Sosyalist Dayanışma Dergisi Mart 2016 41. Sayı

Page 1

Fırtınalı Günlerde Umut Olmak Devrimcinin Görevidir Gençlik, Yoksul Mahallerimizin Savunma Gücüdür!

Fiyatı: 2 TL

YIL:6 SAYI:41 MART 2016

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

Savaş ve Diktatörlüğe Karşı Barış ve Demokrasi Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Dağıtılıyor 8 Mart’ın Tarihi Coşkusuyla Direniyoruz! Direneceğiz! Emeğimizin Tasarrufu Bize Aittir! Kiralanamaz, Satılamaz, Satın Alınamaz! Cumhuriyet Nereye? 5 Maddede Kıdem Tazminatı Fonu ve Geleceğimiz “Yarın Ayakta Kalman İçin Bugünden Hazırlanmalısın” Cerattepe Bize Sesleniyor: Başka Yol Yok, Direneceğiz! Sendikalarımızın Nicel Gerçekliği Bir Musibet Bin Nasihattan İyidir Ölülerimize Karşı Borcumuzu Ödemek... Devrimci Şiddet ve Adalet


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

MEHMET LATİFECİ DİRENEN HALKLARIMIZIN MÜCADELESİNDE YAŞIYOR!

TKP/Kıvılcım üyesi Mehmet Latifeci yoldaşı şahadetinin 21. yılında saygıyla anıyoruz.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 41 Mart 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

90’lı yıllar Türkiye ve Kürdistan tarihinde özel bir dönemdir. 80 darbesinin etkileri henüz geçmemişken Kürt halkının yükselen mücadelesini kırmak ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni her alanda yalnızlaştırarak yok etmeye dönük operasyonlarını sistematikleştirilmişti. Kırlarda şiddetlenen savaş kentlerde sokak infazlarına varan ve politik olarak imha Kürt Özgürlük Hareketi’yle birlikte bütün devrimci örgütlere yönelmişti. Devletin bu saldırısını boşa düşürecek yegâne yol halkların kardeşliği sloganını pratikte somutlaştırmak ve Kürt Özgülük Hareketi’yle dayanışmayı yükseltmekti. Hareketimiz bulunduğu her alanda devletin bütün saldırılarına rağmen ezilenlerin birlikte mücadelesini savunan çizginin taşıyıcısı olmuştur. Antakya’da devrimci faaliyetin gelişmesinde öncü rol oynayanlar arasında yer alan Latifeci hareketimizin Kürt Özgürlük Hareketi’yle kurduğu ittifaklar ekseninde Samandağ DEP’in başkanlığını üstlenmiştir. Arap Alevi olan Latifeci kişiliğiyle bölge halkının güvenini kazanmış DEP’in örgütlenmesinde önemli bir yer edinmiştir. Hareketimizin ve DEP’in halk üzerinde yarattığı etkiyi kırmak özelde de Kürt halkıyla kurulan kardeşlik köprüsünü yıkmak için devletin kontrgerilla çeteleri devreye sokulmuştu. 30 Mart 1995’te Arap halkının yiğit devrimcisi Mehmet Latifeci ve babası Yahya Latifeci çeteler tarafından katledildi. Latifeci, Arap halkının deforme edilerek yok edilmek istenen dilinin, kimliğinin kendisini geleceğe taşınmasını omuzlarına alan bir devrimcidir. Latifeci Kürt halkına dayatılan imha ve inkâra karşı halkların kardeşliği sloganının Antakya’da yaşayan halklara taşıyan bir önderdir. Latifeci, devletin dayattığı savaş politikalarına, şiddete tutuklamaya, sokak ortasında infaza ve politik liberalizme kaçışa karşı partinin yılmaz bir savunucusudur. Latifeci gelenektir!


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

FIRTINALI GÜNLERDE UMUT OLMAK DEVRİMCİNİN GÖREVİDİR

Ü

lke Erdoğan ve halk düşmanı müttefikleri eliyle büyük bir hızla uçurumun kıyısına taşındı. Türk Devleti’nin kuruluşundan bu yana hiç vazgeçmediği iki bariz karakteri, Kürt düşmanlığı ve açık işçi düşmanlığı bir arada bir kez daha sahne almış durumda. “Kürt insan gibi yaşamasın diye” bütün Ortadoğu’yu ateşe sürükleme iradesi Türk Devleti’ni büyük bir hızla felakete sürüklüyor. ABD ve Rusya, Suriye’de 27 Şubat’ta IŞİD ve El Nusra dışındaki tüm güçlerin arasında ateşkes sağlandığını açıklıyor, Türkiye ruh ikizi Suudi Arabistan ile havalara sıçrıyor. “Hayır olmaz savaş devam edecek, yol açtığımız büyük katliam biz bitti diyene kadar bitmeyecek, desteklediğimiz insanlık düşmanı kan içiciler kelle kesmeyi sürdürecek.” Erdoğan muhtarlar konuşmasında “YPG’yi vurmuyorsanız El Nusra’ya neden saldırıyorsunuz?” diyerek El Kaide’nin avukatlığına soyunuyor. Suudi Arabistan uçakları İncirlik üssünde konumlanıyor. Ortadoğu’nun bir ayağı çukurda iki mahalle kabadayısı çaresiz bir biçimde son kozlarını oynuyorlar. Şurası çok açık ki Türkiye bundan sonra hangi çılgınlığa kalkışırsa kalkışsın Suriye’de aldığı yenilgiyi döndürebilmesi imkansız. Erdoğan, bundan sonra komşu bir ülkenin karşı karşıya kaldığı yıkımın baş mimarı olarak hatırlanacak. Ege Denizi’ni bir Suriyeli mezarlığına çeviren, canım Halep şehrinde taş üstünde taş bırakmayan IŞİD, Nusra, Ahrar ül Şam çetelerinin hamisi Türkiye, Ermeni ve Kürt kırımlarının üzerine bir tarihsel vebal ile daha hatırlanacak. Oysa Erdoğan cepheden gelecek zafer haberleri üzerine inşa edeceği bir Başkanlık referandumunun peşrevlerini çekmekle meşguldü. Bu peşrevlerin

kendisini bir yandan güçlendirirken bir yandan da yalnızlaştırdığının çok iyi farkındadır. Elini çabuk tutmak istemektedir. Çünkü Suriye’de yaşanan yenilgi, Rojava’nın giderek istikrar kazanması Kürtlere karşı içeride açılan savaşın sürdürülebilmesini de bu savaş üzerinden bir araya getirilen devlet ittifakının da istikrarını tehlikeye sokuyor. 1 Kasım’a gidilirken ülkeye istikrar vaat eden liderin çılgınlıkları ülkeyi bir iç savaşın içerisine attı. Ankara’daki son saldırı Kürdistan’da büyük bir vahşet biçimine dönüşen savaşın Batı’ya da adım adım sirayet edeceğinin göstergesi. Sürdürülen savaşın yarattığı istikrarsızlığın bedelini ödemekten bıkkın düşmeye başlayan sermayeye destek için halk bir kez daha soyulmak isteniyor. Rusya ile girilen hesapsız savaş halinin ekonomik faturası belirginleştikçe turizm sektöründeki yıkım daha da açıkça ortaya çıkıyor. Davutoğlu kesenin ağzını 1300 otelin satılığa çıkmasına yol açan krize çözüm bulmak için açıyor. Küresel krizin yeni bir zirvesinin yakınlaştığı, piyasaların bu sefer de büyük bir finansal çalkantı beklentisinden bahsettiği bir dönemde AKP işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden alarak ve sömürü oranlarını arttırarak sermayeye omuz veriyor. “Kıdem meselesini en kısa sürede halledeceğiz” diye patronlara sözler veriliyor. Özel istihdam büroları ile işçileri tamamen köle koşullarında çalıştırmayı hedefleyen düzenlemeler jet hızıyla meclise taşınıyor. Savaş/iç savaş açmazıyla tüm toplumu ciddi bir güvenlik krizi ile karşı karşıya bırakanlar işçileri de güvencesizlik ile sömürüye daha açık hale getirme azmindeler. Ancak tüm ülke AKP’nin karanlığı ile dolu değil elbette ki… Cerattepe’de ayağa kalkan umut var mesela. Davutoğlu,

Cerattepe’den doğan güneş savaş zokasıyla evlere hapsedilmiş insanları yeniden sokaklara doldurur diye apar topar geri adım atmak zorunda kaldı, Erdoğan’ı ve hempalarını da kızdırmak pahasına. Bursa’da, Trakya’da, Gebze’de asgari ücret zamlarının maaşlarına yansıtılması için ayaklanma provaları yapan borç batağında çırpınan işçiler var. Kadın cinayetlerine karşı yürüyen kadınlarla barış mücadelesinin en önündeki kadınlar bir arada. AKP’nin savaştaki ısrarını kırmak adına günlerdir Sur’da, Cizre’de, İdil’de direnen Kürt gençleri var sonra. Cebeci Kampüsü’nü polis işgaline karşı savunan gençleri de sayın. Hem patronlarına hem de sendikalarına karşı direnen Şişecam işçileri var. Her türlü zorbalığa rağmen isyandan, direnişten, ısrar etmekten geri durmayan devrimciler var. Cerattepe en çok şunu gösterdi: Kendi meselen için en güçlü bir biçimde ayağa kalkman diktatörlüğe karşı yapılacak en doğru iştir. Her mücadele için en geniş kesimleri bir araya getirebilmek, toplumun tüm ezilen öbeklerinin kendi sorunlarını ekseninde politikleşebilmesinin, direnebilmesinin önünü açabilmek gerçek yüklenilmesi gereken halka budur. Her mücadele birbirini hemen anlamayabilir, birbirinin önceliklerine burun kıvırabilir, hatta zaman zaman birbirine devletin gözlükleri ile de bakabilir. Fakat Cerattepe’de ağzında tıbbi maske ile kentini savunurken 70 yaşında ülkedeki faşizmi keşfeden amca gibi işçiler, ezilenler ancak mücadele içinde öğrenir ve örgütlenir. Bu mücadeleleri büyütürken bir yandan birbirini anlamasını sağlayacak politik bilinci taşımak ise politik aktörün görevidir. Politik aktör, bu mücadeleleri birleştirebilmesini imkansızlaştıracak hatalardan uzak durmalı, kurtuluşun ancak birlikte olabileceği

M. SİNAN MERT

Cerattepe en çok şunu gösterdi: Kendi meselen için en güçlü bir biçimde ayağa kalkman diktatörlüğe karşı yapılacak en doğru iştir. Her mücadele için en geniş kesimleri bir araya getirebilmek, toplumun tüm ezilen öbeklerinin kendi sorunlarını ekseninde politikleşebilmesinin, direnebilmesinin önünü açabilmek gerçek yüklenilmesi gereken halka budur.

yalın gerçeğinden bir an bile şüpheye düşmemelidir. Birlikte kazanmaktan başka şansımız yoksa kazanabilmek için birbirimizi doğru anlayabilmek ve anlatabilmek öncelikli görev. Erdoğan sonsuza kadar sürdüremeyeceği bir gerilimle kendi cephesindeki çatlaklara da gerilim yüklemeye devam ediyor. Ezilenler bir umudun, doğru, kararlı bir önderliğin arayışı içerisinde. Direne direne, örgütü büyüte büyüte umudu dirilteceğiz!

3


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

GENÇLİK, YOKSUL MAHALLELERİMİZİN

SAVUNMA GÜCÜDÜR!

SALİH İNCESOY

S

aray faşizminin inşası, hız kesmeden sürüyor. Diktatörlüğün attığı her adımda öfke birikiyor, isyan mayalanıyor. Bu gerçeği gören faşist diktatörlük, öfkenin akacağı kanalların yaratılmasından korkuyor; sokağa ve sokağın öncü iradelerine saldırdıkça saldırıyor. Faşizm durmuyor, duramıyor; durursa, hız keserse halklarımızın patlayacak öfkesinde boğulacağını biliyor… Bu ölüm kalım günlerinde gençliğin rolü son derece önemli! Yoksulların bayramı olacak isyanın, bugünden müjdecisidir gençlik. Hışımla saldırılan sokağın en militan unsurudur. Hesapsız kitapsız atılganlığıyla özgürlük ruhunun taşıyıcısıdır. Umudun ilk elden bekçisidir. Dünyanın adaletsizliğin yaşandığı her karış toprağında bu böyle. Ve bu nedenle diktatörler gençlikten çok korkar; korksunlar! “Korkunun, ecele faydası yok” diyelim ve faşist diktatörlüğün ömrünü kısaltmak için üzerimize düşen acil görevlere gelelim. Yoksul sokaklarımızı faşist diktatörlüğe terk etmeyeceğiz!

Diktatörlük, yüreğini ağzına getiren Gezi isyanından dersler çıkarttı. Yeni isyanların önünün alınması için sokak yasak! Sokakta en küçük bir buluşma, yoğun bir şiddetle karşılık buluyor. Açık çağrılı buluşmalar, abluka altına alınıyor. Bu azgın saldırılar, insanlarımızda doğal olarak bir tedirginlik yaratıyor. Kitlesellik sağlanamıyor. Ne yapacağız? Her dönem, kendi eylem biçimini yaratır. Açık çağrılı buluşmalar abluka altına alınıyorsa, sokağa çıkmanın başka yolları da vardır. Sokak eylemlerinde kitlesellik sağlanamıyorsa, öfke farklı biçimlerde kitlesellikle açığa çıkartılabilir. Polisin tüm saldırı araçlarıyla ablukaya aldığı mahallelerimizde 10-15 kişilik sokak buluşmalarının bile faşist diktatörlüğü nasıl ürküttüğü görülmelidir. Öfkeyle vurulan tencerelerden çıkan seslerin sokaktan sokağa yayılması karşısındaki çaresizlikleri ve panikleri, onları mahallerimizde tam bir işgalci psikolojisine sokmaktadır. İşgalci, bu sokakların yabancısıdır, istenmemektedir, insanlarımızın öfkesinin, nefretinin nesnesidir. Sokaklardan büyüyen seslerin onlarda yarattığı tedirginliğin kaynağı, işgalciye işgalci olduğunun derinden hissettirilmesidir. Gençlik, dönemin gerektirdiği yaratıcı tarzların öncülüğünü yapmalı, ne pahasına olursa olsun bizim olan sokaklarımızı canlı tutmalıdır.

Faşist diktatörlüğün çetelerine karşı halklarımızı savunacağız! Faşizmin inşası sürecinde diktatörlük, resmi silahlı güçleri dışında farklı araçları da üzerimize salıyor. IŞİD çeteleri başta olmak üzere çeşitli cihatçı unsurlar ve cezaevlerinden salınan mafya grupları bugün ciddi birer tehdit olarak karşımızda duruyor. Hatırlanacağı gibi ilk olarak batıda gelişen Kobane isyanlarında organize bir biçimde karşımıza çıkartılmışlardı. IŞİD belasıyla birlikte tehdit, çok daha ileri bir seviyeye tırmandı. Önce HDP parti binalarına ve mitinglerine yönelik bombalı saldırılar, ardından Suruç ve Ankara katliamı. Faşist diktatörlük, halklarımızı sindirmeyi, sokağa çıkışı engellemeyi hedeflediği bu tarz saldırılarda hep IŞİD’i kullandı. IŞİD’in kısa vadede kırılamayacak toplumsal desteği, kurmayı hedefledikleri devlet sınırları içerisinde Türkiye’nin de yer alması ve binlerce Türkiyeli silahlı savaşçıya sahip oldukları gerçeği göz önüne alındığında tehdidin boyutu açığa çıkar. Başta Alevi halkımız olmak üzere insanlarımızı tedirgin eden bu tehditlere karşı güçlü bir savunma hattının inşa edilmesi gerekmektedir. Gençlik, yoksul mahallelerimizin ve halklarımızın savunma gücü olarak en önde yer almalıdır. Bu konu, ertelenemez, ihmal edilemez acil bir görevdir! Toplumsal çürümeye karşı halk savunmasını öreceğiz! Yoksul mahallelerimizin müzmin illeti uyuşturucu ve çeteleşme… Varoşlarda, dünden bugüne gücünü büyüten bir tehdit.

4

Bir mahallemizde (Ataşehir 1 Mayıs Mahallesi) uyuşturucu satıcısı gencin üzerinden çıkan uyuşturucu maddeyi eline alıp havaya kaldıran bir mahalleli şöyle seslenmişti: “Bizleri akrepleriyle, TOMA’larıyla teslim alamadılar ama işte bununla teslim alıyorlar!” Bir cümleyle anlatılmak istenen şey gayet net: “Yoksul isyanın öncü gücü olması gereken genç hayatlar uyuşturucuyla çürütülüyor, adaletsiz düzen kendisini geleceğe taşımayı bu yolla da garanti altına alıyor.” Tekrar altını çizelim; bugün bu tehdit düne göre daha ileri seviyede. Dünün ufak tefek uyuşturucu çeteleri, bugün devletle güçlü bağları olan geniş çaplı organize mafya örgütlerine dönüşmüş durumda. Hasan Ferit olayı, çarpıcı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İşimiz dünden daha zor. Gençlik, dün olduğu gibi bugün de uyuşturucuya, çeteleşmeye, mafya örgütlerine ve toplumsal çürümenin tüm kaynaklarına karşı halk savunmasının öncü gücü olmalıdır. Tehdidin yeni seviyesine karşı savunmayı sağlayacak örgütlenmesini geliştirmelidir. * * * Görevler bizleri bekliyor! Halklarımızın acılarını dindirmek, tükenen ve tükendikçe daha da saldırganlaşan faşist diktatörlüğün ömrünü kısaltmak için görev başına! Apartman bodrumlarında, sokaklarda, meydanlarda, diktatörlüğün bombalarıyla yitirdiğimiz o güzel insanlarımıza sözümüz olsun ki; bedeli ne olursa olsun; DİRENECEĞİZ, SAVAŞACAĞIZ, KAZANACAĞIZ!


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

SAVAŞ VE DİKTATÖRLÜĞE KARŞI BARIŞ VE DEMOKRASİ

T

ürkiye’de savaş bloku iyice belirginleşti. Kürt düşmanlığı ekseninde oluşan AKP-Özel Harp Dairesi ittifakına Baykal, Feyzioğlu, Perinçek gibi ulusalcılar ve Doğan Medya grubu da eklendi. Siyasi gericiliğin bu odakları tam bir domuz topu oldular. Artık Türkiye’de barış ve demokrasi talep eden herkes karşısında bu ittifakı bulacaktır. Her ne kadar aralarındaki ilişki pürüzsüz değilse de şimdilik Kürt özgürlük hareketine karşı birleşmiş görünüyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi, Temmuz ayından beri devam eden büyük saldırıya karşı kendi yöntemleriyle cevap veriyor. Devletin savaş politikasına karşı ağır bedelleri göze alarak kentlerde silahlı direnişi yükseltmeye çalışıyor. Ülkenin batısında ise hep olduğu gibi büyük bir sessizlik hâkim. Tüm kıymetli çabalara rağmen güçlü bir barış ve demokrasi cephesi oluşturulamadı. Gezi isyanı ve 7 Haziran seçim zaferiyle kazanılan özgüven, savaşın başlaması ve mitinglerin bombalanmasıyla dağıldı. Başta HDP olmak üzere demokrasi güçleri, savaş koşullarında demokratik mücadele yürütmenin zorluklarıyla baş etmede yetersiz kaldı. Ancak görünürdeki bu “sessizlik” bizi umutsuzluğa sürüklememeli. Akademisyenlerin çıkışının yarattığı heyecanla faklı toplumsal kesimlerin barış ve özgürlük taleplerini bir kez daha güçlü bir şekilde seslendirmesi ve ardından Artvin’deki büyük toplumsal direniş hepimize Gezi isyanı günlerini hatırlattı. Şovenizm ve savaş taraftarlığı ülke nüfusunun neredeyse yarısına sirayet etmişken, bir o kadar insan da savaşı ve Erdoğan’ın savaş yoluyla kurmak istediği yeni rejimi sorguluyor. Barış ve demokrasi isteyenler savaş ve diktatörlüğü arzu edenlerden daha az değiller. Ancak daha örgütsüz ve dağınık

oldukları kesin. Bu yüzden savaşın ve şovenizmin sesi baskın görünüyor. 10 Şubat günü Barış İçin Herkes girişiminin İstanbul’da Şişli Kültür Merkezi’nde düzenlediği etkinliğe katılımın yoğunluğu da bize barış talebinin toplumda önemli bir karşılığı olduğunu bir kez daha gösterdi. Kısa süreli bir hazırlığa rağmen 700 kişilik salonun 1500 kişiyle tıka basa dolması ve katılımcıların ruh hali, toplumdaki barış ve demokrasi talebinin kendisine akacak bir mecra aradığını gösteriyordu. İmzacı inisiyatiflerin oluşturduğu Barış İçin Herkes girişimi, ihtiyaç duyulan bu mecrayı ne kadar açabilir önümüzdeki günler gösterecek. Meslek gruplarından gelen ve şimdilik imza vermekle sınırlı görülen barış çağrısı, eğer esnek ama kalıcı bir örgütlülüğe dönüşebilirse bu sürecin en önemli kazanımı olacaktır. Altı dolu bir barış talebi, siyasi iktidarın bütün yatırımını savaşa yaptığı bu siyasi koşullarda son derece radikal ve devrimci bir taleptir. Ancak Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın ancak Kürtlerin haklı statü talebinin karşılanmasıyla sağlanabileceğini halka anlatabilmek zorundayız. Barışın çatışmasızlık olmadığını, ancak toplumsal adaletin sağlanması yoluyla inşa edilebileceğini geniş halk kesimlerine anlatmak durumundayız. Türkiye’nin doğusunda, Suriye ile Irak’ın kuzeyinde ve İran’ın batısında Kürtler yaşar ve Kürtlerin yoğun olduğu bu coğrafyaya Kürdistan denir. Dünyanın devletsiz en kalabalık nüfusu olan Kürtler bütün halklar gibi kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Türkiyeli Kürtler bu ülkenin sınırları içinde ama yerel özerkliğe dayalı demokratik bir model içinde yaşamak istiyorlar. Ana dillerinde eğitim almak ve kültürlerini özgürce geliştirmek

istiyorlar. Kimliklerini anayasal bir güvenceye kavuşturmak istiyorlar. Aslında en temel insan hakları olan bu talepler yüz yıldır devlet zoruyla bastırılıyor. İşte cumhuriyet tarihindeki sayısız isyanın ve günümüzdeki yoğun çatışmaların zemininde bu toplumsal/siyasal adaletsizlik yatıyor. Bu hakikatle yüzleşmeden sahici bir barış mücadelesi yürütmek mümkün değildir. AKP iktidarı, başlangıçta bu yüz yıllık devlet geleneğini reddedip Kürtlerle diyalog yolunu açacakmış gibi bir izlenim yarattı. Ancak ne zaman ki çatışmasızlıktan yeni oylar devşiremediğini gördü, o zaman müzakere masasını devirerek savaş politikasına döndü. İçinde bulunduğumuz savaş ve çatışma ortamı Saray’ın ve AKP’nin siyasi tercihidir. Kürt hareketinin bu savaş politikasına verdiği tepkinin doğruluğu yanlışlığı ayrı bir tartışma konusudur. Öncelikle müzakere masasının Saray tarafından devrildiğini ve savaşın Saray tarafından başlatıldığını net bir şekilde ortaya koymak gerekmektedir. Bu yüzden barış hareketi öncelikle devletin savaş politikasına karşı durmalıdır. Üstelik Saray’ın savaş politikası, sadece Kürt hareketinin bastırılmasını hedeflememekte aynı zamanda Türkiye’de rejim değişikliğini de hedeflemektedir. Kürt hareketini ezme arzusuyla başkanlık sistemi arzusu iç içe geçmiş durumdadır. Dolayısıyla Türkiye’de oluşacak bir barış hareketi ister istemez bir demokrasi hareketi de olacaktır. Biz Türkiye’nin batısındakilerin kaybedecek daha fazla zamanı yok. Barış İçin Akademisyenler’in ve Artvin direnişçilerinin gösterdiği yolda, iş yerimizde, mahallemizde, okulumuzda barış ve demokrasi talebinin açığa çıkması ve bu temelde kalıcı halk örgütlenmeleri yaratılması için var gücümüzle çalışmalıyız.

FİKRET KIZILTAN

Altı dolu bir barış talebi, siyasi iktidarın bütün yatırımını savaşa yaptığı bu siyasi koşullarda son derece radikal ve devrimci bir taleptir. Ancak Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın ancak Kürtlerin haklı statü talebinin karşılanmasıyla sağlanabileceğini halka anlatabilmek zorundayız. Barışın çatışmasızlık olmadığını, ancak toplumsal adaletin sağlanması yoluyla inşa edilebileceğini geniş halk kesimlerine anlatmak durumundayız.

5


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

ORTADOĞU’DA KARTLAR YENİDEN DAĞITILIYOR M. SİNAN MERT

Türkiye ise Arap Baharı sonrasının bölgedeki en büyük kaybedenlerinden biri olmaya doğru ilerliyor. Erdoğan’ın kendisine duyduğu aşırı güvenin dış politikaya projeksiyonu böylesi bir garabet yarattı. Ortadoğu’da sınırların yeniden çizileceği ve bu yağmadan mutlaka pay alınması fikrinin finans kapitale ve Erdoğan’ın baş destekçisi inşaatçı Anadolu Sermayesine çok sıcak görünmüş olması Erdoğan’ın bu dış politikanın belirlenmesindeki kişisel vizyonunun önemini ortadan kaldıramaz.

6

O

rtadoğu’nun üzerinde yükseldiği dengeler çatırdıyor. Yeni bir denge durumuna ulaşılana kadar bölgeden daha çok toz kalkacak gibi görünüyor. 2003 sonrasında Suudi Arabistan-Mısır-İsrail-Türkiye çatısı üzerinde istikrar kazandırılmaya çalışılan bölgede önemli bir karakter değişikliğine yol açacak gelişmeler yaşanıyor. ABD’nin İran ile anlaşması ve bu ülkeye karşı yürütülen ambargonun kaldırılması hiç kuşku yok ki en temel dönüşüm etkenlerinden bir tanesi. İran 1978 sonrasında temel bir uluslararası aktör olarak sahne alıyor. Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında bölge siyasetinde etkinliği giderek artan İran, bu anlaşma ile önemli bir uluslararası meşruiyet kazanıyor, ambargonun kalkmasının ekonomik getirileri ise İran rejimini daha da istikrarlı bir hale getiriyor. Ambargonun kalkmasının en önemli direk sonuçları Batı bankalarında dondurulmuş milyarlarca dolarlık İran hesabının yeniden aktif hale getirilmesi ve İran petrolünün yeniden Avrupa’ya taşınmaya başlanması. İran bu tabloyu Suriye’de ve Yemen’de aktif bir biçimde savaşın içinde iken gerçekleştirdi. Bir tür şeytani öge gibi tanıtılan Şii Hilali giderek uluslararası meşruiyet kazanıyor. Cihatçı saldırılarından

tedirgin Batı açısından İran ve müttefikleri çok daha güvenilir bir ortak statüsüne tırmanabilirler. Ekonomik durgunluk sebebiyle negatif faiz seviyelerinde zarardan kar etmeye çalışan Batı finansal sermayesi, yıllardır sermaye yatırımlarına aç hale gelmiş İran’da kendisine yeni karlı alanlar açabilir. İran geniş etki alanı, kalabalık nüfusu ve zengin coğrafyası ile sermaye açısından Ortadoğu’nun Küba’sı gibi görünüyor bu aralar. Bölgede İran’ın ayaklarını yere daha sağlam basması hiç kuşku yok ki Rusya’nın bölgeye soğuk savaş sonrasında çok daha etkin bir biçimde geri dönmesini gölgelememeli. Rusya petrol fiyatlarındaki düşüşe ve üzerindeki ekonomik basıncın artmasına rağmen Suriye savaşında etkin varlık göstermesiyle dengeleri değiştirdi. Savaşın sürekli mülteci ve cihatçı üretip Batı açısından giderek büyük bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başladığı bir dönemde ABD ile de büyük oranda anlaşarak Suriye’deki askeri varlığını geliştirdi. Her açıdan güçlendirdiği Suriye ordusunu etkin hava gücüyle de destekleyerek savaşın birçok cephesinde kilitlenmiş dengeleri açacak hamleler yaptı. Burada en önemli konu ABD ile Rusya’nın arasında birçok konuda sürdürülebilir bir mutabakatın bulunduğuna dikkat edilmesi. Irak’ın ABD, Suriye’nin ise Rusya et-

kisinde istikrar kazanmaya çalışacağı bir döneme giriyoruz. 2008 sonrası Batı’nın yaşadığı ekonomik kriz ve Libya’da ABD büyükelçisinin öldürülmesi sonrasında cihatçıların Batı tarafından daha belirgin bir biçimde tehdit olarak algılanmaya başlaması Rusya ve İran’a Ortadoğu’da önemli bir alan açtı ve iki güç de bu alanı etkin bir biçimde kullanıyorlar. Türkiye bu iki gücün eşgüdümünden son derece rahatsız. Çeşitli provokasyonlarla NATO’yu Rusya’ya karşı harekete geçirebilmeye dönük girişimlerde bulunuyor. Fakat bu girişimler Batı’da olumlu değil daha da olumsuz yankılar yaratıyorlar. ABD Dışişleri Başkanı Kerry’nin Viyana toplantısında, Suriye’nin “ılımlı” muhalefetinin çağrılarına karşılık “Ne yani, Rusya ile savaşmamı mı istiyorsunuz?” şeklindeki “veciz” cevabı aslında dönemin güç dengelerini gayet açık bir biçimde yansıtıyor. Rusya ve ABD arasındaki bu örtülü konsensüs ABD’nin Çin’e dönük hamlelerini daha mümkün kılıyor. Çin aslında ABD’nin dikkatinin Ortadoğu’da yoğunlaşmasından oldukça memnun idi. Böylece ABD 2011 yılında ilan ettiği askeri anlamda pivotunu Pasifik kıyılarına kaydırma projesini uzunca süredir erteliyor idi. Rusya’nın Ortadoğu’da Suriye ateşinin sönmesine katkı sağlaması Güney Çin Denizi’nde Çin ve Rusya’nın arasındaki tansiyonun yükselmesi anlamına gelebilir. Bu durum ise son yıllarda büyük bir


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

hızla gelişen Çin Rus ilişkilerinde Rusya’nın elinin güçlenmesi anlamına gelir. Çin’in uluslararası gerilimlerin etrafından dolaşarak ve ekonomik gücünü kullanarak etki alanını sürekli geliştirmesi diğer büyük güçleri önemli oranda rahatsız eden bir rol oynamakta idi. İran ve Rusya’nın etkinliğinin Ortadoğu’nun yeni dizaynında belirleyici olması hiç kuşku yok ki bölgenin kimi aktörleri açısından tedirginliği büyük oranda arttırıyor. Bu aktörlerin başında ise hiç kuşku yok ki Suudi Arabistan geliyor. İran’ın güçlenmesi Suudi Arabistan için başlı başına büyük bir tehlike olarak algılanıyor. Suudi Arabistan’ın 1978 İran Devrimi sonrası tüm politikası İran’ın bölgeden tecrit edilmesi üzerine idi. Bu amacına ulaşmak için yıllarca Saddam Hüseyin’i finanse etti ve İran’la arasında bir kalkan olarak onu kullandı. Buna rağmen Saddam’ın devrilmesinde de ABD’nin en büyük destekçisi olmaktan geri durmadı. Oysa Irak’ın yeniden yapılanması sonrasında İran etkisi altına girmesi Suudi Arabistan için alarm zillerinin çalması anlamına geliyordu. Arap Baharı sonrasında Suriye’nin büyük bir hızla savaş içine itilmesinde Suudi Arabistan başta olmak üzere Katar, BAE ve Kuveyt’in petrol zengini kral ve şeyhlerinin en büyük finansör ve suç ortağı olduğu bilinmekte. Dolayısıyla İran ve Rusya’nın bölgede etkinliklerini arttırmalarıyla Suriye’de tablonun Esad lehine değişmesini Suudi Arabistan kendisi açısından sonun başlangıcı olarak okuyor. Yemen’de Husilere karşı yürüttüğü savaşta bir türlü mesafe kat edemiyor. Hatta Husiler İran’dan da aldıkları destekle zaman zaman Suudi Arabistan sınırları içinde kimi askeri üslere çok etkili vuruşlar geliştirebiliyorlar. Geçtiğimiz hafta İngiliz gazetelerine Yemen’deki El Kaidecilerle birlikte operasyon yürüten BAE askerilerinin fotoğrafları yansıdı. Tablo buyken Suudi Arabistan’ın Suriye’de IŞİD ile savaşmak üzere 150.000 kişilik bir askeri güç hazırlamakta olduğu haberleri genel olarak ciddiye alınmadı. Türkiye’nin de desteklediği Sünni ordusu ittifakının ise bir karşılığının olma ihtimali çok küçük. Suudi Arabistan,

en son geçen hafta Lübnan’daki müttefiklerine verdiği yardımı Hizbullah’ın hükümet üzerinde artan etkisini gerekçe göstererek kestiğini açıkladı. Suriye’de işlerin yatışma olasılığına karşı Lübnan’ı karıştırmaya dönük bu hamlenin ise başarı şansı var gibi gözükmüyor. Hizbullah’ın bu hamleye karşılığı ise giderek Suudi Arabistan’ın Vietnam’ı olmaya aday hale gelen Yemen’e askeri bir giriş yapmak oldu. En son geçtiğimiz 18 Şubat’ta The Atlantic’te yayınlanan dikkat çekici bir yazınının başlığı “Suudi Krallığı’nın Çöküşüne Hazırlanmak” idi. (http:// www.theatlantic.com/international/archive/2016/02/saudi-arabiacollapse/463212/?single_page=true) .

Yazı Suudi Arabistan’ın içeride ve dışarıda karşı karşıya bulunduğu açmazları tartışarak ABD bürokrasisini yaşanacak her türlü gelişmeye hazırlıklı olmaya davet ediyordu. Kendi içinde önemli bir Şii azınlık barındıran ve aslında dünya ile entegre olmaya istekli bir eğitimli nüfusa sahip Suudi Arabistan’ın sağlık sorunları da bulunan kralın girişebileceği maceralar sonrasında istikrarsızlık içine düşmesi gayet olası. Zaten bölgede hayata geçirilmeye çalışılan yeni senaryonun bozulması için en fazla hamle kapasitesine sahip olan ülke de Suudi Arabistan, bu açıdan Suudi Arabistan’ın bu potansiyelini kullanamaması için zaaflarının masaya sürülebileceği bir döneme girildiği açık.

İsrail de İran’ın etkinlik kazanmasından oldukça rahatsız olmasına rağmen Suriye’nin uzunca bir süre kendisi açısından bir tehdit oluşturamayacak hale gelmesinden oldukça mutlu. Savaşın uzaması ve tahribatın telafi edilemez bir noktaya sıçratılması hedefi ABD ile birlikte İsrail’in son birkaç yıllık Suriye politikasını daha açıklanabilir kılıyor. ABD “eğitdonat” gibi sahada hiçbir karşılığı olamayacağını bildiği girişimlerle savaşı süründürdü ve böylece Suriye’de gerçek anlamda taş üstünde taş kalmamasını sağladı. Şimdi de ortaya çıkan bu enkazı Rusya’nın omuzlarına yükleyerek bir adım kenara çekildi. Esad’ın bu kadar çok yönlü saldırıya karşı ayakta kalabilmesi en temelde iki

faktöre bağlı: Cihatçı teröründen dehşete düşen farklı kesimlerin tüm eleştirilerini bir kenara bırakıp Esad eksenine sığınmaları ve Suriye’nin İsrail’le savaşma kurgusuna göre yapılandırılmış güçlü hava ve kara ordusu. NATO’nun en büyük ikinci ordusu olmakla övünen Türkiye, Suriye ordusunun teknik kapasitesini sadece deniz kuvvetlerinde aşabiliyor. Tank ve savaş uçağı sayısında Suriye, Türk ordusunun önünde. Libya’da savaşın hızla Kaddafi aleyhine dönmesine yol açan “uçuşa yasak bölge” oluşturulması düşmanlarının iyi niyetinden dolayı değil tam tersine yıldırıcı bir hava savunma kapasitesine sahip olmasından kaynaklandı. Türkiye ise Arap Baharı sonrasının bölgedeki en büyük kaybedenlerinden biri olmaya doğru ilerliyor. Erdoğan’ın kendisine duyduğu aşırı güvenin dış politikaya projeksiyonu böylesi bir garabet yarattı. Ortadoğu’da sınırların yeniden çizileceği ve bu yağmadan mutlaka pay alınması fikrinin finans kapitale ve Erdoğan’ın baş destekçisi inşaatçı Anadolu Sermayesine çok sıcak görünmüş olması Erdoğan’ın bu dış politikanın belirlenmesindeki kişisel vizyonunun önemini ortadan kaldıramaz. Türkiye dış siyaseti 2011’de yaşadığı büyük kırılmadan bugüne kendisini giderek uluslararası bir yalnızlığa doğru iten yolda ilerliyor. Ölçüsüz ileri sıçrama hayalleri ile görünmez kılınmaya çalışılan büyük geri çekilişler aynı anda yaşanıyor. Suriye’de en son ilan edilen ve 27 Şubat’ta yürürlüğe girmesi gereken ateşkeste kimse Türkiye’nin fikrini sormuyor. Türkiye, Rusya ile çatışma riskini diri tutarak NATO’yu arkasında konum almaya zorluyor. NATO ise böylesi bir durumda Türkiye’nin yalnız kalacağını diplomatik dilin sınırlarını zorlayan biçimlerde açıkça ifade ediyor. ABD yönetimindeki fraksiyonların aralarındaki gerilimleri kullanmaya dönük hamleler şimdilik başarısız olmuş gözüküyor. Rusya ve İran, ABD’yle aralarını açacak bir hamle yapmadıkları sürece Türkiye’nin kendisine bir alan açabilme olanağı giderek azalıyor. Suudi Arabistan’la ortak hareket ederek kazanabileceği hiçbir şey

neredeyse kalmadı. 24 Şubat’ta Huffington Post’ta çıkan bir yazı NATO’yu açık bir biçimde ateşin içine çekmeye çalışan Türkiye’nin ittifakta çıkarılması gerektiğini söylüyordu. (“Erdoğan’ın Türkiye’sini NATO’dan şutlamanın zamanı geldi” http://www.huffingtonpost.com/stanley-weiss/its-timeto-kick-erdogans_b_9300670.html)

Erdoğan’ın aynı gün “El Nusra’yı neden düşman görüyorsunuz?” açıklaması bu algıyı çok daha güçlendirecektir. Türkiye’nin savaşı uzatma ve ateşkesi bozma hamleleri Batı’dan çok daha sert yanıtlar alacaktır. Türkiye bölgede etkin olan güçlerin neredeyse hiçbiriyle uyumlu politika geliştiremez ve kendi kafasındaki “Osmanlı” imajında boğulurken Kürtler hem ABD ile hem de Rusya ile koordine olarak Türk Dışişlerine saç baş yoldurtuyor. Gelinen bu noktada Arap Baharı’ndan PYD dışında bir bakiye kalmamış olması, onun da nefes alabilmek için emperyal güçlerle köklü ilişkiler geliştirmek zorunda kalması ezilenlerin hanesindeki en büyük eksi olarak duruyor. Bu açıdan Türkiye’de AKP faşizminden kurtulmak, bir özgürleşme hamlesiyle hem ülke içinde hem de bölgedeki ezilen halklara umut yaratabilmek Ortadoğu’nun kaderi açısından son derece önemli. Türkiye’nin Kürtlerle ve Alevilerle sorununun çözümü AKP diktatörlüğünün yenilmesi ile mümkün ancak. AKP hegemonyası ile güç kazanan Türkçü/İslamcı sermaye aklı Ortadoğu’da yıkımı büyütüyor. Oysa demokrasi güçlerinin bir araya gelerek Suriye ve Kürt politikalarını barışın ve bir arada yaşamın eksenine oturtması, emperyal güçlerin bölgede üstlendikleri “kurtarıcı rol”ünü de ellerinden alacaktır. Bölgedeki direnişçi/demokratik güçlerin Suriye Demokratik Güçleri örneğinde bir arada davranabilmesi orta vadede Ortadoğu halkları için yegane umut olmaya devam ediyor. Bu seçeneğin hayat bulamaması etnikçi/mezhepçi iç savaşların coğrafyamızı kana bulamaya devam edeceği anlamına gelecektir.

7


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

8 MART’IN TARİHİ COŞKUSUYLA

DİRENİYORUZ! DİRENECEĞİZ! ELİF IRMAK

Çilem Doğan, Adana’da yaşıyordu. Evli bir kadındı. Şiddet onun için gündelikleşmişti. Yaşam hakkı çalınmak istenen başka bir kadındı Çilem. Kocasını vurdu. Şuanda cezaevinde ve yargılanıyor. Çünkü yaşam hakkını savundu. “Kadınlar ölmesin, biraz da erkekler ölsün” sözündeki soğukkanlılık ya da sevinç midir şimdi, yoksa “öldürmeseydim ölecektim” gerçeğinden emin olmak hali mi?

2

Şubat’ta yani bundan bir ay kadar önce Başakşehir’de Misstanbul Siteleri’nde çalışırken camını sildiği evin beşinci katından düşerek hayatını kaybeden bir ev işçisi Gulnora Tuxtayeva. Bu örnek ne ilk, can güvenliği meselesinin hiç değerinde olduğu bu sistem içerisinde, ne de sonuncu. “Külkedisi değil, ev işçisiyiz” diye atılan slogan önce işçi olmanın inkarına karşı bir mücadele, sonra ölüm koşullarında çalışmak zorunda bırakılmalarına karşı bir isyan olarak okunuyor. Gulnora Tuxtayeva’nın ismi yaşanan iş cinayetinin ardından günlerce gizli tutuldu. Çünkü böyle bir iş cinayetinin yaşanmış olması kimsenin başını ağrıtmamalıydı. Gulnora Tuxtayeva ismi nasılsa unutulur giderdi. Nasılsa o bir göçmendi. Nasıl olsa o bir işçiydi. Nasıl olsa o bir kadındı. Hatta emniyet güçleri tarafından çoktan intihara kalkıştığı noktasında yaygaralar koparılmaya başlanmıştı bile. Gulnora Tuxtayeva intiharı düşünüyordu, yazık. Çalıştığı evin camını silerken aklına gelmiş. İşe bak(?). Buradan daha iyi bir cam bulamam diye düşündü herhalde. Oracıkta intihar etmiş! İsmi gizli tutulan, cinayeti örtbas edilmek istenen Gulnora Tuxtayeva’lar için direniyoruz. Direneceğiz! Cansel Buse lise öğrencisi bir kadın. Matematik öğretmeni tarafından cinsel saldırıya uğradı. Yetmedi. Bütün bir okul akıl tutulması yaşamış gibi bu saldırıyı hiç yaşanmamış gibi gizleme derdine düştü. Örtbas edilmeye çalışıldı. Bütün bir okul kadının yaşadıklarına gözlerini, kulaklarını kapamış. Herkes tecavüz sanığı öğretmenin yanındaydı. Na-

8

sıl olsa Cansel Buse bu yaşadığını unutur giderdi. Nasıl olsa duyulursa rızası alınmış denilecekti. Nasıl olsa burası “O bacaklarla iş atmaya çık” diyen eğitimcilerin olduğu bir ülkeydi. Cansel Buse etrafında bu kadar yalancıya, yalnız bırakılmışlığa, dayanamayıp intiharı seçti. Tecavüz sanığı öğretmen ifadesinde nasılsa intihar etmez deyiverecekti. Erkek-egemen sistem tarafından şimdiden suçlanan, tecavüz gerçeği örtbas edilmeye çalışılan Cansel Buse için direniyoruz. Direneceğiz! Kürdistan’da aylardır Saray ve AKP eliyle savaş konsepti uygulanıyor. Direnişin ve yıkımın iç içe geçtiği bölgede kadınlar kendi öz yönetimlerini kurmak ve savunmak için ölümüne ve destansı bir direniş sergiliyorlar. Savaş bölgesinde direnişçi olsun olmasın kadınlar bilerek, gözeterek hedef haline getiriliyorlar. Taybet Ananın cenazesinin 9 gün sokaktan kaldırılamaması adeta yaşanan vahşetin resmi haline geldi. Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Nusaybin’de, Dargeçit’te, onlarca kadın katledildi. Ekin Wan ve Cizre’de kadın yoldaşların bedeni teşhir edildi. Bedenlerinde işkence izi vardı. Şirin Öter daha bir kaç ay önce İstanbul’da infaz edildi. Erkek devlet kadınlığını hedef alarak işkence etmişti. Savaşta hiçbir kuralın, hiçbir ahlakın tanınmadığını görüyoruz. Öyle ya ölenler nasıl olsa kadındı. Bedenleri hedef haline gelecekti. Ölenler nasıl olsa ‘’teröristti’’, lanetlenir giderlerdi. Ölenler nasıl olsa Kürt’tü, her türlü ölümü hak ederlerdi. Erkek-devletin çıplak bedenlerini teşhir ettiği Ekin Wan şahsında tüm kadınlar için direniyoruz. Direneceğiz! Özge Can Arslan üniversitede okuyan genç bir kadındı. Ders bitimi toplum için de “makul” bir

saatte evine dönmeye çalışıyordu oysa. Ama minibüse yalnız binmişti. “Doğru yolundan git” demek için ise fazla cesaretliydi. Kadına bir erkeğe ne yapması gerektiğini söylemesi hiç yakışmadı. Özge Can nasıl olsa genç bir kadındı. Nasıl olsa cazibeliydi. O halde tecavüz edilebilirdi. Hatta tecavüz yüzünden kimsenin başı ağrımamalıydı, o halde Özge Can yakılarak ortadan kaldırılmalıydı! Yaşam hakkı elinden alınan Özge Canlar için, Cansular için direniyoruz. Direneceğiz! Nevin Yıldırım. Isparta Yalvaç’ta yaşıyordu. Küçük bir köy mahallinde yani. Şimdi adı “kesik baş cinayeti”yle anılıyor. Tecavüzcüsünü öldürüp köy meydanına kafasını atan “katil kadın” Nevin Yıldırım. Küçük çocuklara rızası vardı diyerek tecavüzcü erkeklere iyi hal indirimi uygulayan erkek yargı, Nevin’in çaresiz kaldığına inan(a)mıyor ve erkek egemen sistem içerisinde şeytanlaştırılarak müebbet hapisle yargılanarak hüküm giyiyor. Nevin nasıl olsa kadın değil miydi? Onun da “rızası varmış, gönül ilişkisi varmış”dan başlayarak aynı ezber okutuluyor. Aynı kahredici hikaye… Erkek egemen sisteme boyun eğmediği için kravat takan “iyi hal”lilerden de olamadı. Kendi kaderini kendi yazdı. Tecavüzcülere boyun eğmeyen Nevinler için direniyoruz. Direneceğiz! Çilem Doğan, Adana’da yaşıyordu. Evli bir kadındı. Şiddet onun için gündelikleşmişti. Yaşam hakkı çalınmak istenen başka bir kadındı Çilem. Kocasını vurdu. Şuanda cezaevinde ve yargılanıyor. Çünkü yaşam hakkını savundu. “Kadınlar ölmesin, bi-


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

raz da erkekler ölsün” sözündeki soğukkanlılık ya da sevinç midir şimdi, yoksa “öldürmeseydim ölecektim” gerçeğinden emin olmak hali mi? Yaşam hakkını savunan Çilemler için, Yaseminler için direniyoruz. Direneceğiz! Satiye Gür Çerkezköy’de Basaş Ambalaj isimli strafor fabrikasında operatör olarak çalışan bir emekçiydi. 14 Eylül 2013 tarihinde pres makinesinin kalıbı arasına sıkışarak hayatını kaybetti. Ölümüne sebep olanlar hakkında yargılama sürüyor. Satiye nasıl olsa bir yoksuldu. Satiye yoksul emekçi bir kadındı. Sırf sermayenin kar hırsı yüzünden, sırf hiçbir iş güvenliği alınmadı diye patronların başı ağrımayacaktı elbette! Emeğiyle geçinip onuruyla yaşarken sermayenin çıkarları yüzünden hayatını kaybeden Satiyeler için direniyoruz. Direneceğiz! Amed’de, Suruç’ta, Ankara’da barış için mücadele ederken katledilen onlarca kadın var. Onlar için, Lisa için, Ece Dinç için, Şebnem, Dicle için direniyoruz. Direneceğiz! Militarizmin, ırkçılığın, milliyetçiliğin yükselmesiyle şiddet, kadın cinayetleri ve güvencesizlik toplumun tüm kesimlerinden kadınlar için daha dramatik boyutlara ulaştı. Kadınların tüm bu zulüm biçimlerine direnmesi ve karşı koyuşu ise çifte şiddet sebebi oldu.

yelerinde, tarımda, ev işçiliğinde, hizmet sektöründe kadınlar güvencesiz ve kayıt dışı çalıştırılıyorlar ve sömürü kadınlar üzerinden olağan ve sistematik hale getiriliyor. Kadınların sırtından kadınlara güvencesizlik dayatılıyor. Kiralık işçi bürolar aracılığıyla da bu koşullar resmileştirmek isteniyor. Güvencesizlik ekonomisi yaratılarak kadın emeği sömürüsü tamamen gizli hale getiriliyor. Görünmeyen emek bir de güvencesiz ve kayıt dışı çalışmayla birleştirildiğinde kadın için ölüm her gün daha sıradan hale geliyor. Erkek-egemen kapitalist düzen tarafından öldürülen kadınlar, katil kocalara uygulanan iyi hal indirimleri, yaşam hakkını savunan kadınlara uygulanan çifte standart, savaş, cinsiyetçilik, sömürü, taciz-tecavüz, şiddet... Öyle çok direnme sebebimiz var ki… Tüm bu savaş çılgınlığına, vahşete biz kadınlar “Edi Bese!” diyoruz! Kürt sorununun demokratik, barışçıl yöntemlerle konuşulması gerekiyor. Toplumun tüm kaynakları, kadına ayrılması gereken bütçe de savaşa aktarılıyor. Güvenceli yaşam, güvenceli ekono-

miye gidebilmemiz için savaşın son bulması son derece önemli hale geliyor. Demokrasi ve barışı hep birlikte inşa etmeliyiz. Kadınların birlikte mücadele ettiği bir hat oluşturulmalı ve öz savunma hakkımızı kullanarak şiddete, savaş politikalarına, emek sömürüsüne ve din üzerinden kadın üzerinde kurulmak istenen tahakküme karşı hep birlikte direniyoruz, direnmeye devam etmeliyiz. Örgütlülüğümüzü ve kadın dayanışmamızı 8 Mart’ın tarihi coşkusundan alıp büyüterek kadınlara yaşamı cehenneme dönüştüren erkek egemenliğinden ve kapitalizmden, kadın düşmanı AKP’den hesap soracak, özgür ve eşit yaşamı hep birlikte inşa edeceğiz. Erkek egemenliğine dayanan kapitalist düzene karşı direniyoruz, direneceğiz!

Erkek-egemen kapitalist düzen tarafından öldürülen kadınlar, katil kocalara uygulanan iyi hal indirimleri, yaşam hakkını savunan kadınlara uygulanan çifte standart, savaş, cinsiyetçilik, sömürü, taciz-tecavüz, şiddet… Öyle çok direnme sebebimiz var ki…

8 Mart’ta bu hesap sorma bilinciyle alanlarda ve sokaklarda olacağız. Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!

Saray ve AKP bir taraftan savaşı yükseltirken bir taraftan da neoliberal saldırılarını azgınlaştırdı. Merdiven altı tekstil atöl-

9


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

EMEĞİMİZİN TASARRUFU BİZE AİTTİR! KİRALANAMAZ, SATILAMAZ, SATIN ALINAMAZ! Özel İstihdam Bürolarına Hayır!

SEVGİ EVRİM

Safiye Abla’nın söyledikleri merkez iş gücü dışında kalan işçiler için çok doğru; daha beteri ne olabilir ki! Bu yüzden sendikaların ve emek örgütlerinin merkez iş gücünü ilgilendiren bu devasa düzenlemeye itiraz ederken ve emeğin haklarını savunurken merkezdeki işçi gibi hakları olmayan, güvencesi sıfırlanmış işçileri de görmeleri ve mücadele hatlarına dahil etmeleri gerekiyor.

10

S

endikamızda oturuyoruz. Paçalarımız tutuşmuş, aman kiralık işçiliği düzenleyen yasal düzenleme meclis alt komisyonundan geçti diye vahvahlanıyoruz. Sendikamıza üye işçilerimiz geldi, çay demlediler, ikram ediyorlar, yüzümüzdeki kaygı onları korkutmuş olmalı ki, “Ne oldu size?” diye soruyorlar. Anlattık, dedik “Artık oradan oraya kiralanacaksınız, yasa geçmek üzere.” “Aman be!” dedi Safiye Abla, bunun üzerine “Bu dediğiniz ücretli kölelikten daha mı kötüdür, daha ne kadar dibe batacağız, dipteyiz zaten.” Belki de haklıydı. Biz, merkezde yer alan bir avuç güvenceli işçinin haklarının ellerinden alınacak olmasına hayıflanırken, zaten güvencesizleştirilmiş, zaten kiralanan, esaslı değişikliğe itiraz edemeyen, iş güvenliği yok deyip iş yavaşlattığında anında işten atılan, ikramiyesiz, sosyal yardımsız kuru maaşa çalışan, 10 aylık 11 aylık çalıştırıldığı için kıdem tazminatı ödenmeyen, bankaya yatan 1300 TL asgari ücretin 200 TL’si elinden geri alınan milyonlarca işçinin

varlığını unutmuştuk. Merdiven altı atölyeleri geçin, organize sanayi bölgesi olan Kıraç, Çerkezköy, Çorlu gibi devasa üretim alanlarındaki kayıt dışı ödemeleri düşündüğümüzde, devasa fabrikalardaki taşeron eliyle parçalanmaları düşündüğümüzde “daha beteri ne olabilir ki” dedirten bir tablo var. Safiye Ablanın söyledikleri merkez iş gücü dışında kalan işçiler için çok doğru; daha beteri ne olabilir ki! Bu yüzden sendikaların ve emek örgütlerinin merkez iş gücünü ilgilendiren bu devasa düzenlemeye itiraz ederken ve emeğin haklarını savunurken merkezdeki işçi gibi hakları olmayan, güvencesi sıfırlanmış işçileri de görmeleri ve mücadele hatlarına dahil etmeleri gerekiyor. Safiye Ablaya; sermayenin yaşadığımız cehennemi daha da derinleştirmek istediğini anlattık ve özel istihdam büroları ve işçi kiralama isteklerinin ne anlama geldiğini tartıştık. Günde 8 saat çalışan, 4 ikramiyeli, sendikalı fabrikadaki işçi arkadaşlarımızla, 12 saat çalışıp asgari ücretin altında ücret alan, her gün azar yiyip hor görülen işçi arkadaşımızın aynı gemide olduğunu gördük ve birlikte mücadele kararı aldık.

Geldiğimiz aşamada özel istihdam bürolarına işçi kiralama yetkisi verilmesi başta olmak üzere, güvencesiz çalışmayı yaygınlaştıracak düzenlemeler içeren yasa tasarısı meclis gündemine kadar geldi. Meclisten de geçmesi halinde işçileri bekleyen tehlikeler çok büyük. Büyük fabrikalarda çalışan ve az da olsa güvencesi olan işçileri çok olumsuz etkileyecek olan bu düzenleme sınıfın her hücresine kadar etki edecek ve geri dönülemez bir parçalanmayı hızlandıracak. Adeta güvencesizliği, köleliği yasalaştırarak patron ile işçinin bağını tamamen kopartacaklar ve bu yasa bir nevi işçi simsarlarının meşrulaşması yasası olacak. Köle pazarları yerini Özel İstihdam Bürolarına bırakmış olacak ve emeğimiz tamamen kendi irade ve yönetimimizden çıkacak. Sonuç olarak Özel İstihdam Büroları köle pazarlarıdır. Özel İstihdam Büroları ile geçici iş ilişkisi oluşturulması insan ticaretidir. Bu sebeple işçi sınıfına kölelik dayatan, bir avuç işçi simsarı ve onlardan işçi kiralayacak bir avuç sermayedar için hazırlanan bu yasaya topyekün karşı ç ı k m a l ı ve durdurmalıyız. Topyekün karşı çıkmazsak topyekün kaybedeceğiz.


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

KİRALIK İŞÇİ BÜROLARI TASARISI GEÇERSE NASIL UYGULANACAK? • İş güvencesi ortadan kalkacaktır. • Kıdem tazminatı fiili olarak yok edilecektir. İhbar tazminatı ortadan kaldırılacaktır. • 1-9 arası işçi çalıştıran iş yerlerinde 5 işçiye kadar, 10’un üzerinde işçi çalıştıran iş yerlerinde %25 oranında kiralık işçi çalıştırılabilecektir. Böylece kayıtlı istihdamın nerdeyse yarısı bu kölelik büroları aracılığı ile güvencesiz çalıştırılacaktır. • Kural dışı, güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri kural haline gelecektir. • Sendikal örgütlenmeler çok ciddi kan kaybedecektir. • İşverenlerin işten çıkarma maliyetleri düşecektir, işçiler istenildiği gibi kullanılıp kapı önüne konulacaktır. • İddia edildiği gibi kayıt dışı istihdam düşmeyecektir. Çünkü işverenlerin tercih ettiği en esnek çalıştırma biçimleri kayıt dışındadır. • Kayıt dışı istihdam edilenler güvence kazanmayacaklar; aksine formel sektörlerde, sendikal örgütlenmelerin var olduğu alanlarda işçiler güvencesiz hale gelecektir. • İşçi sınıfı “kiralık işçilik” adı altında kölelik ilişkilerine mahkum edilecektir. • Gelir, emeklilik, yıllık izin ve sağlık ile ilgili bütün haklar tamamen ortadan kalkacaktır. • Kiralık işçiler aynı işi yapan diğer işçilere göre çok daha düşük ücrete mahkum olacaktır.

• Uzun çalışma saatleri açısından dünyada zirvede yer alan ülkemizde, kiralık işçiler yoğun çalışma temposuyla, yoğun bir sömürü çarkı içinde olacaktır. • Ülkemizde iş hukuku, işçi-işveren arasındaki sözleşme, iş yeri ve iş kolu düzenlemeleri üzerine kuruludur. Meclisteki tasarı, bu hukuksal düzenlemeleri geçersiz hale getirecektir. Böylece çalışma yaşamı tamamen hukuk dışı bir hal alacaktır. • İşverene toplu işten çıkarma hakkı tanınacak, işveren 8 ay sonra aynı işçiyi kölelik bürolarından çok daha ucuza, sendikasız, haksız hukuksuz kiralayabilecektir. • İşverenler, Özel İstihdam Bürolarından işçi kiralama hakkı kazandığında, “kadrolu” işçilerin üzerinde sürekli bir baskı oluşturacaktır. • Kiralık işçiler, işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarından yaralanamayacak, ağır, tehlikeli ve ölümcül risklerle karşı karşıya kalacaktır. • Kiralık işçilerin İşsizlik Fonu’ndan yararlanma olanakları olmayacaktır. • İş-Kur işlevsiz hale gelecek, kamu emek gücü piyasasındaki sorumluluklarını tamamen üstünden atmış olacaktır. • Kamudaki alt işverenler, Özel İstihdam Bürolarından işçi kiralayabileceklerdir. Kamuda taşeron köleliğini aratan çalışma düzeni kurulacaktır.

11


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

CUMHURİYE MEHMET YILMAZER

Bu toz duman içinden olaylara bakınca bir kaç metre ötesi ancak görülebilir. Ancak cumhuriyetin tarihini ve geldiği noktayı dikkate alarak bakmak nasıl bir dönüm noktasına gelindiğini daha iyi ortaya koyabilir. Mevcut iktidar, elbette özellikle Saray, iç ve dış politikada ipleri kopma noktasına kadar germeye niyetlidir. Buradan ortaya nasıl bir siyasal sonuç çıkacaktır?

İ

ktidar 1 Kasım’da elde ettiği politik avantajları zaman aktıkça yitiriyor. İç politikaya iki gündem damgasını vuruyor: Kürt halkına karşı her gün derinleştirilen savaş ve başkanlık sistemi için Saray tarafından yapılan manevralar… Dış politikada ise tek bir gündem maddesi var: Suriye başlığı altında PYD ve YPG sorunu. Kürt halkının Suriye’de statü kazanma olasılığına karşı Türk devletinin sürekli savurduğu tehditler, dış politikanın temel gündemi oldu. Bunlarla yatıp kalkıyoruz. Pratik yaptırım gücü olmayan bu tehditlerin her biri bölge politikasında iktidarın ayağına dolanıyor. Politik ortamda ve gündelik sosyal yaşamda bugüne kadar olmayan ölçüde süreklileşmiş bir gerilimle yaşıyoruz. Üstelik Başbakan her gün yaptığı açıklamalarla kentlerde nasıl güvenlik tedbirleri alınacağını; polisin nasıl daha fazla görünür hale getirileceğini; ne kadar yeni polis alınacağını açıklıyor. Bunlara Cizre’de çekilen tel örgüyü ve Suriye sınırına örülen beton duvarı da ilave etmeliyiz. Türkiye, gün geçtikçe daha fazla İsrail’e benziyor: Ördüğü duvarlarla, yıktığı kentlerle, yaptığı katliamlarla… Bu toz duman içinden olaylara bakınca bir kaç metre ötesi ancak görülebilir. Ancak cumhuriyetin tarihini ve geldiği noktayı dikkate alarak bakmak nasıl bir dönüm noktasına gelindiğini daha iyi ortaya koyabilir. Mevcut iktidar, elbette özellikle Saray, iç ve dış politikada ipleri kopma noktasına kadar germeye niyetlidir. Buradan ortaya nasıl bir siyasal sonuç çıkacaktır? Cumhuriyet kuruluş temelleri veya kalıpları, egemen ideolo-

12

jik zemini açısından bir tıkanma noktasına gelip dayanmıştır. Kürt halkına karşı derinleştirilen savaşla bu tıkanma noktasından çıkılabilir mi? Düzen ilginç ve kritik bir dönemden geçiyor. Cumhuriyetin başlarında iki yıl süren “demokrasi havası” Mart 1925’de Takrir-i Sükun kanunuyla sona ermiş ve ünlü Tek Parti Diktatörlüğü dönemi başlamıştı. Gerekçe Şeyh Said isyanıydı. Ancak bu tek parti diktatörlüğü 1950 yılına kadar sürdü. Aslında bugüne kadar kısa soluk alma aralıkları hariç bu topraklarda demokrasi bir türlü yeşermedi. Uzun yıllar cumhuriyeti “irticaya”, “komünizme” ve “bölücü teröre” karşı “korumakla” geçti. Bu yıllarda sahnede hep yeterince iktidar gücü olmayan sivil hükümetler, arkasında ise gerçek gücü elinde tutan askerle ülke “ikili hükümetlerle” yönetildi. Bu yılların ideolojik çimentosu Kemalizm’di. Tüm Cumhuriyet için kısa olan 1968-80 aralığı bu topraklara ilk kez gerçekten demokrasinin ayak basma olasılığının güçlü olduğu bir dönem oldu. Bu yıllar iki askeri darbe ile geriye püskürtüldü, devrimci bir umut ve inançla kendilerini ortaya koyan kuşaklar ezildi. Kemalizm, devrimci demokrasi mücadelesine karşı yükseltilen bayrak oldu. Üstelik bu yıllarda devrimci yükselişe karşı faşist örgütlenmeler ve Siyasal İslam derin devlet tarafından sürekli beslendi. Bu yılların ilk büyük

olayı Şubat 1969’da tarihe “kanlı pazar” olarak geçti. Taksim’e 6. filoyu protesto etmek için yürüyen gençlik kitlesine karşı Taksim’de toplu namaz sonrası saldıran faşistler ve Siyasal İslamcılar o günlerden sanki bugünlere mesaj yollamıştır. 1980’lerin ortasından itibaren aktörler önemli ölçüde değişmiştir. Yükselen Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı Kemalizm bütün gücüyle cumhuriyeti “savunmuş”, her şey “bölücü teröre” karşı mücadeleye göre düzenlenmiştir. Fakat bu yirmi yıl, aynı zamanda Kemalizm’in gücünün ve itibarının büyük bir erozyona uğradığı yıllar olmuştur. Kürt haklının özgürlük mücadelesi bir yandan Kemalizm’in ömrünü doldurduğunu kanıtlarken; öte yandan düzenin iç dinamiklerinden başka bir siyasal güç yükseliyordu. Kemalizm yıpranıp geriye düşerken iki binli yıllarda Siyasal İslam iktidar oldu. Kendi deyimleriyle “yüzyıllık sabrın sonucu” “tarihsel bir fırsatı” yakalıyorlardı. Yaşadığımız son on beş yıl, cumhuriyet için yeni bir siyasal yapılanma ve ideolojik zemin inşası anlamına geldi. Askeri ve-


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

ET NEREYE? sayet geri plana itilirken Siyasal İslam’ın renkleri ideolojik zemin olarak inşa edilmeye çalışıldı. AKP iktidarının ilk on yılında iki önemli gelişme yaşandı. Bir yandan askeri vesayet geriletilirken bol bol “ileri demokrasi”den dem vuruldu; öte yandan cumhuriyetin en önemli kanayan yarası “Kürt sorunu” inkarcı bir zeminden uzaklaşılarak ele alınmaya başlandı. Bu süreçte Kemalizm’in itibarı dip yaparken, Siyasal İslam zirveyi zorluyordu. Cumhuriyet bir yapısal değişim yaşıyordu, ancak bu değişimin yönü henüz çok belirsizdi. Sık sık söylendiği gibi “üstünlerin hukukunun değil, hukukun üstünlüğünün kurulacağı” bir düzene doğru mu? Yoksa Siyasal İslam’ın demokrasiyi “zamanı gelince inilecek bir araç” olarak gören yöne doğru mu gidiliyordu? AKP iktidarı tarafından bu sorunun cevabı Gezi isyanı sırasında çok açık bir şekilde verildi. Gezi isyanı AKP ile ilgili illüzyonların dağıldığı bir dönüm noktası oldu. Haziran 2013 tarihi çok önemlidir. Aynı yılın Newroz’unda Kürt Özgürlük Hareketi “demokratik mücadele” yoluna çıktığını ilan etmişti. Uzun yılların savaşının artık demokratik

mücadele kanallarına akacağının işaretinin ortaya çıktığı bu zaman aralığında, en demokratik bir hareket olan Gezi isyanına karşı AKP iktidarı çıldırmışça saldırarak, aslında gerçek yüzünü ortaya koyuyordu. 2013 Newroz’unda yapılan demokratik mücadele çağrısının, 2013 Haziran’ında yaşanan Gezi isyanının ve 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarının birbirine yakın olması ve birbirini büyütmesi rastlantı değildir. İki yıllık bu kısa zaman aralığı cumhuriyet tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Uzun yıllar egemen zümrelerin ideolojik zemini olan Kemalizm’in yıpranmasından sonra, yeni egemenlerin ideolojik zemini olan Siyasal İslam’ın büyüsü de bu kısa zaman aralığında büyük bir darbe almıştır. 17 Aralık 2013’de rüşvet skandalıyla Siyasal İslam’ın içinden bir “paralel devlet” canavarı ortaya çıkartıldı. Cumhuriyetin yeni ideolojik çimentosu olmaya aday Siyasal İslam Kemalizm’den çok daha hızlı itibar yitirdi. Yeniden Kemalizm günlerindeki gibi iktidarın keyfileştiği bir süreç başladı. Bol laf kalabalıklarından sonra bildik derin devlet alışkanlıklarına geri dönülüyordu. 7 Haziran 2013’de, cumhuriyet tarihi boyunca birbiriyle sürtüşen, ancak yükselen devrimci hareketler karşısında uzlaşma yolu seçen “Kemalizm” ve “irtica” kendileri açısından bir dönüm noktasının başladığını büyük bir dehşet içinde kavradılar. Hemen ardından Kemalizm ve Siyasal İslam’ın tarihsel itti-

fakı kuruldu. Masalar yıkıldı, yeniden 90’lardan da şiddetli savaş başlatıldı. Ayrı ayrı ikisi de itibar yitiren, bu ülke için artık bir gelecek vaat etmeyen Kemalizm ve Siyasal İslam’ın can havliyle yaptığı ittifaktan nasıl bir gelecek ortaya çıkabilir? Bugünlerin 90’lardan çok önemli farkları var: İlki, 20132015 arası kısa aralıkta halklar arasında yükseltilen duvarların yıkılabileceği görüldü. Bu olasılık düzeni büyük korkulara sürükledi. İkincisi, artık Kürt sorunu aynı zamanda bir bölge sorunudur. Dış politika, Suriye sorunu adı altında Kürtlerin statü kazanmasına karşı savaşa dönüşmüştür. Üçüncüsü, düzen sistemli olarak başkanlık sistemi adı altında faşizmin inşasına soyunmuştur. Nasıl ki, 7 Haziran seçimlerinden sonra askeri değil sivil darbe yapılmıştır. Bunun bir devamı olarak, sivil güçlerle faşizmin inşası yoluna çıkılmıştır. Cumhuriyet 68’lerde ortaya çıkan demokratikleşme imkanını “komünizm tehdidi” bahanesiyle engelledi. 2013 sonrası ortaya çıkan demokratikleşme imkanını şimdi “bölücü terör” tehdidi bahanesiyle engellemeye soyunuyor.

7 Haziran 2013’de, cumhuriyet tarihi boyunca birbiriyle sürtüşen, ancak yükselen devrimci hareketler karşısında uzlaşma yolu seçen “Kemalizm” ve “irtica” kendileri açısından bir dönüm noktasının başladığını büyük bir dehşet içinde kavradılar. Hemen ardından Kemalizm ve Siyasal İslam’ın tarihsel ittifakı kuruldu. Masalar yıkıldı, yeniden 90’lardan da şiddetli savaş başlatıldı.

Cumhuriyet bu kez de demokratikleşme imkanını pas mı geçecektir? Bu sorunun cevabı Kürt halkıyla kurulacak ittifakta yatıyor. Kemalizm ve Siyasal İslam’ın ömrü dolmuş, dehşet saçmaktan başka rolü olmayan ittifakına karşı halkların demokrasi cephesi ülkeyi uçurumun kenarından döndürebilir.

13


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

5 MADDEDE KIDEM TAZMİNATI FONU VE GELECEĞİMİZ

B Kıdem tazminatı vazgeçilmezdir. Bu hakkı bizden sonra geleceklere devretmek üzere büyüklerimizden miras aldık. Kaldırılmasına ya da düşürülmesine ya da zorlaştırılmasına müsaade edemeyiz. Aslında kıdem tazminatının hiç bir şarta bağlanmadan ödenmesi gerekmektedir. 1 yılı dolduran her işçiye iş akdi hangi sebeple sonlanırsa sonlansın kıdem tazminatı ödenmelidir.

iz işçiler bir kıdem tazminatımız bir sigorta hakkı için çalışıyoruz. Bu ağır çalışma koşullarına sağlık hakkımız için ve 1 yıllık kıdem süresini doldurunca hak ettiğimiz kıdem tazminatımız için sabrediyoruz. Yine bize kıdem tazminatı ödenmek zorunda olunduğu için işten kolay çıkartılamıyoruz. Ama şimdi yapılmak istenilen değişiklikle bu hakkımız elimizden alınmak isteniyor. Hükümet tarafından sanki güvence sağlamak kendi görevleri değilmiş gibi “işçiler güvencesiz, kıdem tazminatı zaten alınamıyor” denilerek fon uygulaması dayatılıyor. Güya devlet güvencesi getirilecekmiş gibi yalan haberlerle işçiler kandırılmaya çalışılıyor. Halbuki şu an işçiler kıdem tazminatı alabiliyor. Asıl sorunumuz kıdem tazminatını alabilmek değil, kiralık işçi büroları ile esnek çalışma modelleriyle tamamen güvencesizleştirilmeye çalışılmamız. Bu sürece şimdi dur demezsek, son hakkımız olan kıdem tazminatımızı da kaybetmiş olacağız ve her şey için çok geç olacak. Fon uygulaması ile ne yapılmak isteniyor? 5 maddede bunu açıklayalım:

14

1- Kıdem tazminatı hakkımız fona devredilince; hak ediş koşulları sadece emeklilik veya ölüm koşuluna bağlanacak yani kıdem tazminatı işçiye sadece emekli olunması halinde ödenecek. Ölmesi halinde de işçinin ailesine ödenecek. Fonda 10 yıl biriktirmeden fona başvurma hakkımız olmayacak. Hükümet tarafından 1 gün bile çalışılsa, istifa bile edilse kıdem tazminatı alınacak deniliyor. İşçiler bunu; 2 yıl çalışacağım, işten çıkacağım ve gidip 2yıllık tazminatımı alacağım şeklinde olacağını sanıyor. Ama asıl olacak olan en erken 10 yıl doldurmadan fona başvuramayacağız, 10 yıl sonra başvurunca tamamını alamayacağız, bir kısmı ödenecek, kalanı da emekli olunca alabileceği. Kısacası kıdem tazminatımızı alamayacağız. 2- Şu an kıdem tazminatı olarak 1 yıla karşılık 1 aylık giydirilmiş ücret ödeniyor. Fona devredilirse bunun miktarı yarıdan fazla düşürülecek. Amaç işverene maliyetini azaltmak. Hem sosyal haklar eklenmeyecek, hem de 1 yıla 30 günlük giydirilmiş maaş ödenirken şimdi 15 güne düşürülecek. Ödeme gecikmiş olacak ve kaç yıl sonra ödenirse ödensin faiz işlemeyecek. 3- Halen; işveren tarafından haklı bir neden olmadan işten çıkartılan, işveren tarafından haklı neden iddiasıyla işten çıkartılıp da dava açıp haklı nedenin bulunmadığını kanıtlayan işçi kıdem tazminatına bir yıl çalışması koşuluyla hak kazanmaktadır. Ayrıca bir yılı dolduran işçiler, ücretleri eksik ödendiği ve çalışma koşulları ağırlaştırıldığı için, hakarete uğradığı için, baskı gördüğü için, kısaca haklı nedenlerle iş sözleşmesini sona erdirdikleri durumlarda da kıdem tazminatına hak kazanmaktadır.

4- Kıdem tazminatı halen, emekli olan işçiye, evlendiği için evlendikten sonraki bir yıl içinde işten ayrılan kadın işçiye, askere giden işçiye, işyeri dışında işlediği bir suç nedeniyle tutuklanan işçiye, iş koşulları nedeniyle sağlığı bozulan işçiye bir yılı doldurması koşuluyla ödenmek zorundadır. Kıdem Tazminatı Fon Yasası kabul edilirse, bu haklar kaldırılacaktır ve bu yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren işçinin sadece emekli olması veya ölmesi halinde kıdem tazminatı hakkı doğacaktır. 5- Kıdem tazminatı vazgeçilmezdir. Bu hakkı bizden sonra geleceklere devretmek üzere büyüklerimizden miras aldık. Kaldırılmasına ya da düşürülmesine ya da zorlaştırılmasına müsaade edemeyiz. Aslında kıdem tazminatının hiç bir şarta bağlanmadan ödenmesi gerekmektedir. 1 yılı dolduran her işçiye iş akdi hangi sebeple sonlanırsa sonlansın kıdem tazminatı ödenmelidir. Biz işçiler, sistemin bütün yükünü çekiyoruz. Makineler durmasın, üretim sürsün diyerek 7 gün 12 saat çalıştırılıyoruz. Çalışırken iş kazası geçiriyor, hastalanıyoruz. Yoksulluk sınırının 4500 TL’nin üzerinde olduğu yerde 1300 TL asgari ücrete mahkum ediliyoruz. Tüm bunların yanında kötü çalışma koşullarına itiraz ettik diye hakarete uğruyoruz, işten çıkarılıyoruz. Artık bu duruma dur demeli ve bizden çalınanlara itiraz etmeliyiz. İlk iş olarak da yan yana gelmeli kıdem tazminatımıza el uzatanlara karşı durmalıyız. İşte, sokakta, yolda, her yerde, bu emek hırsızlığını anlatmalı ve kıdem tazminatına ulaşmayı kolaylaştırmanın mücadelesini vermeliyiz.

BAĞIMSIZ TEKSTİL İŞÇİLERİ SENDİKASI


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

“YARIN AYAKTA KALMAN İÇİN BUGÜNDEN HAZIRLANMALISIN”

S

aray sonunda kılıcını kuşandı ve Kilis, Antep, Kırıkhan (Hatay) sınırından Suriye içlerine top atışları gerçekleştirdi. 13 Şubat’ta başlayan top atışları Azez yakınlarındaki SDG (Suriye Demokratik Güçleri) mevzilerini ve Afrin’in merkezi de olmak üzere bazı köylerini vurdu. Türkiye ilk defa görünür olarak Suriye topraklarına atış gerçekleştirdi. Türkiye’yi bu noktaya getiren saldırısının altındaki gerçekliğin bize sunduğu çok sayıda veri var. Bir: Türkiye’nin Suriye politikası çökmekle kalmadı bataklığın pisliği hücrelerine kadar işledi. Yüzyıl da geçse bu lekeyi temizleyemeyecek düzeyde kirlendi. İki: Kendisinin gölgesi durumundaki çeteler, elde ettikleri yerleri bir bir kaybetmeye başladı. Bu kaybediş sadece sahada savaşanların değil sahiplerinin de yenilgisidir. Üç: Suriye devleti (Rusya, İran ve Hizbullah’ında desteğiyle) savunmadan saldırı pozisyonuna geçti. Ve çetelere kaptırdığı yerleri bir bir geri alıyor. Esad için kurdukları Kaddafi’nin sonuna benzer hayaller Saray’ın büyüsüyle yaşayanların tatlı düşlerinde kaldı. Dört: Kürt Özgürlük Hareketi’nin çetelerin vahşeti karşısında durdurulamaz bir umut olması, Esad’ın hala ayakta kalmasından daha sinir bozucu Saray için. Üstüne Rojava kantonları arasında kalan bölgeler cihatçı çetelerden temizlenerek Türkiye ile uzun bir hatta komşuluk hayat buluyor. Beş: YPG’nin öncülük ettiği Suriye Demokratik Güçleri’nin Halep için stratejik öneme sahip Azez’e yaklaşmasını uzaktan engelleme çabası zaman kazanma girişimleridir. Altı: El-Nusra ve Ahrar-u Şam’ın denetiminde olan Azez’in düşmesi Türkiye’den Halep’e uzanan ikmal hattının kesilmesine neden olacaktır.

“Minşen Tendal Le Bikra, Minhellek Lezim Nithaddar”

Yedi: Ve en önemlisi hiçbir ittifak YPG’nin ve Suriye Ordusu’nun (Rusya-İran-Hizbullah ittifaklı) ilerleyişini durduramıyor. Artık her gün haritaya baktığımızda değişen çetelerin tükenişleridir. Kuşkusuz bunlara birkaç veri daha eklenebilir. Bu gelişmelerden hareketle Türkiye’nin şimdiki önceliği Azez’in düşmemesi için elinden geleni yapıyor. YPG’nin Azez’i alması kantonların birleşmesi için stratejik değil. Azez, ElNusra ve Ahrar-u Şam için stratejik öneme sahip. YPG’nin Miniğ hava üssünü almasından sonra, yaklaşık 2 bin silahlı militanın Kilis’ten Azez’e geçirildiği iddia ediliyor. Cihatçı çetelerin kendi başına YPG karşısında uzun soluklu direnme başarısını yitirmiş olması Türkiye’nin uzaktan top atışlarıyla desteğini gerektiriyor. Türkiye devletinin özgürlükçü Kürt alerjisi kendisini elinde pimi çekilmiş bombayla dolaşanlarla ittifak yapmaya zorluyor. El-Nusra’yı uluslararası kamuoyunda meşrulaştırmak Saray’ın hastalıklı hükümdarına düşmüş. Oysa El-Nusra’dan çok kendisinin meşruluğa ihtiyacı var. Şimdi gelelim Azez, Cerablus hattının çetelerden temizlenmesinin sonuçlarına. Özellikle İdlip’le komşu olan Hatay sınır kapıları bugüne kadar militan ve askeri malzeme geçişlerinde Kilis kadar kullanılmıyordu. El-Nusra

ve Ahrar-u Şam’ın Halep’in kuzeyinden tamamen temizlenmesi Türkiye’ye geçiş yeri olarak tek bir kapı bırakıyor, o da Antakya’dır. Doğal olarak burada bir yığılma ve yoğunluk yaşanacaktır. Aynı zamanda Suriye ordusunun da bu çetelerle yaşayacağı yoğunluklu savaş, Antakya’nın bir anda düne göre daha fazla çetelerin karargahı haline gelmesine neden olacak. Arap Alevilerinin çoğunlukta olduğu Antakya’da yeni gerilim hatlarını öngörmek hayal olmasa gerek. Daha önce çeteler Reyhanlı’yı üs haline getirdiğinde sonuçlarını yaşayarak gördük. Bir anda Reyhanlı’da artan nüfus ekonomik, siyasi ve kültürel dengeleri değiştirdi. Silahlı unsurlar Suriye’de rehin aldıkları insanları buralarda tutuyorlardı. Silahlı ve üniformalı olarak ilçede yaşayan çeteler, devlet tarafından dokunulmaz hale getirilerek yerel halk üzerinde baskı aygıtına dönüştürülmüştü. 11 Mayıs 2013’te ilçe merkezinde patlayan bombayı Erdoğan’ın övdüğü ElNusra üstlenmişti. Aynı zamanda Antakya’da da yoğunlaşan çeteler; taciz, insan kaçırma, alışveriş yapıp ödememe gibi şeyleri sıklıkla gerçekleştiriyordu. Önümüzdeki dönemde çetelerin yoğunluğunu Antakya’ya vermesi kontrol edilemez gerilimler yaratacaktır. Hele ki ülkemizde derinleşen kutuplaşma

SEÇKİN TANDOĞAN

ve çatışma zeminleri Antakya’da yaşayanların yarın ayakta kalmak için bugünden hazırlanmalarını elzem kılmaktadır. Geçmiş dönemde Antakya’da çetelerin varlığı devletten aldıkları imtiyazlar sayesinde kontrol edilebilir gerilimler yaratıyordu. Geldiğimiz nokta itibariyle derinleşen düşmanlık karşılıklı çatışma risklerini fazlasıyla içinde barındırıyor. Saray’ın savaş medyasına dönüşen basın yayın organlarında Arap Alevilerine ilişkin çıkan yazılar genel geçer şeyler değil. Doğrudan hedef gösteren ve üzerinde çalışıldığını gösteren emarelerdir. Akit gazetesinin Arap Alevilerinin sır olan inançlarını servis etmesi ve Baykal’ın Halep çıkışı yarına dönük bugünkü hazırlıklarını işaret etmektedir. Bu yazıyı Antakya merkezden Yayladağı sınırında şiddetlenen savaşın kulakları sağır eden bomba sesleri altında yazıyoruz. Can alıcı sorumuz şudur: “Yarın için bizim bugünkü hazırlığımız nedir?”

15


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

CERATTEPE BİZE SESLENİYOR: BAŞKA YOL YOK, DİRENECEĞİZ! SİDAR ARSLAN

Lakin öyle kolay olmadı. Alışagelmişin dışında bir şey oldu. Bize “olaylara karışmayın” diyen teyzeler, dedeler… Hepsi bir baktık ki bizim kuşağın önüne geçip ağaçlar için, Artvin’in geleceği için direndiler. Küçük Gezi benzetmesi yapıp Artvin’in kendi öz dinamiklerini küçümsemek yanlış olur. Artvin’de Gezi kadar belki Gezi’yi geçen eylemlilikler, yaratıcılıklar, kararlılık ve birliktelik gördük.

16

Y

ıllar önce Cerattepe’yi ilk gördüğümde Artvin’e olan hayranlığım kat be kat artmıştı. Gerçi Artvin merkeze varana kadar yapılan HES ve baraj çalışmaları yüzünden dere yatağını daraltan toprak erozyonları, bir yara gibi dağın kalbinde açılan delikler oldukça keyif kaçıran cinstendi. Sonrasında o zamanlar Türkiye’nin tek trafik ışıkları olmayan şehri olan Artvin’in merkezine ve Cerattepe’ye çıkınca neyse ki buraya ulaşamamışlar diye geçirdim içimden. Ama kapital durmuyor işte. Gözüne kestirdiği, paraya çevirebileceği ne varsa bugün Cengiz yarın Mehmet saldırıyor işte. Ne demişti bir devlet büyüğü: Cerattepe’deki rezervler çok değerli, karşınıza kim çıkarsa yıkın geçin! Lakin öyle kolay olmadı. Alışagelmişin dışında bir şey oldu. Bize “olaylara karışmayın” diyen teyzeler, dedeler… Hepsi bir baktık ki bizim kuşağın önüne geçip ağaçlar için, Artvin’in geleceği için direndiler. Küçük Gezi ben-

zetmesi yapıp Artvin’in kendi öz dinamiklerini küçümsemek yanlış olur. Artvin’de Gezi kadar belki Gezi’yi geçen eylemlilikler, yaratıcılıklar, kararlılık ve birliktelik gördük. Üstelik öyle “Hadi Türkiye!” de demediler! Destek çıkanlara kucak açtılar ama asıl dayandıkları şey kendi öz direngenlikleriydi. Kişi başına birer gaz kapsülü düştü vazgeçmediler. Onlarca aracı park halinde bırakıp yolu tıkayarak Cerattepe’ye siper oldular. Cizre’deki hendekleri aratmayacak barikatlar kurdular. Hızlarını alamayıp gaz kapsülü dolu tenekeleri uçurumdan aşağı yuvarladılar. Her akşam Artvin’i sese ve ışığa boğdular. Binler olup Artvin’in sokaklarında yürüdüler. Ve daha neler neler... Artvin düşmedikçe herkesin dikkatini çekmeye başladı. Medya kayıtsız kalamadı. Yurt içinden ve yurt dışından birçok destek mesajı geldi. CHP ve HDP destek mesajları yayınladılar. Birçok ilde Cerattepe için eylemler yapıldı. Taksim’de yapılan eyle-

min canlılığı ve Gezi’yi hatırlatışı oldukça önemliydi. Artvin CHP milletvekili belediye önünde oturma eylemi başlattı. Lakin orada hiç unutulmayacak talihsiz ve aynı zaman da tarihi o açıklamayı yaptı: “Burası Cizre değil! Bu halk terörist değil! Neden bize saldırıyorsunuz?” İşte bu söz ile Cizre’deki hendeğin kalbi, Artvin’deki hendeğe kırıldı. Uzun süredir bölgedeki ölümlere olan sessizlik Cerattepe’de bozulunca yine malum “Kürdün canı, ağacın dalı” kıyaslaması yapıldı. Lakin es geçilmemesi gereken bir şey var. O da halkların büyütülen kinle değil büyüyen umutla yan yana geleceği. Bu durumda o umut neredeyse oraya omuz vermek gerekir. Dün Kobane, bugün Cerattepe, öbür gün İdil... Umudu büyütmeden kavgayı büyütemeyiz. Nerde halktan yana bir kıvılcım görsek parlatmak bizim görevimizdir.


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

Peki, Cerattepe’de nedir bu kadar değerli olan?

Artvin’e kuş uçuşu 4 kilometre uzaklıkta. Artvin kent merkezinin yamaçlarında yer aldığı tepelerden birinin zirvesine verilen isim Cerattepe. Türkiye’nin ve dünyanın en zengin bitki örtüsüne sahip noktalarından ve kuşların göç güzergahlarından biri. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) raporuna göre projenin hayata geçirilmek istendiği bölgenin tamamına yakını orman arazisi niteliğinde. Ladin, sarıçam, göknar ve kayın ağaç cinsleri ağırlıklı olarak yer alıyor. Yine aynı rapora göre bu alanda madencilik faaliyeti yapılması halinde 50 bin ağaç kesilecek. Zaten direnişçilerin Cerattepe’den kısmen uzaklaştırılması ile bir kısmı kesildi bile. Artvinliler Cerattepe’de maden arama girişimlerine yabancı değil. Bu 20 günlük değil 20 yıllık bir mücadele aslında. Zira Kanadalı şirketler Cominco ve daha sonra da Inmet Madencilik sırasıyla bu bölgede maden çıkarmak için ihaleleri aldı. Ancak o yıllarda da yerel halkın tepkisi ve açılan davalar nedeniyle buradan maden çıkaramadan ayrılmak durumunda kaldı. 1990’ların başında Cominco Madencilik bakır, altın, gümüş ve çinko çıkarma ruhsatı alırken açılan davalar nedeniyle buradan çıktı. 1998 yılında buradan ayrılan şirket yerini, yine Kanadalı Inmet şirketine bıraktı. Ama benzer şekilde bu şirket de madencilik faaliyeti yapamadan bölgeden çekilmek zorunda kaldı. Cengiz Holding, Cerattepe’deki altın ve bakır madenin işletmesini, ruhsat sahibi Özaltın Şirketi’nden redevans anlaşması ile aldı. Böylece Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır A.Ş. buradaki çalışmalara başlamak için gerekli ilk adımı attı. Ancak bu maden işletmesine karşı olan Artvinlilerin 2013 yılında yaptığı yürütmeyi durdurma başvurusu nedeniyle süreç askıda kaldı. 2014 yılında burada maden işletilemeyeceğine dair karar yerel mahkemeden çıktı ve Danıştay tarafından onaylandı. Danıştay’ın kararı üzerine şirket, ikinci bir

Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu aldı. Bu raporun olumlu olması sayesinde şirket çalışmalara başlamaya karar verdi. Bedrettin Kalın, kendilerinin bu, şirket açısından olumlu ÇED kararına karşı dava açtıklarını belirtiyor. Mahkeme bu itiraz sırasında yürütmeyi durdurma kararı vermediği için, şirket maden için çalışmalara başlıyor. 14 Mart’ta ise Artvinlilerin açtığı bu dava kapsamında bölgede yeniden bir keşif çalışması yapılacak. Bugün karşısında eylemler yapılan şirket Eti Bakır A.Ş. Bu şirket sadece bakır çıkarmak için izne sahip. Ancak, altın ve bakır madeninin bir arada olması nedeniyle yerel halk burada altın da çıkarılması ihtimalinden kaygılanıyor. Zira bakırı alan altını niye bıraksın toprak altında. Madene karşı çıkıyorlar çünkü buranın heyelan bölgesi olması madencilik açısından ayrı bir sakınca. Madene karşı mücadele edenlerden Avukat Bedrettin Kalın’ın ifadesine göre Artvin heyelanlı bir bölgedir. Artvin çorağına doğru sürekli kayıyor. Oradaki ormanlık bölge bu kaymayı önlüyor. O yüzden orman kesimi konusunda son derece hassas olunmalı. Zira sistem bu toprağın üstündekilere değil de altındakilere kıymet verdikçe daha çok ters yüz olur bu yeryüzü. Zira Artvin’in kültürel ve doğal zenginliğine doğayı ve insanı gözeten yatırımlar yapılsa bugün Artvin’den turizmin yükselen değeri diye bahsediyor olabilirdik. Ama böyle giderse Artvin; hafriyat kamyonlarının, heyelanların, çamurun ve madenin kenti olacak. Şirket yaptığı açıklamada su kaynaklarının kirlenme ihtimali konusunda şunlar söyleniyor: “Artvin’in su kaynaklarıyla projenin hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır. Maden arama sahası Cerattepe bölgesinde, su kaynakları ise Genya Dağı’nın eteklerinde bulunmaktadır. Bu nedenle çalışmanın kesinlikle su kaynaklarıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Çalışmanın yüzey sularına hiçbir etkisi olmayacaktır. Yeraltı suları ise çökeltme havuzlarında dinlendirildikten ve biyolojik

arıtma sürecinden geçirildikten sonra deşarj edilecektir.” Şirket ayrıca madencilik faaliyetlerinin “Artvin ve çevre köylerin hiçbirinde heyelan tehlikesine yol açmayacağını” söylüyor; bunun da bilimsel raporlarla kanıtlandığını iddia ediyor. Oysa bölgede yapılan HES ve barajlar içinde benzer şeyler söylenmişti. Ama sonuç ortada. Karadeniz’in tüm dereleri HES ile boğulmadan önce çıkan ÇED raporlarına göre her şey aynı olacaktı. Ama HES’ler bir iki sene içinde geniş dere yataklarının içinde akan cılız bir kola mahkum etti canlıları. Zaten maden için şimdiden ağaç kesilmeye başlandı. Bölgeye ulaşım teleferik ile olacak diyorlar. Oradan çıkacak olan hafriyat kamyonlarının teleferik ile gidip geleceğini zannediyorlar herhalde. Halkın aklıyla alay ediyorlar.

Şimdi ne olacak?

Direniş ile mahkeme kararı açıklanana kadar Cerattepe’deki çalışma duracakmış. “Mış”lar, “miş”ler ülkesi... Davutoğlu direnişçilerin kazandığı bu zaferi kendi lütfuymuşçasına televizyonlarda açıkladıktan bir gün sonra Cerattepe’deki çalışma devam etti. Halk ise hala ayakta. Kendilerine saldıran polis ve askerlere çay dahi vermek istemiyorlar. Evlerinden polisleri ve jandarmaları çıkartıyorlar. Şehrin sivilleşmesi ve bu olağan üstü halin kaldırılması için mücadele veriyorlar. Kendi yaşam alanlarının devlet eliyle Cengiz’e peşkeş çekilmesine razı değiller. Ve kararlı gözüküyorlar. Ve 20 yıllık bu direniş iki günde bitmezmiş gibi görünüyor. Zafer Karadeniz insanının inadı ve birlikteliği ile gelecektir. Sonuçta bu yaşam alanları bizim. Onların kaçacak bir İtalya’sı var ama bizim gidecek başka yerimiz, sırtımızı yaslayacağımız başka ağacımız yok. Ya yaşamın özüne yani doğaya sahip çıkacağız ya da zenginlerin çarklarında ezilmeye devam edeceğiz!

Madene karşı çıkıyorlar çünkü buranın heyelan bölgesi olması madencilik açısından ayrı bir sakınca. Madene karşı mücadele edenlerden Avukat Bedrettin Kalın’ın ifadesine göre Artvin heyelanlı bir bölgedir. Artvin çorağına doğru sürekli kayıyor. Oradaki ormanlık bölge bu kaymayı önlüyor. O yüzden orman kesimi konusunda son derece hassas olunmalı.

Seçim bizim. Zira yapılması gereken resimlerde gayet açık bir şekilde görülüyor...

17


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

SENDİKALARIMIZIN NİCEL GERÇEKLİĞİ VE YENİ BİR DİSK İÇİN MEHMET AKYOL

E-devlet uygulamasına geçilmesinin hemen ardından Temmuz 2013’te yayınlanan rakamlara göre sigortalı işçi sayısı 11,6 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 1 milyondan biraz fazladır. Çalışan sayısı iki mislinden daha fazla artmış, sendikalı sayısı ise üç kat azalmıştır. Sendikalaşma oranı ise, %60’tan %8,8’e gerilemiştir.

O

cak ayı sonunda açıklanan sendika üye sayıları pek çok çevre tarafından haklı olarak, çalışanların %88’inden fazlasının sendika üyesi olmadığı şeklinde yorumlandı. Gerçekten de 12,6 milyon sigortalı çalışanın olduğu bir ülkede sendikaların toplam üye sayısının 1,5 milyon olması başka türlü yorumlanamaz. Buna ek olarak sendikalı olanların ancak yarısından fazlasının bir toplu iş sözleşmesine sahip olduğunun bilinmesi, durumun ne kadar içler acısı olduğunu gösterir. Bunlara sigortasız olarak çalışanlar ilave edildiğinde durumun vahameti iyice artmakta. Bu bile durumun vahametini tam olarak göstermemekte. Sadece sayılara bakmanın ötesinde çalışanların üye oldukları sendikaların durumlarının da gözden kaçırılmaması gerek. E-devlet üzerinden sendika üyeliği başlamadan önce bakanlığın açıkladığı en son istatistik Temmuz 2009’dadır. Toplam 5,4 milyon çalışanın 3,2 milyonu sendika üyesidir! Sendikalaşma oranı ise %60! Türk İş bu sendika üyelerinden %70’ine, Hak İş %15’ine ve DİSK %11’ine sahiptir. E-devlet uygulamasına geçilmesinin hemen ardından Temmuz 2013’te yayınlanan rakamlara göre sigortalı işçi sayısı 11,6 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 1 milyondan biraz fazladır. Çalışan sayısı iki mislinden daha fazla artmış, sendikalı sayısı ise üç kat azalmıştır. Sendikalaşma oranı ise, %60’tan %8,8’e gerilemiştir. Bu dramatik gelişmenin hesabını şimdiye kadar hiçbir sendika vermedi, sendika dışında ise “Naylon üye vardı.” denilerek geçiştirildi. Temmuz 2013 sayılarına baktığımızda üç büyük konfederasyonun üye oranları şöyledir:

18

Türk İş %70, Hak İş %17, DİSK %10. Kısacası konfederasyonların üye sayılarının oranları hemen hemen değişmemiştir. Ocak 2016’ya geldiğimizde ise durumun yavaş yavaş değişime uğradığını görürüz. Türk İş üyelerinin tüm sendika üyelerine oranı %56’ya gerilerken, Hak İş bu oranı %29’a kadar çıkarmıştır. DİSK üye oranı ise az da olsa azalarak %9’a inmiştir. Her üç konfederasyon dışındaki sendikaların oranları da Temmuz 2009’da %4, Temmuz 2013’te %3, Ocak 2016’da %6’dır. Hemen belirtmek gerekir ki yeni kurulan Aksiyon İş Konfederasyonu’nun üye sayısı 31.000 civarındadır (%2). Başka bir deyişle bağımsız sendikaların üye oranları hemen hemen aynı kalmıştır. Rakamların ortaya çıkardığı gerçeklik, 2013 Temmuz’unda %8,8 olan sendikalaşma oranının %11,96’ya çıkmasının ardında yatan gerçeklik, Hak İş Konfederasyonu’nun üye sayısının bu süre içerisinde 176 binden 436 bine çıkmasıdır. Hak İş’e bağlı sendikalardan sadece dördü bu süreçte önemli bir hamle yapmıştır. Hizmet İş üye sayısını bu sürede 53 binden 162 bine yükseltmiştir. Benzer şekilde Öz Büro İş’in üye sayısı 3 binden 30 bine, Öz Taşıma İş Sen 882 olan üye sayısı 16 bine, Öz İş 1900’den 26 bine çıkmıştır. Buna ek olarak yeni kurulan Öz Finans İş, Enerji İş, Öz Sağlık İş gibi sendikalar kısa zamanda 60 bin civarında üye kazanmıştır. Türk İş’e bağlı sendikalarda kayda değer tek değişiklik Türk Metal’de görülüyor. Geçen yıl Bursa’da başlayan ‘metal fırtınası’ ile pek çok işyerinden kovulan bu sendika üye sayısını düzenli olarak arttıran tek sendika. Temmuz 2013’te 155 bin olan üye sayısı

Temmuz 2015’te 166 bine ve hemen ertesinde Ocak 2016’da ise 181 bine çıkmış durumda! DİSK’te üye sayısını arttıran sendikalardan biri Genel İş, Temmuz 2013’te 43 bin olan üye sayısı Ocak 2016’da 65 bine çıkmış. Diğer bir sendika Birleşik Metal aynı sürede üye sayısını 26 binden 31 bine çıkarmış durumda. Lastik İş 7800 olan üye sayısını 11 bine çıkaran diğer bir sendika. Bu tablodan çıkarılacak ilk nicel sonuç Hak İş’in üye sayındaki artıştır. İkinci seçimini kazandıktan sonra AKP sosyal zeminini sağlamlaştırmak için sivil alana yönelmiş, sendika alanındaki kalesi Hak İş ile önemli kazanımlar elde etmiştir. Ele geçirdiği belediyelerden sonra belediye çalışanlarını da kendi safına çekme gayreti içine girmiştir. Diğer sendikalar da benzer bir yaklaşım içindedir. Sınıfın en direngen kesimlerinin önemli bir kısmını bünyesinde toplamış olan DİSK’in kongresini yaptığı bugünlerde bu sayıları hatırlamakta yarar var.

***

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Kurulu kamuoyunda büyük bir yankı uyandırdı. Kongreye katılan Çalışma Bakanı yuhalandı, devletin başındaki zat ise kendisine hakaret edildiği gerekçesi ile suç duyurusunda bulundu. Eğer bunlar olmasaydı kamuoyu büyük bir ihtimalle bakanın kıdem tazminatı ve kiralık işçi yasaları konularındaki son incilerini açıklaması vesilesi ile bir konfederasyonun kongre yaptığını duyacaktı. Bu aslında yeni değil, geçtiğimiz aylarda kamuoyu diğer iki büyük konfederasyonun kongre yaptığını, devletin başındaki zatın konuşmaları vesilesi ile duy-


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

muştu. Haberin içinde ise bir cümle ile konuşmanın yapıldığı yer, yani kongre anılmıştı. Gerçekten de sendikalar neredeyse sıfırlanmış üye sayıları ile ve bırakın ülkenin gündemini, çalışanların gündemlerini belirleyememeleri ile kamuoyunda yok niteliğindeler. Sendikaların üye sayıları çalışanların ancak %12’si kadar, DİSK bu üyelerin ortalama onda birine sahip, yani her yüz çalışandan biri ancak DİSK’e bağlı bir sendikaya üye. Daha da kötüsü, bu üyelerin ancak yarısı kadarı için sendikalar işverenlerle toplu iş sözleşmesi yapabilmekte. Yerlerde sürünen bu niceliğe karşın sendikaların, tabi bu arada DİSK’in çalışanları etkileyecek bir politikasının olmadığında biliniyor, alınan genel grev kararlarının etkisi neredeyse sıfır, genel grev sağda solda yapılan büyükçe bir iki gösteriden ibaret kalmakta, ne hayat durmakta ne de üretim. Gene de DİSK’in hakkını teslim etmek gerekir, kongre öncesi yapılan Başkanlar Kurulu toplantısında alınan on karar, çözüm sürecinden göçmen soruna kadar hemen hemen çalışanların gündemini dile getirdi. Üstelik bunlar için “Nasıl bir örgüt?” sorusunu da sormayı unutmadan. Bu durumda, kongrede bunların

en azından tartışmaya açılması gerekirken diğer sendika kongrelerinde olduğu gibi gene politikacılar, konuklar, başkanlar konuştu. “Alınan kararlar neler?” diye sorulduğunda delegeler bir cevap vermekte güçlük çekecektir kuşkusuz. Ama delegelerin aklında kalan, seçimler öncesi üç büyük sendikanın delegelerinin topluca kongreyi terk etmeleri. Akla ilk gelen kuşkusuz yukarıda belirtilen konularda sendikalar arasında görüş ayrılığı olduğu. Oysa kongrede bunlar tartışılmadı bile. Başkanlığa adaylığını açıklayan bir sendika başkanı, kendisine getirilen eleştiri karşısında kongreyi delegeleri ile terk etti, onu destekleyen diğer iki sendikayı da arkasından sürükleyerek. 50 yıllık mücadele geleneği olan, hala işçiler içerisinde hak mücadelesi denince ilk akla gelen sendika olan DİSK kongresinde bunlar yaşanmamalıydı, yaşanmasına imkan tanınmamalıydı. Diğer iki konfederasyonu kendi dümen suyuna alan AKP iktidarının ekmeğine yağ sürülmemeliydi. Çalışanlar için bıçağın kemiğe dayandığı günümüzde bunun sorumlularını aramak beyhude bir çaba olacaktır. Kimsenin suçsuz olmadığını kabul ederek, hatalar üzerinde tepinmemeye

özen göstermek şimdi atılacak ilk adım olmalıdır. Sınıfın günümüz şartlarına denk düşen bir konfederasyona ihtiyacı olduğu, bunun en geniş anlamı ile sözü edilen Başkanlar Kurulu kararları ile tespit edildiği noktasından hareketle yeni bir sayfa açılması bir zorunluktur. Bunların DİSK’e bağlı sendikalarda tartışmaya açılması, yeni bir sendikal hareketin inşası için atılması gereken somut adımların ortaya çıkarılması gerekir. Yeni seçilen yönetim her şeyden önce buna talip olmalıdır. Hiç bir sendikayı dışlamadan, gerek tek tek sendikaların gerekse de çatının ihtiyaç duyduğu yapısal reformlar derinlemesine tartışılmalı, bu tartışmaları karar altına alacak yeni bir kongrenin hazırlıklarına şimdiden başlanmalıdır. Seçilen yeni yönetim bir anlamda kendini yeni bir DİSK için kurucu kurul olarak ilan etme cesaretine sahip olduğunu göstermelidir.

Sendikaların üye sayıları çalışanların ancak %12’si kadar, DİSK bu üyelerin ortalama onda birine sahip, yani her yüz çalışandan biri ancak DİSK’e bağlı bir sendikaya üye. Daha da kötüsü, bu üyelerin ancak yarısı kadarı için sendikalar işverenlerle toplu iş sözleşmesi yapabilmekte.

Gerek 50 yılın birikimi, gerekse de uluslararası sendikal mücadelenin bugüne kadarki tecrübeleri DİSK’in önünü açacak seviyededir. Hele hele ‘özyönetim’, ‘kongre tipi örgütlenme’, ‘demokratik ulus’ gibi kavramların, tartışmanın ötesinde hayata geçirildiği bu coğrafyada, yeni bir sendikal yapının yaratılması mümkündür, gereklidir. Göreve!

19


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

BİR MUSİBET BİN NASİHATTAN İYİDİR AYŞE TANSEVER

Seçim sonrası halklar büyük bir tartışma içine girdiler. Eleştiri ve öz eleştiri yaygınlaştı. Dersler çıkarılıyor. PSUV içindeki yozlaşmış unsurlara savaş açılıyor. Komünler kıtlık sorununa karşı üretimi arttırma sözü veriyorlar. Yeni üretim hedefleri belirleniyor. Chavezci gençler devrim kazanımlarını canları pahasına savunacakları sözleri veriyorlar. Muhalefet ağırlıklı meclisten çıkan kararlar ilgi ile izleniyor, tartışılıyor. Politik bir canlanma yaşanıyor.

6

Aralık Ulusal Meclis seçimleri sonrası Venezüella yeni bir döneme girdi. Seçimlerde parlamentoda 2/3 çoğunluğu 3 milletvekili ile kaçıran muhalefet güçleri var güçleri ile ülkedeki 21. yy sosyalist düzenini değiştirmek için çalışıyorlar. Maduro iktidarı da hem şimdiye kadarki halk kazanımlarını güvence altına almak hem de burjuvazi ağırlıklı bir Ulusal Meclis ile ekonomiyi düzlüğe çıkartmak zor görevini yerine getirmeye çalışıyor. Maduro hemen seçim yenilgisi sonrası sokak meclislerini yenilgi değerlendirmesi ve öz eleştiri yapma toplantıları yapmaya çağırdı. Ulusal Komün parlamentosu kuruldu ve ilk toplantısını yaptı. Halk Hükümeti Başkanlık Konseyini kurarak halkın kendi kendini yönetmesi kurumlarını işe başlattı. Merkez bankası başkanını atama yetkisini üstlenerek para politikası PSUV denetimi altına alındı. Toprak yasası, madenler yasası çıkararak bu alanların özelleştirilmesine karşı adım atıldı. Misyonların, komünlerin kapatılmasına karşı önlemler alındı. İşçilerin sosyal güvenceleri de yeni yasalar ile 2018 yılına kadar korunacaktır. Böylece Maduro sistemin halk çıkarlarından yana temel yapısını güvence altına almış oldu. Şimdi sıra bu sınırlar içinde ekonominin düzlüğe çıkarılmasına gelmiştir. Maduro ekonomik sorunun üretim, dağıtım, ithalatın devlet eline alınması ile çözülebileceğini savunuyor. Bu doğrultuda milletvekilleri, iş adamları ve komün temsilcilerinden oluşan Üretken Ekonomik Örgütlenme adında bir kurum kurdu. Başına da kendini “güçlü ve sosyal adaletli bir anavatan” yaratmaya adama sözü veren eski bir iş adamını geçirdi.

20

Bu kurum yeni yatırımların motoru olacaktır. İkinci olarak Maduro “ekonomik acil durum” planı ilan etti. Muhalefet, acil durum olmadığını devletin elini ekonomiden çekmesi pazar koşulları, yeni liberal politikaların geri getirilmesi ile sorun çözülecektir, diyor. Devletin fiyat belirlemesi, sübvansiyonlar, sosyal harcamalar kaldırılıp dövizde serbest kur uygulamasına geçilirse ekonomi düzlüğe çıkacaktır. Bu gerekçeler ile muhalefet “acil duruma” karşı çıktı ama Yüce Mahkemenin Maduro’yu onaylayan kararı ile kabullenmek zorunda kaldı. Maduro’nun planında bir yol haritası taslağı vardır. 8 gün içinde parlamentoda tartışılarak yürürlüğe girmesi gerekiyor. En başta para birimi bolivar devalüe ediliyor. Halkın temel ihtiyaçları için ithal edilenler 10 bolivar bir dolardan alınıp satılırken diğerleri dalgalanmaya bırakılıyor. Anlamı da halkın temel ihtiyaç maddelerine sübvansiyon devam edecek ama bolivarın karaborsa fiyatı da ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Muhalefet, sübvansiyon kalksın bolivar tamamen serbest piyasada belirlensin diyerek, itiraz ediyor. İkinci olarak 20 yıldır ilk kez benzine zam yapılıyor. Çoktan beri tartışılıyordu. Seçimler sonrasına ertelenmişti. Zam benzini 60 kat pahalı yapacaktır ama gene de bir depo benzin yaklaşık bir fincan kahve fiyatına satılacaktır. Burjuvazi bunu da çok az buluyor daha pahalılaşsın diyor. Üçüncü olarak, yeni vergi sistemi getirilerek zenginden daha çok vergi alınacaktır. Bu konuda Ekvator’da başarı ile uygulanan vergi sistemi örnek alınacaktır. Oradan getirilecek uzmanlar

ile yeni bir yapı geliştirilecektir. Vergi gelirlerinin bu yıl 4 milyar bolivara çıkacağı tahmin ediliyor. Burjuvazinin buna da karşı çıktığını yazmaya sanırız gerek yoktur. Küçük ve orta boy yatırımcılar komünler, devlet ve diğer özel sektör ile işbirliği içine sokulacaktır. Böylece halkın hem tarımda hem de sanayide daha güncel koşullara uygun modern yatırımlar yapmasının, yapılabilmesinin önü açılacaktır. Yabancı yatırım teşvik edilecektir. Başkan istediği anda özel yönetmelik çıkararak işletmelerin üretim seviyesini arttırmalarını emredebilecektir. Muhalefet bu konuda ayrıntı olmamasından şikayetçidir. Sanırız bu yatırımları kendinden yana çevirebilmenin yollarını araştıracaktır. En önemli sayılabilecek ilkelerden biri de misyonlara yatırımlar devam edecektir. Yani halka sunulan eğitim, sağlık vs gibi hizmetlerde kısıntı yapılamayacaktır. Başka bir değişle sosyal harcamalara para aktarımı sürecektir. Önemli diğer bir konuda ihtiyaç maddeleri sıkıntısını giderecek karardır. Bilindiği gibi şimdiye kadar ithal edilen mallar özel şirketler tarafından depolarda saklanıyor ve yapay kıtlık yaratılıyordu. Ya da komşu ülkelere satılıyordu. Öte yandan devlet dağıtım şirketi üst yetkilileri burjuvazinin bu yolsuzluğuna ortak oluyorlardı. Son günlerde denetim arttırıldı ve 55 tane üst dağıtım şirketi sorumlusu yolsuzluk suçlaması ile tutuklandılar. Yeni ilkeler ile de Maduro devletin gıda satış ve dağıtım şirketi Abastos Bicentenario yönetimini komün konseylerine devretti. Bundan sonra gıda satışı ve dağıtımı halk tarafından denetlenecektir.


Böylece bir açıdan yapay kıtlıkla perişan olan halka sorununu kendi kendine çözmesinin yolu açılıyor. Seçim sonrası halklar büyük bir tartışma içine girdiler. Eleştiri ve öz eleştiri yaygınlaştı. Dersler çıkarılıyor. PSUV içindeki yozlaşmış unsurlara savaş açılıyor. Komünler kıtlık sorununa karşı üretimi arttırma sözü veriyorlar. Yeni üretim hedefleri belirleniyor. Chavezci gençler devrim kazanımlarını canları pahasına savunacakları sözleri veriyorlar. Muhalefet ağırlıklı meclisten çıkan kararlar ilgi ile izleniyor, tartışılıyor. Politik bir canlanma yaşanıyor. Parlamentodan geçen siyasi af yasası katillerin ve işbirlikçilerin affedilmesi olarak görülüp halkta öfke oluşturuyor. Aynı şekilde devletin halka dağıttığı 1 milyon konutun özelleştirilerek, içinde oturanlara dağıtılacak olması da şüphe ile karşılandı. Burjuvazinin eylemleri halkta başka bir uyanışa yol açacaktır. Son günlerde işçiler komünün ortak kararı ile Caracas’ta özel dağıtım şirketinin kamyonlarına saldırıldılar ve Polar şirketi kıtlık yaratma ile suçlanıp ihtar çekildi. Venezüella halkları Chavez ile ülke zenginliği petrole sahip çıkarak yeni bir yaşam biçimine geçti, ama bu süreçte karnını doyuracak üretimi yapan bir ülke haline gelmek yerine rantiye bir yaşama girdi. İktidarına sahip çıkma sorumluluğunu gösteremedi. 2012 yılından beri şiddetlenerek artan burjuva saldırılarına son zamanlarda bir de petrol fiyatlarının düşmesi eklenince zor bir dönemece girildi. Bu nedenle de seçimlerde burjuva güçlerine sorunlarını çözme şansı vermeyi tercih etti. Ancak gözünün üstünde olduğu anlaşılıyor. Yıllardır kendilerine verilen tüm olanaklara, nasihatlere rağmen yapmadıklarını şimdi bu saldırı karşısında yapmaya soyunduklarını gözlemek mümkündür. Böyle bir musibetin onları eğiteceğine inanıyoruz.


Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

ÖLÜLERİMİZE KARŞI BORCUMUZU ÖDEMEK... FATMA İNCE

Antigone, kralın “hain” olduğu için gömülmesini yasakladığı ağabeyi Polyneikes’in ölüsünü, kralın buyruğuna rağmen tanrılar öyle buyurduğu için gömmeyi göze alan küçük kız kardeştir. Bunun üzerine Kreon, koyduğu yasağı çiğnediği için Antigone’yi yanına biraz ekmek ve su koyarak bir mağaraya kapatır ve orada ölmesi için mağaranın girişine bir duvar ördürür.

“Israr etmiyorum, yardımın eksik olsun, işine bak sen. İlerde gönlünden kopsa bile yardımını kabul etmem artık. Ben gömmeye gidiyorum ağabeyimi. Bu uğurda ölsem ne gam? Yan yana yatarız kardeşimle iki sevgili gibi. Suçsa kutsal bir suç benim ki. Şu kısacık yaşamda dirilere yaranmaya değer mi? Öte yandan sonrasızlık bekler beni. Ölmüşlerime adıyorum sevgimi. Sen ama yüz çevirip kutsal yasalardan gönlünce sürdür günlerini.”* u zamanda yaşadıklarımız o kadar yoğun ve hızlı ki ruhumuz, bedenimiz, vicdanımız, aklımız olanlara yetişemiyor, anında refleks gösteremiyor. Üst üste, üst üste bir dolu acılar yaşatılıyor. Şu an belki dingince düşünülemiyor ama tarihin affetmeyeceği günleri yaşıyoruz. Nasıl ki yaşanılan en küçük acının bile üstü örtülemez ve bir yerlerden fışkırırsa yansıması, bu kadar katmerli yaşananlar, şu an tohumlar halinde kendi kabuğunda henüz filiz veremese bile, coğrafyamızın dört bir yanından boy vereceklerdir.

Ş

Haberler… Haberler… Haberler... Suruç İlçesi’ndeki bombalı saldırıda hayatını kaybeden Mert Cömert’in cenazesi güvenlik gerekçesiyle sabah 05.30’da toprağa verildi. Defin işleminde devlet baskısı nedeniyle aile dışında hiç kimse yer alamadı… Hasan Ferit Gedik’in ölü bedeni günlerce ailesine verilmedi… 19 Aralık 2015’te Silopi’de panzerden açılan ateşle katledilen 11 çocuk annesi 55 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesi tam yedi gün sokakta kaldı… Cenaze törenleri siyasi birer eyleme dönüşmesin diye morgdan polisçe kaçırılıp gömülenler her geçen gün artıyor… Bin yıllık trajedinin kurbanları ve kahramanları yaratılıyor şu an. Eski Yunan efsanesindeki Antigone, günümüzde yanı başımızda hayat buluyor. Antigone, Sofokles’in aynı adlı tragedyası ve bu tragedyanın kadın kahramanıdır. Thebai kralı Kreon, Antigone’nin iki ağabeyini öldürüp yalnız birini gömüyor, diğerini gömütsüz bırakıyor aşağılamak için. “Kreon yalnız birini gömüyor ağabeylerimizin öbürünü gömütsüz bırakıyor aşağılamak için. Eteokles’in cenazesini doğru dürüst dua ile kaldırttı, saygınlık içinde varsın diye ölüler ülkesine. Ama onunla kucak kucağa can veren Poluneikes’i kimse gömmeyecek demiş, kimse yasını tutmayacak! Kardeşimizi böyle gömütsüz, gözyaşsız leş kargalarına, akbabalara peşkeş çekmiş tatlı bir şölen niyetine.

22

Anlıyorsun ya. Sayın Kreon’un buyruğu seni de beni de yakından ilgilendiriyor...” Antigone, kralın “hain” olduğu için gömülmesini yasakladığı ağabeyi Polyneikes’in ölüsünü, kralın buyruğuna rağmen tanrılar öyle buyurduğu için gömmeyi göze alan küçük kız kardeştir. Bunun üzerine Kreon, koyduğu yasağı çiğnediği için Antigone’yi yanına biraz ekmek ve su koyarak bir mağaraya kapatır ve orada ölmesi için mağaranın girişine bir duvar ördürür. Thebaililerin, oğlu Haimon’un ve kahin Teiserias’ın karşı çıkmalarının bir sonucu olarak Kreon istemeye istemeye, koymuş olduğu yasağı kaldırır ama geç kalır: Antigone kapatıldığı mağarada hayatına kendi elleriyle son vermiştir. Antigone trajedide halk tarafından “kanlı bir dövüşte ölen bir tanecik sevgili kardeşini mezarsız ve aç köpeklerle yırtıcı kuşların elinde bırakmayan kahraman” olarak görülür. Yıl 2016. Uzun yıllardır mücadele içinde olan Hatip Dicle 24 Şubat günü DTK adına yaptığı basın açıklamasında günümüzde süren savaşın ahlaksızlığını, onursuzluğunu vurguladı. “Biz bu savaşa yabancı değiliz. Halkımız 30 yıldır bu savaşın içindedir. Bu kadar ahlaksız, bu kadar hukuksuz bir savaş yürütülmemişti...” Halklarımıza bu trajedileri yaşatanlar, bu ahlaksız ve onursuz savaşı yürütenler kazanabilir mi? Ölülerimize karşı borcu bir nebze olsun ödemek üzere Antigoneler kazanacaktır; hiç merak etmeyin... *Antigone olayları bilmezlikten gelen ablası İsmene’ye böyle seslenmiştir.


Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

DEVRİMCİ ŞİDDET VE ADALET

Ş

iddet devrimcilerin mecbur kaldığı için başvurduğu bir yöntemdir (ya da öyle olmalıdır). İktidarı almak için yola koyulmuş ezilenlerin başka şansı yoktur. Egemenler onları lüks ve şatafat içinde yaşatan bu sistemin devamını sağlayan iktidarlarını kendiliğinden bırakmayacağı için devrimci zor kaçınılmazdır. Bu yazıda devrimci şiddetin egemenlere, devlete dönük yüzü ele alınmayacak. Çalışma alanlarımızda önümüze çıkan, önümüzü tıkayan ya da ezilen kesimlere dönük suç işlemiş yine bu kesimlerden insanlara dönük yaklaşım tartışılacak. Bu meseleyle ilgili yaşadığımız en yaygın örnek varoşlarda yozlaşmayla ilgili yapılan çalışmalarda karşımıza çıkıyor. Uyuşturucu kullanımının ve yozlaşmanın çok yaygın olduğu mahallelerde devrimciler sorunu çözmek için çaba harcıyorlar. Bu konuda geçmişte bizim de yaptığımız en belirgin hata uyuşturucu içenlerin dövülmesi oluyor. Bu yöntem sorunu ortadan kaldırmadığı gibi hedef de saptırabiliyor. Uyuşturucu satıcılarına, destekçilerine yönelmek gerekirken işin kolayına kaçılabiliyor. Hele bir de genç ve deneyimsiz insanlarla devriye atılarak yapılan uygulamalarda şiddetin tozu da ciddi ölçüde kaçabiliyor. Varoşlardaki ezme ezilme ilişkisinin yarattığı bir psikolojiyle güçlüden yana olma, kendini güçlü hissetme durumuna hizmet eden uygulamalar yaşanabiliyor. Bazen de yozlaşmayla savaşıyoruz diye seks işçisi kadınlar linç edilmeye kalkılıyor. Bu uygulamanın erkek egemen zihniyetten beslendiği çok açıktır. Kadınların üzerinden para kazanan erkeklere dokunmayan bu zihniyet başka türlü açıklanamaz. Devrimcilerin yozlaşmayla mücadelesi her konuda olduğu gibi sonuç alıcı olmalı, geniş kesimlerde bilinç yaratmalı, alternatif yaşamın kurulmasına hizmet etmelidir. Uyuşturucu içenler değil satanlar, satanları

teşvik edenler hedef alınmalıdır. Gençlerin işsizlik, geleceksizlik, kimliksizlik kıskacında uyuşturucuya bulaştığı unutulmadan alternatif yaşam alanları oluşturulmalıdır. Kolaycı yaklaşımlar sonuç vermediği gibi ters teper. Devrimci adaletimizi uygularken terazimiz çok hassas olmalıdır. Her suçun cezası aynı olamaz. Suça göre ceza ilkesi uygulanmalıdır. Sıradan bir uyuşturucu satıcısı ile bu işin başını tutanların cezası aynı olamaz. Adaletimizi her zaman zor yoluyla uygulamayız. Bazen de görüşmeler yaparız. Varoşlarda etki alanımızı genişlettikçe insanlar karakolda çözülemeyen sorunlarını bize taşır. Kan davasından, alacak-verecek davasına, yaralamalı kavgalara kadar geniş bir yelpazede bu konuyla ilgili biriktirdiğimiz deneyimlerimiz var. Bu konuda ilk yapmamız gereken meseleyi iyice anlayıp sorunun çözümüne el atıp atmayacağımıza karar vermektir. Taraflarla ve 3. şahıslarla görüşüp sorunu etraflıca anlamamız gerekir. Bize ilk başvuranın anlattıklarıyla yetinmemeliyiz. İlk başvuran genelde bizim tanıdığımız kişidir. Bu anlamda çok dikkatli ve tarafsız olmalıyız. Karşı tarafı ve 3. şahısları da dinleyerek konuya hakim olmalıyız. Belki de bize ilk başvuran hatalıdır. Taraflar bize ne kadar yakın olursa olsun objektif olmalıyız. Meseleyi iyice anladıktan sonra tarafların bizim irademizi tanıyıp tanımadığı bu anlamda alınan kararlara uyup uymayacağı sorulmalıdır. (Bu aşama bazen atlanır. Kadına yönelik şiddet gibi durumlarda suçlu tarafın irade tanıması beklenmeden suçu sabitse adalet uygulanır.) Taraflar oluşturulan iradeyi tanıyacaklarını beyan ederse sorunun çözümü için süreç başlatılır. Bu durumlarda meseleyi direkt örgütlü güçler çözebileceği gibi imkan varsa halkın da katılımıyla süreç işletilir. Halktan katılımcıların tarafların güvendiği

unsurlardan oluşması son derece önemlidir. Karar alınırken genel ilkeler gözetilmelidir. Toplumun geri bilincine hizmet eden yaklaşımlardan uzak durulmalıdır. Mesela genç bir kadınla erkeğin ailelerin rızası olmadan evlenmeleri durumunda (toplumda buna kız kaçırma deniyor) geri bilince teslim olmamalıyız. Başlık parası talep etme, hatta başlık parasına bu gibi durumlarda “zam” yapmayla karşılaşabiliyoruz. Kadını metalaştıran bu gibi uygulamalara kesinlikle prim vermemeliyiz. Tarafların yaklaşımını değiştiremeyeceksek gerekirse süreçten çekilmeli, uzlaşmaya gitmemeliyiz. Adalet her zaman zor kullanarak uygulanmaz. Özellikle ezilen kesimlerin içinden unsurların suç işlediği durumlarda zor kullanmak en son düşünülmelidir. Kolaycılığa kaçılmamalıdır. Devrimci zoru intikam için uygulamamalıyız. “İntikam” toplumun gelişiminin bir aşamasında kalmış bir duygudur. Kısasa kısas yaklaşımından beslenir. Sonuç alıcı değil, sorunu derinleştiren bir duygudur. Devrimci zor, hak edene, sorunu çözecekse uygulanmalıdır. Faaliyetlerimizde karşımıza çıkan, alanımızı daraltan, karşı devrimciliğe hizmet eden, faşist güçlere karşı uygulanmalıdır. Bu güçlere de sonuç alıcı bir biçimde uygulanmalıdır. Hiç bir iş, yapmak için yapılmaz. Devrimci zor da öyle. Hak edene, hak ettiği şiddette zor uygulamazsak mücadeleyi büyütemeyiz, alanımız daralır.

BAHAR EKİNCİ

Bu meseleyle ilgili yaşadığımız en yaygın örnek varoşlarda yozlaşmayla ilgili yapılan çalışmalarda karşımıza çıkıyor. Uyuşturucu kullanımının ve yozlaşmanın çok yaygın olduğu mahallelerde devrimciler sorunu çözmek için çaba harcıyorlar. Bu konuda geçmişte bizim de yaptığımız en belirgin hata uyuşturucu içenlerin dövülmesi oluyor. Bu yöntem sorunu ortadan kaldırmadığı gibi hedef de saptırabiliyor.

Özellikle varoşlarda kadınları, gençleri ezen bu sisteme karşı bu kesimlerin kendi iradelerini tesis edecek şekilde, güvenlik ve savunma alma mantığıyla örgütlenilmelidir. Devrimci zor buna da hizmet edecek şekilde ele alınmalıdır.

23


. . . . . . .


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.