Sosyalist Dayanışma Dergisi Aralık 2011 10. Sayı

Page 1

Dosya: Bölgedeki Son Gelişmeler ve Türkiye Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

YIL: 1 SAYI 10 ARALIK 2011

Operasyonlar... Gözaltılar... Tutuklamalar...

Arap Baharının Geleceği

Acılarımız Akp’nin Midesine Oturacak!

Ev işçileri: “Şimdi Bizim Zamanımız”

AKP DARBESİNE KARŞI

DİRENİŞİ YÜKSELTELİM!

“AKP, Halklarımıza Hayatı Zindan Ediyor!” Hapishaneler Doldu Taşıyor


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Çıkarken Tunus’ta Muhammed Buazizi adındaki diplomalı genç işsizin kendini yakarak çaktığı kıvılcım, bölgede isyan ateşlerine dönerken, Tahrir’de simgeleşen bu isyanların diğer ucu Wall Street’e sokakları işgal etti. Neoliberal uygulamalarla adaletsizliğini kat be kat artıran kapitalizme ve onun bölgedeki uygulayıcısı olan despotik rejimlere duyulan halk öfkesi sokaklara taştığında, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist merkezler “bu öfkeyi nasıl massederiz, Nasıl kendi hanemize yazarız”ın hesaplarını yapmaya başladılar. Yeni stratejiler geliştirmek, kendi çıkarlarının taşıyıcısı yeni partnerler bulmak için canhıraş bir çaba içerisindeler. Libya’da yapılan buydu. Suriye’de yapılmak istenen budur. Ateş çemberinin ortasında yer alan Türkiye’nin bu gelişmelerden nasibini almaması zaten beklenemezken, bölgesel emperyal hayallerle gözleri kamaşan AKP hükümeti “bir koyup üç almak” beklentisiyle ABD’nin “gözde taşeronu” olarak bölge ülkelerinin iç işlerine müdahalelere başladı bile. Tayyip Erdoğan Katar’ın başkentinde düzenlenen, Medeniyetler İttifakı Doha Forumu açılış oturumuna gönderdiği mesajda “Ortadoğu’da devlet terörü devam ettikçe, uzlaşma çabaları sabote edildikçe, masum çocukların üzerine bomba yağdıkça, masum insanlar açık hava hapishanelerinde tutsak oldukça, barış ufukta gözükmeyecektir. Aynı şekilde, yine Ortadoğu’da, kendi halkına kurşun yağdıran, kendi halkını topyekûn katleden, her türlü muhalif görüş ve harekete tahammülsüzlük gösteren diktatörler oldukça da huzur ve istikrar sağlanamayacaktır” diyor.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 10 Aralık 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Estet Matbaacılık Adres: Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı- İST Tel: 0212 565 17 74

2

Sanırsınız ki bunu söyleyen demokratik bir ülkenin başbakanı. 30 yıldır Kürt halkının tepesine bomba ve kurşun yağdıran, bütün barış çabalarını sabote eden, son 1,5 yıl içinde 5000’den fazla Kürt siyasetçiyi hapishanelere dolduran, gazetecileri kitap yazdığı için, gençleri puşi taktığı için, avukatları müvekkileriyle görüştüğü için kitlesel bir şekilde aylarca hapis yatıran, taş atan çocukları bile onlarca yıllık cezalara çarptıran bir devlette 9 yıldır iktidarda bulunan kimdir diye sormak istiyor insan. Her gün yeni bir operasyonla, gözaltı ve tutuklama furyasıyla ağırlaşan devlet terörünün kapısını çalmadığı hiçbir muhalif kalmadı neredeyse. Hapishaneler doldu taşıyor, yenilerinin yapımı sırada. İşçilerin, emekçilerin en temel hakları olan iş güvencesi(var olduğu kadarıyla) tamamen gaspedilme sürecinde. Barış çabaları operasyonlar ve tutuklamalarla engellenmiş durumda. Bütün bu manzaraya rağmen bu nasıl fütursuzca bir üst perdeden konuşmaktır, bu nasıl “ele verir talkını kendisi yutar salkımı” kendini bilmezciliği, yada bilir de bilmezden gelmeciliğidir. Bir kez daha vurgulamak istiyoruz, biz izin verirsek bu kendini bilmezlik, bu adaletsizlik, bu savaş çığırtkanlığı, bu despotizm, bu diktatörlük sürüp gidecek. İzin vermeyelim. Direnişi büyütelim. Bu diktatörlüğü de tarihin çöplüğündeki yerine yollayalım.


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

AKP DARBESİNE KARŞI DİRENİŞİ BÜYÜTELİM!

S

avaş tamtamlarının çalındığı, operasyonların hiç hız kesmediği, ekonominin dengesiz gidiş sinyalleri verdiği, Yeni-Osmanlı hayallerinin, kendini dev aynasında görmenin tavan yaptığı bu dönemin öne çıkan üç başat öğesi bulunmakta. Önümüzdeki aylarda, yıllarda neler yaşanacağı, AKP’nin istikrarını koruyup koruyamayacağı, sınıf hareketinin anlamlı bir alternatif haline gelip gelemeyeceği büyük oranda bu öğelerin nereye doğru gelişeceğine bağlı.

Akp Despotizmi PartiDevleti Kuruyor!

de yürütüyor. Kürt halkına ve KCK’ye dönük tutuklamalar binlerle ifade ediliyor. Cemaatin yayın organları 12 Eylül sürecinde TRT’deki Ertürk Yöndem’li programları anımsatır biçimde yoğun bir psikolojik savaş yürütüyor. Sınıf hareketi ise yandaş örgütlerle kelepçelenmeye çalışılıyor. Bülent Arınç, artık alenen hiç utanmadan Memur-Sen’i bir “ortak” olarak gördüklerini ifade ediyor. Türk-İş’te var olan yönetimin devamı noktasında AKP bir irade sergiliyor. Tüm toplumsal dinamikler baskılanarak, teröri-

larla, hukuksuz tutuklamalarla hareketsiz kılınmaya çalışılıyor. Yürüyüşten gözaltına alınanlara “terör örgütü üyesi” muamelesi yapılıyor. Evlerden çıkan Marx kitapları örgüt üyeliğini ispatlayan delil olarak gösteriliyor. AKP’nin ileri demokrasisi ülkeyi taş devrine geri götürüyor.

Ortadoğu’da Büyük Hesaplaşma Yaklaşıyor!

NATO’nun Libya’da Kaddafi yönetimine karşı kazandığı “zafer” ve petrolün yağmasının önünün açılması, Ortadoğu’daki

AKP’nin 12 Haziran’da kazandığı seçim, 2007’den bu yana olgunlaşmakta olan yeni bir devlet mimarisinin gidişata hâkim olmasını mümkün kıldı. AKP kendisini dengeleyen, iktidarını sınırlayan odakları gerilettikçe ortaya çok daha otoriter bir rejim çıkıyor. Bürokrasiye, başta ordu ve yargı olmak üzere büyük oranda galebe çalınmış olması, AKP’de muazzam bir özgüven yaratmış durumda. ABD’yle inişli çıkışlı bir güzergah izleyen ilişkiler, Obama yönetimiyle birlikte yeni bir işbirliği noktasında taşındı. AKP, tüm anti-İsrail diline rağmen Ortadoğu’ya emperyalist müdahalenin en önemli aktörü haline geldi. ABD taşeronlarının sırtına nasıl sıvazlayacağını iyi biliyor. AKP’yi Ortadoğu’daki dönüşüme angaje etmek için Kürt meselesi başta olmak üzere işbirliğine daha açık görünüyor. Kürt halkının siyasi birikiminin tasfiyesi için çok yönlü bir kuşatma yürütülüyor. Operasyonların ardı arkası kesilmiyor. Darbecilikle mücadele söylemiyle göz boyamayı iyi beceren AKP, şimdi kendi darbesini çok dakik bir biçim-

ze edilerek, bir “büyük gözaltı” ruh hali yaratılmaya çalışılıyor. Bu yaşanan süreci AKP darbesi olarak nitelememizde hiçbir sakınca yoktur. Siyasi rejimin otoriterleşmesi, AKP’nin iktidarının tek elde yoğunlaşmasının yarattığı bir manzaradır. Bürokrasi denetim altına alınmış, emperyalizmin desteği sağlanmıştır. Kürt isyanı çok yoğun operasyonlarla pasifize edilmeye çalışılıyor, sınıf hareketi kıdem tazminatı gibi çok yakıcı bir mesele ortada olmasına rağmen örgütsel denetimle nefessiz bırakılıyor. Bu süreçte toplumsal muhalefetin sosyalist kanadı da darbe koşullarını teyit eden olağanüstü hal koşullarına özgü operasyon-

dengelere dönük müdahale iştahını yükseltti. ABD’nin Irak’ı işgali ilk başta paradoksal gibi gözükse de İran’ın bölgedeki etkinliğini arttırmıştı. Ortadoğu’da İran merkezli Şii blokla ABD destekli Sünni blok saflaşması birkaç yıldır bölge politikasının değişmez öğesi haline geldi. ABD ekonomik koşullarının da zorlamasıyla bölgedeki askeri ağırlığını azaltırken, İsrail de bölge ülkelerinden iyice izole olmuşken Arap isyanlarının yarattığı yeni moment, emperyalizme de bölgeye yeni müdahale imkânları yarattı. Mısır’da Mübarek gibi çok önemli bir müttefikini yitiren emperyalist blok, askeri yönetimle sürece kısmen hâkim ol-

M. Sinan MERT

Darbecilikle mücadele söylemiyle göz boyamayı iyi beceren AKP, şimdi kendi darbesini çok dakik bir biçimde yürütüyor. Kürt halkına ve KCK’ye dönük tutuklamalar binlerle ifade ediliyor. Cemaatin yayın organları 12 Eylül sürecinde TRT’deki Ertürk Yöndem’li programları anımsatır biçimde yoğun bir psikolojik savaş yürütüyor. Sınıf hareketi ise yandaş örgütlerle kelepçelenmeye çalışılıyor. Bülent Arınç, artık alenen hiç utanmadan MemurSen’i bir “ortak” olarak gördüklerini ifade ediyor. Türk-İş’te var olan yönetimin devamı noktasında AKP bir irade sergiliyor. Tüm toplumsal dinamikler baskılanarak, terörize edilerek, bir “büyük gözaltı” ruh hali yaratılmaya çalışılıyor. 3


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

mayı başardı. Libya’da beklenenden daha çabuk kazanılan başarı gözleri Suriye’ye çevirdi. Suriye üzerinden müdahalenin yeni boyutlar kazanması için çok uzun süre beklemeyeceğiz. Türkiye bu müdahalenin en önemli parçası. Rusya’nın Suriye’ye verdiği destek de bir biçimde törpülenmeye çalışılıyor. İran’ın askeri üslerine dönük nokta operasyonları da yakın geleceğin sıcak başlıklarından olacak.

Hiç kuşku yok ki dünya ezilenleri açısından olası, uygulanabilir, mümkün bir devrimci programın hegemonya kazanabilmesi muazzam bir sıçrama anlamına gelecektir. Bugün egemenlerin en büyük avantajı iler tutar yanı kalmayan sistemleri karşısında ezilenlerin bir alternatif geliştiremeyişleridir. Neo-liberalizmin yarattığı en büyük tahribat budur. Bugün yaşanan isyanlar, böylesi bir programın olgunlaşması için gereken tüm koşulları sağlıyor.

ABD bölgeden askeri ağırlığını kısmen çekecek; Türkiye ve Fransa, İsrail ve Sünni blokla birlikte emperyalist cephenin koçbaşı rolünü oynamaya hazırlanıyorlar. Kürt meselesi de bu büyük resmin bir parçası olarak anlam kazanıyor. 1929’dan bu

yana en büyük kriziyle uğraşan emperyalist Batı açısından Ortadoğu’daki direnç cephesinin kırılması çok önemli. ABD, bölgede AKP modelinde işleyen ılımlı İslamcı iktidarlarla çalışabileceğine ikna olmuş durumda. Fakat Ortadoğu’ya hâkim olmak için yaşanacak hesaplaşmanın hangi boyutlara sıçrayabileceğini bugünden öngörebilmek mümkün değil. AKP, Özal gibi “bir koyup üç almanın peşinde” ama Cumhuriyetin şimdiye kadar bu seviyede girmeye hiç cesaret edemediği bir cehennemin içine böylesine zebani gibi atlamasının nasıl gerilimler yaratacağını hep birlikte göreceğiz. Topkapı Sarayı eylemi bu konuda bir fikir verebilir. Saflaşmaların bu kadar net belirlenmesinin çatışmanın şiddetini ve

4

yaygınlığını da arttıracağı kesinlikle öngörülebilir.

Kapitalizmin Krizi Karşısında Halklar Alternatif Yaratmaya Çalışıyor!

Dünyanın her yerinde halklar sokakta. Burası çok açık. Kapitalizm, insanlığa hediye ettiği felaketler zinciri dolayısıyla sorgulanıyor. “Orta sınıf uyuşukluğu” üzerinde yürüyen kapitalist toplumsal yapıların meşruiyet çizgisi sorgulanıyor. Amerikan rüyasının fos çıktığı rahatlıkla görülebiliyor. Eylemlere alışık olmadığımız birçok ülkede devlet zoruyla karşı karşıya gelen emekçi yığınları gözlemleyebiliyoruz. Fakat bu eylemler henüz bir

dönüştürücü ve kurucu özne yaratabilmeyi becerebilmiş değiller. Bugün aslında ihtiyaç duyulan tam da bir Leninist kararlılık ve özgüven. Bu özgüveni mümkün kılabilecek bir örgütsel birikim. Kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir devrimci program. Hiç kuşku yok ki dünya ezilenleri açısından olası, uygulanabilir, mümkün bir devrimci programın hegemonya kazanabilmesi muazzam bir sıçrama anlamına gelecektir. Bugün egemenlerin en büyük avantajı iler tutar yanı kalmayan sistemleri karşısında ezilenlerin bir alternatif geliştiremeyişleridir. Neo-liberalizmin yarattığı en büyük tahribat budur. Bugün yaşanan isyanlar, böylesi bir programın olgunlaşması için gereken tüm koşulları sağlıyor. Komünist

Manifesto, işçi sınıfı ile burjuvazinin ilk kez karşı karşıya geldiği 1848 devrimlerine üretilen bir yanıttı. Bugün dünyadaki devrimci pratik-teorik birikim, dönemin pratik-teorik manifestosunu yaratmak gibi bir görevle karşı karşıya.

Umut Sokakta! Umut İsyanda!

Türkiye toplumu, birikmiş sorunlarını çılgın seviyelerde borçlanma ve tüketme sarhoşluğu içerisinde unutabilme lüksünün sınırlarına geldi. 2012 ekonomide hızlı bir kasılma, büyümenin yavaşlaması ile geçecek. Dünyadaki daralmanın tsunami dalgaları henüz kıyılarımıza ulaşmadı. Ortadoğu’ya emperyalist müdahalenin jandarmalığına soyunmak AKP’yi yıpratacak, belki de içinden çatlamalara yol açacak. AKP’nin iç dengeleri ile ilgili yaşanan tartışmaların sadece sanal olduğunu düşünmüyoruz. Bir koalisyon olan AKP, her büyük gerilimi yek pare olarak atlatacak diye bir şey yok. Mısır’da yaşanan asker karşıtı isyan bölgede devrimci dinamizmin soğurulamadığının bir göstergesi olarak okunabilir. Ucu çok açık bir sürece giriyoruz. Buradan ne çıkacağının büyük oranda ezilenlerin hazırlığına, birikimine, dinamizmine ve devrimci bir program ortaya koyabilme becerisine bağlı olduğunu unutmadan sürece asılmalıyız. İlk asılma noktası da 21 Aralık olarak görünüyor. 21 Aralık’ta tüm ülkeyi yaşanan darbeye, sürüklenilen savaşa, emekçilere dayatılan cehenneme karşı isyana davet etmek umudu büyütmenin ilk adımı olarak düşünülmeli. Umut her zamankinden daha fazla sokakta ve isyanda!


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

DOSYA: BÖLGEDEKİ SON GELİŞMELER VE TÜRKİYE Ortadoğu’nun merkezinde yer aldığı yakın coğrafyamızda, çok sıcak siyasi gelişmeler yaşanmakta. Bir yanda bölge halklarının kitlesel kalkışmaları, diğer yanda bölge egemenlerinin ve emperyalist güçlerin süreci kontrol etme ve kendi hanelerine yazma çabaları… Bu ‘fırsat’tan gözleri kamaşan AKP hükümetinin kendisine biçtiği misyonlar… Bütün boyutlarıyla bölge ve belki dünya halklarını, ezilenlerini etkileyecek bir süreç… Bu süreci daha geniş bir pencereden okurlarımızla buluşturmak istedik. Konuklarımız: Faik BULUT, İhsan ELİAÇIK ve Foti BENLİSOY

ABD YENİ STRATEJİSİ İÇİN HAZIRLIK YAPIYOR

S

. Dayanışma: Suriye, İran ve Türkiye ekseninde son gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Irak da gerçekleştirilen operasyondan sonra bölgede bir takım saflaşmalar meydana geldi. ABD’nin sürdürdüğü Sünni bir cephe bunun karşısında da İran eksenli bir başka cephe. Uzun zamandır da ABD tarafından Iran eksenli -Suriye’nin de içinde yer aldığı- cepheye bir operasyon beklentisi vardı. Şu an Suriye’ye operasyon kararı verilmiş görülüyor. Türkiye’nin burada rol alması ne gibi sonuçlar açığa çıkarır? Faik BULUT: Irak işgali sırasında Amerika’nın bilinen bir stratejisi vardı; Büyük Ortadoğu Projesi(BOP). Amerika’nın bölgeye vuruşu, önleyici vuruş olarak bilinirdi. Amacı, direkt işgal ve enerji kaynaklarının kontrolünü ele almak şeklindeydi. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, “yirmi Ortadoğu ülkesinin sınırları değişecek” diyordu. Bu daha çok, dışarıdan müdahale ile haritaların değişmesi, yeni devletlerin kurulması şeklinde öngörülüyordu. Irak’ta yeni devletler kurulmadı ama fiili olarak federal bölgelere bölündü; Sudan’dan Güney Sudan diye bir devlet çıktı. Arap ülkelerindeki isyanlarla birlikte işler değişti. Arap Baharı denilen isyanlar şöyle oldu: Bir devrimci durum vardı, yönetenler eskisi gibi yönetemiyordu, yönetilenler de eskisi gibi boyun eğmiyorlardı. Halk birden siyaset/tarih sahnesine fırladı. Bu devrimci

bir süreçteki bir sıçramayı ifade etti. Bu anlamda, ciddi bir dinamik belirdi. Belki de gerçekten demokrasi ve özgürlüğe doğru gidecekti ama batılılar ve özellikle Amerika devreye girdi; bu müthiş dinamizmi ve sosyal patlamayı, dış müdahale ile değil daha çok iç müdahalelerle ve siyasi-ideolojik yönlendirmelerle (özellikle dünyadaki egemen kitle iletişim araçlarını kullanmak suretiyle) mevcut yönetimleri alaşağı etmeye doğru evriltti. Süreç hala devrimcidir; bunu Mısır ile Tunus’ta gözlemlemek mümkün. Fakat siyasi ve ideolojik olarak baktığımızda, Marksist deyimle söylersem, devrimi politik iktidarın kazanılması/ politik bir gelişme anı, politik bir süreç, politik bir sıçrama dönemi olarak ele aldığımızda; artık devrimden, bir bahardan ve mutlu bir sondan söz etmek mümkün değil. Mücadele sürüyor; devrim ve karşı devrim halat çekme yahut mevzi kazanma konumundalar.

geçirme şeklinde devam ediyor. Fakat aynı zamanda İslamcı oluşum ve akımlar arasında bölünme ve parçalanmalar yaşanıyor; sol ve sosyalistler, uzun kış uykusundan uyanıyor, mahmurluktan çıkmaya çalışıyorlar. Bu de devrimin bir süreç, gel-gitlerle dolu olan bir toplumsal olay olduğunun kanıtı sayılır. Özetle hem umut, hem umutsuzluk bir arada bulunuyor.

Devrim kazanımlarının ve sürecinin Amerikan çıkarlarına hizmet edecek bir mecraya sokulması için iktidar değişikliklerinde mümkün olduğunca ABD’ye yakın kesimlerin iktidarlara gelmesi, kapitalist ekonomik sisteminin olduğu gibi devam etmesi şeklinde bir gidişat görünüyor. Çok muhalif görüntüsü veren İslami (Müslüman kardeşler örgütü ile Suudi yanlısı bağnaz Selefiler, Vahabiler yahut radikal Cihatçı akımlar) kesimlerin Amerika’yla temas halinde olmaları ve onun desteğini alarak iktidar ortağı olmaları, bir nevi ılımlı İslam’ın programını hayata

Amerika, konsept değiştirdi. Buna göre; ABD, tek başına bu bölgeleri işgal etmeyecek, mümkün olduğunca diğer emperyalist ülkelerle birlikte yapacak. Buna “müşterek emperyalizm” diyebiliriz. Aralarında çelişkiler var ama müşterek yönleri de var. Obama’nın iktidara gelişiyle birlikte BOP projesinden vazgeçilerek Büyük Asya projesi uygulamaya konuldu. Ortadoğu’yu arka plana atıp Çin’i ve Rusya’yı kuşatarak Ortaasya’da kavgayı büyütecek. Ama buna engeller var: İran gibi, Suriye gibi ülkeler ya da bazı Hizbullah ve Hamas gibi direniş örgütleri var. Irak’ta

Amerika ilk müdahale süreçlerinden büyük bir ders aldı ve kaba militarist yöntemler yerine, hedef ülkelerin içişlerine dolaysız (siyasi-ideolojik) ve dolaylı (lojistik, parasal yardım, insan kaynakları aktarma, kadro yetiştirme, kitle önderlerini yanına çekme, diyalog ve temas arayışı) müdahil olma şeklinde bir politika sürdürüyor. ABD’nin BOP stratejisinde ciddi bir değişiklik o Iraklı gazetecinin Bush’a Bağdat’ta pabuç fırlatmasıyla oldu. BOP’ un zorbalığa ve açık işgale dayanan politikası bitti.

Faik BULUT Röportaj

Son ekonomik ambargolar iki şeyi hedefliyor: Bir yandan iç çatışma yaşansın ve esas olarak Halep’te olsun ki iç çatışma sonucu rejim devrilsin. Ya da ekonomik ambargoyla boğulan Suriye rejimini destekleyen sınıflar (esnaf, tüccar, burjuvazi) saf değiştirerek yönetimin altını boşaltsın ve rejimin içe çökmesini sağlasın.

5


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

ABD ile uzlaşmayan, İran yanlısı Mukteda el Sadr gibi gruplar var. Ortaasya projesinde Rusya ve Çin daha ciddi biçimde direniyor. Türki Cumhuriyetler denen ülkelerle Şangay işbirliği örgütü içinde belli anlaşmalar geliştirdiler mesela. Bu kez rekabet, enerji hatları üzerindeki denetimleri ele geçirmeye yoğunlaştı. Bu politika da başarılı olamadı. Çünkü Rusya ile Çin ve önlerinde cephe ilerisi olarak baktıkları İran, Suriye ve diğer direniş odakları buraları tahkim etmeye başladılar. Bunun üzerine, ABD birkaç hafta önce Pasifik’e yöneldi. Ve büyük ekonomilerle yarışmanın merkezini “pasifik bölgesi” ilan etti. Burada Japonya var, Endonezya var, Çin gibi devasa bir ekonomi var. Hillary Clinton, geçenlerde Pasifik ülkelerinin katıldığı (toplam 21 ülke) konferansta, kendi çıkarlarının Pasifik bölgesinde ne denli öncelikli ve yaşamsal olduğunu açık açık söyledi. Amerika, buraya yüklenmeye başladı ve en azından ekonomik ticari hegemonyasını oraya kaydırmayı hedefliyor.

Abd’ye Ortadoğu’da Vekil Lâzım!

Pasifik’e geçerken, ABD’nin birilerini Ortadoğu’da vekil tayin etmesi gerekiyor. Bakıyorsunuz, bölgede bazılarını kendi adına hareket etmeye çağırıyor. Bunlar vekâleti vermek istediği ülkelerdir: Bir taraftan İsrail’dir, diğer taraftan Türkiye’dir. Bir de Körfez ülkeleri, başta Suudi Arabistan olmak üzere. Suudi Arabistan ekonomik ve ideolojik bakımdan güçlü ancak askeri ve mezhepçilik (Sünni İslam’ın kutsal kalesi) açısından puanı çok zayıf. Şu an için ekonomik ve siyasi bir güç olarak Mısır’dan hayır gelmez. O halde, üç kahya, vekil ya da taşeron diyebileceğimiz odak var. Bunların başında Türkiye geliyor. Buraları onlara emanet edebilirse yeni hedeflerine yönelebilir. Pasifik öncelikli stratejiyi yürütürken Ortadoğu’dan vazgeçmiş değil ABD. Pasifik’te bir kavganın henüz başındayken Ortadoğu’da Sünni bir hilal ya-

6

ratma çabasını sürdürüyor, Suudi Arabistan ve Katar’dan başlayan hat Türkiye’ye ulaşıyor. Buna Fas ve Ürdün’ü ekleyecek. Öte taraftan burada direnen ülkeler var. Daha çok İran’la müttefik olan ülke ve gruplar bunlar… ABD, kuşkusuz Suriye’yi düşürmek istiyor. Ekonomik sistem olarak değil ama kendisine karşı çıkacak bir rejimin yerine farklı bir rejim/yönetim olmasını istiyor. Yapılanların hepsi bununla bağlantılıdır. Birkaç başlıkta toplamak mümkün: İlki, dış muhalefeti desteklemek, Suriye muhalefetinin İngiltere, Fransa ve Türkiye ayağını desteklemek… Bunlar çoğu Politik İslam nitelikli, birazı da liberal batıcı güçler. Sözgelimi iç muhalefetin sözcüsü konumundaki Heysem Menaa, batıcı ve Türkiyeci dış muhalefeti, “Batı’da oynanan oyunların ve çıkarlarına alet olan gruplar; Türkiye’nin bölge planına göre şeklenmiş güruh” olarak suçlayabiliyor. Diğer iki müdahale yöntemi; ekonomik olarak kıskaca almak ve kimi komşu ülkelerden muhalefete çeşitli destekler sunmak biçiminde şekilleniyor.

Suriye, Dış Müdahaleyle Kuşatılmış Durumda

Bizler, sürekli askeri müdahaleye dikkat kesildiğimiz için, Suriye’ye müdahale gerçeğini ve boyutunu gözden kaçırıyoruz. Gerçekte bugün için siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan bu ülkeye yüzde 70-80 oranında müdahale yapılıyor. Geriye kalıyor askeri müdahale. ABD, itirazlarla karşılaştığı için askeri müdahalenin şimdilik kazançlı olacağını düşünmüyor. Bunun yerine Türkiye gibi ülkeleri devreye sokmak istiyor. Ama Türkiye’nin de çekinceleri var. Şu an en fazla yapabildikleri, içeride destekledikleri silahlı grupların rejimle çatışmasını sağlamak ve bunun da zamanla bir tür Alevi-Sünni iç çatışmasına yahut Suriye ordusu ile kolluk kuvvetlerinin tamamıyla bölünerek iç savaşa doğru evirilmesini sağlamaktır. Özellikle hükümet merkezli enformasyonda bize sanki orada bir Alevi-Sünni çatışması varmış

gibi gösteriliyor. Hâlbuki şu anda rejimi ayakta tutan Suriye’nin iki büyük şehridir. Şam ve Halep. Bunların burjuvazisi, esnafı ve tüccarı büyük oranda Sünni’dir ve rejimi desteklemektedir. Son ekonomik ambargolar iki şeyi hedefliyor: Bir yandan iç çatışma yaşansın ve esas olarak Halep’te olsun ki iç çatışma sonucu rejim devrilsin. Ya da ekonomik ambargoyla boğulan Suriye rejimini destekleyen sınıflar (esnaf, tüccar, burjuvazi) saf değiştirerek yönetimin altını boşaltsın ve rejimin içe çökmesini sağlasın. Uygulanan dış müdahalelerin anlamı budur. Diğer yandan; Suriye’ de, kuşkusuz, bir despotluk var. Derin devlet var. Esat bunu, “öldürme emrini ben vermedim; denetim dışı devlet güçleri yaptı” diyebiliyor. Son üç Suriye hükümeti, 10 yıldan beri bir anlamda 24 Ocak Kararları gibi kararlar aldığı (özelliştirme, serbest piyasa, vs) için artan yoksulluk ve yolsuzluklara karşı halkın hoşnutsuzluğu var. Siyasi ifade özgürlüğü yok. Şu anki isyan, bu ekonomik siyasi taleplere sınırlı kaldığı sürece sorun olmaz. Suriye yönetimi halk yararına köklü sosyo-politik, ekonomik reformları gerçekleştirebilirse; Kürtlerin ve diğer ezilenlerin, emekçilerin demokratik haklarını verebilirse, mevcut krizi ve isyanı tatlıya bağlayabilir. Ve esas olarak dış müdahaleye fırsat vermemiş olur. Halkın rejimi değiştirmek istemesi de son derece doğaldır. Ama bu talebi bahane ederek dış müdahalenin aracı yapmak başka bir şey. Çünkü gelecek vadeden bir şey değil bu. Program budur. ABD, kenarda durmuş fakat içten içe Suriyeli muhalifleri kışkırtıyor. Öne taşeronlarını sürüyor ve kendine yakın muhalefete “diyaloga yanaşmayın sizi aldatacaklar” diyor. Silahlı gruplara “güvenliğiniz için aman silah bırakmayın” diyor. Bunun anlamı, kaplanların boğuşmasını uzaktan seyretmek değil, iç savaşı kışkırtmaktır. Türkiye, “biz muhalefete sadece insani yardım yapıyoruz” diyor ama ötesi var. Türkiye,

daha farklı bir konumda. O da şudur: Kendi ülkesinde problemleri çözememiş bir Türkiye gibi karın ağrısı çeken (Kürt isyanını silahla ezmek ve çözme politikası, Alevi sorunu, emekçi meselesi, ekonomik kriz, muhalif olan herkese yönelik tutuklama ve baskı operasyonları gibi) bir ülkenin başkalarına insanlık dersi vermesi kadar çifte standartlı bir durum olamaz. AKP hükümeti olarak Suriye’de despotizmi eleştireceksin, kendi ülkende fikir özgürlüğünü açısından verilen cezaları son 9 yılda 10 kat artıracaksın. Tahrir’de milyonları öveceksin ama Diyarbakır’dakiler ayağa kalkınca copla gazla, kurşunla üzerlerine gideceksin. Oralarda merkeziyetçilik kötüdür, milletler yerel yönetimlere girsin diyeceksin; kendi ülkende yerel yönetim ya da özerk yönetim taleplerini tümden reddedeceksin; hatta sürekli operasyonlarla bastırma yoluna gideceksin. Suriye’de kitlesel tutuklamalara itiraz edeceksin, Türkiye’de son iki ay içinde KCK, Hopa ve benzeri nedenlerle binlerce kişiyi tutuklayacaksın. Bu nasıl bir demokrasi ve insani değer anlayışıdır böyle? Diğer yandan Türkiye’nin sadece Amerika’nın işaret ettiği yerlere dönük insani duyguları kabarıyor. ABD’nin işaret etmediği mesela Bahreyn, Suudi Arabistan gibi yerlerdeki adaletsizlikleri görmüyor. Oradaki ayaklanmaları devrim veya bahar saymıyor… –Peki, bu yöntemler işe yaramadığında askeri müdahalelerin gündeme gelmesi mümkün mü, buna İran’ın tavrı nasıl olur? Suriye’nin düşmesi sadece Suriye’yle sınırlı kalmaz: Orası düşerse, değişirse veya kaos olursa bu bir şekilde Lübnan’ı, Irak’ı Türkiye’yi, İran’ı ve hatta Ürdün’ü etkiler. Son 50 yılda bölgede oynadığı rol nedeniyle çevre ülkelerle çok farklı ve karmaşık ilişkiler kurmuş; Hizbullah, Hamas gibi müttefikleri; Lübnan, Ürdün ve Irak’ta destekçileri, yandaşları bulunuyor. Mesela benim bildiğim Lübnan’ın nüfusunun büyük


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

bir kısmı ve şu anda da hükümette çoğunluğu oluşturan bir seçim bloğu Suriye’den yana. Gazeteler orada bölünmüş, siyasi partiler, akademisyenler, fikir adamları Suriye’ye destek vermek ile ona müdahale arasında bölünmüş durumdalar. Ürdün’de DKÖ’ler, İslamcılar vb. bölünmüş durumda. Irak’ta Şii kesim müdahaleye karşı çıktı. Irak Kürdistan bölgesi ayaklanmaları desteklemekle birlikte dış müdahaleye karşı (Celal Talabani’nin demeci) çıktı. Irak Kürtleri, daha çok Suriyeli Kürtlerin blok halinde mücadelesini desteklediler. Onların milli haklarına kavuşmalarından yana tutum aldılar.

önemlidir. Her taraf yangın yerine döner demiyorum ama bütün dengeler değişecek. Bu nedenle Rusya’nın savaş gemilerini oraya yönlendirmesini böyle okumak gerek. Keza Çin, “muhtemel üçüncü dünya savaşına mal olsa bile, Suriye ve İran’ı desteklemeyi sürdüreceğiz” dedi. Her iki ülke, kendi nüfuz bölgelerindeki müttefiklerini desteklemeyi düşünüyorlar. Peki, son tahlilde Suriye için savaşırlar mı? Bunun hiçbir garantisi yoktur. Rusya, ABD karşısında henüz zayıf bir ülke. Son anda bir pazarlıkla çark edebilir.

Suriye konusunda Türkiye’de bildiğimiz anlamıyla bir bölünme, cephesel belirgin bir yarılma, ayrışma bulunmuyor. Ama solcular, Kürtler, ilerici kesimler Batı’nın ve Türkiye’nin müdahalesine karşılar. Suriye yönetimin, rejiminin yanında olmayan ancak müdahaleye karşı olan kesimlerden söz ediyorum. Esas olarak İslamcılar yani AKP ve çevresi Suriye’ye hemen her türlü müdahaleden yana bir çizgide duruyorlar. Bu arada şunu da söylemek gerek; daha önce nispeten anti Amerikancı sloganlarla yola çıkıp bu tür müdahalelere karşı çıkan Türkiyeli İslami oluşumlar, tümüyle iflas etti birkaç istisna dışında. Hatta geçmişte en koyu İran yanlısı kesimler bile çark ettiler ve AKP’yi destekler bir tutum aldılar. Bunu, Yeni Şafak’ta yazan Hakan Albayrak’ın Suriye konusunu değerlendirmelerinden anlıyoruz.

İran daha çok Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’taki müttefikleri aracılığıyla ve lojistik destek şeklinde Suriye’ye yardım eder. Çıplak bir askeri müdahale olmadığı sürece Suriye ordusunun yardıma ihtiyacı yok zaten.

Ortaasya Kapışması İçin “Yol Temizliği” Gerek…

Amerika, Ortaasya’ya Pasifik’e giderken “yol temizliği” yapmaya çalışıyor. Nedir yol temizliği: Suriye ile Lübnan’ı birlikte halletmek. Böylece Irak’ta elini güçlendirerek orada İran’la müttefik olan güçleri tasfiye etmek. Ondan sonra İran’a yüklenmek. İran bütün Asya’da kopacak fırtınanın Cümle Kapısı, Nizamiye kapısı gibidir. Oradan girildiğinde Rusya’nın güneyden, Çin’in batıdan kuşatılması demektir. ABD buraya ilerlemeye çalışırken Suriye’nin düşmesi

–Peki İran?

Suriye’de bence en önemli gelişme bir üçüncü yolun belirmeye başlamasıdır. Bu, giderek bir akıma dönüşüyor. Zaman olursa hareket olarak genişleyebilirler. Üçüncü akımın içinde solcular, laikler, aydınlanmacılar, demokratlar, Hıristiyan azınlıklar, kimi küçük dini gruplar var. Birkaç yıl önce Şam manifestosunu (bir çeşit bizdeki Aziz Nesin’in Aydınlar Dilekçesi gibi) yayınlayan ve bu nedenle birkaç yıl hapis yatan bir aydın (Mişel Kelo) başını çekiyor. Bunlar, ne işgali ne de bu mevcut yönetim tarzını benimsiyorlar. Yönetime şöyle sesleniyorlar: “Önce halkla barışın. Siz halkın taleplerini yerine getirirseniz kazanırsınız. Ayaklananların da çoğu yeniden yanınıza gelir ” diyorlar. Bu eğilim gittikçe güç kazanıyor. Temennim, bu 3. Yolun gelişmesi. Eğer bu olmazsa önce önemli oranda bir iç çatışma yaşanır ve ardından da bir iç savaş gelebilir. Hem Türkiye ve hem de askeri müdahale açısından kritik nokta Halep yöresidir. Burası 7 milyonluk bir şehir. Önemli bir ticaret merkezi ve Türkiye’ye de çok yakın. Burada çok büyük bir hareketlenme yok. Yer yer gösteriler oluyor ama bunlar Kürtle-

rin yaptığı barışçıl gösterilerdir. Eğer Halep’te, Humus gibi Hama gibi büyük çaplı gösteriler ve ölümler olursa büyük ihtimalle halk Türkiye sınırına gelecektir. Bu durumda Türkiye orada bir tampon bölge yaratmaya yönelecektir ki, bu fiili işgal demektir. Bu durumda İran Türkiye’ye bir şekilde tacizde bulunabilir. Ve savaşın, kavganın, çatışmanın, ateşin bir ucu Türkiye’nin içine kadar uzanabilir. Dikkat edilirse, Türkiye’nin pozisyonu iki olaydan sonra değişti. Tabi Batılılar arkadan itiyorlardı: “Hadi git, Suriye’ye karış, içişlerine müdahale et! Sen aslansın, kaplansın” diye. Türkiye’nin Suriye yönetimine karşıt siyaseti iki gelişmeden sonra kamuoyuna ilan edildi: Birincisi Türkiye, Esad yönetimiyle görüştü ve dedi ki: “Mevcut hükümeti çöz bunun yerine geçiş hükümeti kur. Bunun belkemiğini İslamcılar ama aslolarak Müslüman Kardeşler örgütü oluştursun, araya biraz da vitrinlik liberal koyalım”. Suriye reddetti bunu.

Türkiye, Kürtleri “Halletme” Oluru Aldı

İkincisi Obama-Erdoğan görüşmesidir. Kulis bilgimiz yok ama çıkarsama olarak söylüyorum: Obama, Başbakan Erdoğan’dan Suriye konusunda ortak tutum alınmasını istemiş: “Bu işi birlikte kotaralım” demiş olmalı. Erdoğan, Obama’nın bu isteğini kabul etmiş fakat bir şart öne sürmüş olmalı: “O zaman Kürtler konusunda elimi serbest bırak. Beni bu konuda tam anlamıyla destekle.” Yani önce Kürtleri ezeyim, sonra kendi yordamımca bu meseleyi “hal”ledeyim fikrini öne sürmüş Başbakan. Dikkat edin, çözmekten bahsetmiyorum. Kürt meselesinin halledilmesinden yani sopayla, baskıyla tepesine vurup işi silahla, askeri yahut şiddet yöntemleriyle bitirilmesi anlayışı var burada. Tıpkı 193738’dek Dersim olayının “tedip ve tenkil” biçiminde halledilmesi gibi. AKP hükümetinin Suriye’ye ve Kürtlere karşı tavrının sertleşmesi, yukarıda zikrettiğim iki

Suriye’de despotizmi eleştireceksin, kendi ülkende fikir özgürlüğünü açısından verilen cezaları son 9 yılda 10 kat artıracaksın. Tahrir’de milyonları öveceksin ama Diyarbakır’dakiler ayağa kalkınca copla gazla, kurşunla üzerlerine gideceksin. Oralarda merkeziyetçilik kötüdür, milletler yerel yönetimlere girsin diyeceksin; kendi ülkende yerel yönetim ya da özerk yönetim taleplerini tümden reddedeceksin.

7


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

noktadan sonra gelmiştir. Türkiye politikasında ikili bir durum var: Bir taraftan Suriye’de kendince bir değişim istiyor. Hatta Müslüman Kardeşler örgütü iktidarda olursa, AKP’nin bölgeye yönelik politikası açısından çok da iyi olacağı düşünülüyor.

Amerika, Ortaasya’ya Pasifik’e giderken “yol temizliği” yapmaya çalışıyor. Nedir yol temizliği: Suriye ile Lübnan’ı birlikte halletmek. Böylece Irak’ta elini güçlendirerek orada İran’la müttefik olan güçleri tasfiye etmek. Ondan sonra İran’a yüklenmek. İran bütün Asya’da kopacak fırtınanın Cümle Kapısı, Nizamiye kapısı gibidir. Oradan girildiğinde Rusya’nın güneyden, Çin’in batıdan kuşatılması demektir. ABD buraya ilerlemeye çalışırken Suriye’nin düşmesi önemlidir.

Eski Osmanlı, yani dönemin efendi milleti, kavmi ve yönetici hanedanına bağlı Şam Eyaleti (Ürdün. Lübnan, Suriye ve Filistin’i kapsayan) benzeri bir entefrasyon modeli ortaya çıkacak AKP açısından. İlk defa, Türkiye’nin bir komşu ülkesinde (Suriye) AKP’nin zihniyetini taşıyan bir hareket iktidarda olacak. Bu model, Ürdün’e kadar uzanabilir şeklinde neo Osmanlı hayallerini depreştiriyor bu durum. Ama öte yandan Türkiye, böylesine kaba bir müdahalenin muhtemel sonuçlarından korkuyor: “Ben, bir bahaneyle Halep’i baskı altına alacak bir tampon bölge yaratıp rejimi Şam çevresinde sıkıştırırsam, bu durumda Suriye hükümeti, Kürtlerin elini serbest bırakır, onlar farklı yönelimlere girip benim Kürt sorunumu büyütebilir” diye. O nedenle de önce içerdeki muhalifleri, özellikle Kürt hareketini, BDP ve müttefiki solcuları ezmek istiyor tabi. Suriyeli Kürtler, durumu uzun süredir gözlemliyorlar. Kendi aralarında 11 grup ittifak yaptı sonra 6’sı ayrılıp kendi aralarında ittifak yaptılar. Bunlar Esad’la yan yana gelmiyor ama muhalefetin programında da Kürtlerin talepleri yok. şu anda orta yerde duruyorlar. Nitekim geçenlerde Erbil’i ziyaret edip; Suriye muhalefetine, “milli demokratik taleplerimizi şu süre içinde kabul etmezseniz, bizim sizinle herhangi bir ilişkimiz olmaz” tarzında bir açıklama yaptılar. Bu arada belirteyim: Suriye yönetimi, denge unsuru sayılan Kürtleri yanına çekebilmek amacıyla bazı tavizler vermeye başladı. Tadımlık, elma şekeri kabilinden tavizler bunlar. Suriyeli Kürtlerden 250-300 bin kadarının, yakın zamana kadar yurttaş kimliği yoktu. Yasal

8

açıdan Suriye vatandaşı sayılmıyorlardı; haklardan yararlanamıyorlar. Sözgelimi mülk alımsatımı yapamıyorlardı. Çelişkili biçimde, askerlik hizmetine çağrılabiliyorlardı. Esat yönetimi, son aylarda, hepsine değil ancak bir bölümüne vatandaşlık hakkı tanıyıp kimlik verdi. Kürtçe yasaktı. Son iki aydır; Kürtlere okul açma izni verildi. Henüz yasa güvencesinde değiller fakat pratikte bu uygulamaya göz yumuluyor. Okullar açılmaya başladı. Bunlar dikkat çeken gelişmeler. –Bütün bu gelişmeler içinde Barzani’nin gelişini nasıl yorumluyorsunuz İran Kandil’e operasyon yaptığı sırada Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde göstermelik bir gerginlik var gibiydi. Türkiye, ABD’nin uydularından kendilerine verilen istihbaratları İran’a aktardı ki, İran kendisine vekaleten Kandil’in tümünü, halledebilsin. İran da “PKK’yi halledersem Türkiye’yi ABD’ye karşı yanıma çekerim” diye düşünmüş olabilir. Amerika ise, kendince “Ben İran’a müdahale edeceksem, Azerbaycan’ da muhalifler var, Huzistan denen bir Arap bölgesinde muhalifler var, bir de silahlı Kürtler var, bunların üçünü İran’a karşı kullanabilirim” diye düşünmüş olabilir. Ne zamanki Türkiye füze kalkanını Kürecik bölgesine ve İran’a karşı yerleştirme kararı aldı. İran hemen tavrını değiştirdi ve PKK ile anlaşmaya gitti. Kandil operasyonlarını durdurdu, PJAK da silahlı eyleme şimdilik ara verdi. Barzani’nin Türkiye’ye gelişi, bu gelişmelerin üzerine oldu. Barzani, Suriye ve İran’a muhtemel bir dış müdahale neticesinde bölgede kıyamet kopacaksa, Kürt bölgelerinin en az zararla bu durumu atlatması için kendince bir rol almaya çalıştı. “Türkiye’de Kürt sorunun bir hal yoluna konulmaya başlaması, Kürtlerin olduğu kadar Türk devletinin de elini güçlendirir” diyerek bu doğrultuda arabulucu olma yolunda önerilerde bulundu. Dikkat edilirse önce İran’a gidip ar-

dından Ankara’ya geldi. –Ama Türkiye’nin politikası ezme yönünde ilerliyor? Bir gazetede ilginç bir makale okudum; diyordu ki, “başbakanın danışmanları çok okumuş, bilgili uzmanlar olabilirler ama Kürt meselesinde duygudan yoksundurlar, işin mekanik yönüyle meşguller.” Bu, benim tespitlerime uyuyor. Ben, Kürt meselesinin zor ve şiddet yoluyla, deyim yerindeyse savaş yöntemiyle halledilmesi gerektiği noktasında, özellikle Yalçın Akdoğan ile Gülen cemaatinden bazı kimselerin, söz gelimi Zaman gazetesi ve Samanyolu çevresinde kümelenen bir grubun başrolü oynadığını düşünüyorum. Çünkü Kürt meselesi biraz, yukarıda belirttiğim kimselere havale edilmiş. Şöyle ki; bu danışman ve uzman kadro, bir duygudan yoksun ve sırf istihbarati raporlarla iş çözmeye yatkın. Bu birinci nokta. İkincisi, aynı çevreler son zamanlardaki birkaç küçük hareketlenmeden yola çıkarak subjektivizme düştü. Birkaç Kürt aydının Kürt hareketine dönük itirazlarından, eleştirilerinden, biraz da referandumdaki “yetmez ama evetçi”lerin tavrından yola çıkarak “Kürt mahallesi tamamen bölünüyor, orada PKK ve BDP despotizmine karşı sesler yükseliyor. Bu iş bitecek” zannına kapıldılar. Bunlardan yola çıkarak da önce iyice bir ezip sonra kendi Kürtleri üzerinden bir “halletme” yoluna girdiler. AKP’nin Kürt sorununu evrensel ölçekte bilinen olumlu yöntemlerle çözme diye bir derdi yoktur. Barzani’yi de kendi yönelimine getirmek istedi, olmadı.


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

TAHRİR’DE VE WALL STREET’TEKİLER “SAHİPSİZ ÇIĞLIKLAR”DIR!

S

.Dayanışma: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir yandan çeşitli ayaklanmalar, halk hareketleri görüyoruz. Biryandan da ABD ve emperyalist güçlerin buraya yeniden dizayn vermeye dönük müdahalelerini. Bu müdahalelerin bir kısmı özellikle ABD tarafından bölgede bir Sünni bir model mi uygulanmaya çalışılıyor sorusunu gündeme getiriyor. Buralarda Müslüman kardeşler ve versiyonu örgütlenmeler öne çıkıyor. Bunların ABD çıkarları ile tam olarak uyumlaşma durumları var mıdır? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer Müslüman kardeşler böyle bir kıvama geldiyse, bu aynı zamanda bölgedeki İran ve diğer karşı direniş odaklarını alt etme sindirme girişiminin bir parçası olabilir mi? Bu riskleri nasıl görüyorsunuz? İhsan ELİAÇIK: Graham Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” diye bir kitabı var. O kitaba bakıldığında Amerikan aklının bölgeye yönelik planının ne olduğu anlaşılabilir. Gerçi o kitap Türkiye’yi anlatıyor ama bu planın, önce Türkiye modeli yaratıp onun diğer Ortadoğu ülkelerine yansıtılması şeklinde olduğunu anlıyoruz. Kafalarında şöyle bir şey var, bu coğrafya İslam dünyası ve burası modernizme istenilen şekilde katılmıyor. Kapitalizm tam olarak yerleşmiyor, kapitalist girişimciler tam olarak ortaya çıkmıyor ki onlar buralara ürettikleri ürünleri satabilsinler. Buraların pazar olarak onlara açılması lazım. Gerici diktatörlükler var, bir gelen kırk sene gitmiyor. Kolay çalışabilecekleri ekiplerin yine kolay yollarla iktidara gelmesi lazım. Din anlayışı itibari ile de Kuran-ı Kerim’in Allah’ın kitabı olmasından kaynaklanan bir ısrar var. Bu değiştirilemiyor, buna dokunulamıyor. Çünkü Allahın kitabı değiştiri-

lemez inancı var. Orada geçen birçok hüküm de bunların işine gelmiyor. Dolayısıyla sorunlu bir coğrafya. Bu coğrafyaya bir plan hazırlıyorlar. O kitaptan okuduğum ve diğer Amerikan kaynaklarından takip ettiğim kadarıyla şöyle düşünüyorlar; “Ortadoğu’da çalışacağımız partnerlerimiz bundan sonra şu özelliklere sahip olacaklar: Bir; yerli bir güç olacak ve dindarlığı ön planda olacak. İki; seçimle iş başına gelmiş olacak. Üç; Amerikan menfaatleriyle çatışmayacak. Dört; reformcu özelliklere sahip olacak.” Dört özellik arıyorlar. Türkiye’ ye baktığımızda AKP buna tam oturuyor. Dindar, yerli, %50 oy alabiliyor, dindarlığın ve Sünniliğin gücünü kullanabiliyor, aynı zamanda reformcu ve de Amerika menfaatlerine karşı bir politikası da yok. O zaman biçilmiş kaftan. Aynısını Mısır’da da planlıyorlar. Tunus, Suriye, Filistin… Bütün İslam dünyasında uygulamak istiyorlar. Buradan baktığımızda, Türkiye’ de Milli görüş hareketinden çıkan AKP, Pakistan’ da Cemaati İslami, Filistin’ de Hamas, Mısır’da, Suriye’de ve Arap dünyasının çoğunda İhvan-ı Müslimin’de, tam anlatılan özelliklere uygun eğilimler var. Bunlar üzerinde çalışma yapıyorlar. Amerika’nın bölgeye yönelik aklı böyle işliyor. Ben gelişmeleri böyle okuyorum. Türkiye’ deki Ergenekon operasyonlarının da böyle okunması gerekir. Birinci dünya savaşından sonra Türkiye’ de kurulan statüko buna göre ayarlanmıştı. Türkiye’ deki Kemalist kadrolar o dönemin Amerikan çıkarları için biçilmiş kaftandı. Doksanlardan sonra Sovyetler Birliği çökünce konsept değiştirdiler. Kemalist kadrolar da boşa çıktı. Bunların tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bugün yaşadığımız budur. Yani Ergenekon operasyonlarını yerli

güçler yapmıyor; dış güçler ekibi değiştiriyor. Kapitalizm sopa değiştiriyor. Sopayı Kemalistlerden alıp muhafazakârlara veriyorlar. Sopa aynı sopa, bizim tepemize iniyor. Şimdi bunun aynısı Mısır’da da oluyor. Peki, Mısır’da ve diğer ülkelerde yaşanan hareketleri nasıl yorumlayacağız? Bana göre bunlar “sahipsiz çığlıklar”dır. Bunun en simge ve zirve örneği Tahrir meydanıdır. Şu anda da gençler orada yatıyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar fakat bunların uluslararası arenada temsilcileri yok. Bir diktatörü deviriyorlar, sonra ordu yönetime el koyuyor. Ordu, zaten Amerika ile işbirliği içerisinde. Ölümüne giden bir sokak hareketinde -Suriye de buna örnektir Mısır da- bir dış gücün kışkırtmasıyla insanların silahlara göğsünü siper etmeyeceği, silahların üzerine yürümeyeceği kanaatindeyim. Buralarda bir yerel dinamik var, fakat o yerel dinamik sahipsiz. Temsilcisi yok, örgütü yok. Kırk iki yıldır baskı var, yoksulluk var, adam kendini yakmaktan başka çare bulamıyor. Bunları kim örgütleyecek, kim bunların hedeflerini siyasal merkeze taşıyacak belli değil.

Sırada “Abdestli Kapitalizmler” Var

Mısır’da seçimlerin sonucunda büyük ihtimalle (Tunus’taki En-Nahda hareketinde olduğu gibi) İhvan-ı Müslimin hareketi ve onun kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi(HAP) iktidara gelecek. Tunus’daki En-Nahda AKP’yi örnek alıyor. Hamas AKP’yi örnek alıyor. Bu hareketleri çok iyi tanırım. Milli Görüşü de, AKP’yi de çok iyi tanırım. Bunların içinden geliyorum. Ben bir şey fark ettim fakat bunlar hala fark etmedi. Fark ettiğimiz şey şu; adını saydığım hareket-

İhsan ELİAÇIK Röportaj

Adını saydığım hareketler yeşil kuşak projesi gereği soğuk savaş döneminde zihinleri antikomünist bir operasyondan geçirilmiş dindar zihinleridir. Bunlar dindar olmadan önce antikomünistlerdir. Yani önce mülkünü koruması lazım, sonra bunu koruyacak bir manevi karizma lazım onun için de müslümandır. Hıristiyan da olabilirdi. Müslümanlık burada bir stepne oluyor. Asıl dava olmuyor 9


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Ama muhalefet tarafında Ergenekoncular, CHP ve ulusalcılar da olduğu için mevcut muhafazakârlar bizi oraya hapsederek hakiki çelişkiyi sahte çelişki ile örtmeye çalışıyor. Oysa AKP ile Ergenekoncu veya ulusalcı arasındaki çelişki hakiki bir çelişki değildir. Bu bir sopa değiştirmedir. Burada bir muhalefet yok ki Ergenekoncular, ulusalcılar iktidara gelse ne olacak? Kapitalizme karşı bir itirazları yok. Muhalefetin antikapitalist ve antiemperyalist olması gerekiyor.

ler yeşil kuşak projesi gereği soğuk savaş döneminde zihinleri antikomünist bir operasyondan geçirilmiş dindar zihinleridir. Bunlar dindar olmadan önce antikomünistlerdir. Yani önce mülkünü koruması lazım, sonra bunu koruyacak bir manevi karizma lazım onun için de müslümandır. Hıristiyan da olabilirdi. Müslümanlık burada bir stepne oluyor. Asıl dava olmuyor. Bunların genel özellikleri, Allaha inanırlar fakat güvenmezler. Allaha inanırlar, fakat paraya servete güvenirler. Bu nedenle rahatlıkla mülke, paraya tamah eder hale gelirler, kapitalizmle bir sorunları yoktur. Rahatlıkla kapitalist cenaha geçebilirler. Amerikan aklı dediğimiz yerden baktığınızda bunlardan daha iyi bir partner olamaz. Biz bu sürece küresel kapitalizmin bölgemizde bu gruplar eliyle meşrulaştırılması diyoruz. Kapitalizme “abdest aldırılması” diyoruz. Şuan Türkiye de olan budur. Tunus’ta, Mısır’da olacak olan da budur. Buna kapitalistlerin de ihtiyacı var, bölge de şuanda buna aç. Yıllarca sistemden dışlanmışlar, dindar, muhafazakar antikomünist bir tezgahtan geçirilmiş ve yaşaması gereken dünyevileşme sürecini yaşayamamış kitleler gözleri hiç bir şey görmeden açlıklarını şuanda doyurma sürecindeler. Onun için mala, mülke, servete, iktidara alabildiğine koşuyorlar. Bu süreç henüz tamamlanmadı, en ileri noktası Türkiye’de yaşanıyor. Mısır ve Tunus, Türkiye’ den 10 yıl geriden geliyor. Tunus’da, Mısır’da muhtemelen ileride Suriye’de “ılımlı İslam veya abdestli kapitalizm” dediğimiz düzenler kurulacak. Fakat bunun içerisinden başka bir muhalefet çıkacak. Veya var olan muhalefet buna doğru evirilecek. Muhalefette de din dilini kullananlar olacak. Bunlar da onlara karşı çıkacak. İşte tam o zaman İslam dünyası hakiki çelişkisine oturtmuş olacak. Türkiye’ den örnek verirsek; Bir muhalefet olması gerekiyor. Ben bu muhalefetin dinsel dilini oluşturmaya çalışıyorum. Ama

10

muhalefet tarafında Ergenekoncular, CHP ve ulusalcılar da olduğu için mevcut muhafazakârlar bizi oraya hapsederek hakiki çelişkiyi sahte çelişki ile örtmeye çalışıyor. Oysa AKP ile Ergenekoncu veya ulusalcı arasındaki çelişki hakiki bir çelişki değildir. Bu bir sopa değiştirmedir. Burada bir muhalefet yok ki Ergenekoncular, ulusalcılar iktidara gelse ne olacak? Kapitalizme karşı bir itirazları yok. Muhalefetin antikapitalist ve antiemperyalist olması gerekiyor. Yani dış bağlantılara, dış müdahalelere karşı çıkacak ve kapitalist ekonomik sisteme itiraz edecek. Bu sisteme karşı alternatif bir şey söyleyecek. Diğer yandan mevcut iktidar dinsel kökenden geldiği için, buna karşı itirazın da dinsel kökeni olması lazım. Bu coğrafyada nasıl ki iktidarın yerel dinamiklerden oluşması gerekiyorsa muhalefetin de yerel dinamiklerle bağlantısı olması gerekiyor ki rayına oturmuş olsun. Diğer türlü dışa bağımlı gibi gözükür. Dolayısı ile bu Arap baharından sonra İslam dünyasının çeşitli yerlerinde ılımlı İslam rejiminin kurulacağını ve ona karşı yine dinsel kökenli muhalefet hareketlerinin baş göstereceğini öngörüyorum. –S.Dayanışma: İran’ın bölgedeki rolünü nasıl görüyorsunuz? İran’ı biraz farklı değerlendirmek lazım. İran’da antiemperyalist damar çok kuvvetli. Ama yeterince antikapitalist değil. Bir de yeterince özgürlükçü değil. Dinsel baskı eğilimleri var. Bu da İran için sorun oluşturuyor. Dış güçler, İran’ın yeterince antikapitalist olmamasından memnunlar. Ama bu özgürlükler meselesini çok kullanıyorlar. İran’da başörtüsü vb. meselelerde baskılar var. Bu konudaki mücadeleyi İslami devrimin simgesi olarak görüyorlar. Hâlbuki bunlar yanlış. Bir ülkede ne olduğu zaman oraya bir düzen olarak İslam girmiştir diye merak ediyorsanız bana göre bunun ölçüsü sosyal adalettir. Zenginle yoksul arasındaki uçurum giderek artıyor mu azalıyor mu? Mülkiyet

hakça paylaşılabiliyor mu? Yoksa paylaşılamıyor mu? Sömürü var mı yok mu? Esas ölçü bunlardır. Yoksa ne başörtüsüdür, ne ezan okumaktır, ne namaz kılanların sayısının artmasıdır ne de hacca gidenlerin çoğalmasıdır. Türkiye de bunların hepsi var da ne oluyor? Bunlar bir ülkede İslam’ın kuvvetli bir şekilde yaşandığı, oraya yerleştiği manasına gelmez. Ritüellerin ete kemiğe büründürülmeden, hayatta gereği yapılmadan manasız tekrarı anlamına gelir. Dolayısı ile İran bu sorunlarını hallederse hem emperyalizme hem de kapitalizme karşı kuvvetli bir kaleye, bölgede bir direniş odağına dönüşebilir.

Allah’ın Sesi İle Yoksulun Sesini Birleştirmek Lazım –S.Dayanışma: Peki halk hareketlerinin olduğu bu Arap ülkelerinde sizin gibi merkezine adalet ve mülkiyet meselesini almış olanlar var mı? Varsa güçleri ne kadar? Varlar fakat çok zayıflar. Aşağı yukarı Türkiye’deki gibi. Türkiye’den biraz kuvvetli sayılabilir. Şöyle düşünün, Mısır’da “Allah, ekmek, onur, özgürlük” diye meydanlarda bağırıyorlar. Ordu ile çatışıyorlar. Son on günde kaç kişi yaşamını yitirdi. Bu dinecek gibi de görünmüyor. Çünkü henüz rayına oturmuş değil. Oysa biz bunu Türkiye’de yapamıyoruz. (Mesela Mısır başkonsolosluğunun önüne gittik “Allah, ekmek, özgürlük” diye bağrınca bir grup genç solcular Allah diye bağırmadır. İslamcılar da ekmek diye bağıramadı.) Ama Mısır’dakiler bunu çözmüşler. Türkiye’den daha ileri görüyorum. Böyle olması lazım. Yani bu coğrafya’da Allah’ın sesi ile yoksulun sesini birleştirmek lazım. Antikomünist yeşilkuşak projesi bunu ayırdı en büyük projeleri de buydu. –S.Dayanışma: AKP’nin Truva atı rolü ne kadar süre halklar içerisinde geçerli sayılacak? Bu coğrafyanın yani eski Osmanlı haritasının derlenip toparlamaya, birleşmeye, birliğe


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

ihtiyacı var. Çünkü baktığımız zaman dünyanın orta yerinde İslam dünyası denilen koskoca bir boşluk var. Bu böyle gitmez, dünyanın geleceği açısında da bu gerekli. Burada bir yan yana gelme, birleşme gerekiyor. Bunu kim yapacak? Olması gereken, bunu yerli güçlerin, kendi çıkarları doğrultusunda yapması. Fakat Avrupalılar ve Amerikalılar, buna izin vermiyor “bunu biz yapacağız” diyorlar. Hatta Graham Fuller’in bir sözü vardı: “İslam dünyasının yenilenmesi sorunu oranın yerli güçlerine bırakılmayacak kadar önemlidir” diyordu.

ile ortaya çıkmanın siyasi, sosyal, ekonomi-politik arka planı olmadığı için Batılılar tarafından bir süre kullanılacağını ve daha sonra tamamen onların güdümüne geçeceğini öngörüyorum. Bu böyledir, ayı ile yatağa girilmez. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Onların emellerine alet olmamanız için kuvvetli bir siyasal, sosyal planınızın olması gerekir. Yeterince antikapitalist olmanız gerekir. Türkiye’deki mevcut hükümetin dış politikasına en kuvvetli eleştirim Amerikan politi-

lamcılar. Soğuk savaş döneminin antikomünist kafalarıyla şekillenmiş muhafazakâr sağcı bir takım gruplardır. Hem nalına hem mıhına vurarak, kurtlarla saldırıya katılıp koyunlarla ağlaşmak iş değildir. Ahmet Davutuğlu’nun ‘stratejik derinliği’ pratikte bundan başka bir şeye yaramıyor. Biz başka bir şey savunuyoruz. Türkiye’nin Ortadoğu’da bir direniş odağına dönüşmesi gerekir. Bu mümkündür, dünyanın bölgenin buna ihtiyacı vardır. Tahrir meydanındaki, Wall Street’teki

Bunlar artık eski kuşak İslamcılar. Soğuk savaş döneminin antikomünist kafalarıyla şekillenmiş muhafazakâr sağcı bir takım gruplardır. Hem nalına hem mıhına vurarak, kurtlarla saldırıya katılıp koyunlarla ağlaşmak iş değildir

Bugün kapitalizmin dayandığı hammaddeler, petrol başta olmak üzere bu bölgeden çıkıyor. Afrika dâhil olmak üzere Avrasya dediğimiz coğrafya ile bağları koparıldığı zaman Amerikalıların ve batı dünyasının geleceği tehlikeye girer. Bölge güçlerinin istekleri ile Batılıların istekleri örtüşmüş gibi gözüküyor. Türkiye’de AKP’nin Yeni Osmanlı hayali, bölgenin ihtiyacını karşılayan bir yerli bir projeymiş gibi gösteriliyor. Ama bu proje aynı zamanda batı dünyasının istekleri ve arzuları ile de tamı tamına örtüşüyor. Tam da bu noktada ben kaybedenin AKP olacağını düşünüyorum. Çünkü böyle bir yeni Osmanlı projesi

kasına göbekten bağlı olmasıdır. Tayyip Erdoğan, Ortadoğu coğrafyasında Amerika’dan habersiz tek bir iş yapamaz. Kesinlikle bağımsız bir politika izleyemez. Bir gözü sürekli Amerika’dadır. ‘One munite’ bile hesaplıdır. Bu coğrafyaya, Arap sokaklarına bir kahraman lazımdı. Bu kahramanlığın da kesinlikle İsrail’e kafa tutmaktan geçtiğini bilen göstermelik bir şeydi. Bizi onlarla kandıracağını mı zannediyor? Sistem olarak ne yapıyorsun ona bakarım ben. Sistem olarak, dahası zihniyet olarak emperyalizmle, kapitalizmle hiçbir sorunun yok. Senden Amerika’ya, Avrupa’ya karşı bir alternatif çıkmaz. Bunlar artık eski kuşak İs-

sahipsiz çığlıkları temsil etmelidir. Bunları dünya sistemine zararsız hale getirmek isteyenleri, ılımlılaştırmak isteyenleri değil… Bunlar ileride kendi örgütlerini kuracaklar, kendi temsilcilerini çıkartacaklar, ama yakın zamanda böyle bir şey beklemiyorum. Şu anda Tahrir meydanını saran yıkıcı bir dalga, ama kurucu enerjisi yok. İş kuruculuğa geldiği zaman çakallar ve dünyanın işbirlikçileri devreye giriyor. Ve devrimi onların elinden alıyorlar. Onlar da geri vermemek için mücadele ediyorlar. Bu mücadele bir müddet daha devam edecek diye düşünüyorum…

11


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

BİR TAHRİR KUŞAĞIYLA KARŞI KARŞIYAYIZ

S

.Dayanışma: Arap Baharı denilen süreç önemli sosyal, siyasal sonuçlar yaratarak devam ediyor. Tunus ve Mısır devrimleri diğer Arap ayaklanmalarına kıyasla önemli bir farka sahipmiş gibi?

Foti BENLİSOY Röportaj

12

Foti Benlisoy: Medyatik terimiyle “Arap Baharı” denilen süreç bir bütün, ama elbette çeşitli ve birbirinden farklılıkları olan parçalardan müteşekkil bir bütün. Bu parçaların kendi iç bağlamlarını, iç dinamiklerini dikkate almak gerekiyor elbette. Buradan baktığımızda mesela Mısır ve Tunus’un sosyal dinamikleri bizim anladığımız anlamda daha demokratik ve sosyal talepleri içeren bir değişime daha müsait diyebiliriz. İki ülkede de gelişkin bir işçi hareketiyle karşı karşıyayız. İki örnekte de belki eksikleriyle de olsa dinamik işçi hareketleriyle karşı karşıyayız. Ayrıca her iki vakada da gençlik hareketinin etkisi belirleyici diyebiliriz. İkisinde de ayaklanmanın sürükleyici gücünün demokratik ve sosyal talepler etrafında harekete geçen gençlik kesimleri olduğunu söyleyebiliriz. Tunus’ta, Mısır’da ve aslında sürecin diğer parçalarında da güvencesizlik ve geleceksizlik cenderesine sıkışmış eğitimli-işsiz gençlik kesimlerinin etkisi önemli. Tunus’ta kendini yakarak süreci tetikleyen genç, bazen “diplomalı işsiz” denilen bu kategoriye giriyor. Neoliberal dönemde genç nüfusta işsizliğin yapısallaşması, güvencesiz esnek çalışmanın kural haline gelmesi koşullarında Mısır’da, Tunus’ta hayal kırıklığına uğramış gençlik kesimlerinin dinamik bir siyasal-sosyal aktör olarak ortaya çıkışı söz konusu. Kısacası, iki ülkede de devrim (ya da ayaklanma ne dersek diyelim) öncesinde gençlik hareketinde olsun, işçi hareketinde olsun,

ciddi kıpırdanmaların yaşandığı, sokakta siyasetin yeniden canlanmaya başladığı bir dönemdi. Yani iki büyük ayaklanma da sıfırdan başlamış değil. Arkasında ciddi bir muhalif birikim var. Bölgenin bir önceki dönemini karakterize eden emperyalist statükoyu dağıtan yeni bir durumla karşı karşıyayız. Son otuz yılın siyasal ataletini berhava eden bu sürecin temel aktörü, şu ya da bu talepler ekseninde seferber olan ve aşağıdan gelişen halk hareketleri. Kitlelerin kendi talepleri etrafında seferber oldukları, siyasal alana çıktıkları bir süreçle karşı karşıyayız. Arap coğrafyasında siyasetin geri dönüşü denilebilecek bir durumla, “sokak siyasetinin” geri dönüşüyle karşı karşıyayız. Bu faktör bölgedeki emperyalist statükoyu dağıtıyor; bunu yaparken de aslında birtakım devrimci olanaklar yaratıyor. Öncelikle sürece bu bütünlük çerçevesinde bakmak ondan sonra belki örnekleri teker teker tartışmak gerekiyor. Türkiye’de çok itibar gören (özellikle belli sol çevrelerde) sürecin bütününü bir emperyalist konspirasyon, emperyal merkezlerde tasarlanmış bir master planın uygulama safhasına geçirilmesi olarak görme anlayışına karşıyım. Çünkü bu yaklaşım, tarihsel materyalizmle bağlantısı olmayan konspiratif bir bakış açısı olmasının yanı sıra söz konusu halk hareketlerinin bölgede ve dünya ölçeğinde ortaya çıkarttığı dinamikleri görmemizi engelliyor. Bundan dolayı bu tarz yaklaşımların uzağında olmamız gerektiği kanaatindeyim. Bu süreçlerde neden Müslüman hareketler etkili? Ne kadar etkili oldukları tartışılır. Mısır’daki ya da Tunus’taki ayaklanmalarda İslami hareketlerin çok da etkin bir konum al-

madıklarını, sürece ancak sonradan dâhil olduklarını görüyoruz. Buralarda en örgütlü ve en güçlü muhalif güçler, yani rejim karşıtı örgütlenmeler elbette İslamcı örgütlenmeler. Ama bunlar ayaklanma süreçlerinde hiç değilse en baştan itibaren ciddi ve tutarlı güçler olarak ortaya çıkmadılar. Tabanları oradaki hareketlere katıldı ama bunlar ayaklanmalara damgalarını vurmadılar. Mısır’da da Tunus’ta da karşımıza çıkan ayaklanmalar, belki de bölge siyasetinde uzun yıllardan sonra ilk kez seküler ve lâ-dini taleplerle ortaya çıkan hareketlerdi. Bunun da bir artı olduğunu düşünüyorum. Tabi ki değişik İslamcı güçler süreci bir tür kendi denetimlerine almaya, tabiri caizse bu dalganın üstüne oturmaya çalışıyorlar. Bunda ABD’nin açığa çıkan duruma uygun yeni bölge politikasıyla, İslami hareketlerin bundan yararlanma yaklaşımının üst üste düşmesinin etkisi olabilir mi? Tabi tabi… ABD belli ki bütün bu kontrolsüz ve dizginsiz gelişen süreci, yani kendi denetimi altında olmayan halk hareketleri etrafında gelişen süreci kontrol altına alabilmek için değişik politik aktörleri ve stratejileri devreye sokmaya çalışıyor. Mümkün olduğu kadar süreci denetim altına almak, açığa çıkmış olan kitle enerjisini soğurmak istiyor. Libya’ya yapılan müdahalenin bütün esbabı mucibesi de budur. Buraya askeri müdahalede bulunarak sadece Libya’daki süreç kontrol edilmek istenmiyor (petrol kaynakları bakımından bu da önemliydi ebette), esas olarak tüm o bölgesel sürece dair bir mesaj verilmiş oluyor. Libya’ya emperyalist müdahale Arap Baharı’nı emperyalist denetim altına almaya dönük bir girişim


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

olarak değerlendirilebilir. Bugün Suriye’de bir emperyalist müdahale tehdidinin artmış olması, muhalefet nezdinde de bir uluslararası müdahale çağrısının yavaş yavaş yapılır olmaya başlamasının nedeni, Libya’da bir “olumlu örneğin” ortaya çıkmış olmasıydı. Emperyalist odakların “Libya başarısı” onlar açısından bu sürecin kontrolüne dair imkânlar sağlıyor. Söylemeye çalıştığım şu: Bu süreç baştan bir ABD tasarımı değildi ve tam da bu nedenle emperyalist merkezler kendileri dışında gelişen bu süreci kontrol etme çaba ve telaşı içerisindeler. Bir dizi İslami hareketin bölgede süreci emperyalist vesayet altına alacak bir faktör olarak devreye girmesi/sokulması durumu var. Ama şu hatayı yapmayalım. İslamcılık söz konusu olduğunda, bizdeki sol, hani pek de Marksist sayılamayacak bir tavır alıyor çoğu zaman. İslamcılığı hiçbir toplumsal tekabüliyeti olmayan ve içerisinde hiçbir çelişki ya da ihtilaf ihtiva etmeyen homojen bir bütün ve dahası saf bir ideoloji olarak görüyor. Oysa kendilerini İslami referans dünyası içerisinden tanımlayan siyasal hareketler dahilinde de çok farklı sınıfsal, sosyal çıkarlar biraraya gelebiliyor, yahut bunlar kendi içinde çatışabiliyor. En klasik örnek şu anda Mısır’daki Müslüman Kardeşler. Müslüman Kardeşlerin gençliğinin önemli bir kısmı bugün onlardan ayrılmış durumda. 6 Nisan hareketi gibi devrimi başlatmış gençlik hareketleriyle birlikte seçimlere katılıyorlar.

Tahrir Çok Farklı Mücadeleleri Kışkırtabilen Bir Örnek Mısır’daki 2. ayaklanma sürecinin bağımsız kurumsal süreçler yaratması mümkün mü? Mısır’daki ikinci ayaklanma başlamadan önce çoğu gözlemci bu ayaklanma sürecinin ya da devrimin ciddi bir gerileme içinde olduğunu söylüyordu. Haklıydılar da. Süreç bütünüyle Yüksek Askeri Konsey’in, yani ordunun denetimi altına girmiş gibi görünüyordu. Oysa Mısır’daki ikin-

ci ayaklanma, kitle hareketinin yeniden ortaya çıktığı ve hatta yeniden radikalleştiği bir süreci ortaya çıkarabilecek. Şunu unutmayalım: Arap baharı denilen sürecin açığa çıkardığı kitle enerjisi, tahminimizin çok üzerinde. Muazzam bir özgüven kazanmış durumda bölge halkları. Kendi öz eylemleriyle bunca yıllık diktatörleri devirmiş olan halkların açığa çıkardığı kolektif enerji ve inisiyatif, öyle çok kolay bastırılabilecek bir şey değil. Medyada pek yer almıyor belki ama bu eylemlerin coğrafi yaygınlığı çok arttı. Bütün bölgeyi şu ya da bu şekilde etkisine alan bir süreçle karşı karşıyayız. Bunun rezerv güçlerinin tükenmesi öyle kolay olabilecek bir şey değil. Aslına bakarsanız Mısır’da Mübarek’in devrilmesi sırasında ordu bir bakıma rejimi devam ettirmek için diktatörü feda etti. O günden beri de halkın yanında görünmeye çalışarak bütün sürecin ortaya çıkardığı kitle enerjisini massetmeye çalışıyor. Bunu yaparken gerek eski rejimin taraftarlarıyla gerekse Müslüman Kardeşlerle bir tür işbirliği ve ittifaka girişmiş görünüyor. Yani Yüksek Askeri Konseyin başında olduğu ve eski rejim güçleriyle yeni aktörleri bir araya getiren bir tür elit siyaseti ile sokak siyasetinin karşı karşıya geldiği bir durumdayız. Şöyle bir hayale kapılmamak gerek. Bölgede 30-40 yıllık diktatörlüklerin altında çok canlı bir siyasal hayat zaten yoktu. Dolayısıyla çok ciddi halk hareketleriyle karşı karşıya olmamıza rağmen bunların bir siyasal alternatif şekillendirme noktasında zaafları var. Bu hareketler bir ivmeyle yukarı çıkıyor; ancak kurumsal siyasal sonuçlar yaratamadan yeniden geriliyorlar. Ama şuna da dikkat etmek gerek, bunlar Batı yanlısı eylemlilikler değiller. Bir tür “Batı tipi liberal parlamenter demokratik yapı” özlemi var ama kendi öz eylemliliği vurgusu çok yüksek. Batı karşısında bir mesafe almaya dönük refleks (Libya gibi örneklere rağmen) çok güçlü. Şunu söyleyebiliriz rahatlıkla: Arap Baharı denilen süreç, bütün bölgede şu ya da bu ölçüde sokak siyasetini canlandırmış durum-

da. Emperyalist müdahaleler var ve bunlar daha da kızışacak elbette. Libya örneği bunu gösterdi. Suriye örneği önümüzde çok ciddi bir sınav olarak duruyor. Türkiye sosyalist hareketi açısından buraya daha dikkatli yaklaşmak, iki görevi bir araya getirmek gerekiyor: Biri Esad rejimine karşı halkın demokratik, sosyal taleplerinin yanında yer almak. Ama diğer yandan da Suriye’nin bir uluslararası çatışma alanı haline getirilme riski, bir emperyalist müdahale riski var, bunun içinde Türkiye’nin rol alma tehlikesi var. Bu senaryo çok vahim sonuçlar ortaya çıkarabilir. Buna karşı uyanık olmak gerekiyor. Muhaliflerin emperyalist güçler tarafından silahlandırıldığının söylendiği bir ortamda bu zor bir şey değil mi? Bir uluslararası ayaklanmalar süreciyle karşı karşıyayız. Bunun ilerleme devreleri olduğu gibi gerileme, bastırılma, ihanete uğrama, çürüme, yozlaşma devreleri de söz konusu olabiliyor. Burada doğrusal bir evrim beklememek gerek. Bölgenin sosyal-siyasal dinamikleri o kadar karmaşık ki farklı sosyal mücadeleleri ve etkileri kışkırtıyor bu. Bu nedenle tavır almak zorlaşıyor. Suriye’de sürecin başlamasının üzerinden dokuz ay geçti. Bu süreçte Esad rejiminin üç taktiği oldu denebilir. Biri baskı. Bildiğiniz gibi BM ölü sayısını 3500 olarak veriyor. İkincisi reform vaatleri, ama olayların gerisinde kalan vaatler. 3-5 ay önce rejim söylediklerini yapsa belki sorun kalmayacaktı. Üç, korku senaryoları.

Mısır’daki ikinci ayaklanma, kitle hareketinin yeniden ortaya çıktığı ve hatta yeniden radikalleştiği bir süreci ortaya çıkarabilecek. Şunu unutmayalım: Arap baharı denilen sürecin açığa çıkardığı kitle enerjisi, tahminimizin çok üzerinde. Muazzam bir özgüven kazanmış durumda bölge halkları. Kendi öz eylemleriyle bunca yıllık diktatörleri devirmiş olan halkların açığa çıkardığı kolektif enerji ve inisiyatif, öyle çok kolay bastırılabilecek bir şey değil.

Azınlıkların desteğini almak için “benden sonra sizi kıtır kıtır keserler” diye özetlenebilecek mezhepsel farkları kışkırtan politikaları. Bu stratejinin çok başarılı olmadığını söylemek gerek. Elbette Esad rejimi Mübarek gibi yalnızlaşmış değil ve içte belli bir toplumsal desteği hala mevcut. Ama içerdeki desteği giderek sınırlandı, uluslararası alanda da yalnızlaştı, dahası ülke ciddi bir iktisadi darboğazla karşı karşıya. Bunun karşısında muhalefetin karşı karşıya olduğu riskler var. Biri halk hareketinin hızla mi-

13


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Türkiye’nin Suriye’ye dahli sadece taşeronluk rolüne soyunmuş olmasından ileri gelmiyor, daha fazlası var. Yeni bir Kuzey Irak ya da Güney Kürdistan örneği istemiyor bölgede. Türk dış politikasının temel parametrelerinden biri Kürtlerin uluslararası alanda bir özerk siyasal varlık kazanmaması. Bunu Güney Kürdistan’da beceremediler. Türkiye için en kötü senaryo olan uluslararası tanınırlığı olan özerk bir siyasal yapı ortaya çıktı. Bunun Suriye’de tekrarlanması Türk dış siyaseti açısından yeni bir yenilgi olacaktır.

14

litarizasyonu, askerileşmesi. Bu Libya’da yaşanan şeydi. Bir ikinci risk, krizin uluslararasılaşması. Suriye bildiğiniz gibi Libya’dan farklı olarak bölgenin siyasal dinamikleri, çatışma alanları içinde çok ciddi bir faktör. Bu nedenle çok sayıda bölgesel faktör devreye girmiş durumda. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Lübnan Hizbullahı, Lübnan’daki Sünni güçler, İran vb. hepsinin ülkede dahli var. Dolayısıyla Suriye’deki ayaklanmanın bölgesel çatışmaların arenası haline gelme, yani bölgesel ve uluslararası aktörlerin ülke içerisindeki silahlı güçlerin sponsoru haline geldiği bir durumla karşılaşma tehlikesi söz konusu. Bu anlamda o ülkedeki iç savaşa referansla “Lübnanlaşma” diyebileceğim bir risk söz konusu. Yine Lübnanlaşmanın bir diğer belirtisi olarak siyasal çatışmanın bir mezhep çatışmasına dönme riski var. Mezhep çatışmaları yaşanmaya başlarsa bu bütün Arap halk ayaklanmaları sürecinin ruhuna ve karakterine en büyük aykırılığı teşkil edecektir. Yani bu süreci tersine çeviren en ciddi gelişme olacaktır. Bunun karşısında çok dikkatli olmak gerekiyor. Suriye son bir senelik Arap ayaklanmaları sürecinin en ciddi testi haline gelebilir. Suriye muhalefeti tek boyutlu bir muhalefet değil. Bunların içinde Türkiye ve Katar’ın dahliyle etkinleştirilmeye çalışılan kesimler var. Tabi bu saydığım ülkeler emperyalist vesayetin bölgede aracılığı rolünü oynamaya çalışıyorlar. Katar ve Türkiye bölgede yükselen güçler bunu da dikkate almak gerek. Yine Suudiler de benzer bir rol üstlenmek istiyor. Türkiye’nin Suriye’ye dahli sadece taşeronluk rolüne soyunmuş olmasından ileri gelmiyor, daha fazlası var. Yeni bir Kuzey Irak ya da Güney Kürdistan örneği istemiyor bölgede. Türk dış politikasının temel parametrelerinden biri Kürtlerin uluslararası alanda bir özerk siyasal varlık kazanmaması. Bunu Güney Kürdistan’da beceremediler. Türkiye için en kötü senaryo olan uluslararası tanınırlığı olan özerk bir siyasal yapı ortaya çıktı. Bunun Suriye’de tekrarlanması Türk dış siyaseti açısından yeni bir yenilgi olacak-

tır. Suriye’de benzer bir Kürt otonomisinin kazanılmaması için Türkiye, Libya’da olduğundan daha fazla angaje olacaktır. Bilindiği gibi, Türkiye’nin bir tampon bölge oluşturma ihtimali giderek daha fazla gündeme geliyor. Türkiye böylesi bir adımı meşrulaştırmak için muhtemeldir ki göçmen akını veya bölgedeki güvenliği sağlama vb. gerekçelere başvuracaktır.

Süreci Kontrol Etmek Kolay Değil

Esad rejimi basına ciddi kısıtlamalar getirdiği için ülkede tam olarak ne olup bittiğini bilebilmek mümkün değil. Dahası, hemen her tarafın dahil olduğu ciddi bir dezenformasyon kampanyası, bunun yarattığı bir bilgi kirliliği söz konusu. Ancak bulunduğumuz aşamada Suriye’nin çeşitli sınırlarından içeriye milis girişi olduğu bilgileri var. Eğer buradaki süreç ordu ile milis güçler arasındaki bir çatışmaya dönerse buradan bizim özlediğimiz anlamda demokratik bir dönüşümün gerçekleşmesi hayli zorlaşacaktır. Bu bir. İkincisi mezhep çatışmasına dönüşme riski. Evet, Esad sorumlu ama Suriye muhalefetinin de Sünnileşme tehlikesi var. Üçüncüsü çatışmanın bölgeselleşmesi ve emperyalist müdahale. Suriye halkında antiemperyalist bilinç ve ulusal bağımsızlık duyarlılığı güçlüdür. Ancak burada dahi Libya örneğinden yola çıkarak bir uçuşa yasak bölge, “yumuşak bir emperyalist müdahale” özlemi güç kazanmaya başladı. Bu yol özellikle ABD ve Türkiye yanlısı bir takım muhalif figürler üzerinden ülke içine pazarlanmaya çalışılıyor. Bu ihtimal geçerlilik kazanır mı bilinmez ama süreç böyle devam ederse ciddi bir alternatif olarak karşımıza çıkacaktır. Bunun yaratacağı tehlikeler Libya’dan çok daha vahim sonuçlara gebe olacaktır. Suriye’de bu mezhepsel ve etnik yapı korunurken, Esad’ın hâlâ kayda değer bir toplumsal desteği varken gerçekleşecek bir emperyalist müdahale, hem sivil kayıplar hem de kışkırtacağı mezhepsel çatışmalar nedeniyle Irak benzeri sonuçlara yol açabilir. Bu konuda da Suriye’deki muhalefetin daha yerli, sola daha yatkın unsurlarının dostça uyarılması gerekli.

Aslında bu dokuz aylık süreçte emperyalist merkezlerin de tereddütleri oldu. Esad rejiminin hızlı bir şekilde çözülmesi konusunda ABD bile tereddütlü davrandı diyebilirim. Sonra Libya bir katalizör işlevi gördü. Mısır, Tunus örneklerinde ABD ve belli başlı emperyalist güçler olayların gerisinde gidiyordu. Libya’da emperyalistler reaksiyoner bir güç olmaktan çıkıp aksiyoner bir güç haline geldiler.

Sürece bakınca emperyalist müdahale açısından gidişata göre birkaç planın hazır edilmiş olduğu görülüyor. Bunlardan ilk ipucu verenler yumuşak güçlerin konumlanması ve/veya Türkiye’nin tampon bölge yaratması seçenekleri. Bunlar nasıl devreye sokulabilir arayışları söz konusu sanki?

Açıkçası bölgesel süreç açısından bizim tek şansımız, Mısır’daki sürecin momentum kazanması, yeniden özellikle aşağıdan, sokak gücüne dayanan bir karakter kazanması. Muhtemeldir ki bu, diğer ülkelerdeki süreci de daha radikalize edecek ve daha aşağıdan bir karakter kazandıracak bir itki verecektir. Böyle bir ihtimali akılda tutmak gerek, bölge kaynamaya devam ediyor çünkü. Bütün bölgede bir önceki dönemin siyasal-sosyal dengesini tarumar eden bir kaynama haliyle karşı karşıyayız. Elbette emperyalist müdahaleler olacak, ama süreci kontrol etmek o kadar kolay değil. Sadece bölgesel etkilerini değil dünya çapında etkilerini kontrol edebilmek kolay değil. Onun da örneklerini görüyoruz. Tahrir bir biçimiyle ABD ve Avrupa’ya taşınmış oluyor. Tabi ki çok farklı bir bağlam ve şekilde ama Tahrir sembolizminin bu kadar farklı bölge ve mücadelelerde yankılanması aslında alışık olduğumuz bir şey değil. Şunu hatırlamakta yarar var: 11 Eylül sonrası konjonktürde ABD’nin kendini “bölgeye demokratikleştirecek bir güç” olarak prezante ettiği bir Ortadoğu söz konusuydu. Elbette emperyalist çıkarları perdelemeye dönük


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

çiğ bir demagojiydi bu. Irak’a müdahalesinin meşrulaştırıcı gerekçesi de buydu. Bugün bölgedeki demokratikleştirici güçler, yani demokratik talepleri öne sürenler ABD’den bağımsız bir biçimde şekillenmiş durumda. ABD bu güçleri, yani halk hareketlerini kendisine yedeklemeye daha doğrusu onları vesayet altına almaya ve etkisizleştirmeye çalışıyor. Yani ABD’nin neredeyse mutlak bir biçimde bölgesel dinamikleri kontrol edebildiği bir dönemden, bağımsız halk dinamiklerinin bütün zaaflarıyla da olsa etkin bir güç olarak sahneye çıktığı bir döneme girdik. Elbette buralarda bizim anladığımız anlamda daha radikal bir sosyal dönüşümün taşıyıcısı olabilecek siyasal, sosyal örgütlenmeler yok, olanlar da görece zayıf. Diyeceksiniz ki dünyanın neresinde var. Aynı durum Yunanistan ya da İspanya için de söylenebilir. Belki de dönemin özelliği bu; ciddi kitle mücadele ve direnişlerinin kural haline geleceği bir yeni mücadeleler dönemine giriyoruz ama bunun karşısında bunları bir tür siyasal alternatife dönüştürebilecek siyasal güçlerin zayıflığı söz konusu. Dolayısıyla bu tip kısıtlar sadece bölgeye özgü şeyler değil, bütün dünyada söz konusu. Ama bu tip çelişkiler bölgede daha akut haldeler. Şunu da söylemek gerekiyor: Çok ciddi bir imkân yaratıyor bu gelişmeler. Bir Arap solunun yeniden doğuşunun nüvelerini görüyoruz buralarda. En gelişkin örnekler olarak Mısır’da ve Tunus’ta bu durum daha iyi görülebiliyor. Buradaki radikal sol güçler kendi boylarının çok ötesinde bir siyasal etkiye kavuşmuş durumdalar. Görünen o ki son bir yıl içinde belli bir siyaset deneyimine, sokak deneyimine sahip olmuş yeni bir Arap solu oluşuyor. Bunun sosyal temelleri gelişiyor, işçi sınıfı ve gençlik hareketi içerisinde. Bu çok umutlu bir şey. Çünkü Arap solu müzelik bir şey haline gelmişti. Şimdi yeni güçler şekilleniyor. Yeni partiler oluşuyor. Bunları takip etmek, dikkate almak gerekir. Sokak ne kadar canlı olursa bu sol o kadar güçlü olacaktır. Bu hareketlilik ne kadar düşer ve emperyalist güçler

ve yerli hâkim sınıflar kontrolü ele alırlarsa bu sol o kadar zayıf kalacaktır. Bu değişim sürecinin kimin kontrolünde olacağı sorusu bugün Mısır’da ve diğer ülkelerdeki güncel sorudur. Güçler dengesi, aşağıdakilerin, sokak muhalefetinin aleyhinde. Ama son günlerde Mısır’da görüldüğü gibi tarih sürprizlere açık ve bugün Yüksek Askeri Konsey hiç olmadığı kadar itibar yitirmiş durumda.

Antikapitalist Bir Siyasal Alternatif Şekillendirmek Gerek

Tahrir’den başlayıp NewYork’a uzanan bu süreç solun devrim programı ile halkların taleplerinin buluşması açısından ne gibi olanaklar yaratıyor? Bu ayaklanmaların çok farklı coğrafyalarda kitle eylemlerini kışkırtıyor oluşunun ardındaki neden bunların sadece Ortadoğu’ya özgü yozlaşmış gerici rejimlere karşı ayaklanmalar olmayıp aynı zamanda kapitalist kriz bağlamında neoliberalizme ve piyasaların diktatörlüğüne karşı direnmek isteyen çok farklı coğrafyalardaki insanlara da özgüven veriyor olmasıdır. Neoliberalizmin hâkimiyetinin önemli sonuçlarından biri, toplumsal ilişkilerin mevcut düzenlenme biçimine bir alternatif olmadığı, olamayacağı şeklindeki anlayışın yaygınlaşmış ve bu doğrultuda kitlelerin kendi öz eylemlerine ilişkin güveninin sarsılmış olmasıydı. Tahrir örneği, dünya çapında sıradan insanların kendi öz eylemleriyle bir tarih yapabileceğine ilişkin özgüvenini kışkırttı. Doğruluğu yanlışlığı önemli değil. Bir tarihsel olayın dünyanın farklı yerlerdeki farklı okunma biçimlerinin başka siyasal ve sosyal süreçleri tetiklemesi diyebiliriz buna. Siyasal tarih bu tip örneklerle doludur. Tahrir, çok farklı mücadeleleri kışkırtabilen, dünya ölçeğinde kolektif siyasal imgelemde derin izler yaratan bir örnek. Dolayısıyla biz ona bakarken sadece bölgesel bir olay olarak bakmamalı ve onun neden böylesi mücadeleleri en azından sembolik

düzeyde kışkırtabildiği üzerine düşünmeliyiz.

bir uçurum var. Bu da ciddi bir sıkıntı yaratıyor.

2008 krizi önümüzdeki yıllarda burjuva siyasal mimarisini daha da kırılgan hale getirecek gibi görünüyor. Bölgedeki ayaklanmaların arkasında ekolojik krizle bütünleşen bir kapitalist krizin (aklınıza mesela gıda fiyatlarındaki sürekli yukarıya çıkışı getirin) bu rejimleri nasıl kırılgan hale getirdiğini; yıllardır uygulanmış neoliberal politikaların bu rejimlerin altını nasıl oyduğunu, siyasal meşruiyetlerini yıprattığını görmez, bu yaşananları sadece yozlaşmış Şark tipi rejimlere karşı ayaklanmalar olarak görürsek onların dünya çapında yaratmakta olduğu etkileri de göz ardı etmiş oluruz. Şunu söylemenin çok iddialı olmayacağını düşünüyorum: “Bir Tahrir kuşağıyla karşı karşıya kaldık, kalıyoruz ve kalacağız.”

Dolayısıyla bir önceki dönemin siyasal kesinlikleriyle ve uzlaşılarıyla hareket etmemek gerekir. Yeni bir dünya durumuyla karşı karşıyayız muhtemelen. Solun dünya ölçeğinde buna kendisini uyarlı kılabilmesi, antikapitalist bir alternatifi şekillendirme konusunda daha sakınımsız davranması gerekiyor. Önümüzdeki dönemde siyasal alan giderek daha fazla kutuplaşacak. Bir dizi ülkede bunun örneklerini görüyoruz.

Tekrar etmekte yarar var belki: Kitle mücadelelerinin yoğunlaştığı yeni bir döneme giriyoruz. Son 3-4 senedir dünya tablosuna baktığımızda çok hızlı ve beklenmedik şekilde gelişen, ciddi kitlesellikte ve yoğunlukta sosyal mücadele ve direnişler görüyoruz. Mücadelenin radikalliğinde ve kitleselliğinde niteliksel bir sıçramayla karşı karşıyayız. Bu da krizin kapitalist sosyal ve siyasal mimariyi kırılgan hale getirmiş olmasıyla çok alakalı. Hiç beklenmedik sosyal patlamalara yani, kitlesel ölçekte ani bilinç sıçramaları ve siyasallaşmalara hazır olmalıyız. Bunun örneklerini gördük, belki önümüzdeki dönemde daha radikal örneklerini göreceğiz. Ama şöyle de bir sorunla da karşı karşıyayız: Bütün bu gelişmelere rağmen dünya ölçeğinde sermaye ile emek güçleri arasındaki güçler dengesinde bir değişim gerçekleşmiş değil. Bir başka mesele, bütün yaşanan yoğun kitle mücadelelerine rağmen radikal siyasal örgütlerin ve sendikaların, sosyal taban örgütlerinin üye sayılarında bir sıçrama yaşanmıyor. Yani sosyal hareketler vuruyor geri çekiliyor, vuruyor geri çekiliyor. Kalıcı bir etki bırakmıyor, bırakamıyor. Sosyal hareketlerin gelişkinliği ile bunların siyasal ifadesi arasında

Aşırı sağ ile aşırı sol arasında bir keskinleşme yaşanacak. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada bir otoriterleşme dalgası var. Siyasal mimarinin kriz bağlamında kırılgan hale gelmesi, sermaye sınıfı açısından siyasal sistemin giderek daha otoriter bir karaktere büründürülmesini gerektiriyor. Bu açıdan sosyal ve demokratik taleplerin birleştirilmesi sadece Mısır’a, Tunus’a özgü değil, bütün dünyada böyle. Bu nedenle, Yunanistan’da İspanya’da, Amerika’da sloganlar sadece işsizlikle ya da sosyal adaletle ilgili değil, aynı zamanda gerçek demokrasi, doğrudan demokrasi söylemleri önde. Antikapitalist bir siyasal alternatif şekillendirmek bu polarize olmuş siyasal ortamda giderek kaçınılmaz bir görev haline geliyor. Bir ara çözüm, bir “güler yüzlü kapitalizm”, bir “yeşil kapitalizm” ihtimali hızla devreden çıkıyor. Hızlı sosyal ve siyasal gelişmelerin yaşanacağı bir döneme giriyoruz. Kapitalist kriz aynı zamanda ekolojik krizle eklemlenerek gelişiyor. Ekolojik krizle eklemlenmesi demek buhranın daha kapsamlı bir medeniyet krizi haline gelmesi demek. Bunun sonuçları, dünyadaki siyasal, sosyal dengeleri altüst edecektir. Tunus’ta yaşananlar ve sonrasındaki gelişmeler bu ikili krizin yaratmakta olduğu dünyaya karşı ilk ciddi tepkilerdir.

15


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Mehmet YILMAZER

Arap isyanları, sadece bölgenin yıllardır çürüyen diktatörlüklerine karşı değil, aynı zamanda bu diktatörlükleri daha da taşınmaz hale getiren neoliberalizme karşı bayrak açmıştır. Kapitalist medya bu gerçeği sürekli örtüyor. Neoliberalizme karşı isyan son on yıldır sürekli büyüyor. Latin Amerika’dan başlayan isyan dalgası, Ortadoğu’ya sıçramış; bununla da kalmayıp Atina ve Roma’nın yanında Paris, Londra ve Newyork’u da belli ölçülerde sarmıştır

16

K

ahire’li gençler ve yoksullar yeniden Tahrir meydanına akarken Suriye kritik günler yaşıyor. Kahire ve Şam’da yaşananların zıtlığı aslında “Arap Baharı”nın alınyazısını belirleyecektir. Bir yanda “devrimi çalan” ordunun elinden onu almak için yüz binler yeniden Tahrir’i işgal ederken, öte yanda ABD ve Fransa tarafından silahlandırılmış sözde “Suriye muhalefeti” her gösteride cinayet işlemeye devam ederek, Ortadoğu’nun kalbinde yeni bir Libya yaratmaya çalışıyor. Batı medyasının büyük gürültüsü aklımızı kilitlerse, Arap baharının nasıl başladığını unutmak ve onun içinde iki büyük akımın boğuştuğunu görememek kaçınılmaz olur. Özellikle Libya’da yaşananlardan sonra Arap baharının tümüyle ABD’nin tetiklediği, kendi çıkarları doğrultusunda bölgeye şekil verme planı olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Elbette gerçek bu değildir. Olayların çıkış noktası ve niteliği onun geleceği açısından hala büyük önem taşıyor. Tunus’tan başlayan Mısır’a, Bahreyn’e, Yemen’e sıçrayan halk ayaklanmaları, Ortadoğu’da yaşanan olayların gerçek niteliğini temsil etmektedir. Ayaklanmalar, Batı’nın şaşkınlıkla direnmesine rağmen Tunus ve Mısır’da belli değişimlere yol açtı. Oysa Bahreyn’deki ayaklanma Suudi tankları ile bastırıldı. Yemen’de güçlü bir muhalefete rağmen ABD hala Salih’ten vazgeçemedi. Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaların başlattığı yangın hala sönmemiştir. Bütün bunların karşısında Libya olayları farklı bir zeminde yer almaktadır. Şimdi de Suriye aynı alınyazısına sürüklenmek isteniyor. Bölge köklü bir kabuk değiştirme sancısı yaşarken, emperyalizmin bu sürece seyirci kalması düşünülemezdi. “Demokrasi” ve “insan hakları”nın bayağı yalanlar olduğu artık yeterince açıktır. Müdahalenin yönü bunu net olarak gösteriyor. Suudi Arabistan’a dokunulmazken, hedefte Libya, Suriye ve İran vardır. Bu ülkeler

ARAP BAHARI ABD ve AB’nin bölge planlarının önünde öteden beri engeldir. Bölgede olaylar ne yönde akacaktır? Arap baharı Libya kâbusuna mı evrimleşecek, yoksa inişli çıkışlı, sancılı yollardan bölgede halkların iradesi mi şekillenecektir? Bu soruya bir cevap bulmaya girişmeden önce Tahrir meydanına bir de dünyadan bakalım. Arap isyanları her hangi bir zamanda değil, kapitalizmin tarihindeki üçüncü büyük krizi sırasında yaşanıyor. Krizin nasıl gelişeceği ve sonuçlarıyla ilgili bugünden tahminde bulunmak elbette mümkün değil. Fakat kapitalizmin bu bunalımının büyük altüstlüklere yol açması kaçınılmaz görünüyor. Dünyadaki isyanlar büyük bir orman yangınına benziyor. Bir köşede başlayan yangın daha sonra sönüyor, hemen bir başka noktada yeniden başlıyor, söndüğü sanılan bölgede bir müddet sonra yeniden alevler yükseliyor. Bu özellik bunalımın ne ölçüde yaygın ve aynı zamanda derin olduğunun en iyi kanıtıdır. Kapitalizmin bunalımı şu anda dünyanın iki bölgesinde daha şiddetli yaşanıyor: Avrupa’nın güneyi ve Ortadoğu. Ancak “Wallstreet’i İşgal et!” hareketi de Tahrir meydanındaki eylemlerden etkilenerek yola çıkmıştır. ABD ve Avrupa’nın önemli kentlerine yaygınlaşması ve mevcut kapitalizmin çürümesini en iyi yansıtan borsanın hedef alınması da anlamlıdır. Arap isyanları, sadece bölgenin yıllardır çürüyen diktatörlüklerine karşı değil, aynı zamanda bu diktatörlükleri daha da taşınmaz hale getiren neoliberalizme karşı bayrak açmıştır. Kapitalist medya bu gerçeği sürekli örtüyor. Neoliberalizme karşı isyan son on yıldır sürekli büyüyor. Latin Amerika’dan başlayan isyan dalgası, Ortadoğu’ya sıçramış; bununla da kalmayıp Atina ve Roma’nın yanında Paris, Londra ve Newyork’u da belli öl-

çülerde sarmıştır. Neoliberalizm, vahşeti ve yöntemleri açısından kapitalizmin “Victoria çağını”, yani 19.yüzyılın ikinci yarısını hatırlatıyor. 21. yüzyılda yüz elli yıl öncesinin vahşetini yeniden yaşamak çok daha erken ve radikal tepkilere yol açacaktır. Eğer insanlık emperyalist sömürgeci yıllardan bir şeyler öğrendiyse neoliberal soyguna tepkisini güçlü bir şekilde yükseltecektir. Bu gerçeklikten dolayı, Arap Baharı’nın ömrü ve geleceği aynı zamanda neoliberalizmin ömrü ve geleceğine bağlıdır. Emperyalist Batı, iflasına rağmen neoliberalizmi derinleştirmekte kararlı görünüyor. O zaman isyanlar da rüzgâr altındaki orman yangını gibi devam edecektir. Arap baharına bir de dünya güçler dengesi açısından bakmak gerekiyor. Ortadoğu neoliberal yeniden paylaşımın en şiddetli yaşandığı alandır. Berlin duvarı çöktükten sonra bölgede bugüne kadar sürekli ABD hamle yapmıştır. Fakat Libya ve Suriye olayları ile tabloda değişim işaretleri görünüyor. Bir yandan Fransa hamle yaparken, öte yandan özellikle Suriye olayı ile birlikte Rusya ve Çin daha aktif davranma yoluna girmiştir. Büyük güçlerin bölgede daha aktif


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

ININ GELECEĞİ ikinci kez işgali bu rol kapmaya aslında bir tepkidir. Ancak İslami hareketlerin hem daha örgütlü oldukları, hem de düzenle daha uzlaşık oldukları için isyanı yatıştırma rolünü üstlenmelerinden dolayı, seçimlerde öne çıkıyorlar. Ayaklanma daha öteye götürülemediği müddetçe, her isyanın alın yazısı olan ileri sıçrayışlar ve ardından restorasyonlar, Arap baharında da yaşanmaktadır. Ancak yine devrim tarihlerinin öğrettiği bir gerçek daha vardır. İleri sıçrayamayan devrimler restorasyonlara mahkûm olduktan sonra, hemen her restorasyondan sonra da yeni bir devrim patlak vermiştir. paylaşım savaşlarına girişmelerinin farklı sonuçları olabilir. Bölge halklarının kendi davranış alanları genişleyebilir, ya da tam tersi halkların kendi örgütlenmeleri büyük güçlerin kurbanı haline gelebilir. Çok kutuplu bir dünyada yaşadığımızı, emperyalist merkezlerin dünyaya şekil verme gücünün sürekli azaldığını dikkate alırsak, Arap baharının ömrünü hemen tüketmesi zayıf bir olasılıktır. Bu konuda “soğuk savaş” yıllarının örnekleri yeterince aydınlatıcı olamaz. Tarih tekerrür etmeyecektir. Sonuç olarak, dünyadan Tahrir’e baktığımızda bölgedeki halkların büyük mücadelesinin bitmediğini, tam tersine yeni başladığını vurgulamak gerekiyor. Arap baharının kendi güçlerine dönersek: Baharın geleceği ile ilgili en açık işareti Mısır seçimleri ve Tahrir meydanının yeniden işgali vermiştir. Arap baharının gerçek aktörleri bu ülkelerin gençleri ve yoksullarıydı. Daha sonra bu dalgaya işçi ve yoksul köylüler de katıldılar. Ancak Tunus ve Mısır seçimlerine baktığımızda İslami hareketlerin öne çıktığı görülüyor. Bunun bölgedeki pek çok ülkede tekrarlanma olasılığı vardır. Tahrir’in

Bugünden baktığımızda Arap baharının ateşleyicilerinin yeni iktidarları kurma şansı yoktur. Fakat bugünün dünyasında İslami hareketlerin oluşturacağı iktidarlar bölge halklarının beklentilerine ne ölçüde karşılık vereceklerdir? Örneğin, Hüsnü Mübarek kadar Batı’ya yakın duracak ve neoliberalizmi ülkesinde derinleştirecek iktidarlar, istedikleri kadar “İslamcı” olsunlar itibarlarını ve güçlerini hızla kaybetmeye mahkûmdurlar. Arap baharı yeni İslamcı iktidarlar yaratıyor, ancak bu iktidarlar Arap baharının son durağı değil, geçiş süreçlerini temsil edebilirler. Öte yandan, sadece Arap baharında değil, tüm dünyadaki isyanlarda genellikle “öfkeliler”in ne güçlü örgütlenmeleri, ne de siyasal programları var. Bunun Sosyalizmin çöküşünün yarattığı bir sonuç olduğu biliniyor. Bu daha ne kadar böyle gidecektir? “İktidarı almadan dünyayı değiştirme” hayali daha ne kadar taraftar bulmaya devam edecektir? Bunu elbette bilemeyiz. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda, işçi sınıfının kendi bağımsız örgütlenme ve programına sahip olması, yarım yüzyıldan fazla zamanını almıştır. Sınıflar mü-

cadelesi tarihinin bu deneyinden hareketle bir zaman tahmini yapmak elbette saçmalık olur. Ancak, sosyalizmin yıkılışından sonra mücadele sahnesine çıkan ezilenler, iktidarı almadan dünyanın değişmeyeceğini eninde sonunda kavrayacaklardır. Bu kaçınılmazdır. Ancak sorun bu noktaya nasıl ve ne zaman varılacağındadır. Bugünün devrimcilerinin görevi, yaratıcılık, esneklik ve ustalıkla bu “öfkeli” yığınların yüreğine ve bilincine girerek onları iktidar hedefi ile yeniden buluşturmaktır. Fakat bu görevin hiçbir ezbere söylemi, kabalığı da kaldırmayacağı bilinmelidir. İnsanlık, Arap baharı gibi ne ölçüde yaygın ve güçlü mücadele deneyleri yaşarsa, kaybettiği sosyalizm ufkuna o ölçüde daha hızla yakınlaşacaktır. Son olarak, Türkiye devlet olarak Arap baharının neresinde durduğunu Libya olaylarından beri açıkça ortaya koymuştur. ABD, Irak’ı işgali planladığından beri Türk devletini kendi bölge stratejinin içine çekmek için çok uğraşmıştı. Bu fırsatı şimdi yakalamıştır. Fakat 2003 ile 2011 dünyası arasında büyük farklar vardır. En önemli ikisi, kapitalizmin büyük bunalımı ve aradan geçen sürede Amerika’nın güç ve itibar kaybıdır. Artık çok kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye böyle bir dünyada bölgede Amerikan stratejisine katılmayı tercih etmiştir. Böylece bölgenin bu vahşi yeniden paylaşımında emperyalizmin bütün günahlarına ister istemez ortak olacaktır. Başbakan istediği kadar, petrolünden dolayı Libya’ya gösterilen ilginin Suriye’ye gösterilmediğini söyleyerek Batı’yı eleştirsin, bu Türkiye’yi emperyalizmin günahlarını paylaşma gerçekliğinden kurtarmayacaktır. “Suriye ihalesi” Türkiye’ye kalmıştır. Arap baharında yeni bir Libya kâbusunun yaratılması, Suriye’de Türkiye’nin eliyle gerçekleşirse, bunun siyasal geri tepmeleri büyük olacaktır.

Bugünün devrimcilerinin görevi, yaratıcılık, esneklik ve ustalıkla bu “öfkeli” yığınların yüreğine ve bilincine girerek onları iktidar hedefi ile yeniden buluşturmaktır. Fakat bu görevin hiçbir ezbere söylemi, kabalığı da kaldırmayacağı bilinmelidir. İnsanlık, Arap baharı gibi ne ölçüde yaygın ve güçlü mücadele deneyleri yaşarsa, kaybettiği sosyalizm ufkuna o ölçüde daha hızla yakınlaşacaktır.

17


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

BAHAR GEÇİŞTİRİLEMEYECEK Ayşe TANSEVER

A

rap Dünyasında geçtiğimiz kış başlayan “bahar” süreci yine canlandı. Meydanlar yine dolmaya başladı. Her bir ülkede hem derinleşme mücadelesi veriyor hem de daha geniş kitlelere yayılıyor. Uzmanlar, baharın ya da devrim sürecinin ikinci dönemi diyorlar. İkinci dönemde devrimler tamamlanabilecek midir? Yoksa akıp gidecek uzun soluklu bir süreçler dizisi mi yaşanacaktır? Olaylar sanki iktidar ve halk muhalefeti arasında böyle uzun soluklu bir sürece işaret etmektedir.

Sürecin Vardığı Son Konaklar

Arap ülkelerinin hiç biri artık

bir yıl öncesi ile aynı değil. Her birinde çeşitli politik gelişmeler yaşandı. Demokratikleşme süreci farklı noktalara geldi. Suudi Arabistan, Ürdün, Fas gibi ülkelerde krallıklar halkların seslerini kısabilmek için onlara maddi yardımlarda bulundular. Ya maaşlar arttı ya gıda fiyatlarının düşürülmesi gibi yollarla halkların yaşam düzeyleri yükseltilmeye çalışıldı. Ürdünlüler sokağa çıkıp iktidar değişikliği isteyince kral başbakanı görevden alıp yerine yenisini oturttu. Fas halkı sokaklara dökülünce Kral 4. Muhammet anayasayı değiştirdi, parlamentoya yeni yetkiler verdi ve seçimlere gitti. Fas ve Ürdün monarşileri daha

18

“demokratlaştı” ama Bahreyn Suudi Arabistan’ın baskıları karşısında böyle bir şeye kalkışamadı. Sokaklara dökülen, meydanları işgal eden gençler ve halklar, Suudi güçlerince şiddetli bir şekilde bastırıldılar. Kolluk kuvvetleri hastane yataklarından insanları toplayıp cezaevlerine tıktı ve işkencelerden geçirdi. Şimdi sahte bir uluslar arası rapor ile ezilen halkların gönlü alınmaya çalışılıyor. Kuveyt, dünyanın bu en zengin birkaç milyonluk ülkesine son on yıldır 300 milyar dolar akmış. Halklar bu paraların iktidar yolsuzlukları ile çarçur olmasını parlamentoyu basarak protesto ettiler. Şimdi yeni seçimler tartışılıyor. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi nüfusu milyonu bulmayan “ülkelerde”ki değişiklik, çevre ülkelere -özellikle Suudi Krallığına- bağlı olsa gerektir. Katar emirliği 2008’de yapılması gereken şura konseyi seçimlerini 2013’te yapacaklarını açıkladı. İşte o kadar. Tunus ve Mısır’da iki diktatör ya da Batı uşağı, ilk halk hareketi ile silinip gittikten sonra anayasalar değiştirildi ve seçimler yapıldı. Mısır seçimler sürecine girdi ama devrimin sembolü olan Tahrir Meydanı yine dolu. Ordu Mübarek’i aratmayacak şekilde 43 kişi öldürdü. 12.000 kişiyi tutukladı. Ama bu baskı Tahrir Meydanı’nı boşaltmaya yetmiyor. Protestocular “çiçekleri ezseniz bile baharın gelmesini geciktiremezsiniz” diyerek direnişlerini sürdürüyorlar. Umman’daki protestolar yeni işyerlerinin açılması ve maddi aylık destek kararı ile yok oldu ve politik talepler eridi gitti. Libya’da Kaddafi sonrası kurulan hükümet, huzursuzlukları dindirmedi. Hükümetten bekledikleri çıkarı görmeyen aşiretler ne onu tanıyor ne de silahlarını bırakıyorlar. Batı basını gizlese

bile ülke yeni çalkantılara gebedir. Suriye’nin kaderi Libya’ya elbette benzemeyecektir, çünkü Rusya ve Çin’in Orta Doğu’daki çıkarları Batı merkezleri ile çatışmaktadır. Suriye iktidarının yıllardır süre gelen anti-demokratik özellikleri, Orta Doğu’da dünya güçler dengesi merkezine oturtuluverdi. Esad iktidarı bu nedenle Batı ve Arap gericiliği komplosuna karşı Kaddafi’den daha avantajlı görülmektedir. İşlerin daha sertleşmesi durumunda dünya güçlerinin burada burun buruna gelmesi olasılığı da gözlerden uzak tutulmamalıdır. Bize göre Suriye’de yaşandığı söylenen iktidarın halklara savaş açması olayı asıl Yemen’de yaşanmaktadır. Protestoların vardığı boyut, sonuçta Salih diktatörlüğünün Arap ve Batı gericiliği tarafından düzenlenen istifasını getirdi. Hatta yeni iktidar seçilmeden Salih gericiliği ülkenin kuzeyinde Houthi Şiilerini, güneyde de Sana gençleri ve ordudan kopan askerleri top ateşine tuttu. Asıl ambargo altına alınması gereken Suriye değil Yemen iktidarıdır. Yerine geçmeye hazırlanan Yemen askeri Konseyi (2 taraf güçlerinden oluşuyor) ayakta durabilecek midir? Yoksa halk protestosu onları da alıp götürecek midir? Batı ve Arap gericiliğinin Yemen’deki çıkarı, protestoculardan daha çok kan akması gerekeceğine işaret etmektedir.

Dini Partiler Kazançlı

Arap baharı sonrası yapılan seçimlerde genel olarak İslami partiler kazanıyorlar. Tunus’ta Ben Ali sonrası seçimleri yıllardır yeraltında olan Ennahda Partisi kazandı. Her ne kadar şeriat yasalarını getirmeyecekleri sözünü vermiş olsalar bile aşırı dinci kanattan bu doğrultuda büyük baskılar yaşanıyor ve protestolar var. Fas seçimlerini de 12 yıldır hapiste olan dinci reformist Helzenni’nin İslamcı partisi kazandı. Mısır’da


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

seçimlere başlandı. İlk belirlemelerde Müslüman Kardeşler oyların %40’ini aşırı dinci selefi al-Nur partisi ise %30’unu aldılar. Libya’da dinci bir iktidar kurulmadığı için El-Kaide bağlantıları nedeniyle Kaddafi’nin yasakladığı güçler, geçici iktidarı tanımıyorlar. Suriye’de Esad iktidarına saldıran güçlerin Müslüman Kardeşlerle bağlantısı biliniyor. Neden dikta rejimi sonrası demokrasi arayan güçler dini partileri sandıktan çıkarıyorlar? Bize göre birinci neden, TunusMısır-Fas’ta bu partilerin o güne kadar yer altında olmaları ve düzene karşı mücadele etmiş olmaları halk tercihinde önemli bir unsurdur. Yani düzene muhalefeti bilinen partilerdir. İkincisi ekonomiktir. Bu partiler yeni liberal ekonomik uygulamalara karşı olduklarını söylüyorlar. Halk bu ekonomi politikanın ne olduğunu kanında hissediyor. Üçüncü etken politiktir. Dış politikada Filistin halklarının yanında yer alıp İsrail’e karşı duruyorlar. Bunun halklar açısından anlamı ise Batı güçlerinden bu partilerin uzak olacağıdır. Önemli diğer bir faktör de bu partilerin yer altında oldukları süreç içinde halka yardım kurumu gibi çeşitli yardımlarda bulunmuş olmalarıdır. Örneğin Mısır’da şu anda yapılmakta olan seçimlerde halka yiyecek ve ilaç dağıttılar. Bizdeki AKP gibi… Bu nedenlerle halklar onları benimsiyor ve iktidara getiriyorlar. Son olarak bir diğer önemli neden, sanırız dinci olmayan partilerin şimdiye kadar bir şekilde dikta düzeni ile iç içe girmiş olmalarında aranmalıdır. Yeni dönemde bu partiler eskinin lekelerinden kendilerini kurtaramamışlardır. Yeni kadroları yetişmemiştir. Bölgede Selefiler giderek güçleniyorlar. Bunlar şeriat düzenini özlüyorlar. Halkların Batı modernliğinin altında ezilmişliğine bir tepki olarak bu partilere oy verdikleri düşünülebilir. Bilindiği kadarıyla bu aşırı dincilerin el altından da olsa Batı ile ilişkileri iyi olmuştur. Bu durum, eskinin Arap Sosyalizmi döneminden gelen bir mirastır. Sosyalizmin

bölgede güçlenmesine karşı Batı, yeşil kuşak projesi ile İslamcı hareketleri o dönemlerde güçlendirdi. O günden günümüze aralarında bağlar vardır. Bu nedenlerle bölgede dinci partilerin iktidar olmaları Batı’yı pek rahatsız eden bir durum değildir. Hatta belki bu geçiş sürecinde hiç tanımadıkları güçleri yeğliyor olmalıdırlar. Birçoğu da zaten Batı bağlantılıdır. Dinci partilerin seçim zaferleri laik unsurlarda huzursuzluk yaratmaktadır. Fas’ta, Tunus’ta Mısır’da dinci partilerin politikaları protestolara ve parçalanmalara yol açıyor. Daha demokrasileri kurulma arifesindeki bu ülkeler, din ve laiklik tartışmaları ve bölünmeler ile gerçekten zor günler yaşayacaklardır. Bizde bile türban tartışmalarının ne kadar olaylara yol açtığı düşünülürse, cinsiyetlere göre ayrı okullar istemeye kadar varan gerici zihniyetlerin ülke politikalarını ne kadar meşgul edeceği ortadadır. Oysa bu ülkelerin acilen demokratik ve halkçı bir ekonomik bir düzen kurmaya ihtiyaçları vardır. Yani Arap ülkelerinin içine girdiği süreç çok karmaşık, altüstlüklerle dolu bir süreçtir.

Endüstrinin gelişkin olduğu Mısır ve Tunus’ta işçiler gençlere destek veriyorlar. Diktatörlerin devrilmesinde grevlerin önemli işlevi oldu. Ama Suriye’de grev filan görmüyoruz. İşçi yok mu? Var ama eyleme katılmıyorlar. Yemen’de ele gelir bir sanayi yok ve işçi de görmüyoruz. Ürdün protestolarına işçiler katılıp grevler yaptılar Önlerinde bir gelecek görmeyen gençler idealist bir şekilde özgürlük, eşitlik, sosyal adalet gibi sloganlar taşıyorlar. Bu gençler polisi hep zor kullanan, baskı yapan bir güç olarak tanıyorlar. Artık sokaklara çıkılmıştır ve geri dönmek yoktur. Geri dönmek demek polis tarafından alınmak, işkence, ölüm demektir. O nedenle bu gençlerin yakın zamanda, gerçekten düzen değişmeden, bir iş sahibi olmadan evlerine dönmeleri beklenemez. Önemli bir konu

“Devrimci” Unsurlar

Mısır, Tunus, Fas, Yemen, Suriye gibi olayların yüksek yaşandığı ülkelerde olayların başında gençler vardır. Tunus’tan alevi yakan işportacı bir gençtir. Tahrir Meydanı’nı, Fas’taki Yemen başkenti Sana’daki meydanları dolduranlar hep gençlerdir. Tahrir meydanına genel olarak gecekondu ya da orta sınıf mahallelerinden geliyorlar. Suriye’de Esad kolluk kuvvetlerine ve Ordusuna saldıranlar yine gençlerden oluşuyor. Yemen gençleri üniversite bahçesinde Mart ayından beri kamp kuruyorlar. Gençlerin ülkelerinin geleceğine damga vurması belki Arap sosyalizmi geleneğidir. Nasır 30 yaşına gelmeden ülke lideri oldu. Kaddafi de o yaşlarda devrim yapıp ülkenin başına geçmişti. Böyle olması da doğaldır. Örneğin 80 milyon nüfuslu Mısır’ın dörtte birini 18-29 yaş gurubu oluşturuyor. Ülke nüfusunun çoğu zaten gençlerden oluşuyor.

da bu gençlerin Leninist anlamda bildiğimiz bir programları, bir hedefleri, projeleri yoktur. Düzenin değişmesini istiyorlar ve bekliyorlar. Kadın, erkek, işçi, işsiz yaşlı, çocuk herkes protestolara, direnişlere katılıyor, destek veriyor. Bin Ali ve Mübarek devrildikten sonra halkların sesi kesilir denmişti. Yarı devrimler denmişti. Ama olaylar halkların seslerinin kesilmeyeceğini gösterdi. Onlar artık beğenmedikleri, istemedikleri şeyleri dile getiriyor ve gerekeni yapıyorlar. Örneğin Tunus’ta aradan geçen süre içinde kasabalarında iş alanı açılmadığını gören halk yolları kapattı. Tek iş

19


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

yeri kaynağı olan İtalyan Eni şirketinin gaz dolu kamyonlarına yol vermediler. “Belediyemize her yıl iki milyon dinar vereceksin” dediler. “Her bir gencimize şu kadar para, derneklerimize şu kadar yardım yapacaksın” diye pazarlık yaptılar. Arap halkları bir kez sesini yükseltmeyi öğrendi.

Dünya güçler dengesi dendiğinde akla kapitalist merkezlerin durumu geliyor. Dünya Finans kapitali 2008 yılında girdiği krizden çıkamadı, aksine derinleşiyor. Banka kurtarmalardan iflas eden devletler, ellerini halkların sosyal harcamalarına ve ceplerine attılar. Şimdi halklar ayaktalar.

Mısır’da seçimler öncesi ordu, protestocuları dağıtmak için yasaklanmış göz yaşartıcı bombalar kullandı. Günlerce protestolar yükseldi. İşçiler destek verdiler ve limana gelen bu bombaları taşıyan gemiyi boşaltmayıp geri yolladılar. Bu da halkın ve işçilerin gençlere verdiği bir destek, devlet işlerinde söz haklarını kullanmalarına bir örnektir. Ya da Yemen’de Taiz kentinde Salih yanlısı ordu ile karşıtları dövüşürken ordu güçleri yan kasabadan yardım istedi. Kadınlı çocuklu Yemenliler yollara oturarak tankların ve askeri araçların geçmesine izin vermediler. Taiz kentinde protesto edenlere destek verdiler. Belki bu halkların Leninist bir programları, devrimci bir planları, öngörüleri yoktur ama ne istemediklerini biliyorlar. Bunu da dile getirmenin yolunu öğrenmişler. Haklarını arıyorlar. Bir anlamda bu olaylar bize Latin Amerika’daki halkların mücadelesini hatırlatıyor.

Yeni İktidarlar ve Gelecek

Yeni gelen iktidarların, -nasıl gelirlerse gelsinler- halkların beklentilerini karşılamaları gerekiyor. Dünya ekonomik ve finans durumu göz önüne alındığında tüm ülkelerde, Çin de bile bir ekonomik gerileme hatta durgunluk yaşandığı bir dönemde bu sistem içinde halkların özlemlerinin karşılanması kolay bir iş değildir. Libya, Suudi Arabistan ve küçük emirlikleri bir yana bırakaırsak diğerlerinin gelir kaynakları turizm ve komşuları ile ufak ticaretlerdendir. Son yaşanan olaylar bu kaynakları da kuruttu. Tunus, Mısır, Fas zaten borçlu ülkelerdi ve şimdi borçları ödenemez duruma yükseldi. Mısır, örneğin Arap dünyasının Yunanistan’ı gibidir. Dış yardımlarla ayakta duruyordu. IMF ya da ABD’den yardım gelmez ise iflas edecektir.

20

Yaptırımlar Suriye’yi elbette zor durumda bırakıyor. İhracat ve ithalatı azaldı. Arap Baharı Arapların arasındaki ticareti olumsuz etkiledi. Bu gerçeklikler yeni Arap iktidarlarının halkın taleplerini karşılamada zorlanacağına işaret eder. O nedenle de yeni dönemde halkların daha çok sokaklara çıkması ve var olan çalkantılı sürecin devam etmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu ortamda da din ve laiklik kutuplaşmalarının daha çok artması ve ülkelerin iç savaş tehlikeleri ile karşı karşıya kalmaları olasıdır. Bir yandan Batı da, güdümüne alamayacağını düşündüğü ülkelerde böylesi çatışmaları körükleyecektir.

Dünya Güçler Dengesi

Arap dünyasında olanlar elbette hem dünya güçler dengesini etkiliyor hem de kendisi onun bir parçası olarak ondan etkileniyor. Batı, hazırlıksız yakalandı. Mübarek ve Ben Ali ya da Salih gibi yandaşlarının yerine yenisini yetiştiremedi. Bu kayıplarını Libya ve Suriye’de iktidar değişiklikleri ile gidermeye çalışıyorlar. Petrol çıkarlarını korumak için kan teri döküyorlar. ABD ve AB’nin bölgedeki en yakın Arap müttefiki Mısır ve Suudi krallığıdır. Mübarek’in arkasında duramadıkları için Suudi Arabistan krallığını çok kızdırdılar. Suudi Krallık bölgede varlığını korumak için dizginleri eline almaya çalışıyor. ABD askerlerinin 2012 başında Irak’tan çekilmesinden sonra gölgede gücü artacak olan İran’ı karşılarında en büyük rakip olarak görüyorlar. Ona karşı bölgede bir ittifak örmeye çalışıyorlar. Türkiye de bu ittifakın bir ucunda durmaktadır. İran, bölgedeki Suriye, Hizbullah ve Hamas gibi güçlerle olan ittifakından güç alıyor. İsrail ne Hamas ne de Hizbullah’ı yenilebildi. Şimdi tüm dünya ile birlikte Suriye üzerine çullanılıyor. Suudi krallığı bu ilerici eksenin varlığını kendi varlığına tehdit olarak görüyor. Hem ABD ve Batı’dan destek alırken hem de kendisi çaba harcıyor. Artık Arap Birlikleri, Ligleri, Konferansları gericiliğin en öz unsurları hale geldiler.

Arap ülkelerinin dünya güçler dengesinde seçecekleri taraf elbette Rusya ve Çin gibi ülkeleri ilgilendiriyor. Libya’da Batı tarafından tongaya getirildiklerini düşünen bu iki ülke dünyada artık gücünü hissettirmeye başlayan BRİC ülkeleri olarak Suriye’de başka bir politika izlemeye başlıyorlar. Bölgenin Batı gericiliğinin pençesine düşmesine karşı bir güç oluşturuyorlar. Yani Arap liderlerin dünya sahnesinde oynayacakları oyunların da bir takım kırmızıçizgileri vardır. Rusya açısından bu kırmızıçizgi Suriye’ye Batı müdahalesidir. Rusya bu konuda bir 3. Dünya Savaşından söz etmektedir. Sonuçta Arap baharının kaderi elbette üstünde yaşayan halkların istekleri ve mücadeleleri ile şekillenecektir. Ancak bu şekillenmede Batı ve dünya güçler dengesinin de büyük baskıları ve çıkar ilişkileri vardır. Oyunlar biraz da onlara göre şekillenecektir.

Dünyaya Kıvılcım

Dünya güçler dengesi dendiğinde akla kapitalist merkezlerin durumu geliyor. Dünya Finans kapitali 2008 yılında girdiği krizden çıkamadı, aksine derinleşiyor. Banka kurtarmalardan iflas eden devletler, ellerini halkların sosyal harcamalarına ve ceplerine attılar. Şimdi halklar ayaktalar. Mısır ve Tunus baharından etkilendiklerini söyleyen halklar baş kaldırıyor, sesini yükseltiyor. Yunanistan protestocuları, İspanyol Indignador’ları, Şili’deki öğrenciler, ABD’nin 800 kentindeki Occupy’cılar vs. hep bu Arap ateşinden ısındıklarını söylüyorlar. Ama tersi de doğrudur. Merkezlerdeki ateş, tekrar Mısır ve Tunus’ta, Yemen’deki devrimci halklara enerji ışık kaynağı oluyor. Arap baharı ülkeleri ile Finans Kapitalin anavatanlarındaki olaylar iç içe girmiş görünüyor. Hem Arap dünyasında hem de kendi ülkelerinde bahar öncesi bir kışa girilmiştir. Mısırlı gençlerin dediği gibi “çiçekler ezilebilir ama baharın gelmesi ertelenemez”. Nasıl olsa gelecek bu bahar, hem de davulu zurnası ile.


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

“500’ü Aşkın Öğrenci Zindanlarda!”

ÜNİVERSİTELERDE İLERİ DEMOKRASİ DERSLERİ

AKP

’nin 12 Haziran seçimlerinden sonra giriştiği ilk ustaca eylem halklarımızın emek ve demokrasi güçlerine yönelik olarak tırmanan baskı ve zulüm uygulamalarıdır. AKP’nin ve cemaatin hegemonyasını tamamladığı “bağımsız” yargı, polis ve “özgür” basın eliyle gerçekleştirdiği bu uygulamalar 12 Eylül faşizminin karanlığını aratmayacak niteliktedir. Halk düşmanı AKP, ülkedeki tüm muhalif öğrenci, aydın, emekçilere kan kustururken, sağda solda attığı “ileri demokrasi” naralarıyla üç maymunu oynamakta ve yaptığı bu utanmazca ayak oyunuyla sahip olduğu maymun zekasından parlak örnekler vermektedir. İçinden geçtiğimiz bu karanlık dönemde iktidarın saldırdığı önemli alanlardan bir tanesi de üniversitelerdir. Erdoğan ve hükümeti, yaptıkları her anti-demokratik hamlede karşılarında üniversite gençliğini bulmakta ve adeta kırmızı görmüş boğaya dönmektedir. Artık halkı sömüre sömüre semirmiş bu boğaya ses çıkarma vaktidir. Zira yakın zamanda Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) hazırladığı rapora göre 500’ü aşkın öğrenci cezaevlerinde tutuklu bulunmaktadır. Çoğunluğu üniversite öğrencisi olan bu tutsakların ortak özelliği AKP zulmüne sessiz kalmamalarıdır. Kimisi kardeş Kürt halkının özgürlük mücadelesinin üniversitelerdeki savunucusu oldukları, kimisi eğitim emekçisi Metin Lokumcu’nun polis tarafından katledilmesini protesto ettikleri, kimisi parasız eğitim istediği ve hatta kimisi de sadece puşi taktığı için zindanlarla tanışmıştır. Yarattığı terör paranoyasıyla halkın gözünde muhalif tüm unsurları terörist olarak konumlandırmayı amaçlayan AKP ve

cemaat, puşi takanları, parasız eğitim isteyenleri zindanlara doldururken, Kürt halkına yönelik kanlı savaş politikalarıyla, “KCK operasyonları”yla, Hopa’da katlettiği öğretmenimizle, Van’daki deprem rezaletiyle asıl teröristin, asıl terör örgütünün kendisi olduğunu açıkça göstermektedir. Faşizm dünden bugüne kanlı varlığını sürdürmekte ve gelecek güzel günlerin temsilcilerine saldırmaktadır. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Server Tanilli hocamız, 1978 yılında İstanbul Üniversitesi’nde eğitimciyken faşist kontralarca düzenlenen suikast girişimiyle tekerlekli sandalyeye mahkum edilmişti. Bugün ne benzerliktir ki aynı faşist el yine üniversitelerde operasyondadır. Büşra Ersanlı hocamız aynı zihniyetle bugün zindandadır. Server Tanilli hocamıza saldıranlar yine görevlerinin başındadır. Ancak AKP şunu iyi bilmelidir ki, 12 Eylül karanlığında da, 90’ların “topyekûn savaş” döneminde de üniversitelilerde direniş bayrağını yere düşürmeyenler hep vardı. Sermayenin hizmetkârları, halk düşmanları, emperyalizmin taşeronları, mücadele dinamizmimizi, özgürlük tutkumuzu, isyan ruhumuzu ve en önemlisi devrimci irademizi bu ülkenin hiçbir karanlık döneminde kırmayı başaramadı. Bizler Sosyalist Dayanışma Gençliği olarak, tıpkı geçmişteki gibi faşizmin tüm zorbalıklarına karşı yılmayacak ve gelecek özgür yarınlara direniş ateşini büyüterek varacağız. Ezilen halklarımıza sözümüzdür!

Sosyalist Dayanışma Gençliği, Belge Yayınevi’ni Ziyaret Etti “TUTUKLAMA TERÖRÜNE BOYUN EĞMEYECEĞİZ!”

Sosyalist Dayanışma Gençliği üyeleri, AKP’nin “ileri demokrasi”sinin tutuklama furyasında zindana konulan yayıncı Ragıp Zarakolu’na destek vermek ve tutuklama terörünü protesto etmek amacıyla Zarakolu’nun sahibi ve editörü olduğu Belge Yayınevi’ni ziyaret etti. 9 Aralık Cuma günü Cağaloğlu’nda bulunan yayınevine giden devrimci gençler bina önünde sivil polis yığınağıyla karşılaştı. Gün boyu süren ziyaretlerinde yayınevinde gönüllü olarak çalışan gençler, yayınevi çalışanlarına yardımcı oldu. Dayanışma etkinliği boyunca yayınevi binası önündeki polis yığınağı devam etti.

İSTANBUL ÜNVERSİTESİ’NDE EYLEM: “Tutuklu arkadaşlarımızı ve onların fikirlerini savunmakta ısrarcı olacağız!”

İçerisinde Sosyalist Dayanışma Geçliği üyelerinin de yer aldığı Halkların Demokratik Kongresi Gençliği, AKP faşizminin halklarımıza yönelik saldırılarında üniversite öğrencisi arkadaşlarının tutuklanmasını protesto etti. 1 Aralık Perşembe günü İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü önünde biraraya gelen devrimci gençler yaptıkları açıklamada, “Bizler bu faşizan baskılar karşısında yılmayacağız. Tutuklu arkadaşlarımızı ve onların fikirlerini savunmakta ısrarcı olacağız. Parasız eğitim istemeye, anadilinde eğitim için direnmeye, HES’lere karşı durmaya devam edeceğiz. Biliyoruz ki ancak o zaman demokrasi bu coğrafyada yeşerecek” dedi. Eylem boyunca “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Gözaltılar, Tutuklamalar, Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “Biji Bıratiya Gelan” sloganları atıldı.

YILDIZ ÜNİVERSİTESİ’NDE EYLEM: “GÖZALTILAR, TUTUKLAMALAR, BASKILAR BİZİ YILDIRAMAZ!”

Aralarında Sosyalist Dayanışma Gençliği üyelerinin de yer aldığı devrimci üniversiteliler, geçtiğimiz yıl üniversitelerine polisin girmesi sonucu çıkan olaylarda gözaltına alınan ve açılan soruşturmaların ardından okullarından atılan arkadaşları için bir protesto eylemi gerçekleştirdi. 6 Aralık Salı günü Yıldız Teknik Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nde bir araya gelen öğrenciler, “Tutuklamalar, Gözaltılar, Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “Eğitim Hakkımız Engellenemez” sloganları eşliğinde okulun giriş kapısına kadar yürüdü. Burada yapılan basın açıklamasında halklarımıza ve üniversite gençliğine yönelik tırmanan devlet terörüne dikkat çekildi ve faşizme karşı direniş çağrısı yapıldı.

21


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

ACILARIMIZ AKP’NİN MİDESİNE OTURACAK! M. Sinan MERT

E

rdoğan’ın Dersim katliamı için devlet adına “özür dilemesi” politik olarak ne ifade ediyor? Dersim’de katledilenlerin torunlarına bugün politik bir soykırım uygulayan, yaratılan operasyon psikolojisi ile ülkeyi kocaman bir hapishaneye çeviren Erdoğan’ın böylesi bir çıkış yapması AKP’nin yeni bir oyunu ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. CHP’nin politik basiretsizliği bir tarafa Erdoğan’ın bu yeni açılımının

rastgele yapılmadığını rahatlıkla düşünebiliriz. Mesele sadece muhalefetin verdiği bir açıktan yararlanma girişimi ile açıklanabilecek kadar basit değildir. Erdoğan’ın aynen Kürt açılımında olduğu gibi daha büyük hedefleri olduğu açıktır. Bizce bu yaşananlar, yeniden yapılanan iktidar bloğunun; bu yeni yapıya daha uygun bir resmi ideoloji yaratma girişimlerinin bir parçası olarak okunmalıdır.

Birinci Dayanak: Ordunun Vesayetinin Sonlanması

AKP iktidarlaşma konusunda çok önemli bir mesafe kat etti. İktidarının ilk günlerindeki pısırık, sürekli AB’nin arkasında saklanan AKP’den bugün eser yok. Erdoğan sirke satan yüz ifadesiyle sağa sola çemkirip du-

22

ruyor. Babacan, Biden’a akıl veriyor, büyüyen ekonomiyle caka satmaya çalışıyor. Abdullah Gül, AB’ye “sefil” diyor. Davutoğlu, Suriye’yi yağmalamanın planlarını neredeyse açık saçık bir biçimde yapıyor. AKP’nin er veya geç başını yiyecek olan bu aşırı kibirli özgüven iki temel sebepten kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi Türkiye’de hiçbir siyasi harekete nasip olmayan bir iktidara ulaşabilmek, özellikle 1960 sonrasında çok merkezi bir rol oynayan askeri yeniden kışlasına sokabilmek. Yıllarca bürokrasiyi, orduyu gözünde Golyatlaştıran İslami hareket açısından bu büyük bir tarihi rövanş. Bu rövanş, yoğun operasyonlarla yürütülen tasfiyeler eliyle gerçekleştiriliyor. Bu tasfiyeler, çıkarılan yasalar ve yapılan anayasa değişiklikleri sonrasında hukuki bir zemine de oturtuluyor ve böylece kalıcılaştırılıyor. AKP, kendisini dengeleyen bütün devlet mekanizmalarını denetimi altına almayı başardı, bu sayede de iktidarı olağanüstü merkezileştirdi. Solda rejim tartışmalarına zemin hazırlayan gelişme budur. AKP şu anda Türkiye tarihinde neredeyse hiçbir partinin deneyimlemediği bir iktidarı yaşıyor. Bir sınıf hareketi tarafından da dengelenemediği için muazzam pervasızlaşmış tutumlarla karşı karşıya kalıyoruz.

İkinci Dayanak: Emperyalizmin Açık Desteği

AKP’nin aşırı özgüveninin ikinci kaynağı ise ABD’nin bölge politikaları açısından oynandığı düşünülen hayati rol. Batı cephesinin Libya’da kazandığı zafer, Suriye ve İran’da iştahları kabarttı. Arap devrimleri her ne kadar çıkış zeminleri itibariyle bağımsızmış gibi görünseler de

ortaya çıkan yeni iktidarlar ılımlı İslam’ın zeminini paylaşacak gibi görünüyorlar. ABD AKP deneyiminden öğrenerek Ilımlı İslam aracılığı ile Ortadoğu’da küresel kapitalizmin derinleşme dinamiklerini tetikleyebileceğini düşünüyor. Arap toplumlarının da bu sayede orta sınıf toplumsal yapıları haline gelebileceğine ikna olmuş gözüküyor. Bu dönüşümleri gerçekleştirmek için de ekonomik durumunun açmazları dolayısıyla eskisi kadar doğrudan inisiyatifler kullanamıyor. Bu tablodan en fazla beslenen taşeron ise Türkiye. Hem bölgede siyasi akrabası olan iktidarların sayısı artıyor, hem de bunların yapılandırılması sürecinde kendisine rol alabileceği bir alana açılmış oluyor. Bu iki destekten beslenen AKP, kazanımlarını kalıcılaştırabilmenin bir merhalesi olarak devletin resmi ideolojisinde de bir dönüşümü başarmak istiyor. Kemalizm, 28 Şubat’ta önemli oranda restore edilmişti. Özal döneminin Türk-İslam sentezinin İslami tonu oldukça gerilemişti. AKP, iktidarının ilk yıllarında Arınç’ın kimi açıklamaları dışında Kemalizmle hesaplaşmaya pek girişmemişti. Oysa bugün gelinen noktada, iktidar ilişkilerinde çok önemli kaymalar yaşandı. Resmi ideoloji aslında var olan iktidar ilişkilerinin ve hâkim sınıfların kendisini toplum nezdinde meşrulaştırma aracıdır. Yıllarca finans kapitalin Batıcı ve kozmopolit dünya görüşü karşısında kendisini dışlanmış hisseden tefeci bezirgan sınıfı, Anadolu burjuvazisi kılığında iktidar bloğundaki zeminini güçlendiriyor. Bu güçlenmenin resmi ideolojiye yansımaması mümkün değildir. Hem de Ortadoğu’nun yeni Müslüman Kardeşler tonlu


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

iktidarlarıyla kaynaşabilmek için de resmi ideolojinin revize edilmesi hayati önem taşımaktadır.

Amaç: Resmi İdeolojide Köklü Revizyon!

İşte Dersim tartışması tam da bu zeminde Kemalizmi masaya yatırmanın bir aracı olarak Erdoğan tarafından açıkça kullanılmaktadır. Erdoğan’ın elinde Kürt açılımının askeri yıpratmak için bir araç olarak kullanılmasına tanık olduk. Kürt sorunu çözülmek yerine daha da çetrefil bir hal aldı ama Erdoğan Kürtlerle savaşta yaşanan tüm olumsuzlukları ordunun üzerine yıkarak bir psikolojik üstünlük elde etti. Şimdi yapılmak istenen de buna benzerdir. Dersim’de yapılanların sorumluluğu Mustafa Kemal’indir. Bu açık gerçek üzerinden Kemalizmle hesaplaşmanın önü açılmaktadır. Tabi buna

hesaplaşma demek de doğru değildir. AKP despotizmi ile Kemalizm, toplumu yönetme noktasında aynı noktada durmaktadırlar. CHP’nin 1946’ya kadarki tek parti iktidarı neyse AKP’nin bugünkü iktidarı da odur. Birinin seçimlere dayanması, diğerinin ise fiilen gerçekleşmesinin yarattığı fark, sonuçları itibariyle detaydır. Öz olarak bugün yaşanan da tam bir devlet-parti kaynaşmasıdır.

Acılarımızdan Rant Devşirmeye Çalışanlar Duvara Toslayacak!

zümre mevcut. Bunca yaşanan olaydan sonra AKP’den zerre kadar hayır bekleyen kaldıysa cahil değilse rezildir. Daha geçtiğimiz yıl 2 Temmuz anmalarında polisini üzerimize salan AKP’nin “devlet özrü”ne tav olanlar, maşa olmayı çoktan göze almışlar demektir. AKP, politik hedeflerine bizlerin acıları üzerinden gitmeyi adet haline getirdi. Referandum sürecinde Erdal Eren’in 17 yaşında katli üzerinden timsah gözyaşları döken Erdoğan, yüzlerce üniversiteli genci sudan sebeplerle içeri tıktırmadı mı? Hopa davası neyin davasıdır? Seçimlerde Alevileri seçmenlerine yuhalatan bir başbakandan Dersim ile ilgili ne bekleyebilirsiniz? Bu özgüvenleri kendi yıkımlarının da taşlarını döşüyor. Suriye’ye yağmaya giden

Türkiye’nin nelerle karşılaşacağını hep birlikte yaşayacağız. Fakat şurası bir gerçek ki CHP’nin Esad’la ilgili girişimlerini Alevicilikle açıklayan bir AKP’nin bu bölge dinamikleri karşısında çok büyük zorluklar yaşayacağı açıktır. Acılarımızı kendine siyasi sermaye kılmaya çalışan AKP’nin açgözlülüğünün başını yakacağı günler yakındır.

“Yeşilkent Halkı Cem Evlerine Sahip Çıktı” Avcılar ilçesine bağlı Yeşilkent mahallesinde yaşayan halk yıllardır inşaat halinde bulunan cem evlerine sahip çıktılar. Avcılar Belediyesi yapılmasına dair bahaneler üreterek 10 yıldır mahalleliyi oyaladıklarını vurguladılar. Ardınçlı ve Yeşilkent mahalle gençliğinin öncülüğünde haftalar öncesinden mahalle toplantıları yapan ve ev, ev sokak, sokak bildiri dağıtarak cem evlerinde yapacakları birlik aşuresine davet ettiler. 11 Aralık saat 13.00’da cem evinde toplanan mahalleliler Pirsultan Cem evi Girişimi imzalı “Gelin Canlar Bir Olalım” pankartı açarak etkinliklerini gerçekleştirdiler. Sabah erken saatlerde bir araya gelen mahallede yaşayan kadınlar aşure yapımına başladılar. Alevi inancına göre aşurenin duası için gelen dede duayı okunduktan sonra program başlatıldı. Ardınçlı ve Yeşilkent mahalle gençliği temsilcilerinden basın açıklamasını okuyan Deniz Türkmenoğlu “Hz. Ali’nin adaletiydi inandığımız, Hacı Bektaş-ı Veli’den öğrendik Eline Beline Diline Sahip Olmayı! Pirsultan gösterdi yolumuzdan dönmemeyi canımız pahasına. Avcılar Belediye’si tarafından şu anki yerimiz tashih edilmiş ve inşaat olarak bırakılmıştır. Gerekçe olarak imar, tapu, bütçe vs gibi gerekçeler gösterilerek uzun yıllar Cem Evi inşaatına çivi dahi çakılmamıştır. Ardıçlı ve Yeşilkent Mahalle Gençlerimizin başlatmış olduğu ”Cem Evimize Sahip Çıkalım” çağrısının yanındayız ve bugün de buradayız. Yeşilkent mahalle sakinleri olarak Cem Evimizin bundan sonra kaderine terk edilmesine izin vermeyeceğiz. Avcılar Belediyesi’nin bir an önce Yeşilkent PİRSULTAN CEM EVİ DERNEĞİ’MİZLE görüşüp, inşaatın tamamlanması için çalışmalara başlamasını talep ediyoruz.” dedi.

AKP acılarımızı kendi siyasi çıkarları için kullanmayı çık iyi başarıyor. Dersim konusundaki açıklamayı da “çok önemli” bulanlar oldu. Resmin bütününü göremeyen, bir söze kanıp tasdik noterliği gibi davranan geniş bir

23


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Ev işçileri: “Şimdi Bizim Zamanımız” Güler TOPRAK

G

üvencesiz ve esnek çalışmanın alabildiğine yaygınlaştığı, işçilerin mevcut haklarının parmaklarının arasından kayıp gittiğini izlediği şu günlerde; ev işçileri, “bizim zamanımız geldi” diyor. Haziran ayında imzalanan “ev işçilerine insanca iş sözleşmesi, C189’a göre, ev işçileri işçidir ve işçilerin sahip olduğu temel haklara ev işçileri de sahiptir”. Geriye ülkelerin bu sözleşmeyi imzalayarak gereğini yapması kalıyor.

Fakat artık bıçak kemiğe dayandı

Özellikle son on yıldır göçmen ev işçilerinin sayısı giderek büyüyor ve işçi hakları ihlali yanında insan hakları ihlalleri at başı gidiyor. Cinsel saldırı ve istismar, kölece muamele, pasaporta el koyma, sağlıksız koşullarda barındırma, zorla çalıştırma vb. hak ihlalleri ev işçilerinin canına tak ettirdi. Bizde de Hürriyet gazetesine bağlı bir web sitesinde göçmen ev işçilerine fazla ücret verilmemesi (en fazla 500 TL ), pasaportlarına el konması gibi tavsiyeler yayınlanmış, ev işçileri, gündelikçi kadınlar ve kadın örgütleri tarafından suç duyurusu yapılacağının anlaşılmasının ardından bu ifadeler yayından kaldırılmıştı.

Ev İşçisi: 21. Yüzyıla Tercüme Edilmiş Köle Emeği!

Ev İşçilerinin Haklarıyla Çalışma Hayatında Var Olması Hiç de Kolay Olmayacak

Ev işçilerinin hükümetlere bu sözleşmeyi imzalatması belki o kadar zor olmayabilir ancak, sözleşmenin uygulatılması hiç de kolay olmayacak. Zaten bu güne kadar ev hizmetlerinin iş yasası kapsamı dışında tutulabilmesinde, kadın emeği üstüne sinsice çöreklenen erkek egemen kapitalist sistemin marifeti yadsınamaz. Bu son derece elverişli şartların değişmesi, neoliberal kapitalizme pahalıya patlayacağından oralı olmak istemezler.

24

Köle emeği kullanmanın 21. Yüzyıla tercüme edilmiş pek çok halinden söz edebiliriz. Güvencesizleştirme, taşeronlaştırma, ev eksenli çalışma, esnek çalışma bunlardan birkaçı. Bunların en görünmezi, en tanımlanamazı, en ele avuca gelmeyeni ise ev işçiliği olsa gerek. Dünyada yaklaşık 53 milyon ücretli ev işçisi olduğu tahmin ediliyor. Çok önemli bir kesimi ise göçmen. Peki, bu nasıl olabiliyor. Bu kadar büyük bir iş gücü nasıl gözlerden saklanabiliyor? Bir kere, ev hizmetleri yüzde 80-90 kadınlar tarafından yapılıyor. Kadınların hanesine yazılı işler şimdiye kadar görünmezdiler, değersizdiler ya da daha düşük değerdeydiler. Bu tarih tekerrür ediyor olabilir mi? İkincisi, bu emeğin haklarını savunacak örgütlülük yoktu. Ev işçileri, gündelikçi kadınlar gündelik acil ihtiyaçlar için başvurdukları bu statüsü düşük, iş sayılmayan işi her an bırakacakmış gibi ifa ettiler. Ve hiçbir zaman kimlikle-

rinin bir parçası olarak da kabul etmediler. Bir tekstil işçisi gibi, bir tezgâhtar gibi, ya da sekreter gibi meslek adı bellemediler kendilerine. Sorulduğunda “ev kadınıyım” demekle yetindiler.

“Gündelikçi”: Türkiye’de Kilometre Taşı

Türkiye’de 2006 yılında çekilen “Gündelikçi” belgeseli Türkiyeli ev işçileri için bir dönüm noktası olmuştur. Ev işçilerinin görünürlüğünde kilometre taşı olan bu belgeselde ev hizmetine giden kadın işçiler kendilerini anlattılar. Davet edildikleri konferans ya da toplantılara gittikçe, konuştukça, insanlar önünde tartıştıkça, gelen sorulara muhatap oldukça piştiler. Kendilerinin dediği gibi, daha önceden fark etmediklerini, fark ettiler. Yani kendilerini işçi olarak görmeye başladılar, işçi oldukları için hakları olabileceğini, evlerini temizledikleri kadınlarla ortak yönleri olduğunu fark ettiler. Mesela bir söyleşide söylediği gibi; “o işleri” kendi işi zanneden evin hanımının da, “ o işleri” evin hanımının işleri zanneden kendisinin de yanıldığını fark etti, ev işçisi Yıldız Ay. Temizlik, ütü, çamaşır, yemek, bakıcılık, dadılık... Hepsi de kadın işi olarak kazınmıştı kafamıza bir kere. Sorgulamak “feministlik” sayılıp tiye alınası bir mefhumdu. Feministlik ciddi bir mesele idi oysa. Ciddiyetle ele alınamayan, gerçek hayatın dışına itilerek, sadece gülüp geçilesi şeyler olarak görüldü bu tartışmalar yıllarca. İşten sayılmayan ve çoğunlukla kadın emeği talep eden bu hizmetlerde çalışanlar; İzin günü, mola saati, çalışma süresi, fazla mesai, süt izni, senelik izin gibi haklar için, sosyal güvence için, iş sağlığı ve güvenliği için, emekli olabilmek için; yani mevcut yasalarla kabul edilen en temel işçilik hakları için kolları sıvadılar. Sadece


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

İmece Kadın Sendikası, Uluslar arası Çalışma Örgütü ILO tarafından kabul edilen "Ev İşçilerine İnsanca İş" sözleşmesini hükümetin kabul etmesi ve şartları hayata geçirmesi için başlattığı imza kampanyası için 3 Aralık Cumartesi günü Taksim Galatasaray Lisesi önünde masa açtı. "Masal Bitti, Külkedisi Değil Ev İşçisiyiz Haklarımızı İstiyoruz!"yazan stand oldukça ilgi çekti. Türkiye’de değil bütün dünyada bir araya gelen, , örgütlenen, sendikalaşan, yazan, konuşan, belgesel çeken, kendini anlatan ev işçileri var. Honkong’da göçmen ev işçileri tam 7 sendika kurmuşlar. Bir de federasyonları var. Uluslar arası Ev İşçileri Ağı vb. örgütler dünya çapında ev işçilerini birleştirmeye çalışıyor. Bu örgütlenmelerden IDWN (Uluslar Arası Ev İşçileri Ağı)ILO “ev işçilerine insanca iş” sözleşmesinin mimarlarından biri.

Yine de Pembe Tablo Yok

Neoliberal politikalar sosyal devleti erittikçe, toplumsallaşan bakım emeği kişilerin sırtına iyice yüklendikçe bu alan büyümeye devam edecek. Nitekim sendikaların güçsüzleşmesi, neoliberal saldırıların önünün alınamaması mevcut kazanımların da yitmesine, sosyal hizmetlerin özelleşmesine neden oluyor. Sosyal hizmetlerin kaliteli ve ücretsiz verildiği ya da düşük ücretlerle sağlandığı merkezlerde, ev hizmeti servisinin iş gücünün %1’i civarında gerçekleştiği, ancak sosyal hizmetlerin düşük olduğu yarı çevre ve çevre ülkelerde ise iş gücünün %10 ve üstünde ev işçisi istihdam edildiği görülmektedir. İstatistik tutmak güvencesizlik nedeniyle oldukça zor, ancak her şeye rağmen ILO tarafından sunulan bu veriler oldukça anlamlı. Görüldüğü gibi bütün dünyada ev

işçilerinin üstlendiği rol ve neden bu emeğin bu kadar değersizleştirilmek istendiği de rakamlara bakınca kolayca anlaşılabiliyor. Üstelik Neoliberal politikalarla sosyal yönü törpülenen batıda da ev hizmeti talebi daha da artabilecek. Bu iş gücü sayesinde erkek ve kadın profesyoneller iş gücüne katılabiliyor, bu iş gücü sayesinde bölgeler arası gelir transferi yaşanıyor, bu iş gücü sayesinde toplumsal artı ürüne değer katılabiliyor. Bu iş gücü sayesinde sistem içindeki gerilimler yatıştırılabiliyor.

Erkek Şiddetine ve Erkek Egemen Sisteme HAYIR!

25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü dolayısıyla yüzlerce kadın Taksim’de bir araya gelerek erkek şiddetine ve erkek egemen sisteme “hayır” dedi. İstanbul 25 Kasım Kadın Platformu’nun düzenlediği eylem için saat 19.30’da Galatasaray Meydanı’nda toplanan kadınlar, sloganlar eşliğinde Taksim Meydanı’na yürüdü. Eylemde “Kadınlar savaş istemiyor”, “Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir”, “Kadın diyorsa tacizdir. Hayır, hayır demektir”, “Bağır herkes duysun, erkek şiddeti son bulsun”, “Erkek vuruyor, devlet koruyor”, “Kimsenin namusu değiliz”, “Kadın cinayetleri politiktir”, “Geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmiyoruz”, “Jin jiyad azadi”, “Militarizme hayır, milliyetçiliğe hayır, dinci muhafazakârlığa hayır, kapitalizme hayır, heteroseksizme hayır, patriarkaya hayır”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”, “Başbakan şaşırma, sabrımızı taşırma, kendin yat kuluçkaya; bir türkçük, iki türkçük, üç türkçük doğurmaya” sloganları atıldı. Taksim Tramvay durağında okunan basın açıklamasıyla eylem son buldu.

Sıra Hakları Almakta!

Artık Ev İşçilerinin İşçi Olduğu kafalara kazındı. C189 toplantısına katılan ev işçilerinin dediği gibi, artık ev işçilerinin zamanı geldi. Bu iş gücünü kimse yok sayamaz. Şimdiye kadar görünmüyordu, bundan sonra hakları için meydanlarda boy gösterecek. ILO sözleşmesi uyanan ve haklarını isteyen ev işçilerinin kazanımı oldu. Ancak bu kazanımın ete kemiğe bürünmesi, kaçınılmaz bir şekilde daha güçlü bir örgütlenme ve mücadeleyi talep ediyor. Bütün dünyada ev işçilerinin örgütlenmesi ve haklarını kazanması hem kadınlara hem de işçilere güç katacak.

Esenyurt’ta Kadınlardan Şiddete Karşı Eylem

Esenyurt, Esenkent, Boğazköylü Kadınlar, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Esenyurt’da meşalelerle yürüdü. 24 Kasım Perşembe günü saat 19.30’da Esenyurt Bulut Durağı’nda bir araya gelen kadınlar, buradan Esenyurt Cumhuriyet Meydanı’na kadar meşalelerle yürüdü. Kadınların coşkulu eyleminde “Erkek egemenliğine, Yoksulluk ve Savaşa, Militarizme, Irkçılığa, Şovenizme, Gözaltında Cinsel Şiddete, Kadın Cinayetlerine, Tacize, Tecavüze, Kapitalizme Karşı Kadınlar Örgütlenmeye, Mücadeleye” yazılı pankartın yanı sıra “Evde, İşte, Sokakta, Kadınlar İsyanda” yazılı dövizler taşındı. Esenyurt Cumhuriyet Meydanı’nda basın açıklamasını okuyan Selma Özkan, kadın cinayetlerinin durdurulamadığına dikkat çekerek kadınlara her fırsatta “3 çocuk doğur” diyen Başbakan’ı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in politikalarını eleştirdi. Selma Özkan konuşmasını şöyle sonlandırdı: “Biz kadınlar, tacize ve tecavüze tolerans gösteren toplum da, yargı da istemiyoruz”.

25


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Bir Yeşil Kartımız Var, Bir Kıdem Tazminatımız… Sevgi EVRİM

Kıdem tazminatı gerçekten de işçiye sağlanan maddi katkıdan daha büyük bir öneme sahiptir. Bu zamana kadar geçirdiği süreç değerlendirildiğinde işçi sınıfının sermaye karşısında güçlü olduğu dönemde kazandığı hakların başında “yıpranma payı” gelmektedir. Kıdem tazminatı işçinin yıpranmasının karşılığında hak ettiği bir tazminattır. 1975 yılında yapılan değişiklikle de kıdem tazminatı işçinin iş güvencesi olmuştur.

Kıdem Tazminatını Hükümetler Vermedi, Hükümetler Kaldıramaz

Kıdem tazminatı elimizdeki avucumuzdaki… Fazla çalışmalara, şeflerin azarlarına, patronun eziyetine katlandığımız uzun çalışma yılının sonunda elimize geçecek yegâne hakkımız. Maaşımızla ancak günü kurtarabilirken, evdeki koltukları yenilediğimiz tazminatımız, bir yaz tatilinde ailecek köye gidebildiğimiz tazminatımız, çocuğumuzun dershane parası tazminatımız… son nefesimiz… Yıllardır uygulanan ekonomik politikaların sonucunda birçok hakkımız elimizden alındı. Bırakın işçi için emekçi için “iyi bir şey” olmasını, elimizde kalan sağlık ve kıdem tazminatı hakkımız da birilerine fazla gelmeye başladı. Gözlerini, gidebildiğimiz tek hastane olan devlet ve üniversite hastanelerine ve kıdem tazminatımıza diktiler. Kıdem tazminatı hakkımız, günlerce süren grevler, milyonlarca işçinin katıldığı yürüyüşlerle, açlıkla, sabırla sınanarak kazandığımız ve geleceğimize dair elimizde kalan tek hak. Devlet uzun süredir patronları kıdem tazminatı yükünden kurtarmak ve esnek-güvencesiz çalışmanın kurallarını yerleştirmek için çaba sarf ediyor. Son çalışması olan kıdem tazminatının fona devredilmesini de bunun için uygulanmaya hazırlanırken, kamuoyu kıdem tazminatı fonunun “iyi bir şey” olduğu yalanına inandırılmak isteniyor. Bunun için medya, çalışma bakanlığı, iş müfettişleri ve başkaca kurumlar canla başla savaşıyor. Kıdem tazminatı fonu uygulaması biz işçi ve emekçiler için “iyi bir şey” olmak şöyle dursun

26

köleliğin yasalaşması anlamına geliyor. İşçi sınıfının grevlerle, direnişlerle, yanarak, yakılarak kazandığı mücadele tarihinin en önemli durağı kıdem tazminatı hakkı elimizden neden alınmak isteniyor? Kıdem tazminatı 1936 yılında işçiye hak olarak verilmeye başlanıyor. Beş senelik kıdemi olan çalışanların beş seneden fazla her tam yıl için 15 günlük ücretleri tutarında tazminat verileceği yasa olarak kabul ediliyor. 1950 yılında yasada yapılan değişiklikle, kıdem tazminatına hak kazanmak için gerekli olan asgari çalışma süresi beş yıldan üç yıla indiriliyor. Sınıf mücadelesinin yükselmesiyle, iş yasası 1971 yılında köklü bir değişikliğe uğruyor ve 1475 sayılı yasada 1975 yılında yapılan değişiklikle de kıdem tazminatına hak kazanılacak asgari üç yıllık çalışma süresi bir yıla indiriliyor. Yine her geçen tam yıl için ödenecek kıdem tazminatı miktarı, 15 günlük ücret tutarından 30 günlük ücret tutarına çıkarılıyor. Halen kıdem tazminatını hak etme koşulları 1475 sayılı yasanın 14. maddesine göre düzenleniyor. 1975 yılında iş yasasında yapılan değişikliğin gerekçesi, kıdem tazminatı kurumunun iş güvencesini sağlayıcı niteliğe kavuşturulmasıdır. Burada işçi sınıfı, işine, ekmeğine sahip çıkmanın yolunu bilmiş ve örgütlü mücadelesi ile devlete kendini kabul ettirmiştir. 1975 yılına baktığımızda işçilerin sokakta hakkının peşinde olduğu görülecektir. Kıdem tazminatı gerçekten de işçiye sağlanan maddi katkıdan daha büyük bir öneme sahiptir. Bu zamana kadar geçirdiği süreç değerlendirildiğinde işçi sınıfının sermaye karşısında güçlü olduğu dönemde kazandığı hakların ba-

şında “yıpranma payı” gelmektedir. Kıdem tazminatı işçinin yıpranmasının karşılığında hak ettiği bir tazminattır. 1975 yılında yapılan değişiklikle de kıdem tazminatı işçinin iş güvencesi olmuştur. Sürenin 1 yıla düşürülmesi ve tazminat miktarının 15 günlük maaştan 30 günlük maaşa çıkarılması ile patron ile işçi arasında sıkı bir bağ kurulmuştur. Patronun sorumlulukları artırılmıştır. Bu işçi için bir iş güvencesidir. Patron bilir ki işçiyi çıkardığında derhal bir bedel ödemek zorundadır. Yine diğer bir işlevi de işsizlik sigortası olmasıdır. İşçi işini kaybetse dahi tazminatı bir süre kendisine gelir olacaktır. Verilen mücadele ile kıdem tazminatı artık işçi ve işveren için bir kuraldır. Çalışma hayatında olmazsa olmazdır. Şimdi ise işverenler bu bağı koparmak istiyorlar. Hükümet bu bağın kopmasını destekliyor çünkü emek daha da ucuzlamalı ve en büyük patronlar bizim toprakları mesken tutmalı, ülkeye sıcak para getirmeli. Dünya Bankası’nın “İş Yapma-2010” raporu verilerine göre, 20 yıllık hizmet karşılığı çalışana verilen kıdem tazminatı bakımından Türkiye 86,7 hafta ile Portekiz, Güney Kore ve Çin ile birlikte en yüksek kıdem tazminatı yüküne sahip ülke olarak görünmektedir. Bu tablonun, patronların borazanı dünya bankası tarafından böyle okunması ve tazminat ödeme sorumluluğunun demir bir pranga ile tanımlanması tabi ki bizi şaşırtmıyor. Ama aynı tabloyu biz kendi bakış açımızdan okuduğumuzda, aldığımız kuş kadar tazminat patronların borazanı dünya bankasına fazla görünüyorsa tehlike çanları çalıyor demektir. Hele de tablonun diğer bileşenlerindeki güvencesizliğin, işsizliğin, çaresizliğin tablolarını


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

Seçilmiş Ülkelerde Kıdem Tazminatı Yükü (20 Yıllık Hizmet Karşılığı Çalışana Kaç Haftalık Ücret Tutarında Kıdem Tazminatı Ödemesi Yapıldığı)

da yan yana getirdiğimizde. Tüm bu boyutlarıyla kıdem tazminatının kaldırılması sadece yılsonunda elimize geçecek bir asgari ücret maaştan mahrum olmamızdan daha fazlasını, işsizlik, güvencesizlik, adaletsizliğin yasalaşmasını ifade ediyor.

Ne Söylüyorlar, Ne Yapıyorlar?

Daha 2003 yılında yasaya giren ama henüz uygulanması başlamayan “kıdem tazminatı fonu” hazırlıkları hızlandırıldı. Bir yanda –sanki 5 yılda sonuçlanmayan mahkemeleri yaratanlar kendileri değilmiş gibi- mevcut durumun eleştirisini yapıyorlar. Bir yanda da kurulacak kıdem tazminatı fonunun işçiyi kurtaracağı, işçiye yeni haklar verdiği yalanını yaygınlaştırıyorlar. -“İşçinin 3-5 yıl mahkemeleri beklemeden hakkını alacağı”nı söylüyorlar ama yasaya “10 yılı doldurmayan işçi fona başvuramaz” diye madde koyuyorlar. -“Herkes kıdem tazminatı alacak” diyorlar ama evlenen kadın işçinin, 3600 günü dolduran işçinin, askere giden işçinin kıdem tazminatı hakkını kaldırıyorlar. -“Şirket batsa da işçi fondan parasını alacak” deniliyor, ama

10 yılı dolduramayan, 35 yaşından sonra sigortalı iş bulamayan, sigortası hiç yapılmayan işçilerin hakkını nasıl alacağı söylenmiyor. Çünkü fon kurulduğunda bu işçilere başvuru hakkı tanınmıyor. -“İstifa eden işçi de kıdem fonuna başvurabilecek” deniliyor ama halen istifa eden işçinin kıdem tazminatı alabildiği yüksek sesle söylenmiyor. -“İşçinin alacağı devlet garantisinde olacak” deniliyor ama işçinin devlet garantisinden, şimdiki tazminatının ancak 1/3 ü kadarını alabileceği söylenmiyor. Fon kurulduğunda alacağa 1 kuruş bile faiz ödenmeyeceğini söylemiyorlar. -İşveren fona para ödemezse işçinin de fondan 5 kuruş alamayacağını söylemiyorlar. Fonun işverenlerin yeni fabrikalar kurması, yeni oteller, yeni lüks plazalar yapması için kullanılacağını söylemiyorlar. Oysa işsizlik fonunun başına gelenleri herkes biliyor. İşsizlik sigortası fonu kurulduğundan bu yana işçiden başka herkese fayda sağladı. GAP için kullanılmasından tutun da teşvik amacıyla uygulanan işveren prim indiriminin Fon’dan karşılanmasına kadar birçok düzenleme bize “fon” kelimesindeki büyüyü

apaçık ediyor. İŞKUR İşsizlik Sigortası Bülteni rakamlarına göre fondan işsizlere ödenen miktar, fon toplamının sadece yüzde 6.2’si kadar. Buna karşılık, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan GAP için kullanılmak üzere Hazine hesaplarına aktarılan miktar 2008-2010 döneminde 9.1 milyar TL’yle işsizlere ödenen miktarın yaklaşık 2.7 katına ulaştı. 10 yılda işsizlere dağıtılmayan para 46 milyar TL’yi buluyor. Bu ülkede fonlar teşvik dağıtmak için kaynak olarak kullanılıyor. Kıdem tazminatı fonunun başına gelecekleri bilmek için bu ülkede ücretli çalışan olmak yetiyor. Halen çalışanların işsizlik fonundan işsizlik maaşı almak için 40 takla atması gerekirken bu fona başvuru için kaç 40 takla daha icat edilecek?

Peki, İşverenler Ne İstemektedir?

Yapılmak istenilen uygulamaya göre “sigortalı işçinin” yıl dolduğunda hak ettiği brüt ücret devlet güvencesine aktarılacak. Devlet fonda biriken bu parayı 10 yıl boyunca koruyacak. Hak sahibi olan işçi dâhil kimseciklere vermeyecek. Çalışanlar 10 yılın sonunda işverenden 20 bin TL isteyebilecekken, 10 yıl sonunda 8 bin TL’ye razı olacak. İşçinin maliyeti düşecek ve kıdemini yılsonunda 1/3 maliyetle devlete ödemiş olan patron, hiçbir gerekçeye ihtiyaç duymadan işçiyi işsiz bırakabilecek. İşçinin işverene maliyeti işe alırken de işten atarken de düşecek... Düşecek... Düşecek... Bir bakmışız İstanbul’da asgari ücret 350,00 TL, Mersin’de 250,00 TL, Van’da 150,00 TL oluvermiş… Ya kayıt dışı çalışan işçiler? Kayıt dışı çalışanların zaten sağlık hakları yok, iş güvencesi hakları yok, işsizlik sigortasından yararlanma hakları yok, kıdem tazminatı hakları da olmayıversin denecek. Çalışma Bakanı kıdem tazminatı fonunun kurulmasının gerekçelerini açıkladığı toplantıda “ülkemizde işten ayrılan işçilerin sadece yüzde 8’i kıdem tazminatı alabiliyor” dedi. Peki, geri kalan yüzde 92’nin kıdem tazminatı ne olacak? Bu soruyu sordu ve çözüm için kıdem tazminatı fonunu gösterdi. Kıdem tazminatı fonunun makyajını yukarıda sildik ve

ortaya çok karanlık bir gelecek tablosu çıktı. Bu yüzden bugün işçinin kaderini eline alma zamanıdır. Bunun çözümü işverenin mali yükünün azaltılarak daha da şımartılması değildir. Ya da devletin kaynak arayışının çözümü işçinin kıdem tazminatına göz dikmesi değildir. Buna izin vermemek kendimiz için değil daha bu günden milyon dolar borçla yaşayan çocuklarımızın geleceğini savunma zorunluluğudur. Tekel işçini Ankara’da karın altında çadırda bekleten de, hesaplarına yatırılacak 40 bin 50 bin TL değil, çocuğuna kalacak emekli maaşının asgari ücretin üçte biri olmasındadır. Bu ülkede %92 kıdem tazminatı olmayan bir kesim yok. Bu ülkede %92 kıdem tazminatı hakkı gasp edilen bir kesim var. Ve beyaz yakalı, fi yakalı olan %8 dışında kalan bu % 92’ lik kesim kıdem tazminatını alabilmek için adeta boğuşuyor. Patron kaçıyor, devlet koruyor, mahkemeler işçiyi kovuyor. En son 2 Ekimde yürürlüğe giren yasa ile yargının hızlanması sağlandı. Çünkü 2 Ekimde çıkan yasadan sonra asgari 1.000 TL olan mahkeme masrafını ödeyemeyen işçiler, emekçiler dava açamaz hale geldi. Tüm bu cendere içinde işçinin emeğine sahip çıkması ve kendi kaderini bu derece etkileyen bir uygulama karşısında susmaması gerekiyor. Suskunluk büyüdükçe kaybettiğimiz büyüyor. Dün ayağımıza basıldı, ondan önceki gün saçımız çekilmişti. Ama oyun bitti… Bugün kafamıza silah dayanmış durumda. Tetiğe basıldığında bunun bir oyun olmadığını anlamak için zaman epey geçmiş olacak. Emeğimiz geleceğimizdir. Emeğimize sahip çıkalım.

27


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

ADALETİN BU MU TÜRKİYE Doğan KAYA

“K

riz bizi teğet geçti”, “One minute”, “Hedef 2023”, “Her şey çok güzel olacak”, “Kürt sorununu çözdük” gaflarından sonra geriye ne kaldı bilmiyoruz. Fakat çözülen hiçbir sorun olmadığı gibi ülkedeki adaletsizlik her geçen gün büyüyerek devam ediyor. “Avrupa’nın en büyük adalet sarayı bizde” diye TV’lerde nara atılırken düşünüyorum da “demek ki en büyük adaletsizlik Türkiye’de diye mi bu saray buraya yapılıyor. Adaletsizlik o kadar büyük ki artık adliyelere sığmıyor ve kocaman bir saray mı gerekiyor?” Neden Avrupa’nın en büyük hastanesi bizde, en büyük okulu bizde diyemiyoruz da Adalet Sarayı bizde diye övünüp duruyoruz? Gelelim Türkiye’deki Adalet durumuna. Son çıkan yasalardan birinde diyor ki, “artık aile mahkemelerinde davayı açan kişi, mahkeme masraflarını önceden ödeyecek”. Dayak yediği için kocasından ayrılan kadın 400 TL’si olmadığı için boşanamayacak ve ilahi adalet yerini bulacak. Çocuğu okusun diye kredi çeken bir anne kredi borucunu ödeyemediği için hapis yatacak, bu durumu kaldıramayan genç intihar edecek ve bu ülkenin adı, Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı olan Türkiye olacak. Düşünce suçluları ömür boyu cezaevinde yatarken, tatlı çalan çocuk 36 yıl ceza yerken, eşini döve döve öldüren koca 3,5 yılda çıkacak ve buranın adı özgürlükler ülkesi Türkiye olacak. “Biz zenginler için değil yoksullar için varız” diyen hükümet, siyasi olarak her tür muhalefeti suç sayıp cezasını arttıracak. Vergi affı çıkararak milyon dolarlık vergileri affedecek, üç kuruş emekçinin vergisini affetti diye bununla övünecek. Çek’te dolandırıcılık yapanların, yani piyasaya karşılıksız çek sunanların ce-

28

zasını 12 yıldan 1 yıla indirecek, sonra da halkın büyük sorununu çözdük diyecek. Burada şu soruyu soralım hemen: Bu ülkede kaç tane işçi çek kullanıyor? Ben hiç görmedim. Bu da iktidarın yeni kavramlarından herhalde. Biz Doğu’ya yatırım yapıyoruz deyip de doğayı talan edip evlerin üzerine barajlar yapacak; tarihi, sular altında bırakacak; o bölge halkının tümünün tepkisini almasına rağmen “halk için yapıyoruz” diyecek. Halka rağmen politikalarını sürdürecek. 12 Eylül’ün hesabını soruyoruz deyip kendi çıkarına yasalar çıkaracak ve darbeyi yapanları yargılamayacak. Dersim’in dosyasını açıyoruz deyip özür dileyecek ama dersim halkının önderi olan Seyit Rıza’nın anıtını resmi kayıtlar geçmeyecek. Çorum, Maraş’ı araştırıyoruz deyip Sivas’ı es geçecek. Neden Sivas’ı es geçiyor? Çünkü Sivas katliamı hükümetin kendi geleneği tarafından organize edilen bir katliamdı. Dönemin adalet bakanı Şevket Kazan şimdi Sivas katillerinin avukatlığını yapıyor. Hükümet her mahkemede kararı uzatarak, zaman aşına uğramasını engellemeyerek “biz de Alevi açılımı yapıyoruz” diyecek. “Bu ülkenin askerine polisine karşı çıkan olursa kadın da olsa gereği yapılacak” diyecek ve aynı süreçte Kürdistan’da kadınlar, Uğur Kaymazlar ve Ceylanlar çocuk yaşlarında öldürülecek. Bu ülkenin adı Kürt açılımı yapan Türkiye olacak. Bunca adaletsizliğin olduğu yerde bu Adalet Sarayı ne işe yarıyor, boş mu duruyor? Tabii ki hayır. Düşünce suçlularını, bu ülke için, ezilen işçiler emekçiler için mücadele eden devrimcileri aydınları, gazetecileri, halkların kardeşliğini savunan Kürt siyasetçilerini yargılamaktan başka işleri kalmıyor. Ve o zaman bizler de bu adaletsizliği görenler olarak bir kez daha diyoruz ki, “adaletsizliğe karşı isyandayız ya adalet ya kıyamet!”

Haciz Yapan İşçilere Patrondan İtiraf Gibi Müdahale 2008’den beri BATİS (Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası) öncülüğünde mücadele eden Günay Yıkama/Zirve Tekstil işçileri, aynı adreste başka kişiler üstüne işletme kurarak üretime devam eden patronun maskesini düşürdü. Çalıştıkları şirkette 8 ay boyunca ücretleri ödenmeyen, 2008 yılında işten atılan ve çoğu güvencesiz çalıştırılan Günay Yıkama (Zirve Tekstil) işçileri, 3 yıllık hak mücadelelerinin sonunda önemli bir kazanım daha elde etti. İşçiler haciz işlemleri gerçekleştirirken şimdiye kadar “benim değil “ dediği iş yerine mallarını kurtarmaya gelen patronu karşılarında buldular. İşçiler 3 yıldır ısrarcı oldukları halde patron tarafından muhatap alınmamış, görüşme talepleri reddedilmişti. Mahkemelere gelmeyen ve işyerinde “benim değil, başka birine ait” dediği “muvazaalı firmaya” haciz yapıldığını gören patron HAYDAR GÜNDÖNER işyerine gelip işçilerinin karşısında çıkmaktan başka çare bulamadı. Başta işçilere ve BATİS aktivistlerine küfür, hakaret, tehdit ve fiziki saldırı yaparak olay çıkaran patron HAYDAR GÜNDÖNER sendikanın haciz işleminden vazgeçmemesi üzerine işçilerle anlaşmayı kabul ettiğini söyledi. Alacakların bir kısmını hemen ödeyen patron bir kısmını cuma günü ödemeyi ve geri kalanı içinse protokol yapmayı kabul etti. Böylece özellikle tekstil sektöründe çok fazla başvurulan muvazaalı durum, yılmadan mücadele yürüten işçiler ve BATİS tarafından teşhir edilmiş ve patronun maskesi düşürülmüş oldu.

İçerde Haciz Dışarda Eylem

İşçiler, 9 Aralık Cuma saat 14.00’de “Sigorta, Güvence, Maaş... Haklarımızı İstiyoruz” yazılı bir pankart açarak Güneşli’de bulunan fabrika binasında alacakları için haciz yaptı. Bir grup işçi ve icra memurları içerde haciz işlemini gerçekleştirirken aynı zamanda fabrika önünde de bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. İşçiler sık sık, “Yaşasın Sınıf Dayanışması””, “Ya Adalet Ya Kıyamet”, “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz”, “Maaş Hakkımız Söke Söke Alırız”, “Burası Fabrika Karakol Değil” sloganlarını haykırdı. Fabrika önünden araçlarıyla geçen vatandaşlar da korna çalarak direnişçi işçilere destek verdi.


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

İKLİM KRİZİ, 3 TEHDİT ve ALTERNATİF ZORUNLULUĞU

Dünya’daki sorunlar kapitalist rekabetle aşılamayacak noktaya geldi. Finansal kriz, iklim krizi, enerji krizi... Yani 3’ü bir arada krizlerin. Dünya çapında 70’lerden beri devam eden ve neoliberal politikalara yol açan aşırı birikim sorunu ile birlikte bu üç gündem iç içe geçmiş durumda.

G

üney Afrika’nın Durban kentinde yapılan iklim görüşmelerinde 190 ülkenin katıldığı görüşmelerde yeterli sonuçlar alınamadı. “2015’e kadar bir anlaşmaya varalım ve 2020’den itibaren bu anlaşmayı uygulayalım” diyen bir karar çıktı sadece. Peki, en azından ileri kapitalist ülkelerin bazılarına sera gazı salınımında yetersiz de olsa kısıtlama getiren Kyoto protokolü uzatıldı mı? Buna cevabımız “kapsamı daha da daralarak ve 1 yıllığına” . Kanada, Japonya ve Rusya katılmayınca ve ABD’nin zaten hiç ortada görünmemesi ile birlikte Avrupa ülkeleri ve birkaç gelişmiş ülke 2013’e kadar kendi istekleri ile kısıtlamalarına devam edecekler, bu ülkeler dünya salınımının %30’undan azını yapan ülkeler zaten. 2020’den başlayarak gelişmekte olan ülkelere yılda 100 milyar dolarlık bir fon aktarılması gündemde, ancak bu fonun nereden nasıl elde edileceği belirli değil. Ormanların azaltılmasının engellenmesi için az gelişmiş ülkelere kaynak aktarılması, bunun da karbon piyasaları aracılığı ile yapılması, ormanların da alınır satılır meta haline getirilmesi yanında yolsuzluk ve finansallaşmanın önünün açılması, yeni piyasalar yaratılması demek. Ekoloji ile ilgili konularda muhafazakâr olarak bilinen Dünya Enerji Ajansı bile 2017 tarihini +2 derecelik kritik eşiğe karşı önlem alabilmek için son tarih olarak açıklamışken 2020’de başlayacağı varsayılan önlem-

leri olumlu bir ilerleme olarak görmek zor. Tartışmalarda artık gittikçe daha çok “iklim krizinin önlenmesi” değil “iklim değişikliklerine karşı adaptasyon” gündeme getirilmeye başlanmış durumda. Afrika başta olmak üzere iklim krizi gelişmekte olan ülkeler ve her ülkenin emekçileri için yeni zorluklar demek. Türkiye de Akdeniz kuşağında en çok etkilenecek ülkelerden.

Üç Tehdit

Bu noktadan bakıldığında üç tehdit var. Ekonomideki neoliberal uygulamalar ve ekonomik krizler zaten emekçiler açısından ciddi bir sorun, bunu hep gündemde tutuyoruz. Dünyada gelişmekte olan ekonomiler başta olmak üzere petrol ihtiyacı artarken, rezerv sınırlı. 15-20 dolarlık petrol fiyatı artık bize hayal. Enerji krizi endüstrileşen tarım ve finansal spekülasyon nedeniyle gıdada fiyatları vuruyor. İkinci olarak ekolojik krizin ortaya çıkartacağı çeşitli afetler, doğanın kirletilmesi, tarımın etkilenmesi, gıda fiyatlarının yükselmesi en çok ezilen, dışlanan kesimleri etkileyecek. Üçüncü olarak “enerji ve iklim krizlerine karşı önlem alıyoruz” denerek şirketlere açılacak garantili kâr alanları ile -örneğin yenilenebilir enerji yasasında verilen enerji alım garantileri ile şirketlere kâr garantisi sağlandı- çalışan çoğunluğa, ezilenlere, yoksullara yeni yükler yüklenecek. Deprem nasıl kentsel dönü-

şümün kâr için gerekçesi yapılıyorsa enerji ve iklim krizi de bizden toplanan vergilerle birilerine kâr olacak.

Şirketler Kâr Derdinde Ama Sorun Teknik Değil

Enerjiye talebi sınırlayan önlemler sermayenin işine gelmiyor, örneğin aylık 400-450 kwh kullanım aşıldığında katlanır tarifeler getirmek ya da toplu ulaşımı kaliteli yaprak otomobil talebini azaltmak mümkün. Kışkırtılmış, aşırı tüketimi engelleyen eşitlikçi kamusal mekanizmalar kurmak gibi temel çözümler nedense “enerji verimliliği” ve “yenilenebilir enerji” hayranlarının gündemine girmiyor. Ted Trainer’ın gösterdiği gibi sadece yenilenebilir enerji yatırımları ile enerji ve taşımacılıkta sağlanacak verimlilik ile kömür, petrol ve doğalgaz kullanımı azaltılsa bile sera gazları sorununu çözmek mümkün görünmüyor.(*) Rüzgâr ve güneşe yönelim bu kaynakların gün boyu sürekli olmaması gibi nedenlerle belirli bir kapasite sınırını geçemezken, biyo-enerjinin enerji yoğunluğunun azlığı da düşünüldüğünde Trainer’a göre iklim sorununu bugünkü ekonomik sistem çözemeyecek. Sadece teknik çözümler değil kapitalizmi sorgulayan alternatifler gerek.

Denge Ekonomisi

Enerjide yoğun üretim, kışkırtılmış tüketim ve piyasada değişim değeri için sınırsız üretimin sorgulanması dikkate alınmalı. Büyümeyen bir “denge ekonomisi” yaratmanın gerekliliği üzerine gittikçe artan tartışmalar da alternatif bir 21.yy sosyalizmi için önem arz ediyor. Enerji açısından belediye ve kamusal temelli demokratik katılımcı politikalar ile enerji talebini insan

refahını azaltmadan sınırlayacak bir planlama böylece mümkün hale getirilebilir. Sermaye birikimini sekteye uğratmamaya çalışan ve yeni adaletsizlik alanları üreten “çözümlere” değil toplumsal adalet ve ekolojik değerleri öne çıkaran çözümlere odaklanmak gerekiyor.

Karbon, Tobin Vergileri ve Alternatifin Gerekliliği Durban’da iklim adaleti hareketlerinin, antikapitalistlerin önerileri de kamuoyunda tartışıldı. Sera gazı salınımına vergi bunlardan biri. Küresel ölçekte kapitalist rekabet ve eşitsiz (emek ve ekolojik değer olarak) ilişkiler içinde devletlerin toplayacağı karbon vergisinin ülkeler arasında nasıl dağıtılacağı ve kişi başına karbon harcaması az olan ülkelere bu paraların nasıl aktarılacağı belirli değil. Finansal krizlere karşı çokça sözü edilen finansal vergilerde yani Tobin vergilerinde de aynı sorun çıkıyor, hangi devlet nasıl vergilendirecek küresel ölçekte dolaşan parayı, nasıl paylaşılacak? Kapitalizm kendini çıkmaza soktu, şimdi bu çıkmazın yükünü emekçilere, yoksul halklara nasıl yüklerim derdinde. Kısaca toparlarsak dünya çapında bir muhatabımız yok, hükümetleri zorlamamız ilk şart. Hükümetten belediye ölçeğine kadar bu konudaki tehditlere karşı mücadele etmek, uygulama ve öneriler geliştirmek ve olumlu adımları desteklemek önemli. Öte yandan küresel ölçekte yeni bir ufka ihtiyaç var, finans vergisi veya karbon vergisi koymakta bile anlaşamayanlara başka küresel ufukların varlığını göstermek gerek. (*) T. Trainer, “Can renewables etc. solve the greenhouse problem? The negative case,” Energy Policy, vol. 38, no. 8, pp. 4107-4114, Aug. 2010.

29


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2011

Sonbahar’dan Gelecek Uzun Sürer’e

“BİZİM MAHALLE”NİN YÖNETMENİ: ÖZCAN ALPER

Zeynep KORU

“Gerçek sinemayı, yaratıcı sanatçının içinde yer aldığı toplumun maddesi üretir.” Ali Gevgilili

“S

“Gelecek Uzun Sürer, seyirciyi daha çok anlamaya, anlamlandırmaya, sorgulamaya itiyor. Duygusal boyutu Sonbahar filmine göre biraz daha dozunda. Gelecek Uzun Sürer, daha iyi anlaşılması için seyirciden bir birikim de talep ediyor. Dikkatli ve uyanık olmak gerekiyor tüm sahneler boyunca. Yoksa pek çok şeyi kaçırıyorsunuz.”

30

onbahar” filmiyle gönüllerimizi fetheden Özcan Alper’in yeni filmini dört gözle bekler olmuştuk. Tadına doyulmaz bir filmdi “Sonbahar”. Bir kez değil, tekrar tekrar izlenmeyi hak eden, her defasında farklı güzelliklerini yakalayacağımız bir sinema şöleni idi. Yine “bizim mahalle”nin sinema eleştirmeni Uğur Vardan, yönetmenin ilk filmi olan Sonbahar’ın hakkını vermişti değerlendirmesinde. Ama o zaman Özcan Alper’e bundan böyle yöneltilecek en tehlikeli sorunun, “peki ya sonrası?” olduğunu belirtmişti. Ve eklemişti de; “bazen bir ömre, bir ‘Sonbahar’ yeter” diye. Biz de bir yanımızla böyle düşünsek de, içten içe yeni bir üretimini görebilmenin heyecanıyla bekliyorduk yeni filmlerini. Bir buçuk iki yıl önce yeni bir filmi üzerine çalıştığını duyar olmuştuk. Hem de “Kürt Meselesi” üzerine sinema yapacaktı bu kez. Nihayet kavuştuk “Gelecek Uzun Sürer”e. Açıkçası “Gelecek Uzun Sürer”i izleyenlerden “Sonbahar kadar güzel olmamış” yorumunu çok aldık. Sonbahar’ın içeriği mücadele tarihimizdeki bir kesiti anlatıyor. Cezaevi direnişlerine, ölüm oruçlarına, 19 Aralık katliamına, “Yusuf ’un hikayesi” çerçevesinde yalın bir biçimde değiniyor. Film de aynı sadelikle akıp gidiyor. Gelecek Uzun Sürer’de ise cesur davranarak devasa boyuttaki bir konuya el atıyor Özcan Alper. Çok derin ve çetrefilli bir meseleye el atması filmin sadeliğini ve akıcılığını etkiliyor belki de ama içeriği çok çok anlamlı.

Yönetmenimizin iki güzel filmini karşılaştırmak ne kadar doğru ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; Gelecek Uzun Sürer, seyirciyi daha çok anlamaya, anlamlandırmaya, sorgulamaya itiyor. Duygusal boyutu Sonbahar filmine göre biraz daha dozunda. Gelecek Uzun Sürer, daha iyi anlaşılması için seyirciden bir birikim de talep ediyor. Dikkatli ve uyanık olmak gerekiyor tüm sahneler boyunca. Yoksa pek çok şeyi kaçırıyorsunuz. Bu topraklarda Kürt olmayan bir yönetmen, hem de başarısı tescillenmiş bir yönetmen “Kürt Sorunu”nu işliyor. Hopa

desi olarak sunuyor filmini, hem de kendi kişisel birikimine kattıkları için teşekkür etmenin bir gereği olarak. (Alternatif sinema okulu olan Mezopotamya Kültür Merkezi aracılığıyla tanışmış sinemayla.)

doğumlu Hemşinli bir yönetmen Diyarbakır’ın yollarına düşüyor, Hakkari’ye gidiyor, aylarca filmi için ön çalışma yapıyor. Dışardan “sol bir duyarlılıkla mı yapıyor bunu” diye anlamaya çalıştığımızda, Özcan Alper veriyor bu sorunun cevabını. Pek çok söyleşisinde bunun bir “borç filmi” olduğunu belirtiyor. Şükran duygusunun ifadesi olarak bu işe soyunuyor. Bu topraklarda yaşayan, Kürt değil ama Kürt Hareketi’nin mücadelesinden etkilenen, ona değen, onunla şekillenen, önü açılan pek çok kişiden biriymiş. Kürt halkının genel mücadele ortamına kattıklarına bir saygı ifa-

tanesi böyle düşünüyor.

Aslında yüreğimizin yağlarını eritiyor Özcan Alper duruşuyla. Kürt sorununda doğru politik duruşa sahip, Özgürlük Hareketi’nin hakkını veren, üst perdeden konuşmayan kaç sinemacı, kaç yazar, kaç aydın var bu ülkede? Hele ki haklar mücadelesinde Kürt Halkı’nın açtığı yoldan kendine alan açanların kaç

Samimiyeti, alçak gönüllü tavrı, vefa bilinci, sosyalist bakış açısı, unutturulmak istenen tarihe tanıklık etmesi… Seni çok seviyoruz Özcan Alper, filmini de…


Aralık 2011 / Sosyalist Dayanışma

“AKP, Halklarımıza Hayatı Zindan Ediyor!”

HAPİSHANELER DOLDU TAŞIYOR

AKP

hükümetinin “ileri demokrasi”si her geçen gün yeni uygulamalarını sahneye koyuyor. Baskının, zulmün var olduğu her yerde yaşamın diyalektiğinin gereği elbette ki toplumsal bir muhalefet olmak zorunda. En küçük bir muhalif ses ise, “ileri demokratik” Türkiye’de susturulmak için hapsediliyor. AKP ve cemaat, yaşadığımız toprağı adeta açık cezaevine dönüştürmüş durumda. 2005 ile 2011 arasındaki altı yılda, cezaevi nüfusu iki katından fazla artmış. “Adalet” Bakanlığı’nın 2011 yılı Nisan ayı verilerine göre zindanlarda 2005’te 55 bin tutsak bulunuyorken, bu rakam 2011 yılında 124 bin 74’e çıkmış. Yetkililer önümüzdeki yıllarda cezaevlerinin kapasitelerini büyüteceklerini açıklarken daha binlerce insanı tutuklamayı hedeflediklerini ortaya koymuş oluyorlar. Anlaşılan o ki, herkesin kapısını her an “ileri demokrasi” çalabilir. Dergimizin geçtiğimiz sayısındaki cezaevleri yazısında bahsetmiştik, bu düzen yıkılmadıkça bu “demokratik uygulamalar” peşimizi bırakmayacak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin utancı olan, insanlık onurunun hiçe sayıldığı, “hangi insan hakları?” sorusunun bile anlamsızlaştığı “Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi” gerçeğini hatırla-

yalım. Ve şu günlerde konuşulan, yakın zamanda davası görülen 19 Aralık 2000 “hayata dönüş” katliamını. Bu ülkenin en güzel insanları dolduruldu zindanlara. Hatırlamaya devam ederken AKP’nin muhaliflere karşı giriştiği politikalarla geçmiş hükümetlerin politikaları arasında fark olmadığını da anlayabiliyoruz. Faşizmin bayrak yarışında nöbet AKP’de… Gelelim hapishanelerin bugünkü durumuna. Zindanlarda hastalıklarından dolayı ölüme sürüklenen, bedenlerini saran namertten vücutları eriyen hasta tutsaklar, yaşam mücadelesi veriyor. Her geçen gün bu iğrenç düzen eliyle yoldaşlarımız ölüme bir adım daha yaklaşıyor. Hasta tutsaklar gerekli sağlık hizmeti alamadıkları ve tecrit koşullarında tutuldukları için ölüyorlar. Devletin Adli Tıp kurumları “içeride tedavi görebilir” raporu verdiği için karanlık daha da derinleşiyor. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) yapmış olduğu araştırmaya göre Türkiye zindanlarında 112’si ağır hasta olmak üzere toplam 266 hasta tutsak bulunuyor. Her şeye rağmen devrimci tutsaklar kırılmayan iradeleriyle zindanlarda insanlık onurunu bayraklaştırmaya devam ediyorlar. Devrimci iradeyi kırmaya ve insani değerleri tüketmeye yönelik

olarak tutsaklara dayatılan ve bugün AKP eliyle sürdürülen “tecrit” uygulamaları, sistemli bir devlet politikasıdır. Derhal bu tecrit koşullarının sona ermesi ve hasta tutsakların sağlık hizmeti alabilecekleri üniversite hastanelerine

Tülay YILDIZ

kaldırılması gerekmektedir. Zorbalık düzeninden sorulacak hesaplar birikmektedir. Gün gelecek, bedel ödeme ruhuyla donanmış devrimci iradenin öncülüğünde varoşların patlayacak öfkesi, zindanlarıyla, villalarıyla, bankalarıyla, plazalarıyla ve bilcümle saltanat mekânlarıyla birlikte bu düzeni yerle bir edecektir.

TECRİTİ KIRMAK İÇİN...

Devrimci tutsaklara yönelik tecriti kırmak için bir yöntem de yoldaşlarımızla iletişim kurabilmek. Dergimiz, bu sayısından itibaren devrimci tutsakların iletişim bilgilerini yayınlayacak, “dışarı”dan “içeri”ye bir köprü daha olsun diye... Ali Haydar Yıldız 1 No’lu F Tipi Cezaevi C-1-69 Sincan/Ankara Ali Gülmez 1 No’lu F Tipi Cezaevi TEKİRDAĞ Dursun Yıldız F Tipi Cezaevi TEKİRDAĞ Halil Salık 1 No’lu F Tipi Cezaevi Kandıra KOCAELİ Kamil İnce 1 No’lu F Tipi Cezaevi C-9-93 Kandıra KOCAELİ İsmail Yılmaz 1 No’lu F Tipi Cezaevi C-9-93 Kandıra KOCAELİ

Fesih Doğaner 1 No’lu F Tipi Cezaevi C-9-92 Kandıra KOCAELİ Mehmet Tezgel 1 No’lu F Tipi Cezaevi Kandıra KOCAELİ Hülya Yer Bakırköy L Tipi Kadın Cezaevi Bakırköy İstanbul Hediye Aksoy Bakırköy L Tipi Kadın Cezaevi Bakırköy İSTANBUL

31


19 ARALIK 2000; KATLİAM! ÖZGÜRLÜK TUTKUSU HÜCRELERE SIĞMAZ! DEVRİMCİ İRADE TESLİM ALINAMAZ! ... Haberlere yorumlara ve büyük tirajlara Asalak otlara karşı, türeyip giden Bir sun’i ilkahla üreyip giden Bir soya, bir sanrıya karşı Kuşanıp kahramanca tek silahını, kanını Diri bir su gibi gidenleri hatırlarım Odalarda ve güzel bir dünyada Sararken bir başına eski güneş Yıldızımız uzak bir iklimde Bir tüfek olacaktır. Bir tüfek Ölülerimiz toplanacaktır. ... Bir şehir akşamında herkes kaçışırken Ormanlar bir çözülmeye bozulurken Karanlığa kanıyla karşı duran Kanıyla ışıtan, yalazlayan karanlığı Yalnız ve dayanıklı gecelerinde üşüyen Ölülerimiz toplanacaktır. ... Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda Akıtılan ve akıp gelen kanlarda Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca Eller temizlenecektir Bir tören olacaktır Ölülerimiz toplanacaktır. (Turgut Uyar, Biraz Daha)

19 ARALIK KATLİAMININ SORUMLULARINDAN DA, BUGÜN HALKLARIMIZI ZİNDANLARA DOLDURANLARDAN DA

HESAP SORACAĞIZ! AND OLSUN!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.