar karşılarında kuzu kuzu duran halk yığınları bulamayacaktır. Aynı dönemlerde İspanya’da kemer sıkmalara karşı yerel özgünlüğünde İndignados (kararlılar) hareketi doğdu. Kent merkezleri işgal edildi, günlerce

tartışan halk meclisleri kuruldu. Buna İspanya’nın Gezi direnişi denebilir. Sonra yavaş yavaş dağıldılar. Sonra yerel seçimlerde Madrid, Barselona gibi önemli kentleri solcular aldılar. Genel seçimlerde de Indignados karşımıza Podemos olarak çıktı. Seçimler yapıldı ve sağ geleneksel gerici partilerden hiçbiri iktidar olacak çoğunluğu ele geçiremedi. Halklardaki İndignados geleneği tohumları yeşeriyordu. Podemos ve eski gelenekli sol güçlerde birleşemediler. Bu ay içinde seçimler yenilenecek ve siz bu yazıyı okuduğunuz sıralarda kamuoyu yoklamalarına göre Podemos ve sol güçler birliği Podemos Unidos oylarını arttırarak birinci ya da ikinci parti olacaktır. Yani İndignados İspanya’da da tohumları ekmiştir. Halk çıkarlarını savunan bir parti şekillenmiştir. Kapitalizmin anavatanlarından biri olan İngiltere’de Occupycıların ektiği tohumlar gerici İşçi Partisi liderliğine sol bir isim Corbyn’i oturttu. Başarılı bir alternatif muhalefet yürütürlerse gelecek seçimleri kazanabilirler. Hatta şimdi halkların yarısı AB topluluğuna karşı duruyor. İşçi Partisi’nin Syriza gibi topluluk içinde kalıp onu tepeden ele geçirme tezinde henüz sol güçler hem fikir değiller. Daha yaşanacak deneyler var gibi gözüküyor. Ama halklar artık eskisi kadar kandırılamıyor ve düşünmeye zorlanıyorlar. Fransa “sosyalist” iktidarı çalışma yasasında işverenlerden yana değişiklikleri yaptıktan sonra parlamentoda oylamaya sunmadan Başkan Hollande özel yetkilerini kullanarak yasayı imzaladı. İmzalar imzalamaz da ilginç bir olayla Occupy direnişçileri ortaya çıkıverdiler. Bir fabrikadaki işçilerin direnişini anlatan “Merci Patron” diye bir filmi seyreden eylemciler film sonrası Paris meydanlarını işgal


Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

edip düzene karşı öfkelerini dile getirmeye “Geceleri Sokakta” eylemlerine başladılar. Çok başarılı bir eylem oldu ve birçok Fransa kentine yayıldı. Mayıs ayında dünya kongresini topladılar ve Avrupa çapında protestolarını Haziran başında yaptılar. Gece Sokaklarda direnişini Occupy gibi tüm Avrupa’ya yaymaya çalıştılar. Ekilen bu tohumlar bu kez radikal ve radikal olmayan sendika işçilerine yayıldı. Ardından öğrenciler desteğe başladılar. Fransa’da birkaç yıl önce eğitim ve sağlık reformları sırasında başlayan olaylar tekrar bu kez daha yüksek seviyeden başladı. Ülkede uçaklar durdu, benzin istasyonları benzinsiz kaldı. Taşıma işçileri yolları işgal ettiler. Tüm Avrupa ilericileri destek veriyorlar. Fransa’da da yeni sol örgütlenmeler şekilleniyor, iktidar partilerinin şansı azalıyor. Ve de ilginç olarak bu ortamda Faşist Le Pen Partisi de güçleniyor. Ama halklar eskisi gibi kuzu değillerdir. Kaderlerini ellerine alma yoluna çıktılar. Direniş çiçek açıyor, meyve vermeye hazırlanıyor.

renişinin merkezi konumunda çeşitli forumlar ve eylemler düzenleniyor. Kıtada yaşananları çok yakından izliyor ve dersler çıkarıyorlar. Alanların işgali, Occupy, Gezi örneği birçok olay yaşanıyor. Kapitalizmin merkezi ABD ise Occupy hareketinin en canlı yaşandığı ülke oldu. Neredeyse her kentte bir yer işgal edildi. Sonra bu işgaller işçilere cesaret verdi. Ünlü öğretmen grevleri yaşandı. “25 dolar günlük asgari ücret” vs. gibi birçok kampanya başladı. Birkaç kent direnişinde polis tek tek zencileri öldürmeye başlayınca “Black Lives Matter” (Siyah Hayatı Önemlidir) hareketleri tüm ülke çapında yayılmaya başladı. Occupy tohumları tüm ülkede değişik protesto ve direniş biçimlerine örnek olmuştu.

Daha dün İtalya’da yerel seçimler yapıldı ve oranın Syriza ve Podemos örneği Beş Yıldız Hareketi ülkenin iki önemli kenti Roma ve Tulin’de kazandılar. Önümüzdeki seçimlerde bu AB’den çıkmayı savunan hareket iktidar olma şansına sahiptir. Yıllardır bu ülkede anti-kapitalist eylemler, Roma yangınları, işgaller halklarda bir birikim yarattılar. Onlar direniş tohumlarını ektiler. Bu ülkede de geleneksel sağ partiler halkın güvenini yitirdiler, düzene alternatif güçler yeşeriyor.

Bütün bu tohumlar kapitalizmin merkezi ABD’de inanılmaz bir şey doğurdu. Başkanlık seçimlerine Demokrat Parti adayı Clinton karşısına “demokratik sosyalist” olduğunu ilan eden Bernie Sanders rakip olarak çıktı. Sosyalistliği tartışılabilir ama ne olursa olsun bu aday kapitalizmin merkezi bir ülkede çok radikal bir oluşumdur. Sanders 12 milyondan fazla oy aldı. 22 yerleşkede seçimleri kazandı. Ayrıca seçim kampanyasını aynı İngiltere’de Corbyn gibi halkın bağışları ile finanse etti. Yani Occupy tohumları aynı adla olmasa bile başka örgütlenmeler ilham kaynağı olmuştur. Bu kitlenin önümüzdeki dönemde başka eylemlere gebe olduğu kesindir. Örneğin son günlerde “ABD üstlerine hayır!” eylemlerine yüz binler katıldı.

Eski Doğu Avrupa ülkeleri de güney ve batılarındaki bu halk hareketlerinden etkileniyor. Onlar eski sosyalist düzeni yaşamış olarak başka süreçlerden aynı noktaya doğru evrimleşiyorlar. Onlar daha çabuk öğreniyorlar. Bosna Hersek, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan’da birçok kez Batı yanlısı, yolsuz iktidarlar devrildi. Hırvatistan başkenti Zagreb, bölgenin di-

2008 kapitalizm krizi ve kemer sıkma politikaları sonrası artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Yeni liberal politikaları uygulayan düzen partileri ömrünü doldurduğu gibi eskinin sol partileri de kitlelere bir umut vermiyorlar. Kitleler kendileri bir takım girişimlerde bulunuyorlar. Protestolar, kampanyalar, grevler, birçok yeni örgütlenme doğuruyor. Protestolar bir gün içinde çıkıp yok olabiliyor ya da

haftalarca sürebiliyor, Gezi direnişi gibi tarih yazabiliyor. Bir örgütlenme kuruluyor, kapanıyor ama arkasından yenisi doğuyor. Tohumlar serpilmiştir. Artık sol düşünceler belirli sosyalist partiler ya da grupların tekelinden halkların içine doğru yayılıyor. Sol düşünceler parti tekellerinden çıkıp sıradan halkların parçası olma yolunda. Çeşitli meslek grupları, sendikalar, öğrenci örgütlenmeleri, gruplar ayrı ayrı seslerini duyurma, düzene bir alternatif arama ihtiyacını duyuyorlar. Aktifleşiyorlar. Doğru bu örgütlenmeler, işgaller, protestolar bir süre sonra sönüyor. Kapanıyorlar, yok oluyorlar. Hatta kimisi günlük, haftalık oluyor. Kimisi ise bizim Gezi direnişi gibi tarih yazmış oluyor. Politik sahnede değişen bir şeyler vardır. O kapanan örgütler, biten grevler direnişler aslında artık dünya ölçüsünde ekilen tohumların yer yer yeşermesidir. Hepsi birikiyor.

Bu birikim aynı Syriza, Podemos gibi bizde de Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) doğurdu. İktidar öyle korktu ki bunlara savaş açtı. Ama ne yaparsa yapsınlar her yaptıkları onları ölümlerine yaklaştırıyor. İktidar güçleri sıkıştıkça halkların sesini kısmak için yeni yollar arıyor. Bir düşünün Gezi direnişinden sonra bu iktidar kaç tane yeni yasa ile kaç kişiyi içeri attı, kaç kişinin hakkını gasp etti, kaç kişinin canını aldı, emeğinin karşılığına el koydu. Gezi direnişinin kitlesi giderek çoğaldı. Belki onlar sokaklarda boy göstermediler ama bekliyorlar. Artık ağaç kesmeye karşı olarak mı yoksa başka şekillerde mi ortaya çıkar bilemeyiz. Ama cesaretlerin yarış edeceği bir dönemdeyiz. Hiç merak etmeyelim. Adı Gezi olmasa bile AB ve ABD’de olduğu gibi başka bir adla da olsa o ekilen tohumlar yeşerecektir. Hiç şüphemiz olmasın. Sabır.

23


E C İ L , N İ B Y A S U N , E R Z İ N İ C Ç İ A M Ş I ŞI DAYAN R A K A M I K YI

! M I L A Y A V I S I R A L L O K


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.