Sosyalist Dayanışma Dergisi Nisan-Mayıs 2012 12. Sayı

Page 1

Akp’nin Payandası Değil Hesap Soranı Olacağız!

Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

1

NİSAN-MAYIS 2012 YIL: 2 SAYI 12

AKP FAŞİZMİNE KARŞI

MAYIS’TA TAKSİME DİRENİŞE!

Sahtekârlar, Şaklabanlar ve Gerçekler: 12 Eylül Yargılanırken Yasa, Dindar Nesil Yetiştirmeyi Hedefliyor Alevi Dinamiği ve Devrimci Direnişçi Alevi Hareketi İşçiler Can Vermedi... Canlarını Aldılar... İş Cinayetlerinde Kaybettiğimiz İnsanlığımızdır ! Kürt Sorununda “Yeni Strateji” 28-29 Mart Direnişi ve Direnişe Sevinememek Kentsel Yıkıma Karşı Barınma Hakkı İçin Örgütlenmeye! Suriye Dostları Aldatmacası Kardeşten de Öte! İran-Suriye İttifakı Alternatif Bir Kutup Acele Kamulaştırma mı, Yoksa Acele Mülksüzleştirme mi?


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

Çıkarken AKP ZULMÜNE KARŞI 1 MAYIS’TA MEYDANLARA! 2012 1 Mayıs’ına hazırlanırken karşınızdayız yeniden. Biliyoruz ki bütün emekçi semtlerinde İşçi sınıfının Birlik, Mücadele, Dayanışma Günü 1 Mayıs için hazırlıklar yoğunlaştı. Bu 1 Mayıs’ta dünden daha kalabalık, daha öfkeli dolduracağız meydanları… Çünkü sigortasız, sendikasız, güvencesiz çalışmayı norm haline getiren neoliberal politikaların uygulayıcısı olan, gerekli iş güvenliği önlemlerinin alınmasını sağlamayan AKP’nin ekonomik politikaları sonucu her gün iş cinayetlerinde onar onar yitiriyor canlarımız yaşamlarını… Çünkü 30 yıldır kendi vatandaşlarıyla savaşan bir ülkede yaşıyoruz. Bedeli 40 bine yakın ölü, onbinlerce tutuklama, binlerce köy boşaltma ve orman yakma olan bir savaş… Çünkü Kürt sorununda AKP’nin “yeni strateji”si yeni ölümleri çoğaltacak biliyoruz…

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 2, Sayı: 12 Nisan 2012 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Çünkü kendi ülkesinde vatandaşlarına karşı savaşan AKP hükümeti “halkına baskı uyguluyor” gerekçesiyle komşusu Suriye’ye savaş ilan etme tehdidinden geri durmuyor… Yeni bir sıcak savaş olasılığı kapımızda… Bu savaşta ölüme sürülecekler yoksulların çocukları biliyoruz… Çünkü dindar nesil yetiştirmek için eğitim sistemini değiştiren AKP hükümeti, Alevilerin inançları, Kürtlerin anadilleri üzerinde baskı kurmakta beis görmüyor… Çünkü “Benden başka kimse konuşmayacak” diyen AKP hükümeti en küçük muhalif sesi hapishanelere atıyor, 120’den fazla insan adeta üst üste yatıyor hapishane ranzalarında… Hergün bir gerekçeyle yeni bir gözaltı, yeni bir tutuklama… Çünkü hapishane koşullarını ve iradelerinin rehin alınmaya çalışılmasını, tecridi protesto için binin üzerinde mahpus açlığa yatırmış bedenini… Çünkü başbakanının “kadınla erkeğin eşit olmadığını” düşündüğü Türkiye’de her gün 3-5 kadının cinayete kurban gitmesi vaka-ı adiyeden sayılıyor… Çünkü doğalgaza, suya, elektriğe yapılan büyük zamlarla yoksulluğumuza yoksulluk ekleniyor… “Kentsel Dönüşüm” adı altında tüm yaşam alanlarımız rant için yıkıma uğratılıyor… Bütün bunlara HAYIR demek için… Savaşsız, sömürüsüz, eşit, özgür, kardeşçe bir dünya özlemimizi haykırmak için dolduracağız alanları…


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

AKP’NİN PAYANDASI DEĞİL HESAP SORANI OLACAĞIZ!

G

eçtiğimiz ayın politik gündemine cemaat ile Erdoğan arasındaki politik restleşme damgasını vurmuştu. Genel değerlendirmemiz Erdoğan’ın Suriye’ye karşı harekete geçmesi için cemaat dolayımıyla itelendiği yönündeydi. Bu gerilimden bugüne köprülerin altından çok su aktı. Görünürde Erdoğan duruma hâkim olmayı başarmış gözüküyor. Cemaat fazlaca görünür hale gelmenin tedirginliği ile imaj düzeltmeye dönük kimi hamleler geliştirmeye çalışıyor. Erdoğan da Cumhurbaşkanlığı seçimine kadarki süreçte bir kaza yaşamamak için bir takım yeni adımlar geliştirmeye çalışırken bir yandan da uluslar arası bir mekik diplomasisi sonrasında Suriye’ye karşı Sünni cephesinin kılıcı olma rolüne iyiden iyiye ısınmış görünüyor. O kadar ki Suriye’ye karşı süreçte ABD’mi AKP’yi, AKP’mi ABD’yi iteliyor o bile zaman zaman karışacak gibi oluyor. Fakat şurası çok açık ki meseleye salt ABD açısından da bakmak yeterli analiz yapabilmeyi zorlaştırıyor. İran’ın nükleer silah elde etmesinden ve Şii unsurun bölgede güç kazanmasından İsrail ve ABD’den belki de çok daha fazla rahatsız olan ülkeler bölgede bol miktarda mevcut. Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri Suriye’nin bu süreçten yara almadan çıkmasının önünü kesmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Türkiye de bu kesimin stratejik ortağı olarak aktif bir biçimde devrede. Dolayısıyla yaşanan iç çekişmede iki taraf da şimdilik istediğini almış oldu. Fakat şurası açık ki AKP içinde oluşan fay, cumhurbaşkanlığı seçimine kadar önemli sarsıntılar yaratmaya gebe görünüyor. Hele de Ortadoğu’da girişilecek bir maceranın politik bedellerinin ödenmesinin gerektiği bir momentte çok daha şiddetli gerilimler oluşturabilir.

Suudilerin Lejyoneri Olmayacağız!

Ortadoğu’da başlayan Arap Devrimleri’nin emperyalizmin ve bölgedeki gerici güçlerin müdahaleleri ile İslam coğrafyasının dünya kapitalizmiyle ve neo-liberal politikalarla kaynaşması sürecine dönüşümü ise sancılarla ilerliyor. AKP’nin bu bölgede politik akrabası Müslüman Kardeşler eliyle küreselleşmeyle entegrasyon sürecine ön ayak olma girişimleri Türkiye’nin iç siyasetinde de dindar nesil yaratma politikaları ile yankı buluyor. Eğitim-Sen’in inatçı Kızılay Direnişi ile püskürtülmeye çalışılan fakat muhafazakâr kesimlerin büyük konsensusu ile Meclis’ten geçirilen yeni eğitim yasası AKP’nin zihin dünyasının doğal bir yansıması olduğu gibi, yüzünü artık daha fazla doğusuna dönen, küresel kriz sonrasında Ortadoğu’da açılan yeni fırsat pencerelerine iştahla atılmaya çalışan ve bölgede bir tür hamilik rolü geliştirmeye çalışan Anadolu burjuvazisinin dönemsel çıkarlarıyla da uyumlu gözüküyor.

Aleviler AKP’ye Teslim Olmayacak!

AKP’nin dindar nesil yaratma projesinin toplumun geniş kesimlerinden başta Aleviler olmak üzere geniş tepki çekeceği de muhakkak. Özellikle Sivas katliamı sanıklarının zaman aşımından affı sonrasında gelişen tepkiler Alevi hareketinde yeni politikleşme dinamiklerini harekete geçirecek gibi gözüküyor. Neredeyse Ortadoğu’daki Sünni Şii geriliminin bir benzeri de Türkiye içinde gelişiyor gibi görülüyor. 30 Mart’taki Kadıköy mitingi ilk elden harekete geçen potansiyeli ortaya koydu. Alevi tabanı, AKP’ye karşı öfkesini aynen kendisi gibi sistemin yıllardır mağdur ettiği Kürt halkının talepleriyle bütünleştirebilmeyi başarırsa önemli bir politik eksen ortaya çıkmış olur. Gelişmelerin bu yöne doğru evrilebilmesi için ciddi bir emek harcamak gerekiyor.

CHP’nin tüm radikalleşme girişimleri kendi zaafları dolayısıyla bir birikim yaratamıyor. HDK, bu zemini örgütlemek için çok somut bir mücadele programı ortaya koyabilmek durumundadır.

M.Mert SİNAN

Sosyalistlere Akp’ye Karşı Mücadelede Net Hedefler Lazım!

Fakat sorun tam da burada, somutlaşma meselesinde ortaya çıkıyor. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin kafası tarihinde belki de hiçbir zaman olmadığı kadar karışık. 4 Nisan’da Ankara’da başlayan 12 Eylül yargılamalarında solun aldığı tavır maalesef bu karışıklığın en bariz kanıtı oldu. Sosyalist grupların bayraklarıyla, pankartlarıyla mahkeme kapısı önünde toplanmaları AKP’nin imaj tazeleme operasyonunun en sağlam destekçilerinden biri olarak okundu. 12 Eylül referandumundan bu yana yaşananlar, sosyalistlerin ülke siyasetini nasıl okuduklarıyla ilgili bütün algıları karman çorman bir hale getirdi. AKP eliyle 12 Eylül’le hesaplaşılabileceğini düşünen bir sol anlayış, solculuğu tam anlamıyla bir orta sınıf liberal demokrat akım hale getirmenin yollarını döşüyor. Sermaye düzeninin iktidarı ile bu kadar yoğun bir platonik aşk ilişkisi, solun tarihinin hangi döneminde yaşanmıştır bilemiyoruz. Fakat solun bu kafa karışıklığı toplumda AKP’ye karşı biriken öfkeyi örgütlemesinin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Şu anda ülke Ortadoğu’da bir kıyametin içine doğru çekilirken, Aleviler Sünnileştirme politikalarına karşı birlikte direnebileceği bir odak ararken, iş cinayetleri her gün işçileri katlederken solun, AKP’nin statükoyla hesaplaşma piyeslerinde figüranlığa soyunması siyaseten intihardır. Gerçi bazı sol özneler bir hedefleri olabileceğine, bir şeyler başarabileceklerine, devrim değil ama reformcuk bile yapabileceklerine dair hiçbir inanca sahip değillerdir. Böylesi bir ha-

3


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

reket kendini gereksizleştirmekten, salt bir sosyalleşme aracı olmaktan başka bir işe hizmet edemez. Maalesef bu tarz yaklaşımların HDK’da da oldukça etkili olması şu anda toplumsal muhalefet anlamında en fazla etkin rol oynaması gereken bir odağı da felç etmektedir. HDK, AKP’ye karşı toplumun direnişi olabilecek bir hüviyet sergileyebilmiş değildir. Biz ilk günden beri bu eksikliğin altını çizmek gereği duyuyoruz. Kürt hareketi ile sosyalistlerin en önemli işbirliği aracı olarak çok önemli bir anlama sahip olan, bu yönüyle devlet tarafından da gayet yakından takip edilen HDK, içinde bulunduğu ataletten bir türlü kurtulamamaktadır. AKP’ye biat etmiş solculuğun bugün toplumsal muhalefete öncülük edebilmesi mümkün değildir. Önümüzde 1 Mayıs var. HDK’nın 1 Mayıs politikasını AKP’ye karşı mücadele üzerine kurması, önümüzdeki dönemde iddialı bir muhalefet gücü olabilmesinin bizce neredeyse ön koşuludur. Bunu yapmamak şu günün Türkiyesi’nde gözünün önündeki bağlı deveyi görmemek için olağanüstü bir çaba harcandığı anlamına gelir. Doğru bir taktik önderlik geliştiremeyen bir HDK kendi bileşenlerini bile tam anlamıyla harekete geçirmeyi başaramaz. Türkiye tarihinin belki de en derin hegemonyasına sahip sermaye iktidarı karşısında dili lal olmak, hangi gerekçeyle olursa olsun solculukla, devrimcilikle ilişkilendirilemez. Bugün Türkiye’de AKP demeden ne kapitalizm, ne sömürü, ne emperyalizm ne de asimilasyondan bahsedebilmek mümkün değildir. Sol, hayal ettiği dünya için yel değirmenleriyle vakit kaybeder duruma düşmek istemiyorsa politik eksenini hızla güncele uyarlamak durumundadır. HDK toplumsal muhalefet rolünü etkin bir biçimde oynayamadan önüne koyduğu toplumsal inşa rolünü oynayamaz. Kürt halkı belli bir öncü güç etrafında toparlanmaya hazırdır fakat aynı şeyi Batı’daki tüm ezilenler için söyleyebilmek mümkün değildir. Mücadelede toparlayıcı rolünü oynayamayan bir politik öznenin düzene karşı bir toplumsal inşa sürecini başlatabilmesi şu aşamada gerçekçi bir hedef olarak gözükmemektedir. Bu gerçeğin görülmemesi meclisleşme girişimlerinde bir ton çok kıymetli

4

enerjinin heder edilmesine, bir süre sonra da tüm motivasyonun yitirilmesine yol açabilir.

1 Mayıs’ta SODAP Saflarına!

Bu anlamda SODAP bu sürece önemli bir avantajla giriyor. Ortama hâkim olan politik kafa karışıklıklarından olabildiğince kendisini arındırabilmiş olması, net politik hedefler ortaya koyabilmesi bu anlamda önemlidir. Yaklaşık 1,5 aydır sürdürülen “zulme teslim olmayacağız-AKP’ye direneceğiz” kampanyası belli seviyede bir politik dinamizm yarattı. 15 Nisan’da Taksim’de gerçekleştirilen yürüyüş ve forum toplumun farklı kesimlerinden seslerin AKP düzenine karşı öfkelerini birleştirmesi anlamında önemli bir başlangıç oluşturdu. 30 Nisan mitinginde de alana belli bir canlılığı taşımayı başaran SODAP, doğru yolda yürüdüğünü dosta düşmana göstermiş oldu. Buralardan yaratılan enerjiler 2012 1 Mayıs’ının inşasında çok önemli olacaktır. 1 Mayıs 2012, halkımızın adalet, eşitlik ve kardeşlik arzusunun yansıyacağı görkemli bir kabarışı ortaya çıkarabilmelidir. AKP’nin dindar nesil çağrılarına gençler, özgür ve eşit bir gelecek için isyan türküleriyle yanıt vermelidir. Aleviler, Erdoğan’ın Sivas katliamının sanıklarını affeden karara “hayırlı olsun” diyebilmesine karşı halaylarıyla, semahlarıyla, oldukları, inandıkları gibi yaşayabilmek inancıyla Taksim’i doldurmalıdır. İşçiler, kıdem tazminatlarına göz koyan; her gün birkaç tanesinin ölümü üzerinden ucuz emek sömürüsüyle yeni zenginler türeten bu düzene karşı öfkelerini haykırmalıdır. Kadınlar kendilerini eşit görmeyen, erkek şiddetine karşı koruyamayan bu düzenle kendi dayanışmalarıyla başa çıkabileceklerini göstermelidir. Kürtler kendilerini, onlarca yıllık mücadelelerini görmezden gelen AKP’nin darbeci anlayışına karşı sarı-kırmızı-yeşil bir renk cümbüşü olarak Taksim’i doldurmalıdır. Biz AKP’nin dünyasına sığamayanlar nasıl bir dünya istediğimizi ortaya koymak için 1 Mayıs’ta Taksim’de olacağız. AKP’nin payandası değil hesap soranı olacağız. Kısacası 1 Mayıs’ta da: ZULME TESLİM OLMAYACAĞIZ… AKP’YE DİRENECEĞİZ!

SODAP, AKP Faşizmine Karşı Sokağa Çıktı “Zulme Teslim Olmayacağız; AKP’ye Direneceğiz!” SODAP, AKP’nin halk düşmanı politikalarına, işçi cinayetlerine, zamlara, kadın cinayetlerine, “ileri demokrasi” yalanlarına ve Suriye’ye yönelik savaş hazırlıklarına karşı Taksim’de eylem gerçekleştirdi. 15 Nisan Pazar günü saat 13.00’de Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen yüzlerce SODAP üyesi, “Zulme Teslim Olmayacağız; AKP’ye Direneceğiz” yazılı bir pankart açarak İstiklal Caddesi üzerinden Taksim Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. “Gün Gelecek, Devran Dönecek; AKP Halka Hesap Verecek”, “Direnişe Omuz Ver; AKP’ye Teslim Olma”, “İş, Ekmek, Adalet”, “Gözaltılar, Tutuklamalar, Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “Herkese Ekmek, Herkese İş; Zafere Kadar Direniş” sloganlarının atıldığı eylemde ayrıca “Haksızlığa Karşı Susan Dilsiz Şeytandır” ve “Haydi 1 Mayıs’a Taksim’e” yazılı dövizler taşındı. Taksim Meydanı’na gelindiğinde AKP faşizminin hedef tahtasında olan çeşitli toplumsal kesimler adına söz alan konuşmacılar halk kürsüsünden yaşadıkları sorunları paylaştı. Konuşmaların ardından SODAP adına basın açıklaması yapıldı. Tüm konuşmalarda, AKP faşizmine karşı yükselen öfkenin yanı sıra, direniş ve isyan çağrıları öne çıktı..

Taksim Meydanı’nda Halk Kürsüsü

Halk kürsüsünde ilk konuşma Avcılar Yeşilkent Pir Sultan Cemevi Derneği adına yapıldı. Yapılan konuşmada, CHP’li Avcılar Belediyesi’nin saldırılarına karşı Cemevlerini sahiplenen halkın direniş süreci anlatıldı. AKP’nin mahkemelerinin Sivas katillerine karşı aldığı zamanaşımı kararının hatırlatıldığı konuşmada, bu saldırıların tümünün tekçi anlayışın ürünü olduğu, AKP’si, CHP’si tüm düzen partilerinin bu anlayışı savunduğu ve bu anlayışa karşı direnmekten başka kurtuluş yolu olmadığı vurgulandı. Halk kürsüsünde ikinci olarak söz alan güvencesiz koşullarda çalışan bir işçi, insanlık dışı çalışma koşullarına karşı tüm işçileri 1 Mayıs’ta Taksim’e çağırdı. Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim taleplerini ifade eden Liseli Direnişçi Gençlik (LDG) Temsilcisi bir lise öğrencisinin ardından “ataması yapılmayan öğretmenler” adına söz alan bir eğitim emekçisi, AKP’nin bu konudaki vaatlerinin tümünün karşılıksız çıktığını belirtti. Son olarak Halk kürsüsünde söz alan bir inşaat işçisi de yaşadıkları güvencesiz çalışma koşullarını aktardı ve mücadele çağrısı yaptı. Halk kürsüsünde yapılan konuşmaların ardından Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) adına basın açıklaması yapıldı. Eylem, basın açıklamasının ardından “AKP faşizmine karşı isyanı büyütmek için 1 Mayıs’ta Taksim’e” çağrısıyla sona erdi.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

SAHTEKÂRLAR, ŞAKLABANLAR VE GERÇEKLER: 12 EYLÜL YARGILANIRKEN AKP

’nin yeni bir imaj tazeleme açılımı olarak, 12 Eylül’ü gerçekleştiren generallerden Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmaya başlanması çeşitli tartışmalara yol açtı. İflah olmaz liberal solcular, bunun Türkiye tarihinde yepyeni bir sayfa açan bir dönüm noktası olduğunu tespit ederek, davaya mesafeli duran solculara ateş püskürdüler. AKP taraftarları ise cemaat-Erdoğan geriliminin ayyuka çıkması ve şimdilik Erdoğan lehine çözümlenmesi sonrasında gittikçe hızlanan imaj yenileme hamlelerinden büyük bir mutluluk duyarak yine davaya duyarsız kalan çevreleri eski kafalı olmakla eleştirdiler. Solun liberal cenah dışında kalan kimi öbekleri de bir biçimde davanın başladığı ilk gün adliye önünde bayrak ve pankartlarıyla hazır durumdaydılar. 2. Gün aynı ilginin devam etmemesinin tam açıklaması neydi bilmiyoruz ama televizyona demeç veren MHP milletvekili yaşadığı saldırılardan şikayetlenirken fonda sallanan sosyalist bayraklar açıklamaya muhtaç, post modern görüntüler yarattı. CHP gelenekselleşen başsız horoz tavrıyla davaya müdahil olduğunu açıkladı. Erdoğan ise gerine gerine “12 Eylül referandumunda Hayır dediniz, ama tıpış tıpış adliyenin kapısına dizildiniz” diye dalgasını geçti.

Güç Dengelerine Değil İmaj Yenilemeye Dönük Bir Dava

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki bu davanın güç dengelerini değiştirecek hiçbir yönü bulunmamaktadır. Dengeler hali hazırda değişmiştir. Genelkurmay başkanlarının istifa etmek zorunda kaldığı, YAŞ kararların-

da hükümetin inisiyatif kazandığı, askerin hükümete tamamen tabi hale geldiği, İlker Başbuğ’un tutuklandıktan sonra silah arkadaşlarını vefasızlıkla suçladığı bir noktaya geldik. Ordu, Türkiye’de emperyalizmin güvenilir ortağı olmaktan kaynaklanan politik iradesini kaybetti. Siyasal İslam, 2002’lerin başında hayal bile edemeyeceği bir politik otorite elde etmeyi başardı. Askerin bu kadar güçsüzleşmesi dönemsel değil yapısal bir özellik göstermektedir. Ortadoğu’da yeni açılan dönemde ABD Siyasal İslam’la ittifak halinde yürüyebilmek umudundadır. Bu hareketlerin sahip oldukları toplumsal gücü, neo liberal politikalara ve küreselleşme ile eklemlenme adımlarına politik hegemonya kazandırmak için kullanmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla orduların toplumları yönetme kapasitesi bölgede dahi tükenmiş görünmektedir.

Erdoğan Evren’in Ruh İkizidir

Bugün ülkede yaşananlar bu dinamiklerle ilişkilidir. Muhakkak ki ülkemizin kimi deneyimleri de başta Kürt sorununda yaşanan çözümsüzlük olmak üzere askerin inisiyatifi kaybetmesinde belirleyici olmuştur, fakat 20022003 Irak savaşı ve tezkere sürecinin bu makas değişikliğinde çok önemli etkileri olduğu açıktır. Dünya üzerinde değişen güç dengeleri ve farklı noktalarda yoğunlaşan gerilimler, politik öznelerin de yeniden yapılanmasına yol açmaktadır. Bu politik çerçeve böyleyken AKP’nin yeniden 12 Eylül’le hesaplaşma ipine sarılması neyin işareti olarak okunabilir? 12 Eylül referandumu ordu ile AKP arasında yaşanan gerilimin AKP

lehine çözümünde son ve en öldürücü darbe olmuştur. Yargıyı Anayasa değişiklikleri ile bütünüyle ele geçiren AKP, devletin içindeki en büyük direnci de kırmayı başarmıştır. Bugün gelinen noktada AKP’nin yine özellikle Kürt sorunu ekseninde toplumsal muhalefet karşısında şahinleştiği, Erdoğan dışında neredeyse kimsenin konuşamaz hale geldiği, “dindar nesil istiyoruz” sayıklamalarının toplumun belli kesimlerinde tedirginlik yarattığı bir momentte AKP kaybettiği “reformcu” imajını hem iç hem de dış kamuoyu nezdinde tazelemek için yeni bir açılım yapmaktadır. Açılımın 12 Eylül’le sınırlı kalmayacağı 28 Şubat darbesinin sorumlularının da gözaltına alınması ile belli olmuştur. Zaten tamamlanmış bir süreç yeni moral müdahalelerle AKP yönündeki atmosferi daha da güçlendirmek için kullanılmaktadır.

Solculara Vitrin Olmak Yakışmadı

Darbeciler için üzülmeyi HKP’lilere bırakarak Ankara’da Adliye önünde dizilmeyi neden zul saydığımıza dair bir iki şey

Bu yaşananların tam da “yetmez ama evet” kampanyasının bir yeni perdesi olduğunu görememenin sol açısından ciddi bir politik yetersizlik işareti olduğunu düşündüğümüzün altını çizmek gerekiyor. AKP’nin bu manevrasını boşa çıkaracak bir taktik yetenek gösteremiyorsak en azından onun vitrin süsü de olmamız gerekmiyordu. BBP’lilerle birlikte cemaatçi yargıçlar eliyle 12 Eylül’le hesaplaşabilmek nasıl bir hayal gücünün ürünü olabilirdi?

söylemek gerekirse, bu yaşananların tam da “yetmez ama evet”

5


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

kampanyasının bir yeni perdesi olduğunu görememenin sol açısından ciddi bir politik yetersizlik işareti olduğunu düşündüğümüzün altını çizmek gerekiyor. AKP’nin bu manevrasını boşa çıkaracak bir taktik yetenek gösteremiyorsak en azından onun vitrin süsü de olmamız gerekmiyordu. BBP’lilerle birlikte cemaatçi yargıçlar eliyle 12 Eylül’le hesaplaşabilmek nasıl bir hayal gücünün ürünü olabilirdi? AKP’ye yeniden moral üstünlük kazandıran ve Ufuk Uras, Doğan Tarkan takımını sığındıkları inlerinden yeniden ekranlara savuran bu atmosfer biraz da Adliye önünde dalgalanan kızıl bayraklarla oluşmadı mı? Davaya bireysel müdahil olma girişimleri anlaşılırdır. 12 Eylül’ün birebir işkencelerini yaşamış, can yoldaşlarını kaybetmiş bir kişinin Evren’i sanık sandalyesinde görmekten duyacağı tatmin tartışma götürmez. Ertuğrul Mavioğlu’nun örneğin davaya müdahil olma halinde yadırganacak bir durum yoktur. Fakat siyasi öznelerin bu işin bir yerinde durması, hele de bu muazzam kakafoni içinde kendini ifade etme şansı da bulamadan fotoğrafta boy göstermesi bizce talihsizlik olmuştur. AKP’nin 12 Eylül’ün tüm mirasını sahiplendiğinin altını çizememek nasıl bir acizliktir? 12 Eylül’ü yargılamak “bizim çocukların” sahipleri ile hesaplaşmadan söz konusu olabilir mi? Murat Belge zihniyetli liberaller darbenin uluslar arası kapitalist sistemin silahı olduğunu örtbas etmek için çok uğraştılar, maalesef kısmen başarılı da olmuş görünmektedirler. AKP’nin bölgede ABD’nin bir numaralı taşeronu olma rolüne soyunduğu şu günlerde, ordunun Suriye sınırına dayanmak üzere olduğu bir dönemde bu 12 Eylül hesaplaşması neyi perdeleyebilir? 12 Eylül patronların güleceği bir Türkiye yaratmak istiyordu, şimdi aynı bayrak AKP’nin elindendir. İnanmayanlar Ulusal İstihdam Stratejisini açsın okusun. Bugün AKP’nin sınıfı örgütsüzleştirmek noktasındaki başarısını 12 Eylülcüler tahayyül bile edemezdi. 12 Eylül sosyal devleti yaşayamaz hale getirmeseydi AKP’nin oy

6

deposu cemaatler bu kadar geniş bir kesime hitap edebilir miydi? 12 Eylül’ün “gençler solcu olmasın, dindar olsun” aklı olmasa Siyasal İslam bu seviyede güçlenebilir miydi? Bütün cümleler aynı sonuca çıkmaktadır. AKP ve 12 Eylülcüler Erdoğan’ın deyimiyle ruh ikizidirler.

Beyaz Yalanlara Karnımız Tok!

Bugün 12 Eylül’le hesaplaşmak politik hiçbir anlamı kalmamış, abra kadabra mahkemelerin önünde fon mankeni olarak değil AKP’nin 12 Eylül’ün devamcısı işçi düşmanı ve emperyalizm taşeronu siyasetiyle mücadele ederek başarılabilir. Toplumu tamamen seyirci haline getiren, “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” diyen, 12 Eylül’ün en önemli güncel davacısı Kürt halkını zindanlara tıkıp cemaate fit etmek dışında bir siyaset geliştiremeyen AKP’nin oyunlarına şimdiye kadar defalarca olduğu gibi gelmemeyi öğrenmek zorunda olan bir sol var karşımızda. Fakat Lenin’in “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” sözlerini doğrularcasına kimi dostlarımızın da “davayı gerçek bir hesaplaşma mecraına dönüştürmek” gerekçesiyle bile olsa –ki bu beklenti bugünkü güçler dengesiyle hayal bile değildir- AKP’nin çekim alanında kalması can sıkıcı bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bugün sol için en iyi pozisyon, Ufuk Uras’ların İslamcı kanallarında hakaret etmeye çalıştığı noktada olmaktır. AKP rol çaldığını sanmasın. Bu toplumun ezilenlerinin kendilerine dünyayı cehennem haline getirenlerle randevusu bir yandan yaklaşmaktadır. Yalancının mumunun yatsıya kadar yandığının ortaya çıkacağı günler de gelecektir. Kredi muslukları ile sersemletilen ve gerçeklikle bağı kopan emekçiler insanca bir yaşam için ayağa kalktıklarında gerçek hesaplaşmanın nasıl olacağını hep birlikte yaşayacağız. “Ufuksuz”,”nurlu” liberallerimizi o günlerde dinlemek çok daha öğretici olacaktır!

On binler Kadıköy’de “ADALET” istedi

Sivas katliamı davasında mahkemenin verdiği kararı ve hükümetin bu kararı destekleyen politikalarını protesto etmek için, on binler Kadıköy meydanında toplandı. Alevi, devrimci ve emekçilerden oluşan binlerce kişi, Sivas davasının yanı sıra hükümetin Alevilere yönelik ayrımcı politikalarını da protesto etti. Kürsüden KESK’in 4+4+4 eylemi ve yıl dönümü olması sebebiyle Kızıldere direnişi de selamlandı. Kadıköy meydanına iki koldan giriş yapıldı. Devrimci kurumlar ve siyasi partiler Numune hastanesi yönünden, alevi dernekleri salı pazarı yönünden Kadıköy’e girdi. Yürüyüş kortejinin en önünde Sivas katliamında yaşamını yitirenlerin resimleri taşındı. Tüm gruplar alana girdikten kürsü programı başladı. Kürsü programı Sivas’ta hayatını kaybedenlerin isimlerinin okunması ile başladı. Okunan her ismin ardından onbinlerce kişi “burada” dedi. Daha sonra Sivas’ta hayatını kaybedenlerin aileleri kürsüye çıkarak miting katılımcılarını selamladı. Aileler adına Zeynep Altıok kısa bir konuşma yaptı. Miting boyunca yapılan konuşmalarda Kadıköy’de bu toprakların kardeş çocuklarının birleşmesi; Türk, Kürt, Alevi… herkesin adalet için bir araya gelmesi vurgulandı.

SODAP Tüm Coşkusuyla Alandaydı

Sosyalist Dayanışma Platformu, “Zulme teslim Olmayacağız, AKP’ye direneceğiz” pankartıyla saat 12.00’den itibaren Numune hastanesi önünde toplanmaya başladı. Kısa sürede yaklaşık bin kişinin yer aldığı bir kortej oluşturuldu.

Yeşilkent Cemevi: “Unutmak İhanettir”

Yeşilkent Cemevi “Zamanı da Aşırsanız Failleri de Saklasanız Unutmak İhanettir” yazılı pankartıyla SODAP kortejinin hemen arkasında yer aldı. Taleplerini dövizleriyle de alana taşıyan Yeşilkentliler, yöresel kıyafetleri, dövizleri ve bağlamalarıyla dikkat çekici bir kortej oluşturmuştu.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

“Yasa, Dindar Nesil Yetiştirmeyi Hedefliyor” Eğitim sistemine hızlı bir müdahale anlamına gelen ve zorunlu eğitimi 4+4+4 formülasyonuyla düzenleyen yasa meclisten geçti. 2012-2013 Eğitim Öğretim yılında uygulamaya konulacak. Boğaziç Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi ve Halkların Demokratik Kongresi Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Fatma Gök’le yasanın getirdikleri götürdükleri üzerine görüştük: S.Dayanışma: Yasanın, eğitim sisteminin temel sorunlarını çözecek bir içeriği var mı? Fatma Gök: Maalesef böyle bir derdi yok yasanın. Zaten bu amaçla çıkarılmadı. Yasa meclisten geçtikten sonra Başbakan “28 Şubatın rövanşını aldık” dedi. Demek ki bu bir rövanş mücadelesiymiş ve eğitim sistemi de bu amaçla kullanılıyormuş. Şimdi deniliyor ki 8 yıllık kesintisiz eğitim, 28 Şubat’ın ürünüdür. Hâlbuki tam öyle değil. Evet, doğru 28 Şubat süreci sonunda hayata geçirildi. Ama bu konu eğitim camiasında son 40-50 yıldır dile getirilen bir konuydu. Herhangi bir demokratik ülkede 5 yılık zorunlu eğitim yeterli değildir. Özellikle Türkiye gibi gelir dağılımında, sınıfsal olarak, toplumsal cinsiyet bazında ve bölgesel bazda ayrımcılıkların olduğu bir ülkede 5 yıllık zorunlu eğitim hiç yeterli değildir. Çünkü 5 yıldan sonra aileler olanaklarına göre çocuklarını okutuyor ya da okutmuyorlar. Türkiye’de eğitimin temel sorunları olan kimin eğitimi, kimin okulu meselelerini derinden analiz etmeden yani toplumsal sınıf bazında eğitim sisteminden kim yararlanıyor demeden; kamusal kaynaklar eğitimden çekildikçe kimler çocuklarını nereye gönderebiliyorlar meseleleri tartışılmadan; anadilde eğitim meselesine hiçbir şekilde girmeden bir yasa çıkartılıyor. Yani temel sorunlar duruyor. Demek ki aslında bir tür takiye yapılıyor. Eğitimi 12 yıla çıkarıyoruz derken birden anlıyoruz ki dindar nesil yetiştirmeyi hedefleyen bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. Başbakanın dindar nesil vur-

gusu ile yasanın ilişkisi? Kadınların erkeklerle ayrıştırılması bu yasanın ana amacıdır diyebilir miyiz? Bu düzenleme de açıkça MHP’nin önerisi ile ortaya çıktı ve AKP de destekledi. Dindar nesil yetiştirme yönünde 2 madde de yasaya girmiş oldu. Önceki taslakta seçmeli dersler kategorisi vardı yani “farklı seçenekler” altında ikinci dörtte yönlendirme vardı ve biz buna itiraz ediyorduk, bunun doğru bir yaklaşım olmadığını dile getiriyorduk. Şimdi bu “farklı seçenek”lerden ikisi yasanın kendisinde yer aldı. Bir tanesi Kuran diğeri de Muhammed’in hayatı. Bu şimdi anlamlı bir şey. Yasanın diğer maddeleri de çok önemli ama bu madde bize amacın ne olduğunu gösteriyor. Eğitimin temel amaçlarını düzeltmeye, öğrencileri daha demokratik eğitim ortamında yetiştirmeye yönelik bir şey değil, tam tersine ‘belli amaçlarla’ çıkartılmış bu yasa. Bu da daha muhafazakâr, daha dindar bir nesil yetiştirmek. Buna “insan mühendisliği” diyoruz, amacı eğitim sistemini tasarlamak ve kendi istedikleri insan tiplerini yetiştirmektir. Biz AKP’nin de neoliberal politikaların Türkiye’de en acımasız uygulayıcısı olduğunu biliyoruz. Bu nedenle hem ideolojik hem de ekonomik olarak sistemi yönlendirmeyi amaçlayan, bu çerçevede insan yetiştirmeye yönelik bir proje olduğu görülüyor bunun. Bu, “bir tane yasa çıktı din dersi kondu” meselesiyle bitmiyor. Nasıl bir insan yetiştirilecek, değerleri neler olacak bütün bunları belirlediği için bütün toplumu şekillendirecek bir düzenleme bu.

Şimdi çocuklar 5 yaşında okula başlayacak ve bu yaştaki çocuğa bir takım şeylerin empoze edilmesi daha kolaylaşacak, siz ne düşünüyorsunuz? Milli Eğitim Bakanlığı bunu çok açıkça; “Diyanet işleri bu durumdan çok rahatsız, çünkü 8 yıldan sonra çocukların hafız olması çok zorlaşıyor. Şimdi eğer dört yıl ve kesintili yaparsak çocuklar dindarlık yönünde daha erken yaşta yönlendirilecekler ve dindar nesil yetiştirilmesi daha da kolaylaşacak” şeklinde ifade etti. Şunu da atlamamak gerek, imam hatip okullarının ‘orta kısımları’ açılacak. Muhafazakâr ve dindar kesimler, çok şikâyetçiydi. Çocuklar zorunlu 8 yıllık temel eğitimi aldıktan sonra imam hatip liselerine gittiklerinde onları kolayca şekillendiremiyorlardı. Eğilip bükülmeleri, sizin de dile getirdiğiniz ideolojik anlamda din atmosferine girmeleri daha zorlaşıyordu. Ama demokratik ve eşitlikçi bir eğitimde temel olan en nitelikli eğitim verilmelidir herkese. Devletler bunu toplumsal bir sorun olarak görür ve gerçekleştirmeyi önlerine amaç olarak koyarlar. Bizce herhangi bir insan okula başlar ve 12 yıl temel eğitim alır. Bizim Eğitim-Sen’in dile getirdiği de 12 yıllık zorunlu temel eğitimdir. Meslek eğitimi de yönlendirme de ondan sonra başlar. Pedagojik olarak çocuğun neleri hangi yaşlarda alabileceği, erken yönlendirmenin ilerleyen yaşlarda nasıl zararlı olabileceğine dair çok sayıda literatür var ve bu eğitim camiasında kabul edilmiş bir gerçek. Bizim amacımız ‘topluma en nitelikli temel eğitimi’

vermek. Ve bunun içeriği de demokratik bir şekilde oluşturulmalı. Bizim açımızdan iki şey var eğitim sisteminde dikkat edilecek: Biri, “gerçek müfredat” dediğimiz içeriğin son derece duyarlı hazırlanması lazım. İkinci olarak “gizli veya saklı müfredat” dediğimiz müfredat vardır. Okuldaki ilkim, okulun öğrencilere yaklaşımı bunlara girer. Burada da çocuklara otoriter, baskıcı ve disiplin perspektifinden değil de onları sanat, edebiyat ve okul dışı faaliyetler yönünden geliştiren, dünyaya eleştirel bakabilmesini, kendisini ve toplumu sorunlaştırabilmesini sağlayacak temel kültürel becerileri kazandıran bir yaklaşım gerekiyor. Böyle bir dertleri yoksa “biz ikinci dörtte onları yönlendirebiliriz” diye program yapabilir ve dersler de koyabilirler. Ortaokul ve lisede Kuran-ı Kerim ve peygamberin hayatı isteğe bağlı ders olacak. “İsteğe bağlı” çok masum gözüküyor ama hiç masum değil, bu zorunlu seçmeli olacak. Zaten okullardaki çoğu seçmeli ders, zorunlu seçmeli ders oluyor. Okul öyle yönlendiriyor. “Kadınlara karşı bir eğitim” olması da işin bir parçası. 12 yıllık zorunlu eğitim kadınlar için önemli bir kazanım. Çünkü istatistiklere baktığımızda görüyoruz ki, 8 yıllık zorunlu eğitimden sonra liseye kadınlar daha az gidebiliyor. Özellikle kırsal kesimde ve yoksul kesimlerde kadınlar okullardan çekilen ilk insanlar oluyorlar. 12 yıla çıkartmak ilk etapta kadınların lehine gibi gözüküyor ama şu andaki erkek egemen sisteme göre düzenlenmiş

7


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

Önceki taslakta seçmeli dersler kategorisi vardı yani “farklı seçenekler” altında ikinci dörtte yönlendirme vardı ve biz buna itiraz ediyorduk, bunun doğru bir yaklaşım olmadığını dile getiriyorduk. Şimdi bu “farklı seçenek”lerden ikisi yasanın kendisinde yer aldı. Bir tanesi Kuran- Kerim diğeri de peygamberin hayatı. Bu şimdi anlamlı bir şey. Yasanın diğer maddeleri de çok önemli ama bu madde bize amacın ne olduğunu gösteriyor.

8

okul kültürü ve okul müfredatı dönüştürülmeyince devam eden ayrımcılıklar sürecektir. Bunların üstüne dindarlaşma ve din kültürünün ortamda hâkim olması da mutlaka kadınların aleyhine olacaktır. Diğer yandan lise zorunlu olacak ama örgün ve yaygın öğrenim şeklinde düzenlenecek. Yani dışarıdan da okuyabilecekler liseyi. Bu ne demektir? Okula gelmeden de dışarıdan diploma vermenin önünü açmaktır. Bunun kadınların aleyhine işleyecek bir şey olduğunu baştan söyleyebiliriz. Evden okutulacakların başında kız çocukları gelecektir. Bu yasada kimsenin dikkatini çekmeyen bir madde daha var. Yasanın12.maddesi, 3308 sayılı mesleki eğitim kanunun 18. Maddesinin birinci fıkrasında yer alan %10’undan fazla olmamak üzere ibaresini çıkarıyor. Bu ne demektir. İşletmelerde “beceri eğitimi” almak üzere çalıştırılan stajyer öğrenci sayısında üst sınırı kaldırmış. Şimdi bu kaldırılınca mesela 20 kişi çalıştıran bir işletme 18 tane stajyer öğrenci alabiliyor. Stajyer öğrenci asgari ücretin üçte birini alabildiği için müthiş bir iş gücü sömürüsü var. Genç çocukları çok ucuza çalıştırmaya girişiliyor. Okullarda bu şekilde kadrolaşmayla birlikte işletilince bu düzenleme, belirli işletmelere ucuz iş gücü sağlayacak ve çocuklar 12-13 yaşında ucuz iş gücü olarak işletmelerde çalışacak. Çocuk işçiliğini özendiren bir madde bu. Hâlbuki Türkiye’nin ILO’da imzası vardır, 15 yaşından küçük çocuk çalıştırılamaz diye. Piyasalaştırma süreçleri açısından yasa ne ifade ediyor? Bu yasaların bir yönü de neoliberal politikalara göre eğitimi yönlendirmedir. Bir taraftan ideolojik olarak bir toplum mühendisliği diğer taraftan ise eğitimi paralı hale getirme yönünde eğilim açıkça gözüküyor. 222 sayılı ilköğretim ve eğitim kanunu, “devlet okulları parasızdır” der. Yeni yasada böyle bir yasa yok. Bu yönde zaten bir takım düzenlemeler de gündeme gelmiş durumda. “Dershaneleri kaldıracağız özel okula çevireceğiz” dediler. Dershanelerin tabi ki kalkması lazım, yani çoktan kalkması lazımdı. Eşitliği ve pedagojiyi esas

alan herhangi bir sistemde bu kadar yoz kurumların olması kabul edilemez. Türkiye eğitim sisteminin en yoz kurumları hangileri dersek, sistemin bir parçası haline gelmiş dershanelerdir. Çünkü bir tek amaçları vardır o da çocuklara çoktan seçmeli soru sorma becerisi geliştirmek ve -pedagojik olarak bizim çok zararlı bulduğumuz- çocukları bir yarışmaya sokmaktır. Gölge eğitim kurumları dediğimiz bu kurumlar, eğitim sisteminin ayrılmaz bir parçası haline ne yazık ki gelmiştir. Ama ben sanmıyorum ki kaldıracaklar, aksine özelleştirmeyi yaygınlaştıracaklardır. Özelleştirme iki yönde oluyor. Bir tanesi kamu okullarının içten özelleştirilmesi, yani öğrencilerden para toplama işi. Eğitime para ayrılmayınca velilerden para topluyorlar, diğer taraftan sınıf anneliği özendiriliyor, sınıf anneleri o sınıfın bütün ihtiyaçlarını karşılamada sorumlu hale getiriliyorlar. Bunun bir diğer tarafı acımasız sınav sistemi. Bu sistem niye var? Ortaöğretim düzeyinde bütün okullar aynı nitelikte değil. Kamusal okulların nitelikleri düştükçe aileler çocuklarını kurtarmanın derdine düşüyorlar. Ne yapıyor? Özel okula göndermeye çalışıyor. Hâlbuki eğitimi nitelikli, parasız, herkese eşit şekilde verme gibi bir amacımız olsa bu ayrım olmayacak ve her okul en iyi okul olabilecek. Bunun için gerekli maddi kaynaklar, alt yapısını oluşturmak ve öğretmen yetiştirmektir. Fakat neoliberal politikalar tamamen bunun tersinde çalışıyor. Eğitim bütçesi gittikçe azalıyor. Okullarda ayrışma ileri düzeye gidiyor. Yoksul mahallelerindeki okullar, daha orta sınıf okulları, kolejler vs. Demokratik, özgürlükçü bir eğitim politikasının olmazsa olmaz bileşenleri sizce nelerdir? Bu yasanın yaptıklarının tam tersi şeyleri yapmalıyız. Bütün toplumun -çocuğu okulda olsun olmasın- nasıl insanlarla beraber olacağı, nasıl iş yapacağı, nasıl değerleri benimseyebileceği bir şekilde eğitim sistemiyle ilişkilidir. Her şeyi eğitim sistemi şekillendiriyor görüşü doğru değil tabi, toplumsal dinamikler de eğitim sistemini belirliyor aynı zamanda. Eğitim sistemi ile toplumun

ilişkisi son derece karmaşık fakat toplum ve insan bir şekilde eğitim sisteminde bir araya geliyor. Onun için yangından mal kaçırır gibi değil, özgürlükçü bir dönüşüm ancak eğitim camiasını, üniversiteleri, eğitimle ilgili kurum ve kuruluşları içine alacak ama aileleri de içine alacak. Onların görüşleri, katkıları da çok önemli. Şu an sistemin anne ve babalardan beklediği, para toplasınlar, okulu boyatsınlar, sınıf anneliği yapsınlar şeklinde gelişiyor. Elbette herkes gelip okulu kendi kafasına göre dönüştürsün değil ama toplumsal olarak okul üzerine tartışılsın, konuşulsun, irade konulsun, müdahale edilebilsin. Bir takım bürokratlar oturup bu işin hem niceliğine hem niteliğine karar veremesinler. Çünkü çocuklar okula geldikleri zaman okulun gerçekten demokratik bir havasının olması lazım. Herkes diyor ki “eleştirel, sorgulayıcı, yaratıcı çocuk yetiştirelim” tabi yaratıcılığa çok önem veriliyor çünkü uluslar arası rekabet için yaratıcılık isteniyor. Oysaki yaratıcılık insanların kendilerini gerçekleştirmeleri için onlara zaman vermektir. Bizler okullarda çocuklara demokratik ve sorgulayıcı, onların kendilerini toplumda gerçekleştirmeleri için özgürce bir ortam sağlayabiliriz ve bunu yapmalıyız. Bu da herkesin işi, sadece okulun değil. Okula bu şekilde duyarlı yaklaşacak bir kamuoyu çok önemli. Son olarak siz HDK’nın yürütmesindesiniz, bu yasa HDK’nın gündeminde mi? Halkların Demokratik Kongresi eğitim sorunlarına da tabi ki eğilmeyi amaçlıyor. Tüzüğümüzde bir eğitim komisyonu kurulması da var. Ben de bu komisyonun bir parçasındayım. Biz bir eğitim komisyonu inisiyatifi geliştirdik. Hatta HDK yürütmesi ile birlikte 4+4+4’e karşı bildiri yayınladık. Halkların Demokratik Kongresi olarak daha geniş bir çağrı yaptık eğitim komisyonunu genişletmek, yol haritasını çıkarmak ve önümüzdeki her altı ay için planlama yapmak için toplantılar düzenleyeceğiz. HDK’nın içinde olmayan ama bizimle aynı düşünen eğitim camiasıyla da birlikte hareket ederek eğitimin çeşitli kademelerine bir birikim koymayı hedefliyoruz.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

ALEVİ DİNAMİĞİ VE DEVRİMCİ DİRENİŞÇİ ALEVİ HAREKETİ “Haksızlıkların önünde eğilmeyin, hakkınızla birlikte onurunuzu da kaybedersiniz.” Hz. Ali

K

apitalizmin krizi derinleşiyor. Burjuvazinin geleceği karardıkça kapitalist devletler saldırganlaşıyor, faşizm tırmanıyor. Kriz, halk isyanlarını tetikliyor. Böylesi bir tabloda en küçük bir direnç odağı, burjuvazinin uykularını kaçırmaya yetiyor. Tüm dünyada “korku imparatorlukları” inşa ediliyor. Korku imparatorlukları, kendisinden korkmayanlardan korkuyor… Borçla ayakta duran kırılgan ekonomisi, naylon demokrasisi, korkunç adaletsizliği, başta Kürt sorunu olmak üzere çözülmeyen bir yığın tarihsel sorunuyla birlikte Türkiye, Suriye üzerinden Ortadoğu’nun fırtınalı sularına yelken açıyor. Bir anda alabora olma riskiyle burun buruna yaşanan böylesi kritik bir süreçte en küçük muhalefete AKP faşizminin tahammülü yok. “Demokratik açılım” palavraları bitti, faşizme tam gaz… “Komşularla sıfır sorun” bitti, emperyalist savaşa tam gaz… AKP’nin ustalık döneminde “yurtta savaş, dünyada savaş…” Dün “açılım”larla teslim alınamayan toplumsal dinamikler, şimdi AKP faşizminin hedef tahtasında. Bu gerçeklik, doğal olarak tüm bu dinamiklerde karşı tepkinin de birikmesine yol açıyor. Biriken bu öfke, giderek faşizme karşı ortak hareket etme zeminini de güçlendiriyor. Eşit yurttaşlık temelindeki tüm talepleri görmezden gelinen Alevi halkı da, tarihlerinde olduğu gibi bir kez daha inkârla, zulümle teslim alınmaya çalışılıyor. Türkiye nüfusunun önemli bir kesimini oluşturan ve elbette ken-

di içerisinde sınıfsal farklılıklar da barındıran Alevi dinamiği, yine sahip olduğu direniş geleneği nedeniyle sistemin toplum mühendislerinin çalışma alanlarından biri olagelmiştir. Alevilere yönelik olarak zulüm ve sistemli asimilasyon politikaları at başı gitmiştir. Yakın tarihimiz de benzeri uygulamalara tanıklık etmiştir. Bütün bunlara karşın, Alevi dinamiğinin içerisinde barındırdığı direniş geleneğinin bütünüyle yok edilmesi başarılamamıştır. Gelinen aşamada, AKP faşizmine karşı sokağa çıkma potansiyeli en yüksek dinamikler içerisinde Aleviler de yer almaktadır. Cumhuriyetin tekçi, inkârcı ideolojisinin ısrarlı savunucusu CHP ile Alevi halkının bağları giderek zayıflamaktadır. Genel anlamda demokrasi ve özgürlükler zeminine oturmayan “şeriat tehdidine karşı laiklik” söylemi, Alevilerin kimliklerinden kaynaklı dertlerine derman olmamaktadır. “Alternatifsizlik,” Alevilerden CHP’ye giden oyların önemli bir kısmının gerekçesidir. Hele son süreçte CHP’li Onur Öymen’in Dersim katliamını olumlayan ifadeleri ve ardından milletvekilliği seçimlerinde Alevilerin değer verdiği isimlerin CHP aday listelerinden dışlanması, Alevilerle CHP arasında soğuk rüzgârlar estirmiştir. Yine seçim sürecinde Kılıçdaroğlu’nun “kimlik siyaseti yapmıyoruz” söylemiyle Alevi halkının kimliklerinden kaynaklı sorunlarına gözlerini kapaması da Alevilerle CHP arasındaki mesafenin açılmasında etkili olmaktadır. Son olarak, CHP’li Avcılar Belediyesi’nin kendi ilçesindeki Yeşilkent Cemevi’ni savunan Alevilere yönelik zorbalığı, tarihe düşülecek önemli bir kayıttır. Alevi dinamiği içerisinde –özellikle burjuva Aleviler üzerinden- yaratılmak istenen ko-

ruculuk sisteminin etkisi de zayıflamaktadır. İzzettin Doğan, Fermani Altun, Reha Çamuroğlu gibi “Alevi korucular,” Alevi halkının gözünde giderek yıpranmaktadır. Koruculuk kuşatmasıyla direnişçi özünden soyundurulmaya çalışılan Aleviler, “devletin Alevisi” olmayı reddetmektedir. Şovenizm zehiri, -Kürt Özgürlük Hareketi’nin bileği hakkına- toplumun genelinde olduğu gibi Aleviler üzerinde de etkisini yitirmektedir. Kürt halkının öne çıkarttığı demokratik ve siyasi talepler, en tutucu kesimler içinde bile en azından konuşulur hale gelmektedir. Bu durum, Kürt Özgürlük Hareketi’yle Alevi dinamiği arasındaki bariyerin de zayıflaması anlamına gelmektedir. Devrimci hareket, ciddi sonuçlar yaratacak bu gerçekliğe dönük olarak sistemli bir yaklaşım belirlemelidir. Alevi dinamiğinin özellikle Kürt dinamiğiyle yan yana gelişi önündeki engeller geçmişe göre daha zayıflasa da söz konusu ortaklaşma kendiliğinden olmayacaktır. Devrimci hareketin ciddi olanaklar barındıran bu alana yönelik ortaya koyacağı iradi müdahale, ezilenler adına tarihsel sonuçlar yaratacak değerdedir.

Salih İNCESOY

Dün “açılım”larla teslim alınamayan toplumsal dinamikler, şimdi AKP faşizminin hedef tahtasında. Bu gerçeklik, doğal olarak tüm bu dinamiklerde karşı tepkinin de birikmesine yol açıyor. Biriken bu öfke, giderek faşizme karşı ortak hareket etme zeminini de güçlendiriyor.

“Ulusalcı sol”un böylesi bir perspektifi yoktur. Onların AKP karşıtlığı, AKP’nin “gericiliğinden” kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım, sonuç olarak Kemalizmin tekçi anlayışının değirmenine su taşımaktadır. “Liberal sol” ise zaten sokak, isyan ve devrim gibi kavramları sözlüklerinden silmiş durumdadır. Alevi dinamiğini devrimci, direnişçi zeminde harekete geçirmek ve Kürt Özgürlük Hareketi’yle yan yana getirmek, enternasyonalist devrimci çizginin başarabileceği bir görevdir. Bu tarihsel görev SODAP’ın önünde durmaktadır.

9


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

MODERN HIZIR PAŞALARA KARŞI PİRSULTAN ABDAL YOLUNDA! Röportaj

Deniz TÜRKMENOĞLU (Yeşilkent Pirsultan Cemevi Başkanı)

Nurettin ZORLU

(Yeşilkent Pirsultan Cemevi Üyesi)

10

S.Dayanışma: Burada 35-40 bin Alevi’nin yaşandığı söyleniyor. Bu cemevi meselesi de 10 yıldır çeşitli aşamalardan geçmiş, siz ne yaptınız bu süreçte? Deniz TÜRKMENOĞLU: Burada 10 yıllık bir süreç var. Bu üçüncü cemevi. CHP’li belediyenin alevi halktan oy alma çabasıyla ilgili bir durum. Rant üzerinden bir ilişki kurulmuş. Yaklaşık 7-8 aydır burada verilen bir mücadele var. Kapısı penceresi olmayan, çok farklı amaçlar için kullanılan bu inanç yerimizin şu anki durumu çok daha farklı artık. Bu süreçte neler yaptınız? İlk olarak camları takıldı, halkın katkılarıyla. 11 Aralıkta bir aşure yapıldı ve ardından dernek oluşumu için adımlar atıldı. Belediyeyle bir ön görüşme yapıldı. Çok olumsuz bir görüşmeydi. Mehmet Kaya’yla görüşmemizde mahalleden bir heyet oluşmuştu, onlarla birlikte gittik. Dilekçelerimizi verdiğimizde ilk tavrı “Siz kim oluyorsunuz da benden cemevi istiyorsunuz. Biz orayı yapacağız, kimsenin yapmasına da izin vermeyiz. Bir çivi dahi çaktırmayız” oldu. Biz derdimizi anlatıp, burada ibadet etmek istediğimizi, bizim yerimizin kötü amaçlı kullanıldığını söylediğimizde farklı cemevlerine gitmemizi önerdi. Biz neden en yakınımızdaki cemevi dururken farklı yerlere gitmemiz gereksin dediğimizde bu kez “o kadar çok cem yapmak istiyorsanız gidin evinizde yapın” dedi. Belediyenin tepkisi neden böyle? Amacı ne sizce? Belediyenin amacı burayı kültür merkezi yapmaktı. Tıpkı Firuzköy Kültür Evi gibi. Orası belediyenin ek binası gibi. Yönetimi kendisi oluşturuyor. Belediyenin her türlü kullanımına açık bir hizmet yeri haline getiriyor. Bizim yerimize dair planı da buydu. Seçim de yaklaşıyor. Yine burayı

seçim yatırımı için kullanacak. Cemevlerinin yasal bir statüsü yok. Bunun için neler yapılması gerekiyor sizce? Artık bir vakfa, bir derneğe bağlanmaktan çok cemevinin bağımsız olarak kurulması gerekiyor. Bugünkü yasalar evet kabul etmiyor. Başbakan cemevlerimiz için “cümbüş evi” diyor. Tepkiler yükselince sözünü geri alıp “ya o tür yerler kültür merkezi” diyor. Belediyenin anlayışının AKP’den farkının olmadığı böylece ortaya çıkıyor. Mustafa Değirmenci açıkça cümbüş evi demiyor da kültür merkezi yapacağım diyor. Cemevlerinin yasal statüsünün artık kabul edilmesi için, bunun önünde nasıl durmak gerekiyor? Elbette ki bir anda olacak bir şey değil, çok sıkı bir örgütlenme lazım. Alevilerin örgütlenip artık bir mücadele alanına katılması gerekiyor. Örgütlenmeden olmaz diyorsun. Buradaki cemevi çalışmasında bir aşama kaydedildi, belediye zabıtasıyla çatışıldı...vb. Peki halkın desteği ne durumda? Şimdi, ben şöyle bir şey söylemek istiyorum. Bu ülkenin başbakanı, sen ona haklarını aramak istediğini söylediğinde sana polisi ve diğer araçlarıyla saldırıyor. Biz de buradaki mahalle halkı, alevi halkı olarak cemevi istiyoruz dediğimizde karşımıza bin bir türlü engel çıkıyor. En başta bu bölgenin imar sorunu. İmar sorunundan kaynaklı olarak özellikle esnaflar tehdit ediliyor belediyenin zabıtaları tarafından. Çünkü birçok esnafın ruhsatı yok. Ruhsatı olmayan esnafa, “gelir ceza yazarım” diyor ve birebir de uyguluyor. Ev konusunda da insanlar aynı sıkıntıyı çekiyor. Bundan dolayı halkın tamamı değil ama yine de birçoğunun bir sahiplenmesi var. Eğer burada bir mücadele sürüyorsa bu halkın direnişiyle sürüyordur. Bu zamana kadar nasıl ve

kaç kere saldırı ya da baskıda bulundu buraya? Altı kez saldırı oldu buraya. İlk saldırıda tabelalarımızı sökmek istedi. Gündüzdü, biz de karşı koyduk, izin vermedik. Bunun üzerine bir gün sonra gece geliyorlar, tabelalarımız sökülüyor. Çok geçmeden üçüncü saldırıda içeri giriyorlar, içerideki eşyalarımız alınıyor. Dördüncü saldırıda, yine aynı şekilde. Ama bu saldırılar yapılırken sürekli olarak halk buraya halısını, kilimini, minderini devretti. Onlar saldırdıkça bu mahalle, bu bölgedeki insanlar daha çok getirmeye başlıyorlar. Yani saldırdıkça güçlendiniz. Evet, saldırdıkça güçlendik. Dördüncüde, cemevinin arkasına dayanıp kepçelerle yıkım saldırısı olmuştu. Sabahın çok erken saatlerinde, gece diyebileceğimiz saatlerde. Arka taraftan saldırmalarının nedeni de, yıkımı kimsenin görmemesi. O gün halkımız toplandı, aynı gün duvar yeniden örüldü. O kırılan camlar, yeniden yerine takıldı. Ve biz daha çok güçlenmeye başladık. İşte bu esnada “birlik kurbanı” yapıldı. Bazı sanatçılardan çok büyük destekler geldi. Onun dışında alevi kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinden de zaman zaman büyük destekler geldi. Son saldırı, altıncı saldırı çok şiddetliydi, çünkü yine bu saldırılar esnasında bizler ara ara nöbet tutmaya başlamıştık, nöbet esnasında burada kalan halktan nöbet tutan insanlar zorla dışarı çıkarılmaya çalışılıyor, zabıtalar saldırıya geçiyor. Biz karşı çıkmaya çalıştığımızda, beş kişi kötü bir şekilde dövüldük. Son saldırıda özellikle yüze yakın zabıtayla etten bir duvar örmüşlerdi cemevinin önüne, girmememiz için. O esnada mahalle insanları toplanmaya başladılar. Mahalleliden biri çaktırmadan arka taraftan yukarıya tırmandı


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

ve kapıyı açtı, kapıyı açmasıyla beraber bizim içeri girmemiz bir oldu, böylece onları püskürttük. Şimdi belediye bu altı kez saldırı sonrasında başarılı olamayacağını anladı. O da son taktiğini uygulamaya çalışıyor şu an. Bizi, kendi çıkar amaçları doğrultusunda hareket eden dernekler üzerinden vurmaya çalışıyor. Yani bizi kendi insanımızla karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Nasıl yapıyor bunu? En başta esnafların korkusunun olduğunu, ruhsatlarının olmadığını falan söylemiştim. Bu dernekler özellikle hurda türü işlerle uğraşıyorlar. Bunların birçoğunda çalışma ruhsatı yoktur. Bu tehdide maruz kalan öncelikli dernekler bunlar. Doğal olarak da dernek başkanlarıyla belediyenin arasında sıkı bir ilişki, ekonomik bir bağ var. Bunu da yok etmek istemiyorlar. Ama aynı zamanda buraya da açıktan tavır alamıyorlar, çünkü üyelerini engelleyemiyorlar. Farklı yöntemler uyguluyorlar, mesaj atıyorlar halka, “gitmeyin, etmeyin, orada şunlar var, bunlar var” diye. Ama bugün çıkıp bizimle uzlaşma noktasına bile gelebiliyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili? Ne yapacaksınız bundan sonra? Tabiî ki belediye başkanının oyununa gelmeyeceğiz. Biz elimizden geldiğince dernekleri de bu işin içine katmaya çalışacağız. Onları karşımıza almak gibi bir niyetimiz yok, çünkü karşımıza aldığımız kişi halkımız olmamalı. Burada ibadet yapacak olan buranın halkıdır. Biz bütün dernekleri de katarak mücadeleyi sürdürmeye çalışacağız. Ama umut ediyorum ki farklı sıkıntılar ortaya çıkmaz. Yeşilkent Pir Sultan Cemevi derneğinin talepleri ne bu doğrultuda? Biz elimizde yasal bir belge istiyoruz. Burası yasal statüsüne kavuşsun istiyoruz. Talebimiz sadece protokolün imzalanması, belediyenin burası üzerinde yönetimi belirleme, sözleşmeyi tek taraflı bir feshetme gibi haklarının olmaması. Daha önce Firuzköy Kültür Evi’nde hazırladığı protokol çok sıkıntılı. Biz aynısının buraya uygulanmasını istemiyoruz. Bundan dolayı da

taleplerimiz kabul edilene kadar burada olacağız. Tabi diğer insanlarla, köy dernekleriyle karşı karşıya gelmemek şartıyla. Alevi toplumuna ya da Yeşilkent halkına söyleyeceğiniz bir şey var mı? Söyleyebileceğim alevi halkının örgütlenmesi gerekiyor. Örgütlendiği zaman bırakın cemevlerine savaş açan belediyeleri, Erdoğan bile bu durumdan çok büyük tedirgin olacaktır. Çünkü oturduğu yerden bir kalkacaktır yeniden oturacaktır. Buna eminim. S.Dayanışma: On yıldır da burada cemevi süreci var. Siz nasıl görüyorsunuz bu süreci? Nurettin ZORLU: Daha geriye, 2008’lere doğru gidersek, daha önce burada Balıkyolu Kalkındırma ve Dayanışma Derneği vardı. Bu dernek halk derneği idi. Burada alevisiyle, sunnisiyle örgütlenmiş bir dernekti. Ve bu dernek mahalle sorunlarına el attı. Mahallenin kanalını, suyunu, hatta bu cemevinin altında, ilerdeki Nihat Çandarlı Okulu’nu yaptırdık. Çok mücadele verdik bunun için. Buranın yüzde yetmişi hazine arsası, belediye başkanı bunu kendi de seçimlerde açıkladı. Buraları kullanarak, bu dernek içindeki yöneticileri, esnaf takımını ranta alıştırarak kendi cephesine çekmeye başladı, tabi bunların kitlesini de bu rant alanında kullandı oy olarak. İki dönem, üç dönemdir seçime bu yöntemle geldi. Fakat şimdi rantın son aşamasına geldi. Son aşamasında da burada halkımızla beraber bir cemevi yapıldı, o cemevini yıktı, dedi ki “ben size daha sağlıklı bir cemevi yapacağım, daha büyük yer vereceğim”, o dönemde de yine halkı ikiye bölerek, kendi yandaşlarını alıp diğerlerini dışlayarak yaklaştı. Ben o süreçte bulunamadım, katmadılar. Onlarla ortak hareket etmediğimden beni bölücülükle falan da suçladılar o dönem, ona rağmen ben mücadeleme devam ettim ve sonra bu cemevinin temelinin atıldığını, cemevi olduğunu duydum, yıllar sonra. Burada arkadaşın biri “sen bu faaliyetlerden uzak duran biri değilsin zaten başlatan da sensin, gel aşağıda aşure veriyoruz, Ce-

meviniz açılıyor” deyince ben de dedim ki “gelirim”. O gün buraya geldim. Önce Sezgin arkadaşla tanıştım sonra Deniz arkadaşla tanıştım, onları kutladım, tebrik ettim. “Burada ilerde bazı sorunlarla karşılaşabilirsiniz, benim tecrübelerim var, siz bunda tecrübeli misiniz bilmiyorum ama bana ihtiyacınız olabilir” dediğimde telefonumu aldılar, belirli bir süre sonra bir gün aradılar, geldim baktım mücadelenin hızlandığını, buraya saldırıların olduğunu gördüm, ben de onlara destek vereceğimi söyledim, burası altı sefer soyuldu, buna rağmen mücadele devam etti, yıkıldı, tekrar yapıldı. Zabıta baskınına uğradı, dört tane arkadaşımız tartaklandı, yaralandı, ağır şekilde. O akşam bana sabaha karşı telefon ettiler, yatağımdan hemen alelacele kalktım geldim, zabıtanın işgal ettiğini gördüm, arkadaşlar direniyor, sonra mahalleden insanlara telefon ederek çağırdık, orada toplum birikti direnmemizi sürdürdük ve belirli bir süre sonra direnişi başardık, zabıtaları buradan kovduk, cemevimizi tekrar açtık, ondan sonra mücadelemize devam ettik. Belediyenin bu tavırları, baskıları size neden oluyor? Niye böyle bir şey yapıyor? CHP belediyesi, Alevilerden bu zamana kadar oy almış bir belediye, bir parti, bu tavrı neden sizce, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Belediye aşırı derecede rant içinde. Kendine yakın insanlarla, o ranta ortak olabilecek insanlarla hareket ettiği için, tabi bu rant daha bitmedi burada, buraya imarın çıktığı söyleniyor. Bu nedenle üzerimize zabıtayı gönderdi, baktı zabıtayla başaramıyor, bu sefer buradaki sayıları yirmiyi geçmeyen dernekleri araya sokarak, sayıyı abartıp, “37 dernekle anlaştık, biz burayı yapacağız, filan gün geleceğiz, siz buradan çıkın” falan gibi bu takım baskıları kullanmaya başladı. Dernekler de kendilerini abartarak geldiler, bizi çağırıp götürdüler, orada masa konvoyu oluşturmuşlar, orada konuştuk. Bize baskıcı, aba altından sopa gösterir şekilde konuştular. Biz tabi boyun eğmedik. Dikkate almadık, ben bir ara terk edecek oldum toplantıyı. Sonra vazgeçtim saygısızlık olur diye.

Toplantıya devam ettik, işte cumartesi günü geleceklerini söylediler, biz buna rağmen direnmeye devam ettik. Bir taraftan da “orayı işgal edenler teröristtir, anarşisttir veya örgüttür” gibisine halkı da soğutmaya başladılar. Buna rağmen halkımız yine yılmadan bize destek vermeye devam etti. Bu devam sonucu da bunların basın açıklaması yapacakları bugün saat üçte zaman geldi çattı. Yine halkımız burada onlardan daha çok sayı toplayarak buna karşı koydular ve tekrar geri adım atarak bizimle uzlaşmak zorunda kaldılar. Ve bizim isteklerimize yakın, tam tatmin edici olmasa da isteklerimize yakın yaklaşımlar ortaya koydular. Deniz arkadaş da derneklerin de bizimle ortak hareket etmesine teşekkür etti. Ve böylece buradaki olay sonuçlanmış oldu. Sonra CHP’den bir meclis üyesi geldi, bu il meclis üyesi de, Değirmenci’nin “oradaki insanlar bunu hak etmiştir, bayağı direndiler, benim onlara karşı koyacak gücümün kalmadı, ben artık onlara burayı cemevi olarak yapıp vereceğim” dediğini söyleyince biraz daha bir güven kazandık. Protokol imzalanmadan, bundan sonra kesinlikle inşaat yaptırmayacağız ve direnişimize, mücadelemize devam edeceğiz. Halkımız buraya artık inandı, bu mücadeleye katkıda bulunacak, zaten buraya katılımlardan da belli oluyor, herkes sevinçli bir şekilde geliyor, gelmeyen insanlar da geliyor. Bu protokol imzalandıktan sonra biz artık burayı yapılmasına terk edeceğiz. Buranın gerçek sahipleri Yeşilkent halkı olacaktır. Burada yapılması gereken, olmazsa olmaz dediğiniz, halka söylemek istediğiniz bir şey var mı? Yeşilkent halkının bu yönetime sahip çıkması, inisiyatifi tamamen derneklere terk etmemesi ve buraya emek veren insanların bu işin içinde ağırlıklı olması gerekir. Sadece cemevinin kazanılmasını değil, davasına sahip çıkan bir toplum yetişmesini ve buradaki mücadelenin diğer çevremizdeki derneklere ve başka mahallelere örnek olmasını dilerim.

11


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

İşçiler Can vermedi... Canlarını Aldılar...

İş Cinayetlerinde Kaybettiğimiz İnsanlığımızdır ! Yıkılan duvar, yanan çadır, patlayan kazanlar... Göçen madenler, düşen pencereler, çarpan elektrik, açılan baraj kapısı, açılmayan fabrika kapısı, söndürülemeyen yangın, kurtarılamayan bot, batan gemi, çöken iskeleler, kopan halatlar, bozulan makineler, basan seller, devrilen kamyonetler, patlayan havai fişekler.. ve yer yarılıp da içine giresice işçiler... ne çok ölüyorlar… ne güzel ölüyorlar da yine de sızlanıyorlar…

Öldürülen işçilerin istatistiklerini tutmaktan başka bir işe yaramayan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre 2012 yılı Ocak ayında 62, Şubat ayında 42 işçi ölmüş iş kazalarında. Son 10 yılda ise toplam 10 bin 723 işçi olmak üzere, her yıl ortalama 1072 işçi hayatını kaybetmiş.

İnsan, yaşam hakkının kutsal olduğuna bin yıllar öncesinden karar vermiş. Vermiş de hukuk kuralları koymuş, yasalar yapmış. Uygulamayanlara yaptırımlar öngörmüş. Bin yıllık hukuk kalın kalın yazmış, önce tabletlere, sonra ceylan derilerine ve nihayetinde kitaplara yazmış. “İnsan candır” demiş, yaşamak en doğal hakkıdır demiş... bile bile cana kast etmek olmaz demiş... demiş de paranın krallarını inandıramamış bir türlü bu masala. Bir çivi eksik çakmak için iskeleye, bir tuğla az koymak için, bir yanmaz çadır almamak için, bir de tamir parası vermemek için ayda bir bozulan makinelere, elinden geleni yapmış patron milleti. “İnsan ne ki” demiş, “yaşamak parası olanın hakkıdır” demiş… “iş kazası mukadderattır”, “ömürleri bu kadarmış” demiş yanan işçiler için.. demiş de bu dünyanın yükünü çekenleri inandıramamış bu palavraya… Yıl 2012…Adana’da baraj kapaklarının patlamasıyla suya kapılan 10 işçi can verdi. Yıl 2012… Milyon dolarlık bir projenin inşaatında çalışan 11 işçi, gece kaldıkları çadırda çıkan yangında yanarak ve dumandan boğularak can verdi.

12

Yıl 2012... Erzurum Aşkale’de 5 işçi gölette saatlerce kurtarılmayı beklerken kameraların önünde bağıra bağıra boğularak can verdi... Yıl 2012... Tuzla tersanesinde 1 günde 3 işçi daha can verdi.. Bu işçiler; “can vermek” için can atmıyorlardı. “Can vermek” diye tarif edilen bir insanın yaşam hakkının elinden alınmasıydı aslında. Bir gazete haberinden öte bir gerçeklikti bu cinayetler. Yaşanan “can vermek” değil canına kast edilmekti. Yaşanan tüm kazalar birer cinayetti. Tıpkı 2011 de olanlar gibi, 2010 da olanlar gibi, daha evvel olanlar gibi... Onlara sorulsaydı onlar can vermezlerdi. Belki “oy” verirlerdi... belki “pay” verirlerdi... belki “hak” da verirlerdi... ama can vermezlerdi. Çoğu sigortasızdı, çoğu evsiz barksızdı, birçoğu umutsuzdu… bir kısmı askere gidecek, bir kısmı evlenecekti... bir kısmı yeni baba olmuştu, bir kısmı çeyiz hazırlıyordu, yaza düğün yapacaktı. Bir kısmı yapayalnızdı. Yaşamak en doğal haklarıydı. Yaşam hakları çalındı. Tüm bu kazalarda işçiler can vermedi. Onların canlarını aldılar. Öldürülen işçilerin istatistiklerini tutmaktan başka bir işe yaramayan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre 2012 yılı Ocak ayında 62, Şubat ayında 42 işçi ölmüş iş kazalarında. Son 10 yılda ise toplam 10 bin 723 işçi olmak üzere, her yıl ortalama 1072 işçi hayatını kaybetmiş. Yine bakanlık verilerine göre 2008 de 865 işçi iş kazaları sonucu hayatını kaybederken, 2010 yılında bu rakam 1.434e ulaşmış. Bu kadar “can” bir kısım zengin azınlığın elinde can vermiş… Kim duymuş, kim önemsemiş, kim hesap sormuş?

Kayıtsız çalışma, güvencesizlik, örgütsüzlüğümüz, yalnızlığımız hepsinin bedelini yine biz ödüyoruz. İş cinayetlerinin mağduru, çoğu zaman maktulü oluyoruz. Yanıyoruz, düşüyoruz, boğuluyoruz, kanıyoruz, yaralanıyoruz ve ölüyoruz. Yasalar yetersiz, patronlar mahkemelerden sahte bilirkişi raporları ile paçayı kurtarıyorlar. Sözde denetimler ne duvarları sağlamlaştırıyor ne yangın merdiveni yaptırıyor, kaçak ruhsatsız binalara. İş güvenliği kitapları bir bir çöpe gidiyor madenler patladıkça, çadırlarda canlar alev alev yandıkça. Ama olmayabilirdi, yıkılmayabilirdi, yanmayabilirdi, düşmeyebilirdi, patlamayabilirdi… Kar hırsı uğruna gerekli tedbirleri almaktan kaçmasaydı patronlar, gerekli denetimleri yapsaydı, önlemeleri alsaydı devlet yetkilileri, en azından 8 saatlik iş günü uygulansaydı olmayabilirdi birçok kaza. Ve hala olmayabilir... Yarın bir Fatıma Aldal daha düşmeyebilir cam silerken, bir İbrahim daha maden ocağında göçük altında kalmayabilir, bir gurbetçi daha bir çadır yangınında ölmeyebilir… En yüksek mülki amir “ömürleri bu kadarmış” demiş yanan işçiler için... Demiş de bu dünyanın yükünü çekenleri inandıramamış bu palavraya… O yüzden her bir ölen işçi için bir can alacağı var arkadaşlarının…


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

Kozlu, Antep, Esenyurt, Eskişehir, Erzurum,Tuzla...

KAPİTALİZM ÖLDÜRÜYOR!

Elbistan Çöllolar Kömür Havzası’nda 20 Şubat 2011 tarihinde göcük meydana gelmişti ve 9 işçi hala göçükten çıkarılamadı.

Esenyurt’ta 11 Mart 2012 tarihinde 250 Milyon Dolarlık alışveriş merkezinin inşaat şantiyesinde işçilerin yatakhane olarak kullandığı naylon çadırlarda yangın çıktı ve 11 işçi hayatını kaybetti.

AKP’nin ileri demokrasisinde zenginler büyüyor, işçiler ölüyor. 2012 Nisan ayında 15, 2011 yılında toplam 1563 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin açıkladığı verilere göre, 2011 yılında en az 619 iş cinayeti tespit edildi. Ancak Çalışma Bakanı Faruk Çelik, milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in verdiği bir soru önergesine cevaben 2011 yılında 1563 işçinin hayatını kaybettiğini açıkladı. Yani Meclisimizin tespit ettiği iş cinayeti sayısının 2,5 katı.... Verilere göre 2010 yılı verilerine göre iş kazaları sonucu meydana gelen 4134 ölümün 475’inin, yani her 3 ölümden birinin inşaat sektöründe olduğu açıklandı.

İş Cinayetlerinde 60 Bin İşçi Öldü 1945 yılında çıkarılan İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu’ndan bu yana ülkemizde iş kazası ve meslek hastalığı sonucunda ölen ve sakat kalan işçilerin kaydı tutuluyor. 1946’dan 2010 yılına kadar “iş kazaları” sonucu ölen işçilerin sayısı tam 59.300’e ulaşmış durumda. (2011 verileri henüz yayınlanmadı) Her yıla 9226 ölü işçi! Son 10 yılda toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama 1072 işçi ölmüş.

Eskişehir -Mihalıççık İlçesi’nde 2 Nisan 2012 kömür ocağında meydana gelen göçükte 4 maden işçisi yaşamını yitirdi.

Tuzla Tersanelerinde 5 Nisan 2012 tarihinde Ada Denizcilik Tersanesi’nde yapımı süren Norveç gemisinde gaz sıkışması nedeniyle meydana gelen patlamada 2 işçi yaşamını yitirdi 7 işçi ise yaralandı.

Erzurum Aşkale’de 5 Nisan 2012 tarihinde Karasu göletindeki elektrik direğini tamir etmek üzere deniz bisikleti ile gölete açılan 5 TEDAŞ işçisi, kameraların önünde bağıra bağıra öldürüldü!

Maraş’ta 13 Nisan 2012 tarihinde Şirikçiler Mensucat’a ait tekstil ve kot boyama fabrikasının kazan dairesindeki patlamada 4 işçi hayatını kaybetti, 9 işçi ise yaralı.

13


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

14

K

“Yeni strateji” iç politika açısından bu tahribatın onarılmasına dönük bir adım olarak görünüyor. Aslında “yeni strateji” bir çözüm belirtisi taşımıyor, tersine eski savaş çığlıklarının bir tekrarıdır. Bu nedenle “yeni strateji”nin tek gerçek yeni yanı “iktidar koalisyonu”nun Kürt sorununda oyalanmalardan köklü bir tıkanma noktasına gelip dayandığının ilan edilmesidir. İç politika açısından baktığımızda

ürt sorununda sözde “yeni strateji”nin yeni olan hiçbir yanı yoktur. İlginç olan bu stratejinin ilan edilmesinin zamanlamasıdır. AKP ve Cemaat arasında MİT konusunda kriz yaşanmasının; aynı zamanda bölgede Suriye konusunun gittikçe tırmanmasının ardından yeni strateji açıklanmıştır. Soruna bu iki yönden bakmak gerekiyor. Önümüzdeki günlerde Kürt sorunu büyüyecektir. Bunun en temel nedeni bölgedeki gelişmelerdir. Aslında bölgedeki gelişmeler tek başına sorunu büyütmeyebilirdi, ancak Türk dış politikasının geçtiğimiz bir yıllık süreçte tam anlamıyla iflas etmesinin ardından kaçınılmaz bir şekilde önemli geri tepmeler gelecektir. Bunların içinde en önemlisi hiç şüphesiz Kürt Sorunudur. Davos’daki “one minute” çıkışından beri köprülerin altından çok sular aktı. Türkiye güzel laf eden, Erdoğan’ın ağzından “çok sert” açıklamalar yapan, ancak pratik politikada sürekli mevzi kaybeden bir duruma gelmiştir. Kürt sorununda “yeni strateji”ye iç ve dış politika gelişmeleri açısından bakarak ağırlık noktasının nerede durduğunu

“yeni” strateji Kürt Halkını daha fazla aşağılamaya ve savaşa yönelik bir adımdır. İktidarın bu tercihi gücünden değil çaresizliğinden geliyor.

tespit etmeye çalışalım. İç politika açısından bakıldığında birkaç konu öne çıkmaktadır. İlki, “açılım”ın iflas etmesidir. Bu büyük ve fiyakalı yalan fiyaskoyla noktalandı. AKP’nin elinde kala kala TRT Şeş kaldı. Bu itibar kaybını onarmak için AKP seçimlere giderken “artık Kürt sorunu yoktur” vurgusunu yaptı.

Mehmet YILMAZER

KÜRT SOR “YENİ ST Aynı zamanda MHP konusunda ortaya salınan skandal kasetleriyle oy kayıplarını dengeledi. Fakat bütün yaşananlar bir seçim propagandasından öteye bir anlama sahipti. AKP “açılım”la Kürt halkı üzerinde hiçbir etki yaratamadığını görünce Kürt sorununda temel devlet politikasının bir takipçisi olduğunu ortaya koymak zorunda kalmıştır. O da daha önceleri benzerleri defalarca söylenen “Kürt sorunu yoktur Kürt vatandaşların sorunu vardır” yaklaşımıdır. AKP gösterişli çıkışlar yapsa da sonunda devletin geleneksel politikasına geri dönmüştür. Sonuç bu olunca “iktidar koalisyonu” içindeki güç hesaplaşması Kürt sorunu üzerinden patlak vermiştir. Önce Oslo görüşmeleri basına sızdırılmış, ardından MİT sorguya çekilmeye çalışılmış, ancak hükümet hızlı bir şekilde iradesine yapılan bu müdahaleye cevap vermiştir. Fakat çok geçmeden Kürt sorununda “yeni strateji”den konuşulmaya başlanması rastlantı değildir. Üstelik yeni stratejinin en temel noktası “Kandil ve İmralı’nın devreden çıkarılmasına” dayanıyor, yani Oslo görüşmeleri gibi hatalar bir daha yapılmayacaktır. Burada AKP’nin Cemaatle bir uzlaşma arayışı hemen görülüyor. Öte yandan bu uzlaşma çabası veya “yeni strateji” Kürt sorununda çözüm yolunu tümüyle tıkamaktadır. Gösterilmek istenenin tersine burada “yeni” olan bir şey yoktur. AKP iktidarı “açılım” sürecinde de PKK’nin tasfiyesini bu adımın odak noktasına koymuştur. Fakat “dostlar” tarafından verilen sözlerin tutulmaması sonucunda “açılım” adımı tek kanatlı kalmış, iktidar pazarlıkta kendini, almadan veren durumda bulmuştur. Sonunda “açılım” adımı çökmüştür. Bugün ilan edilen stratejide de esas nokta PKK’nin tasfiye

edilmesidir. Sorun bunun nasıl yapılacağında bir “yeni”lik olup olmadığında yatıyor. “Terörle mücadeleye” yine devam edilecektir, ancak buradan otuz yıldır bir çözüm çıkmadı, şimdi neden çıksın? İktidar ve Cemaatin burada umudu “yeni” ordu ve özel polis timlerindedir. Bunun büyük bir yanılgı olduğu Uludere katliamında ortaya çıkmıştır. Bu katliam sonrası cemaat “bize bu komployu kim yaptı?” paranoyasına girmiş, beklentilerinde tam bir çöküş yaşamıştır. Sonuç olarak, “açılım” stratejisi boyunca hem “iktidar koalisyonu”ndaki çatlak genişlemiş, hem de iktidar, siyasal olarak büyük bir itibar kaybına uğramıştır. “Yeni strateji” iç politika açısından bu tahribatın onarılmasına dönük bir adım olarak görünüyor. Aslında “yeni strateji” bir çözüm belirtisi taşımıyor, tersine eski savaş çığlıklarının bir tekrarıdır. Bu nedenle “yeni strateji”nin tek gerçek yeni yanı “iktidar koalisyonu”nun Kürt sorununda oyalanmalardan köklü bir tıkanma noktasına gelip dayandığının ilan edilmesidir. İç politika açısından baktığımızda


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

RUNUNDA TRATEJİ”

“yeni” strateji Kürt Halkını daha fazla aşağılamaya ve savaşa yönelik bir adımdır. İktidarın bu tercihi gücünden değil çaresizliğinden geliyor. Önümüzdeki günler bu gerçekliğin üzerindeki örtülerin havaya uçtuğu günler olacaktır. “Yeni strateji”ye dış politika veya bölgedeki güç dengeleri açısından baktığımızda göze çarpan en önemli özellik iktidarın bölgeyi nasıl okuduğunu yansıtmasıdır. Arap baharı ile bölgede ortaya çıkan duruma Ankara önemli bir dönüş yaparak katılmıştır. Washington’un bölge stratejisine yakın zamana kadar “komşularla sıfır sorun” stratejisi ile mesafeli yaklaşan Ankara, özellikle Libya’daki gelişmelerden sonra her gün daha fazla ABD stratejisine angaje olmuştur. Suriye konusunda AKP iktidarı oldukça hızlı davranarak, bölgedeki rolünü büyütmeye girişti. Amerikan stratejisine bu hızlı katılım, doğal olarak Ankara’nın Washington’dan beklentilerini de yükseltmiştir. Suriye’de gerçekleşecek iktidar değişiminde aktif rol almayı umarak bölgede ortaya çıkacak

yeni güçler dengesinde güçlü bir konum edinmeyi amaçladı. ABD ve Batı dünyası Türkiye’yi bu yolda sürekli heveslendirdi. Konumuz açısından soruna baktığımızda, bu tabloda ABD ile Türkiye arasında yeni bir “PKK” pazarlığının yapılmış olması çok doğaldır. Ankara her zamanki gibi PKK’nin tasfiyesi isteğini yinelemiş, ayrıca Suriye’de Kürt sorununun kendi çizdiği sınırlar içinde kalmasını da sürekli her görüşmede talep etmiştir. Hangi sonuçların alındığını elbette bilmiyoruz. Ancak AKP iktidarının dolaylı ve çatlak sesler taşıyan bir tarzda olsa da, “yeni strateji”sini ilan etmesi PKK’nin tasfiyesi konusunda bazı yeni vaatlerin alındığını gösteriyor. Hatta bu konuda Barzani’nin önemli rol oynayacağı yorumları bile yapıldı. Ankara’nın bölgede kendi rolünün artacağını düşünerek, buna bağlı olarak Washington’dan beklentilerinin de artması doğaldır. Yeni strateji, bu vaat ve beklentiler üzerine oturuyor. Beklentiler üzerine otursa da, bölgedeki gerçekliklere dayanmadığını özellikle vurgulamak gerekir. AKP iktidarı son süreci değerlendirirken önemli öngörü hataları yapmıştır. İlki, bölgede rol oynayan büyük güçlerle ilgili yanılgısıdır. Ankara, “komşularla sıfır sorun” stratejisi bozulmaya başlayınca, bölgedeki güçler dengesini iyi okuyamadı. Libya’daki gelişmelerin sonucu olarak ABD ve Batıya fazla güvendi. Suriye sürecinin çok daha hızlı akacağını düşündü. Ancak olaylar Ankara’nın öngördüğü şekilde akmıyor. Güçler dengesinde İranSuriye-Lübnan hattının gücünü, dolayısıyla Rusya ve Çin faktörünü küçümsedi. İkinci hata, kendi gücünü abartmasıdır. Davos’dan beri Erdoğan bölgede bir itibar kazandı, ancak bu itibarı Marmara gemisi sürecinden itibaren yi-

tirdiğinin farkında değildir. Her esip gürlemesinin bir sonuç yaratacağını umarak hata üstüne hata yapıyor. Özellikle Suriye konusunda, Ankara’nın Esad’ı gözden çıkarmasıyla muhalefetin büyük bir hızla güçleneceğini öngördü. Böylece ne Suriye’deki toplum ve devlet yapısını, ne de Arap dünyasının böyle olaylardaki tavrını iyi tanımadığını göstermiş oldu. AKP, üçüncü kez zafer kazanmanın ve Davos’un yarattığı sarhoşluğun fazlaca etkisindedir. Fakat siyasal mücadelenin kuralıdır; kendinizi ne kadar abartırsanız o kadar güç kaybedersiniz. Üçüncü olarak, İsrail’le yaşanan gerilimin bir bedeli olacağını unuttu. İsrail, Türkiye’nin hiçbir talebini yerine getirmemekle kalmadı, Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Balkanlardan Türkiye’yi kuşatma stratejini büyük bir hızla yürüttü. Bazı haberlere göre Azerbaycan’la da bazı anlaşmalar gerçekleştirmiştir. İsrail bölgedeki yeni güç dengelerine uyum yapmak için büyük bir hızla hazırlanırken, Ankara bağırıp çağırmaktan fazla bir şey yapamıyor. Sonuç olarak, “yeni strateji” esas olarak Ankara’nın bölgedeki rolünün artacağı beklentisine dayanmaktadır. Fakat bölgede

Ankara, “komşularla sıfır sorun” stratejisi bozulmaya başlayınca, bölgedeki güçler dengesini iyi okuyamadı. Libya’daki gelişmelerin sonucu olarak ABD ve Batıya fazla güvendi. Suriye sürecinin çok daha hızlı akacağını düşündü. Ancak olaylar Ankara’nın öngördüğü şekilde akmıyor. Güçler dengesinde İranSuriye-Lübnan hattının gücünü, dolayısıyla Rusya ve Çin faktörünü küçümsedi. İkinci hata, kendi gücünü abartmasıdır.

güç dengelerinin yeniden inşa dönemi henüz yeni başlamıştır ve daha yaşanacak çok sancılı bir süreç vardır. Üstelik bu süreç, Ankara’nın beklentilerinin tam tersi yöndeki olasılıklarla yüklüdür. PKK’nin tasfiyesini hayal eden Ankara, Kürdistan’ın doğum sancılarının yaşandığı bir sürece şahit olabilir.

15


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

28-29 Mart Direnişi ve Direnişe Sevinememek AKP

, dinsel eğitimi yaygınlaştıracak ve daha küçük yaşlardaki çocuklara indirecek meşhur 4+4+4 yasa tasarısını meclisten geçirdi. Toplumun çok geniş kesimlerini ilgilendiren bir eğitim yasası daha insanların büyük bir kısmı tarafından ne getirdiği götürdüğü anlaşılamadan geçerlilik kazandı. Yasaya karşı en ciddi mücadele KESK tarafından geliştirildi. En son yasa meclisteyken gerçekleştirilen 28-29 Mart grevi ve bütün engellemelere rağmen başarılan Ankara direnişi Türkiye emekçi sınıflarının şanlı mücadele tarihine geçerken bir yandan da AKP’nin çobansız bir köyde olmadığını dosta düşmana gösterdi. KESK tüm sıkıntılarına rağmen mücadele kapasitesini ve iradesini yitirmediğini ortaya koymayı başardı. Toplumsal muhalefetin ciddi oranda sindirildiği, liberal solculuğun kafa bulanıklığının zirve yaptığı bir dönemde yürütülen bu mücadelenin moral anlamı çok yüksektir. %50’lerde oy alan, sırtını emperyalizmin bölgesel planlarına yaslayan böylesi bir iktidar gücü karşısında yasanın püskürtülememesi bir başarısızlık olarak okunamaz. Siyasi karşıt hegemonyanın zayıf olduğu dönemlerde çok daha kitlesel eylemlerin de yasal düzenlemeleri engellemekte yetersiz kaldığı tarihi deneyimlerimizle sabittir. 1999’da sosyal güvenlik yasası karşısında yapılan eylem Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kitlesel protesto gösterisiydi. Fakat direngenlik anlamında 28-29 Mart’ta Ankara’da başarılanın kalıcılığının daha fazla olacağı, aynen kamu emekçilerinin tarihindeki 4-5 Mart eylemi gibi hatırlanacağı muhakkaktır. Bu yüzden eylemin, yasayı durduramaması gerekçesiyle değersizleştirilmesi gerçekçi olmayan bir yaklaşımdır.

KESK’in Eksikleri Var Ama…

KESK’in bu dönemde iş bırakma ve grev eylemlerini, altını doldurmadan kullanmaya çalıştığı açık bir gerçektir. KESK ve Eğitim-Sen genel merkezleri, militan ve direnişçi bir söylem tutturmalarına rağmen bu tavrın tabana sirayet ettirilmesi noktasında

16

yeterli enerji ve kararlılığı ortaya koyamamaktadırlar. Hatta tabanın sürece dâhil edilebilmesi noktasında kimi önemli politik imkânlar da yeterince değerlendirilememektedir. Sendikal çizgi anlamında sınıf sendikacılığı sendikasından ziyade anarko-sendikalist bir dil tercih edilmekte zaman zaman bunun altı da tam anlamıyla doldurulamamaktadır. Örneğin Eğitim Sen’in işyerlerine gönderdiği yayınlarda doğrudan Erdoğan’ı hedef alan bir muhalif söylem gereğinden fazla öne çıkmakta, örneğin kamu emekçilerinin 4 aydır zamsız çalıştırılıyor olduğu gerçeği yeterince gündeme getirilememektedir. Böyle olunca da iş bırakmalar ta-

olduğu açıktır. Fakat 28-29 Mart’ta Türkiye genelinde, başta Ankara ve İzmir olmak üzere KESK tarafından sergilenen direnişin önemsizleştirilmeye çalışılması, anlaşılması gerçekten zor bir tutumdur. Toplumsal muhalefet ve sınıf mücadelesi anlamında bu kadar geri mevzilere çekilmeye zorlanırken KESK’in son derece sınırlı sayıda üyesiyle direnme iradesi ortaya koyması bütün emekçilere moral verebilmelidir. Bu yaşananlardan yola çıkarak yine “her şeyin ne kadar kötü olduğu”na dair hikâyeler anlatmak politik hazımsızlıktan ve klasik sol grupçuluktan kaynaklanmıyorsa derin bir umutsuzluğun ifadesidir. Bu tarz bir

bandan istenen karşılığı bulamamaktadır. Bu karşılığın oluşamamasında kitle hareketinin genel geri çekilmesi, AKP faşizminin tabanda yaratmayı başardığı genel tedirginliğin yanı sıra en önemli etken KESK kadrolarının yeterli sayıda ve dinamizmde olamayışıdır. Soldaki genel gerileme ve kafa karışıklığı KESK’e de yansımakta, kadroların bir kısmı süreçlerden çekilmekte, kalanları da düşük enerjili bir faaliyet sergilemektedirler. Dolayısıyla KESK’in merkezi politikalarının işyerlerine ulaşması ciddi engellerle karşı karşıya kalmaktadır.

sinizm, aslında var olan mücadele seviyesinin yetersizliği ile derin bir uyuşma, uyumlaşma içerisindedir. “Her şey çok kötüdür, yukarıdakiler çok kötü yönetmektedirler, bize de böylece çok iş ve sorumluluk düşmemektedir”. Bu kimi zaman “devrimci” jargona da sarınıveren eleştirel dil aslında derin bir konformizmin de ifadesidir. “Ne güzel rölantide gidiyoruz, şimdi de nereden çıktı bu Ankara eylemi” demenin bin türlü politik perdeli biçimi bulunabilir. “Grev başarısız oldu, KESK yapamadı”, “Kitlenin Ankara’ya çağrılması yanlıştı”, “KESK CHP’nin peşine takıldı”, “Tepeden karar alınıyor, sendikal bürokrasiye tavır alalım” değerlendirmeleri bu savunma mekanizmalarının birkaçı olarak ön plana

Direniş Umut Vermeli…

Yani eleştirilecek yan arandıktan sonra bulunabilecek birçok eksikliğin

çıktı. Ankara’da bütün yalnızlıklarına rağmen geceleyen, direnen, suya gaza rağmen alanı terk etmeyen, Erdoğan’ı KESK’e sataşmak zorunda bırakan, “taş atan öğretmenlerin” duruşundan heyecanlanmayanlar, bu eylemin bütün eksikliklerine rağmen direnişçi ruhunu öne çıkartamayanlar içlerinde bulundukları derin umutsuzlukla hareketin ve direnişin büyütülmesine katkıda bulunamazlar.

İstanbul’dan Yeterli Destek Üretilemedi

Eylemlerin İstanbul ayağının oldukça yetersiz kaldığını da mutlaka vurgulamak gerekiyor. Özellikle 29 Mart’ta Cevahir’den AKP’ye yapılan yürüyüş sonrasında yaşananlar, Ankara’da saldırı gerçekleştiği anda eylemin sona erdirilmesi ile çok can sıkıcı bir noktaya vardı. İşte tam burada Ankara’daki kitle ile İstanbul kitlesi arasındaki fark ortaya çıktı. Ankara kitlesi eylemin yönetilmesinde bir halsizlik ortaya çıktığı anda dahi bir kararlılık sergileyebilmişken İstanbul kitlesi “dağılma” kararını geçersizleştirecek bir tutum gösteremedi. O yüzden İstanbul’da ortaya çıkan yetersizliği de sadece tek bir yöneticinin gereksiz bir telaşla aldığı eylemi sonlandırma kararına bağlamak, rahatlatıcı olabilir açıklayıcı olmaz.

“Taş Atan Öğretmenler” Olarak Anılmak Onurdur!

Sonuç olarak KESK 28-29 Mart direnişinin öncesinden daha iyi bir durumdadır. Sadece kamu çalışanları içinde değil toplumsal muhalefetin her kesiminde KESK’in prestiji oldukça yükselmiştir. Önümüzdeki günler bu prestijin örgütlemeye ve yeni direnişlerin ekseni olabilmeye hizmet edebilmesi için zorlu görevler koyuyor. Eleştiri silahının silahların eleştirisi haline getirilmediği ve zihinleri ve moralleri felç etmek için kullanılmadığı bir bakış açısı muhakkak ki hepimize daha büyük katkı sağlayacaktır. AKP faşizmine karşı KESK önemli bir toparlayıcı, mücadeleyi merkezileştirici rol oynayabilir.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

KENTSEL YIKIMA KARŞI BARINMA HAKKI İÇİN ÖRGÜTLENMEYE! AKP

, devlet içi kurumlaşmasını oturtmak, iktidarını kalıcılaştırmak için her geçen gün yeni adımlar atıyor. Bir yandan da yeni liberal ekonomiye uyum sağlamak için elinden geleni ardına koymuyor. Eğitimde 4+4+4 sistemini getirmesi bir açıdan kendi tabanını sıkılaştırmak ve İmam Hatip Liselerinin önünü açmak için yapılmış olsa da bu yasayla aynı zamanda kapitalizme, ciddi oranda ucuz işgücü sağlama olanağı veriliyor. Meslek liselerine 9-10 yaşında gidecek çocuklar 3 kuruşa sağlıksız koşullarda çalıştırılacaklar. Çin’deki ucuz işgücü piyasasıyla başka türlü yarışamayacaklar çünkü. Türkiye kapitalizmi uzun zamandır Kentsel Dönüşüm Projesi’ni hayata geçirmeye çalışıyor. Büyük şehirlerdeki rantı yüksek pek çok alan kapitalistlerin ağzını sulandırıyor. Bu alanlarda, büyük oranda gecekondu, gecekondudan bozma apartmanlar bulunuyor ve buralarda daha çok emekçiler yaşıyor. Emekçileri bu alanlardan şehrin en uç noktalarına kovup buralara plazalar, AVM’ler, lüks siteler yapmak istiyorlar. Bu projenin hayata geçirilmesi için AKP, büyük bir gayretkeşlik içinde.

4+4+4 Bitti, Sıra ‘Kentsel Yıkım’da

Mart ayında meclisten hızla Kentsel Dönüşüm Yasası çıkarıldı. Ardından da Erdoğan, 3 Nisan’da yapılan Yerel Yönetimler Sempozyumu’nda yaptığı konuşmayla ciddi bir sürece girildiğini ilan etti. Erdoğan bu konuşmada “Şimdi gideceğiz, gerekirse evleri yıkacağız. Bunun yetkisini aldık mı? Aldık. Tüm milletime sesleniyorum, bizim işimizi kolaylaştırın. Biz sizleri sokakta bırakmayız. Ne olur ucube yapılarla önümüzü kesmeyin” dedi. İnsanları sokakta bırakmayacaklarmış. Hangi koşulda: Paran varsa borçlandırılarak, o da TOKİ’nin yaptığı ‘ucube’ evleri değerinin çok üstünde alırsan. Aslında yasa, yapılmak istenen-

lerin çok açık bir göstergesi. Bu yasayla afet riski taşıyan bölgelerde Kentsel Dönüşüm Projesi uygulanacak. Bu bölgeler bakanlıkça ilan edilecek. Bir yapının yıkılabilmesi için afet riski bölgesinde bulunması da gerekmeyecek. Proje kapsamına girmesi yeterli olacak. Proje kapsamındaki sakinlere geçici konut verilebilecek. Ama yapınız kaçaksa borçlandırılacaksınız. Bu kanuna uymayanların yapılarına el konacak. 30 gün içinde tahliyesi istenecek ve yıkım masrafları bu kişilerden tahsil edilecek. Yıkıma, tahliyeye direnenler hapis cezasına çarptırılabilecek. Tahliyenin gerçekleşmediği yapıların elektrik ve suyu kesilebilecek. Yıkımdan sonra projenin uygulanabilmesi için hissedarların üçte ikisinin onayı yeterli olacak. ‘Kentsel Yıkım Projesi’nin hangi yöntemlerle uygulanabileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri İstanbul Küçükçekmece Kanarya Mahallesi’nde yaşanıyor. 2006 yılına kadar tapuları bulunan evlerin bu yıl yapılan bir katakulli ile hazine arazisinde olduğu ilan edildi. Mahalleli ‘işgalci’ pozisyonuna düşürüldü, tapuları iptal edildi. En son mahalle sakinlerine ‘işgal’ bedeli olarak 33 bin ile 250 bin lira arasında değişen borçlar çıkarıldı. Mahalleli yaptığı girişimler sonucu bölgenin kentsel dönüşüm projesi kapsamına alındığını ve mahalleye TOKİ’nin geleceğini öğrendi.

Nasıl Bir Mücadele?

Yıkım projesine karşı mücadelede yapılmak istenenler ve yöntemlerinin iyi bilinmesi önem kazanıyor. Örneğin; bugünlerde yıkım kapsamındaki bazı mahallelerde belediye yetkilileri evleri geziyor. Evlerde tapu vermek için tespit yaptıklarını söylüyorlar ve ev sakinlerine bir sözleşme imzalatıyorlar. Bu sözleşmeyle insanlar tek taraflı olarak tüm haklarından vazgeçmiş sayılıyorlar. İnsanlar tapu alacağım umuduyla doğru düzgün okumadan, kandırılarak bu sözleşmeleri imzalıyorlar.

Bazı insanlar da yıllardır diken üstünde ‘kaçak’ yaşadıkları evlerine tapu almanın onları garanti altına alacağını düşünüyorlar. Oysa kentsel yıkımdan etkilenmemenin garantisi tapular değil. Birincisi bu tapular ciddi meblağlarla satılıyor. İnsanlara kendi evleri satılmış oluyor. İkincisi kentsel yıkım tapun var mı yok mu bakmıyor. Tapun bulunduğunda proje kapsamındaysan evin istimlak ediliyor. İstimlak bedelleri rayiç bedel üzerinden belirleniyor. Herkes çok iyi biliyor ki rayiç bedeller gerçek bedellerin epey altında. Yani evleri insanlara tapu veriyoruz diye satılacak, sonra da üç kuruşa istimlak edilecek. İsteyene de borçlandırılarak kentin ücra köşelerindeki TOKİ evlerinden satılacak. Hem rantı yüksek alanlara el koyacaklar hem de ‘ucube’ TOKİ evlerini insanlara değerinin çok üstünde meblağlarla kakalayacaklar. Şunu çok iyi biliyoruz: Her insanın sağlıklı konutlarda barınma hakkı vardır. Konutların sağlıksızlığı, mahallelerimizin deprem bölgelerinde olduğu doğru olabilir. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki bu yasa bunlara çözüm getirmiyor, getiremez. Barınma hakkımızı kazanmak; sağlıklı, güvenli evlerde yaşamak ancak örgütlenerek sağlanabilir. ‘Kentsel Yıkım Projesi’ kapsamındaki her mahallede bu konuda ciddi örgütlenme süreçlerine girilmeli. Bu anlamda adım atan mahalleler var. Bunlar yaygınlaştırılmalı. Bu mahalli örgütlerin birbiriyle iletişim ve koordinasyonu sağlanmalı. Bu konuda araştırma yapan ve halktan yana projeler geliştiren meslek örgütleriyle sıkı bir iletişim ve koordinasyon kurulmalı. Bu örgütlenmeler konutların daha sağlıklı ve güvenli hale getirilmesi için projeler geliştirebilir ve ciddi adımlar atabilir. Barınma sorununu zenginlerin partisi AKP değil örgütlü halk çözebilir. Dozerler mahallelerimize dayandığında yıkıma karşı direnmek işin son noktasıdır. İşler o aşamaya geldiğinde her şey için çok geç olabilir.

Bahar EKİNCİ

Yasa, yapılmak istenenlerin çok açık bir göstergesi. Bu yasayla afet riski taşıyan bölgelerde Kentsel Dönüşüm Projesi uygulanacak. Bu bölgeler bakanlıkça ilan edilecek. Bir yapının yıkılabilmesi için afet riski bölgesinde bulunması da gerekmeyecek.

17


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

“Doğalgaza, Elektriğe, Benzine Zam Geldi. Yeni Zamlar Kapıda…”

İŞTE AKP GERÇEĞİ: “ZAMLARLA BÜYÜYORUZ!”

D

oğalgaza yakın zamanlarda yüzde 14,3 oranında zam yapılmıştı. Şimdi yüzde 18,7 oranındaki yeni zamla yüz yüze geldik. Elektrik faturalarımız Ekim ayında yüzde 9.57 oranında zamlanmıştı. Şimdi 9.26 oranında arttı. Benzine yılbaşından beri gelen zam oranı yüzde 9. Doğalgazda altı aylık zam oranı yüzde 30’u, elektrikte yüzde 20’yi buldu. Çok iyi biliyoruz ki benzine, elektriğe, doğalgaza gelen zamlar halkın temel tüketim maddelerinin fiyatlarını da zincirleme etkileyecek. Yeni zamlar kapıda bekliyor. AKP ise zamların açıklandığı gün yine ekonomimizdeki büyüme rakamlarını bildirdi. 2011 yılında yüzde 8,5 oranında büyüyerek Çin’den sonra en hızlı büyüyen ikinci ülke olmuşuz. Emekçi halkın bütçesine büyüme oranından ne düşüyor diye baktığımızda ise, asgari ücrete sadece yüzde 6 zam yapılmış olduğunu, memur ücretlerine ise yüzde 3 zam yapılacağını görüyoruz. Büyüme ve refahtan bahsedenler gün geçtikçe yoksullaşan halkla adeta dalga geçiyorlar. Türk-İş’in “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının 2012 Şubat ayı sonuçlarına göre; dört kişilik ailenin açlık sınırının 974 TL, yoksulluk sınırının ise 3 bin 171 TL olduğu açığa çıktı. Dört kişilik bir ailenin gıda harcaması ile birlikte giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık gibi zorunlu harcamalarının toplamından oluşan yoksulluk sınırına göre, gelirin 3 bin 171 TL olması gerekiyor. Milyonlarca emekçi 701 TL olan asgari ücretle geçinmeye çalışıyor. Bu da gösteriyor ki emekçilerin ekonomik büyümeden ve refahtan paylarına daha çok sömürü, daha çok açlık düşüyor. Sermaye, ekonomik büyümeyi düşük ücret ve işteki verimlilik politikası üzerinden sağlıyor. Büyümenin

18

bedeli yoksul halka “daha çok sömürü ve düşük ücret” olarak ödettiriliyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız zamlara ilişkin gerekçeleri “ham petrol fiyatlarındaki artış ve döviz fiyatlarının baskısı” olarak dile getirdi. Ortadoğu ve bölgedeki siyasi gerilimin ham petrol fiyatlarını artırdığını dile getirdi. Zamlara gerekçe olarak siyasi istikrarsızlığa vurgu yaparken, bu istikrarsızlığın bir numaralı aktörünün kendi hükümeti olduğunu görmüyor mu Taner Yıldız? Emperyalizmin taşeronu olarak Suriye’ye müdahale hazırlıkları içinde olan AKP, bunun bedelini yoksul halka yıkmanın hesabı içinde. 4 Nisan günü Erzurum’da baraj göletinde 5 işçinin yardım çığlıkları atarak göz göre göre hayatını kaybetmesi hala zihinlerimizde. Tersanelerde en son iki işçi öldü. Eskişehir Mihalıççık’ta, maden ocağında 4 işçi göçük altında kalarak hayatını kaybetti. Bu kayıplar olmadan önce İstanbul İşçi Sağlığı İş güvenliği Meclisi, Türkiye’nin Mart ayı ölümlü iş kazalarını açıkladı; 59 işçi ölümü. Türkiye, iş cinayetlerinde dünya üçüncüsü. AKP refah ve ekonomi büyüme yalanıyla kimi kandırıyor. Ekonomide tehlike çanları çalmaya başladı. Yaratılan iyimser hava dönüyor. İçi boş büyüme sınırlarına dayandı. Gün geçtikçe zamların ardı arkası kesilmeyecek, yoksullaşma artacak. Zenginle yoksul arasındaki adaletsizlik büyüyecek. İktidarının sarsılmazlığı duygusu içinde olan AKP yanılmaktadır. Sömürü ve zulüm düzeniyle nereye kadar gidebilir. AKP’yi devirecek olan yoksulların isyanı kaçınılmazdır. Gün Gelecek, Devran Dönecek; AKP Halka Hesap Verecek!

2012 Newroz’unda Halkların İradesi Alanlardaydı

Bu yıl Newroz etkinlikleri AKP hükümetinin keyfi uygulamasıyla yasaklandı. BDP ise bu keyfi yasaklamaları kabul edemeyeceğini, mitinglerin halkın kararına uygun şekilde belirlenmiş tarihlerde yapılacağını duyurdu. Nitekim öyle de oldu. Newroz mitinglerinde yüzbinler, bütün engellemelere rağmen sokaklara, meydanlara aktı.

Diyarbakır’da 1 Milyon Kişi Newroz Alanı’nda

Diyarbakır’da erken saatlerde Newroz meydanına giden bütün sokaklarda yaşanan direnişlerin ardından alan kazanıldı. Polis ablukası geri çekilmek zorunda kaldı. Yaklaşık 1 milyon kişinin katılımıyla coşkulu bir Newroz mitingi gerçekleştirildi.

İstanbul’da Kazlıçeşme’ye Giden Bütün Yollarda Direniş

18 Mart günü İstanbul’da erken saatlerden itibaren Kazlıçeşme Meydanı, Cevizlibağ’dan Aksaray’a kadar polis ablukası altına alındı. Sabah 9.30 civarında ilk saldırı Topkapı metrobüs durağında toplanmaya çalışan HDK bileşenlerine yönelikti. Daha sonra yana gelen 20-30 kişilik grupların dahi üzerine gaz bombası atılarak dağıtılmaya çalışıldı.

SODAP, Yolu Trafiğe Kapattı

Bütün bu saldırılara ve polis ablukasına rağmen Topkapı’da toplanan yüzlerce kişi Pazartekke’ye doğru yürüyüşe geçti. SODAP üyelerinin Çapa’da yolu trafiğe kapatmasının ardından polis, tazyikli su ve gaz bombasıyla saldırdı. Barikatları aşanlar öğle saatlerinde Kazlıçeşme sahilinde toplandı. Sayısı birkaç bini bulan kitle davullu zurnalı halaylarla Newroz’u kutlarken bütün çevre sokaklarda Newroz alanına ulaşmak isteyenler polis barikatına karşı direniyordu.

Her Yer Newroz, Her Yer Direniş

Kanarya’da, Esenyurt’ta, Akşemsettin’de ve daha pek çok emekçi semtinde alana ulaşması engellenen binlerce kişinin toplanarak Newroz’u oralarda kutladığı haberleri kulaktan kulağa ulaştı günboyu. Akşam geç saatlere kadar emekçi semtlerinde Newroz ateşleri yakılmaya devam etti.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

SURİYE DOSTLARI ALDATMACASI

S

uriye olayları Libya’dan farklı yaşanıyor. Libya’da yaşanan NATO saldırıları bu kez işin içine girmeyecek gibi görünüyor. Suudi Arabistan ve Katar iktidarlarının tüm zorlamalarına rağmen Obama ve Sarkozy seçim arifesinde yeni bir saldırıyı göğüsleyecek durumda değiller. Ne BM ne de NATO’dan böyle bir karar çıkması olası görünmüyor. En azından şimdiki hali ile. Rusya ve Çin Esad’a saldırı cephesinin karşısında duruyorlar. Esad rejimine yaptırım öneren 2 BM Güvenlik Konseyi kararını veto ettiler. Etkin oldukları BRİC ülkeleri son zirvesinden de bu doğrultuda bir karar çıkarttılar. Ama bütün bunlar Batı’nın ya da Suriye karşıtlarının başka emeller peşinde olmadıkları anlamına gelmiyor. Esad rejimi başka yollarla yok edilmeye çalışılacak, Suriye başka yollarla zayıf düşürülecektir. Orta Doğu’da özellikle ABD’nin Irak yenilgisi ile güçlenen İran cephesinin bir parçası olarak başka saldırılarla yıpratılacaktır. İsrail’in beceremediği şey, başka yollarla yapılmaya çalışılacaktır. Ne Hamas ne Hizbullah orada rahat nefes alamamalıdır. Esad rejimi, diplomasi, el altından beslenen muhalefetin silahlı baskısı, yaptırımlar, zorlamalar, polemikler, demeçler, korkutmalar, konferanslar ile sıkıştırılarak yıpratılacaktır. Mart sonunda İstanbul’da yapılan “Suriye Dostları Konferansı”nı bu gerçeklik ışığında değerlendirmek gerekir.

Kofi Annan’ın Devreye Girmesi

Suriye Muhalefeti Libya muhalefeti gibi güçlü hale getirilemedi. Hepsi oradan buradan toplanmış temeli olmayan arkasında büyük bir destek bulmayan

güçler. Ülke içinde ve dışında muhalefetin çeşitli sözcüleri vardır. Suriye topraklarındaki silahlı güç, Özgür Suriye Ordusu olarak anılır. Suudi Arabistan’ın, Kuveyt’in Lübnan ve Türkiye üzerinden geçirdiği silahlarla donatılmıştır. Ayrıca içlerinde Türkiye MİT mensuplarının da olduğu söyleniyor. Son zamanlarda Irak’tan gelen radikal güçler de katıldılar. Fakat bunlar Libya Bingazi güçleri gibi bir başarı sağlamaktan uzaklar ve de NATO aracılığıyla bunların desteklenmesinin yolu şimdilik kapatılmıştır. Eski ABD Dışişleri Bakanlarından H. Kissinger bile bunların eline silah vermenin yanlış olduğunu söylemiştir. Bunların Batı’nın arkasında durabileceği bir demokrasiyi temsil edemeyeceklerini savunmuştur. Batı bunları silahlı bir güç olarak yetiştiremediği gibi bunlara güvenemiyor da. Yedekte tutuyor. Gerici Suudi Arabistan ve Katar ile besliyor. Clinton’un son Riyad ziyaretinde de bu anlaşma gözden geçirildi. İstanbul konferansında saflarına Suriye ordu ve güvenlik personelini davet edici maddi bir fon oluşturdular. Esad rejimi çeşitli reformlar ve yeni bir anayasa ile ülke içindeki konumunu güçlendirmeyi başardı. Hatta Batının saldırısı içteki bazı muhalefeti Esad yanına itti. Destekçilerinin bir başarı sağlamayacağı anlaşılınca Batı bu kez bir arabulucu seçeneği yarattı. Hem BM hem de Arap Ligi ülkeleri Kofi Annan arabuluculuğunu kabul ettiler. Ama asıl niyetleri elbette Esad rejimini devirmektir. Annan planı ile yeni bir sürece girildi. Esad, planı kabul etti. 10 Nisan tarihine kadar planın gereği olan kentlerden askeri gücünü çekme kararı aldı. Ancak aynı şekilde 48 saat içinde de silahlı muhalefetin ateş kese

uyması gerekiyor. Yani sonuçta iki taraf da karşılıklı ateş kese uyacaklardır. Ancak Batı barış planının hep Esad’ın kentlerden çekilmesi kısmını verirken Muhalif güçlerin de ateş kese uymaları koşuluna vurgu yapmıyor.

Ayşe TANSEVER

İstanbul Konferansı

Annan planının yürürlüğe girme aşaması esnasında İstanbul’da “Suriye Dostları Grubu” bir konferans düzenledi. Barış sürecinde böyle bir toplantı ne anlama gelmektedir?

Rusya Dış işleri bakanı Sergey Lavrov “Suriye Dostları grup ülkelerinin BM Suriye Barış planını tehlikeye soktuğu ve ülkede şiddetin sona ermesi uluslar arası çabalarını baltaladığı”nı savundu. (rt.com. 4.04 2012) “Herkes Kofi Annan planını destekledi ve sonra birden Suriye Dostları grubu, Suriye muhalefetini görüşmeleri reddetmeye ve silahlanmaya iten kararlar alıyor ve (Suriye ye karşı) yeni yaptırımlar sözü veriyor.” diye ekledi. Konferans öncesi Esad, silahlı muhalefeti epey geriletmiş hatta onları etkisiz hale getirmelerine çok az zaman kaldığını açıklamıştı. Özgür Suriye Ordusunun başkanı zaten Türkiye’dedir ve ikinci başkanı da Suriye de yakalandı. Esad iktidarını sağlamlaştırıyordu ki birden İstanbul’daki toplantıda muhalefeti güçlendir-

Esad rejimi çeşitli reformlar ve yeni bir anayasa ile ülke içindeki konumunu güçlendirmeyi başardı. Hatta Batının saldırısı içteki bazı muhalefeti Esad yanına itti. Destekçilerinin bir başarı sağlamayacağı anlaşılınca Batı bu kez bir arabulucu seçeneği yarattı. Hem BM hem de Arap Ligi ülkeleri Kofi Annan arabuluculuğunu kabul ettiler. Ama asıl niyetleri elbette Esad rejimini devirmektir. 19


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

meye yönelik kararlar alındı. Parçalı muhalefet, konferans heyecanı ile parçalı olmaktan kurtulmaya ortak bir strateji ve taktik etrafında toplanmaya çalışıldı. Başarı sağlanmadı. Şu güne kadar daha ortak bir metinde anlaşmaya varamadılar. Buna rağmen toplantıda Suriye Ulusal Muhalefeti Suriye’yi temsil eden güçlerden biri olarak tanımlandı. Burada bile Libya’dan farklılık vardır. Esad rejimini tanımama gibi bir maddeyi kabul etmediler. Bunlar destekledikleri güce olan inançsızlıklarından kaynaklanıyor. Ama bir maddi fon oluşturdular. Bu zaten yapılan yardımın yasallaşmasından başka bir anlam taşımıyor. Her ne kadar fon insancıl amaçla kullanılacak dense de paranın silaha harcanacağından kimsenin şüphesi yoktur. Yani Suriye’de barış istediğini söyleyen güçler barış gelmemesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Rusya Dışişleri Bakanı’nın dediği gibi toplantıya katılanlar Kofi Annan barış planını baltalayan bir gelişme ortaya koydu. Esad karşısında gücünü kaybeden muhalefete bir meşruluk gücü bağışladı. Maddi destek çıkardı. Batı aslında muhalefeti arkasından iteleyip duruyor.

Asıl Niyet

Her ne pahasına olursa olsun Suriye’de Esad rejimi devrilmelidir. Batının baştan beri derdi budur. Libya’ya yaptıkları planı uygulayamayacaklarını anladılar. Annan planı da bir oyalamacadır. Esad gerçekten plan koşullarını gerçekleştirmede samimi davransa bile beslenen muhalefet ile planın başarısız olduğu açıklanacaktır. Çünkü asıl dert, Orta Doğu’da giderek bir güç olan ama saldırmaya güçlerinin henüz yetmediği İran’ı zayıflatmaktır. İsrail artık yetmiyor. Irak’ta yenildiler. (Arap Ligi içinde Maliki’yi saflarına bile alamıyorlar.) Batı karşıtı cephe büyüyor, gelişip güçleniyor. İran başı çekiyor. Suriye destekçisidir. Hizbullah ve Hamas gelişiyorlar.

Batı’nın arkasına geçtiği muhalefet, Esad rejimini devirme başarısını gösteremeyince, Suriye arkasında duran Moskova karşılarında uzlaşılması gereken bir güç haline geldi. Bu nedenle Kofi Annan Esad’la konuşmasından ve planın kabulünden sonra Washington değil Moskova’yı ziyaret etmek zorunluluğunu hissetti. Böylece Rusya yeni oluşmakta olan çok kutuplu dünya güçler dengesinde bir merkez olarak varlığını kabul ettirmiş oldu. Onun onayı alınmadan Esad rejiminin alt edilmesi olası değildir.

Esad’ın Annan planını gerçekleştiremeyeceğini ve plana uymayacağını basında her gün işliyorlar. Esad kentlerden çekilmiyor, ordu güçleri saldırılara ve öldürmelere devam ediyor, 10 Nisan günü başlaması gereken ateş kes sürecini gerçekleştiremeyeceği, sözünde durmayacağı söylentileri ortaya saçılıyor. Böylece muhalefet abartılıyor. Muhalefete umut ve güç dağıtılıyor. Esad sözünde dursa bile yalan yanlış ortaya atacakları haberlerle kamuoyunu yanlış yönlendirmenin tohumlarını ekiyorlar. Batı çirkin komplolar ile Suriye’de silahların susmasını engellemek için elinden geleni yapıyor.

Rusya Orta Doğu’da eski Sovyetler Birliği döneminde var olan güçlü konumuna yavaş yavaş yeniden oturuyor. Libya’daki kaybını Suriye’de yaşamak istemiyor. Kararlılığını Suriye’ye saldırı tar-

Sonuçta ne olacaktır? “Barış sağlanamadı, Suriye’de sivil halkın kanı akıyor, öyleyse başka önlemler alalım” denecektir. BM’den yeni yaptırımlar geçirilip Esad rejimi ekonomik olarak

Moskova’nın Öne Çıkması

20

tışmaları yapıldığı esnada deniz filosunu Suriye kıyılarına yollayarak ortaya koymuştu zaten. Siyasi olarak Çin ve İran ile sıkı işbirliği içinde. Arkasına da BRİC ülkelerini (Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan) aldı. Sonuçta Suriye sorunu ancak Moskova’nın onayı ile çözülebilecektir. Moskova da sorunun ancak ve ancak BM çerçevesi içinde Annan planı aracılığı ile çözülebileceğini savunuyor.

zorlanacak, çökertilmeye çalışılacaktır. Ve belki sonuçta yeni bir NATO saldırısının yolu örülmeye çalışılacaktır. Ya da Türkiye eli ile bir müdahale oluşturulmaya çalışılacaktır. Türkiye’ye son zamanlar gelen CİA Başkanı’ndan, ABD Dış işleri Bakanları’na kadar çeşitli üst düzey ziyaretçilerin böyle olası senaryoları konuştuklarına şüphe yoktur.

Barış Sağlanırsa

Esad’ın kalma koşulu ile Suriye’de barışın sağlandığını varsayalım. O zaman ne olacaktır? En başta İran ve desteklediği güçler daha güçlenecektir. Etki alanları artacaktır. Orta Doğu’da Batı karşıtlığı daha etkin olacak, yoksul halkların çıkarları daha iyi savunulacak, Batı çıkarları zarar görecektir. Ayrıca Orta Doğu’da bir Arap Baharı yaşanıyor. Batı çıkarlarına karşı birçok yerde ateşler yanıyor. Bunlar dünya halklarınca daha iyi algılanır olacaktır. Yemen’de Salih diktatörlüğünün gitmesi ile hiçbir şey değişmedi. Ülke ikiye parçalanmış gibidir. Güneyde Batının Al Kaide olduğunu savunduğu güçlere karşı iktidar bir şey yapamıyor. O nedenle her gün ABD pilotsuz uçakları bombalar atıyor. Onlarca kişi ölüyor. Bunu duymaya başlayacağız. ABD burada da yeniliyor diyeceğiz. Suudi Arabistan geçtiğimiz ay bir fetva çıkarttı. Sokakta iktidara karşı gösteri yapmak yasaklandı. Sokağa çıkan onlarca kişi kurşunlandı. Bahreyn muhaliflerini cezaevlerinde çürütülüyor. Onlarca muhalif açlık grevlerinde ölüyor. Peki ya Mısır? Arap Baharı öldürüldü deniyor. Mübarek gitti ama Ordu hala onun politikalarını uyguluyor. Seçimleri kazanan Müslüman Kardeşlerin ABD ile arası kötü değildir. Ayrıca bu süreçte aralarındaki ilişkiler geliştiriliyor. Yani Mısır devrimi gerçekten boğuluyor. Libya ne oldu? Kaddafi yanlıları “Hepimiz bir Muammer Kaddafiyiz!” diyerek sokaklardalar. Her gün onlarca kişi ölüyor. Batı yanlısı iktidar, iktidar olamıyor. Ve Batı çıkarları doğrultusunda

adım atamıyor. Suriye’de kan akıtılmasa, bunları okuyacağız. Suriye baskı altına alınmazsa bu Batı karşıtı kazanımlar daha da güçlenecekler. Sesleri daha da duyulacak. Batı’nın işi zorlaşacak. Mevzilerini daha çok ve kolay kaybedecek. O nedenle Esad istediği kadar Annan planının koşullarını yerine getirsin Batı bir bahane bulacak, bunun sağlanmaması için elinden geleni yapacaktır. Suriye’de suların yakın zamanda durulacağını sanmak biraz saflık olacaktır düşüncesindeyiz.

Türkiye’nin beklentisi

AKP iktidarı başından beri Orta Doğu’da baş aktör olmayı planladı. İran’ın önüne geçmek istedi. Filistin halkalarının acısına timsah gözyaşları dökerek İsrail ile çatışıyormuş gibi roller yaparak bölgede itibar topladı. Ancak Arap Baharı onun bu planlarını bozdu. Yeni gelişen durumda ya İran gibi gerçek bir karşı taraf olacaktı ya da ABD’nin en gerici güçleri olan Suudi Arabistan ve Katar saflarında yerini alacaktı. Yapısı gereği gericiliği seçti. Libya’da saf değiştirmekteki gecikmesini Suriye olaylarında aceleci davranarak örtmeye çalıştı. İstanbul’daki konferans bu yanlış yolunun taçlandığı moment haline geldi. AKP’nin artık Esad rejimi ile arasının düzelmesi düşünülemez. Komşularla sıfır sorun politikası diyen AKP artık Suriye ve dolayısıyla İran ve bölgedeki ilerici halklarla “sıfır dostluk” aşırı ucuna savrulmanın eşiğindedir. Suriye, İran karşısında bölgede bir güç olması için bir mihenk taşıdır. O nedenle de Suriye toprakları içinde hümaniter koridor gibi tehlikeli politikalara bile açık olduğu sinyallerini veriyor. Böylece Orta Doğu’da İran karşısında bir güç olabileceği hayalini besliyorsa yanlış yapıyor. Çünkü bölgedeki gelişmeler gidişin Baharlardan yana olduğunu gösteriyor. Ama bu halk baharları doğal baharlardan başka süreler yaşayacak ve dönemeçler alacaktır. AKP politikaları Orta Doğu’da baltayı taşa vurmuştur.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

Kardeşten de öte! İran-Suriye İttifakı 1979

’daki İran devriminden bu yana, Suriye ve İran ekonomide, politikada, güvenlik alanında ve kültür konusunda kapsamlı bir işbirliği içinde oldular. Özellikle güvenlik alanında, iki taraf danışma amaçlı birçok önemli kanal içeren uzun dönemli bir zımni anlaşmayı yürüttüler. İki ülkenin en üst düzey liderleri kilit bölgesel güvenlik konularında birbirlerine sempati ve desteklerini eksik etmemişlerdir. İran-Irak Savaşı (198088), Lübnan Savaşı (1982 ve 2006), Körfez Savaşı (1991), Irak savaşı (2003), İran nükleer Krizi (2003ten beri) ve Gazze Savaşı (2008) bu konulara örnek olarak verilebilir.

rülen güvenlik ve egemenlik çıkarlarını uzlaştırmak için örtük ittifak örneğinde olduğu gibi. Sovyetler Birliği Mısır, Suriye, Irak ve Yemen’le örtük ittifak kurmuştu. Yerel güçler açısından bakıldığında ise İsrail 1990’lar boyunca Türkiye ile örtük bir ittifak kurmuştu, fakat Ortadoğu’da daha zayıf güçler arasında gerçekleşen tipik ittifak Tahran-Şam eksenidir. Suriye-İran örtük ittifakının dinamikleri nelerdir? Nasıl başarılmaktadır? Ne kadar etkin ve verimlidir? Temel özellikleri nelerdir? Hangi noktaya doğru yönelmiştir?

Suriye-İran İlişkileri: Örtük İttifak Hipotezi

Suriye-İran örtük ittifak oluşumunun dinamikleri çok sayıda ve çok katmanlıdır ve genel olarak iki kategoride toparlanabilirler. İlk olarak bu ittifak Ortadoğu’daki bir güçler dengesi pozisyonu tarafından güdülenmektedir. Sovyetler Birliği ve ABD’nin yanı sıra Arap ülkeleri ile İsrail, Türkiye ve İran arasındaki çekişmeler dolayısıyla Ortadoğu geçtiğimiz 30 yıl içinde temelde bir anarşi durumu içerisindeydi. 1979’dan 2009’a kadar Ortadoğu’da her zaman çatışan iki blok olmuştur. 1980’lerde çekişen bloklardan biri Suriye-İranLibya örtük ittifakı ile Irak-Suudi Arabistan- Ürdün örtük ittifakı idi ve 1979’dan 1989’a kadar rekabet içinde olmuşlardır. 1990’larda karşı karşıya gelen blokları Suriye-İran ve Türkiye-İsrail örtük ittifakları oluşturmuş ve birbirleri ile bölgesel liderlik için rekabet yürütmüşlerdir. 21. Yüzyılda ise çatışan bloklar İran-Suriye-Hamas-Hizbullah Örtük İttifakı ile Ortadoğu’da Batı değerleri ile politik sistemini yerleştirmeye teşebbüs eden İsrail-Amerika Örtük İttifakıdır. Geçtiğimiz 30 yılda, Ortadoğu’daki iki kutuplu bölgesel yapı, İran-Suriye örtük ittifakının oluşumunu tetikleyen temel faktör olmuştur. İkinci olarak ülkeler arası öl-

Suriye ve İran ilişkileri üzerine güncel literatür, sıkı örülmüş güvenlik işbirliği dolayısıyla iki ülke arasında Japon-ABD ittifakına benzer bir biçimde hiç tartışmasız askeri bir ittifak öngörmektedir. Buna rağmen, Suriye-İran arasında şu ana dek imzalanmış resmi hiçbir askeri anlaşma bulunmadığını, güvenlik işbirliğinin resmi bir askeri pakt üzerine inşa edilmediğini ama bir dizi gayrı resmi güvenlik düzenlemesine dayandığını inkâr eden de bulamazsınız. Bu yazıda İran ve Suriye arasındaki ilişkinin bir örtük ittifak olarak değerlendirilebileceğini öneriyorum. Örtük ittifakı, resmi bir kolektif savunma paktına dayanmayan ancak iki veya daha çok uluslararası rejim arasında zımni anlaşmalarla kurulan sürekli ve gayrı resmi güvenlik işbirliği düzenlemesini tarif etmek için kullanıyoruz. Orta Doğu’da karmaşık dinler ve etnisiteler arası anlaşmazlıklardan dolayı politik liderler ülkelerinin güvenliği için destek aramak zorunda kalırlar. Liderler, ittifak ve tarafsızlık dışında bir üçüncü yol arayışına da girebilirler, ABD-S.Arabistan, ABD-İsrail ve ABD-Kuveyt örneklerinde gö-

Suriye-İran Örtük İttifak Oluşumunun Dinamikleri

çekten bakınca Suriye-İran örtük ittifakı ortak güvenlik çıkarları tarafından teşvik edilmiştir. Suriye laik bir İslami sisteme sahip olmakla övünürken, İran teokratik bir rejimdir ama aralarındaki ideolojik farklılıklar stratejik ve güvenlik işbirliklerine mani oluşturmamıştır. 16 Temmuz 1979’da Şah İran’ı terk eder etmez Suriye İran’la işbirliği yapmanın yolarını aramaya başlamıştır. İran’daki yeni hükümet Ortadoğu’da çeşitli Sunni devletlerin muhalefeti karşısında izole olmuş bir adacık durumundaydı ve Batı da, İranlıların radikal ideolojilerini ihraç etmelerinden ciddi anlamda tedirgindi. Bu esnada yeni İran hükümeti Libya ve Güney Yemen’den önemli moral ve politik destek görmüştür, fakat gerçek askeri ve politik desteği sunan Suriye olmuştur. İran’ın tüm

komşuları yeni rejime şüpheyle bakıp ondan çekinirken, Suriye yeni hükümeti tanıdı- ki İran’ı tanıyan dünyada ikinci, Arap ülkeleri arasında birinci ülke Suriye olmuştur-. Dahası 1980’de Irak, Batı’nın ve Arap ülkelerinin zımni desteği ile İran sınırını bombalarken ve hatta İran’ın yoğun nüfuslu şehirlerine saldırırken, Suriye sebatla İran’ın yanında durdu ve paha biçilemez bir politik, askeri ve moral destek verdi. Suriye’nin İran’la yapılacak bir örtük ittifaka bu kadar büyük politik ve ahlaki değer biçmesinin

Degang SUN İran ve Suriye arasındaki ilişkilerin derinliğinin anlaşılabilmesi bugün Suriye’ye emperyalist müdahale sürecini anlamaya çalışanlar için açıklayıcı yönler barındırıyor. Çeviri için seçtiğimiz yazı Şanghay Uluslararası İlişkiler Üniversitesi’nde ders veren bir akademisyen tarafından yazılmış. Akademik bir yazı ama içerdiği

ampirik malzeme bugün yaşananların anlaşılması açısından derli toplu bir tarih anlatısı oluşturuyor. Yazarın Çin’li oluşu küresel güç merkezleri arasındaki hesaplaşmanın taraflarından birinin dolaylı da olsa bakışını yansıtıyor. 21


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

en önemli nedeni Saddam Hüseyin rejiminden algıladıkları tehditti. İsrail ve Irak tarafından tehdit edildiğini hisseden Suriye İran’da ortak düşmanları dengeleyebilecek güçte ve güvenilirlikte bir ortak gördü. Örneğin İran Hizbullah’a büyük mali ve insan kaynağı desteği sunduğu için Güney Lübnan, İsrail ve Suriye arasında temel bir tampon bölge haline gelebildi. Buna karşılık, Irak’a karşı yürütülen savaşta İran’ı desteklerken Suriye Sovyetler Birliği’nden gelen silahları Tahran’a aktardı ve Irak’taki Kürt bağımsızlık hareketini destekledi. Suriye aynı zamanda Irak rejimini ekonomik olarak da zayıflatmaya çalıştı. İranIrak savaşından önce günde 300 bin varil petrol Akdeniz kıyılarına Suriye üzerinden nakledilmekteydi. 1982’de Suriye, Irak’ın boru hattını kesti ve Irak’ı günde en azından 17 milyon dolarlık bir zarara uğrattı. Hafız Esad aynı zamanda ÜrdünSuriye sınırına asker sevk ederek, Irak’ı batı cephesinde de savaşa karşı hazırlık yapmak zorunda bıraktı. Bunun telafisi olarak İran Suriye’ye sadece güvenlik garantisi sunmakla kalmadı aynı zamanda büyük miktarda bir enerji desteği de sundu. 17 Mayıs 1983’te İsrail Lübnan’la Suriye ve İran’a karşı bir güvenlik anlaşması imzalamak istedi, İsrail’in Suriye’ye saldırmayı planladığı bildirilmekteydi, İran açıkça İsrail saldırganlığı karşısında uyarıda bulundu ve eleştiri geliştirdi ve Suriye’nin yanında durmak konusunda kesin güvence verdi, 1986 sonbaharında uluslar arası toplum bir bütün olarak Suriye’yi terörist destekçisi olarak suçladığında İran, Esad yönetimini destekleme tutumunun değişmeyeceğini açıkladı. Dahası 1980’ler boyunca İran Suriye’ye günlük olarak 20 bin varili bağış ve 100 bin varili de ucuz fiyatlı olmak üzere petrol sağladı. Suriye-İran arasındaki örtük ittifak, Irak birçok Arap ülkesinin de desteğiyle düşmanca saldırganlık sergilediğinde iki taraf için de önemli bir güvenlik temeli oluşturdu. 1991’deki körfez savaşı sonrasında Irak güçleri Suriye ve İran’a zarar verebilme motivasyon ve kapasitelerini önemli oranda kaybettiler. Buna rağmen, 1990’larda İsrail Türkiye örtük ittifakının oluşumu ve 21.yüzyılda ABD-İsrail örtük ittifakının güçlenmesi Suriye ve İran’ı yeniden ele alınması muhtemel

22

potansiyel hedefler haline getirdi. Geçen yıllarda İran-Suriye ittifakı güç kaybetmek bir yana artan ortak tehdit karşısında daha da gelişti. Toparlamak gerekirse İran-Suriye örtük ittifakının iki temel oluşma dinamiği bulunmaktadır; bölgesel iki kutuplu güç yapısı ve ortak güvenlik çıkarları ki bunlardan ilki sistem seviyesinde geçerliyken ikincisi devletlerarası seviyede geçerli olmaktadır. Yukarıda sunulan ön araştırmaya göre Suriye-İran örtük ittifakının Orta doğudaki iki kutuplu sistem içindeki ortak güvenlik çıkarları tarafından yönlendirildiği sonucu çıkarılabilir. Suriye-İran örtük ittifakı doğal olarak bir huzur evliliğidir fakat nasıl başarılmaktadır? İki taraf açısından koordine olma ve işbirliği yapma araçları nedir ki politik liderler gayrı resmi güvenlik anlaşmalarına güvenebilmektedirler? Genel olarak konuşmak gerekirse İran ile Suriye’nin örtük ittifak ilişkilerini yürütmeyi başardıkları üç kanal bulunmaktadır. İlk kanal karşılıklı yardımlaşma zeminidir. Örtük ittifak üyeleri kısmen bir güvenlik bloku oluştururlar çünkü karşılıklı değiştirilebilir varlıkları bulunmaktadır, bu sayede bütün taraflar diğerinin yardımıyla güvenlik ihtiyacını karşılamaktadır. Örneğin 1990’larda Türkiye ve İsrail Suriye-İran eksenini dengelemek üzere bir örtük ittifak kurdular. Kısmen Türkiye-İsrail ekseninin oluşması dolayısıyla, Türkiye bölgedeki iki temel İslami güç olan İran ve Suriye ile arasını bozdu. 1997 yılında Türkiye’de MGK’nin yayınladığı raporlarda, İran tarafından ve Türk halkının İran devrimine ilgisini arttırmaya dönük hazırlanmış ve anlaşıldığı kadarıyla da Türk hükümetini ve medyasını şoke eden “Siyasal İslam’ı Yaymak 1997” adlı bir takım broşürlerin varlığı kamuoyuna açıklandı. İran’ı desteklemek için Suriye, 1990’ların ortalarında PKK lideri Abdullah Öcalan’a evsahipliği yapmaya ve PKK gerillaları için eğitim merkezleri sağlamaya devam etti. Suriye, Türkiye ile yürüttüğü müzakerelerde Fırat nehrinin su kaynaklarının dağılımı konusunda anlaşmayı reddetti. 1990’lar boyunca Suriye ve İran, İsrail ve Türkiye’nin tehditlerine karşı birbirlerine destek olmaya devam ettiler. 11 Eylül sonrasında da Suriye ve

İran örtük ittifakı devam etti. 14 Şubat 2005’te önceki Lübnan Başbakanı Fahd Hariri suikasta uğradığında Suriye hükümetinin olayın arkasında olduğu algısı yayılmaya çalışıldı. Tam da bu gergin dönemde Suriye Başbakanı İran’ı ziyaret ettiğinde, İran Başkan yardımcısı, iki ülkenin diğerleri tarafından uygulanan baskıları birlikte göğüslemek için ortak bir cephe kurmaları gerektiğini açıkladı. Özel olarak, İran Batı’nın ambargolarına karşı edinmiş olduğu deneyimi Suriye ile paylaşmak istemekteydi. İkinci ittifak kanalı ise iki tarafın resmi liderlerinin sık sık gerçekleştirdiği karşılıklı ziyaretlerdir. İran Devrimi sonrasındaki ilk on yılda bir milyondan fazla İran’lı Suriye’yi ziyaret etti. İran’ın nükleer enerji kullanımı konusunda Beşar Esad diğer ülkelerin İran’a uyguladığı basınçlara karşı çıkan bir tutum aldı. İki tarafın 21 Ocak 2006’da yaptığı ortak açıklamada İsrail’in işgal ettiği Suriye topraklarından çekilmesi İran tarafından vurgulanırken, Suriye de İran dâhil her egemen devletin nükleer enerjiyi barışçıl amaçlar için kullanılmasının meşru olduğunun altını çizen bir tavrı ortaya koydu. Üçüncü kanal ise gayrı resmi güvenlik anlaşmalarıdır. Mart 1983’te İran, Suriye ve Libya’nın dışişleri bakanları bir araya gelerek İran’ın Irak’a karşı mücadelesinde sıkı bir ittifak oluşturacaklarına dair üç taraflı bir açıklama yayınladılar. Bu açıklama Suriye-İran ittifakı için makul bir zemin yarattı. İsrail tehdidine karşı mücadeleyi yükseltmek için, Suriye ve İran 2004 yılında Stratejik İşbirliği Anlaşması imzaladılar. 2006 Haziran’da iki yönetim belirli fonksiyonlara dair yeni bir savunma paktı imzaladılar ve bu paktın detayları hala kamuoyunun bilgisine sunulmamıştır. 2007 Mart’ında ise İran’ın Suriye’ye uzun menzilli roket, savaş malzemesi ve silah satımını yasallaştıran yeni bir anlaşma imzaladılar. İran aynı zamanda Suriye askeri personelini eğitmek ve iki taraflı istihbarat, enerji ve ekonomik işbirliklerini geliştirmek konusunda taahhütlerde bulundu. İran ve Suriye arasındaki işbirliğinin verimini ölçebileceğimiz tarihsel olayların başında 2006 yılında yaşanan Lübnan Savaşı gelmektedir. 12 Temmuz 2006: Hiz-

bullah, İsrail Güvenlik Güçlerine saldırarak 3 askeri öldürdü ikisini de kaçırdı. Bunun sonucunda İsrail misilleme yaparak Lübnan savaşını başlattı. Anlaşmazlık aniden yayıldı ve neredeyse genel bir savaşın eşiğine gelindi. 1187 Lübnanlının yanı sıra 160 İsrail askeri de yaralanan binlerce sivilin yanı sıra hayatlarını kaybettiler. Savaşın patlak vermesi sonrasında Suriye, İran, Hizbullah ve Güney Irak Şiileri “Şii üçgeni” olarak isimlendirilen İsrail karşıtı bir koalisyon oluşturdular. İran, Hizbullah savaşçılarına eğitim vermek için 500 subayını bölgeye gönderdi ve 100 milyon dolarlık bir mali destek sağladı. Suriye-İran ittifakı Hizbullah’ın İsrail karşısındaki askeri, ekonomik ve stratejik dezavantajlarını etkin bir biçimde telafi etmeyi başardı. İttifak o kadar başarılı bir biçimde çalıştı ki İsrailli bir tarihçi olan Zeev Sternhell “Lübnan Savaşı, İsrail tarihinin en başarısız olayıdır” değerlendirmesini yapmıştır. 2008-2009’daki Gazze Savaşı da bir örnek olarak ele alınabilir. Yıllar boyunca Hamas da Hizbullah gibi İran kuklası olmakla şiddetle eleştirildi. Hamas’ın her yıl İran’dan 25 milyon dolar aldığı söylenmektedir. Gazze Savaşı başlayınca İranSuriye ittifakı Hamas’ı kurtarmaya gitmek için harekete geçmiştir. Ahmedinejad, İsrail yok olup gidene kadar İsrail karşıtı güçlerin destekleneceğini açıklamıştır. Gazze Savaşı’nda Hamas yenilmesine rağmen İsrail’in onca saldırısına karşı ayakta kalmayı başarmıştır ki bunu da büyük oranda İran ve Suriye’nin desteklerine borçludur. Bu örnekler de göstermektedir ki İran-Suriye örtük ittifakı oldukça verimli ve etkilidir. Bu, kusursuz ve üst düzeyde etkin bir mekanizma tanımladıkları için değil ama aynı kaynaklı tehditler karşısında ortak çıkarlara sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Dış koşullar onları sürekli birlikte durmak zorunda bırakmaktadır, aksi takdirde Yugoslavya’nın, Afganistan’ın ve Irak’ın tarihte başına gelenin kendi başlarına da geleceğinin farkındadırlar. Örtük ittifaklarının görece yüksek verimliliği Suriye ve İran’ın stratejik alanda birbirleriyle çok şey paylaşan güvenilir dostlar olduklarını ortaya koymaktadır ve öngörülebilir tarihte örtük ittifakın çökme ihtimalinin bulunmadığı söylenebilir.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

ALTERNATİF BİR KUTUP

M

erkez ülkelerinin dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme çabaları yaşadıkları ekonomik krizler ve kaybettikleri savaşlarla orantılı olarak zorlaşıyor. Bu ortamda da kalkınan, gücünü arttıran ve çıkarları farklılaşan başka ülkeler dünyamızda gelişiyor. Bu ülkeler kendi aralarında birlikler kuruyorlar. Anlaşmalar yapıyorlar. Çıkarları doğrultusunda merkez ülkelere baş kaldırıyorlar. Çok kutuplu farklı çıkarlı bir dünya kuruluyor. ABD sonuna kadar tek kutuplu dünya dayatsın bunun artık bir rüya olduğunu herkes biliyor. 2009 yılından beri de böyle bir topluluk var: BRİCS topluluğu. Adını katılan ülkelerin baş harflerinden alıyor. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ve en son katılan Güney Afrika Cumhuriyeti’dir. Tam beş tane ülke. Belki dünyadaki ülkelerin sayısı düşünülürse bu 5 küçük bir sayıdır ama bu ülkeler nüfus ve üretim açısından büyüktürler. Dünya insanının %42’sini dünya ekonomik üretiminin ise %20 ’sini gerçekleştiriyorlar. Geçtiğimiz 29 Mart’ta Hindistan’ın Yeni Delhi kentinde bu ülke liderleri toplandılar. Tüm dünyanın gözü bunlardaydı. Merkez ülkeleri alınacak kararlarla ilgili büyük endişeler duyuyordu. Zirvede önemli bazı siyasi ve ekonomik kararlar aldılar. Yalnız kendi içlerine dönük değil dünya finans ve siyasi konularıyla ilgili görüşlerini yazılı açıklamalar ile tüm dünyaya duyurdular.

Ekonomik Kararlar

En başta kendi ekonomilerini geliştirmek, 230 milyar dolar olan aralarındaki ticaret hacmini 4 yıl içinde iki katına yani 500 milyar dolara çıkartmayı hedefliyorlar. Bu az buz bir hedef değildir.

Attıkları en önemli diğer bir adım da bir yatırım ve kalkınma bankası kurmak için finans bakanlarını görevlendirmektir. Bu banka aralarındaki ticaret ve işbirliğini arttıracak. Banka, Batı’nın IMF’si ve Dünya Bankası gibi bir banka olacaktır. BRİCS ülkeleri içinde işbirliğini arttırıcı projelere kredi verecek ve bunu dolarla, Euro ile değil kendi para birimleri ile yapacaktır. Dolara bağımlılık azaltılacak ve kendi para birimleri güçlenecektir. Böylece ekonomik ve finansal anlamda birbirlerine daha bağlı bir grup haline gelecekler. Dolar kullanımının 3. Dünya ülkeleri arasında çeşitli sorunlar yarattığı bilinen bir gerçektir. Özellikle Çin ve Brezilya dolardan rahatsız oluyorlar. ABD dolar likiditesini arttırarak finans yolu ile dünya ülkeleri üzerinde olumsuz oyunlar oynuyor. Onun ülkelerine sokulması ile sıcak para akışı ekonomilerine zarar veriyor. Dolar ülke ekonomilerine zarar verici işlev görüyor. Dolar bir şantaj aracı oluyor. Dolar bir ülkeyi cezalandırma aracı oluyor. Birçok gelişmekte olan dünya ülkesi dolara karşı korkuludur. Dünyamızda bu nedenle doların uluslar arası kullanımından kurtulma eğilimi var. Çin ve Rusya kendi aralarındaki ticarette kendi para birimlerini kullanmaya başladılar. Şimdi BRİCS ülkelerine bu eğilim yayılacaktır. Bu da merkez ülkeler ve özellikle ABD’ye karşı bir duruştur. Ayrıca bu gerçeklikten kalkarak Batı finans kurumlarını eleştiren bir açıklamada da bulundular. 2010 yılında G-20’ler toplantısında yeni kalkınan ülkelerin zorlaması ile IMF’nin reforme edilmesi kabul edilmişti. Bu ülkelerin dünya ekonomisindeki paylarına göre IMF içinde söz sahibi olmaları sağlanacaktı. Ayrıca Dünya Bankası başkanının da bir 3. Dünya ülkesinden seçilmesi kararlaştırılmıştı. Batı

merkez ülkeleri 3. Dünya ülkelerinden gelen baskılara boyun eğmişti. Ancak Batı bu konuda hala ayak sürçüyor. İşine gelmeyen bu reformları gerçekleştirmiyor. İşte BRİCS ülkeleri bu konuda da bir açıklamaya ortak imza attılar ve bu reformların derhal uygulamaya konulmasını istediler.

Ayşe TANSEVER

BRİCS daha da ileri giderek merkez ülkelerini dünya finans krizinden sorumlu tuttu. Bu nedenle dünya finans kurumları kadar dünya finans pazarında da merkezin etkilerinin azaltılmasını istedi: “Daha temsili bir uluslar arası finans yapısı yani

gelişmekte olan ülkelerin seslerinin daha çok temsil edildiği, çıkarlarına hizmet eden ve adil uluslar arası bir para sisteminin geliştirilmesi ve kurulması çağrısı yaptılar.”(Economics outweighs politics at New Delhi BRICS summit. 29 Mart 2012 D.Aurobinda Mahapatra)

Siyasi Düzeyde

BRİCS’in Yeni Delhi zirvesi topluluğu daha bir kurumsallaştırdı ve hedeflerini daha bir belirgin hale getirdi. Ekonomik kararların yanında siyasi açıklamalar yapıldı. Güncel dünya konularına değinildi. Suriye sorununun ancak diyalog yolu ile çözülebileceğini, silahlı müdahaleye karşı olduklarını açıkladılar. İran konusunda görüşme öngördüler. Ambargoların çözüm getirmeyeceğine olan inançlarını belirttiler. Aslında açıkça Rusya ve Çin politikaları doğrultusunda Batı politikalarına karşı

Bu banka aralarındaki ticaret ve işbirliğini arttıracak. Banka, Batı’nın IMF’si ve Dünya Bankası gibi bir banka olacaktır. BRİCS ülkeleri içinde işbirliğini arttırıcı projelere kredi verecek ve bunu dolarla, Euro ile değil kendi para birimleri ile yapacaktır. Dolara bağımlılık azaltılacak ve kendi para birimleri güçlenecektir. Böylece ekonomik ve finansal anlamda birbirlerine daha bağlı bir grup haline gelecekler. 23


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

olduklarını açıkladılar. Bu ülkelerdeki karışıklık ve belirsizliğin petrol fiyatlarını yükseltici işlev gördüğüne, yoksul enerji ithal eden ülkeleri zor durumda bıraktığına vurgu yapıldı. Asıl baskı unsuru Doha görüşmeleriyle ilgiliydi. Bilindiği gibi Dünya Ticaret Örgütü’nün merkez ülkelerden yana ve yoksul ülkelerin zararına bir takım uygulamaları vardı. DTÖ’nün adil olması doğrultusunda 3.

BRİCS’in Yeni Delhi zirvesi topluluğu daha bir kurumsallaştırdı ve hedeflerini daha bir belirgin hale getirdi. Ekonomik kararların yanında siyasi açıklamalar yapıldı. Güncel dünya konularına değinildi. Suriye sorununun ancak diyalog yolu ile çözülebileceğini, silahlı müdahaleye karşı olduklarını açıkladılar. İran konusunda görüşme öngördüler. Ambargoların çözüm getirmeyeceğine olan inançlarını belirttiler. Aslında açıkça Rusya ve Çin politikaları doğrultusunda Batı politikalarına karşı olduklarını açıkladılar. 24

Dünya ülkeleri yıllardır mücadele veriyorlar. Bu görüşmeler genel olarak Doha görüşmeleri olarak bilinir. Birkaç yıl önce de Batının uzlaşmadan yana olmaması ve taviz vermemesi nedeniyle sonuçsuz dağılmıştı. BRİCS ülkeleri bu konuda da seslerini yükselttiler. Eşitsizliklerin, dengesizliklerin giderilmesi için görüşmelerin yeniden başlaması çağrısını yaptılar. Yeniden hortlama tehlikesi olan korumacılığa karşı da bu görüşmelerin önemine değindiler. Batı ülkelerini masaya çağırdılar. ABD’ye de ince yollu bir itham yapıldı. Bilindiği gibi ABD Trans-Pasifik İşbirliği diye Pasifik Okyanusunda kıyısı olan ülkeleri Çin’e karşı bir araya getirmeye çalışıyor. İnceden bu konuya da değinilip ABD eleştirildi. Gizli amaçlı ittifaklar ve ikili anlaşmalar yapmaması doğrultusunda uyarıldı. BRİCS ülkelerinin ortak ekonomik gücü 13 trilyon dolardır. Önümüzdeki 10 yıl içinde de bunu iki katına çıkartmayı hedefliyorlar. Bu büyüklükte gücü

olan bir topluluğun elbette dünya sahnesinde bir ağırlığı olacaktır. Sorun bu rolü oynamaya hazır olup olmadığıdır. Henüz çok genç olan bu topluluk yukarıda da değindiğimiz açıklamaların altına imza atmıştır. Bu dileklerin taleplerin kâğıt üstünde kalmaması için önümüzdeki günlerde dünya siyasi sahnesinde ne tür baskılar yaşanacaktır göreceğiz. Topluluğun herhangi bir yaptırım gücü yoktur. Kendi içinde de tam birbirine bağlı bir yapısı yoktur. Örneğin Hindistan’ın ABD ile yakın ilişkileri vardır. Bu nedenle bu çıkarları ne kadar dayatacağı belli değildir. Kaleme alınan bu görüş ve talepler tüm dünya yoksul ve yeni kalkınmakta olan ülkeleri için çok önemlidir. Yıllardır altında ezildikleri merkez ülke çıkar boyunduruğundan kurtulma yolunda atılması gereken adımlardır. Bu anlamda dünya sahnesinde bu ülkeleri temsil eden bir alternatif kutup oluşmaktadır. Çok kutuplu dünyamızdaki merkezlere karşı duruştaki kutup güçlenmektedir. Ekonomik büyümeleri açısından bu gruba girebilecek olan ama merkez ülkeler kuyruğunda gitmeyi tercih eden Türkiye ve Meksika gibi ülkelerin merkezler ile çıkarları zıtlaştıkça BRİCS ülkeleri saflarından yararlanmaları ve kendi çıkarlarını daha iyi temsil eder konuma gelmeleri de olasıdır. Ayrıca tabii BRİCS ülkelerinin de ne dereceye kadar yoksul ülke çıkarlarını temsil edecekleri belli değildir. Ama her şeye rağmen merkez ülkelerin kendi bildiklerini okudukları günler çoktan geride kalmış ve başka güçlü orkestralar çalmaya başlamıştır.


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

Acele Kamulaştırma mı, Yoksa Acele Mülksüzleştirme mi?

T

ürkiye’de farklı bir adlandırmayla toplumsal tepkinin en alt düzeye çekilmesi hedeflenen “acele kamulaştırma” yalnızca Türkiye’de değil bugün bütün dünyada hızla uygulanmakta olan bir “mülksüzleştirme” pratiğidir. Gerçekten de tanım gereği kamulaştırma “kamu yararı söz konusu olan arsa veya arazilerin elde edilmesi için mal sahiplerine yaptırılan zorunlu satıştır (Kitay 1985, aktaran Akyol, Yomralıoğlu, Uzun, 1992, s.157)”. Ancak burada kamu yararı yalnızca sermaye sınıfının çıkarını temsil etmekte ve yerelde topraklarını satmaya zorlanan halkların çıkarı hiçbir şekilde “kamu yararı” anlamına gelmemektedir. ….Sırf kapitalist bir üretim yapıyor olmaları dolayısıyla kamu yararı ürettikleri iddia edilir. Kapitalist toplumlarda hiçbir üretim halkların ihtiyaçlarını veya kamusal yararı karşılamayı amaçlamaz. Çünkü kapitalist üretimin tek bir amacı vardır, üretim için yatırılan sermayeyi toplumsal artı değerle genişletmek, sermaye birikimini hızlandırmak. Bu amaç o kadar net, o kadar görünür durumdadır ki, yaşam için en temel üretim olan gıda malları bile kapitalist piyasada para karşılığında satılır. ….Oysa, kamu yararı koşulsuz ve şartsız herkesin erişebildiği bir şeydir. Bu nedenle zorla yapılan el koymalar için genelde “mülksüzleştirme üzerinden birikim süreçleri” tanımı yapılmaktadır (Swyngedouw, 2005, s.82). Bütün dünyada güç geometrilerini yeni baştan dizayn eden mülksüzleştirme pratikleri sonucunda yerelle ve kentle ilgili stratejik kararlarda halkın sesi tamamen kesilirken, sermayenin sesi Devletlerin gücüyle birleşerek tek ses haline gelmekte; mülksüzleşmenin kendi doğal yönetim biçimi iş başına geçmektedir (Swyngedouw, 2005, s.93). Devletlerin bu süreçte etkisiz aktör ya da “istek dışı yapmaya mecbur

kalan taraf ” olduğuna dair tezlere karşı Erik Swyngedouw ne hükümetler ne de devletlerin sadece araçsal bir konumda olmadıklarının altını çizmektedir: Hükümetler ve devletler özelleştirmenin yalnızca kolaylaştırıcısı değildir, çünkü aynı zamanda şirketlerin karşılaşabileceği ekonomik ve politik riskleri azaltma, karlılıklarını garanti altına alma konularında da merkezi bir rol üstlenmişlerdir. Örneğin Dünya Bankası Ecuador’da su özelleştirmeleriyle ilgili olarak, politik istikrarsızlık, toplumsal muhalefetler de dahil olmak üzere bütün risklerin bertaraf edileceği garantisi için 18 milyar $ tutarında bir garanti sözleşmesi yapmıştır (2005, 90). Yukarıdaki alıntıda sözü geçen garanti sözleşmesi, Türkiye Hükümeti’nin de 3 Kasım 2011 tarihinde revize ederek yürürlüğe koyduğu MIGA-Çok Taraflı Yatırımlar Garanti Ajansı sözleşmesinin yeni versiyonudur. Gerçekten de Dünya Bankası altında imzalanan bu yeni sözleşmede devletler yerli ve yabancı yatırımcıların karşılaşacağı olası bütün riskleri bertaraf etme taahhüdünde bulunmakta, “gayrı ticari risk” tanımlaması dolayısıyla toplumsal muhalefet de bu risklerden sayılmaktadır. Acele mülksüzleştirme yasalarını MIGA’nın yeni versiyonu ve Türkiye’de geçen hafta açıklanan yeni Teşvik Paketi ile ilişkili olarak okuduğumuzda: 1. Enerji ve inşaat sektörleri Teşvik Paketinde “stratejik yatırımlar” olarak tanımlanmış; stratejik yatırımlara özel teşvikler sağlanacağı belirtilmiştir. Her iki sektör de önemli büyüklükte arazi tahsislerini gerektirmesi bakımından acele mülksüzleştirmenin öncelikli olarak uygulanacağı sektörlerdir. 2. MIGA’nın sağladığı yeni garantiler hem bu alanlarda yatırım yapacak tekil sermayelerin bu sektörlere duyduğu ilgiyi arttıracak, hem de yerelde artan yatı-

rımların kışkırtacağı acele mülksüzleştirmeye karşı yükselecek toplumsal muhalefeti bastırmak için kullanılan baskı ve şiddet araçları menüsünü zenginleştirip, çeşitlendirecektir. 3. Stratejik sektörler olarak belirlenen alanlar yalnızca kırsalla sınırlı olmadığı için, örneğin inşaat sektörü alanına giren kentsel dönüşüm süreçlerinde de acele mülksüzleştirmelerin hızlanacağı açıktır. Kamulaştırma çok eski yıllara dayanan bir uygulama olmasına karşın günümüzde “acele” ön takısının eklenmesinin nedeni ise hem kapitalist üretim açısından hızın giderek artan öneminden hem de kırsala yönelik sermaye yatırımları sırasında karşılaşılan toplumsal tepkilerin geciktirici ve maliyet arttırıcı etkilerinin giderilmesi gereğinden kaynaklanmaktadır. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile Düzce Belediyesi’nin işbirliğinde yürütülen kentsel dönüşüm projesi kapsamında 128 parselin Düzce Belediyesi tarafından “acele kamulaştırılması” için alınan karar bu tespitimizi doğrulamaktadır. Konuyla ilgili olarak yapılan açıklamalarda Düzce Belediye Başkanı İsmail Bayram, uzlaşmaya varılamayan hak sahiplerine dava açacaklarını söylemektedir. Karar ile birlikte projenin hızlanacağına işaret eden Başkan Bayram şöyle devam etmektedir: “Bu kararı bekliyorduk. Sürecin nasıl devam edeceğini biliyoruz. Bizimle uzlaşmayanlara dava açacağız. Davalar da hızlı şekilde görülecek. Bir yandan projemizle ilgili çalışma var. TOKİ de burada projeyi hemen başlatmak istiyor. Biz de zaten istiyoruz. Bu sene içinde temel atılır diye düşünüyorum. Hızlı bir şekilde ilerleteceğiz.” Yukarıdaki alıntıda “acele” ibaresinin nesnel nedenleri açıkça görülmektedir. Kentsel dönüşüm inşaat, müteahhitlik ve bağlantılı sektörlerin yatırımcılarını doğru-

Dünya Bankası altında imzalanan bu yeni sözleşmede devletler yerli ve yabancı yatırımcıların karşılaşacağı olası bütün riskleri bertaraf etme taahhüdünde bulunmakta, “gayrı ticari risk” tanımlaması dolayısıyla toplumsal muhalefet de bu risklerden sayılmaktadır.

25


Sosyalist Dayanışma / Nisan-Mayıs 2012

dan ilgilendiren bir üretim alanıdır. Bu dönüşüme karşı geliştirilen her türlü tepki ve muhalefet inşaatların başlama tarihlerinde uzun ertelemelere yol açmakta, dolayısıyla da yatırımcı şirketlerin hem maliyetlerinin artmasına hem gecikmelere yol açmaktadır. Alınan acele mülksüzleştirme kararıyla bir yandan muhalefet baskı altına alınırken bir yandan da yatırımlara start verileceği anlaşılmaktadır. Acele mülksüzleştirme yasasının toplumsal yansımalarına bakıldığında ilk göze çarpan, yerelliklerdeki geleneksel tarımın yerini ya sanayinin ya da endüstriyel tarım üretiminin almasıdır. …. Bu uygulamanın beklenmesi gereken birincil sonucu zorunlu göçtür. Zira geçimlik topraklarını kaybeden yerel halkların önemli bir bölümü yaşamak için iş bulmak zorunda kalmakta ve iş aramak üzere büyük kentlere göç etmektedir. Acele mülksüzleştirme aracılığı ile şirketlere devredilen tarım ve orman arazilerinin sanayi üretimine, madenciliğe ve endüstriyel tarıma açılması başta dere, göl ve yeraltı suları olmak üzere yereldeki tüm doğal varlıklar üzerindeki baskıyı arttıracaktır. Toprağa ve özellikle suya karışarak kilometrekareler büyüklüğündeki yaşam alanlarına kadar ulaşacak olan sanayi kirliliği önüne kattığı bütün toprakları ve bu topraklarda yaşayan canlıları zehirleyerek yok etmektedir. Bu nedenle acele mülksüzleştirme bugün dünyada en fazla “gıda güvenliği” ve “sağlık” bağlamlarında tartışılmaktadır. Aynı nedenden ötürü sosyal bilimciler acele mülksüzleştirmeye karşı gelişen muhalefetleri bir “ölüm kalım savaşı” olarak isimlendirmektedir. Yerel halkların topraklarından koparılarak mülksüzleştirildiği bu süreçte, yereldeki doğal varlıklar üzerinde tarihsel olarak tesis edilmiş olan kollektif mülkiyet de biçim değiştirmekte, dere, göl, yeraltı suyu, kültürel miras vb. ne varsa özel mülkiyete dönüşmektedir. Zaten acele mülksüzleştirmenin temel sebebi de doğrudan topraklar üzerinde şirketler lehine özel mülkiyet hakkı tesis etmekten ziyade, toprağın altında ve üstünde yer alan doğal

26

kaynakların dolaylı olarak sermaye birikimine dâhil edilmesidir. Asya ve Afrika ülkelerinin pek çoğunda acele mülksüzleştirme sonucu şirketlere devredilen topraklar daha çok madencilik faaliyetine konu edilmektedir. Öte yandan örneğin Meksika gibi acele mülksüzleştirme örneğinin ilk örneklerinden sayılabilecek diğer bazı ülkelerde yerel halkın topraklarına el konmasının nedeni dev ABD’li ve Kanada’lı sanayi şirketlerinin Latin Amerika’ya doğru yayılma çabasıdır. Aynı çaba 1994 yılında Zapatista adlı topraksızlaştırılan köylülerin hareketini doğurmuştur. Dünya Bankasının 2011 raporunda, 2009 yılında devletlerin küçük çiftçilerden zorla aldığı toprakların büyüklüğünün 45 milyon hektar ile 1999 yılındakinin tam on katı büyüklüğe ulaştığı belirtilmektedir (Lahiri-Dutt, Krishnan ve Ahmad, 2012,s.40). Diğer yandan uluslararası ölçekte yapılan çalışmalar toprak hakları ihlalinin kaçınılmaz bir biçimde başta yaşam hakkı olmak üzere diğer insan hakkı ihlallerini de beraberinde getirdiğini ortaya koymaktadır. Toprakların zor gücüyle özel mülkiyete geçirilmesiyle birlikte, söz konusu toprağın özellikleri ya da yıllardır o toprakta hangi tür bitkilerin yetiştirildiğine bakılmaksızın en fazla kâr bırakan tarımsal ya da endüstriyel üretimler başlatılmaktadır. Örneğin Endonezya’da acele mülksüzleştirme ile şirketlere devredilen yağmur ormanları hızla yok edilerek hurma ağacı ekimine başlanmıştır. Ülkede 1997 yılında tarihin en yüksek seviyesine ulaşan orman yangınlarının arkasında hurma yağı üretimiyle zenginliğine zenginlik katan şirketlerin bulunduğu belirtilmektedir (World Rainforest Movement, 2001, s.10). Dünya Bankasının acele mülksüzleştirmenin yıkıcı sonuçlarını gözlerden gizlemek için uygulamaya koyduğu Yeniden Yerleşim Eylem Planı’na övgüler yağdıran başka çalışmalar da vardır. Bu çalışmalarda Endonezya’da halkın tarım ve balıkçılıkla geçindiği; yeniden yerleşim zorunluluğu (acele mülksüzleştirmenin doğal bir sonucu olarak) olduğundan ailelerin tarım gelirlerinin azala-

cağı ve koruma sahası nedeniyle balıkçılığa da kısıtlama geleceği belirtilmekte, halkın BP (British Petrol) işinde çalışmayı kabul etmediği takdirde uzun zaman aç kalabileceğine dikkat çekilmektedir (Kudat, 2002). ….Türkiye’de 1925 tarihli Umumi İstimlâk Kararnamesi ile başlayan “kamulaştırma” çalışmaları 1983 tarihine kadar çıkarılan değişik mevzuatlarla sürdürülmüştür. Bu tarihten sonraki çalışmalar, 1982’deki Darbe Anayasasının 46. maddesine göre, 1983 yılında çıkarılan 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu esaslarına göre yürütülmektedir. Anayasanın 46. maddesi ile; Kamu hizmetlerinin ve yararlarının gerektirdiği hallerde özel mülkiyete ait malların, onlara malik bulunanların rızalarına bakılmaksızın, cebren (zorla) alınması için ilgili idarelere yetki tanınmıştır (Akyol, Yomralıoğlu, Uzun 1992). Örneklendirmek gerekirse özel bir şirket olan Nabucco Gas Pipeline International, Türkiye’de boru hattı rotası üzerinde bulunan istasyon ve tesisler ile ilgili mülksüzleştirme çalışmalarını başlatmayı planlamaktadır. Şirketin yazılı açıklamasına göre şirket tarafından alınan bu karar, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından 14 Şubat 2012 tarihinde onaylanmıştır. Aynı haberde “Güzergâh kamulaştırması faaliyetlerinin başlaması için ön koşul olan bu karar, projenin kamu yararı bulunduğunu tescil ediyor” şeklindeki ifade bu yazının başındaki tespitimizi doğrulamakla kalmamakta, yanı sıra kurguyu tersten yapmaktadır. Başka bir deyişle projenin kendisinin kamusal olup olmadığına bakılacağı yerde, “acele kamulaştırma” onayı almış olması projenin kamusal yararının güvencesi olarak kabul edilmektedir. ….Her ne kadar topraklarına el konan halklara bu zorla ele geçirmenin karşılığında belli bir ödeme yapılıyor olsa da, David Harvey’in deyimiyle topraksızlaştırma, gerçekte kültürsüzleştirme, tarihsizleştirme ve halkların kendi doğal yaşam ortamlarında sahip oldukları yaratıcılıkları kaybetmesiyle sonlandığı için (aktaran Bond, 2006, s.9) hiçbir parasal ödemenin bu kayıpları karşılaması mümkün değildir.

Sonuç Yerine

Bu çalışmada mülksüzleştirmenin nedenleri ve uygulamasının beklenen sonuçları tartışılmakla birlikte, amacımız bir özel mülkiyet sistemi savunusu yapmak, ya da bireylerin yaşam malları üzerinde tesis etmiş oldukları özel mülkiyetin korunması değildir. Bize göre acele mülksüzleştirmenin karşısına konabilecek yegâne alternatif toplumun kollektif mülkiyeti, yani kapitalist toplumun aşılmasıdır, yani özel mülk edinmenin tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bugün geldiği aşamada kapitalizm kendi varlığının bir ön şartı olan özel mülkiyet yasalarını bile ihlal etmektedir. Ancak bu ihlalin yine temel çelişki etrafında şekillendiğini unutmamak gerekir. Başka bir deyişle sermaye sınıfı, üretim süreçleri üzerinden sistematik olarak yoksullaştırdığı işçi sınıfı ve yoksul köylüleri bu kez de ücretleri ve geçim araçları üzerinden sahip oldukları yaşam mallarını ellerinden alarak, sadece sermaye sınıfının zenginliğini üreten sınıfın mülkiyet hakkını ihlal etmektedir. Dolayısıyla acele mülksüzleştirme de tıpkı doğal varlıkların metalaştırılması ve kentsel dönüşümde de olduğu gibi sınıfsal bir sorundur. Emek ve sermaye sınıfı arasındaki bu yeni savaşı emek lehine sonlandırmanın yolu da tıpkı diğer emek-sermaye çelişkilerini aşmak için izlenecek yollarda olduğu gibi yine anti-kapitalist bir çizgide olmak zorundadır. Bu süreçte verilecek yasal mücadeleler, mülklerinden ve topraklarından edilen halkları süreç konusunda bilgilendirme ve bilinçlendirmede bir araç gibi görülebilir kuşkusuz. Ancak unutulmamalıdır ki, yasal olan her sonuç aynı zamanda adil olmak zorunda değildir. Bu bağlamda halkların topraklarından, yaşam yerlerinden koparan ve onları hızla işçileştirerek yedek işgücü ordusuna katan acele mülksüzleştirme pratiği de hukuki/yasal bir düzenlemeyle mümkün olabilmiştir. Görünüşe bakılırsa hukuku sermaye ve devletler yapacak, toplumsal adaleti tesis etme işi ise işçi sınıfı ve mülksüzleşen yığınlara kalacaktır. www.supolitik.org’dan rak alınmıştır.

kısaltıla-


Nisan-Mayıs 2012 / Sosyalist Dayanışma

AÇLIK GREVLERİ 2. AYINI GERİDE BIRAKTI Ölümün kollarına davetiye çıkarır Ya da el ve ayak Parmakları dona keser Laf dinlemez açı İnce bir iniltiye dönüşür sızı Büzüşüp, al al olan deri İnci karasıdır o demde Çürüyüp, pul pul dökülür yanan tırnaklar Ve artık kesif bir kokudur parmaklar Ölüm yoklar ayaz soğuklu bedeni..

Ö

zgür tutsaklar güneşe doğru yol alırken, bu büyük, bu onurlu yürüyüşleriyle bir kez daha insanlığa ayna tutuyor, onları insanlıklarını sorgulamaya itiyor. Özgür tutsakların sesi olmayı görev sayarak, hapishanelerde yaşananları anlatmaya, direnişin tanıklığını yapmaya devam edeceğiz. Kürt siyasi tutsakların, “Öcalan’a özgürlük, siyasi-askeri operasyonların son bulması, anadil önündeki tüm engellerin kaldırılması ve Kürtlere statü” talepleriyle 15 Şubat günü hapishanelerde başlattığı açlık grevleri 2. ayını geride bıraktı. Binin üzerinde tutsağın katıldığı süresiz-dönüşümsüz açlık grevi direnişine yakın zamanda 500 tutsak daha eklendi. Sayı içeride ve dışarıda giderek artıyor, direniş büyüyor. Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Kürt siyasi tutsakların demokratik taleplerine kulaklarını tıkayan halk düşmanı AKP hükümeti, Kürt sorununa yönelik olarak tekçi, inkarcı, katliamcı anlayışın yılmaz bir sürdürücüsü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu gerçeklik, “darbecilerle hesaplaşıyorum” palavralarını

ortaya atanların maskelerini düşürmeye yeter.

Zulme Teslim Olmayacağız! AKP’ye Direneceğiz!

Diyarbakır bölgesindeki hapishanelerde 400 tutsağın başlattığı açlık grevini daha sonra Çukurova bölgesindeki hapishanelerde 600′ye yakın tutsak devraldı. 1 Nisan’da ise Karadeniz bölgesindeki hapishanelerde bulunan 520 tutsak açlık grevine başladı. Son katılımlarla birlikte toplam 37 hapishanedeki Kürt siyasi tutsaklar açlık grevi direnişinde olacak.

Yaşasın Halkların Kardeşliği! Biji Bıratiye Gelan!

Tülay YILDIZ

Direniş Kazanacak!

Zindanlardaki büyüyen direnişe destek olmak amacıyla Avrupa’daki Kürtler de çeşitli eylemler geliştiriyor. Fransa’nın Strasburg kentinde 15 Kürt direnişçi tarafından sürdürülen süresiz-dönüşümsüz açlık grevi de kritik aşamalara doğru hızla ilerliyor. İnkarcı, zorba anlayışın ve bu anlayışın günümüzdeki sürdürücüsü AKP faşizminin saldırıları, özgürlüğe yürüyen Kürt halkının iradesini kırmayı başaramamaktadır. Hücrelerdeki tutsaklar onurlu bir yaşam için, özgür yarınlar için direniyorlar. Zulme teslim olmayanları, direnişi yaşamlarının anlamı kılanları selamlıyoruz. Ve buradan haykırıyoruz:

27


VAKTİ DENİZ’LERE AYARLAMA ZAMANI!

Onlar ölmediler yok, Ateş fitiller gibi: Dimdik ayakta, Barut ortasındalar! ... Analar, onlar ayakta Buğday içindeler, onlar, Yücelerden yüce dururlar: Dünyayı doruktan seyreden, Bir öğle güneşi gibi. Bir çan darbeleri gibi, Onlar. Ölmüş gövdeler arasında, Zaferi çekiçleyen bir ses gibi Onlar, Kara bir ses gibi. Ey canevinden vurulmuş, Toz duman olmuş bacılar! İnanın oğullarınıza. Kök oldu onlar, Sade kök: Kan suratlı, Taşlar altında. Karışmadı toprağa, Dağılmış kemikçikleri.

Ağızları ısırır hala, Kuru barutu; Ve demir bir okyanus gibi, Titreşirler hala. Ben ölmedim der, Yumrukları; Yukarı kalkık yumrukları, Daha.

Bununla vuracağız, Gündüz gece; Bununla çiğneyeceğiz, Gündüz gece; Bununla tüküreceğiz Gündüz gece Kin kapılarını, Kırıncaya kadar.

Bunca yere düşmüşlerden, Yenilmez bir hayat doğar: Bir tek beden olur, Analar, bayraklar, çocuklar, Hayat gibi canlı tek bir beden; Bir yüz bekler karanlıkları, Ölü gözleriyle, Kılıcı dopdolu, Dünya ümitlerinden.

Oğullarınızı bilirdim, Unutmadım acılarınızı. Ölümleriyle nasıl kıvandıysam, Hayatlarıyla da öyleyimdir. Onların gülüşleridir: Karanlık atölyeleri ışıtan. Her gün metroda, yanıbaşımda: Onların ayak sesleridir, Çın çın. Akdeniz portakallarında, Güney ağları içinde; Yapılarda, Basımevi mürekkeplerinde; Kalplerini tutuşur gördüm onların, Güçle, yangınla.

Dursun, Dursun yas esvaplarınız. Yığın derleyin, Gözyaşlarınızı; Bir metal oluncaya kadar:


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.