Sosyalist Dayanışma Dergisi Mart 2012 11. Sayı

Page 1

Güncel Taktik: Akp’ye Karşı Direniş Hattı Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

YIL: 2 SAYI 11 MART 2012

ZULME TESLİM OLMAYACAĞIZ!

AKP’YE DİRENECEĞİZ!

Filler Tepişir Çimenler Orman Olur!

Akp’nin Ustalık Dönemi: “Topyekûn Savaş Yeniden…”

“Ustalık Dönemi”ne Devam: “İktidar-Cemaat Çatışması”

Orta Doğu’da Yeniden Yapılanma Sancıları


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

Çıkarken Zalimin Zulmüne Cevap Sokakta! Bu sayıda da sıcak gelişmelerin yaşandığı bir süreçte karşınızdayız. İran’a karşı İsrail tehditlerinin yoğunlaştığı, Suriye’de Esad güçleri ile çeşitli nitelikteki muhalefet güçleri arasındaki çatışmaların hız kazandığı, Yunanistan’da yaşanan ekonomik krize karşı “alınan önlemlerin” onbinleri sokağa döktüğü bir coğrafyadayız. AKP hükümetinin “ustalık dönemi ”, politikalarının ve “ileri demokrasi” anlayışının ne menem bir şey olduğu şimdiden yeterince ortalığa saçıldı. 12 Eylül faşizminin bir ürünü ve politikalarının devamcısı niteliğindeki AKP, artık yüzünü saklamaya gerek duymadan apaçık ortaya dökmektedir. “Demokratik Açılım” söylemiyle kimi liberal çevrelerde umut yaratmayı başarmış olan AKP iktidarının, 12 Haziran seçimlerinden önce açıkça dile getirdiği “Kürt halkına karşı savaş ve imha” politikaları, sınır içi – sınır ötesi operasyonlar, sayısı 5 binleri aşan KCK gözaltı ve tutuklamaları, BDP’ye yönelik küfre varan saldırılar… derken Roboski’de 34 yoksul Kürt köylüsünün savaş uçaklarıyla bombalanmasına kadar vardı iş.

Mehmet LATİFECİ Yoldaş Ölümsüzdür!

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 11 Mart 2012 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Gülmat Matbaacılık Adres: Litos Yolu 2. Matbaacılar Sit. No: 4 (1 Ne) Topkapı- İST Tel: 0212 577 79 77

2

Ermeni halkına karşı 1915’de katliam yapan devlet aklı ile bugünkü arasında bir süreklilik ve aynılık olduğu Hrant cinayetinde karşı takınılan tavırda, Fransa’nın soykırım yasasını kabul etmesine gösterilen tepkide ve son olarak AKP eliyle örgütlenen, İçişleri Bakanı Şahin’in konuşmacı olduğu “Hocalı protestosu” adı altında örgütlenen ırkçı faşist gösteride kendini yeterince gösteriyor. Genel Sağlık Sigortası Yasası ile sağlığı iyiden iyiye parası olanın erişebileceği bir “mal”a dönüştüren, “toplu iş ilişkileri yasa tasarısı”nda emekçilerin sendikal örgütlülüğünü bitirmeyi hedefleyen, sermaye kesimi için işçi ücretlerini iyice düşürüp iş güvencesini ortadan kaldıracak, bütün çalışma yaşamını esnek ve güvencesiz hale getirecek yasal düzenlemeleri sıraya koyan AKP hükümeti, bütün bunlara karşı çıkanları da uydurma iddianamelerle tutuklayıp, yıllar sürecek davalarla hapishanelere tıkıyor... Ağzına kadar tıkabasa dolu hapishaneler yetmedikçe de yeni hapishane yapım planlarını devreye sokuyor. 90’lı yılların “yargısız infazları”nın yerini şimdi “yargısız/mesnetsiz tutuklamalar” aldı. Futbol’dan belediye hizmetlerine kadar AKP/Cemaat “operasyonları”nın hedefi olmayan bir alan kalmadı. Son olarak itibarsızlaştırma, kriminalize etme ve operasyon potasına sokma girişimine Halkların Demokratik Kongresi maruz kaldı. Polis kaynaklı haberleri manşetlerine taşıyan sahibinin sesi medya kuruluşları, HDK’nın KCK’nın muadili olduğunu yayıyorlar çarşaf çarşaf. Nerede halktan yana, ezilenlerden yana bir çaba, bir girişim görseler zulüm saltanatlarının tehlikeye gireceği korkusuna kapılıyor ve pervasızca saldırıyorlar. Önümüzde 8 Mart, 12 Mart, 16 Mart, 21 Mart ve nihayet 1 Mayıs var. Bütün bu saldırılara katliamlara cevabımızı sokakta vermeye hazırlanmalıyız. Kadınlara yoksayılmayı, şiddeti, ölümü reva gören rejime karşı tüm kadınlar 8 Mart’ta sokakları doldurmalıyız. Hocalı katliamı protestosundaki faşist provakasyona cevabı Newroz’da vermeliyiz. Hayatımızın, geleceğimizin çalınmasına cevap için 1 Mayıs’a güçlü hazırlanmalıyız. Bunların hafızası, balık hafızasıdır. Son nihai hesaplaşmaya kadar bütün hesaplaşmalarda halklardan aldıkları yanıtı unuturlar. Bir daha, bir daha hatırlatmalıyız…


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

GÜNCEL TAKTİK: AKP’YE KARŞI DİRENİŞ HATTI

S

iyasette doğru zamanda doğru taktiğe yüklenebilme yeteneğine sahip olmak en önemli politik yeteneklerden bir tanesidir. Özellikle gelişen süreçleri doğru okuyabilmek, halkta biriken tepkileri doğru süzebilmek, bu öfkelerin politik bir enerjiye dönüşebileceği taktik kurgusunu etkileyici bir biçimde yapabilmek, bu taktiği kitlelere belli bir cüret ve enerjiyle taşıyabilmek; oluşan momentlere yanıt üretebilmek ve politik anlamda etkinliği genişletebilmek için başarılması gereken aşamalardır. Günümüzde sosyalist solun bu anlamda çok etkin taktikler geliştirememesi başlıca iki önemli sebepten kaynaklanmaktadır. Bu sebeplerden ilki, süreçlere donmuş bir bilinç haliyle bakma halidir. Sürecin içerisinde çelişkilerin yoğunlaştığı alanlar tespit edilememektedir. Toplumsal pratiğin zayıflaması, sosyalistlerin toplumun birçok esaslı güç ilişkisinden dışlanmış olması politik bilinci daha da donuklaştırmaktadır. Sonuçta bilincimiz pratiğimizin seviyesi ile sınırlıdır. Çok sınırlı bir pratikten yeterince kapsamlı bir politik-teorik yaklaşım gelişemez. Dolaysıyla en genel doğrular seviyesinde kalan bir politik bakış açısı, düzenin belli bir momentteki en zayıf noktalarını kavrayamamakta, dolayısıyla da buralara güçlerini yığarak ve uygun bir söylem/taktik geliştirerek politik anlamda bu çelişkilerden beslenememektedir. Biz bunu büyük ölçüde ‘gelişmeleri geriden takip etme hissi’ şeklinde yaşıyoruz. Olana muhalefet etme, sürece olumsuzluk yaşanmadan müdahale edebilme şansını kullanamamanın yol açtığı bir eksiklik olarak yansımaktadır. Örneğin, Suriye ve Ortadoğu’da kıyametin yaklaştığına dair işaretler her geçen gün artarken, bu gerilimin iç po-

litikada ve düzen güçleri arasında yarattığı yarılmalar gözlemlenirken Suriye’ye emperyalist müdahaleye nasıl bir politik taktikle yanıt üretileceği konusunda bir yaklaşım mevzubahis değildir. Irak Savaşı sürecinde oluşan “savaş karşıtı birlik” önemli işler yapmıştı. Bugün de ön alarak bir ortak platform yaratılması, hem dezenformasyona karşı mücadeleyi geliştirecek, hem Türkiye’nin oynadığı kirli rolü deşifre edecek hem de son kertede solun itibarını arttıracaktır. Alevilerle Kürtlerin birlikte hareket edebilme imkânlarını arttıran bir zemin ortaya çıkmış olacaktır.

O yüzden toplumsal gerilimlerin yoğunlaştığı mecralarda boy gösterebilmek ve tutum alabilmek bir zorunluluktur.

M. Sinan MERT

HDK’ya Daha Güçlü Omuz Vermeliyiz!

Burada iki önemli zemin ortaya çıkıyor. Bunlardan öncelikli olanı HDK’dır. Kürt ve Türk yoksullarının ortak mücadele zemini olarak kurulan HDK’nın yeterince hızlı bir biçimde yol alamadığı açıktır. Hiç kuşku yok ki bunda, AKP’nin demokratik mücadele imkânlarını boğmak, özellikle Kürt halkının direnişçi siyasi temsilcilerini pasifize

Bugün de ön alarak bir ortak platform yaratılması, hem dezenformasyona karşı mücadeleyi geliştirecek, hem Türkiye’nin oynadığı kirli rolü deşifre edecek hem de son kertede solun itibarını arttıracaktır. Solun böylesi somut meselelerde ön alamamasının daha da önemli sebebi hiç kuşku yok ki güçlerin nicel ve nitel zayıflığıdır. Bu nicel ve nitel yetersizlik etkin politik açılımların yapılabilmesinin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Yeni kadro kaynaklarına ve genç işçilere, yoksullara ulaşma sorununu aşabilmek için de etkin taktikler geliştirebilmek, mücadeleyi günlük rutinlerin bir kademe üstüne sıçratabilecek adımların atılmasına ön ayak olmak acil bir mecburiyettir. Heyecanla ve inançla güçleri bir taktiğe kilitleyemeyen hiçbir siyasi yapı, içinde bulunduğumuz aşınma ve yıpranma sürecinden kendini kurtaramaz.

etmek taktiğinin yoğunluğunun önemli bir etkisi vardır. 12 Haziran seçimlerinde Blok’un yakaladığı momentumun boşa çıkarılması devlet açısından büyük bir hayatiyet taşımaktadır. Saldırılarının arkasındaki motivasyon kaynağı budur. Bununla birlikte HDK’nın kendi içinde yeterince bir netlik oluşamaması da kafaları karıştırmakta, kimi güçleri bu anlamda atalete itmektedir. Ankara’da toplanan Kongre meclisinde ortaya konan siyasi çerçeve özellikle Türkiyeli yoksulların örgütlenebilmesi ile ilgili bir siyasi hattı esas gören çevrelerde eksiklik hissine yol açmıştır. AKP’nin yeterince siyasi mücadelenin hedefi haline

3


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

Heyecanla ve inançla güçleri bir taktiğe kilitleyemeyen hiçbir siyasi yapı, içinde bulunduğumuz aşınma ve yıpranma sürecinden kendini kurtaramaz. O yüzden toplumsal gerilimlerin yoğunlaştığı mecralarda boy gösterebilmek ve tutum alabilmek bir zorunluluktur.

getirilememesi, referandumun ortaya koyduğu sol içi bölünmenin yol açtığı travmanın etkilerini yaşayan sosyalist kesimlerde tedirginlik yaratmıştır. Fakat sürecin giderek netleşmesi, özellikle Roboski Katliamı sonrasında AKP’nin kanlı yüzünün iyice teşhir olması HDK’yı oluşturan güçleri daha güçlü bir şekilde bir araya getirmenin zeminini yaratmıştır. Bu anlamda HDK’nın çok daha güçlü bir pratik tutumla halkın karşısına çıkması konusunda bizlerin de çok daha aktif bir tutum alması gereken bir momente girdik. HDK ile ilgili eleştirilerimizi de HDK içinde etkin bir biçimde tartıştırabileceğimiz ama bir yandan da mücadelenin daha da büyümesi noktasında bir umut yaratma işini üstleneceğimiz bir dönemdeyiz. HDK imkânını boşa harcayan bir sosyalist/devrimci/yurtsever muhalefet bu vebalin hesabını halklarımıza veremez. Dönemdeki varoluşumuzu bu bilinç belirlemelidir. HDK’yı salt bir seçim partisi haline getirmeye çalışan, kendi kafasındaki bürokratik kalıplara HDK’yı hapsetmek isteyen anlayışlarla; ne yaşanırsa yaşansın AKP’yi hala bir umut olarak görebilme garipliğinden kurtulamayanlarla fikri tartışmaları yürütme noktasında geri adım atmadan HDK’yı halklarımızın ortak isyanının komuta merkezi haline getirmek için görevleri sahiplenmeliyiz.

Terörle Mücadele Kanunu / Özel Yetkili Mahkemeler Kaldırılmalıdır!

İkinci önemli zemin ise AKP faşizminin öne çıkan uygulamalarına özellikle Terörle Mücadele Kanunu ve Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına dönük mücadeledir. Bu zemin şu aşa-

4

mada HDK’dan çok daha geniş kesimleri kucaklama şansına sahiptir. Bir ayağı ulusalcılıkta bir ayağı sosyalizm mücadelesinde olan kimi özneler de ortak mücadeleye sıcak bakar hale gelmişlerdir. Ulusalcı merkezlerin devlet içindeki dayanak noktalarını kaybetmesi, sosyalistler/

rekiyor: “Faşizm saf “siyasal” bir görüngü olarak (yani basitçe devlet baskısı olarak) tanımlanınca buradan çıkarılacak sonuçlar bir kez daha sınıf ilişkilerinden bağımsız bir “faşizme karşı demokrasi” söylemi olmayacak mı? Böylesi, yani kapitalizmle bağlantısı olmayan bir faşizmle karşı

devrimciler dışında demokrasi mücadelesine omuz verebilecek kesimlerin bulunmaması bu kesimleri bugün daha fazla solun çekim alanına sokmaktadır. Çok dikkatle örülmesi gereken ve de zaman kaybetmeden tepki üretilmesi gereken bir zemindir. Biz burada da özellikle devlet içindeki cemaat-Erdoğan çekişmesinin iyice ayyuka çıkardığı hukuk skandallarının teşhiri için bu momentin çok uygun olduğunu, hızlıca güçlü bir ses çıkarabilmek için yola çıkmak gerektiğini savunduk, fakat en yukarıda bahsedilen ve harekete geçmeyi engelleyen faktörler burada da devreye girdi ve biraz geç kalındı. Umarız bu geç kalmanın bize kaçırtacağı imkânların faturası büyük olmaz. İdeolojik tartışmalara çok açık bir alan olsa da toplumun muhalif ama birbirinden neredeyse nefret eden kimi kesimlerini bir araya getirme imkânı bulunan bu zemin oldukça önemlidir. AKP’nin ustalık dönemine karşı gelişecek güçlü bir muhalefetin bu zeminden güçlenebileceğine dair beklentiler gerçekçidir.

karşıyaysak, sosyalistlerin temel görevi (tıpkı sol liberallerin savunduğu üzere) devlet karşısında özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele olmuyor mu? Böylece sosyalist hareketin stratejik öncelikleri dönüp dolaşıp bir kez daha anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız (anti-faşist, yani anti-AKP?) bir demokratikleşme hedefine sıkıştırılmış olmuyor mu?” (AKP faşizmi ve sol liberalizm, Yeni yol) Bu önemli bir sorudur. Gerçekten de AKP’nin zorbalıklarına dönük vurguya bu kadar merkezi bir rol vermek bir sapmaya yol açar mı? Benlisoy’un eleştirisi genel bir doğrunun özel bir momente uygulanması olarak görülmelidir. Yani en genel anlamda doğru olan kimi yaklaşımlar, belli momentlerde temel çelişkiyi yakalayabilme şansını ıskalamaktadır. Benlisoy’un dediği gibi meseleye “stratejik” bir açıdan yaklaşmak sıkıntılıdır, ama taktiksel olarak belli bir momentte öne çıkan ihtiyaçlara sırt dönmek ne kadar gerçekçidir? Sosyalist hareketin şu andaki bağları sınıfın içine ne kadar nüfuz edebilmiş durumdadır. Şu aşamada sınıf çalışmasını rutin seviyenin üzerine sıçratacak nasıl bir imkân mevcuttur? Hatta sınıf hareketi neredeyse tarihinin en silik mo-

AKP’ye Karşı Mücadele ile Sınıf Çizgisi Karşı Karşıya Konamaz!

Burada Foti Benlisoy’un şu değerlendirmesini de anmak ge-


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

mentlerinden birinden geçmemekte midir? Peki, toplumun çok geniş kesimlerinin AKP’nin hoyratlıklarına karşı tepkisi –ya da tepki beklentisi– bu kadar artmışken, sosyalistlerin burada görünürlük kazanan bir mücadele hattı yaratma arzusu sınıfsal meselelere sırtını dönmek anlamına mı gelir? Doğrudur, güçlerin yetersizliği solun birkaç işi bir arada yapmasını zorlaştırıyor. Fakat “Kürtlerle dayanışmalıyız” diyenlere de genelde sınıf mücadelesi hatırlatılmaktadır. Sınıfı harekete geçirebilecek gündemler kimi momentlerde gayet siyasi konulardan beslenebilir. AKP faşizmine karşı mücadele bazen kıdem tazminatına karşı mücadeleden daha fazla emekçiyi sokaklara dökebilir. Temel çelişkiyi yakalayamayıp bunun üzerine güçleri yığamayınca siyasi etkinlik kurulamıyor, o zaman da bu genel politik değerlendirmeler dönemsel başarısızlıkların “doğru” gerekçeleri haline geliveriyor.

Kolları Sıvayalım! Mücadeleyi Yükseltelim!

Bu anlamda bizler ülkenin yenilenen iktidar blokunun kendi içi de çelişkilerle dolu siyasi temsilcisi AKP’ye karşı muhalefeti yükseltmeyi bu dönemin en önemli görevi olarak düşünüyoruz. AKP devlet iktidarının yegâne sahibi haline gelmiştir. Bu anlamda 3. cephe vurgusuna yüklendiğimiz dönemle bugünün arasındaki bariz siyasi farklılıkları görmemek yanıltıcı olur. Siyasette ezberlere takılıp kalmanın her zaman bir bedeli olmuştur. 1 Mayıs’a kadar yükselecek zorlu gerilim günlerinde AKP’ye, onun neo-liberal/faşizan politikalarına karşı direnişçi güçlerin bir araya geldiği bir zemini yaratmak, temel çelişkiye uygun politika üretmek anlamına gelecektir. AKP’ye “zulmüne boyun eğmeyeceğiz” diyeceğiz. Operasyonlarına karşı direneceğiz, kıdem tazminatını-parasız sağlık hakkını savunacağız, Suriye’ye ve İran’a karşı emperyalist müdahalelere karşı sokaklarda olacağız. Hepimize kolay gelsin.

ZULME TESLİM OLMAYACAĞIZ! AKP’YE DİRENECEĞİZ! BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN! ÇARESİZ DEĞİLİZ!

Akp Faşizmine Sessiz mi Kalacağız?

“Zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır”. “İleri demokrasi getireceğim, darbelerle hesaplaşacağım” diye yerini yapan, kendi darbesiyle ülkeyi koca bir hapishaneye çeviren AKP sesimizi kısmayı başaracak mı? Zindanlara doldurulan Kardeş Kürt halkı, sosyalistler, sendikacılar, barışseverler, direnen işçiler, suyuna toprağına sahip çıkan köylüler, kısacası hakkını arayan tüm güçler bu şekilde teslim alınabilecek mi? Gazetelere, TV kanallarına uygulanan karartma kocaman bir sansür değil mi? Suriye’ye emperyalist müdahalenin hazırlıklarını yapanlar, Roboski’de bombalarla bedenleri paramparça edilen Kürt köylülerinin hesabını kime verecek? Onlarca muhalif gazeteci zindanlarda, Ahmet Şık hala tutuklu. Nuray Mert neden yazı yazamıyor?

Akp’nin “Dindar, Kindar” Nesli Olamayacağız! AKP zorbalığa karşı değil, sadece zorbalık makamlarını eline geçirme derdindeydi. Şimdi hedefine ulaştı. AKP suyun başını tuttu. Demokrasi mi geldi? Demokrasi beklerken Abdülhamit’in sansürü, Evren’in zulmünden başka bir şey çıkmadı paketten. Şimdi de çocuklarımızı dindar yapmak istiyorlarmış. İmam Hatipler ortaokuldan öğrenci alabilsin diye eğitim sistemi değişiyormuş. Açlıkla, borçla, işsizlikle, geleceksizlikle sınananlar imamlık eğitimiyle mi doyacak? Çocuklarımızın nasıl düşüneceğine Erdoğan mı karar verecek? Cemevleri hala yasakken, “zorunlu din dersleri kaldırılsın” taleplerimiz karşı-

lıksız kalırken, Erdoğan ve ittifak ettiği cemaatlerin dışında bizlere hayat hakkı kalmayacak mı? Biz de bütün bu olan biteni bir kenardan seyredecek miyiz?

Kıdem Tazminatımızı Yedirmeyeceğiz!

Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile sağlık hizmetleri bütünüyle paralı hale geliyor. Bunca vergi ödememize rağmen eğitim ve sağlık için para ödemek zorunda kalıyoruz. Patronların sömürüsü ve karları artsın diye kıdem tazminatı kaldırılıyor. Memura daha hala 2012 zammı verilmedi. Asgari ücret patronların tek bir öğle yemeği faturasını aşamıyor. Kredi kartları borçları biriktikçe birikiyor. Bugünkü sahte cennetin sonunu Yunanistan gösteriyor. AKP’nin ekonomik patlamasının enkazının altında kalmamıza az kaldı!

nedanı arasında seçim yapmak zorunda kalmak istemiyorsak ülkenin ezilenleri, yoksulları olarak kendi seçeneğimizi yaratmak için Halkların Demokratik Kongresine destek olalım! AKP’nin zulmüne karşı yoksulların, Alevilerin, kadınların, gençlerin ve Kürtlerin demokrasi ve eşitlik mücadelelerine omuz verelim! Ve yoksulların örgütü SODAP’ın “Ya Adalet Ya Kıyamet” isyan çığlığını büyütelim!

Unutmayalım:

ZULME KARŞI SESSİZ KALAN DİLSİZ ŞEYTANDIR! YA ADALET YA KIYAMET!

Mit Kavgası Suriye Kavgasıdır!

ABD çıkarları için Suriye’yi kanlarımızla sulamak istemiyoruz. “ABD, İran’ı terbiye etsin, Çin ve Rusya’ya Ortadoğu’da haddini bildirsin” diye verecek canımız, dökecek kanımız yok. Kürt kardeşlerimizin insanca yaşama hakları tanınmadıkça, anadille eğitim hakları kabul edilmedikçe, yerel yönetim yetkileri genişletilmedikçe Kürt sorunu ABD reçeteleriyle çözülemez. AKP açılım kandırmacasıyla ülkeyi iç savaşın eşiğine sürüklüyor. Göz mü yumacağız?

Susmayalım! Kanmayalım! Göz Yummayalım!

Korkunun ecele faydası yok. Erdoğan’ın mı, Gülen’in mi ha-

5


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

FİLLER TEPİŞİR ÇİMENLER ORMAN OLUR!

O

rtalık bir kez daha toz duman oldu. Erdoğan, iktidarının en güçlü olduğu dönemde siyasi yaşamının en önemli risklerinden biri ile karşı karşıya kaldı. AKP, devletin tümünü denetimi altına almayı başarmışken büyük bir iç yarılma ile karşı karşıya kaldı. Ok yaydan çıktı. Bundan sonra uzlaşmanın ortaya çıkabilmesi pek de mümkün görünmüyor. Kılıçlar çekildi, taraflardan birisi ciddi güç kaybına uğramadan, diğerinin senaryosunu kabullenmeden bu sürecin dengeye ulaşmasını beklemek hayalcilik olur.

süreci ivmelendirmektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan “İsrail İran’ı baharda vuracak” bilgisi sızdırılırken, tam Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yaptırımları kararlaştıracağı günün öncesinde Humus’ta “katliam” yapılmaktadır. Önce 200’den fazla diye yansıtılan ölü sayısı, sonrasında bizzat Esad muhalifleri tarafından 55’e çekilmiştir. Muazzam bir dezenformasyon savaşı eşliğinde Suriye’ye müdahalenin yolları döşenmekte, “sıfır sorun”cu Davutoğlu, Suriye’ye hangi koşullarda askeri müdahale edilebileceğinin gerekçelerini hazırlamaktadır. Türkiye’ye “hem Kürt direnişini bastırmana hem de bölgede daha etkin rol oynamana müsaade edilir” denilerek süreçte merkezi bir rol verilmeye çalışılmaktadır.

Roboski’de Ne Oldu?

Yoğun KCK operasyonları ile Kürt Direnişi’nin meşru zeminde nefesini kesme konusunda yol aldığı intibaı yaratan ve askeri zeminde de kimi propagandif “başarı”lara imza atan Türkiye, katledilen 34 yoksul-emekçi Kürt’ün cenazeleriyle “Kürt sorununun şiddet eliyle çözülemeyecek derin gerçeği” ile bir kez daha karşı karşıya bırakıldı. 6

Böylesi bir sarsıntının tüm memleketin gözlerinin önünde yaşanması aslında yaklaşmakta olan dönemin ne kadar büyük gerilimlerle yüklü olduğunun açık ispatıdır. Ortadoğu’da büyük hesaplaşmanın günleri sayılıdır. ABD eksenli Batı ittifakı, Irak işgalini doğal sonuçlarına ulaştırabilmek için İran eksenli anti-emperyalist cepheyi dağıtmak istiyor. Libya’dan alınan hızla Suriye de halledilmek isteniyor. Ortadoğu’nun Arap Baharı aracılığı ile Müslüman Kardeşler kökenli Ilımlı İslam siyasi elitler eliyle küresel kapitalizmle bütünleştirilmesi ancak İran ekseninin zayıflatılması ile mümkün olacaktır. Çin’in bölgede artan nüfuzunun önünün kesilmesi de buna bağlıdır. Batı merkezlerindeki ekonomik kriz ve İran’ın nükleer silah teminine ramak kalması

İşte tam bu momentte Roboski Katliamı ile sarsıldık. Yoğun KCK operasyonları ile Kürt Direnişi’nin meşru zeminde nefesini kesme konusunda yol aldığı intibaı yaratan ve askeri zeminde de kimi propagandif “başarı”lara imza atan Türkiye, katledilen 34 yoksul-emekçi Kürt’ün cenazeleriyle “Kürt sorununun şiddet eliyle çözülemeyecek derin gerçeği” ile bir kez daha karşı karşıya bırakıldı. Dağlarda yıllardır girilemeyen sığınakların istihbaratını aktaranlar bu sefer de önemli bir Kürt önderinin içinde bulunduğu konvoy ile ilgili bilgi aktarmış, olası “büyük darbe” ile aklını yitiren devlet, 34 vatandaşını katletmişti. Devletin tarihinde bu tarz katliamlar bol miktarda mevcuttur. Esad’a katliamcı diye fırça atmaya kalkanlar Roboski’de ellerine yüzlerine bulaşan kandan arınabilmişler midir? “Pek akıllı ve başarılı işadamları” bindikleri arabanın benzinini bile devlete ödedikleri vergiden düşürürken günde 50 liraya ölüm riskini göze alıp sınır aşan insanları “kaçakçı” diye lanse edip neredeyse “oh ol-

sun” korosu oluşturan insanlıktan nasiplenmemişler bile bu katliamın neden şimdi gerçekleştiğini anlayamamışlardır. Açık olan bir şey vardır ki devlet, Roboski Katliamı sonrasında elde ettiği geçici moral üstünlüğü kaybetmiştir. Peki, o zaman devlete bu işi kim yaptırmıştır? Katliamın hemen sonrasında yanlış istihbaratın MİT’ten geldiğini iddia eden Taraf gazetesinin ünlü cemaatçi muhabiri Baransu’yu zehir zemberek bir dille eleştiren Erdoğan, -ki “her ne pahasına olursa olsun vurun” diye emir veren kendisidir- nasıl bir zemine çekildiğini fark etmiştir.

Cemaat Erdoğan’a Karşı?

Ordu vesayetinin tasfiyesi sürecinde birbirlerine yaslanan cemaat-Erdoğan ittifakı ciddi biçimde çatlamış gözükmektedir. Bu önemli bir siyasi meseledeki tercihlerin çatallanmasının bir sonucu olmalıdır. Kamuoyuna yansıyan değerlendirmelerde bu çatlağın Kürt meselesinden kaynaklı olduğu tespiti yapılmaktadır. Bu doğru değildir. Kürt meselesi ile ilgili bir çatlak sözkonusu değildir. Erdoğan, Habur deneyimi sonrasında müzakere defterini kapatmıştır. ABD’nin siyasi, istihbari desteği ile PKK’nin tasfiyesinin mümkün olduğuna ikna görünmektedir. Cemaat de Fettullah’ın bedduası sonrasında meseleye tam angajedir. Dolayısıyla kimi nüans ihtimalleri olsa da Kürt meselesi bu tarihsel ittifakı çatlatma gerekçesi olamaz. Esas gerilim noktası Suriye meselesi ile ilgili çatallanma gibi gözükmektedir. En son basına yansıyan MİT’çilerin Suriye’li muhalifleri Esad’a teslim ettiği haberleri bu şüpheleri desteklemektedir. Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi olağanüstü büyük riskler barındırmaktadır. Türkiye, İran ve Rusya’nın şimşeklerini aynı anda üstüne çekeceği bir işe kolay kolay kalkışamaz. Azerbay-


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

can gazının aniden kesilmesi en hafifi uyarı olarak algılanabilir. Rusya’nın Akdeniz’deki tek üssü Suriye’dedir, İran’ın en önemli müttefiki Suriye’dir, bu yüzden Suriye meselesinin Libya gibi “halledilebilmesinin” mümkün olmadığı açıktır. Libya’nın düşmesi tolere edilebilir fakat Suriye’nin düşmesi bölgedeki tüm statükoyu altüst eder. Türkiye Şam’a doğru yol alabilse de bunun hesabını fazlasıyla sorabilecek komşularla çevrilidir. Erdoğan büyük olasılıkla bu işin tüm yükünü omuzlamak, bütün riskleri üstlenmek istememektedir; fakat ABD’nin acelesi vardır, ılımlı İslam’ın gerçek temsilcisi Cemaat ve onun altında semiren Anadolu sermayesinin ise gözü Ortadoğu’nun ganimetlerinden başka bir şey görmemektedir. Nasılsa Erdoğan kazansa da kaybetse de perde arkasında kazanan cemaat olacaktır.

Erdoğan Ecevit Olur mu?

Roboski sonrasında Erdoğan’ın arayı bulma çabaları, MİT’çilerin ifadeye çağrılması ile son bulmuştur. İki taraf arasında alttan alta gerçekleşen hesaplaşma açık alana taşınmıştır. Gülen’e olan muhabbetini bu aralar her fırsatta ifade eden Nazlı Ilıcak, en doğru yolun Fidan’ın savcılara gidip Oslo’da PKK ile yapılan görüşmelerin emrinin Erdoğan tarafından verildiğini söylemesi olduğunu belirtmektedir. Böylece sürecin tüm sorumluluğu Erdoğan’a yazılabilecek, Erdoğan da bir biçimde KCK zanlısı haline dönüşebilecektir. Cemaatin daha önceleri desteklediği Ecevit’in içine düştüğü duruma Erdoğan’ın düşmemesi için bir güvencesi olabilecek midir? Erdoğan’ın son dönemdeki “dindar nesil” saçmalamalarının altında böylesi bir tasfiyeye karşı güvence altına alma gayreti mi yatmaktadır? Apar topar çıkarılan kanunla Abdullah Gül’ün görev süresinin 2014’e uzatılmasına rağmen tam da MİT krizinin doruk noktasında Gülen’in sözcüsü Gülerce’nin “Referandumda cumhurbaşkanını halkın seçmesi kabul edildi ama Sayın Gül’ün görev süresi hâlâ tartışma konusu. 7 yıldır diye bir yasa çıkartıldı ancak tartışma bitmedi. Mesela CHP, “Ağustos’tan itibaren Gül’ü cumhurbaşkanı olarak tanımayacağız.” diyor. Anayasa

Mahkemesi’ne gitmeleri de söz konusu” diye yazması tesadüf müdür? “ diye yazması tesadüf olabilir mi?

Önümüz Kış-Sonrası Bahar!

Büyük dönüm noktaları öncesinde siyasette büyük kırılmalar yaşanır. 12 Eylül öncesinde 1978’de bütün devrimci siyasetler de bölünme yaşanmıştı. Bugün yaklaşmakta olan kıyamet de kendi bölünmelerini doğuruyor. Erdoğan-cemaat bölünmesinin bir benzeri de Hamas içinde yaşanıyor. Hamas’ın merkezi Şam’dan Katar’a taşınırken Gazze’deki Başbakan Haniye-daha iki hafta önce Türkiye’yi ziyaret etmişti- bu duruma bayrak açıp İran’a gidiyor. Siyasette çok daha büyük toprak kaymalarının yaşanacağı günler yakındır. Büyük bir istikrarsızlaşma sürecine giriyoruz. Ortadoğu’da yaşanacak bir çatışma, 2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanacak en büyük uluslar arası çatışmaları tetiklemeye gebedir. Avrupa’da yaşanan borç krizi, Yunanistan’dan başlayarak İspanya ve İtalya başta olmak üzere önemli halk hareketlerini tetikleyecek. Birkaç yıl sürecek bu devasa altüst oluş hiç beklenmedik gelişmeleri tetikleyebilir. Hiç umulmadık özneler bu büyük altüst oluş sürecinin dinamiklerini doğru kavrayabilir ve dönemin gerektirdiği özveri ve cesareti ortaya koyabilirlerse kısa zamanda büyük atılımlar gerçekleştirebilirler. Bu anlamda SODAP’ın AKP’nin hepimize giydirmeye çalıştığı deli gömleğini yırtmaya dönük kampanyasının güçlendirilmesi ciddi olanaklara gebedir. Siyasal İslam’ın toplumu sevk ettiği ‘emperyalizm işbirlikçisi ve emekçi düşmanı’ rolün doğru teşhiri, iktidara karşı öfke patlamalarının örgütlenebilmesine zemin sağlayacaktır. Dönemin ihtiyacı gözünü iktidara dikmiş, Kürt halkıyla kader birliği yapmış, kardeş Arap halkının emperyalizmin kölesi kılınmasına ve AKP’nin zorbalıklarına karşı dakik politik tepkiler örgütleyebilen bir siyasi harekettir. SODAP, bu hareketin inşasına adaydır.

Faşizmin Cihadına Karşı, Ezilenlerin Direnişi!

Kin ve nefret tohumları seneler evvel ekilmiş bu topraklara. Dönem dönem devletin toprak altından çıkardığı bir araç haline gelmiş. Birçok kavime ve halklara ev sahipliği yapan bu coğrafya, son 90 yıldır devletin çizdiği “Türk” tanımının dışına çıkan bütün halklara zindan olmuştur. Dilleri, kültürleri, inançları her fırsatta tehdit olarak görülmüş ve derdest edilmesi yasalaştırılmıştır. Buradan alınan sözde “meşruluk” ile süngüler takılmış, ateşler yakılmıştır halkların üzerine. Acı ve gözyaşı mayası olmuştur halkların. Gelinen aşamada AKP iktidarı bu tekçi, imhacı zihniyetin “güvenilir bir uygulayıcısı” olduğu sinyallerini güçlü bir şekilde veriyor. Roboski de kendini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaran halklara dönük katliamcı yapı, İstanbul Taksim’de yaptığı gösteri ile cihadını yeniden ilan etmiş oldu. 1992’de Hocalı’da yaşanan olayı gerekçe göstererek Taksim’de eylem yapan güruhun içerisinde Bakan Şahin de yer alıyordu. Günler öncesi Taksim’e çağıran afişlerini, pankartlarını nereye baksak görmek mevcuttu. Katliamları lanetlemek gayet normaldir. Ve hatta katliamlara karşı yan yana geliş, yekpare ses olmak, yenilerinin yaşanmasını engelleme çabası anlamına gelebilir. Oysa Taksim’deki bu eylemden ne bir tek barış sesi yükselmiştir ne de yeni katliamlara karşı duran sloganlar atılmıştır. Ermeni halkına dönük kin, nefret ve intikam çağrıları kaplamıştır ortalığı. “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz”sloganı, katliama ve teamüden devlet tarafından işlenen Hrant cinayetine karşı yükseltilen “Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganını atanları tehdit etmeye dönüktü. Gerek Bakan Şahin’in miting konuşması gerekse ardından Erdoğan’ın açıklamaları bu eylemin dışa dönük sinyalleri olsa da aslolarak içeride Hrant anmasına katılan onbinleri hedeflediğini ortaya koymuştur. Eylemde Bakan Şahin’in savaşa çıkan komutan edasıyla yaptığı konuşma ardından, Adıyaman’da Alevi evleri, Maraş katliamı öncesi gibi işaretlendi. Yeni bir katliam, ateş yakılmadan Aleviler tarafından söndürülmüştür. Evlerin işaretlenmesine karşılık devletin yaptığı açıklamalar planlı bir katliam hazırlığının parçası olduklarını göstermektedir. AKP iktidarının ilan ettiği faşizmin cihad-ı, bütün ezilenler ve halklar için tehdit oluşturmakta. Bu saldırı ancak halkların ortak direnişi ile püskürtülebilir. Halkların kardeşliği şiarını büyütmek için Kürt, Türk, Alevi, Ermeni, Azeri ayrımı gözetmeden hepimiz Newroz’da hep birlikte “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganını haykıralım.

7


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

DİNDAR NESİL MESELESİ ÜZERİNE M. Sinan MERT

Ultra liberal İslamcılarımız için Alevilerin kendi ibadet kuruluşlarını hala devlete kabul ettirememiş olması bir özgürlük sorunu teşkil etmemektedir. Erdoğan’ın seçim meydanlarında Kılıçdaroğlu vasıtasıyla Aleviliği yuhalatması da çok önemli değildir. Toplumun çok önemli bir kesimi zorunlu din derslerinin ve Diyanet’in kaldırılması için uğraşırken, AKP’nin Diyanet bütçesinde devasa artışlar yapması, zorunlu eğitimi 4+4+4 şeklinde formüle ederek İmam Hatip liselerinin ortaokul bölümlerini teşvik etmesi, anaokullarına bile din dersi konmasını savunması da “demokrasi” açısından bir sorun teşkil etmemektedir!

8

AKP

’nin iktidara gerçek anlamda gelmeyi başardığı, “statüko”nun direncini kırmayı tam anlamıyla başardığı, sınıf mücadelesinin tarihinin en zayıf momentlerinden birinden geçtiği şu günlerde devletin resmi ideolojisinin de elden geçirileceği ve “Yeni Türkiye”ye uyumlu hale getirilmeye çalışılacağı ile ilgili değerlendirmeler dergimizin geçen sayısında da mevcuttu. CHP’li Hüseyin Aygün’ün verdiği pası kendince iyi değerlendiren Erdoğan, Dersim Katliamı üzerinden “devlet” adına özür dileme şovu gerçekleştirirken liberallerimiz bir kez daha “acaba?” diye heyecana kapılmışlardı. Fakat Dersim için özür dileyen devlet, Maraş Katliamı’nın yıldönümünde Maraş’a gitmek isteyenlere haddini bildirerek; niyetin aslında devletin kirli geçmişiyle hesaplaşmak olmadığını, yaşananın sadece AKP’nin kendi dönemsel politik hedeflerine ulaşmak için acılarımızı kendisine sermaye kılma geleneğini bir kez hayata geçirmesi olduğunu anlamak isteyenlere gayet açık bir şekilde ortaya koydu. Erdoğan, Dersim için özür dilemekteydi, fakat Hrant Dink’in katledilmesi üzerinden ortaya çıkan Ermeni Meselesi ile hesaplaşma imkânı bir kez daha göz göre göre heder edilmekteydi. Bu çelişki nasıl izah edilebilirdi?

“Yeni Türkiye”nin “Yeni” Resmi İdeolojisi

AKP’nin gerçekleştirmek istediği sadece devlete yeni bir resmi ideoloji yaratmaktır. Bu resmi ideolojide Kemalist geleneğin izleri olabildiğince silinecek, İslami ton ise gözle görülür bir biçimde artacaktı. Bu gündem aynı zamanda yoğun iç gerilimlerle sarsılan AKP tarikatlar koalisyonunu yeniden ortaklaştıracak bir harç vazifesi de görecekti. Hem de din gibi “hassas” bir meselenin ardına sığınarak, gelebilecek acemice itirazlarla Anadolu’daki hegemonya daha da pekiştiril-

meye çalışılacaktı. Devletin ideolojik dönüşümü, Arap Baharı sonrasında yaşananlar açısından da anlamlandırılabilir. Malum, Tunus’lu yoksulların başlattığı adalet ve eşitlik isteyen isyan, Arap coğrafyasında yayıldı ama yayıldıkça da emperyalizmin marifetiyle sulandı. Bir tür Müslüman Kardeşler-Batı ittifakı ortaya çıkardı. AKP deneyimi ile gözleri açılan Müslüman Kardeşler, Batı kapitalizmiyle uyumlu, neo-liberalizmin toplumsal talanına aracı olma rolü karşısında önlerinde açılan iktidar olanaklarına büyük bir hevesle koşuyorlar. Arap toplumları içindeki hegemonik imkânlarını, Batı kapitalizminin talan arayışı için seferber ederek, karşılığında geçmişteki işbirlikçi diktatörlerin yerine geçmeyi planlıyorlar. Bush zamanında gündeme gelen İslam’ın Batı

dünyası ile uyumlaşma süreci şimdi Obama eliyle gerçekleştiriliyor. Tunus’ta bu şimdiden gerçekleşti, Mısır ve Fas da benzer yöne ilerliyor. Suriye’de yapılmak istenen de budur. Hamas, İran ekseninden Katar eksenine hareketlenerek, kervana katılıyor. Türkiye’nin bu bölgede daha işlevsel bir rol üstlenebilmesi, devletin kimliğinin bu yeni trende daha uyumlu hale getirilmesi ile daha da kolaylaşır. AKP, devlet içinde kendisine karşı direnci kırdıktan ve sınıfsal anlamda

yeni bir iktidar bloğu şekillendikten sonra ideolojik tartışmalar öne çıkacaktı, öyle de oldu. AKP sözcüsü Çelik’in “Gençliğe Hitabe ayet midir?” sözleriyle alevlendirdiği tartışma tam da böylesi ihtiyaçların ürünüdür. “Yeni Türkiye”nin resmi ideolojisinde M. Kemal hala bir figür olarak kalacaktır ama dinsel temalar, Kemalist dogmaların önüne geçecektir. Zaten hitabe ve ayet kıyaslaması da hangisinin yeni devlet nezdinde daha ön planda olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Erdoğan Neslini Kim Yetiştirdi?

Erdoğan’ın “dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” demeci ise tartışmayı daha da derinleştirdi. Erdoğan yine ağdalı bir biçimde naklettiği mağdur İmam Hatip’li hikâyesiyle kendi tabanını bir kez daha kemikleştirme girişimlerine

devam etti. En çok İmam Hatip lisesinin 12 Eylül darbesi sürecinde açılmış olması, Erdoğan’ın demokrasi kahramanlarından Özal’ın 12 Eylül eliyle devletin başına geçirilmiş bir tarikat ehli olduğu, 12 Eylül’ün “gençler solcu olacağına dindar olsun” politikasıyla liselerde-üniversitelerde-yurtlarda tarikat örgütlenmelerinin önünü sonuna kadar açmış olduğu tabii ki bu ileri demokrasi koşullarında pek de kimse tarafından dillendirilememektedir. Erdoğan kendisinin de


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

12 Eylül’ün yetiştirdiği dindar nesillerden geldiğini unutmuş mudur? Bu toplumda dindar nesil yetiştirme meselesi devletin yeni gündemine gelen bir konu değildir. Zorunlu din derslerinin de 12 Eylül’ün yadigârı olduğunu hatırlarsak AKP’nin bugünkü “dindar” tabanını, büyük oranda 12 Eylül’ün dindar nesil yetiştirme projesinin başarısına borçlu olduğunu daha rahat tespit edebiliriz.

Bütün İnançlar Devlet Nezdinde Eşit Saygı Görmelidir!

Erdoğan dindar nesiller söylemiyle halkın bir kesiminin inancını diğerlerine üstün tutarak apaçık bir ayrımcılığa imza atmaktadır. Ultra liberal İslamcılarımız için Alevilerin kendi ibadet kuruluşlarını hala devlete kabul ettirememiş olması bir özgürlük sorunu teşkil etmemektedir. Erdoğan’ın seçim meydanlarında Kılıçdaroğlu vasıtasıyla Aleviliği yuhalatması da çok önemli değildir. Toplumun çok önemli bir kesimi zorunlu din derslerinin ve Diyanet’in kaldırılması için uğraşırken, AKP’nin Diyanet bütçesinde devasa artışlar yapması, zorunlu eğitimi 4+4+4 şeklinde formüle ederek İmam Hatip liselerinin ortaokul bölümlerini teşvik etmesi, anaokullarına bile din dersi konmasını savunması da “demokrasi” açısından bir sorun teşkil etmemektedir!

Abdestli Kapitalizm de Yozlaştırır!

Kapitalizmin parayı ve gücü tek değer olarak kabul eden ahlakı, İslamcılar kapitalizmle bü-

tünleştikçe onları da çok daha belirgin bir şekilde yozlaşma çemberine almaktadır. Ortaya çıkan İhsan Eliaçık’ın deyimiyle “abdestli kapitalizm”dir. Kapitalizmin abdestlisi de abdestsizi kadar yozdur, ahlaksızdır, insanlık düşmanıdır. Para kazanmayı en büyük ibadet sayan Protestanlık anlayışı Fetullahçılık hüviyetiyle Türkiye’de yaygınlaşmaktadır. Çürümüşlüğün İslamisi de laiki de aynı pis kokuları çıkarmaktadır. Belediye ihaleleri ile kamusal kaynakları cebelleze etmeyi dinibütünlük sayanların ne tinercilere ne de ateistlere verecek ahlak dersi yoktur. İnançlarında samimilerse de “ihtiyaçlarından fazlasına sahip olamaya” çalıştıkları için büyük günah içerisinde olduklarının farkındadırlar herhalde.

Dinsizlik de Haktır, Saygı Duyulmalıdır!

Bu satırların yazarı inanmış bir ateisttir. Çürümüşlüğün ve yozlaşmanın günümüzdeki kaynağı dinsizlik değil her şeyi metalaştıran, insanı tüketme makinesi haline getiren kapitalizmdir. İyi ahlak için dinsel dogmaları tekrar etmek değil bu insanlık düşmanı düzene karşı tutum almak gerekir. SODAP, devletin din işlerinden elini çekmesi gerektiğini savunur. Kemalist laikliğin, devlet dini olduğuna inanır, insanların kendi çocuklarına dini inançlarını öğretme hakkına saygı duyar, bunun için yapılan sosyal örgütlenmelere karşı çıkmaz. Fakat dinsizliğin de bir hak olduğuna inanır. Dinsizlik propagandası yapılabilmesinin

önündeki engellerin kaldırılması için mücadele eder. SODAP, dinci nesil/ dinsiz nesil yetiştirme projelerinin karşısındadır. Dini geri kalmışlığın gerekçesi olarak görmediği gibi güzel ahlak kaynağı olarak da görmez. Dinlerin dogmatikleşmeden önceki temiz ve insana yakın halinin sosyal devrim kaynaklı olmasına bağlı olduğunu düşünür. Aynı temizliğin ortaya çıkabilmesinin dinin kendini ezilenlerin devriminde ifade edebilmesiyle mümkün olduğuna inanır. Ebü Süfyan’ın değil ama Ebuzer Gıffari’nin inancı karşısında saygı ile eğilir. Fakat insanların inançları dolayısıyla diğerlerinden üstün kabul edilmesine karşı çıkar, dini inançların hiyerarşisi olamayacağını savunur. Din inancı da dinsizlik de inançlardan biridir, buna inanan insanlar olduğu müddetçe de devlet bunlara saygı göstermek zorundadır. Ateistler Başbakan’ın kendilerine dönük hakaretlerine karşı sessiz kalmak zorunda değildir.

Amaç İnançların Devrim Cephesinde Birleşebilmesidir!

Önümüzdeki günlerde bu meseleleri daha çok tartışacağız. “Halkın değerleri ile ters düşmeyeceğiz” diyerek Sünni İslam’ı halkın tek değeri olarak kabul edip buna “benzemeye” çalışmak din politikası açısından nasıl bir uçsa Erdoğan’ın demeçleri ile galeyana gelip “militan materyalizm” manzaraları üretmek de o kadar apolitik bir tutum olacaktır. Halkımızın hangi inanç grubu devletin zorbalığı karşısında mağdur ediliyorsa SODAP onun yanında olmayı borç bilecektir. Amacımız bir inancın tasfiyesi değil tüm inanç gruplarından emekçilerin sermayenin kahrolası egemenliğine karşı kendi yordamlarında birleşmelerini sağlamaktır.

Ortaya çıkan İhsan Eliaçık’ın deyimiyle “abdestli kapitalizm”dir. Kapitalizmin abdestlisi de abdestsizi kadar yozdur, ahlaksızdır, insanlık düşmanıdır. Para kazanmayı en büyük ibadet sayan Protestanlık anlayışı Fetullahçılık hüviyetiyle Türkiye’de yaygınlaşmaktadır.

9


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

AKP’NİN USTALIK DÖNEMİ: “TOPYEKÛN SAVAŞ YENİDEN…” AKP

’nin 12 Haziran genel seçimlerinden kısa bir süre öncesinde ve sonrasında yaşattırdıkları, “demokrasi takkesini düşürdü, faşist kelini görünür kıldı.” Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adaylarının veto edilmesine karşı “irademe dokunma” diyerek sokağa çıkan kitleye saldırıda bulunuldu, 2 kişi öldürüldü. Hopa’da Başbakan’ı protesto edenlere yine vahşice saldırıldı; halkın üzerine yağdırılan gaz bombalarından dolayı Metin Lokumcu yaşamını yitirdi. Seçimlere kadar 53 günde toplam 2 bin 554 kişi gözaltına alındı, 773 kişi tutuklandı. Sadece siyasi operasyonlar değil, HPG’nin eylemsizlik kararına rağmen askeri operasyonlar da hız kazandı. Seçimlerden sonra AKP kitlesel tutuklama terörünü artırdı. Başta Kürt Halkı’nın siyasi temsilcilerine olmak üzere hakkını arayan emekçilere, suyunun ve toprağının özelleştirilmesine karşı çıkan köylülere, parasız eğitim isteyen öğrencilere, muhalif gazetecilere, adalet arayan avukatlara kadar binlerce kişiye tutuklama amacıyla operasyonlar gerçekleştirildi. Son yedi sekiz ayda beş bine yakın kişi gözaltına alındı ve aralarında aydınların, akademisyenlerin, gazetecilerin de bulunduğu 2000’e yakın kişi tutuklandı. Bu tutuklama furyasının yanı sıra AKP, kirli savaş ortamını daha da tırmandırdı, halka yönelik katliamlara girişti. 17 Ağustos’ta gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonda 7 köylü katledildi, 28 Aralık gecesi savaş uçaklarının Roboski köyünü bombalaması sonucu 34 yoksul Kürt köylüsü öldürüldü. Dosyada gizlilik kararı adı altında tutuklama süreleri uzatıldı, mahkemeler birer tiyatro sahnesine dönüştürüldü, medya alanı sansür ve oto sansür mekanizmaları işlettirilerek tamamen denetim altına alındı, yasal partilerin yöneticileri tutuklanarak kapatma noktasına getirildi, yaygın ortam dinlemeleri ve telefon dinlemeleri korkusu salınarak milyonlarca kişi üzerinde yıl-

10

dırma harekâtına girişildi. Böylece “ileri demokrat AKP” yeni topyekûn savaş dönemini başlatmış oldu. “Demokratik Açılım”, “Kürt sorununun barışçıl çözümü”, “yeni demokratik anayasa” beklentisi içinde olan ve AKP’ye tam destek veren liberaller için de yeni dönem başka türlü yaşanır olmaya başladı. Türkiye tarihinde olmadıkları kadar parlayan liberal solcular baş aşağı düştüler. Kullanılmış bir mendil gibi kenara atılmanın hezeyanlarını yaşıyorlar şimdilerde. “Daha ileri düzeyde neyi, nasıl konuşacağıma ayar verilmeye kalkıldı. Bir şekilde diğerlerini hadi görmezden gelsem de, benim nereye, kime, nasıl konuşacağıma ayar verme gibi bir durum ile koyu askeri faşizm döneminde bile muhatap olmadım. Hayatımda ilk defa böyle bir talep ve tavırla karşılaşıyorum.” Mehmet Altan Star gazetesi ile yollarının ayrılmasını böyle açıklıyor. Anayasa referandumunda evet oyu verdikleri için Tayyip Erdoğan’ın teşekkürlerini kazanan DSİP’liler Ankara’da KCK operasyonu adı altında yöneticilerine dönük ev baskınları karşısında şaşkınlık ve telaş içindeydiler. AKP’nin ileri demokrasi kılıfının yırtılması, içindeki gudubetin gözler önüne serilmesi için illa kendilerine mi dokunulmalıydı. “Hrant’ın Arkadaşları”nın devlete karşı isyan bayrağı açmaları için illa dava sonucunu mu beklenmeleri gerekiyordu. Ama hala umutlarını kaybetmediler AKP’den. Hrant Dink davası için hala devlete seslenilip “bir şeyler yapın size ‘Katil Devlet’ demeyelim” deniyor. EDP’nin hala tek işi, demokratik, özgürlükçü, sosyal ve ekolojik anayasa taleplerini dillendirmek. Onlardan korkumuz, AKP’nin “demokratik anayasa” yapım sürecine figüranlık etmeleridir. AKP ve kurmayları, bunca olaya rağmen hala demokrasicilik oyununa devam ediyorlar. Darbenin yarattığı kurumsal yapıları daha da derinleştiren AKP, “12 Eylül’ü yargılıyoruz” masalını dillendiriyor. “Bi-

zim dönemimizde işkence ve kötü muamele yok” diyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurum ve ideolojisine bağlı merkez sağ partilerin devamı ve sürdürücüsü olan AKP, 12 Eylül darbesinin mirasına sahip çıkmaktadır. Bir iki generali yargılama oyununu oynayan AKP, 12 Eylül rejiminin faşist kurumsal yapısından beslenmektedir. Sivil halk bombalanmaktadır. Kürt illerinde hala yargısız infazlar yaşanmaktadır. Kitle gösterileri yasaklanmıştır. Düzmece iddianamelerle onlarca yıllık cezalar verilmektedir. KCK adı altında sürdürülen tutuklama terörü tüm hızıyla sürmekte, yüzlerce gazeteci ve avukat hapishaneleri doldurmaktadır. İfade özgürlüğüne yönelik baskılar artmıştır. Adil yargılama ortamı ortadan kalkmış, uzun ve belirsiz tutukluluk süreleri hayata geçirilmiş, kitle gösterilerindeki gazlı, tekmeli, coplu polis şiddeti pervasızlaşmıştır. F tipi hapishanelerdeki tecrit şartları ağırlaştırılmıştır. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay seçimlerden kısa bir süre sonra yaptığı konuşmasında, “Hukukun içinde olma hassasiyetimiz var daima. Bütün bu çalışmalarımız hukukun içinde olacak, hiç bir olağanüstülük olmayacak, hukuk dışılık asla olmayacak. ‘90’lı yıllar’ tartışması deniyor. 90’lı yıllar hatırlamak bile istemediğimiz yıllar. Asla böyle bir şey söz konusu olmayacak. Onun için güvenlik tedbirlerimizi alacağız ama demokratikleşmeyle ilgili hedeflerimizde hiç bir kısalma yok, onların hepsi yine devam edecek. Aksine vatandaşlarımıza daha fazla sahip çıkacağız. Vatandaşlarımızın hakkını, hukukunu korumaya daha özen göstereceğiz. Asla hukuksuzluk, adaletsizlik olmayacak” buyuruyor. 90’lı yıllar dönemindeki gibi köy yakmaların, işkencelerin, katliamların, yargısız infazların yaşanmadığı iddia ediliyor. 90’lı yıllardaki iktidarın hedefi neydi? Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve irili ufaklı tüm direniş

odaklarını tasfiye etmek. AKP’nin hedefi de, yaptıkları da yine aynı… Tansu Çiller’in, Doğan Güneş’in topyekûn savaş konsepti devralınmıştır. AKP, günümüzde yıpranan derin devletin bir kısmını tasfiye etmiş, kendi derin devletini yaratmıştır. 90’lı yıllardan bu yana devletin kullandığı savaş ve istihbarat araçlarındaki teknolojik gelişim, ordu ve polisteki yaşanan profesyonelleşme, şimdilerde işkencenin, infazın o kadar yaygın yapılmasını gerektirmiyor. AKP’nin “90’lı yıllara dönmeyiz” demesi büyük bir yalan. AKP faşizminin Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve direniş odaklarını tasfiye planı tüm kirli yönleriyle ama bugünün farkıyla devam ediyor. AKP’nin/cemaatin derin devleti, akıllara zarar uygulamalara imza atıyor. Hatta kendi hegemonyasını güçlendirme adına rakip gördüğü tüm düzen güçleri de (siyasi liderler, diğer cemaatler vs.) operasyonların/ komploların hedefi oluyor. Dünün kaba işkencesinin yerini bugün “komplo işkencesi” alıyor. Kuşkusuz AKP faşizminin halklarımıza karşı “topyekûn savaş” seviyesine tırmandırdığı saldırılarının arka planında burjuvazinin derin korkusu yatmaktadır. Ülke ekonomisi borçla, siyasi iktidar zorbalıkla ayakta durmaktadır. Bir de ABD’nin piyonu pozisyonunda Ortadoğu’nun fırtınalı sularına yelken açma peşindedir. Risk büyüktür. Riskin yaratacağı bir alabora her şeyi bir anda alt üst edebilir. Başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere en ufak bir muhalif sese tahammülün olmaması bundandır. Bugünkü zorbalığın anlamı budur. Doğuda Kürt Özgürlük Hareketi ve batıda ezilenler için bugün çekim merkezi olamasa bile devrimci, direnişçi öznelerin tümü “AKP’nin korku imparatorluğu”nun korkusudur. İradeleri kırılamamıştır, kırılamayacaktır. “İleri faşizme” karşı kararlı direnişleriyle birlikte umudu da omuz omuza büyüteceklerdir.


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

AKP’DEN SAHTE EĞİTİM REFORMU DİNDAR NESİLLER İMAM HATİPLERDE Mİ YETİŞECEK? AKP

ani bir kararla, kamuoyunda hiç tartıştırmadan eğitim sisteminde yeni ve önemli bir düzenlemeye girişti. 4+4+4=12 yıl zorunlu eğitim olarak yansıtılan yeni düzenleme, 8 yıllık zorunlu eğitimi kademelendirmesi ile dikkati çekiyor. Şurası çok açık ki AKP’nin devlete tamamen hâkim hale gelmesi sonrasında yapılan bu düzenleme, 28 Şubat’ın yıl dönümünde rövanşı alarak, İmam Hatiplerin orta kısımlarının açılmasını esas olarak hedeflemektedir. “Dindar nesil yetiştirme” projesinin somutlaştırılmasına dönük bir adımdır. AKP yasa tasarısına gerekçe olarak eğitim sisteminin var olan biçiminin öğrenciyi yönlendirmekteki başarısızlığını göstermektedir. AKP’nin iddiasına göre 4. Sınıfın sonunda öğrenci ilgi alanlarına göre orta öğretim kurumlarına yönlendirilecektir. AKP’nin bu iddiası kendisiyle çok önemli bir çelişki içermektedir. YÖK, geçtiğimiz yıl üniversite sınavları ile ilgili katsayı düzenlemesini kaldırarak liselerdeki tüm yönlendirmeyi kaldırmış, bunu da büyük bir başarı olarak sunmuştur. Buradaki amaç da İmam Hatip öğrencilerinin her bölüme kolaylıkla girebilmesine imkân sağlamaktır. Siyasal İslam, İmam Hatipleri hala arka bahçesi olarak görmektedir. İslamcıların gözünde İmam Hatipler, meslek liseleri değildir. Bu yüzden yeni düzenlemeyle en az 8 yıl imam-hatip eğitimi alacak herhangi biri hukukçu ya da kaymakam olabilecektir. Mesleğe yönlendirme bunun neresindedir? AKP’nin iki uygulaması birbirine karşıdır, birbirini boşa düşürmektedir. Şurası çok açıktır ki katsayıların, alan seçimlerinin olmadığı bir eğitim sisteminde yönlendirme ile ilgili boşluklar da düşünülürse tamamen hedefsiz ve günü birlik eğitim gerçekleştirilmiş

olacaktır. 4+4+4 ün son dördü tamamen ilk dördü kabul ettirebilmek içindir. Eğitime evden ve açık öğretimden devam edebilme imkânının getirilmesi ile büyük olasılıkla zorunlu eğitim 4 yıla inmiş olacaktır. Erdoğan İslamcı-muhafazakâr tabanına sempatik görünmek ve iktidar gücünü sergilemek adına eğitim sistemini yapboz tahtasına çevirmektedir. Müslüman birisinin çocuğuna din eğitimi aldırmak istemesi anlaşılabilir. Fakat bunu inancı devletçe tanınmayan Alevinin, dili eğitim dili olarak görülmeyen Kürdün ödediği vergilerle almak istemek adaletsizliktir. Devlet vatandaşları arasında açıkça ayrımcılık yapmaktadır. Toplumun dindarlaşması ve muhafazakârlaşması farklı kültür ve inançların daha da bastırılması yoluyla başarılmaktadır. Alevilerin zorunlu din dersinin kaldırılması talebi ciddiye bile alınmamaktadır. Kadınların eve kapatılması muhafazakâr bir distopyadır. Kadınlar eve kapansın, sokaklar adamlara kalsın, kadın ekonomik özgürlüğünü elde edemesin ve adamlara tam bağımlı hale gelsin, kocalarının her yaptığını böylece sineye çeksinler. Kadınla erkeğin eşit olduğunu bir türlü anlayamayan, iktidarı döneminde kadın cinayetlerinin patlamasına seyirci kalan Başbakan gerçekleştireceği yeni eğitim reformu (!) ile de kadınlara karşı politikalarını değiştirme yolunda yürümeye devam etmektedir. Zorunlu eğitim sonrasında ilkokullarda okullaşma oranı %98 olmuştur(1997-98’de %84). Ortaöğretimde artış %38’den %70’e olmuştur. Dolayısıyla sekiz yıllık eğitimin okula gidemeyen öğrencilerin sayısını arttırdığı savı doğru değildir. Kızların yasa ilk çıktığında %79’u okula devam ederken bu oran şu anda %98’e ulaşmıştır. Do-

layısıyla 8 yıllık eğitimin en azından istatistiklere yansıyan öğrenci sayısını azaltan bir etkisi yoktur. Meslek liselerine giden öğrencilerin az olması meslek liselerinin mezunlarına sağladığı imkânların yetersizliği ile alakalıdır. Mesleki eğitim etkin bir staj sistemi, politeknik eğitim anlayışı ile desteklense ve iş güvencesi sağlansa öğrenci sayılarında ciddi artışlar sağlanabilir. Fakat AKP’nin teknik liseliler ile ilgili bir beklentisi ve hedefi yoktur. Onların derdi İmam Hatipleri büyütmektir. Ki İmam Hatipleri de mesleki okullar olarak görmemektedirler. Eğer meslek lisesinde okunan ve öğrenilen meslek hayata yansımayacaksa, bu büyük bir emek, zaman ve para israfı anlamına gelmeyecek midir? Meslek liselilerin mesleklerini yapmalarını teşvik eden bir sistemi savunmak, 28 Şubatçılık olarak lanse edilemez. Eğer mesleki yönlendirme, meslek lisesi öğrencisinin mesleğini yapmasını kuvvetli bir biçimde teşvik edemiyorsa fiilen yoktur. AKP dindar nesil yetiştirmek adına meslek liselerini aslında fiilen işlevsizleştirmektedir. Çıraklık yaşının 15’den 11’e indirilmesi de çocuk işçiliğini teşvik eden, sömürüyü iyice azgınlaştıran bir düzenlemedir. AKP’nin dindar gençliği değil kendi geleceğine kendi karar veren, hayatının iplerini eline alan, dünyayı anlayabilen, dogmalarca yönlendirilemeyen, kendi kaderinin sınıfının kaderi ile doğrudan bağlantılı olduğunu anlayabilen ve buna uygun tutum alabilen, zulme karşı direnecek kadar bilgisi ve cesareti olabilen, özgüvenli, insanın değerinin serveti ya da cep telefonu modeli ile değil bilinci ve hayat duruşu ile ölçüldüğüne inanan bireyler olmak istiyorsak AKP’nin bu sahte eğitim yasasına karşı mücadele etmek durumundayız.

AKP’nin iddiasına göre 4. Sınıfın sonunda öğrenci ilgi alanlarına göre orta öğretim kurumlarına yönlendirilecektir. AKP’nin bu iddiası kendisiyle çok önemli bir çelişki içermektedir. YÖK, geçtiğimiz yıl üniversite sınavları ile ilgili katsayı düzenlemesini kaldırarak liselerdeki tüm yönlendirmeyi kaldırmış, bunu da büyük bir başarı olarak sunmuştur. Buradaki amaç da İmam Hatip öğrencilerinin her bölüme kolaylıkla girebilmesine imkân sağlamaktır.

(http://eg itimsen.org.tr/ down/rapor.pdf adresindeki rapordan alıntılar yapılabilir)

11


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

DEVLET VE İKTİDAR: DEĞİŞEN DENGELER VE “YENİ TÜRKİYE” AKP

iktidarının 10. yılında devlet ve iktidar yapısında kimi önemli değişikliklerin gerçekleşmediğini görmek mümkün değil. Bu değişikliklerin yaşanması sosyalist çevrelerde bir devlet ve rejim tartışmasını da tetiklemiş gözüküyor. Bu önemli ve geliştirilmesi gereken bir tartışmadır. İktidar yapısındaki değişikliğin sezilmesi, bunun analiz edilmesi ve iktidarın yeni biçimi ile mücadelenin geliştirilmesi sosyalistlerin önündeki önemli görevlerdendir. Siyasi güç dengelerinde çok önemli güç kaymalarının yaşandığı şu günlerde, bunları görmezden gelmek siyaseten ciddi boşa düşmelere yol açabilmektedir.

Devlet tartışmalarında nasıl bir zemin üzerinden yürünmelidir? Güncel anlamda devlet yapısında ve siyasi iktidarın bileşiminde ortaya çıkan gelişmeleri yerli yerine oturtmak için Poulantzas’ın “Devlet, İktidar, Sosyalizm” isimli çalışmasında kullandığı araçların işe yarayacak bir çerçeve sunduğu açık görünmektedir. Poulantzas, bu çalışmasında devleti toplumsal sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki bir ilişkinin, bu ilişkinin yarattığı somut bir güç dengesinin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Nesne-devlet yaklaşımı olarak

12

Yine Poulantzas’a göre egemen sınıf, devlet iktidarını tüm bileşenleri ile paylaşır. Devlet de genelde kabul edildiğinin aksine yekpare, her zaman koordineli hareket edebilen bir nsıması olarak okunabilir.

yesi mücadelesi yeni bir konağa taşınmıştır. Finans kapitalin hegemonya projesi olarak okunabilecek merkez sağ ve sol çizgilerin Kürt Sorunu’nunda ortaya çıkan çözümsüzlük ve neo-liberal ekonomi politikalarının yarattığı yoksullaşma ve çürüme sonrasında toplumsal meşruiyetlerinin kalmaması, siyasal İslam’ın yeni bir hegemonya projesi olarak şekillenmesine yol verdi. Sağ ve sol koalisyonlar yaraya merhem olamadı. Özal dönemiyle başlayan küresel piyasalara eklemlenme ve devletin aracılığı zorunluluğundan kurtulma, Anadolu sermayesine ciddi birikim olanakları yarattı. Fakat bu kesime birikim imkânlarını geliştirmek için devlet imkânları gerekiyordu, finans kapitale ise toplumun rızasını kazanabilecek ve kendi programının uygulanmasına imkân verebilecek bir hegemonya projesi. Bugün geldiğimiz noktada yaşanan tam da budur. AKP, Siyasal İslam projesini neo-liberal ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırmanın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Derviş tarafından ortaya konan ekonomi politikası, iki fraksiyonun uzlaşma zemini olarak kalmıştır. Finans kapital, istikrarlı bir ekonomik egemenlik için siyasi iktidarından taviz vermek zorunda kalmıştır.

Şimdi bu özetlenmiş çerçeve açısından bakılırsa Türkiye’de 1996 yılında Refah Yol hükümetinin iktidar olmasından bu yana yaşanan iktidar mücadeleleri bir anlam kazanmaktadır. Bugün AKP iktidarının 10. Yılında “devlet iktidarına gerçekten sahip olabilir” hale gelmesi, aslında iktidar blokunun mimarisinde yaşanan değişimin bir dengeye oturmasının sonucudur. Sermaye sınıfının iktidar bloğunu kuran hegemon sınıf değişmiştir. Bugün son 16 yıla damgasını vuran finans kapital/Anadolu serma-

Dünya sathında 11 Eylül sonrasında ılımlı İslam’ın emperyalizm açısından son derece önemli bir meta haline gelmesi de Siyasal İslam’ın elini güçlendirmiş, özellikle Obama’nın iktidara gelmesi, ABD’nin İmparatorluk projesinin iflas etmesi, yerel ortaklara, özellikle Ortadoğu’da duyduğu ihtiyacın artması AKP’nin önünü açan ve rakip güçleri gerileten bir moment yaratmıştır. Gelinen bu noktada ABD-AKP(cemaat) ilişkileri doruk noktasına ulaşmıştır. ABD, Arap Baharı ile oluşan süreçte Libya ile bir mevzi kazan-

sınıflandırdığı, “devletin egemen sınıfların aracı, egemen sınıfların iradesinin doğrudan yansıması” olarak gören indirgemeci bakış açısı ile özne-devlet olarak nitelediği devleti sınıflar üstü bir güç odağı olarak gören tutuma karşı bir pozisyon alır. Devlet, karşıt sınıfların ve egemen sınıf fraksiyonlarının aralarındaki güç dengelerinin mümkün kıldığı alanda hareket edebilir. Poulantzas’ın çerçevesini oluşturan önemli kavramlardan biri de iktidar blokudur. İktidar bloku, egemen sınıfın farklı fraksiyonlarının; öncü, hegemon bir fraksiyon öncülüğünde devlet tarafından örgütlenmesi ile oluşur. Egemen sınıf, yekpare bir bütün değildir. Birbirleriyle ciddi çelişkileri olabilen farklı fraksiyonlardan oluşur. Ekonomik olarak egemen olan fraksiyon, her zaman hegemon fraksiyon olamayabilir. Siyaset bu anlamda kendine açılmış özerk bir alanda hâkimiyetini sergileyebilir.


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

mış, Suriye’yi de düşürerek İran eksenli direnç hattını geriletmek istemekte, bunu yaparken de “İslamcı-İsrail karşıtı-Arap sokaklarının fatihi” Erdoğan’ı taşeron olarak kullanmaktadır. Özalvari bir koyup üç alma hayalleri gören Erdoğan ise hem Ortadoğu’yu Batı’ya takdim eden taşeron olmaya hem de bu oluşan türbülansta devletin kadim baş ağrısı Kürt meselesini de aradan çıkarmaya niyetli görünmektedir. 12 Eylül referandumu sonrasında yargının AKP tarafından denetim altına alınması, önceki iktidar bloku mimarisinin dağılmasının dönüm noktalarından biri olmuştur. Askeri komuta mevkileri de Ergenekon ve Balyoz davaları aracılığıyla dirençsiz hale getirilmişleridir. Poulantzas’ın çizdiği çerçeve düşünülürse bu devlet içi gerilimler de egemen sınıf fraksiyonlarının devlet iktidarı üzerine yürüttükleri mücadelenin sonucu olarak okunabilirler. Bugün herkesin hissettiği bu politik alt üst oluş, geçmişin güçlülerinin gülünç derecede zayıflamış, geçmişin şamar oğlanlarının da şaşırtıcı seviyede iktidar sahibi olması durumu iktidar bloğunun yeni bir bileşimle iktidara oturmasıdır. Yeni bir büyük etken devreye girene kadar gelinen bir denge noktasıdır. AKP, devlet içindeki direnci neredeyse bütünüyle kırmıştır. Gerçekten şimdi “tek başına” iktidar haline gelebilmiştir. Ulusalcı çizgi devlet içindeki ayaklarını yitirdikçe silikleşmiş, bir iktidar alternatifi olma görüntüsünden uzaklaşmıştır. Bir iktidar alternatifi olarak değil ama politik eğilimlerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Gerçekleşen bu siyasi kompozisyon değişikliği, AKP’nin kısa vadede siyasi rakipsizliği ve Kürt hareketine dönük imhacı yaklaşımı ile birleşince faşizan bir görüntü vermektedir. AKP, ulusalcı bir tehdit karşısındayken ittifak yelpazesini geniş tutabilmek adına liberal kesimleri kollayan bir çizgi izliyordu. Rakiplerinin eline koz vermemek için çok keskin çıkışlardan çekinen bir görüntü veriyordu. Fakat rakipsiz kalma

ve dengelenememe hali, AKP’yi daha da saldırganlaştırıyor. Kürt hareketi üzerinde yoğunlaşan zor ise doğrudan darbe günlerini hatırlatan bir ablukayı çağrıştırıyor. Zor aygıtına tamamen hâkim olan AKP, devletin baskıcı yapısını arkasına aldığı rıza ile tahkim etmektedir. Ortada olağanüstü bir iktidar yoğunlaşması vardır. Bu durum, dünya koşullarının elverdiği ölçüde otoriter bir tek parti iktidarının özelliklerini taşıyacaktır. Devlet sınıf mücadelelerinin müsaade ettiği alanda eyleyebiliyorsa hem rakip egemen sınıf fraksiyonlarının direncinin kırıldığı hem de ezilen sınıf direncinin ve örgütlülüğünün Kürt halkının mücadelesi dışında en düşük seviyeye çekildiği şu günler AKP için sınırsız iktidar anlamına gelecektir. Düzene ve AKP’ye karşı mücadele etmenin bedellerinin ağırlaştığı ve belki daha da ağırlaşacağı günlerden geçmekte olduğumuz açıktır. Bu yalın gerçeğin görülmesi, dogmatik “olağanüstü devlet biçimi” tartışmalarından daha faydalıdır. Bu politik gelişmenin en doğal sonucu 3. Cephe vurgusunun ister istemez merkeziliğini kaybetmesi ve AKP’ye karşı mücadelenin öne çıkmasıdır. Sınırsız iktidarıyla toplumun her kesimini bunaltmaya başlayan bir iktidara karşı mücadeleyi yükseltememek siyaset yapılacak bir alan bulamamak sonucunu doğuracaktır. AKP’nin Kürtler başta olmak üzere direnen, farklı bir gelecek öngörüsü olan, emperyalizmden kopmayı hedefleyen tüm kesimleri teslim almak adına hayata geçirdiği “Büyük Gözaltı”na karşı yeni mücadele dinamiklerini hayata geçirebilmek, yeni ittifak olanaklarını zorlamak önümüzdeki dönemin en önemli siyasi ihtiyaçlarının başında gelmektedir. Maocu bir terminoloji kullanırsak eğer dönemin baş çelişkisi, AKP zorbalığı ile Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, kadınların, gençlerin eşitlik ve özgürlük talepleri arasındadır. Bu çelişki ekseninde üretilmeyen bütün politikalar kör karanlığa atılmış ve yankısız, sessiz çığlıklar olarak kalmaya mahkûm gibi gözükmektedir.

ACININ COĞRAFYASINDA BİR BİR TOPLU MEZARLAR BULUNUYOR Orada bir coğrafya yağmalanıyor Orada gazetelerin ofset baskısı Orada yeniden yazıyorlar 835 satır Ve umudunu kaybetmeyen şehirler Gökyüzünün karanlık kefeniyle örtük Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz Adsız ölüleriz Adları bir coğrafya ile yan yana yazılan (Murathan Mungan)

Y

araları bir türlü kapanmıyor, sürekli kanıyor. Acılarının da bir sonu olması gerekirken, ömürsüz, tarifsiz acılar yaşıyorlar. Ciğerlerinde hiç sönmeyen bir yangın var. On kişi değil, yüz kişi değil, adları bir coğrafya ile yazılı olan binlerce kayıp yakını bu insanlar. Devlet tarafından kaybedilen Kürt Halkı’ndan binlerce kişinin yakını… Yıllardan beri sevdiklerinin akıbetlerini öğrenemediler.

“Toplu Bir Mezarın Bulunması Bazı İnsanlara Umut Oluyor”

Dünyada kirli savaşın bu uygulamalarına hiç tanık olmayan bir insana nasıl anlatabiliriz “toplu bir mezarın bulunması bazı insanlara umut oluyor” diye. Acılarını kapatacak bir umut… Yıllarca içlerini kemiren “öldü mü kaldı mı” sorusuna cevap olacak bir umut… Yas sürecini tamamlayacak bir umut... Sevdiklerinin kemiklerine kavuşturacak, ona bir mezar yaptıracak ve mezarı başında dua okutturacak bir umut… İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi, yayınladığı bir raporda 224 tane toplu mezarın var olduğunu ve bu mezarlarda 3.058 kişinin bulunduğunu belirtti. Henüz ulaşılmamış toplu mezarlar bunlar. Yine aynı raporda, sadece ulaşılan 171 kişinin var olduğu 26 toplu mezarın bulunduğunu yazıyor. Türkiye’deki

toplu mezarların haritasını bile çıkarmış İnsan Hakları Derneği. Diyarbakır, Siirt ve Bitlis’te yoğunlaşıyor mezarlar. Sonra sırayla Van, Batman, Şırnak, Bingöl, Hakkâri ve Mardin’dekiler geliyor. Yani Kürdistan toprağını sıksanız kan ve kemik fışkıracak.

O Toplu Mezarlar Hangi Katliama Ait?..

11 Ocak 2012 tarihinde Diyarbakır’ın Sur İlçesi’nde rastlantı sonucu 29 kişinin kemiklerine ulaşıldığı bir toplu mezar daha bulundu. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restorasyon çalışmaları için İçkale’de yapılan kazılarda ortaya çıkan toplu mezarın bir dönem Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Merkezi (JİTEM) olarak kullanılan binanın yakınlarında ortaya çıkması manidar. Bu toplu mezarın, katliamlarla bezeli Türkiye Cumhuriyeti tarihimizde hangi döneme ait olduğuna dair olasılıklar o kadar fazla ki. 90’lı yıllara da ait olabilir, Şeyh Sait dönemine de ya da Ermeni soykırımına da ait olabilir…

Topyekûn Savaşa Karşı Topyekûn Direniş!

AKP’nin “faili meçhullerle hesaplaşacağız” yalanının büyük bir balon olduğu Uludere katliamı ile açığa çıktı. 2012 yılı savaş çığırtkanlığının yükselişi ile geldi. Şimdi de halklarımıza büyük katliamların yaşatılacağı adım adım hissettiriliyor. Bugün için kayıp yakınlarının acısını dindirmenin, yeni toplu mezarların oluşmasının önüne geçmenin yolu, AKP’nin topyekûn savaşına karşı, kardeş Kürt Halkı’nın özgürlük mücadelesi ile omuz omuza, topyekûn direnişi yükseltmekten geçiyor.

13


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

Mehmet YILMAZER

“Kürt sorununda çok sallantılı ve propagandaya dayalı süreçlerden sonra AKP, kendi gerçek özünü ortaya koymuş, ufkunun çok sınırlı olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca kendisi güçlendikçe Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye stratejisini pervasız bir şekilde uygulamaya başlamıştır. 6300 KCK’lı tutukludur. Ülke her sabah yeni operasyonlara uyanıyor. AKP, 90’lı yıllarda 17 bin “faili meçhul” cinayet ile tasfiye edilemeyen Kürt Özgürlük Hareketi’nin son operasyonlarla hiçbir şekilde tasfiye edilemeyeceğini yaşayarak görecektir. Ancak bunun büyük bir siyasal bedeli olacaktır.”

14

AKP

’nin “ustalık dönemi” Uludere katliamı ile başlamıştı; MİT üzerinden “iktidar- cemaat çatışması”yla devam ediyor. Belli ki “ustalık dönemi” AKP’nin iktidar yıllarının en sancılısı olacaktır. Bu bir bakıma kaçınılmazdır. Çünkü AKP iktidarı en önemli üç sorunu kendi elleriyle sürekli olarak büyütüyor. Bunlar bilindiği gibi: Kürt sorunu; Bölge stratejisi ve Ekonomi’dir. AKP iktidarının ilk iki dönemi “askeri vesayete karşı savaş”la geçti. Yine bu dönemlerde Kürt sorunu en düşük gerilimi taşıyor, bölgede “sıfır sorun” stratejisi ile Türkiye “yıldızlaşıyor”; ekonomide ise AKP “mucizeler” yaratıyordu. Bu “güzel günlerin” hepsi bitmiştir. Kürt sorununda çok sallantılı ve propagandaya dayalı süreçlerden sonra AKP, kendi gerçek özünü ortaya koymuş, ufkunun çok sınırlı olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca kendisi güçlendikçe Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye stratejisini pervasız bir şekilde uygulamaya başlamıştır. 6300 KCK’lı tutukludur. Ülke her sabah yeni operasyonlara uyanıyor. Fakat AKP, 90’lı yıllarda 17 bin “faili meçhul” cinayet ile tasfiye edilemeyen Kürt Özgürlük Hareketi’nin son operasyonlarla hiçbir şekilde tasfiye edilemeyeceğini yaşayarak görecektir. Ancak bunun büyük bir siyasal bedeli olacaktır. Uygulamalarıyla AKP iktidarı bu bedeli ödeme sürecinin gerilimine her geçen gün daha fazla giriyor. Bölge stratejisi sıfır sorundan tehlikeli oyunlara doğru değişmiştir. Bunun bölgedeki gelişmelerden dolayı AKP’nin iradesine rağmen olduğu düşünülebilir. Olaylara böyle bakmak hem bölgede olanları hem de AKP iktidarının amaçlarını kavramamak olur. Sıfır sorunla bölgede etkin bir güç olmayı planlayan AKP, bu olmayınca ABD’nin ekseninde “müdahale gücü” olarak aynı hedefe varmayı amaçlıyor. Bunun sonucu olarak, dün dost olarak ilan edilen Suriye ve İran bugün düşman saflarda görülüyor. Elbette bu kayma hiç de kolay yaşanmıyor. İç politikaya her gün artan gerilimlerle yansımaya başlamıştır. Son olarak, ekonomi mucize günlerini geride bırakarak kırıl-

“USTALIK DÖNE “İKTİDAR-CEMA gan bir döneme girmiştir. Cari açık hızla artmaya devam ediyor. Rekabet gücü kazanamayan ekonomi hala sıcak para ile dönüyor. Geçenlerde dolar spekülasyonunun yükseldiği günlerde, Merkez Bankası Başkanı “biz bu doları yeneceğiz” açıklaması yaparak ekonominin nereye gittiğini en açık şekilde vurgulamış oldu. Dolar ancak faiz oranları yükseltilerek “yenilebilir” ve Merkez Bankası da bunu yapıyor. Böylece Türkiye’deki sermaye birikimi faizle artan oranda dışarı akıyor. Bu arada bir detay daha ortaya çıktı: Son yıllarda Türkiye’ye en çok yatırım yapan sermaye İran kaynaklıymış. Şirket sayısı olarak Almanya’dan sonra ikinciliğe yükselmişler. İran’da gerilim arttıkça sermaye Türkiye’ye geliyor. Fakat bu durum İran’la ilişkileri daha karmaşık hale getiriyor. Böyle bir ortamda iktidar-cemaat çatışması patlak verdi. Aslında bunun işaretleri epeydir birikiyordu. En belirgin olarak kendini Mavi Marmara olayında ortaya koymuştu. Son olarak, Oslo görüşmelerinin basına sızdırılması da bir şeylerin habercisiydi. Olayın iki yönü vardır. Bu çatışmanın siyasal zemini olmalıdır. Teolojik, ruhani konularda bir tartışma ve ayrışma olmadığına göre, tamamen dünyasal konularda bir farklılaşma vardır. Öte yandan böyle bir çatışmanın devlet-iktidar sorunu açısından bir anlamı olmalıdır. İktidar ve cemaatin bazı siyasal konularda farklılaştığı açıktır. Bunlar yukarıda sıraladığımız üç alana da yayılmış durumdadır. Kürt sorunu, bölge stratejisi ve ekonomidir. Bu konularda detaylara girmek yanıltıcı olabilir. En genel hatlarıyla Cemaat stratejik olarak Washington’un takipçisidir. Bu tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. İdeolojik duruşu ve konumlanışı bunu zorunlu kılıyor. Ayrıca F.Gülen bunu defalarca

açıklamıştır da! Ancak “tezkere kazası”ndan beri AKP iktidarının Washington’la ilişkileri git gelli olmuştur. Kürt sorununda iktidar hiçbir zaman Washington’dan istediğini alamamıştır. Bölge stratejisi konusunda “Arap Baharı”na kadar ABD ile sürekli bir açı farkı olagelmiştir. Şimdi açı kapanıyor gibi gözükse de, cemaatin İran ve Suriye konusundaki saldırgan tavrına karşılık iktidar, özellikle Libya dersinden sonra, bataklığın kenarında daha temkinli dolaşmayı tercih ediyor. Ekonomi konusunun detaylarını gerçekten bilmiyoruz. Pastadan pay alırken çatışma olmaması imkânsızdır. Fakat hepsine büyük açıdan baktığımızda farklılıklar uzlaşmaz değildir. Her biri kendi içinde önemli gerilimler taşısa da, mevcut koşullarda “iktidar-cemaat ittifakını” parçalayacak boyutlara çıkması olasılığı zayıftır. Bu nedenle çatışmanın devletiktidar yönüne bakmak gerekiyor. AKP, derin devleti, yani devlet içinde devleti, ABD ve cemaatin yardımıyla kısmen tasfiye etti. Fakat bunda son otuz yılda yaşananların, yani Kürt savaşının devlette yarattığı bozulma ve çürümenin rolü de hiçbir zaman unutulmamalıdır. Derin devletin kısmen


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

EMİ”NE DEVAM: AAT ÇATIŞMASI”

tasfiyesinden sonra ortaya devlet ve iktidar sorunu açısından yeni bir tablo çıkmıştır. AKP, iktidar gücünü doğal olarak tekleştirmeye çalışırken, yaptığı “ittifakın” doğası gereği ortaya başka bir ikili devlet yapısı çıkmıştır. Birisi, açık. Bir siyasal partinin iktidarı ile yürütülüyor. Diğeri gizli. Bir cemaatin bilinmeyen hiyerarşik yapısına göre şekilleniyor. Bu tarz iktidar paylaşımının fazla yürüme şansı iktidarın doğası gereği zaten yoktur. Askeri vesayetten kurtulma savaşı sırasında sorun olmayan gizli iktidar paylaşımı, bu savaş bittikten sonra aynı tarzda yürüyemezdi. Cemaat, devletin önemli kurumlarında örgütlenme ve iradeye sahip olduğunu düşünüp, kendi bilgi ve inisiyatifi dışında gelişen MİT’e hem el atmak, hem de haddini bildirmek için hamle yaptı. Ancak cemaat, devlet ve iktidarın doğasını, kendi iradesiyle aşabileceğini düşünerek önemli bir hata yaptı. Burjuva devletin teori ve pratiğini, istediği denli örgütlü olsun, Gülen cemaatinin değiştirebileceğini hayal etmesi onun büyük hatasıdır. Bu hatada ısrarcı olursa tasfiye gerçekliğiyle yüz yüze gelebilir. Burjuva devletinin yarattığı derin devletin bir tarihi doğuş momenti ve bir de sınıfsal gerek-

çesi vardır. Özetle ikinci dünya savaşı sonrası “komünizm tehdidine” karşı, burjuva normlarla baş edilemeyen yükselen halk hareketlerini ezmek için yaratılmıştır. Burjuva egemenlik sistemi içinde, onun devamını sağlamak için yaratılan bir yapıdır. 90’lı yıllar sonrası kısmen işlevini yitirmiştir. Türkiye’deki derin devlet zirve noktasına, sınıflar mücadelesinin ve Kürt Özgürlük Mücadelesinin yükseldiği bir tarihsel dönemde (1970-2000) tırmanmıştır. Kürt Özgürlük Hareketinin uzun soluklu gücü onu bozulma ve çürümeye sürüklemiştir. Burjuva egemenlik sistemi için bile mevcut haliyle taşınamaz hale gelmiştir. Fakat şu gerçeklik unutulmamalıdır. Sınıflar ve halklar mücadelesi gerçekliği var olduğu sürece, bu mücadelenin şiddetine göre burjuva egemenlik sistemi koşullara uygun yeni derin devlet örgütlenmelerine gerek duyacaktır. İktidar-cemaat çatışmasında “derin” tarafta duran cemaat böyle yeni bir derin devlet rolüne mi sahiptir? Kesinlikle hayır. Ortada Cumhuriyet tarihinin kendine özgü hata ve çürümelerinin yarattığı bir ucube vardır. Bu yapı, burjuva egemenlik sisteminin iktidar yapısına uygun bir devlet- derin devlet ilişkisine denk düşmüyor. Tam tersine burjuva egemenlik sisteminin iktidar yapısını deforme eden gelgeç bir ikili yapı vardır. Sonuç olarak, son otuz yıldır yaşanan iktidar yozlaşmasından bir başkasına geçiş yaşanıyor. Fakat bu iktidar yozlaşmasının ömrü öncekinden çok daha kısa olmaya mahkûmdur. Bu gerçekliklerden hareketle sorulması gereken soru, iktidarcemaat çatışmasının nasıl sonuçlanacağı değildir. Bu çatışmadan bir siyasal kriz beklemek fazlaca abartılı olur. Ancak yaşananlardan hareketle büyük resme bakıldığında sorulması gereken soru şudur: Özellikle son otuz yıldır çürüyen

ve bozulan burjuva egemenlik sisteminden, burjuva egemenlik normlarına daha uygun bir yenisine geçilebilecek midir? Son MİT kriziyle ortaya çıkan yeni yapıya baktığımızda bunun kesinlikle mümkün olmadığı görülebilir. Çürüyen bir egemenlik tarzından deforme olmuş bir başkasına geçiliyor. Bu süreçten modern bir anayasa beklemek, Kürt sorunu için çözüm ummak tam bir hayaldir. Bu gerçeklikten hareketle, AKP’nin “ustalık dönemi” böyle giderse onun çürüme dönemi olacaktır. Yaşananlar siyasetin, cemaat tarzıyla nasıl yozlaştırıldığının örneklerini ortaya koyuyor. Açık bir siyasal ittifak, siyasal iktidarı da gücü oranında paylaşabilir. AKP-Cemaat ilişkisinde olduğu gibi gizli ittifakla devlet kurumlarının paylaşımı sonuçta iktidar ve irade çatallanmasına kadar gider. Birlikte yürütülen askeri vesayet savaşı bittikten sonra, sıra kaçınılmaz bir şekilde iktidar iradesinin paylaşımına gelmiştir. Bu savaşın nasıl geçeceğini kestirmek zor değildir. AKP, davul kendi boynunda asılıyken tokmağı kimseye teslim edemez. Ancak şu sorunun cevabı henüz açıktır. 12 Eylülle kurulan egemenlik tarzı tasfiye edilmek istendiğine göre, bu çatışmadan nasıl bir burjuva egemenlik tarzı ortaya çıkacaktır? Cevabı çok yakın gelecek verecektir. Geleceğe fal açmanın bir yararı olmadığına göre, burjuva egemenlik tarzlarının tarihsel olarak nasıl şekillendiği konusunda bir hatırlatma yapalım. Burjuva egemenlik tarzının kurum ve organlarının şekillenmesine sadece burjuvazi sınıf olarak kendisi karar vermemiştir. Gönlünden böyle geçse de, sınıf gerçekliği, işçi sınıfı ve halkların mücadelesi bunu engellemiş, burjuva egemenlik kurumları aynı zamanda işçi sınıfının zoruyla da şekillenmiştir. Günümüz Türkiye’sinde burjuvazinin egemenlik tarzını yeniden tanımlamaya çalıştığı koşullarda, sahneye işçi sınıfı ve halklar çıkmazsa, bu egemenlik tarzı günümüzde yaşanan AKP -Cemaat ilişkisinin rengini taşıyacaktır. Bu ise tarihsel olarak yeni bir mücadele döneminin açılışı anlamına gelecektir. İşçi sınıfı ve halkların sahnede yerlerini aldığı yeni bir dönem!

Cemaat, devletin önemli kurumlarında örgütlenme ve iradeye sahip olduğunu düşünüp, kendi bilgi ve inisiyatifi dışında gelişen MİT’e hem el atmak, hem de haddini bildirmek için hamle yaptı. Ancak cemaat, devlet ve iktidarın doğasını, kendi iradesiyle aşabileceğini düşünerek önemli bir hata yaptı. Burjuva devletin teori ve pratiğini, istediği denli örgütlü olsun, Gülen cemaatinin değiştirebileceğini hayal etmesi onun büyük hatasıdır. Bu hatada ısrarcı olursa tasfiye gerçekliğiyle yüz yüze gelebilir.

15


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARI “KÖLELİĞE DÖNÜŞ”TÜR! “N

eden bir özel istihdam bürosu ile çalışmak istiyorum: Çünkü daha hızlı koşmak için daha az yük taşımak gerekiyor.” Bu cümle en küçüğünden en büyüğüne bütün patronların rahatlıkla doğruluğunu onaylayabileceği gibi kurulmuş. Zira bu cümle “Özel İstihdam Büroları Derneği’nin” verdiği bir röportajda bizzat başkanı tarafından dile getirilmiş. Röportajda, “özel istihdam bürolarının çalışma hayatının esnekleşen ve değişen koşulları nedeniyle artık kaçınılmaz olduğu ve bir an evvel yönetmeliğinin güncellenerek özel istihdam bürolarının yaygınlaştırılmasının gerekliliği” anlatılıyor. Yazıda patronlar değişen mevzuat ve değişen çalışma koşulları için siyasi iktidara, yöneticilere, yani ortaklarına teşekkür üstüne teşekkür ediyor. Ve vurguluyorlar; “daha hızlı koşmak için daha az yük taşımak gerekiyor.” Patronların üzerinde yük olarak bulunan her türlü maliyetin en aza indirilmesi ve nihayetinde kaldırılması çalışmaları bütün hızıyla devam ediyor. Bu maliyetler arasında yer alan işçi maliyetleri kriz dönemlerinde düşürülmesi gereken ilk kalem olarak tabloda yerlerini alırlar ve krizi atlatmak için alınacak ilk önlem “işçi çıkarmak” olur. Aslında şirketlerin yıllık maliyet raporlarında işçi maliyetleri risk olarak baştan belirlenmiştir ve kar oranını düşüren bir faktör değildir. İşçi maliyetinin içine ücret, SGK primleri, sosyal haklar, kıdem tazminatı ödemesi vb. birçok kalem de dâhildir. Ancak patronlar, gelinen noktada bu maliyete de artık katlanmak istemediklerini her fırsatta dile getirerek bunlardan da kurtulmanın peşindeler. En son çıkartılan SGK teşvik yasasından tutun da kıdem tazminatı fonu yasasına kadar her şey işveren üzerindeki işçi yükünün kaldırılmasına yönelik çabalardır. Kiralık işçilik de bunlardan sadece biri olarak çok uzun zamandır uygulanmaya çalışılıyor. Kiralık işçilik

16

uygulamasının son durağı ise Özel İstihdam Büroları... Kiralık işçilik 2003 yılında 4857 sayılı İş Kanunu ile yasal hale getirildi. Özel istihdam büroları da İş Kur Kanunu ile. Türkiye’de 9 yılı aşkın bir süredir kiralık işçilik uygulanıyor. İş yasasına göre işçi kiralama yetkisi olanlar, belirli bir üretim veya hizmet dalında faaliyet gösteren ve bu faaliyeti nedeniyle işçi istihdam eden şirketlerdi. Bu yasa kapsamına göre yalnızca işçi kiralamak amacıyla şirket kurulamıyordu. Ancak bu güvence de işverenlere fazla geldi ki, özel istihdam büroları ile bu işçi derdinden kurtulmak istiyorlar. Yapılmak istenilen düzenleme ile özel istihdam büroları işçiyi kendi bünyesinde işçi sayarak, patronları bu dertten tereyağından kıl çeker gibi kurtaracaklar. Nasılsa dönem de buna uygun…Önlerinde engel olacak, arıza çıkaracak işçi de yok, sendikada yok…alternatif örgütlenme de yok…

İşçi Kiralamak Gerektiğinde Sınırlar Bir Anda Ortadan Kalkıyor.

Özel istihdam bürolarının bir boyutu da bu büroların uluslararası çalışarak, ucuz iş gücünü dünya ölçeğinde sömürüye sunması. Özellikle AB ülkelerinde esnek çalışmanın önünü açabilmek için uygulanıyor. Avrupa, 1950’li ve 1960’lı yıllarda hızlı endüstrileşmesine bağlı olarak ortaya çıkan büyük işgücü ihtiyacı nedeniyle işçi istiyordu. Avrupa emperyalistlerinin nüfusun artmaması ve yaşlanması sebebiyle bugün de (başkaca nedenlere de bağlı olarak) nitelikli işçiye ihtiyacı var; ancak 1960’lı yıllarda gelenler gibilerini istemiyor. Yani öyle bir düzen kurulmalı ki, işçi yerleşemesin, hak isteyemesin. Kiralık işçi bürosu Türkiye’de Türkiye şartlarına göre iyi gibi gözüken ücretlerle işçi kiralasın, gönderilecek olan kiralık işçiler belirli süreli iş sözleşmeleri ile çalışsın ve sürenin sonunda Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalsın. İşçiler sessiz köleler

olsun ama patronun hastalık, bakım ve gözetim, emeklilik, tazminat gibi sorumlulukları da olmasın. Bugün İş Kur kanalıyla yurt dışına gönderilen inşaat, makine, tekstil işçilerinin tamamı 11 aylık sözleşmelerle çalıştırılıyorlar, sözleşmeleri yenilenmediği için sınır dışı ediliyorlar, sözleşmesi yenilenip bir yılını dolduranlar da tazminatlarını ya da başkaca haklarını alamıyorlar. Çalışma izni olmadan bir ülkeye giden ve çalışan işçiler “kaçak” sayılırken araya patronların al-i menfaatleri girince “kalifiye eleman” olup baş üstünde tutuluyorlar. Tabi o da sözleşmeleri bitene kadar...

Özel İstihdam Büroları İşçi Fabrikaları Gibi Çalışacak

İş kur verilerine göre sadece İstanbul’da 219 adet özel istihdam bürosu var. Türkiye genelinde ise şubeleri saymazsak dahi 312 adet şirket var. Bunlar faaliyetine izin verilen bürolar. Hali hazırda izin bekleyen ya da izin almaksızın faaliyete geçmiş şirketlerin istatistikleri tabi ki yok. Özel istihdam büroları ile öncelikli olarak bildiğimiz “patron” kavramı değişiyor. Üretimden gelen gücümüzle karşısına dikilebildiğimiz bir patronumuz artık olmayacak. Ücretimizden, SGK primimizden, ikramiyemizden, hastalığımızdan, yaşlılığımızdan yanında çalıştığımız değil, bize iş bulan aracı kurum sorumlu olacak. Zenginliğine zenginlik kattığımız patrona karşı grev hakkımızı kullanamayacağız. Ücretimiz geciktiğinde yasal hakkımızı kullanıp üretimi durduramayacağız. İşyerinde misafir olacağız. Grev, toplu sözleşme, izin, kıdem ve ihbar tazminatı isteyemeyeceğiz. Çünkü muhtemelen 10 aylık, 11 aylık belirli süreli sözleşmelerle çalıştırılacağız. Hadi diyelim ki, patron tüm işçileri özel istihdam bürosundan getirtmedi. Bu defa da iş güvencesinden yararlanılmasın diye patron 29 işçide kalacak, kalanını bürodan alacak. Engelli çalıştırmayayım diye 49 işçide kalacak, kalanını bürodan alacak. Kreş kurulmasın diye 99 kadın işçide

kalacak... Bölgesel asgari ücretin uygulama imkanları yaratılacak. Özel istihdam bürolarında çalışanlar gittikleri işyerlerinde varsa sendikalardan faydalanamayacağı gibi sendika kuramayacaklar. İşçilik kölelikten beter olacak. İş kazaları nedeniyle kimse sorumlu tutulamayacak. Bir masa ve sandalyeden ibaret olacak bir özel istihdam bürosu 2000-3000 işçinin hakkından sorumlu tutulacak. Asıl işverenler işçinin maddi, manevi hiçbir yükünü kaldırmayacaklar. 1000 kişi ile üretim yapan bir fabrikada bile, tüm işçiler kiralık olabilecek ve işverenin tek sorumluluğu özel istihdam bürosuna karşı olacak.

Özel İstihdam Büroları Köleliğe Geri Dönüştür

Çalışma koşulları, meclisten geçen her yasa ile daha da güvencesiz hal geliyor. Özel istihdam bürolarının kurulması ve yaygınlaşması köleliğin resmen tanınması ve köle kullanıcılarının yasallık kazanmasından başka bir anlam ifade etmiyor. Zaten hali hazırda, parça başı çalışma, günlükçü çalışma, ödünç iş ilişkisi ile çalışma, kısmi süreli çalışma gibi birçok esnek çalışma yöntemi ile işçiler birçok haklarından mahrum bırakılıyor. Piyasanın ve yasaların işverenleri koruyan kalkanları her geçen gün kalınlaşıyor. Özel istihdam büroları, işçilerin meta gibi- makine gibi alınıp satılabilmesi, değiştirilebilmesi ve çoğu kez kullanılıp atılmasını sağlar duruma getirilmesinde atılan en ciddi adımlardan biri olacak. Bu sebeple özel istihdam bürolarının kurulmasına izin vermemek, kurulmuş büroların kapatılması için ciddi bir mücadele örmek gerekiyor. Mevcut haklarımızın elimizden gitmesine izin vermemiz gerekiyor. Bu uygulamanın önüne geçemediğimizde ise, bizden önce işçilerin nice bedeller ödeyerek kazandığı ve halen kullanmakta olduğumuz birçok hak için her şeyi en başından başlatmamız gerekecek. Bir düşünelim: bu daha zor değil mi?


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

Dinozorlaşan Kriz 2008

’de başlayan ekonomik kriz kendi içinde evirilerek sürekli biçim değiştiriyor. Çıkış yeri, aldığı borcun faizini bile ödeyemeyeceklere fahiş faizle adeta zorla borç vermek. Nedeni, üreterek daha fazla para kazanma sisteminin sınırlarının ortaya çıkmasına rağmen kârı en fazlaya çıkarma güdüsünün törpülenememesi. Bulunan yol, paradan para kazanma. Oysa insanlık tarihinin bize öğrettiği en yaman gerçeklik, yoktan var etmenin bir tek ‘tanrıya’ mahsus olduğu. Kendini tanrı yerine koymaya yeltenen yeni liberalizm şimdi bu acı gerçeklikle yüz yüze. Krizin nasıl aşılacağı konusunda bugüne kadar yeni liberalizmin müritleri tarafından ‘U’, ‘ W’ veya ‘L’ harfleri ile tarif edilen yorumlar yapıldı. ‘U’ harfinin tapınıcıları, kriz bir kez dibe vurduktan sonra tekrar ekonominin yükseleceği fetvasını verdiler. ‘W’ ile kast edilen iki kez dibe vuruş beklentisi, ‘L’ ise krizden çıkışın oldukça yavaş olacağı beklentisi. Krizin üçüncü yılında ‘U’cuların yanıldığını söylemeye gerek yok. Acaba ‘W’ciler mi yoksa ‘L’ciler mi haklı? Cevap vermeden bizzat paradan para kazanma peşinde koşan ‘kârhaneler’* caddesi Wall Street’in yetiştirdiği bir ‘dâhinin’ sözüne kulak verelim. Andre Kostolany, günde milyonlar kazandığı (ve sonra kaybettiği) işinden olduktan sonra borsayı bir köpeğe, ekonomiyi ise onun sahibi bir insana benzetiyor. “Normal zamanlarda borsa, yolda sakin sakin yürüyen bir insanın (ekonominin) köpeği gibi, onun sağında, solunda veya arkasında önünde dolanır. Ama sonunda hem insan hem de köpeği, birlikte evden çıkar, dolanır ve birlikte eve geri dönerler” diyor Kostolany. Ancak 2008’de ona göre bambaşka bir şey yaşanmış, ipini tuttuğu köpeğin kendisi farkında olmadan bir ‘Tyrannosaurus Rex’e dönüştüğünü dehşetle görmüş. Ve bu ‘tarih öncesi’ yaratığın kendini peşinden sürükleyerek ‘kârhaneler’ caddesinden yakın şehirdeki ‘beyaz

saraya’ koşmasına engel olamamış. Kostolany bununla ne demek istiyor?

Zehrin Yaratıcılığı

Borsacıların kendi aralarında yarattığı deyimlerin bir tanesini bu kriz döneminde artık herkes öğrendi ‘toxic paper’. Kastedilen karşılığı olmayan kâğıt, yani değer. Borsada alınıp satılan türlü çeşitli değerli kâğıtların bir kısmının aslında üzerinde yazılan değerde olmadığı bilinir. Borsadaki kâr ve zararların kaynağı da zaten budur, 100 Liralık bir hisse senedini 120 liraya alarak 140 liradan satarsan kâr edersin, ama bu kâğıt 120 liranın altına düşmeye başladığında elden çıkarmak istersin ve diyelim 110 liraya satarsan 10 lira zarar edersin. Ama bu kâğıdın tümden değer kaybedeceği bilinirse artık bu kâğıdı kimse almak istemez ve sahibinin elinde kalır. Borsacıların kast ettikleri ‘zehirli kâğıtlar’ bunlardır. Krizin başladığı yere geri dönelim. Ev almak için bankadan ipotek kredisi alanların bir kısmının bu ipoteklerin faizlerini ödememesi ile krizin patladığı söyleniyor. Karikatürize edelim, bankalar yıllarca kirada yaşayan bir dar gelirliye, “ne olacak biraz kemer sıkarak ödersin” diyerek ipotek veriyor ve adamı ev sahibi yapıyor. Başlangıçta her şey tıkırında, dar gelirli hayalini kurduğu eve kavuşmuş, bankada riski yüksek olan yüksek faiz geliri ile kârını arttırmış durumda. Kemerde sıkacak delik kalmayınca, yani dar gelirli ipotek faizini ödeyemeyecek duruma gelince, bir anda bu ‘saadet zinciri’ kopuyor. Ancak saadet zinciri eskiden farklı olarak sadece banka ve dar gelirli ile sınırlı değil. Banka verdiği ipotek karşılığı aldığı borç kâğıdını, elindeki başka borç kâğıtlarına karıştırarak yeni bir ‘ürün’ olarak borsaya sürdüğünden, saadet zincirinin halkaları genişlemiş. Sırf kâr etmek için sayısı, miktarı ve çeşidi belli olmayan bu ‘ürünler’ tüm piyasanın gözdesi iken birdenbire paçavraya dönüşmüş, ‘zehirlenmiş’, bankaların kasaları zehir deposu

olmuş. Ancak biliyoruz üst üste yığılan bu zehirler, oldukları gibi durmazlar. Çeşitlerine, bir arada kaldıkları şartlara ve sürelerine göre başlarlar ‘mayalanmaya’. Gün geldi bu mayalanma bir patlamaya neden oldu, bir anda bankalar ‘kâğıttan kaplanlar’ gibi devrilmeye başladı. İyi zamanda ettikleri kârları ceplerine indirenler, devletin ekonomiye her türlü müdahalesini ‘plan ekonomisi’ (komünizm) olarak görenler hemen ‘devlet babalarından’ yardım dilenmeye başlarlar. Kârlar kendilerinin kârıdır, ama zararlarını toplum ödemelidir!

Mehmet Akyol

Kapitalist girişkenlik başarı getirirse, kâr kapitalistin özel mülkü oluyor, ama başarısız olunca zararı toplum üstlenmek zorunda. Bu prensibin, kitaplarda bize öğretilen kapitalist üretim biçimi ile bir bağlantısı olmadığı son derece açık. Bu değişimin sırrı ise yukarıda sözü edilen zehirlerin mayalanmasında gizli. Köpeği dinozor yapan ‘sihir’ de gene bu mayalanmada.

‘Nur Topu’ Gibi Bir ‘Canavarımız’ Oldu

Yeni liberalizmin yarattığı zehirlenmenin ilk mayalanması 1997 yılında yaşandı denilebilir. Mali piyasanın o dönem ihtiyaç duyduğu kaynakların yaratılması için hiç bir banka diğerine güvenmemeye başlayınca bir anda piyasa durdu.

17


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

Duvarın yıkılışı sonrası yaşanan bu ilk krizin, daha önceki krizler gibi olmadığı ise ancak şimdi görülebilmekte. Daha önce yaşanan irili ufaklı diğer krizlerin ekonomik arka planı üretim fazlalığı iken, artık yeni bir faktör daha sahne alıyordu, güvensizlik. O dönemi bir hatırlayalım. Duvarı yıkan kapitalizm, bilimsel ve teknolojik devrimlerle zaferini taçlandırıyordu. Görünürde de olsa en önde koşan, iletişim teknolojisi oldu. Her yenilik bir şirketin kurulmasını getiriyor, bu şirketlerin hisse senetleri borsalarda kapışılıyordu. Oysa bunların, piyasaları ‘ateşleyecek gazlar’ olduğunu en iyi bu hisse senetlerini piyasaya süren bankalar biliyordu. Rakiplerinin ‘gazına’ gelmemek için her şeye şüphe ile bakmaya başladılar ve sonunda bu gazlarla şişen balon patladı. Zehirleri mayalandıracak ortam da ortaya çıkmaya başlamış oldu. 2008’e e doğru önce büyük bankalara sahip İrlanda, İzlanda gibi küçük devletler, bankaların devasa borçları altında ezildiler. Onu İspanya, İngiltere gibi yine büyük emlak şirketlerine sahip büyük devletler izledi. Sırada artık ‘süperler’ var, ABD ve AB. Mayalanma sonucu adeta geriye doğru evrimleşerek dinozorlaşan köpekler (borsa) ise, ‘kârhane’ sokaklarından parlamentolara yöneldi. Borsa tık deyince hükümet başkanları tatillerini yarıda kesip bir siyasal zirveden diğer ekonomik zirveye koşar oldular. Milyarlık ‘kurtarma’ paketleri havada uçuşuyor. Bir kaç yıl öncesine kadar düşünülemeyecek adımlara borsa omuz silkiyor, ‘çok geç’ veya ‘çok az’ diye. Ve hemen ardından bir sonraki zirveler, paketler…

Canavarın Yaratılışı

1980 yılından bu yana tüm dünyada ülkeler mali piyasalara her türlü kolaylığı getirmek için adeta yarışa girdiler. Yeni Liberalizmin öncü vuruşlarıyla tüm ekonomiyi para politikalarına teslim etmenin doğal sonucu olarak, her türlü engel ortadan kaldırıldı, vergi yükümlülükleri en aza indirildi. Kısa bir süre sonra bunun sonuçları alındı, borsalarda kazanç rekorlarının ardı arkası gelmedi. Sistemin getirdiği riskler sürekli göz ardı edildi. Borsalar giderek bir

18

kumarhane gibi çalışmaya başladı. Ancak aradaki fark büyüktü, kumarhanede insanlar kendi paraları ile oynarken, borsada oynayanlar hep başkalarının paraları ile bu işi yapıyorlardı. Üstelik başkaları adına giriştikleri kumarı garanti altına almak için bu sefer bizzat riskler üzerine yeni mali ‘ürünler’ ‘yaratarak’ durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirdiler. Artık bir başlatıldığında ne kadar süreceği belli olmayan zincirleme bağlantılar ortaya çıkmıştı, tıpkı radyoaktif bir süreç gibi. 2008 krizi ertesinde hükümetlerin karşı karşıya kaldıkları olay tam da buydu. Ve bu nükleer sürece devletlerin tepkisi, patlayan nükleer reaktördeki yangını söndürmek için su sıkmaya benzedi. Trilyonlara varan kurtarma paketleri bu sefer devletleri batma tehlikesi ile karşı karşıya bıraktı. Borsanın mayaladığı ze-

nün peşinde diye sormaya yanaşmaması akıllara bir dizi soruyu getiriyor. Gerçekten borsa, bankalar ne işe yarar acaba?

hirler önce borsayı batırırken, onu kurtarmaya yeltenen devletler de bir anda zehirlenmeye başladılar. Bankaları kurtarmak için bir çırpıda milyarları gözden çıkaran devletlerin kasaları boşaldı. Kriz öncesi devletlerin borçları, yıllık milli gelirin %70’i civarında iken bir anda %100’e kadar çıktı. Yapılanları ise görüyoruz, işsizliğin diz boyu olduğu bir ortamda, giderleri kısmak için sosyal harcamalar budanmaya başladı. Yapılanların özeti, sorumluluğu olmayanlara sorumluluk yüklemek, sorumlu davrananları cezalandırmak oldu. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir gelişme ile karşı karşıyayız, Somali’de insanlık dramını üç satırla geçiştiren gazetelerin sayfaları döviz kurları ve borsa endeksleri ile dolu. İşin ilginç yanı kimsenin bu borsalar ne işe yarıyor diye sormaması. Borsalar tıpkı bir hayvan sürüsü güdüsü ile işliyor diyenlerin, neden insanlık bu sürü-

ileri gelir. Bu kotarış sırasında kapitalist: “SERMAYE SAHİBİ” adını alır. Ancak, aslına bakarsak, kapitalist yalnız sermaye ilişkileri bakımından sermayenin sahibi gibi görünür. Klâsik anlamda kapitalist ise, kullandığı sermayenin MÜLKİYETİ’ne sahip olmaktan uzaktır. 0 sadece bir girişkindir ve girişkinliği ile bir yerden bir sermaye bulmuştur. Yani kapitalist cebinde hazır olan parayı kullanmaz. Başkalarının ceplerinde veya küplerinde yahut kasalarında duran paralarını ödünç olarak alıp kullanır. Normal kapitalistin kendisi de kimseden babası hayrına on para isteyecek enayi açıkgözlerden değildir. Kapitalist, girişkinliği sayesinde ortalıkta yararlı, verimli iş alanları açarak ve parası olanlara temiz kazanç göstererek gerekli sermayesini toplar. Yani, kapitalist sermayeyi kira ile aldığı kimselere; karşılık öder. Bu sermaye kirası ödenen karşılık kazanca FAİZ denir.

Köpeğin Doğuşu

Yukarıda yazılanlar bize iç içe girmiş, dağınık bir yumak görüntüsü veriyor, bir yerden çekiyorsunuz, başka bir yerden yeni bir düğümle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu darmadağınık yumağın ilk ve en saf biçimini Kıvılcımlı Üretim Nedir? adlı eserinde dupduru şöyle anlatır. ‘Kapitalizmde üretim deyince gözümüz önüne ne gelir? Biliyoruz, KAPİTALİST adını alan kişi ilkin sanıldığı gibi cebi para dolu bir Kaarun değildir. Kapitalistin en birinci karakteri GİRIŞKİN (müteşebbis) kişi olmasıdır. Girişkinliği nereden gelir? O zamana dek görülmemiş bir üretim yordamını kotarmasından

Böylece Kapitalizm normal olarak daha doğarken hatta doğabilmek için yanı başında sırf para işleriyle uğraşan bir zümre yaratır. O zümreye vaktiyle Sarraf derlerdi. Şimdi topuna birden Bankacı adı veriliyor. Başka deyimle, Kapitalizm sermaye bulmak için bankalara başvurur. Sarraflar, bankerler, sigortacılar, borsacılar ve ilh. bir sürü para oyuncuları asıl girişkin kapitalist sayesinde sermayelerini işletirler. Eğer ortada olumlu iş yapan, yaratıcı ve üretmen bir girişkin, kapitalist zümresi olmasa, bu para kapitalistleri yaşayamazlar.’ Karmaşık olaylar zinciri karşısında bu uzun alıntıyı akılda tutmakta yarar. Elbetteki günümüzdeki karmaşık borsa ilişkilerini bununla açıklamaya yeltenmek en azından saflık olur. Borsa asıl amacından bambaşka şeylerle uğraşıyor, bu körbağırsağı kesip atalım demek de aslında bir şey dememektir. Anlaşılması gereken nokta, mevcut krizin klasik krizlerden farklı olduğudur. Tıpkı 19. Yüzyılın sonunda sistemin serbest rekabetçi döneminden tekelci dönemine geçmesi gibi köklü bir değişimle karşı karşıya mıyız? Asıl cevap bekleyen soru bu olsa gerek. Kostolany’nin köpeği işte bu şartlarda doğdu. Oysa artık karşımızda bu köpek yerine bir dinozor var. Darwin duysaydı herhalde bu evrime şaşar kalırdı. Böylece kapitalist üretim yordamının dört ayağından birinin tam bir mutasyona uğradığını görüyoruz. Üretim için ortaya çıkan bu unsurun(mali sistem dediğimiz bu şeyin) artık üretimle bir bağlantısı kalmamış durumda. Ama ne kapitalizm onu sırtından atma derdinde, ne de kapitalizmi tarihin çöp sepetine atmak isteyenler bunu yapabilecek güçte. Duvarın yıkılması ile geleceğe ilişkin tüm projelerimizin adeta bir buhar haline dönüştüğü bir dönemdeyiz. Mevcut sistemin de bir geleceği olmadığını görmek bizleri yeniden gelecek projelerine yönlendirmelidir. Evet, ‘bu düzende iş yok’. İş gene başa düştü deyip taşın altına elimizi koyma zamanıdır. * Kârhane kelimesini burada, tek amacı paradan para kazanmak, kar etmek, olan işletmeler anlamında kullandım. Ayrıca akıllara başka bir şey daha gelmesin de demiyorum.


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

Ev işçisiydi, ev işçilerinin mücadele sembolü oldu

F

atıma Aldal’ı hepimizin yaşamına İmece Kadın Sendikası Girişimi soktu. Geçen sene 5 Mayıs’ta iş cinayetinde yaşamını yitirmişti Aldal. Kartal Maltepe’de temizliğe gittiği bir evde, yani iş yerinde cam silerken sürgülü balkon penceresiyle birlikte 4. Kattan düşmüştü. İmece Kadın Sendikası G. üyesi kadınlar göz göre göre gerçekleşen bu iş cinayetine baş kaldırdılar. Sokağa çıktılar. “Kader değil İş cinayeti” diyen kadın emeği savunucularının geçen yıl 12 Mayıs’ta Ankara’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın kapısına dayanmaları sonuç vermişti. Önce “haberimiz yok” diyen Bakanlık, görüşme sonucunda kazayı araştırması için iş müfettişi görevlendirmişti. Ancak İmece Kadın Sendikası G. ev işçileri için bir ilk olan bu kazanımı yeterli görmedi ve açılan kamu davasına dikkat çekmek üzere bu sefer kadınları mahkemeye sahip çıkmaya çağırdı. Ev işçileri, Fatıma’nın bir kâğıt parçası olmadığını, bir evrak olmadığını, ya da gazetelerde birkaç satırlık haber olmadığını gösterdiler bize. Fatıma Aldal’ın senin benim gibi canlı kanlı bir insan olduğu, O’nun da bir yaşamı olduğu; sevdikleri, çocukları bulunduğunu gözümüze soktular.

Görmezden Gelinmesi Hiç Tesadüf Değil

Neoliberal kapitalizmi en başarılı şekilde uygulayan mevcut düzenin Fatıma’nın emeği gibi ölümünü de görmezden gelmesi hiç de tesadüf değil. Başka Fatımaların iş cinayetinde ölmemesi için, yok sayılan ev işçilerinin, gündelikçi kadınların işçi olduğunun kabul edilmesi için, evdeki ücretsiz emeğin görünmesi ve haklarının verilmesi için ve erkek egemen

kapitalist sistemin emeğimizi yağmalamasına dur demek için bu dava dönüm noktası olmuştur.

İş Kazası Önlenebilirdi

Evet, Fatıma’nın bir hayatı vardı. Kapitalizmin daha da vahşileşen neoliberal döneminde en aşağılara iteklenen kadın emeğinin görünmezliği ve vahşi sömürü ilişkileri içinde Fatıma hayattan koparıldı. Kesin olarak önlenebilir bir iş kazasında yaşamını yitirdi. Yüksekte çalışma konusunda yapılmış yasalara, mevzuatlara uyulması durumunda böyle bir kaza yaşanmayacaktı. Fakat mahkemeler bu gerçeğin peşinde olmadıklarından sadece mevcut yasaları uygulamakla yetinmekten gocunmayacaklar ve bu kazanın iş kazası olduğunu dahi kabule yanaşmayacaklar. Fatıma’nın davası görülürken binlerce ev işçisi yüksekte çalışacak, temizledikleri evin pencerelerini dışarıdan silmeye devam edeceklerdir. Sadece ev işçileri değil ücretsiz kadın emeği de benzer pozisyonda olacak, yani ev kadınları da aynı işi yapacaklardır. (Pek çok ev kadını cam silerken pencereden düşerek yaşamını yitirmektedir.) Gelin görün ki yetkililer gözlerini kapatmaya devam edecekler, iş güvenliği tedbirleri alınmadan yüksekte çalışmayı engelleyici önlemler almaya yanaşmayacaklardır. Bu nedenle; Fatıma Aldal davasının bir iş kazası davası olduğunu bütün toplumun kafasına kazımak, ev işçilerinin, gündelikçi kadınların ve ücretsiz ev işçilerinin hem meslek hastalıkları hem de iş kazalarına karşı korunaksız olduklarına dikkat çekmek, bıkmadan anlatmak ve bu davaya başta bütün kadınlar olmak üzere herkesin sahip çıkmasını sağlamak son derece

önemlidir.

Yasal Değişimler Gerekli Ancak Yeterli mi?

Güler TOPRAK

Ev işçileri dünyanın pek çok ülkesinde iş yasası kapsamında değil. İş yasasına almış olan ülkelerde ise ev işçilerinin özgün şartları çoğu zaman gözetilmediğinden uygulanması mümkün olmuyor.

Ve küresel ekonominin bir sonucu olarak göçmen ev işçiliği, sınırlar arasında insan trafiği artıyor. Bu durum çalışma şartlarındaki olumsuzlukları kat be kat büyütüyor. Bütün bu birikimlerin sonucu olarak dünyada ev işçileri ayakta. Geçen yıl Haziran ayında Uluslar Arası Çalışma Örgütü ILO C189 “ev işçilerine insanca iş” sözleşmesi böyle bir mücadelenin sonucunda kabul edildi. Ve dünyanın pek çok ülkesinde bir araya gelen ev işçileri artık tanınmak ve haklarına kavuşmak istiyor. Ev işçilerinin asgari taleplerini içeren ILO C189 sözleşmesi elbette sınırlı kazanımlar içeriyor. Ancak ev işçileri bunu bir basamak yaparak mücadeleyi yükseltiyorlar. Bununla birlikte cinsiyetçi toplumsal iş bölümünün, erkek egemen kapitalist sitemin ve

Fatıma Abdal davasının bir iş kazası davası olduğunu bütün toplumun kafasına kazımak, ev işçilerinin, gündelikçi kadınların ve ücretsiz ev işçilerinin hem meslek hastalıkları hem de iş kazalarına karşı korunaksız olduklarına dikkat çekmek, bıkmadan anlatmak ve bu davaya başta bütün kadınlar olmak üzere herkesin sahip çıkmasını sağlamak son derece önemlidir. 19


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

neoliberal politikaların ev hizmetlerinin kayıtsız alana hapsedilmesindeki rolünü de gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu nedenle ev işçilerinin iş yasası kapsamına girmek için verdiği haklı mücadele son derece gerekli ancak kadın emeğinin sömürüsünün ortadan kalkması için yeterli olmayacak. Onun için de aynı zamanda erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadele edilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Örneğin; neoliberal politikalar sonucunda her geçen gün güvencesizleşen emek piyasası yasaları by pas ediyor ve kuralsız ekonomiyi büyütüyor. Bunun sonucunda iş yasası kapsamında olan pek çok sektörde çalışan işçilerin sosyal güvenlik şemsiyesi dışına atıldığını da biliyoruz. Kayıtsız güvencesiz çalışmanın büyüdüğü, hele hele bu alanı kadın emeğinin doldurduğu ve iş kazalarında dünyada ilk sıralarda bulunan bir ülkede yaşadığımızın bilinciyle hak mücadelesi için yola çıkan ev işçilerinin önünde uzun ve zorlu bir yol olduğunu da görmek zor değil. Ancak artık hiçbir şey bu mücadeleyi durduramaz. Dünya egemenlerinin söz birliği etmişçesine ev emeğini yok saymasına inat biz kadınlar da artık Fatıma’ya söz veriyoruz.. Ücretli ücretsiz ev emeğinin haklarını savunmak için, ev işçilerini iş yasasına sokmak için, erkek egemenliğine ve cinsiyetçi iş bölümüne karşı mücadele etmek , iş cinayetinin hesabını sormak için, örgütlenerek ev işçilerinin sesi olmak için… Fatıma Aldal bir ev işçisiydi. Şimdi ise ev işçilerinin mücadele sembolü oldu.

Ev işçisi kadınlar Hakları için Meclis’e Gitti ILO

C 189’un imzalanmasını isteyen İmece Kadın Sendikası Girişimi, Mecliste temaslarda bulundu. Bakanlık müsteşarı Erhan Batur, Bakan onaylamazsa adım atılamayacağını söyledi. Ev işçisi kadınların iş yasaları kapsamına alınması ve ev işçilerine ilişkin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün hazırladığı ILO C 189 sözleşmesinin imzalanması talebiyle yürütülen kampanya nedeniyle İmece Kadın Sendikası Girişimi’nden bir heyet Meclisi ziyaret etti.

Heyette İş Kazasına Uğrayan Ev İşçisi De Var

Heyet içerisinde, daha önce iş kazası yaşadığı için iş göremez raporu almış Minire İnal da yer aldı. İnal, 2009 yılında Antalya’da 3. kattan aşağı düşmüş, omurgasında kırıklar oluşmuş. 2 yıl yatarak tedavisi görmüş. Doktoru “asla eskisi gibi olamazsın” demiş. Özürlü kadrosunda iş bulmak için SGK’ ya ve iş kura yaptığı başvurular sonuçsuz kalmıştı. İnal, işçi statüsünde sayılmadığı için malulen emekli olamıyor, işvereni hakkında ‘iş kazasına sebebiyet vermek’ gerekçesiyle dava açamıyor.

“Sizin Yasalarınız Hayatımda Bir Şey Değiştirmedi”

Heyet, CHP Kocaeli Milletvekili Haydar Akar , CHP İstanbul Milletvekili Binnaz Toprak’la görüşerek hazırladıkları dosyayı teslim etti. Haydar Akar eşliğinde Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Sibel Gönül ile görüşen heyet burada sorunlarını dile getirmede oldukça zorluk yaşadı. Komisyon başkanı kadınlara söz fırsatı vermeden AKP politikalarının başarısından dem vurunca ev işçisi Yıldız Ay “sizin yasalarınız benim hayatımda hiçbir şeyi düzeltmedi” diyerek ev işçilerinin sorunlarını anlattı.

20

Ay, ev kadınları gibi ev işçisi kadınların da emeğinin görünmediğini belirterek, var olan yasal mevzuatın ihtiyaçlarını karşılamadığını belirtti. Ev işçisi kadınlar, işçi statüsünden yararlanamadığı için, meslek hastalıklarının kabul edilmediğini, işyeri önlemlerinin alınmadığını ve emeklilik haklarının olmadığını ifade etti.

Müsteşar Bakan’ı İşaret Etti

Ev işçisi kadınlar daha sonra Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşarı Erhan Batur’la görüştü. Kadınların taleplerini dinleyen Batur, İmece Kadın sendikası Girişiminden konuya ilişkin yasa ya da yönetmelik örneği hazırlamasını ve daha sonra birlikte konu üstünde çalışmayı önerdi. Ev işçilerinin sorunlarıyla ilgileneceğini söyleyen bakanlık müsteşarının, “ Yalnız ben size söz veremiyorum. Sonuçta son sözü Bakan söyler” demesi dikkat çekti. Ev işçileri, 6 Mart tarihinde de BDP Eş başkanı Gülten Kışanak ve BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel’le görüştü.

Neden Çıkarmıyortlar Anlamadım!

Daha önce güvencesiz işçilerle ilgili yasalar üstüne yaptıkları tartışmalarda hükümet üyelerine ev işçilerinin yasalaşması konusunda eleştirdiğini söyleyen Kışanak; “hükümet neden bu konuda adım atmıyor ben anlamış” değilim dedi Dünyadaki çözüm örneklerin-

den de yararlanarak bir öneri geliştirmek gerektiğini belirten Kışanak ve Tuncel, “birlikte çalışarak bu konunun üstesinden geleceğiz hiç merak etmeyin” dediler. İmeceli kadınlar Mecliste görüştükleri kişilere ev işçileri hakkında hazırladıkları dosyayı verdiler. Dosyada, Minire İnal’ın kendi ağzından yazılmış bir mektup, ev işçisi kadınların talepleri, Fatıma Aldal’ın iş kazası geçirdiğine dair Bölge Çalışma Müdürlüğüne verdikleri şikayet dilekçesi, ILO C 189 şartı yer alıyor. Ev işçisi kadınların talepleri ise şu şekilde:

Ev İşçilerinin Talepleri

- Ev hizmetlerinin iş yasası kapsamına alınması, - Ev işçilerinin sosyal güvenlik çatısı altına alınması, - İş kazası ve meslek hastalıkları yaşanmaması için ev işçilerinin iş yerlerinde, önleyici tedbirlerin zorunlu tutulması, - Kaçak çalışan göçmen ev işçilerinin kölelik koşullarına son verilmesi, - Ev kadınlarının sosyal güvenceye ve emeklilik hakkına kavuşturulması, - Gündelikçi, bakıcı, aşçı gibi tüm ev hizmetlerinde çalışan kadınların sigorta primlerinin en az 5 yıl boyunca genel bütçeden karşılanması, - Sigortası hiç yapılmamış kadınlara da doğum borçlanması imkânının tanınması. (Etha’dan yararlanıldı)


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

ORTA DOĞU’DA YENİDEN YAPILANMA SANCILARI

O

rta Doğu yeni bir dönemin derin sancılarını yaşıyor. Petrol alanları üzerindeki güçler dengesi değişti ama üzerindeki politik kurum ve yapılar bu değişime uygun şekillenmedi. Şekillenmek zorundadır. Gerici Arap iktidarları olan Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülke petrollerinin Batı’ya sunulmasında büyük bir sancı yoktur. Ancak mevcut Arap Baharı’nın bir gün buralarda da eseceği kesindir. Bu iktidarlar baharı ertelemek için halklara epey para pompalamak, göstermelik reformlar yapmak zorunda kaldılar. Ama henüz olması gereken yapılmadı. Bu nedenle buralarda da önümüzdeki günlerde bölgedeki gelişmelere eş değişimler kaçınılmazdır.

Petrol Yolları

Diğer yandan bu ülke petrollerin Batı’ya akış yollarında sorunlar doğdu. Yemen her ne kadar bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda bir seçim yaşamış ve Salih’in başbakanı tek aday olarak seçimlere girip kazandıktan sonra yemin etmiş olsa da, henüz ülkede demokrasiye geçişten söz etmek olası değildir. Ülke güneyi -eski Güney Yemen- bu seçimleri boykot ederek ülkenin daha durulmayacağını ve Kızıl Deniz’den petrol akışının güvenliğinin teminat altında olmadığını göstermiş oldu. Kızıl Deniz’in ortalarında Somali korsanları kaç tane petrol tankeri rehin aldılar belli değil. Afrika kıtasında en büyük soygunları yaşayan halk şimdi korsanlık ile Batı’dan intikamını almaya çalışıyor. Korsan sorunu da Somali halklarının sömürüsü bitmeden sona ermeyecektir. Batı bunun farkında. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda İngiltere sorunu çözümü için bir toplantı düzenledi. Petrol yolunun güvence altına alınması için dört koldan çalışılıyor. Kızıl Deniz’in kuzey ucunda Süveyş kanalı ve Mısır var. Mübarek gittikten sonra Mısır Batı rayına henüz tam oturmuş değildir. Her ne

kadar seçimleri kazanan Müslüman Kardeşlerle işbirliğine girilse bile yeni iktidarın Süveyş kanalını ne kadar denetimi altına alacağı ve bunun ne kadar Batı hizmetine verileceği belli değildir. İktidar Sina yarımadasından İsrail’e giden boru hattını bile denetleyemiyor. Devrimci güçler sürekli olarak boru hattını bombalıyorlar. Gelecek günlerde Batı karşıtlarının Süveyş kanalı üzerinde ne türden tehditler oluşturacağı Batı açısından soru işaretleri ile doludur. Öte yandan petrol akışının en büyük güvencesi ABD donanma üssü Bahreyn’de bulunuyor. Ülkenın kendisi karışık ve Suudi Arabistan askerlerinin işgali altındadır. Ancak yakın gelecekte bu denge değişebilir ve ABD, pılısını pırtısını toplayıp yeni bir alan aramak zorunda kalabilir. Bütün bu yazdıklarımız içinde elbette en önemlisi İran’dır. İran son gelişmelerde Pers Körfezinin girişinde askeri tatbikatlar yapmaya başladı, çeşitli tehditler sonucu da Hürmüz boğazını kapatabileceğini açıkladı. Uzun sözün kısası gerici iktidarların kendi ülke dengelerini dikkate almasak bile petrolün batıya ulaşım yollarında yaşanan gelişmelerden dolayı akışın batı açısından bir güvenliği kalmamıştır. Batı eğer bir güvence istiyorsa yeni politikalar bulmak zorundadır.

İran Faktörü

Bölgedeki değişikliğin en büyük etkeni İran’dır. Batı’nın “en büyük düşman ve kendisine en büyük tehdit” olarak gördüğü ülke bölgede etkinliğini ve gücünü görülmedik şekilde arttırdı. ABD ve Batı, Irak’ta yenildi ise İran kazandı. Batı’nın tüm baskılarına ve Sünniler eliyle hemen hemen her gün ülkede bombalar patlamasına rağmen Maliki Şii iktidarı, İran ile iyi ilişkiler kurmaktan alı konulamıyor. İran sanki genelde Batı denetiminde olan Irak petrollerini koruma işlevi görmektedir. Maliki Batı baskılarına karşı İran’a dayanmakta ondan destek almaktadır. Bu engellenemiyor. Irak,

Suriye olaylarında bile İran’dan yana politikalar benimsiyor Esad rejimine karşı cephe almıyor. İran başından beri bölgede izole edilmeye, yalnız bırakılmaya çalışıldı. ABD bu politikasında da başarılı olamadı. Türkiye, her ne kadar İran’a yönelik füze kalkanının yerleştirilmesine izin verse, Libya ve Suriye olaylarının gösterdiği gibi daha gerici zemine kaysa bile İran’la ilişkilerini kesmiyor, tarafları masada görmek istediğini söylüyor. İran yalnız bırakılmak şöyle dursun, komşuları ile ilişkilerini geliştiriyor. Hatta ABD’nin bir zamanlar en yakın dostu olan Afganistan Karzai’si ve Pakistan’ın bir zamanlar batı uşağı Zerdari’si ile yeni bir ittifaka girdi. Üç lider güvenlik ve işbirliği anlaşması imzaladıktan sonra sarmaş dolaş basın önünde poz verdiler. İran petrol ve doğal gazı, Pakistan üzerinden Hint Denizine, Afganistan üzerinden Çin’e akabilecektir. Batı’nın tüm aksi çabalarına rağmen İran petrolü kendisine akacak yeni kanallar buluyor. Eğer Batı politikalarını değiştirmekten vazgeçmez ise kendisi petrolsüz kalacaktır. Bunun ilk darbesini yediler bile. Seslerini çıkaramadılar. İran, uranyumu zenginleştirmeyi başardığını ve nükleer bir ülke olduğunu açıkladı. Aslında bu Batı’nın yüzüne indirilmiş bir şamardır. Irak yenilgisi kadar önemli bir başarısızlıktır. Batı ne kadar zamandır bunu engellemeye çalışmıyor muydu? Engelleyemedi işte. İran artık nükleer enerjiyi kullanacak. İsterse bundan silah da yapabilir ama “yapmayacağım”, hatta “bunu yapmak anayasam ile engellidir” diyor. Batı sonuçta İran’ı bu haliyle kabul etmek zorunda kaldı. Nükleer İran’a karşı silahı ilk çekmek isteyen elbette İsrail oldu. İran’ın buna yanıtı, kendisine yapılacak herhangi bir saldırıda hemen ABD alanlarına saldıracağını açıklamak oldu. ABD uçak gemileri, İran’a gözdağı vermek için Hürmüz boğazından Pers körfezine geçti-

Ayşe TANSEVER

İran’ın nükleer enerji açıklamaları karşısında İsrail hemen silahını çekti ama ateşlemesine bizzat ABD karşı çıktı. ABD yetkili ağızları, politikacılarından CIA yetkililerine kadar birçok kimse İran’ın nükleer silah yapma niyetinde olmadığı doğrultusunda açıklamalar yaptılar. Geçmişte çoğu kez İran “nükleer silah üretiyor” diyen sanki onlar değildi. “Ülkemiz için en büyük tehdit İran’dır” diyenler de onlar değildi.

21


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

ler. İran Hürmüz boğazını kapama tehdidini o zaman yaptı. ABD ve Batı’dan pek ses yok. Fransa ve İngiltere, olayları protesto için temmuz ayından itibaren İran petrolü almayacaklarını, ambargo koyacaklarını açıkladılar. Ama İran’ın tepkisi çok daha sert oldu. Anında bu ülkelere petrol satışını durdurdu. Adeta Batı bir vurunca İran iki vuruyor. İran’a yıllardır uygulanan ambargolar işlemiyor. Rusya çok ağırdan alsa ve güçler dengesini bozmakta pek temkinli olsa bile sonuçta İran’a petrol rafinerisini tamamlayacaktır. Nükleer enerji üretmesi engellenemedi. Orta Doğu’da istediği

İran karşısındaki süt limanlık Esad karşısındaki kükreme ile geçiştiriliyor. Suriye muhaliflerinin arkasına gizleniliyor. Batı, İran’a bağıramadığı kadar Suriye’ye bağırıyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Ama önemli olan İran karşısında efelenemeyen Batı, efelenerek zayıflığını saklayabileceği bir yer buluyor. İran karşısında oluşan kel görünmüyor. İkinci olarak, İran ile masaya oturmadan ellerine bir koz alabilseler iyi olacaktır. Pazarlık açısından Suriye bir koz olacaktır. 22

ülkelerle bağlantı kurması, onlarla işbirliği yapması engellenemiyor. Petrolüne istediği gibi pazar buluyor. Ve Batı’nın baskı ve zorlamalarına karşı ayakta duruyor. Bu hali ile de Orta Doğu halklarından ve hatta şimdi Orta Asya ülkelerinden destek bulmaya başladı. Etkinliğini arttırıyor.

Yeniden Masaya Oturmak

İran’ın nükleer enerji açıklamaları karşısında İsrail hemen silahını çekti ama ateşlemesine bizzat ABD karşı çıktı. ABD yetkili ağızları, politikacılarından CIA yetkililerine kadar birçok kimse İran’ın nükleer silah yapma niyetinde olmadığı doğrultusunda açıklamalar yaptılar. Geçmişte çoğu kez İran “nükleer silah üretiyor” diyen sanki onlar değildi. “Ülkemiz için en büyük tehdit İran’dır” diyenler de onlar değildi. Hatta daha bir süre önce havaalanında “ülkede bomba patlatacak” diye yakaladıkları İran ajanı olayı yaşanmamıştı. Daha birkaç ay önce, Suudi Arabistan’ın ABD elçisini İran’ın öldürteceği açıklaması yapılmamıştı. ABD birden değişti. Elbette Cumhuriyetçiler içinde sert davranmayı önerenler var ama genelde ABD politikası İran’a karşı

yumuşadı. BM Nükleer Enerji Kurumu’ndan bir heyet İran’a gidip ziyaretler yaptı ve sonuçta olumlu bir rapor vermedi. Ama Batı bunun yaygarasını yapmıyor. ABD ve Batılı 5 ülke İran ile masaya oturmaya hazırlanıyor.

Suriye Faktörü

Suriye’ye saldırının gerekçesinde “insan hakları”, “ demokrasi” olsa bile gizli asıl nedenin Suriye ve İran ilişkileri olduğu biliniyor. İran’ın yalnızlaştırılması politikasının bir ayağı iki ülke ittifakını koparmaktır. Bunun için Suriye’de iktidar değişikliği yapılmak isteniyor. Ünlü Sol yazar Immanuel Wallerstein, Sendika.Org sitesince çevrilen “Suriye Açmazı” adlı yazısında “Etkili konuşmaların tonu yüksek, iç savaşın çirkin olmasına karşın hiç kimse gerçekten Esad’ın gitmesini istemiyor. Bu nedenle Esad ne olursa olsun kalacaktır” diye yazıyor. Sonra bölgedeki ülkeleri tek tek mercek altına alıp bu tezini doğrulamaya çalışıyor. Eğer bu sav doğru ise ki, bizce de doğru olma olasılığı vardır bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur? Yeni ve olumlu ilişkiler içine girmek istediğin bir ülkenin dostuna saldırıyorsun. Batı, İran’a dönük yeni bir politikaya sıçramadan önce onun dostu Suriye’ye saldırmada birçok yarar görebilir: Birincisi Batı’nın İran politikası korku, şiddet ve zor üzerine kuruluydu. Düşman olarak karşısına aldı, Füze kalkanı bile yerleştirdi. Şimdi İran füzenin kullanımını gerektirebilecek bir açıklama yapıyor. Nükleer yolda olduğunu söylüyor. O zaman Batı buna karşılık verip ağzının payını vermek zorundadır. Ama verecek gücü yok. Savaş açmaya gücü yetmiyor. Irak’tan henüz yenilip çıktı. Çaresiz. Parasız. Kuru laf ile de olmuyor. Atıp tutmanın da bir sınırı var. Ama işte atılıp tutulacak bir ülke var; Suriye. İran karşısındaki süt limanlık Esad karşısındaki kükreme ile geçiştiriliyor. Suriye muhaliflerinin arkasına gizleniliyor. Batı, İran’a bağıramadığı kadar Suriye’ye bağırıyor. “Muhalefeti silahlandıralım, Suriye’ye Libya gibi saldıralım” deniyor. Rusya ve Çin karşılarına çıktığı için, bunun lafını da bolca edebiliyorlar. Yoksa denemeye girişseler Suriye’de bir Libya başarısı

gösteremezler. Bunun çeşitli nedenleri var. Ama önemli olan İran karşısında efelenemeyen Batı, efelenerek zayıflığını saklayabileceği bir yer buluyor. İran karşısında oluşan kel görünmüyor. İkinci olarak, İran ile masaya oturmadan ellerine bir koz alabilseler iyi olacaktır. Pazarlık açısından Suriye bir koz olacaktır. Batı pazarlıkları böyle yürüyor.

SONUÇ

Orta Doğu’da yeni bir döneme girmenin, yeni dengelerin oluşmasının sancılarını yaşıyoruz. ABD ve Batı’nın Afganistan ve Irak’taki başarısızlığı hatta yenilgisi, yeni bir Orta Doğu dengesi yaratıyor. Bu yenilgi yetmezmiş gibi bir de geçtiğimiz yıl küreselleşmenin sonucu gıda fiyatlarının artmasına karşı Arap halkları sokaklara döküldüler. Batı destekli diktatörlerini devirme doğrultusunda devrimci bir yönelişe geçtiler. Bu iki faktör, bölgeden Batı’ya akan petrolde güven sorunu yarattı. Batı petrol akışında sekte olmasından korkmaya başladı. Ancak, petrolü ve yollarını tekrar güvenceye almak için yeni bir savaşa girme gücünde değildir. İçinde bulunulan derin küresel ekonomik kriz yeni bir çılgınlığa izin vermiyor. Öyleyse Batı, petrol alanlarında başka türlü ilişkiler kurmaya hazırlanmalıdır. Buna mecburdur. Bütün bu gelişmeler onu yeni bir Orta Doğu politikası arayışı içine soktu. İran, Batı’nın bölgedeki başarısızlığından en çok meyve toplayan ülkedir. İran başından beri Batı ile normal ilişki içine girmek istiyor. Karşılıklı çıkarların korunduğu, eşit ülkeler gibi bir ilişki kurulmasından yanadır. Elbette Batı’nın böyle bir ikili ilişkiye gireceğini düşünmek timsah gözünden yaş beklemektir. Ancak bu koşullar altında İran’ı artık eskisi gibi düşman olarak göstermekten vazgeçip onunla daha yakın ilişkiye geçmek isteyebilir. Orta Doğu’nun yeni gerçeği ve petrol yolları tıkalı bir Orta Doğu’yu açmanın yolu biraz da buradan geçiyor gibidir. İran ile yeni bir ilişki modeline oturma öncesi Suriye ile eline koz almaya çalışıyor. İran ile kurulacak yeni ilişki ne kadar İran’ın istediği doğrultuda olacaktır belli değildir. Bu ilişki bölgedeki diğer ülkelerle olan ilişkiyi de dolaylı olarak etkileyecektir.


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

Suriye Denklemi

S

uriye’nin ya da Esad’ın suçu İran dostu olması ve Batının çıkarları doğrultusunda politika yürütmemesinde yatar. Suriye, İsrail saldırılarına ve gerici politikalara karşı Arap çıkarlarını savunan tutarlı politikalar uygulamıştır. Bu nedenle bir yandan Batı öfkesini öte yandan da Arap halklarının sempati ve sevgisini kazanmıştır. Bu sempati belki de onun bugün içinde bulunduğu zor durumun asıl nedenidi r. Sol yazarlardan Immanuel Wallerstein, Sendika.Org sitesinde çevrilen Suriye Açmazı adlı yazısında “Etkili konuşmaların tonu yüksek, iç savaş çirkin olmasına karşın, hiç kimse gerçekten Esad’ın gitmesini istemiyor. Bu nedenle Esad ne olursa olsun kalacaktır.” diye yazıyor. Sonra bölgedeki ülkeleri tek tek mercek altına alıp bu tezini doğrulamaya çalışıyor. Yazdıklarına katılmak mümkündür. Ne İsrail, ne ABD, ne de gerici Arap krallıkları Esad’ın gitmesini istemiyor olabilirler. Peki, ama öyleyse bu saldırı, bu patırtı nedendir? Neden Esad’a karşı bir muhalefet yaratılıyor? Bu muhalefet eğitilip eline silah veriliyor ve binlerce insanın kanı akıtılıyor? Bunun birçok nedeni vardır. İlk olarak elbette bu baskılar sonucunda Esad belirli reformlar yapacaktır. Zaten gündemde olan anayasa değişikliği ve çok partili sisteme geçiş süreci hızlandırılmış oldu. Böylece Suriye Batının gelecekte daha rahat at koşturabileceği bir ülke olacaktır. Gelecekte muhalefetler beslenerek Suriye politikaları daha Batı çıkarlarına uygun bir zemine oturtulabilir. İkinci olarak Batı böylece o demokrasi havariliği oyununu

oynayıp Arap halklarının gözünü boyamaya çalışıyor. Üçüncü olarak Suriye’ye yapılan baskı sonucu onun İran ile olan bağlantısı zayıflatılıp belki de koparılabilir diye bir umut besleniyor olabilir. Baskılar sonucu İran yörüngesinden çıkıp daha Batı yanlısı politikalar izleyebilir.

geçirebilmeyi planladı. Bu politikasında belirli ölçülerde başarılı oldu. Libya halkının şimdi ne halde olduğu onu ilgilendirmiyor. Libya’dan aldığı güç ile Suriye, yani kendisine karşı duran diğer bir rejime saldırıyı uygun buldu.

Ayşe TANSEVER

Arap Baharını Kirletmek

Ancak bize göre Suriye’de ne idiğü belirsiz bir muhalefet arkasına geçmenin ve saldırmanın asıl başka önemli nedeni vardır. Bu olguya geçmeden önce “Suriye bir Libya olacak mı?” sorusuna kısaca yanıt verelim. Kaddafi gibi Esad da öldürülecek midir? Büyük bir olasılıkla hayır. Suriye Kaddafi Libya’sındaki gibi çeşitli aşiretlerin olduğu bir yer değil ve ülkenin herkesin birbirinin kuyusunu kazma iştahı yaratacak petrol zenginliği yok. Esad, Suriye halklarının çoğunluğu tarafından destekleniyor. Batı, muhalefeti kendi çıkarları gereği abartıyor. Bir varlık oluşturamadılar. Libya’daki Bingazi’liler gibi bir toprak parçası alamadılar. Daha bölünmüş durumdalar. Halk ve Ordu Esad’ın arkasında duruyor. Ayrıca Kaddafi’nin eski bakanlarından kopmalar olmuştu oysa Esad iktidarı bir yılı aşkın süredir sapa sağlam duruyor. Batı, Mısır ve Tunus’ta desteklediği diktatörleri kaybetti ve önemli bir darbe aldı. Arap baharının Batının bölgedeki çıkarlarına büyük bir saldırı olduğunu gördü. Karşı saldırıya geçti. Kendine karşı liderleri, halklar demokrasi istiyorlar diyerek kendi eliyle devirme işine soyundu. Kaddafi’yi devirerek Mübarek ve Ben Ali kayıplarını telafi etmeye çalıştı. Libya ekonomi ve petrolünü denetimine

Libya bombardımanı ve şimdi Suriye muhalefet saldırıları ile Batı karşıtı rejimler indirilmeye çalışılıyor. Bunun yan etkileri var. Batının emeli de bunlardır. Bu ülkeler karıştırılarak Arap baharının Batı destekli diktatörlüklere yayılmasının önüne geçiliyor.

Bu nasıl sağlanıyor?

İki şekilde. Birincisi devrim yoluna girmiş bir ülkede sıradan halk, Suriye ve Libya’da yaşananları, akan kanları gördükçe sokağa çıkmaktan, diktatörünü devirmek için çatışmaktan korkar oluyor. Sokaklara dökülmenin tehlikelerini görüyor. Halklara korku aşılanıyor. Sokaklara çıkarsanız öldürülürsünüz korkusu veriliyor. Batı çıkarlarını zedelerseniz sizi Libya gibi bombalarız korkusu yayılıyor. Suriye muhaliflerinin yarattığı korku ortamı elbette halkları düşündürüyor ve korkutuyor. Sokaklara dökülmeleri engelleniyor. Devrimcilerden uzak-

Neden Esad’a karşı bir muhalefet yaratılıyor? Bu muhalefet eğitilip eline silah veriliyor ve binlerce insanın kanı akıtılıyor? bu baskılar sonucunda Esad belirli reformlar yapacaktır. Zaten gündemde olan anayasa değişikliği ve çok partili sisteme geçiş süreci hızlandırılmış oldu. Böylece Suriye Batının gelecekte daha rahat at koşturabileceği bir ülke olacaktır. Gelecekte muhalefetler beslenerek Suriye politikaları daha Batı çıkarlarına uygun bir zemine oturtulabilir. 23


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

laşıyorlar. Batının da istediği zaten budur. Devrim olgusu kirletiliyor. Öfkeler sindiriliyor, silikleştiriliyor. Devrimciler yalnızlaştırılıyor. Arap Baharı olgusu kirleniyor. “Suriye’de iç savaş var ve bu savaş işte şöyle kötü ve ölümcül” deniyor.

Libya kadar Suriye’de yaşananlar da başka bir olguya daha hizmet ediyor. Nerede bir olay yaşansa, Arap Birliği ülkeleri toplanıyorlar ve kararlar alıyorlar. Kendi ülkelerinde gericiliğin dik alası olan diktatör ülkeler bu söz konusu ülkelerde birden “demokrasi aşığı” oluveriyorlar. Kendileri çok demokratlar ya, birden “demokrasi, özgürlük” isteyen, diktatörlere karşı ayaklanan halkların sözcülüğüne soyunuyorlar. Utanmazca bir oyun oynanıyor.

24

Ayrıca ikinci olarak Libya bombalanırken, Suriye’de olaylar abartılırken Yemen, Bahreyn gibi ülkelerdeki olaylar ufaltılıyor. Oradaki olayların önemine gölge düşürülüyor. Suriye’dekiler abartılmasa onlar gerçek boyutları ile çıkabilirlerdi kamuoyunun önüne. Suriye muhalifleri böyle Batı gericiliğine hizmet edip, sıradan Arap halklarının çıkarlarına balta vuruyor, onların uyutulup aldatılmasına yardım etmiş oluyor, böylesi bir gerici işlev görüyorlar. Sonuçta Libya ve Suriye gibi ülkelerde yaratılan yapay Arap baharları hem sıradan halkı korkutuyor, evine tıkayıp kaderine razı ettiriyor hem de gerici ülkelerdeki olayları örtmeye yarıyor.

Arap Gerici Muhalefetini Örgütlemek

Libya kadar Suriye’de yaşananlar da başka bir olguya daha hizmet ediyor. Nerede bir olay yaşansa, Arap Birliği ülkeleri toplanıyorlar ve kararlar alıyorlar. Kendi ülkelerinde gericiliğin dik alası olan diktatör ülkeler bu söz konusu ülkelerde birden “demokrasi aşığı” oluveriyorlar. Kendileri çok demokratlar ya, birden “demokrasi, özgürlük” isteyen, diktatörlere karşı ayaklanan halkların sözcülüğüne soyunuyorlar. Utanmazca bir oyun oynanıyor. Öncelikle, kendi postlarının derdinden bu toplantılar ile birbirlerine sarılıyorlar. Sonra “suçsuz halkların katliamına göz yumulmasın” çığlıkları altında Batıyı yardıma çağırıyorlar. Batı da geliyor. BM devreye giriyor. Yaptırımlar için önergeler hazırlıyorlar. Ortak imzalar atıyorlar. Tüm dünya bu gerici çağrı altında örgütleniyor. Ortak yaptırım kararları

alınıyor. Örneğin Suriye’ye gözlemciler heyeti yollanıyor. Bu gerici Arap Birliği ülkeleri birden müthiş bir demokrasi aşığı oluveriyor ve ezilen halkların yanında yer alıyorlar. Yaptıkları bununla da kalmıyor. Libya’da Katar ve Suudi Arabistan, Bingazili asileri maddi manevi desteklediler. Parasal yardımdan silahlandırmaya kadar her türlü yardımı yaptılar. Askeri danışmanlık yaptılar. Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gericiliği demokrasi havarisi olarak aktif ve de ortak bir tavır sergilemeyi başarıyorlar. Bilindiği gibi eskiden bu Arap ülkeleri ortak bir tavır alamazlardı. Birbirlerini yerlerdi. Bu doğrultuda ünleri vardı. Şimdi post korkusuna birlikte davranmayı, ortak kararlar almayı ve bunu hayata geçirmeyi öğreniyor ve beceriyorlar. Libya ve Suriye muhalefetini adam etmek için canla başla çalıştılar. Böylece kendi ülke halklarına karşı bir ortaklık oluşturuyorlar. Kamuoyu oluşturuyor, gericiliği arkalarında örgütlüyorlar. Batıya yol açıyorlar. Onu yönlendiriyorlar. Eğer bir Esad olmasaydı Libya sonrası dağılabilirlerdi. Suriye ve Esad yeni can simitleri. O nedenle amacın kendisi Esad olmaktan çok kendi birliktelikleridir. Bir arada kalma uğraşıdır. Arap Baharı, halklar için Arap kışına dönüştürülmeye çalışılıyor. Fakat Immanuel Wallerstein’ın dediği gibi Esad’ın gitmesini isteyen pek yoktur. Geçtiğimiz Mayıs ayından beri yani 10 aydır muhalefet örgütlenmeye çalışılıyor. Silahlar veriliyor ama bir başarı sağlanmıyor. Muhalefet hem bölük pörçüktür, hem de destekçisi çok azdır. Ayrıca Libya olayları gösterdi ki savaş sırasında destek verilenlerin iktidar olduğunda ne olacağı belirsizdir. Libya’da birbirlerini yemekle meşguller ve bu Batı’nın pek işine gelen bir durum değildir. Aynı şe-

kilde şimdi Esad gitse yerine gelecek kişinin ülkeyi çekip çevireceğini ve parçalanmaktan kurtaracağını düşünmek yanlış olur. O nedenle ne tür politika yürüteceği belli olan Esad’ın arkasında olmak ama onu sürekli dürtüklemek gerici güçlerin şimdilik tercihi gibi görünmektedir.


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

ARJANTİN’İN YUNANİSTAN’A ÖNERİSİ: “HEMEN ŞİMDİ İFLAS ET!”

B

urada Arjantin’de bugün Yunanistan’da olan korkunç şeyleri izlediğimizde sadece “Hay Allah! Bunlar 2001 ve 2002’de Arjantin’de yaşananların aynısı!” diye bağırıyoruz. Arjantin de, bir on yıl önce devlet borçlarını ödeyememe sorunu ile yüz yüze kaldı. Arkasından sosyal çalkantılar, ayaklanmalar ve polisle sokak çatışmaları yaşandı. Arjantin patlamadan birkaç ay önce, dönemin devlet başkanı Fernando de la Rua, -2001 krizinin en şiddetli günlerinde istifaya zorlanmadan öncebankerler yanlısı, üçlü komisyon üyesi ve Rockefeller/Soros/ Rhodes beslemesi Comingo Cavallo’yu finans bakanı olarak geri çağırdı. Cavallo, 1990 yıllarında Devlet Başkanı Carlos Menem döneminde dış işleri ve ekonomi bakanlıkları yapmış, Arjantin’in politik ve ekonomik olarak ABD ve İngiltere’ye satılmasının mimarı olan kişiydi. Menem ve Cavallo ikilisi, Arjantin’in ABD/İngiltere ile 1982 Falkland Savaşı sonrası teslim olma anlaşmasını imzaladılar. Ekonomimizi dizginsiz özelleştirmenin, tüm ekonomik düzenlemeleri kaldırmanın, birkaç yıl içinde de dış borcumuzu üçe katlayacak olan ABD doları ile aşırı borçlanmanın temel sorumlularıdırlar. Kurtarma planı denilen şey de Arjantin ekonomisinin planlı bir daralması, tüm ülke mal varlığının bankerlere satılması ve ülke ekonomisinin çökmesidir. Böylece ülke ekonomisinin yeniden bir küçülme - her şeyin satıp savrulması- çöküş kısır

döngüsünün içine girmesi demektir. Aralık 2001 yılının o sıcak yaz günlerinde tam da Latin ateşliliğine uygun olarak bir hafta içinde tam tamına 4, evet 4 devlet başkanı değiştirdik. Onlardan biri Adolfo Rodrigues Saa sadece 3 gün dayanabildi ama en azından yanlış bir şekilde de olsa doğru olanı yaptı: Arjantin’in borçlarını ödeyemeyeceğini ve iflasını açıkladı.

gittiğimiz dönemde tüm bankacılar ve IMF kurtarma reçetelerine boyun eğdiler ki aslında çöküşümüzün gerçek nedeni budur: Arjantin geri ödeyebileceğinin çok daha ötesinde borçlandırılmıştır. Bankacılar bunu biliyordu! “19 Aralık 2011 Arjantin: Tango Dersleri” adlı bir makalede yazıldı.

Ayşe TANSEVER

Ortalık cehenneme döndü! Uluslar arası bankacılar ve IMF, Arjantin’i öldürmek için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Küresel medya ustaları her türden felaket tellallığ”ı yaptılar. İflas etmenin Arjantin’in “uluslar arası finans çevrelerinden” atılması ve tüm acıları ve zorlukları tek başına üstlenmesi anlamına geldiğini söylediler. Ne kadar kötü olursa olsun her şeyi bankacılar, IMF, Avrupa Merkez Bankası, ABD Maliyesi ve Federal ‘yardımlar’ olmadan yapmak her zaman daha iyidir. O parazit banka akbabalarının ülkenizin çürümekte olan sosyal ve ekonomik gövdesinden et yolmasına izin vermeden başınızın çaresine bakmanız en hayırlısıdır. Peki, iflastan bir yıl sonra 2002’ de her şey ne kadar kötüleşti? GSMH %40 düştü. Halkın %50’si açlık sınırının altında yaşamaya başladı. 1 peso 1 dolarken, bir gecede korkunç bir şekilde 4 peso bir dolara düştü (sonra gene 3 peso bir dolar oldu.). Eğer bankada ABD doları hesabınız varsa devlet onu, bir dolar 1.40 peso olarak değiştirmeye zorladı. Arjantin hükümetinin yaptığı yanlış neydi? Çökmeye doğru

Arkasından gelen iktidarlar o zamandan beri borçlarımızı 30- 40 yıl gibi sürelere uzatarak bankaların çıkarlarına hizmet ediyorlar, müthiş faiz birikiyor ve 2006 yılında IMF’ye yaklaşık 10 milyar dolar nakit ödedik. (Böylece de en çok sevilen borçlu statüsüne yükseldik.) -Aynı akbabalar şimdi Yunanistan’ın semalarında daireler çiziyorlar ve Yunanistan şimdi benzeri zor kararlar vermek zorunda. Ya bağımsızlığını koruyacak ya da halk yararına değil bankacılar yararına çalışan “Akbaba Üçlüsüne” ( Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu ve Uluslararası Para Fonu) teslim olacak. Yunanistan’ın başında da Rockefeller/Rothschild Komisyonu’ndan bir adamın oturması rastlantı değildir. Lucas Papademos Arjantin’in

Yunanistan Arjantin’in 10 yıl önce yaptığını yapmalıdır: Frankfurt, New York ve Londra’da oturan banker akbabaların geleceğinizi çizmesine izin vermeden acı ve zorluklara göğüs gerin. Elinizde kalan özgürlük ile de uluslararası banka kurallarına uygun biçimde politikacılarınızın sizi bu beladan kurtarmasını ve geleceğinizi çizmesini sağlayın. 25


Sosyalist Dayanışma / Mart 2012

2001-2002 yıllarında yaptığının aynısını yapıyor. Yunanistan Arjantin’in 10 yıl önce yaptığını yapmalıdır: Frankfurt, New York ve Londra’da oturan banker akbabaların geleceğinizi çizmesine izin vermeden acı ve zorluklara göğüs gerin. Elinizde kalan özgürlük ile de uluslararası banka kurallarına uygun biçimde politikacılarınızın sizi bu beladan kurtarmasını ve geleceğinizi çizmesini sağlayın. Bu işin sorumlusu Yeni Sömürgeci Egemen İktidar modelidir. Yoksa siz bunu bir

“Borç yeniden yapılanması”, “borcun yeni finansmanı”, devlet borçlarının kartopu gibi çoğalması, 20-40 hatta daha uzun bir geleceğe yayılması anlamına gelen acılarla dolu yolun kendisidir. Mega Bankerler için akıl bile edilemeyecek miktarlarda faiz garantisi anlamına gelir. Politikacılar, medya oyuncuları, bankerler olmadan bu oyun oynanamaz.

26

şanssızlık, Yunanistan, Arjantin, İspanya, İtalya, Portekiz, Brezilya, Meksika, İzlanda, İrlanda, Rusya, Malezya, Ukrayna, Endonezya, Güney Kore, Tayland, Fransa hatta ABD ve İngiltere gibi ülkelerin yanlış bir yargısı, bir rastlantı olarak mı görüyorsunuz. Bu ülkeler neden hep bankalara ödeyebileceklerinin üstünde borçlanıyorlar ve sonradan bunu geri ödeyemeyeceklerini “fark ediveriyorlar”. Ve aynı bankacılar CitiCorp, HSBC, Deutsche Bank, Commerz Bank, BNP i Goldman Sachs, Bank of America, MorganChase, BBVA bu ülkelere hep aşırı borç veriyorlar sonra da onları geri alamayacaklarını “keşfediyorlar”. Bu nasıl oluyor? Hayır! Bu “borç yeniden yapılanması”, “borcun yeni finansmanı”, devlet borçlarının kartopu gibi çoğalması, 20-40 hatta daha uzun bir geleceğe yayılması anlamına gelen acılarla dolu yolun kendisidir. Mega Banker-

ler için akıl bile edilemeyecek miktarlarda faiz garantisi anlamına gelir. Politikacılar, medya oyuncuları, bankerler olmadan bu oyun oynanamaz. Model budur! Dev bir makine dolana dolana ilerler ve insanları, işleri, işçileri, sağlık hizmetlerini, emeklileri, eğitimi, ulusal güvenliği daha doğrusu yolundaki insanca olan her şeyi çiğner, dümdüz eder ve öldürür. Parazit kul teknokratlar tarafından kullanılan bu dev makine neyi tahrip ettiğine bakmaz çünkü bir ahlakı yoktur; ne Hıristiyan ne Müslüman ne de Budist bir ahlaka sahiptir. O sadece altın paraya tapar ve para paradan başka bir şeyi gözü görmez.

Akbabalar komisyonunda Küresel Güçler tarafından denetleniyor. Tüm “demokrasi şovunu” onlar yönetiyorlar. Sonuçta tüm ülkeler “paranın satın alabileceği en iyi demokrasiye” geçiyorlar ki bu demokrasi değildir. Bu Para İktidar gücü hepimizin üstüne doğru geliyor. Yunanistan düşerse sıra başkalarına gelecek. İspanya mı? İtalya mı? Portekiz mi? Yoksa yine Arjantin mi?

Bu dev makine ile üç nesil Arjantinlilerin hayalleri ve umutları yok oldu. Zorluklar içinde aşağılanma ile yaşadılar. Bir ülkenin bağımsızlığını kaybetmesinin sonucunu etlerinde kemiklerinde hissettiler.

Tüm hükümetler şunu anlamalıdırlar; ya halklar için bankerlere karşı iktidar olacaklar ya da halka karşı bankerler için.

- Ey Yunanistan: Drahminize geri dönün! Borçları ödeyemeyeceğinizi, iflas ettiğinizi ilan edin. O Alman bankacılar ve “Akbaba Üçlüsüne” ( Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu ve Uluslar arası Para Fonu) sadece “Hayır teşekkür ederim.” deyin. Lütfen, lütfen Yunanistan: O Akbaba Üçlüsü Komisyon başkanına “Hayır!”deyin! O Avrupalı komşularına büyük ve güçlü bir örnek olacaksın. Aynı nedenlerle çok acı çeken İspanya’ya örnek olacaksın. İtalyan Başbakanı Mario Monti de o Akbabalar Üçlüsü komisyonundadır. İtalyan halkı da acı çekiyor. Demokrasinin beşiği Yunanistan bu parazitleri ülkesinden atarak dünyaya gerçek bir demokrasi dersi verebilir. Bunların Avrupa’dan sonra bir gün de küresel ekonomiden atılmalarını dileyelim. Bugün Yunanistan, Arjantin, İspanya, İtalya’nın acı çektiği şeyler gerçek demokrasi değil onun bir benzeridir. Her şey

Eğer Yunanistan tekrar drahmiye dönerse bu euronun sonunun başlangıcı mı olur? İtalya liraya, İspanya pesetaya, Portekiz escudoya dönsün! Ulusal para birimi ulusal bağımsızlık için ana faktördür.

Adrian Salbuchi RT için yazdı. Adrian Salbuchi politik araştırmacı, yazar ve Arjantin radyo ve Televizyon programlarında eleştirmen olarak konuşur. www. aslbuchi.com.ar


Mart 2012 / Sosyalist Dayanışma

CEZAEVLERİNDE AKP’NİN İLERİ FAŞİZMİ

KAFALARI HÜCRELEŞTİREN ‘DEMOKRASİ’

AKP

, giderek muhalif olan her sesi faşist uygulamalarla boğma uğraşı içerisinde. “Korku imparatorluğu”nun yarattığı “toplumsal paranoya” ortamı, neredeyse politika ile hiç ilgilenmeyen insanları bile sıranın ne zaman kendilerine geleceğini bekler hale getirmiş durumda. AKP’nin derinleşen faşizmi insanların beyinlerini, ruhlarını tutsak almayı hedefliyor. Bu “AK faşizm” ülkeyi adeta toplama kampına dönüştürüyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ne yakın duran, Kürt gerçekliğini bilen ve dayanışma içerisinde olanlar şu an zindanlarda. Bu saldırılara karşın Kürt halkı ve batıdaki devrimci direnişçi güçler teslim olmuyor. AKP, faşizminin korku imparatorluğuna karşı omuz omuza direniş büyütülüyor.

Zindanlarda Tecrit ve Direniş

Hapishanelerinde tutsak sayısı her geçen gün giderek artıyor. AKP, ‘demokrasi’ safsatası adı altında göz boyamaya çalışırken, en büyük adaletsizliği zindanlarda siyasi tutsaklar üzerinde uyguluyor. 19 Aralık 2000 yılında gerçekleşen “hayata dönüş” katliamıyla “F tipi” hücre süreci başlatıldı. Amaç, tecrit ve insansızlaştırma ile birlikte ortamı “ölüm hücreleri”ne dönüştürmekti. Ve şimdi AKP eliyle o hücreler tıka basa dolduruluyor, yeterli gelmiyor yenilerinin yapılması planlanıyor. “Hasta tutsaklar ölüme terk ediliyor…” “Adalet” Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de 30 Nisan 2011 tarihi itibari ile 124.074 tutsak bulunmaktadır. Bugün bu sayı çok daha artmış durumda. Hapishanelerden gelen bilgilere göre bir yatağa üçer kişi düşüyor. Sa-

yıları her geçen gün artan hasta tutsaklar ölüme terk edilirken, toplumsal muhalefet de duyarsızlaştırılarak ruhsal olarak ölü hale getirilmeye çalışılıyor. AKP hükümetinin korku imparatorluğunun üzerine yürümeliyiz, yoksa ölümlere sessiz kalarak vicdanlarımız nasırlaşıyor. Bugün hapishanelerde 400’den fazla kişi süresiz dönüşümsüz açlık grevinde; bundan kaçımızın haberi var? F tiplerini “beş yıldızlı otel” olarak nitelendiren faşist zihniyetin sürdürücüsü AKP eliyle tecrit, izolasyon giderek ağırlaştırılıyor. F tiplerinde tecrit uygulamaları yalnızca tutsakların birbirleriyle görüşmelerinde değil, aynı zamanda aileleriyle görüşmelerinde de uygulanıyor. Hapishanelerine görüşmeye giden aileler girişlerde tacizle karşılaşmaktalar. Tecrit uygulamaları çerçevesinde tutsakların haber alma hakları keyfi bir şekilde engellenmekte. Bir cezaevinde içeriye alınan kitap diğer bir cezaevinde üzerinde ‘görüldü’ ibaresi olmasına karşın tutsaklara verilmiyor. Bu “beş yıldızlı oteller”de yaşanan hukuksuzluğun haddi hesabı yok. Hastane sevkleri keyfi bir şekilde engellenmekte, sevklerde jandarmalar tarafından saldırılar gerçekleştirilmekte, muayene sırasında jandarmalar muayene odasını terk etmemekte ve buna itiraz eden tutsaklar tedavi ettirilmemektedir. “Devrimci dayanışma örnekleriyle tecrit duvarları bir bir parçalanıyor…” İçeride bütün bu yaşananlara karşı en küçük hakkı elde etmek için bile nefes nefese bir direnişle büyük bedeller veriliyor. Tek kişilik hücrelerde olsalar dahi mücadeleleri devam ediyor, o güzel insanların sergilediği devrimci dayanışma örnekleriyle tecrit duvarları bir bir parçalanıyor. Bir yoldaş söylemişti; içeride bir tut-

sağın ihtiyaç duyduğu ayakkabı bağcığı için hücrelerin nasıl seferber olup ne yapıp edip o bağcığı bulup kendisine ulaştırdıklarını...

Tülay Yıldız

İHD: “Tecrit Öldürüyor; F Tipleri Kapatılsın!”

F tiplerinde yaşananlara dikkat çekmek için İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, “Tecrit Öldürüyor; F Tipleri Kapatılsın!” sloganı ile bir kampanya başlattı. Üç ay sürecek kampanya çalışmasının sonunda Nisan ayında Ankara’ya yürüyüş gerçekleştirilecek. Kampanyanın amacı, F tiplerindeki tecrit uygulamalarına karşı kamuoyu duyarlılığı yaratmak. “Hapishanelerde 100’ü ağır olmak üzere toplam 258 hasta tutsak bulunuyor…” Kampanyayı üç ana başlık etrafında yürütecekler. Birincisi, disiplin cezaları, işkence, hücre cezaları, sürgün sevkler gibi hak ihlalleri. İkincisi ise, sağlıksız yaşam koşulları. Bu başlıkta, hücrelerin rutubetli olması, içme suyunun temiz olmaması, yemeklerin kötü ve yetersiz olması benzeri olumsuzluklara dikkat çekilecek. En önemlisi de hasta tutsakların durumu. İHD verilerine göre şu anda hapishanelerde 100’ü ağır olmak üzere toplam 258 hasta tutsak bulunuyor. Kampanya kapsamında bu hasta tutsakların tahliye edilmesi talebi dile getirilecek. Kampanyanın diğer ekseni ise “tecrit ve etkileri” olarak belirlendi. Bu kapsamda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan tutsakların durumuna dikkat çekilecek. İHD’nin başlatmış olduğu kampanya böylesi bir süreçte anlamlı ve çok değerlidir. Hücreleri ve korku imparatorluğunun kalelerini yıkmak için bu “AK faşizm”e karşı söz söylemenin ve alanlara çıkmanın zamanı çoktan gelmiştir.

Bugün hapishanelerde 400’den fazla kişi süresiz dönüşümsüz açlık grevinde; bundan kaçımızın haberi var?

27


12 Mart 1995; Gazi Katliamı! 1995’in 12 Mart’ında Alevi emekçilerin yoğun olarak yaşadığı Gazi Mahallesi’ndeki bir kahveye açılan ateş sonucu, bir Alevi dedesi katledildi. Devletin faşist katliam geleneğinin bir uzantısı olan Gazi katliamı ile buna karşı gelişen devrimci halk direnişi, işte bu provokasyonla başladı. Çorum, Maraş, Sivas ve daha nice katliamların sorumlusu olan sermaye devleti, kendi varlığını ve hükümranlığını daha kolay sürdürebilmek için her zaman emekçileri bölüp parçalamak, biribirine düşürüp düşman etmek istemiştir. Gazi katliamı da bu aynı lanetli hesabın ve hedefin bir ürünüydü. Ancak hesap bu kez tutmadı. Gazi’nin emekçi halkı provokasyona gelmedi ve tepkisini dosdoğru devlete yönelterek, saldırıya öfkeli ve kararlı bir kitle direnişiyle karşılık verdi. 1995 yılının 12 Mart günü, faşist kolluk güçleri ile Gazi halkı arasında tam bir sokak savaşı yaşandı. Yaklaşık 10 bin kişi katliamın faillerinin bulunduğu karakola doğru yürüdü. Yürüyüş polis barikatları ve daha sonra sıkılan kurşunlarla engellenmeye çalışıldı. Ama bu hesap da tutmadı. Geri çekilen kitleler barikatlar kurarak direnişi mahalle çapında genelleştirdiler. Barikatların arkasında saf tutan Gazi halkı, katliamın hesabını sormakta kararlıydı. Tüm gün ve gece süren çatışmalarda 17 kişi öldürüldü. Devlet direnişi bir kez daha namlularla bastırmaya girişti, emekçi halk yine ağır bedeller ödemek zorunda kaldı. Ancak sonuçta kazanan katliamcı devle değil, Gazi halkı oldu. Gazi’de yaşananların haberinin yayılması ile birlikte İstanbul’un değişik semtlerinde kitlesel eylemler gerçekleştirildi. Bu semtlerden birisi de Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi idi. 1 Mayıs Mahallesi’nde gerçekleşen eylemler esnasında devletin kolluk güçleri 5 emekçiyi daha katlettiler. Böylelikle Gazi katliamının bilançosu 22 ölü ve yüzlerce yaralı ile belirlendi. Gazi katliamı ile ilgili olarak açılan dava ise devletin katliamcı yüzünü bir kez daha gösterdi. Her duruşmada komik gerekçelerle katliamcıları saklamaya çalışan mahkeme, sonunda çareyi duruşma yerini Trabzon’a taşımakta buldu. Aradan yıllar geçti, ancak katliamın sorumlularını cezalandırmak bir yana, kimliklerinin tespit edilmesi bile mümkün olmadı. Elbette bunda şaşılacak bir yan yok. Katleden de, sözde yargılayan da devletin kendisidir. Katliamların hesabı sermayenin kanlı iktidarının yerle bir etmekten geçmektedir. Gün gelecek bu mücadele, Gazi’nin devrimci direniş ruhundan da beslenerek, zafere ulaşacaktır. Unutmadık, Unutturmayacağız! Halklarımıza Sözümüzdür: Hesabını Soracağız!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.