Sosyalist Dayanışma Dergisi Ocak 2013 18. Sayı

Page 1

Akp’nin Arzuları ve Sınırları

Hayaller ve Gerçekler

Yeni Yılda Suriye Süreci Hangi Aşamada? Fiyatı: 1,5 TL

www.sodap.org

HALKLAR ARASINDA ONURLU BİR BARIŞI KURMAK

HEPİMİZİN GÖREVİDİR!

OCAK 2013 YIL: 3 SAYI 18

Kozlu’da Fail Devlet ve Sermayedir! AKP ve Odtü Direnişi Maraş Katliamı ve Düşündürdükleri Güzeltepe Cami Yenileme Projesi Politik Eğitim Üzerine Asgari Ücret Neyin Karşılığıdır İmralı “Açılımı” İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları İşçilerin Yaşam Hakkı ve 6331 Sayılı Yasa Egemen Kadından, Enerji Hanım Kazığı Kıvılcımlı’yı Doğru Okumayı Nasıl Başarabiliriz? Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Kürt Sorunu Irak’ta Başka Bir Bahar Mısır’da Anayasa Oylaması Sonrası Kıskacı


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

2013’ÜN GÖREVLERİ: ONURLU BARIŞI KURMAK SINIFIN ÖFKESİNİ PARLATMAK

Mehmet AKDAĞ

“Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” diyen, fırsat buldukça Zerdüştlük ile ilgili bilgilerini toplumla paylaşan, daha iki hafta önce BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmak için düğmeye bastığını açıklayan Erdoğan, İmralı ile görüşmelere başladı. Ortada Türkiye’nin kadim ve devasa meselesi Kürt Sorunu’nun çözümü ile ilgili bir çerçeve var gibi gözükmüyor. Daha ziyade Ortadoğu denklemlerinde sıkışan Türkiye’nin nefes alabilmek için PKK’yi pasifize etmesini amaçlayan bir manevra görünümü söz konusu. Buna rağmen gelinen nokta Kürt halkının direnişinin bir ürünüdür. Bütün saldırılara rağmen ayakta kalmanın, bileğini büktürmemenin, Öcalan’a sahip çıkma konusunda sergilenen iradenin bir sonucudur. Kürt halkı da yaşanan gelişmelere dikkatle yaklaşmaktadır. Özellikle Paris’te yaşanan suikast sonrası sürecin nasıl bir gerilimler yumağı içerisinde ilerleyeceği tüm açıklığı ile ortaya çıkmıştır. Uluslararası denklemlerin tam göbeğine yerleşen böylesi bir konuda müdahil olacak, süreci kendi yönünde etkilemeye çalışacak çok özne devrede olacaktır.

Nusrettin YILMAZ

ANILARI MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAK

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 3, Sayı: 18 Ocak 2013 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Bu süreci AKP’yi daha fazla sıkıştırmak, Kürt halkının taleplerinin kabulünün propagandasını yükseltmek, Türk, Kürt; tüm etnik ve inanç gruplarından ezilenlerin ortak örgütlenmesini geliştirmek için aktif bir biçimde takip etmeliyiz. Kenara çekilip “bu süreçten bir şey çıkmaz” demek sonunda doğru çıkacak olsa bile yanlış bir siyasettir. AKP’nin gerçek niyetlerini bir saniye bile akıldan çıkarmadan, gereksiz iyimserlik bulutlarına yükselmeden Kürt halkıyla beraber halkların kardeşliğini inşa etmek için sokaklarda olmalıyız! AKP’nin düzeni katliam çizgisinde yürümeye devam ediyor. Roboski katliamında bir adım ilerlenmedi. Hrant’ın davası hala sürünüyor. Maraş 34 sene önce katledilip sürülenlere hala kapalı. En korkuncu da sermayenin büyük aşkı taşeron sistemi işçilerin her gün canını almaya devam ediyor. Maliyetleri daha da düşürmek için alınmayan önlemler ve aşırı çalıştırma kıyımların baş sorumlusu. Asgari ücrete yapılan 30 liralık zamma komik bile diyemiyoruz. Sınıfa giden kapıları açmak! Önümüzdeki dönemin kilidini açacak şifre burada. Sınıf siyasetini güncel koşullara, güncel taleplere uygun, geniş kesimleri kucaklayabilecek ve halkların özgürleşme mücadelesi ile de uyumlaştıracak bir çizginin inşası konusunda ne kadar yazsak çizsek, ne kadar uğraşsak, ne kadar emek harcasak, bedel ödesek azdır. Unutulan işçi sınıfının öfkesi, var olan zerre zerre kırıntılardan halkın vicdanı ve öfkesi olacak güçlü bir ses haline dönüştüğünde finans devlerinin plazalarından çıkamayacakları, halkın kanını iliğini kurutamayacakları ve lüks ve şatafatları ile birlikte tarihin çöplüğünü boylayacakları, bizlere de yaşanabilecek bir dünya bırakacakları günler yaklaşmıştır demektir. Şu sefil kâr ve hırs imparatorluğunu temellerinden sarsana kadar hiçbirimize rahat, huzur yok. 2013’ün bu ilk sayısı umarız bu çok çetin ve olağanüstü gelişmelere gebe yıla başlarken hepimize mücadele azmi, direnişçi kararlılığı ve zihin açıklığı verebilir. Yoldaşça kalın…


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

AKP’NİN ARZULARI VE SINIRLARI

HAYALLER VE GERÇEKLER

AKP

kendi hüviyetinde bir ülke yaratmaya çalışıyor derken ne kastettiğimiz geçen ay içerisinde yaşanan tartışmalarda bütün açıklığı ile ortaya çıktı.

ODTÜ Direnişinin Gösterdikleri…

En önemli işaret hiç kuşku yok ki ODTÜ’li öğrencilerin direnişi ile ortaya çıktı. Başbakan, neredeyse Ay’a adam gönderiliyormuş gibi kurgulanan bir tören için gittiği üniversitede, gündemde olan YÖK Yasası ve Türkiye’nin Suriye meselesindeki ABD yanlısı tutumu dolayısıyla protesto edildi. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat Erdoğan ODTÜ’yü ecdadı gibi “at üstünde fethe” gelmişti. Kendi kişisel SS müfrezelerine dönüştürdüğü 3000 çevik eşliğinde öğrenciler ilk görüldükleri yerde devletin bilindik yöntemleriyle saldırıya uğradılar. Hadi, faşizmin yükseldiği koşullarda bunda da bir anormallik yok diyelim. Fakat sonrasında yaşananlar bütünüyle içinden geçilen dönemin özelliklerinin ortalığa serildiği bir akıl tutulmasını yansıtmaktaydı. Öğrencilerine uygulanan abartılı şiddeti ve sorumluluğunda olan üniversitenin talan edilmesini kınayan bir açıklama yapana ODTÜ rektörü başbakanı çıldırtmaya yetti. O bilindik sokak ağzıyla ODTÜ’lülere demediğini bırakmadı. Artık post-modern masal anlatıcılara dönen yandaş medya, özellikle de cemaatin aslında ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaya çalışan Zaman, ODTÜ direnişini derin devletin direnişine dönüştürmek için muazzam bir çaba içerisine girdi. AKP’nin üniversitelere dönük kuşatmasının yansıması olan bir grup atanmış rektör, ODTÜ’yü protesto yarışına girdi hiç yüzleri kızarmadan. Bilim ve haysiyetin Türkiye üniversitelerinde en az bulunan değerler olduğunu, 12 Eylül’le başlayan üniversiteyi çökertme planının büyük oran-

da başarıya ulaştığını da gördük. AKP’nin hayalindeki üniversite “padişahım çok yaşa” diye bağırmayı bir tür demokratlık, bir tür derin devletin oyunlarını bozma olarak algılayan mankafaların idaresi altında bir tür meslek lisesidir. Fakat ODTÜ’den başlayarak neredeyse tüm üniversitelere yayılan ve rektörlerini tükürdüklerini yalamak zorunda bıraktıran direniş dalgası da başka bir Türkiye tahayyülünü ortaya koyabilmeyi başardı. Binlerce öğrenci “Her yer ODTÜ, her yer direniş” şiarıyla meydanlara aktı. Akademisyenler, müdürlerinin yaptıkları açıklamaların üniversiteyi yansıtmadığını belirten açıklamalar yaptılar. AKP’nin zulmünün sınırları bir kez daha çizildi. Direnenlerin olduğu yerde özgürlük umutlarının hiçbir zaman söndürülemeyeceği de ispatlanmış oldu.

Roboski’yi Unutursak İnsanlığımız Kurusun

Erdoğan ODTÜ ile tartışmaları kullanarak aslında Roboski katliamının yıl dönümünü kısmen perdelemeyi de başardı. 28 Aralık 2011’de yoksul Kürt köylülerinin 33 Kurşun olayının bir güncel uyarlaması olarak vahşice katledilmelerinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen Erdoğan, olaydaki sorumluluğunun üzerini örtmeye çalışarak yıldönümünü gündem değiştirme manevraları ile geçiştirmeye çalıştı. Bir yıldır olayın sorumluları ile ilgili bir netleşme yok. Bombalamayı

gerçekleştiren hava kuvvetlerine edilen bir teşekkür dışında ortada bir resmi açıklama da yok. AKP’lilerin olayı bir kaza gibi yansıtmaya çalışmaları da insanlığın kanını donduracak cinsten bir tutumu sergiliyor. Roboski, yüzlerce yıldır bir arada yaşayan halklarımızın bu durumu sürdürebilmesini neredeyse imkânsız hale getiren bir eşiği ifade ediyor aslında. Ölümlerine bu kadar duyarsız, bu kadar kayıtsız kalınan insanlar sadece devletle değil “diğer”leriyle de büyük bir ruhsal kopuş yaşıyorlar. Fakat daha hala olayla ilgili tatmin edici bir gelişme yok. Türkiye’yi yıllardır sömürgeci anlayışla yönetenler halkları birbirinden koparmak için muazzam bir çaba gösterdiler. Fakat bugün bu yaşananlarla ilgili yine bir sınır durumu simgeliyor. Artık ne Kürtleri ne de

Alevileri katliamlarla sindirme şansları yok. Artık Kürtler, örgütlü bir toplum olarak bu katliamları bilinçlerini ve dirençlerini arttıran olaylar olarak toplumsal zihinlerine yazabiliyorlar. Bugün Kürtlerle Türklerin kardeşliğini temsil edenler, Roboski protestolarında sokaklara dökülen insanlardır. Devletlerin tüm parçalama, düşmanlaştırma, birbirine kırdırma siyasetlerine rağmen halklar direnişlerini bütünleştirerek, kardeşliklerini koruyabiliyorlar. Erdoğan’ın “tek, tek” diye saya geldiği nakarat, halkların ortak mücadelesi ile bir kez daha duvara tosluyor.

M.Mert SİNAN

Roboski, yüzlerce yıldır bir arada yaşayan halklarımızın bu durumu sürdürebilmesini neredeyse imkânsız hale getiren bir eşiği ifade ediyor aslında. Ölümlerine bu kadar duyarsız, bu kadar kayıtsız kalınan insanlar sadece devletle değil “diğer”leriyle de büyük bir ruhsal kopuş yaşıyorlar. Bugün Kürtlerle Türklerin kardeşliğini temsil edenler, Roboski protestolarında sokaklara dökülen insanlardır.

3


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

Katliamcılar Yaşıyor, Maraş Hala Yanıyor!

“Yargı bağımsızlığı ayağımıza dolanıyor”, “Başkanlığı kabul etmezlerse biz Anayasayı bildiğimiz gibi çıkarırız” yaklaşımları aslında kurgulanan rejim ile ilgili somut ipuçları. Dünyada kriz koşullarında yeni trend, neoliberal politikalarla otoriterizmin sentezine dayanan neo-faşist rejimler inşa etmek. Kapitalizmin merkezinin Doğu’ya kayması olayının bir boyutu da bu.

Fotoğrafın bir diğer parçası ise Maraş girişinde engellenen Aleviler. Büyük bir katliamla sürüldükleri şehre acılarını sağaltmak için gelen Aleviler, karşılarında katliamcıların günümüzdeki mirasçılarını buluyorlar. Toplumun günahlarıyla yüzleşme konusundaki zaafıyla da mücadele etmek için Aralık ayının soğuğunda su sıkan, gaz sıkan devletin jandarmasına, polisine direniyorlar. Devlet hala 34 yıl önce durduğu noktada duruyor. Demirel’in “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” atasözü Erdoğan tarafından da “Adalet mülkün temelidir” in yanına yazılıyor. AKP’nin pek demokrat rektörleri Aleviliğin sapkınlık olduğuna dair yeni herzeler üretirken; AKP döneminin hit yazarı, katil Yavuz güzellemelerini ortalığa saçar, cem evleri için direnen, işgal yapan gençler mahkeme kapılarına taşınırken; devlet Maraş katliamının arkasında taş gibi duruyor. Vali, protestocuların şehre sokulmayacağını açıklıyor. Hâlbuki günahlarla hesaplaşamamak yeni günahların yolunu açıyor. Maraş’ı unutturmak Roboski’lerin önünü açabilmek için bir zorunluluk. Ermeni Katliamı’nı konuşamamak Hrant’ın katledilmesine yol veriyor. Fakat burada da AKP’nin katliamlarıyla barışık tahayyülünün sınırları direnenler tarafından çiziliyor. “Maraş’ı unutma unutturma” diye sokağa çıkanlar, AKP’nin karanlığı karsısında ülkenin yüz akı oluyorlar. AKP’nin katliamların üzerini örtme çabasının başarısız olmaya mahkûm olduğunu herkese gösteriyorlar.

Ak Gençlik, Neo-Faşizm ve Ülker-Koç Ortaklığı

Erdoğan’ın tahayyülünü, Anayasa tartışmalarında rahatlıkla okuyabilmek mümkün. “Yargı bağımsızlığı ayağımıza dolanıyor”, “Başkanlığı kabul etmezlerse biz Anayasayı bildiğimiz gibi çıkarırız” yaklaşımları aslında kurgulanan rejim ile ilgili somut ipuçları. Dünyada kriz koşullarında yeni trend, neo-liberal politikalarla otoriterizmin sentezine dayanan neo-faşist rejimler inşa etmek. Kapitalizmin merkezinin Doğu’ya kayması olayının bir boyutu da bu. İşçi sınıfını daha sıkı denetim

4

altına almak, “demokrasi”nin hedeften saptırıcı prosedürleri ile olabildiğince daha az vakit kaybetmek, demokrasinin şekilsel düzenlemelerine bile tahammül göstermemek. Kriz koşullarında finans kapitalin aklı faşizme çok daha fazla yatıyor. Erdoğan’ı tek adam diktasına taşıyan sürecin tek manivelası bu küresel eğilim değil muhakkak. Türkiye sağ siyasi geleneğinin tüm rezilliklerinin bir sentezi var karşımızda. Düzen içi iktidar kapışmasından önde çıkmanın verdiği kibir ve yaşanan bölgesel gelişmelerin yarattığı ABD desteği bu koşulları destekliyor. Fakat Erdoğan’ın çıkışlarının finans kapitalin küresel eğilimleri ile aykırılık taşımadığının görülmesi önemli. İşçi sınıfını tahakküm altına almanın en önemli aracı olarak kullanılan taşeronlaştırma AKP’nin işçi sınıfına dönük saldırısının en önemli parçası. Ulusal İstihdam stratejisi temel olarak emek süreç-

geçemiyor. AKP’nin ülke tahayyülünde işçiler yığınlar haline ölüyor, 750 liraya bir ay çalışıyor, bu parayla bir cambaz gibi geçiniyorlar. Ama dağı taşı inşaat haline getiren sermaye büyümeye devam ediyor. Kar patlamaları yaşayan bankalar, İş Bankası ve Şişecam örneğinde olduğu gibi kadrolu ve sendikalı çalışanlarından kurtulup asgari ücretli köleler sahibi olabilmek için kırk takla atıyorlar. Tüm zenginlikleri üreten bizler borca ve sefalete, asalak finans sermayesi ise karlara ve servete doymuyor. Fakat Erdoğan’ın bu sömürü tahayyülünün de sınırları direnenler tarafından çiziliyor. İşte Şişecam işçileri nasıl da direnerek patrona geri adım attırmayı başardılar? Gaziantep işçileri geçtiğimiz yaz aylarında sendikal örgütlülüğe bile gerek duymadan patronları nasıl hizaya getirmeyi başarmıştı? AKP’nin çizdiği sınırlar içerisinde yaşamak zorunda olmadığımızın en açık ispatı bu direnişlerle orta-

lerindeki tüm katılıkları ortadan kaldırmaya, işçiyi patron karşısında tamamen yalnızlaştırmaya dönük olarak kurgulanmış vaziyette. Türkiye, AKP’nin neo-liberal hegemonyası koşullarında sınıf örgütlenmesinin nicel anlamda en hızlı eridiği ülke haline geldi. Bu erimenin en somut karşılığı ise iş cinayetleri patlaması. Türkiye’de iş cinayetlerinde her gün ortalama üç kişi ölüyor. Çok kötü koşullarda, tek iş güvencesinin kendini daha fazla sömürtebilme yeteneği olarak kurgulandığı “performans” çağında işçiler beşer beşer, onar onar ölüyorlar. Artık o kadar sıradanlaştı ki bu durum, sıradan bir haber derekesinin ötesine geçemiyor. İşçilerin acıları patronların mutluluğunu büyütmek için kuru birer katık olmanın ötesine

ya konuyor. AKP bir niyet ortaya koyuyor ama son sözü hep direnenler söylüyor. Finans kapitalin yeni koşullarda oluşturduğu iktidar bloğunun en somut tezahürlerinden biri de otoyollar ve köprüler ihalesiyle ortaya çıktı. 28 Şubat sürecinde Koç grubu tarafından manipüle edilen kimi çevreler şeriatçıları destekleyen sermaye gruplarının listelerini yayınlamışlardı. Birçok “ilerici” de illa Migros’tan alışveriş yapmaya ama asla Ülker ürünleri tüketmemeye özen göstermişti. 10 yıllık AKP iktidarının en somut sonucu ise artık Koç ve Ülker’in halkın kanını kurutmaya el ele devam edecek olmasıdır. “Para basıyor” denilen paralı otoyollar ve köprüler bir kalemde bu harami çetesine peşkeş çekilmiştir. Halkın vergileriyle


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

kurulan Tüpraş ve köprüler Koç ailesini dünya çapında zenginler arasında tutmaya devam eder mi bunu hep birlikte göreceğiz. Fakat aynı diyalektiğin burada devam ettiğini de kimseler unutmamalı. Bizleri sadece bizler, işçiler izin verdiği sürece sömürebilirsiniz. Yağmanıza şu anda engel olamıyor oluşumuz bu durumun sonsuza kadar devam etmesinin mümkün olduğu anlamına gelmiyor. Oynanan mizansenlerin önünü kesmeye şimdilik gücümüz yetmiyor fakat her yoksulun hücrelerinde ağır ağır biriken büyük öfkeyi hissetmiyor olamazsınız! İktidar sizde ama iktidarınızın sınırlarını biz çiziyoruz. Ve bu sınırların bütünüyle baştan çizileceği, ayakların baş olacağı günlerin çok uzakta olduğunu garanti edebilir mi kimse?

ğuyla meseleyi halledemeyeceğini neden anlamıyor? Akıl tutulması AKP’nin en üst mevkisinden en aşağıya kadar durumu özetlemenin adıdır. Daha geçen hafta Ceylanpınar’da otobüsün üstüne emperyalizm destekli Suriye muhalefetinin başıyla çıkan ve oradan Esad’a seslenen Erdoğan, Fransız devlet Başkanı Hollande’a “senin PKK’lilerle ne işin vardı bunlarla görüştün?” diye çıkışabilmektedir. Bu kadar tutarsız olabilmek için kendisine sonsuz bir hayranlık duyabilmesi lazım insanın. Tarihin gördüğü tüm titanların en belirgin ortak özelliği de budur zaten. Fakat burada da çizilen sınırlar meselesine geliyoruz. Bir kere me-

yıkılış ve kuruluşun çıtırtıları ile dolu. İflah olmaz umutsuzların çok inanarak anlattıkları ve her şeyin bir yerlerde tasarlanan plana göre yürüdüğü algısı kırılıyor. Ortada herkesin örgütlülüğüne, gücüne, bilincine göre söz söyleyebildiği ve sonuç alabildiği bir kavga dönemi var. Yürütülebilecek ilk tutum bu yeniden kuruluş sürecinin seyircisi ve tanığı olarak kalmak. İzlemek ve yorumlamak. Bunu yapan yapsın, biz de okur, yararlanmaya çalışırız. Fakat bizim asıl derdimiz bu gök kubbeyi tüm sömürücülerin başını yıkmak! 750 liraya çalışan bir işçinin öleceğini bile bile madene inmek zorunda kalmadan yaşayabileceği

selenin en büyük güvencesi Kürt halkının örgütsel seviyesidir. Bu hareket, son iki yılı büyük bir kuşatma altında ama hep direnerek geçirdi. Koşullara dönük politika geliştirmek de hep belli seviyenin üstünde bir performans gösterdi. AKP’nin her yaptığı işte bir boncuk arayanların sayısı da referandumdan bu yana giderek azalmış gibi görünüyor. AKP’nin yalanlarına artık kendi hempaları dışında inanacak pek kimse yok. En iflah olmaz liberaller bile yoğurdu üfleyerek yeme eğiliminde. Dolayısıyla AKP kendi Kürtlerini bile ikna edemediği bir noktadayken Kürt halkının kazanımlarını ortadan kaldıracak bir icraata imza atamaz. AKP pragmatizminden gerçek bir barışa sıçranabilmesi ise halkların kardeşliğine inananların gücüne ve ortaya koyacakları direnişe bağlı. Bu anlamda bizlere ve HDK’ya çok önemli görevler düşmektedir. Bir dünya yıkılıyor, bir dünya kuruluyor! Dört bir yan bu

bir dünya kurmak! Belirlenen değil belirleyen, yorumlayan değil yorumlanan olmak! Ezilenler bu kavgadaki rollerini oynamadıkları takdirde sadece kendilerine kızabilirler! Kapitalizm sallanıyor! Avrupa’da, Ortadoğu’da tüm iktidarlar isyanların soluğunu ensesinde hissediyor! Türkiye’de sömürgeci anlayışın dikişleri dört bir yanından patlıyor!

Osmanlı’da Oyun Çok ya da “Ferman Padişahın Dağlar Bizimdir”

Erdoğan Osmanlı hayranı ya! “Osmanlı’da oyun çoktur” derler. Bir de “Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu” var. Şimdi yeniden başlayan bir müzakere süreci var. Devlet bükemediği bileği öpme noktasına mı geldi? Aslında yıllardır “terör, terör” deyip burunlarından kıl aldırmayanların böylesi bir noktaya gelmesi, Öcalan’la görüşülür bir momenti ortaya çıkarabilmesi Kürt halkının varığını yoğunu ortaya koyarak yarattığı bir direnişin ürünüdür. Fakat devletin “Sezar’ın hakkı Sezar’a” diye düşünmediği de açıktır. Ortada yine büyük bir pragmatizm söz konusu. Erdoğan, Ortadoğu’da Kürt meselesinde elini güçlendirmeden yol alamayacağını geçen yaz iyice bir gördü. Resulayn’dan püskürtülen iş ortağı El Kaide çeteleri de bu konuda kendisine yeni bilgiler vermiş olabilir! Fakat Erdoğan’ın kafasında memleketin Kürt Meselesi’ni çözme noktasında hiçbir zerre bulunmadığı ortadadır. Bu konuda devletin 90 yıldır yediği herzeler açıkça ortaya konamaz, yıllardır ‘terörist, bebek katili’ diye canavarlaştırılanların aslında Kürt olarak yaşamak isteyen ve devletin yok etme politikasına karşı direnen insanlar oldukları açıkça kabul edilmezse gerçek bir çözümün ortaya çıkabilme ihtimali düşüktür. Erdoğan esnaf üç kağıtçılığıyla, el çabuklu-

Türkiye, AKP’nin neoliberal hegemonyası koşullarında sınıf örgütlenmesinin nicel anlamda en hızlı eridiği ülke haline geldi. Bu erimenin en somut karşılığı ise iş cinayetleri patlaması. Türkiye’de iş cinayetlerinde her gün ortalama üç kişi ölüyor. Çok kötü koşullarda, tek iş güvencesinin kendini daha fazla sömürtebilme yeteneği olarak kurgulandığı “performans” çağında işçiler beşer beşer, onar onar ölüyorlar.

Sözün ve Öfken Varsa, Sinme, Oturma, Susma!

Söyleyecek sözü olanlar! “Bu böyle gitmez” diyenler! “Artık böyle yaşamaktan bıktık, insanca yaşamak istiyoruz” diyenler! Sahne sizin, buyurun ve hep birlikte dönüştürelim şu cehennem dünyayı… Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin cennetini hep birlikte kuralım! PLAZALAR YIKILACAK, HALKLAR KUCAKLAŞACAK, ÖZGÜRLÜK VE ADALET KAZANACAK!

5


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

YENİ YILDA SURİYE SÜRECİ HANGİ AŞAMADA? Salih İNCESOY

Yaşanan iç çatışmalar sonucu ülke büyük bir yıkıma doğru sürüklenirken Esad hâlâ iktidar

2011

yılının başlarında Suriye muhalefetinin Esad iktidarına karşı geliştirdiği ilk eylemleri milat olarak kabul edersek, Suriye süreci yaklaşık iki yılı geride bırakmaya hazırlanıyor. Yaşanan iç çatışmalar sonucu ülke büyük bir yıkıma doğru sürüklenirken, Esad hâlâ iktidar koltuğunda. En başta Türkiye olmak üzere Esad’ın sonunun da Libya lideri Kaddafi gibi olacağı beklentisi içerisinde olanlar, nasıl büyük bir yanılgı içerisine girdiklerinin farkındalar. Suriye süreciyle ilgili ilk değerlendirmelerimizde “süreç uzayacak” tespitini yapmıştık; süreç uzamaya devam ediyor…

"İki yılı geride bırakmaya hazırlanan iç savaş süreciyle birlikte Suriye'de büyük bir yıkım yaşanıyor..."

koltuğunda. En başta Türkiye olmak üzere Esad’ın sonunun da Libya lideri Kaddafi gibi olacağı beklentisi içerisinde olanlar, nasıl büyük bir yanılgı içerisine girdiklerinin farkındalar. Suriye süreciyle ilgili ilk değerlendirmelerimizde “süreç uzayacak” tespitini yapmıştık; süreç uzamaya devam ediyor... 6

Emperyalistlerin Taktik Planı Hangi Noktada?

Emperyalistlerin askeri müdahale süreci, önceki saldırılarda olduğu gibi Suriye’de de aynı plan üzerinden gelişiyor: “İşbirlikçi iç muhalefet harekete geçirilecek. Uluslararası desteği kesilerek hedefteki ülke yalnızlaştırılacak.” Dışarıdan bir askeri müdahalenin zemini bu şekilde yaratılacak. Suriye sürecinde işbirlikçi iç muhalefet ilk olarak Suriye Ulusal Konseyi (SUK) çatısı altında toparlanmaya çalışıldı. Ayrıca ağırlıklı olarak radikal islamcı çetelerin içerisinde yer aldığı Özgür Suriye Ordusu da (ÖSO) işbirlikçi muhalefetin silahlı gücü

olarak devreye sokuldu. SUK’un hamiliğini üstlenen Türkiye, ÖSO’nun ana karargahına da ev sahipliği yaptı. Başta Kürtler olmak üzere Suriye muhalefetinin geniş kesimi tarafından emperyalistlerin kuklası olarak görülen SUK, meşruiyet sorununu aşamadı ve dolayısıyla kendisinden beklenen rolü üstlenemedi. İşbirlikçi iç muhalefetin toparlanması amacıyla geçtiğimiz yılın sonlarında yeni bir yapılanmaya gidildi. Emperyalistlerin işini göremeyen SUK devre dışı kalarak yerini Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’na (SMDK) bıraktı. SUK’un da dahil olduğu yeni koalisyonun başına Suriye’nin önde gelen Sünni din adamlarından Muaz el-Hatib getirildi. İlk olarak Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve Arap Birliği ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Fransa ve İngiltere, SMDK’yi “Suriye halkının meşru temsilcisi” olarak tanıdı. Ardından AB dışişleri bakanlarının SMDK Başkanı Muaz El Hatip’le yaptığı toplantıdan da koalisyonu tanıma kararı çıktı. Son olarak, temkinli bir yaklaşım sergileyen ve aceleci davranmaktan kaçınan ABD, SMDK’yi tanıdığını açıkladı. ABD’nin tavrı Fas’ta gerçekleşen Suriye’nin Dostları toplantısında etkisini gösterdi ve 100’ün üzerinde ülkeden tanıma kararı geldi. Bu konuyla ilgili olarak SUK sürecinden farklı tek kayda değer gelişme, aralık ayı ortalarında içerisinde PYD’nin de yer aldığı Yüksek Kürt Konseyi’nin (YKK) SMDK ile yaptığı görüşme ve bu görüşmeden Kürtlerin talepleri konusunda olumlu bir yaklaşım çıkmasıdır. Fakat SMDK’nin Kürt halkına verdiği sözlerle sınırlı kalan bu yaklaşımın pratik sonuçlarını görmek gerekir. Sonuç olarak, koalisyonun henüz uzun bir mesaisi olmasa da iç muhalefetin toparlanması

planına ivme kazandırdığı söylenemez. SMDK’yi parlatma amacıyla arka arkaya gelen tanıma kararlarının Suriye halkı üzerinde etkili olduğuna dair bir veri yoktur. Asıl olan Suriye halkının tercihidir. SMDK, Suriye halkını değil de emperyalistlerin çıkarlarını esas alan bir çizgide yoluna devam ederse SUK’un akıbetini yaşayacaktır. Kuvvetli olasılık budur. Suriye’nin dış desteğinin kesilmesi ve yalnızlaştırılması konusunda da kayda değer bir yol alındığı söylenemez. Rusya ve Çin, sürecin başından beri sergiledikleri kararlı duruşlarını sürdürüyor. Rusya, Suriye’ye yönelik bir dış müdahaleye kapı aralayacak girişimlere karşı net tavır alıyor ve 30 Haziran’da Cenevre’de varılan mutabakata gönderme yaparak mutabakat metnine imza koyan taraflara bu zeminde kalmaları uyarısını yapıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri İngiltere, ABD, Rusya, Çin ve Fransa’nın yer aldığı Cenevre toplantısında, “Suriye’nin geleceğine Suriye halklarının karar vermesi; toplumun tüm kesimlerinin ulusal diyalog sürecine dahil edilmesi ve barışın tesisi için yine tüm kesimleri kapsayacak bir geçiş hükümeti kurulması” kararları alınmıştı. Aralık ayı ortalarında yaşanan bir gelişme, Rusya’nın bu kararlı duruşuyla ilgili kafalarda soru işareti bıraktı. Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Mikhail Bogdanov’un, “Esad’ın ülkede kontrolü giderek kaybettiğini ve muhaliflerin kazanabileceğini” belirttiği iddia edildi. Ajanslarda yer alan bu haberin hemen ardından “Rusya’nın Suriye sürecindeki kararlı duruşunu terk ettiği” değerlendirmeleri yapıldı. Dışişleri Bakanlığı çok geçmeden bu iddiayı kesin bir dille yalanladı. Bakanlık, “Moskova’nın Suriye konusundaki tutumunun


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

değişmediğini ve asla değişmeyeceğini” vurguladı. Bakanlığın resmi açıklaması sonrası yaşanan süreç, Rusya’nın kararlı tutumunda bir değişiklik yaşanmadığını gösteriyor. Burada bir parantez açarak başkanlık seçimi sonrası ABD’nin Suriye sürecindeki tutumuyla ilgili birkaç not düşelim. Uzun süredir Suriye sürecine Türkiye, Suudi Arabistan, Katar üçlüsü üzerinden müdahalede bulunan ABD’nin, seçim sonrasında görece daha aktif bir tutum aldığını söyleyebiliriz. Bu tutum değişikliği ilk etkisini SUK’un yerine SMDK’nin kuruluşu sürecinde gösterdi. Ardından El Kaide’yle bağlantılı El Nusra Cephesi, ABD’nin terör örgütleri listesine eklendi. El Nusra Cephesi’nin Suriye’deki silahlı muhalif güçler içerisinde önemli bir ağırlığı bulunuyor. Libya’da destek verdiği radikal islamcı güçler tarafından Bingazi büyükelçisi öldürülen ABD, Suriye sürecinde yoğurdu üfleyerek yiyor. Yarın kontrol dışına çıkma riski taşıyan güçleri şimdiden sürecin dışına taşıyor. El Nusra Cephesi’nin etkisizleştirilmeye çalışılması da bu anlama geliyor. Bir not da Patriot füzeleri konusuyla ilgili düşelim. NATO, Patriot’ların hangi bölgelere konuşlandırılacağını açıkladı. Açıklamaya göre Almanya Kahramanmaraş’a, Hollanda Adana’ya, ABD Gaziantep’e Patriot yerleştirecek. Füzelerin savunma amaçlı yerleştirildiği palavrası bir yana, yaşanan bu gelişmenin nihai olarak İran’ı hedef alan emperyalist saldırı sürecinin bir adımı olduğu çok açık. Bu nedenle Rusya ve İran duruma ateş püskürüyor. Türkiye’ye ise batılı emperyalistlerin bu planlarına pasif ev sahipliği yapmaktan başka bir rol düşmüyor. Aynı zamanda Türkiye’nin düştüğü pozisyon, ABD’nin bölge politikalarının dümen suyuna tam anlamıyla girişinin bir ifadesi.

Esad İktidarının Son Durumu

“İç çatışmaların aralıksız sürmesine karşın Esad iktidarının güçler dengesinde belirleyici bir kayma yaratacak nitelikte güç

kaybı yaşamadığını” söyleyebiliriz. Aksine, süreç uzadıkça derme çatma yapıdaki Özgür Suriye Ordusu kendi içerisinde dökülmeler yaşamış, bu durum Esad iktidarının elini güçlendirmiştir. Bu haliyle ÖSO’dan umduğunu bulamayan batılı emperyalistler, aralarında ÖSO’nun da yer aldığı silahlı muhalifleri bir çatı altında toparlamak amacıyla “Yüksek Askeri Konsey” adını alacak yeni bir yapılanma süreci içerisine girdi. Son olarak muhaliflerin kontrolünde bulunan ve stratejik bir öneme sahip olan Humus kenti, 21 aydır süren çatışmaların ardından yine Esad güçlerinin eline geçti. Esad iktidarının inisiyatifini büyük ölçüde kaybettiği tek alan Rojava Kürdistan’dır.

(Demokratik Birlik Partisi). Halk meclislerini temel alan bir anlayışla halkın tüm kesimlerinin söz ve karar hakkına sahip olduğu halk demokrasisi sistemi PYD öncülüğünde inşa ediliyor. Aralık ayı sonunda Batı Kürdistan Daimi Meclisi’nin “Rojava Demokratik Özerklik Yasaları” gündemiyle yaptığı 3. Olağan Meclis toplantısında halk meclisleri, yerel yönetim, güvenlik ve asayiş, yargı, sosyal hizmetler ve Medeni Kanun yasalarının çerçeveleri oluşturuldu. Geliştirilen yeni yasal düzenlemeyle erkek egemen anlayışa karşı kadının özgürleşmesini sağlayacak adımlar atıldı. Halk Savunma Birlikleri (YPG), yeni kitlesel katılımlarla birlikte 10 bini aşan üyesiyle halk

girişimini boşa düşürmeye yönelik siyasi tezgahlarla da başa çıkmaya çalışıyor. İç savaşın getirdiği büyük yıkım ve Suriye’nin çeşitli kentlerinden Rojava topraklarına akan 500 bin kişiyi aşan göç dalgası yaşam koşullarını olağanüstü ağırlaştırıyor. Rojava’ya göç eden nüfusun yarısı Kürtler dışında halklardan oluşuyor. Rojava halkları, temel gıda ve sağlık maddelerinden yoksun durumda. Türkiye, ABD ve Kuzey Kürdistan yönetiminin pazarlıkları sonucu Batı Kürdistan’ın dışarıyla temas kurabileceği tek kapı da, Federal Kürdistan Hükümeti tarafından kapalı tutuluyor. Tüm bu zorluklara karşın Rojava Kürdistan özgürlüğe doğru yol alıyor…

Suriye Sürecinde Türkiye’nin Pozisyonu

“Temel gıda ve sağlık maddelerinden yoksun kalan Rojava halkı insani yardım bekliyor...” Esad, çözüm planını açıkladığı 6 Ocak konuşmasında yüksek bir moral ve özgüven tablosu çizdi. Desteklerinden dolayı Rusya ve Çin’e teşekkürlerini sunduğu konuşmasında, ülkelerine yönelik bir dış müdahaleyi reddeden, işbirlikçi iç muhalefeti “emperyalistlerin kuklası” olarak niteleyen Esad, “genel af ” ve “geçiş hükümeti” maddelerini de içeren, diyalog zemininde geliştirilecek bir çözüm planı önerisinde bulundu. Görüldüğü gibi, Esad’ın çözüm planıyla, Rusya’nın sık sık atıfta bulunduğu Cenevre mutabakatı, benzeri bir içeriğe sahip.

Rojava’da Demokratik Halk İktidarı Gücünü Büyütüyor

Rojava Kürdistan’da demokratik özerklik süreci kendi bileği hakkına gelişiyor. Sürecin belirleyici gücü kuşkusuz PYD

iktidarını savunuyor. YPG Askeri Meclisi’nin son toplantısında YPG’nin nitel ve nicel olarak büyütülerek ordulaşmasına karar verildi. Ordulaşan YPG’nin, Kürt halkının tümünün siyasi temsilcisi Yüksek Kürt Konseyi’ne (YKK) bağlı olarak hareket etmesi kararı benimsendi. Rojava Kürdistan’da halk iktidarı aynı anda çok sayıda cephede mücadele yürütmek zorunda kalıyor. Bir taraftan tüm zenginliğiyle demokratik bir yaşam inşa edilirken, diğer taraftan Kürtlerin ulusal birliğinin geliştirilmesi yönünde büyük çaba sarf ediliyor. Bütün bunların yanında da çok yönlü saldırılara karşı halk iktidarının kazanımları savunuluyor. Rojava, Esad güçlerinin ve Türkiye tarafından yönlendirilen ÖSO çetelerinin peş peşe gelen askeri saldırılarının yanı sıra, Kürt ulusal birliğini geliştirme

“Oyun kurucu” ülke olma hevesiyle Suriye sürecinde etkin bir rol almaya çalışan, işbirlikçi iç muhalefeti örgütlemek amacıyla SUK ve ÖSO’ya ev sahipliği yapan Türkiye, gelinen aşamada etkisini büyük ölçüde yitirmiş durumda. İş görmeyen SUK’un yerini SMDK’nin alması ve oluşan bu yeni koalisyonun merkezinin Kahire’de olması, Mısır’ın etkin bir role taşınmasıyla birlikte Türkiye’nin oyun dışına itilişinin göstergesi. Şimdi Türkiye’nin beslemesi Özgür Suriye Ordusu çeteleri, Türkiye’nin Rojava Kürdistan’a yönelik saldırılarına hizmet ediyor. Patriot füzeleriyle ilgili yaşanan son gelişme de çaptan düşen Türkiye’nin ABD ve NATO’nun bölgeye dönük savaş planlarının edilgen bir unsuru haline geldiğinin açık ifadesi. “Oyun kurucu” “model ülke” Türkiye, şimdi sınırlarına yerleşen NATO füzeleri ve askerlerine yataklık ediyor. Bu final, AKP iktidarının dış politika macerasının iflası anlamına geliyor.

7


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

Kozlu’da Fail Devlet ve Sermayedir!

7

Ocak tarihinde Zonguldak Kozlu Maden Ocağı’nda 8 işçinin yaşamını yitirmesine neden olan olay kaza değil cinayettir. Türkiye’de her gün en az 4 işçi yüzde yüz önlenebilir nedenlerden dolayı yaşamını yitirirken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı koltuğunda oturabiliyor. Oysa iş yerlerinde yaşanan can kayıpları ne takdiri ilahidir, ne kötü talih, ne de kazadır. İş cinayetlerinin sebepleri vardır ve ancak bu nedenler ortadan kaldırıldığında iş cinayetleri de bitecektir. Kapitalist düzende devlet, ne pahasına olursa olsun sermayeyi kendine çekmek için ucuz işçi cenneti yaratmak istemektedir. Sermayenin partisi olan AKP hükümeti bu doğrultuda davranmakta; istihdam ve büyüme için emeği baskılayan , ezen ve sömüren politikaları hayata geçirmektedir. Ulusal istihdam stratejisinde açıklanan ve sermayenin önünü sonuna kadar açmaya, işçi ve emekçilerin elini kolunu bağlamaya dönük güvencesizliği, kuralsızlığı yasalaştıran politikalar iş cinayetlerine davetiye mahiyetindedir. İş cinayetleri açık bir şekilde bu devlet politikasının bir sonucudur!

Taşeronlaşma Ölümleri Katlıyor

AKP hükümeti; iş cinayetlerinin taşeronlarda 34 kat daha fazla gerçekleştiği ortadayken, taşeron sistemine son vermek yerine, taşeron çalıştırmayı yasalaştırmakta, taşeron sisteminin çalışma yaşamında daha da yaygınlaşması için tasarılar hazırlamaktadır. Bu tam da sermaye kesiminin istediği şeydir. İş yerlerinde patronlar zaten ucuz emek ve kar hırsı için her yolu mübah görüyor, daha karlıysa “kaza” riskini sağlık, güvenlik organizasyonu yapmaya ve sağlık, güvenlik önlemi almaya tercih edebiliyor! İşçileri ölüme göndermeyi, doğayı ve çevreyi tüketmeyi umursamıyor.

8

Kozlu’da yaşanan iş cinayetinde devlet ve sermaye işbirliği kolayca kendini ele vermektedir. Açıktır ki; maden ocağı patronları işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini mali külfet olarak üstlenmek istememişlerdir. Taşeron sistemini destekleyen devlet de bu işyerlerini sıkmamış, denetlememiş, güvensiz ve sağlıksız çalışma koşullarına göz yummuştur.Taşeron sistemini desteklemiştir. Bu işbirliği taşeronda ölümlerin kat be kat artmasının sebebidir.

de yatan sermaye birikim modelini gözden kaçırmak için makyaj mahiyetinde yasalar çıkarmaktadır. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile bu sorunlara çözüm getirdiğini iddia etmektedir. Ancak bu yasanın yeni rant alanları yaratma ve göz boyamaktan başka işe yaramayacağı açıktır. Çünkü iş yasasında da hemen hemen aynı işlevler vardı, bu yasa sadece kapsamı bir miktar genişletmiştir. Kozlu’da olduğu gibi bütün iş cinayetinde yitirdiğimiz işçi karde-

tesadüf değildir. Örneğin; Bursa’da yatak fabrikasında yanan 5 kadın işçinin, İkitelli’de boğularak ölen 8 kadın işçinin patronları ceza almamıştır. Kar hırsı ile insan yaşamını hiçe sayarak taammüden insan öldüren patronlar ellerini kollarını sallayarak dolaşabilmektedirler. Sağlık ve güvenlik şartlarını yerine getirmeyerek işçinin canına kıyan patronların caydırıcı cezalar almaması, işyerlerinde işçileri öldüren seri katillere dönüşen devlet ve sermaye işbirliğine bir kez daha dikkat çekmektedir.

İş Cinayetlerini Örgütlü İşçi, Örgütlü Toplum Durdurur!

Meslek Hastalıkları da Cinayettir

SGK verilerine göre 2011 yılında 1710 işçi iş cinayetinde yaşamını yitirdi. Ne kadar kişinin meslek hastalıkları sonucu öldüğü ise bugüne kadar SGK tarafından doğru düzgün tespit edilmemiştir, soruşturulmamıştır. Oysa meslek hastalığı da bile bile insan öldürmektir. Bu da iş cinayetidir. Mesleki risklere maruz kalınması sebebiyle gerçekleşen ölümler 20 - 30 yıl sonra olduğundan sistem tarafından kolayca karartılabilmektedir. Sendikaların ve toplumun baskısı olmazsa araştırılmamaktadır. Türkiye’de meslek hastalığı sonucu ölümlerin sayısının yılda on binleri bulduğu tahmin edilmektedir.

İş Sağlığı ve İş Güvenliği Yasası da Çözüm Değil

Hükümet; bu cinayetlerin özün-

şimizin yaşam hakkı; devlet ve sermaye işbirliği ile kar hırsı yüzünden ellerinden alınmış, işçiler bile bile ölüme gönderilmişlerdir. Bu bir İş Sağlığı ve Güvenliği kanunun yokluğu sorunu değil, teknik bir yetmezlik değil, siyasi bir tercihtir. Devletin sermayeyi kollayan tutumu Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri kanununda da görülüyor. AKP eliyle 30’dan az işçi istihdam eden işyerlerinde çalışan işçiler ile 6 aydan az kıdemi olan işçilerde sendikal güvence ortadan kaldırılarak sermayeye hizmet edilmiş, işçilerin sendikalaşarak çalışma şartlarına itiraz etmelerinin önüne taş konmuştur.

Mahkemeler de İş Cinayetlerine Tolerans Gösteriyor!

İş cinayetlerinin iş mahkemelerinde de toleransla karşılanması

Hem iş cinayetleri, hem meslek hastalıkları ile gerçek bir mücadele devletin ucuz emek politikalarına, sermayeye ve kapitalist sömürü sistemine yönelmek durumundadır. Sorumlulardan hesap sormak; esnek, kayıtsız, güvencesiz çalışmaya, taşeron sistemine son vermek, sömürüye dur demek, insanca çalışmak ancak işçilerin dayanışması, örgütlenmesi ve mücadelesini yükselterek gerçekleşebilir. Birbirine omuz vermeyen, örgütsüz, sendikasız, parçalanmış bir işçi sınıfı ve kendi içinde dayanışmayı örgütleyemeyen bir toplum iş cinayetlerini durduramaz. Şişecam işçileri eşleri, çocukları, dernekler, sendikalar, sınıf dostları ile direnerek kararlı bir mücadeleyle hak gaspını durdurmuş, ucuz emek peşinde koşan patronları yenmiştir. İş cinayetlerinin sorumlularından hesap sormak, iş cinayetlerini durdurmak, hayatımıza ve haklarımıza sahip çıkmak için Şişecam işçilerinin gösterdiği birlik, dayanışma ve mücadele yolunu seçmekten, direnişi büyütmekten, örgütlenmekten, sendikalaşmaktan başka yol yok. Direne direne kazanacağız. Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS) Bağımsız Metal İşçileri Sendikası (BAMİS)


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

AKP VE ODTÜ DİRENİŞİ AKP

’nin ustalık dönemi, faşizminin tırmanışıyla ve toplumdaki muhalif tüm kesimlere pervasız saldırılarıyla sürüyor. Aleviler, Kürtler, kadınlar, işçi sınıfı, gençlik her biri AKP faşizminden payına düşeni alıyor. Böylesi bir momentte ODTÜ direnişi herkese ne yapmalı sorusunun cevabını tekrardan hatırlattı. İsterseniz olayların küçük bir kronolojisini çıkartalım. 18 Aralık günü Tayyip Erdoğan, Göktürk-2 uydusunun fırlatılışını canlı yayında izlemek için ODTÜ’ye geldi. Erdoğan’ın ve polisin zihnindeki ODTÜ imgesinden kaynaklanıyor olacak ki; Başbakan Başkent’teki bir üniversiteye 3500 polis, onlarca TOMA ve yüz araçlık konvoyla düşman bir ülke topraklarına giriyormuşçasına girme gereği duydu. Erdoğan’ı üniversitede istemeyen ve protesto eden öğrencilere polis oran-orantı gözetmeden saldırdı. Saatlerce süren çatışma sonucunda bir öğrenci başına isabet eden gaz bombası yüzünden ağır yaralandı. Olayların ardından ODTÜ rektörlüğü ve akademisyenler polis şiddetini kınayan bir bildiri yayınladılar. 21 Aralık günü polis ev baskınları yaparak 12 öğrenciyi gözaltına aldı. Başbakan “bunlar terörist”, “böyle akademisyen olsa ne olur, olmasa ne olur”, “molotof da vardı” gibi bilindik terörize etme söylemleriyle ODTÜ’ye saldırmaya devam etti. Erdoğan’ın üniversiteyle ilgili bir konuda bunca rahatsız oluşuna ve olayların üstünden bir hafta geçmiş olmasına rağmen tek kelime etmeyen 14 üniversitenin rektörleri, Tayyip Erdoğan’ın “bitaraf olan bertaraf olur” ilkesini hatırlayıp eşine az rastlanır bir işgüzarlık ve yalakalık örneği göstererek; kimselere danışmadan, üniversitenin hiçbir bileşeniyle tartışmadan komik bir gerekçeyle ODTÜ’deki olayları kınayan bir bildiri yayınladılar. Pek çok üniversitede zaten devam etmekte olan eylemlikler, ‘iyi rektörlerin’ bu ‘iyi niyet gösterisiyle’ daha da arttı. Galatasa-

ray Üniversitesi’nde öğrenciler rektörlüğü kuşattı ve rektör öğrencilerin kararlı duruşu sayesinde özür dilemek zorunda kaldı. Buradaki eylemler sırasında da bir öğrenci çakma polis özel güvenliğin saldırısıyla yaralandı. Bu sürece cemaat medyası her zaman olduğu gibi polisle kol kola kara propaganda vazifesi için olanca çirkinliğiyle sarıldı. Polis bile kendisini aklayamazken, cemaatin “radikal gruplar” söylemi ne ODTÜ’yü karalamaya ne de polisi masum göstermeye yetti. ODTÜ direnişinin özeti böyle. Ancak bir de ODTÜ’nün verdiği ipuçlarına ve öğrettiklerine bakmak gerek. AKP uzun zamandır yasasıyla polisiyle üniversiteye saldırıyor. Üniversiteyi sermayenin kapıkulu yapmaya olan aşkını yeni YÖK yasa tasarısıyla ilan etti.12 Eylül’le hesaplaştık, vesayet bitti, özgürlükler geliyor diye diye dilinde tüy bitti ama tutuklu öğrenciler, yeni YÖK yasası ve ODTÜ direnişi mızrağın çuvala girmediğini; kör gözlere gösterdi, sağır sultanlara duyurdu. AKP elini attığı her meseleyi çorba yapıp, faşist saldırganlıkla muhalefeti susturmayı alışkanlık haline getirdi. İster istemez AKP’nin bu astığım astık, kestiğim kestik tavrı toplumda AKP’ye “maruz” kalan her kesimde bir gerilim birikimi yaratıyor. ODTÜ bunun tipik örneğidir. Gençliğe yönelik uzun süredir devam eden sistematik bir saldırı programının yarattığı, büyüttüğü bir tepkidir. Bu saldırı sonucu 700’ü aşkın sayıda öğrenci tutsak edilmişse de hedeflenen korku iklimi yaratılamamış; öğrenci gençliğin iradesini teslim alma çabaları, mücadelenin gelişmesi ve örgütlenme olasılıklarının artmasıyla sonuçlanmıştır. Sermaye sınıfının ve AKP’nin sessiz sedasız, sütliman bir üniversite hevesleri önümüzdeki dönemlerde mücadelenin daha da geliştirilmesiyle, kursaklarındaki önemli bir sorun olarak onlara büyük rahatsızlık verecektir. Dünya büyük alt üst oluşların

olduğu bir süreçten geçiyor. Kapitalizmin dünya ölçekli krizi onu bataklığa iyice saplamış durumda. Avrupa’da sıkılan kemerler, Latin Amerika’da neoliberalizmin kemiklere dayadığı bıçaklar, Ortadoğu’da emperyalizmin koşturmaya çalıştığı atlar var. Ancak artık tablo kapitalizm için hiç de pembe değil ve gittikçe kararmaya devam ediyor. Çünkü tüm bu saydıklarımızın önünde artık halklar da var ve en önde de gençlik ilerlemekte. Gençlik, alanları dünyanın pek çok köşesinde boş bırakmıyor. ’68 hareketi de böylesi bir ortamda doğmuştu. Ancak onu dünyada ve özellikle Türkiye’de hatırlanır kılan şey; muhalif bir çizgiden, devrimci gençlik geleneğinin tohumlarını atan ve onun

ilk neferlerini yetiştiren devrimci çizgiye sıçramasıdır. Bugün de aynı şey geçerlidir. Elbette ki her dönemin özgünlükleri var ancak bugün için ODTÜ direnişini gel geç bir kabarma olarak hatırlamak istemiyorsak, mücadeleyi ve örgütlülüğü devrimci, direnişçi bir zeminden büyütmemiz gerekiyor. ODTÜ, gençliğin faşizme ve emperyalizme başkaldırısının güçlü bir kıvılcımı olarak zihinlerimizde yerini aldı. Şimdi görev gençliği sermayenin insanlık dışı kulluk düzenine karşı, devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanmaktır. ‘Her yer ODTÜ her yer direniş’ şiarıyla direnişi büyütecek zulme teslim olmayacağız.

Ozan ÇETİN

AKP uzun zamandır yasasıyla polisiyle üniversiteye saldırıyor. Üniversiteyi

sermayenin kapıkulu yapmaya olan aşkını yeni YÖK yasa tasarısıyla ilan etti.12 Eylül’le hesaplaştık, vesayet bitti, özgürlükler geliyor diye diye dilinde tüy bitti ama tutuklu öğrenciler, yeni YÖK yasası ve ODTÜ direnişi mızrağın çuvala girmediğini; kör gözlere gösterdi, sağır sultanlara duyurdu. 9


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

35 YIL SONRA MARAŞ KATLİAMI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Maraş Katliamının bir diğer amacı ise Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarını birbirinden ayırmaktır. Kuzey’de Çorum’dan başlayarak Maraş ve Adana’ya kadar inen yay, devlet açısından denetim altında tutulması gereken bir kritik yaydır. Devlet bu bölgenin denetimini

yitirdiğinde devrimci güçlerin ittifakını ve inisiyatifini kıramayacağının farkındadır. Dolayısıyla katliamların bu bölgede yoğunlaşmış olması özellikle Kürt ve Alevilerin birbirlerine yabancılaşmasının arzulandığının bir ispatı olarak okunmalıdır. 10

M

araş Katliamı, 35. Yılında bir kez daha binler tarafından lanetlendi. 12 Eylül faşizminin adım adım inşasında çok önemli bir kilometre taşı olan bu korkunç kıyım MHP eliyle kontrgerilla tarafından tertip edilmiş ve hala hesabı tam olarak sorulamamış bir insanlık ayıbı olarak ortada durmaktadır. Yıllarca bir arada yaşayan insanları birbirinin katili haline getiren devlet manipülasyonları bütün açıklığı ile ortada olmasına rağmen yaşanan vahşetin gerçek sorumluları toplumun ortak bilincine yazılamamıştır. Toplumun katliamlar tarihi ile yüzleştirilememesi Rakel Dink’in “bebekten katil üreten” diye tanımladığı sistemin işleyebilmesinin en önemli yakıtı olmaktadır.

Maraş Katliamı ile hesaplaşılamamış olması, Ortadoğu’nun büyük bir boğazlaşma sahası haline getirilmeye çalışıldığı şu günlerde ülkemizde de katliamlar kapısını açık tutmaktadır.

Maraş Katliamı: Faşizmin İnşasında Kilometre Taşı

Maraş Katliamı göz göre göre gelmiştir. Türkeş daha 1978’in Şubat ayında Maraş’ta “halkın” patlamaya hazır bomba haline geldiğini beyan etmiştir. Devrimci güçlerin ülke çapında önlenemeyen yükselişi, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin finans kapital adına hegemonik bir politik merkez inşa edememesi, sınıflar çatışmasının

keskinleşmesi dolayısıyla CHP-AP büyük koalisyonunun başarılamayışı, Ortadoğu’da dengelerin ABD aleyhine gelişmelerle (özellikle de İran Şahı’na karşı önlenemeyen isyan) sarsılması Türkiye’de askeri darbe yoluyla faşist bir rejim inşasını düzen güçlerinin temel politikası haline getirmişti. Fakat faşizm, devrimci güçler ayakta ve diriyken başarılamazdı. Yapılması gereken önce karşı devrimci teröre yeni bir hamle yaptırarak devrimci güçleri destekleyen kesimlerin sindirilmesi idi. 1977’de Malatya’da başlayan olaylar büyük bir hızla Maraş, Sivas ve Çorum hattında Alevilere-Kürtlere karşı yoğun bir kırım saldırısına dönüştü. Bu katliamlar yoluyla hem devrimci güçlerin doğal ittifakı durumundaki Alevi-Kürt kesimler üzerinde sindirme başarılacak hem de mevcut rejimin politik istikrarı ve can güvenliğini koruyamaz hale geldiği ispat edilerek sıkıyönetimin ilanı sağlanacaktı. Ecevit’in Maraş katliamı sonrasında 13 şehirde sıkıyönetim ilanını kabul etmesi, 12 Eylül’ün başlangıcı olarak kabul edilebilir. Maraş Katliamının bir diğer amacı ise Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarını birbirinden ayırmaktır. Kuzey’de Çorum’dan başlayarak Maraş ve Adana’ya kadar inen yay, devlet açısından denetim altında tutulması gereken bir kritik yaydır. Devlet bu bölgenin denetimini yitirdiğinde devrimci güçlerin ittifakını ve inisiyatifini kıramayacağının farkındadır. Dolayısıyla katliamların bu bölgede yoğunlaşmış olması özellikle Kürt ve Alevilerin birbirlerine yabancılaşmasının arzulandığının bir ispatı olarak okunmalıdır. Bu yaklaşım devletin tarihsel bilincinin bir ürünüdür. Sivas Katliamı’nın gösterdiği gibi devlet açısından taze bir bilinçtir. Bugün Aleviler ve Kürtler arasındaki ilişkinin hala biraz soğuk, bir devrimci ittifak seviyesinde olmayan bir noktada bulunması katliamcı çizginin bir başarısı olarak değerlendirilmelidir.

AKP Katliamcı Çizginin Mirasçısıdır

Devletin bu seneki Maraş anmalarında bir kez daha Maraş’a girişleri yasaklaması AKP iktidarının katliamcı çizgide ısrarı olarak okunmalıdır. Katliamı gerçekleştirenlerin hayatta olanları ellerini kollarını sallayarak ortalıkta gezerlerken, Maraş’ın orta yerindeki devasa büroları ile boy gösterirlerken hatta dünya alemle alay eder gibi Alevi açılımlarında sırtları sıvazlanırken insanlık onurunu temsil eden sınırlı sayıda insanın Maraş’a girmesi jandarma güçleri tarafından engellenmiştir. İşin daha da korkuncu böylesi bir tablonun, toplumun büyük bir kısmı tarafından anormal karşılanmamış olmasıdır. Oysa bir toplumun kendi tarihiyle hesaplaşabilme seviyesi aslında onun gelişmişlik seviyesinin en önemli göstergesidir. Bu toplumun yakın geçmişindeki böylesi bir katliamla hesaplaşamamış olması bugünkü ev işaretlemelerini de anlaşılır hale getirmektedir.

Ermeni Soykırımı ile Yüzleşmek ve Cehennemin Yolları

Ermeni soykırımı ile hesaplaşamamak Dersim’i, Dersim’i unutmak Maraş’ı,Sivas’ı doğurdu. Ökkeş Kenger’in Maraş’ın orta yerinde büro sahibi olması, Hrant’ın katledilmesinin yolunu açtı. Roboski’nin hesabını sormayı başaramayan bir halk, gelişecek yeni katliam çizgisinin önünde duramaz. Hiç durmadan katliam ve kıyım üreten bu düzenle devrimci bir hesaplaşma gerçekleşmeden katliamların kapısı örtülemez. Bugün dünya yine çok büyük bir türbülansın içinden geçiyor. Ekonomik kriz, küresel sermayenin tüm hamlelerine rağmen aşılamıyor. Yeni kar alanları yaratma noktasında canhıraş bir mücadele içinde olan küresel güçler dünyayı bir mezbaha haline getirecek mayınlarını dört bir yana döşüyorlar. Suriye’nin küresel güçlerin av sahasına döndürülmesi


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

ile nasıl bir mezbaha haline geldiği, göz açıp kapayıncaya kadar nasıl 6o bin insana mezar olduğu gözümüzün önünde yaşanıyor. Afrika’da kardeşlik nutukları atan Erdoğan’ın el-Kaideci katliam çeteleri, Suriye halklarının kabusu olmaya devam ediyor. Böylesi bir türbülansın içinde Türkiye ve Kürdistan halklarının en büyük güvencesi ezilen halklarımızın kardeşliği ve dayanışmasıdır. Bugün işçi sınıfının adalet ve eşitlik çizgisinde geliştirilecek bir cephede başta Kürt ve alevi kardeşlerimizin dayanışma içinde olması Erdoğan’ın tekçi anlayışına karşı üretilecek en önemli cevap olacaktır. Bu çizginin güçlenememesi Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun devrimci demokratik dönüşümünü imkansız hale getirecektir. Ortadoğu halklarının ayağa kalktığı şu günlerde Türkiye’de geliştirilecek böylesi bir devrimci açılım hiç kuşku yok ki tüm bölgedeki dengeleri alt üst edecektir. Bu açıdan bu moment kaybedilmeden halkların ittifakını inşa edebilmek hayati bir önem taşımaktadır.

Adalet ve Özgürlük Karşısında Celladına Aşık Olmak

Maraş katliamını bir alevi-sünni çatışması gibi okumak ise laikçilik üzerinden ulusalcılığa ve Kürt düşmanlığına bağlanacak bir yanlışlar zincirinin ilk halkası olacaktır. İşçi sınıfı çizgisi, farklı mezhepleri, inaçları ve etnik yapıları topyekün birbirinin karşısına konumlandıramaz. Bir mezhepten insanları, o anda hangi politik gücü desteklerlerse desteklesinler “gerici” diye yaftalayamaz. Ezilenlerin, işçilerin, sömürülenlerin ittifakını imkansız kılacak tüm anlayışları reddeder. Hiç kuşku yok ki son cumhuriyet ve 10 Kasım eylemleriyle, Balyoz ve Ergenekon davaları çerçevesinde gelişen tepkileri örgütleyerek ulusalcı zeminin yeniden güçlendirilmeye çalışılması AKP’nin de işine gelecektir. Alevilerin böylesi bir cepheye yakınlık duyması cellata duyulan aşka benzetilebilir. Sonuç olarak, katliamcı anlayışın mağdurları bir araya gelemeden bu ülkeye adalet ve özgürlük gelmeyecektir. Bugün başarılması gereken, ezilenlerin devrimci ittifakının inşasıdır. Katliamların kapısı ancak o zaman kapanacak, kapılarımız ancak o zaman dostluğun simgelerinden başka hiçbir işarete tanık olmayacaktır.

AVCILAR BELEDİYESİ ALEVİLERİ “İŞGALCİLİKLE” SUÇLUYOR!

G

eçtiğimiz yıl Alevilere yönelik haberler ülkede hızlı bir şekilde görünür oldu. 2012 yılı için başbakanın startını vermiş olduğu nefret ve şiddet söylemi sokakta karşılığını hızla buldu. Ülkenin dört bir tarafından gelen haberlerde ya Alevi evleri işaretlenmiş ya duvarlara yazılar yazılmış ya da cemevlerine saldırılar yapılmaktaydı. Bu saldırılar Alevilerin örgütlenme ve düzene karşı geliştirebileceği direnci kırmaya dönük girişimler olarak okunabilir. Öyle ki Avcılar Yeşilkent mahallesinde yıllardır Alevilerin kullanımı dışında her türlü kullanıma açık cemevi inşaatı, mahalle gençliği ve kadınlar tarafından hizmete açılınca Avcılar

dırmıştır. Avcılar Belediyesi fiziki saldırılarında başarılı olamadığını anladığında cemevi isteyen gençleri “provakatör“ ilan etmeye çalışmış, Yeşilkent mahallesinde yaşayan Alevileri karşı karşıya getirmek için Belediyenin tüm imkânlarını kullanarak bildiriler dağıtıp, toplantılar düzenlemiştir. Avcılar Belediyesi direkt kendine bağlı bir organizasyonu hayata geçiremeyeceğini anladıktan sonra görece bağımsız bir yapıyı devreye sokmuştur. Mahalledeki tek Alevi Kurumu olan Yeşilkent Pir Sultan Kültür ve Dayanışma Derneği’ni görmezden gelerek Belediye Meclis Üyesi ve partili kadrolardan oluşan bir heyete

dursun, inşaata bir çivi çakılmamıştır. Buna tepki olarak Dernek öncülüğünde Cemevi inşaatı önünde yani sokakta cem töreni yapılmış ve yas-ı matemde aşure dağıtılmıştır. Avcılar Belediyesi Alevilere yapmış olduğu saygısızlığı telafi etmemeye çalışmadığı gibi düşmanca tavırlarını da sürdürmektedir. Mustafa Değirmenci cemevi mücadelesine öncülük edenlere saldırmayı, onları AKP faşizminin mahkemeleriyle korkutmayı tercih etmiştir. Dernek yöneticilerini “işgalcilikle” suçlayarak dava açmıştır. Bu dava ile Avcılar Belediye Başkanı Mustafa Değirmenci, Aleviliğe ve Alevilere karşı olduğunu ortaya koymuştur. Bu dava, yasal statü verilmeyen cemevleri yerine Alevilere ibadet yeri olarak camileri adres göstermekten, ev işaretlemelerinden, cemevlerine saldırılardan ve alevi katliamlarından ayrı değildir! Bu dava, Alevileri yok sayarak açılmıştır. Bu dava talepkâr olanları, demokratik hak ve inanç özgürlüklerini kullanmak isteyen Alevileri korkutmak, susturmak ve sindirmek için açılmıştır!

Belediyesi Alevilerin bu girişimini şiddetle karşılamış ve 6 kez cemevine saldırmıştı. Belediye Zabıtaları tarafından gençler darp edilmiş, “cemevimizi yıktırmayacağız” diyen kadınlar yerlerde sürüklenmişti. Alevi Ulularına (Hz. Ali, İmam Hüseyin, 12 İmam, Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal) ait resimler yerlere atılmış ve yırtılmışlardı. Avcılar Belediye Başkanı’nın Alevilerin hak ve inanç özgürlüklerini ihlal eden bu tutumu sadece Yeşilkent’te değil bütün Alevi kamuoyunda öfke uyan-

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın şubesini açtırarak, kendi denetiminde bir yönetimle protokol yapmıştır. Protokol yapılırken Avcılar Belediye başkanı Mustafa Değirmenci 2012 yılı içerisinde cemevini yapıp teslim etme sözü vermiştir. Yeşilkent halkı sürecin takipçisi olmak kaydıyla, Mustafa Değirmenci’ye bir şans daha vermiştir. Bu süreçte Yeşilkent Pir Sultan Kültür ve Dayanışma Derneği çatısı altında cemevi yapım süreci takip edilmiştir. 2013’e girdiğimiz şu günlerde Belediye Başkanı’nın cemevini teslim etmesi şöyle

Alevilere yöneltilmiş fütursuz saldırılara karşı dayanışmayı yükseltmek, zulme karşı mücadelenin önemli adımlarından biridir. Alevilerin “işgalcilikle” suçlandığı bu davada adliye önünde olacağız. 24 Ocak Perşembe, Saat 09:00 Küçükçekmece Adliyesi

11


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

GÜZELTEPE CAMİ YENİLEME PROJESİ TARTIŞMALAR, YAKLAŞIMLAR

E

yüp Güzeltepe Mahallesi’nde var olan caminin yıkılıp yenisinin yapılmaya başlanması mahallede faaliyet yürüten devrimci, sol siyasetler arasında ciddi bir tartışma yarattı.

Ne olursa olsun inanç merkezlerinin rant alanları olmasına camide olsun, cemevinde olsun karşı çıkmalıyız. Tutarlı olmalıyız, kendi içimizde netleşmediğimiz bir konuda bir başka gruba dayatmada bulunamayız.

Yenilenmesi başlayan cami, daha önce de 2004 yılında yenilenmek ve yanında bulunan boş araziye doğru genişletilmek, yatılı Kur’an kursu ve 24 dükkan eklenmek istenmişti. Bu süreçte halk ciddi tepki göstermiş ve kitlesel eylemlerle (birkaç bin kişilik) projeyi geri çektirmişti. Sonrasında 2010 yılında Belediye Meclisi’nin kararı ile caminin yanında bulunan yeşil alan, dini alana dönüştürülmüş ve cami derneği arsanın tapusunu almıştı. Geldiğimiz süreçte var olan caminin yıkılıp tapusu alınan alanla birlikte daha geniş bir alana yeni bir cami yapılması için inşaat başlamıştır. Bu projede sadece cami değil otopark, Muhtarlık bürosu, PTT bürosu ve fatura ödeme merkezi de bulunmaktadır. Bu projenin uygulanmaya başlamasıyla mahallede bulunan siyasi yapılar arasında ciddi bir tartışma ve saflaşma başlamıştır. Cami projesine direkt karşı çıkan siyasi yapılar, eylemlerinde okudukları ilk bildirilerde ciddi ulusalcı bir dil kullanmışlardır. Ayrıca metinleri bir bütünlük arz etmemektedir. Bu durum anladığımız kadarıyla içinde çok farklı siyasi yapıların bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ancak kafa karışıklığının bir göstergesidir. Bildirilerin bazı bölümlerinde “camiye karşı değiliz” derken cami inşaatının durdurulması istenmektedir. Bir taraftan “yeni cami yapılıyor, ne gerek var” denilirken bir taraftan “eski ca-

12

minin yenilendiği” söylenmektedir. En önemli sıkıntı ise bu projeyle Alevi- Sünni kesimlerin karşı karşıya geleceğinin duyurulmasıdır. Böyle bir karşı karşıya gelişin tek işareti de caminin yenilenmesi, bu yolla Alevilerin asimile edilmeye çalışıldığının, bu yöntemin Alevi köyüne cami yapılmasına benzediğinin söylenmesidir. Sondan başlarsak köyde değil metropol haline gelmiş bir şehirde yaşıyoruz. Kaynağı belli olmayan verilerle Güzeltepe Mahallesi’nin neredeyse % 70’inin Alevi olduğu söyleniyor. Araştırmak lazım. Ama en azından şu çok açık ki %70’i Alevi olan bir mahallede yakın bir geçmişe kadar cemevi için bir girişim olmamıştır. Cemevi konusuna daha sonra tekrar değineceğiz. Bütün nüfusu Alevi olan bir köye devlet eliyle cami yapılmasıyla her kesimden insanın oturduğu bir mahallede cami derneğinin cami yapması aynı şey değildir. “Senin camin çok, daha fazla yapma” demekle, “Benim inanç merkezim cemevi, ben de cemevlerine yasal statü ve yapımını kolaylaştıran yasalar istiyorum”, demek aynı şey değildir. Sünnilerin camilerini istememekle, kendi inanç merkezine statü ve alan istemek aynı şey değildir. Sosyalistler, devletin bütün inanç gruplarına eşit mesafede olması gerektiğini savunmalıdır. Bizim laiklikten anladığımız Sünni karşıtlığı, cami karşıtlığı değildir. Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması gerekir. Bu anlamda tek bir dinin tek bir mezhebin devlet dini haline getirilme aracı olan Diyanet İşleri Bakanlığı kaldırılmalıdır. Neden bir Alevinin vergisi caminin imamına maaş olarak gitsin. Zorunlu din dersinin kaldırılmasının talep edilmesidir gerçek laiklik. Neden bir Alevinin ya da ateistin çocuğu tek bir dinin tek bir mezhebin en doğru-

su olduğunun öğretildiği bir ders görsün. Gerçek laiklik mücadelesi tüm inanç merkezlerine eşit statü talep edilmesidir. Cami, cemevi, kilise, sinagog hepsine eşit statüler tanınmalıdır. Yeri gelmişken ve konuya yaklaşımımızın daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim. Bugünlerde Mili Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı bir yönetmelikle okullarda kılık kıyafet serbestliği getirmesi epey tartışıldı. Ulusalcı çevreler bu yönetmeliğin öğrencilerin ve öğretmenlerin türbanla derse girmesinin önünü açtığını söyleyerek bu yönetmeliğe karşı çıktılar. Bu uygulamayla yoksul çocukların rencide olacağı meselesi bu yazının konusu değil ancak bir cümleyle; tek tipleştirmenin önemli bir aracı olan tek tip kıyafet, yoksulluğu ne kadar örtüyordu bilemeyiz ancak sosyalistler sınıf çelişkilerini örtmeye değil açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Gelelim türbanla derse girme işine. Normal hayatında türban takan bir öğretmenin derse girerken başını açmak veya peruk takmak zorunda kalması faşizan bir uygulamadır. Kılık kıyafetine müdahale ederek insanları ehlileştirmeye çalışmaktır. Bizim türbanla ne derdimiz olabilir. “Efendim, ama böylece muhafazakârlaşma yaygınlaşıyor.” Muhafazakârlaşmaya karşı mücadele özgürlüklerin kısıtlanmasını talep etmekle değil, kendi özgürlüğünü almakla olur. Bu yönetmelikle, isteyen öğretmen ve öğrenciler derse türbanla girebilecekse isteyen başka bir öğretmen veya öğrenci de kot pantolonla veya askılı bluzla derse girebilmelidir. Bu iki talep birbirinin karşısına konmamalıdır. Herkes kendi özgürlüğü için mücadele etmelidir. Ama türban takan, bir başkasının kıyafetine karışırsa “orda dur bakalım” denmelidir. Bir başkasının da onun


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

türbanına karışma hakkı yoktur. Karşıtlık üzerinden politika yapmak her zaman daha kolaydır. “Onlar ve biz” yaklaşımı işleri kolaylaştırır. “Onların türbanını istemiyoruz, onların camisini istemiyoruz” dediğimizde asıl olarak iki kesim karşı karşıya getirilmiş olur. Birilerinin devletin, iktidarın imkânlarını kullanarak inanç merkezlerini büyütmesi ya da yaygınlaştırmasına karşı söylemimiz “türbanı, camiyi istemiyoruz” değil, “benim inanç merkezlerime özgürlük” olmalıdır. Biz de bu yaklaşımla daha cami projesi tam olarak hayata geçmeden Güzeltepe Mahallesi’nde bulunan Alevilerin inanç merkezi eksikliğinin farkındaydık. Bu anlamda mahallede bulunan Alevilerin cemevi talebi tartışılıyor ve bu talep tarafımıza iletiliyordu. Cami projesi başlamadan cemevi projesi gündemimizdeydi ve girişimler vardı. Cami projesinin gündeme gelmesiyle süreç hızlandı. Bu konuda yapılan tartışmalarda yukarıda belirttiğimiz yaklaşımla Alevilerin kendi inanç merkezleri için mücadeleyi yükseltmesi gerektiğini vurgulayarak mahalle sakinlerinin Pir Sultan Kültür ve Dayanışma Derneği’ni kurma projesine öncülük ettik. Bu projenin değişik aşamalarında da mahalledeki sol, sosyalist güçlere, HDK bileşenlerine bu projeyi ortaklaştırma adına çağrılar yaptık. Cami projesi karşıtı eylem birliğinin içinde olan güçler bu çağrımıza “cami projesi noktasında ortaklaşmadan cemevi projesinde ortaklaşamayız” dediler. Yani bize, siz de camiye karşı olun, eylemlerimize katılın dayatmasında bulundular. Bu dayatmalar karşısında yapılan tartışmalar gerek HDK zemininde gerekse daha geniş platformlarda ortaklaşmanın önünü kesti ve Pir Sultan Kültür ve Dayanışma Derneği bizim öncülüğümüzde açıldı. Ne kadar manidardır ki dernek bürosu tutulup tadilat yapılırken hemen bu büronun yanındaki bir dükkân da cami karşıtı eylemde yer alan TKP ve mahalleden bazı unsurlarla birlikte başka bir Alevi Derneği kurulmak üzere tutuldu. Bizim

tüm açıktan çağrılarımıza cevap vermeyen bu güçler gizlice ve hemen yanı başımızda ikinci bir dernek çalışması başlattılar. Bu sürecin neler açığa çıkaracağını ilerleyen günlerde göreceğiz ancak şimdiden şunu söyleyebiliriz ki açıktan çağrısı yapılan bir Alevi derneğinde yer almayıp onun hemen yanında başka bir Alevi Derneği açmak hiçbir ahlaki, siyasi yaklaşıma hizmet etmez. Olsa olsa karşıtlık zemininde siyaset yapanların bu konuda ısrarcı olduğunu ve sadece cami cemaatini değil bizi de karşılarına almaya çalıştığını ve böylece siyasi rant elde etmeye çalıştığını gösterir. Rant demişken camiye karşı olanlar bu projeyle caminin altına 24 kadar dükkan yapılacağını, bunun da ciddi bir rant mekanizmasını hayata geçireceğini söylüyorlar. İnanç merkezlerinin rant alanlarına dönüştürülmesi-

bilir. Ne olursa olsun inanç merkezlerinin rant alanları olmasına camide olsun, cemevinde olsun karşı çıkmalıyız. Tutarlı olmalıyız, kendi içimizde netleşmediğimiz bir konuda bir başka gruba dayatmada bulunamayız. Bu konuyla ilgili tartışmaların çirkinleştiği bir noktaya, siyasi seviyemizi koruyarak, bu projeye açıktan karşı çıkmamamızın gerekçesi olarak bazı güçler tarafında dükkânlar meselesinde bizi de içine alan dedikoduya değinmek zorundayız. “Mahalle muhtarı ve SODAP bu projeye ranttan pay alacağı için karşı değilmiş. Muhtar 3 dükkân alacakmış, SODAP’a da bunlardan birini verecekmiş” Bu kadarına da ancak “Pes!” diyebiliyoruz. Seviye bu kadar düşmüş. Siyasi tartışma yapmak, görüşleriyle kendini ifade edip, mücadeleyi bu zeminde yürütmek yerine “çamur at, izi kalsın” yaklaşımı devrimcilere

Pir Sultan Kültür ve Dayanışma Derneği Güzeltepe Şube Açılışı 13 Ocak Pazar ne en çok o inanç merkezlerinin topluluğu karşı çıkmalıdır. Yani cami cemaatlerinin, gerçekten inanan ve başka bir derdi olmayan unsurları, “bu dükkânların caminin altında ne işi var” demelidir. Benzeri bir sorun maalesef cemevlerinde de yaşanmaktadır. Pek çok cemevinin altında dükkânlar hatta büyük çapta marketler bulunmaktadır. Bu cemevlerinin pek çoğu devrimcilerin öncülüğünde ciddi çatışmalı ve gerilimli mücadele süreçleriyle kazanılmış ve inşa edilmiştir. Ne yazıktır ki sonrasında belli bölümleri dükkânlara, marketlere kiraya verilmiştir. Bu mesele kimileri için tartışmalıdır. “Ama cemevinin giderleri için buna mecbur kaldık” dene-

değil burjuva ahlakına uygun bir yaklaşımdır. Buradan da hiç bir yere varılamaz, seviyenin deşifre olması dışında. Bu süreçte mahalle muhtarı da pek çok açıdan gündem oldu. Hatta konuyla hiç alakası olmayan meselelerle. Projeye açıktan karşı olamayışı ranta ortak olacağı dedikodularıyla açıklandı. Ayrıca muhtarın emniyetle kurduğu ilişkiyle ilgili söylemlerle. Hatırlatmak isteriz ki mahalle muhtarı, yerel seçimler öncesi oluşturulan platformun ciddi ve ileriye dönük ışık veren bir çalışması sonucu hatta ön seçim de yapılarak seçilmiştir. Muhtarın seçilmesini sağlayan platform seçim sonrası gerektiği gibi çalı-

şamamıştır. Bir mahalle meclisi oluşturup muhtarlık çalışmalarını denetleme, çalışmayı halkın yararına yönlendirme görevini yerine getirememiştir. Bu konuda muhtarın da eksiklikleri olmuştur. Ama bu konuda en büyük özeleştiriyi platform bileşenleri vermelidir. Bizim muhtarla resmi ilişkimiz platformun diğer bileşenlerinden farklı değildir. Bu konuda tüm platform bileşenleri kadar bizim de eksikliğimiz vardır, daha fazla değil. Daha önce yeşil alan olan arsanın cami derneğine verilmesi bizim için de sıkıntılı bir konudur. Bu konuyu tartışırken inanç merkezlerine olan yaklaşımımızla camiye karşı olamayacağımızı değerlendirdik. Ancak tüm mahalle halkının ortak kullanımına açılması gereken bir alanın camiye tahsis edilmesinin de bir adaletsizlik olduğunu tespit ettik. Bu alan her ne kadar 2010’da cami derneğine aktarılmış olsa da bu konuda uyanık olamamak mahalledeki tüm devrimciler kadar bizim de eksikliğimiz olarak açığa çıkıyor. Cami inşaatı başlamadan, bu alan konusunda gereken yapılabilmeliydi. İnşaat başladıktan sonra, eylem hedefi tam belli olmayan, “camiye karşı değiliz” derken “yeni cami istemiyoruz” diyen, kafası karışık bir bileşenle sadece yeşil alanın tüm mahalle halkının hizmetine sunulması için mücadele edeceğimiz bir zemin bulamadık. Hele de karşıtlık politikası iyice derinleşmişken ve iş dedikodularla sulandırılmışken bu zeminde kendimizi ifade etme ve ortaklaşma ortamı bulamadık. Mahalledeki Alevilerin evlerinin işaretlenmesiyle tepkimizi ortaklaştırmak adına cami projesi karşıtı platforma ortak eylem önerisi yaptığımızda, “bu saldırı bizim eylemlerimize dönüktür, her Pazar yaptığımız eylemimizde bu konuyu işleyeceğiz, buyrun bu eyleme katılın” denmiş, hiç bir ortaklaştırma, kapsama girişimi olmamıştır. Bu yüzden mahallede aynı konuyla ilgili aynı sayıda katılımla iki eylem yapılmak zorunda kalmıştır. Gelinen aşamada, taleplerin ve yaklaşımın ortaklaştırılması mümkün gözükmemektedir.

13


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

POLİTİK EĞİTİM ÜZERİNE

P

olitik eğitimleri katılımın yetersiz kaldığı, okumaların eksik yapıldığı bir etkinlik olmaktan nasıl çıkarabiliriz? Belki, politik eğitimlerin mücadelenin ne kadar merkezi bir etkinliği olduğu konusunda bilinçleri tazelemek bu konuda işlevsel olabilir. Politik gelişmelerin olağanüstü hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. Bir tarafta Ortadoğu son derece tarihi bir hesaplaşma ve dönüşüm momentinden geçiyor. Küresel krizin derinleşmesi dünyada kemikleşmiş bazı ilişki biçimlerini ve hiyerarşileri büyük bir hızla çözüyor. Yepyeni dengeler oluşuyor, bu dengeler oluşurken halklar seslerini duyurmak ve istedikleri gibi bir dünya kurmak için boylu boyunca mücadeleye atılıyor. Ülkede ise hakim sınıflar içi dengeler değişirken yeni bir iktidar bloğu oluşumu gerçekleşiyor. Böylesi momentlerde bir politik öznenin çok canlı politik değerlendirmeler yapabilmesi ve politik anlamda etkilediği kitleleri günübirlik değerlendirmelerle bilinçlendirmesi olağanüstü önemli bir görevdir. Herşeyin büyük bir altüstlük içerisinde olduğu bir dönemde yaşanan gelişmeleri algılayamamak, gerektiği bir biçimde tartışamamak ve en önemlisi de örgütlenme yapılan kesimlere en sağlıklı değerlendirmeleri taşıyamamak bu kesimlerin kalıcı bir biçimde örgütlenebilmesini de hayal kılacaktır. Düzen kendi bakış açısından bu aydınlatma faaliyetini yoğun bir bombardıman şeklinde gerçekleştiriyor. Eğer ezilenleri bu bombardımanın etkisinden kurtaracak bir ideolojik düzey yakalanamazsa örgütlenebilmek mümkün olmayacaktır. Gündelik yaşamda yoğun bir sömürü ilişkisi içerisinde kavrulan bireyler, zümreler, sınıflar egemen sınıfın hegemonyasının en önemli araçlarından biri olan ideolojik hakimiyetinin sonucunda düzene karşı bir pozisyon kazanamamaktadırlar. İnsanlar düzene sadece

14

maddi koşulları ile değil zihinsel kuşatılmışlıkları ile de bağlıdırlar. Devrimci bilincin bu unsurlara ulaşmaması için düzen tarafından zihinlere inşa edilmiş onlarca ideolojik hendek bulunmakta ve bunlar sürekli olarak yeniden yapılandırılmaktadırlar. Bu süreçlere karşı ideolojik mücadele yürütmesi gereken politik öznenin, devrimci bireyin de en az aynı yetkinlik seviyesini kazanması gerekmektedir. Ezilenlerin örgütlerinin elinde düzeninkiyle aynı seviyede, aynı zenginlikte, aynı cazibeye sahip araçların olmaması anlaşılabilecek bir durumdur. Fakat devrimci bireylerin böylesi bir yetkinleşme olanağı

yaratabilmek için kıt imkanlarla oluşturulan çalışmalara kayıtsız kalması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu ayak sürüme, politik eğitimin aslında ne anlama geldiğini anlayamamanın bir sonucudur. Devrim adına sonuna kadar en etkin bir biçimde değerlendirilmesi gereken olanakların heder edilmesi, üzerinden atlanması büyük bir savurganlıktır ve o oranda da asla düşülmemesi gereken büyük bir yanlıştır.

Kadrolaşmanın Anahtarı Düzenden İdeolojik Kopuştur!

Kadrolaştırma noktasında yaşanan eksikliklerin de büyük oranda eğitim konusundaki zaaflardan kaynaklandığının anlaşılamaması durumun daha ciddi bir biçimde ele alınmasını gerektir-

mektedir. Kadrolaşma bir seviyede düzenden kopmak, yeni bir bilinç ve insan inşa etmek anlamına gelmektedir. Yaşamı üzerinde tam bir denetim kurma, hayatını büyük oranda yapının hedeflerine göre yeniden inşa edebilme yeteneği geliştirme öncelikle düzenden ideolojik kopuşu başarabilmeyi gerektirir. Düzenin ideolojik şartlanmalarından kopamayan bir birey devrimin kadrosu haline gelemez. Böylesi bir kopuş muazzam büyük bir enerji gerektirir. Bu enerji sadece kadro adayı tarafından değil aynı zamanda kadrolaştırma faaliyetini yürüten yapı için de gereklidir. Kendi ideolojik olanaklarının ve zenginliklerinin gerçek anlamda farkında olamayan, bunları en etkin bir biçimde kullanamayan, bildiklerini yaşama ve mücadeleye uyarlayamayan bir seviye sempatizanları, devrimin kadrosu haline getiremez. Yeni ilişkilere ulaşabilme ile kadrolaştırabilme iki farklı meziyettir, farklı nitelikler ister. İlki için sosyal yetenekler çok öne çıkarken, kişiyi düzenin yaşamından kopartması gereken ikinci süreç için politik-ideolojik seviye çok daha önemlidir. Bireyi kuşatacak, onun kafasındaki tüm sorulara yeterince net ve açık cevaplar üretebilecek, politik faaliyeti ve amaçlarını en net ve anlaşılır bir biçimde ortaya koyacak bir yapı ancak sempatizanı kadrolaşmaya ikna edebilecektir. İdeolojik donanım muhakkak ki ikna ve dönüştürme konusundaki tek araç değildir. Ruh ve mücadele kararlılığı olmadan ideolojik seviye içi kof bir kabuğa benzeyecektir. Fakat ruh ve kararlılığın en yetkin bilinçle buluşması ancak ikna edici bir davet üretebilecektir. Bir yapının kadrolarının politik seviyesinin yetersizliği yapı için de büyük bir handikaptır. Sürekli canlı bir politik tartışma canlılığını yakalayamayan bir siyasi yapı politik üretim kapasitesini kaybeder. Sürekli ve canlı politik tartışmalarla canlı tutulmayan bir

ortamda ideolojik üretim ritmini kaybeder. Kimi liberalleşmiş ortamlarda hakim olan tartışmanın ve toplantının devrimci faaliyeti ikame eden halinden bahsetmiyoruz tabii ki. Devrimci bir yapı için ideolojik üretimin zayıflaması muazzam bir niteliksel kayıptır. Bir siyasi yapının kendine özgülüğü, ancak böylesi bir ideolojik üretim mekanizması tarafından yeniden üretilebilir. Yapının bileşenleri; yapının ideolojik üretimini dakikleştirmesi, siyasi faaliyeti besleyecek bir noktaya taşıması için yapıyı sürekli basınç altında tutmalıdır. Yapının ve bileşenlerinin zihinsel bağımsızlığı ancak ve ancak merkezi ideolojik üretim ile güvence altına alınabilir. Aksi takdirde devrimci yapıların egemen sınıf ideolojilerinin çekim gücü etkisi altına girmesi kaçınılmazlaşacaktır. Bir politik özne için ideolojik üretim ritminin kaybı, bu anlamda büyük politik zafiyetlere yol açabilir. Bu durumun ortaya çıkmaması için yapının kadrolarının politik sürekli yeni üretimi zorlayan bir seviyede olması gerekir, aksi durumun sonucu olarak düşen tempo, yapının denetimi dışında ideolojik girdilerin kadroları etkilemesinin önünü açar. Sonuç olarak, politik eğitimin rolü ve anlamı üzerine bir kafa karışıklığı, atalet ve kayıtsızlık içine düşülmemesi gereklidir. Devrimin zorlu ve dikenli yollarında yürüyüşün pusulası devrimci teori ise bu silahın en yetkin bir seviyeye taşınması ve gündelik faaliyette en etkin bir biçimde kullanılması hayati bir önem arz etmektedir. Yapı bu anlamda son dönemde büyük mesafeler kat etmiştir. Ancak dönemin nefes nefeseliği her alanda olduğu gibi politik eğitimler konusunda da yükselen bir tempo talep etmektedir. Önümüzdeki muazzam olanaklarla yüklü, büyük devrimci kalkışmalara gebe dönemlerin ağır yükü ancak böylesi bir ideolojik-politik çelikleşme ile karşılanabilecektir.


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

ASGARİ ÜCRET NEYİN KARŞILIĞIDIR

A

ralık ayında bir yılı bitirmenin ve yeni bir yıla başlamanın tantanası içinde milyonlarca çalışanı ilgilendiren bir gelişme yaşanıyor ve asgari ücret belirleme komisyonu toplanıyor. Zira merkezi bütçenin bir kalemi de milyonlarca çalışanı ilgilendiren asgari ücretin tespiti. “En büyük toplu sözleşme” olarak nitelendirilen asgari ücret belirleme görüşmeleri sırasında hükümet kanadının manipülasyon damarları öyle bir kabarır ki, sanırsınız asgari ücrete %500 zam yapılacak.

Sermayenin sözcüsü olan hükümetin yoksulluk sınırını aşan bir asgari ücret belirlemesi ise zaten beklenen bir şey olmadığı için asgari ücret komedisi tahminleri aşmayan bir şekilde sona erdi. Son 10 yıllık dönemde ekonomi % 63 düzeyinde büyürken, bu büyüme sınıfın ücretine yansımamış, net asgari ücret, vergi iadesi ve asgari geçim indirimleri dahil, aynı dönemde reel olarak sadece % 6,6 oranında artış göstermiştir.

Yunanistan’da 40 saat, İspanya’da 38,3 saatken, Türkiye’de 45 saattir. Ki Türkiye’de 45 saat çalışan işyerleri nadirdir. Asgari ücretten alınan vergi oranı Türkiye’de her iki ülkeden de daha yüksektir. Yıllık ücretli izin hakkı bu ülkelerde en az 20 gün iken, Türkiye’de 14 gündür. Bir yanda % 65 büyüyen Türkiye ekonomisi, diğer yanda %7 bile büyümeyen asgari ücret. Yani sözde büyüme artarken asgari ücretlinin ürettiği değerden aldığı pay azalıyor, sömürü

Masada oturan tüm tarafların ortak temennisi bir işçi ailesinin günün ekonomik ve sosyal koşullarına göre insanca yaşamasını mümkün kılacak bir tutarın belirlenmesi oluyor ama nihayetinde kapitalizmin ihtiyaçlarına, ülkedeki sermayenin çıkarlarına göre belirlenen asgari ücret kabul ediliveriyor. Hükümetin 2013 programında, asgari ücretin Ocak ve Temmuz aylarında yüzde 3 artırılması planlanıyordu. Bu oran %4.1 olarak komisyondan geçti ve uygulanmaya başlandı. Asgari ücret ilk altı ay için yüzde 4.1, ikinci altı ay için yüzde 4.4 olmak üzere ortalama yüzde 8.61 artışla, ilk altı ay için net 774 TL, ikinci altı ay için 804 TL olarak belirlendi. Geçen yıl, asgari ücret yılın ilk 6 ayı için yüzde 5.91, ikinci 6 ay için yüzde 6.09 oranında artırılmış ve yıllık artış oranı ise yüzde 12.37 olmuştu. Tüm bu süreçte sorunun asıl muhatabı olan işçilerse tek bir ağızdan “açlık sınırının altında uygulanan asgari ücretle geçinemiyoruz, yoksuluz, çünkü siz varsınız” demediği için asgari ücretin belirlenmesinde yine bir rol oynayamadı.

DİSK’in “Asgari Ücret ve Ekonomik Büyüme” raporunda asgari ücretin ekonomi büyüme oranında artması durumunda 2 bin 251 TL olması gerektiği belirtilmiştir. Ancak asgari ücretin sefalet ücreti olmaktan öteye geçmediği bugün, işçi sınıfı insanca yaşayabilecek bir ücretle aldığı asgari ücret arasındaki farkı 12 saate varan fazla çalışmalarla kapatmakta ve aynı anda işsizliğin nedenlerinden biri olurken kendi kuyusunu kazmaktadır. İhracattaki artışın yarattığı büyüme ile rekor kıran ve koltuk altları kabaran Türkiye ile ekonomik krizin pençesinde boğuşan AB ülkelerinin bazı verilerini kıyaslayacak olursak açı farkını daha iyi görebiliriz. Şöyle ki, bugün krizdeki Yunanistan’da asgari ücret düşürülmüş hali ile 1.621,00 TL, İspanya’da 1.772,00 TL’dir. Resmi haftalık çalışma süresi

artıyor. Zira gelir düzeyi artmayan asgari ücretlinin gider “düzeyi” tam hız artırılmaya devam ediyor. Enflasyon verilerine göre asgari ücretteki artış sofraya bir ekmek ilave etmeye yetmiyor. Bunu daha somut nasıl anlatabiliriz? Nasıl anlatmalıyız? Nasıl anlamalıyız? Zaten ekmekten daha fazla bir şey tüketemeyen ücretli emeğin, ekmeği de her geçen gün biraz daha küçülüyor. Bu da yetmezmiş gibi bölgesel asgari ücret tartışmaları artarak sürmekte. Verilen asgari ücret çok yüksekmiş gibi yapılan bu tartışmada görülmeyen tek şey asgari ücretlinin nasıl geçinebildiği! Halen asgari ücret, işçinin ailesi ile birlikte gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek

ücret olarak tanımlanıyor. Ancak barınma hakkı, sağlığa erişim hakkı, ücretsiz ulaşım gibi en temel ihtiyaçlar asgari ücretli için karşılanabilen ihtiyaçlar değil. Vahşileşen sistemin modern binalar, yollar, köprüler altındaki görüntüsünde, bankaya yatırılan asgari ücretin bir kısmının çektirilerek geri alındığı örneklerle karşılaşıyoruz. Özellikle çocuk işçiler ve kadın emeğinin yoğun olduğu sektörlerde, işyerlerinde asgari ücret bile çok görülüyor ve bir kısmı bankadan çektirilerek işçilerden geri alınıyor. Belli bir yaştan sonra iş bulamayacak olmanın kaygısıyla işçilerin bu uygulamaya ses edememesi ise başka bir yazının konusu. Taşeron sisteminin en küçük üretimde bile egemen hale gelmesi, yaratılan işsizliğin tehdidiyle emeğin örgütlenmesinin engellenmesi, işgücünün bileşiminde kadın, genç ve çocuk emeğinin yaygın kullanımı, esnek üretim biçimlerinin tüm üretim alanlarına yayılması, neredeyse tüm kuralların esnetildiği ve kuralsızlığın kural haline geldiği bir düzen yaratıyor. Geçici işçilik ve bu kuralsızlık, güvencesizliği her geçen gün büyütüyor. Bunun en somut sonucu ise işçilerin asgari ücret köleliğine mahkum edilmesi oluyor. Örgütsüzlüğümüzün bedelini çok ağır ödüyoruz ve bunu tersine çevirmek de yine emeğin ortak çıkarları için her beraber vereceğimiz mücadeleden geçiyor. Mücadelenin ilk kuralı ise örgütlenmek... İşçi sınıfının ortak mücadelesini, sadece işyerlerimizle ve işkolumuzla sınırlı tutmadan mahallelere ve evlere kadar taşıyarak sınıf dayanışmasını büyütmek.

15


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

Mehmet YILMAZER

Bu arada Erdoğan’ın kulağına birileri “böyle giderse kendi elleriyle Kürdistan’ı kurmakta olduğunu” fısıldamış olmalıdır. AKP bir tercihle yüz yüze geldi: Orta Anadolu’da biraz artan oylar mı, Kürt Halkının gittikçe artan bir şekilde Türkiye’den kopması mı?

Y

eni yılın ilk haftasına “İmralı görüşmeleri” damgasını vurdu. Oysa bu gelişmeden hemen önceki günlerde “kucaklaşan BDP vekillerine dokunma” gündeme damgasını vurmuştu. Erdoğan her konuşmasında öfke kusuyor, AKP içindeki çatlak seslere sürekli ayar veriyordu. Bülent Arınç bile bu ayarlardan nasibini almıştı. Hava birdenbire değişmiş görünüyor. Üstelik bu kez gelişmelere Gülen cemaati de destek vermektedir. Bu dönüşün açıklanmaya ihtiyacı var. Bu dönüşe AKP tarafından gösterilen gerekçe çok açıktır. 2012’ de PKK büyük kayıplar vermiş-AKP sözcüleri binli rakamlar telaffuz ediyorlar- yenilmiştir, o nedenle artık görüşme zamanı gelmiştir. Bu gerekçeye inananlar olabilir, ancak sorunun detaylarını biraz bilen insanlar için bunlara inanmak mümkün değildir. AKP sözcüleri kendilerini cin fikirli diğer insanları aptal sanıyorlar. Elbette işe böyle başlanılması daha baştan bir mantık sakatlığı yaratıyor. Mademki PKK yenilmiştir, o zaman hükümet açısından bu görüşmelerin içeriği ister

İMRALI “A yapmanın bir yararı yoktur. Şimdilik çözümlenmesi gereken konular, iktidarın İmralı görüşmelerinin yolunu neden açtığı ve en genel haliyle gelecek planlamasının neleri içerdiğidir.

Dönüşün Nedenleri

AKP, 2011 seçimlerinden beri her gün şiddetini arttırarak Kürt sorununu inkâr eden bir yol tutturmuştur. Her fırsatta Kürt halkını aşağılayıcı konuşmalarla gerilimi sürekli tırmandırmıştır. BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırma girişimi ile bu gerilim tepe noktasına çıkmıştı. Bu zirveden sonra İmralı görüşmeleriyle gerilim kısmen azaldı. Bu dönüşün bazı nedenleri olmalıdır. Nedenler doğru çözümlenirse sürecin nasıl ilerleyebileceği konusunda daha sağlam öngörülerde bulunmak mümkün olur. Dönüşün nedenlerini iç ve dış olarak ayırmakta yarar vardır.

de yapılan bir ankete göre AKP “Güneydoğu’da” oy kaybederken orta Anadolu’da oylarını yükseltmiştir. Zaten Erdoğan’ın seçimlerden beri taktiği bu yöndeydi: Ele geçiremediği Kürt kitlesini gözden çıkartıp, faşist tabana göz kırparak oy dengesini korumak; bu arada PKK ve BDP’yi ezmek! Bu taktik 2011 seçimlerinden beri bir buçuk yıldır en katı şekilde AKP tarafından yürütülüyor. AKP istediği ve öngördüğü hedeflere vardı mı? Yetkililerin açıklamalarına inanacak olursak, evet! Erdoğan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan’ın Akit gazetesine yaptığı açıklamadan:

istemez “teslim alma koşullarının konuşulması” çerçevesinde olacaktır. Zaten görüşmelerin ilk anlarında medyaya yansıtılan, silah bırakmanın konuşulduğu biçiminde oldu. Sonra bu vurgu kısmen değiştirildi. İktidarın “entegre bir strateji” uyguladığı söyleniyor, yani tek yönlü değil kapsamlı görüşmelere açık bir yol haritası olmalıdır. Bugünden görüşmeler üzerine spekülasyon

16

İç politika ve güç dengelerinden kaynaklanan nedenlerin başında AKP içi artan gerilim yatmaktadır. Medyaya çok yansımasa da, özellikle BDP’li vekillere dokunma girişimi AKP içinde oldukça fazla gerilim yaratmıştır. Erdoğan bu gerilimi aşmak için toplantı üzerine toplantı yapmıştır. Özellikle Kürt milletvekilleri yaşadıkları zorlukları açıkça dile getirmişlerdir. Yine o günler-

“Hükümet-İmralı görüşmeleri devletin bir acziyeti, zaafı, bir yenilgisinin neticesi değil. Terör örgütünün hedeflerinin boşa çıkartılmasının, ciddi bir bozgun ve hezimet yaşamasının neticesinde gelinen bir nokta. Yani İmralı, eskiden buna Oslo süreci de dâhil, ne kadar çok eylem olursa ben o kadar muhatap alınırım anlayışındaydı. Bu yüzden eylemlerin olmasını da bu şekilde el altından destekliyordu. Eylem olduğu kadar kendisinin ciddiye alınacağı kanaatine sahipti. Şimdi devlet ne yaptı? Bü-


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

“AÇILIMI” şekilde Türkiye’den kopması mı?

tün kapıları kapattı. Ve İmralı bir anda anlamsızlaşmaya başladı. Şimdi İmralı şunu görüyor: Burada konsept değişti. Artık örgüt eylem yaparsa muhatap alınırım değil, örgüt eylem yaparsa ben burada anlamsızlaşıyorum, bertaraf ediliyorum, devre dışı bırakılıyorum. Bunu gördüğü için örgütün eylem yapmasını isteyeceği kanaatinde değilim İmralı’nın.” Gerçekler Y. Akdoğan’ın anlattıklarının tam tersidir. Ne Kürt Özgürlük Hareketi yenilmiştir, ne de Öcalan ile hareketin eylemleri arasında Akdoğan’ın kurduğu gibi bir bağlantı vardır. 2012 yılında Kürt Özgürlük Hareketinin eylemleri sadece nicelik olarak değil, bölge tutma eylemleriyle nitelik olarak da yükselmiştir. Son ölüm orucu ise, Hareketin özgürlük için her alanda büyük fedakârlıkları göze alabileceğinin kanıtı oldu. AKP bu süreçte sürekli yüksekten konuşsa da, gittikçe büyük bir tıkanmaya yaklaştığını görüyordu. Bu arada Erdoğan’ın kulağına birileri “böyle giderse kendi elleriyle Kürdistan’ı kurmakta olduğunu” fısıldamış olmalıdır. AKP bir tercihle yüz yüze geldi: Orta Anadolu’da biraz artan oylar mı, Kürt Halkının gittikçe artan bir

“Açılım” çöktükten sonra son iki yıla yakındır uyguladığı siyasal taktikle AKP, kendi elleriyle Kürdistan’ı yaratmakta olduğunu telaşla kavradı. Parti içinde çıkan ve hemen bastırılan çatlak seslerin altında bu gerçek yatmaktadır. Bu süreçte Roboski katliamı çok özel bir yere sahiptir. Böylece Kürt Halkının gözünde AKP iktidarı ile önceki yıllarda “her bahar PKK’yi bitireceğine” dair açıklamalar yapan iktidarlar arasında bir fark kalmadı. Hatta bazı beklentiler yarattığı için, AKP iktidarına karşı Kürt Halkında çok daha fazla bir öfke birikmiştir. Sonuç olarak AKP, son süreçte uyguladığı taktiklerle hem devletin Kürt Özgürlük Hareketini askeri olarak tasfiye etme yeteneğinde olmadığını, hem de bu politikalarla yolun Kürdistan’a doğru gittiğini gördü. İktidar, Kürt Özgürlük Hareketi üzeri-

ne ne kadar çok yüklenirse hem AKP içinde hem de Cumhuriyetin temellerinde çatlakların oluştuğunu fark etti. Dönüşün dış politika nedenleri aslında önem olarak daha öndedir. Suriye’deki gelişmelerle birlikte artık bölgede bir Kürdistan’ın doğmakta olduğunu görmek için fazla politika bilmeye gerek yoktur. Türkiye’nin

dış politika kurmayları, Suriye’de Esad’ın birkaç ayda devrileceğini ve Esad sonrası süreci “oyun kurucu” Türkiye’nin yöneteceği hayaline kapıldılar. Olaylar böyle akmadığı gibi, Türk devleti kucağında yeni bir “Batı Kürdistan” sorunu buldu. Bölgedeki gelişmelerin yönü yeterince algılanırsa, yakında bir de “Doğu Kürdistan” sorununun ortaya çıkacağını söylemek hata olmaz. Bu olasılık bir kenara, Türkiye bölgede “oyun kurucu” rolünde olduğu iddiasındadır. Onun bu iddiasının bir kuruntu olduğu son gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Sorunlu olmadığı komşusu kalmayan Türkiye, bu gidişle bölgede “oyun kurucu” değil, oyun izleyici konumunda kalabilir. Bu olasılık ve “tehlike” her geçen gün artmaktadır. Bütün bu süreçte Türkiye’nin yolunu tıkayan en önemli engel Kürt Sorunudur. “Kendi Kürtleriyle olan sorununu” çözmeyen Ankara’nın, bölgede hiç bir şekilde güven yaratamayacağı görülüyor. Ankara bu kadar zaman bu konuda ayak sürçtü, şimdi hangi gelişmeler onu çözüme zorluyor? En temel neden Arap ayaklanmalarının yarattığı ortamdır. Fa-

Türkiye, Irak savaşı öngünlerinden beri sürekli bölgedeki gelişmelere bağımsız bir Kürt devleti olasılığını engelleme açısından bakıyor. Bu uğurda başına çuval bile geçirildi, fakat hiçbir gelişmenin yolunu kesemedi. Suriye’deki olaylara da aynı kompleks ile yaklaşmasına rağmen sonuç yine Ankara’nın tüylerini diken diken edecek yollardan yürüyor. Bölgedeki gelişmeler artık uzatmaların sonuna yaklaşıldığını gösterdiği için, Ankara kendi Kürt sorununda adım atmaya zorlanıyor.

kat özel olarak Suriye ve Irak’taki sürecin artık köklü değişimlere gebe olması Türkiye’nin “uzatmaları” oynama şansını azaltıyor. Bölge sorunları hala çok bilinmeyenli denklem gibidir. Fakat olaylar hangi yoldan akarsa aksın, Kürt sorununu çözümlememiş bir Türkiye’nin bu gelişmeler karşısında manevra alanı sürekli daralacaktır. Türkiye, Irak savaşı öngünlerinden beri sürekli böl-

17


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

gedeki gelişmelere bağımsız bir Kürt devleti olasılığını engelleme açısından bakıyor. Bu uğurda başına çuval bile geçirildi, fakat hiçbir gelişmenin yolunu kesemedi. Suriye’deki olaylara da aynı kompleks ile yaklaşmasına rağmen sonuç yine Ankara’nın tüylerini diken diken edecek yollardan yürüyor. Bölgedeki gelişmeler artık uzatmaların sonuna yaklaşıldığını gösterdiği için, Ankara kendi Kürt sorununda adım atmaya zorlanıyor.

Sürecin nasıl gelişeceğini bilemeyiz. Fakat AKP’nin gelecek planının ana hatları bellidir. Güçlü yetkilerle kendini donatarak “bir elinde bilgisayar diğer elinde Kur’an” olan bir gençlikle Türkiye’yi yeniden yapılandırmaktır. Bu gelecek projesinin içinden Kürt sorununun demokratikleşme yoluyla çözümlenmesi çıkmaz.

Bu yazıyı henüz bitirmemişken Paris’te işlenen cinayet haberi dünya medyasına düştü. Cinayetin İmralı görüşmelerinin hemen ardından yaşanması ister istemez yeni süreçle bağlantılı olduğu izlenimini yaratıyor. Eskiden olsa “derin devlet” tespitini yapmak kolay olurdu. Bugün aynı ölçüde kolay değil. “Derin devlet”ten uluslar arası istihbarat örgütlerine kadar uzanan

bir olasılık vardır. Netice olarak, sürecin ne ölçüde zorlu ve kırılgan olduğu çok açıkça görülüyor. AKP iktidarının İmralı ile görüşmesi, artık sadece Türkiye’nin “iç sorunu” değildir, bölgede pek çok gücü de ilgilendiriyor. Sonuç olarak, iç ve dış politika koşulları sorunun çözümünü dayatıyor. Fakat bu çözümün yakın olduğu anlamına gelmiyor.

AKP’nin Gelecek Planı

Bilindiği gibi aynı zamanda yeni Anayasa çalışmaları sürmektedir. Henüz Kürt sorununu kapsayan hiçbir madde komisyonda bağlanmamıştır. Ayrıca AKP’nin “başkanlık sistemi” önerisiyle çalışmalar belli bir tıkanma noktasına gelmiş-

18

tir. Yine Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı”ndan şikâyet etmesi bir süre önce gündemi fazlasıyla meşgul etmiştir. 2014 yılı AKP için önemlidir. Erdoğan’ın niyeti yeterince açıktır. Bugünden çok daha güçlü bir yürütme sistemiyle Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasıdır. Başkanlık sistemi üzerine tartışmalar veya kuvvetler ayrılığından yakınmaların temelinde bu gerçek yatmaktadır. Demirel, öğrenci ve işçi olaylarının yükseldiği 1960’lı yılların sonlarına doğru “bu anayasa ile ülke yönetilmez” demişti. Ardından 12 Mart askeri darbesi ile “millete bol gelen” anayasa daraltıldı, 12 Eylül 1980’de ise deli gömleğine dönüştürüldü. Bugün bir yandan AKP’nin iddiasına göre “daha demokratik” anayasa çalışmaları yapılırken, öte yandan “başkanlık sis-

temi” tartışılıyor. Türkiye, ABD gibi federal bir devlet yapısına sahip olmadığına göre bizde başkanlık sistemi tam bir otokrasiye dönüşebilir. Aslında AKP’nin gönlünde yatan aslan “demokrasi” falan değil, yürütme gücü arttırılmış iktidarla cumhuriyetin yeniden yapılandırılmasıdır. 2014’e Kürt sorunu çözümlenmiş olarak gidilirse tartışmasız bir şekilde AKP’nin başkanlık sistemi yolunda eli güçlenecektir. Çözümlenmeden gidilirse ne olacağını kestirmek bugünden imkânsızdır. Fakat o durumda da Erdoğan’ın bir şansı olabilir. Erdoğan böyle bir durumda güçlü yetkiler isteyerek sorunun çözümü için vaatlerde bulunmayı propaganda edecektir.

Sürecin nasıl gelişeceğini bilemeyiz. Fakat AKP’nin gelecek planının ana hatları bellidir. Güçlü yetkilerle kendini donatarak “bir elinde bilgisayar diğer elinde Kur’an” olan bir gençlikle Türkiye’yi yeniden yapılandırmaktır. Bu gelecek projesinin içinden Kürt sorununun demokratikleşme yoluyla çözümlenmesi çıkmaz. AKP, Kürt Özgürlük Hareketini “yenildiği” için masaya oturmaya mahkûm olarak görüyor. Böylece hem kendi koşullarını dayatabileceğini düşünüyor, hem de bir çözüm görüntüsü ortaya çıkarsa ardından başkanlık sistemi hedefine bu basamaktan tırmanmayı planlıyor. Ortada sorunun özüne yöneliş, yani Halklar için demokratikleşme yoktur, AKP’nin ülke ve bölgede davranış gücünü arttıracak pragmatik bir hesap vardır. Politikada böyle hesaplar yapılmasına elbette bir şey denemez. Ancak Kürt sorunu bu ölçüde pragmatizmin içine sığamayacak kadar büyük bir sorun haline gelmiştir. Sorunun özü demokratikleşmede yatıyor. Aksi durumda iktidarın pragmatik kurnazlıklarla vereceği sözde “haklar” Kürt halkı açısından inandırıcı olmayacaktır. AKP, yenildiğini düşündüğü Kürt Halkına bir lütufta bulunmayı düşünüyorsa, Habur’da çarptığı duvara bir kez daha çarpmaya mahkûmdur.


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları

R

esmi makamların açıkladığı ‘iş kazaları’ rakamlarına bir bakalım, ‘11 yıllık dönemde 12 bin 418 kişi iş kazası sonucu yaşamını yitirdi, 808 bin 170 iş kazası yaşandı, 19 bin 64 kişi iş göremez hale geldi. 2011 itibarıyla 58 bin 996 kişiye iş göremezlik geliri, 78 bin 336 kişiye ise iş kazası nedeniyle ölüm aylığı bağlandı. 11 yıllık istatistikler dikkate alındığında günde 8 defa iş kazası meydana gelirken, 8 saatte bir ölümlü iş kazası yaşanıyor’. Bir soykırım görüntüsü veren bu rakamlar karşısında sormak gerek, sorumlular gerekli adımları atmıyor, kazalar önlenemiyor demek yeterli mi? Çalışanlar ve onların kurumları ‘sızlanmanın’ ötesinde ne yapabilir? En azından İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları biraz ciddiye alınabilir mi? 22.02.2003 tarihinde kabul edilen 4857 Sayılı İş Kanunu 80. Maddesi gereği en az elli işçi çalıştıran işyerlerinde kurulması öngörülen İş sağlığı ve Güvenliği Kurulları’nın nasıl kurulacağı 07.04.2004 tarihli İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları Hakkında Yönetmelik’le belirlenmişti. İş Kanununun söz konusu maddesinde ‘İşverenler iş sağlığı ve güvenliği kurullarınca iş sağlığı ve güvenliği mevzuatına uygun olarak verilen kararları uygulamakla yükümlüdürler’ denilerek bu kurulun önemine dikkat çekilmektedir. Başa bir deyişle yasa, çalışanların bu konuda söz ve karar sahibi olmalarını, iş sağlığı ve güvenliği açısından son derece önemli görmektedir. Gerçekten de yasa, tüm ‘tek taraflılığına’ rağmen, en azından, iş sağlığı ve güvenliğinin bir tek işverene bırakılmayacak kadar ‘ciddi’ olduğunun farkındadır. Ancak yasanın yürürlüğe girmesinden sonra elliden fazla çalışanın bulunduğu kaç işyerinde

söz konusu kurulların kurulduğu konusunda herhangi bir veri bulunmamaktadır. Yasa yetkili bakanlığa yürütme konusunda yetki vermesine karşın, bakanlığın bu konuda yaptığı çalışmalara ilişkin bir açıklaması da bulunmamaktadır. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi tarafından yapılan bir açıklamaya göre 2012 yılında en az 878 çalışan iş kazaları sonunda hayatlarını kaybettiler. Meclis bunları iş cinayeti olarak adlandırmakta ısrar etmekte ve işverenlerin bu konuda sorumluluklarını yerine getirmediğine dikkat çekmektedir. Yasal zorun-

luluk olmasına karşın işyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Kurullarının oluşması için çaba sarf etmeyen, hatta buna engel olan işverenlerin, en azından bu noktadaki sorumlulukları ise tartışılmaz bir gerçekliktir. Sendikaların ve işçi kuruluşlarının zaman geçirmeden yetkili bakanlığa ve işverenlere bu sorumluluklarını hatırlatmaları ve gerekenlerin yapılmasını talep etmeleri gerekmektedir. Sadece talep etmenin yeterli olmayacağından hareketle kendilerinin de bu konuda somut adımlar atmaları ve kurulların oluşumunu sağlamaları gereklidir. Ancak bu şekilde bir ‘işçi soykırımına’ dönüşen iş kazaları seline karşı bir bent oluşturulabilir.

Yeni Yasa

Bakanlar Kurulu’nun 20.6.2012 tarihinde kabul ettiği İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu 20. Maddesi gereğince belirlenen ‘çalışan temsilcisi’ ve 22. Maddede belirtilen ‘İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu’, yukarıda belirtilen yönetmelik ile belli ölçülerde çelişmektedir. Nitekim bu yasanın Geçici Madde 2’sinde belirtildiği gibi, ‘Kanunda öngörülen yönetmelikler yürürlüğe girinceye kadar’ eski yönetmelikler uygulanmaya devam edecektir. Ancak konunun aciliyeti, söz konusu ‘Yönetmelik’ değişiminin bir an önce yapılmasını

gerektirmektedir. “30 Haziran’da yasalaşan 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası da işçi ölümlerini önlemeyi amaçlayan bir yaklaşıma sahip değildir.” demek yetmez. Bu yasanın öngördüğü yönetmelik değişikliklerinin nasıl ‘işçi ölümlerini’ kısmen de olsa önleyecek bir şekilde yapılması gerektiğini ortaya koymak belki de bir ilk adım olabilir. Bu konuyla ilgilenen işçi kuruluşlarının bir araya gelerek ‘İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları Hakkında Yönetmelik’ taslağı oluşturmaları, bunu kamuoyuna açıklayarak ‘yetkili kurumları’ göreve çağırmaları bekli de onlarca çalışanın ‘iş cinayetine’ kurban gitmesini engelleyebilecektir.

Mehmet AKYOL

Bir soykırım görüntüsü veren bu rakamlar karşısında sormak gerek, sorumlular gerekli adımları atmıyor, kazalar önlenemiyor demek yeterli mi? Çalışanlar ve onların kurumları ‘sızlanmanın’ ötesinde ne yapabilir? En azından İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları biraz ciddiye alınabilir mi?

19


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

İşçilerin Yaşam Hakkı ve 6331 sayılı Yasa Güler TOPRAK

İ

şçi sağlığı ve iş güvenliği, çalışma yaşamının en sorunlu alanlarından biri. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası oluyor. Yılda 350 bin işçi iş kazası sonucu yaşamını yitiriyor.160 milyon işçi meslek hastalığına yakalanıyor. Ve yılda 1,7 milyon kişi meslek hastalığı nedeniyle ölüyor. Yani her yıl 2 milyonu aşkın kişi “iş kazaları ve meslek hastalıkları” nedeniyle yaşamını yitiriyor. Her yıl sadece asbest yüzünden ölen işçi sayısı ise 100 bin.

Tüm tehlikelerin bertaraf edilmesine mali külfet olarak bakıldığında, insan hayatı üstünde kar zarar hesabı yapıldığında, devletin bilinçli tercihi sonucu “istihdam ve büyümenin önünü kesmeyeyim” diye denetim yapmadığında insan yaşamı hiçe sayılıyor demektir. İşçilerin yaşam hakkı devlet ve sermaye iş birliği ile ellerinden alınıyor demektir.

20

Türkiye’de SGK verilerine gör 2011 yılında 1710 kişi iş kazasında yaşamını yitirdi. Kaç kişinin meslek hastalığı sonucu öldüğü bizzat Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) görevlilerinin itiraf ettiği gibi şimdiye kadar doğru düzgün ne araştırılmış, ne tespit edilmiş ne de üstüne gidilmiş...

İşyerlerinde Bilerek İnsan Öldürme

Öncelikle iş kazası ve meslek hastalığı terminolojisine kökten karşı çıkarak yaşanan “iş kazaları” ve “meslek hastalığı” sonucu ölümlerin; kaza ya da hastalık olmadığını, bile bile öldürme, yani iş cinayeti olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. İş organizasyonu, çalışma ortam koşulları, çalışma koşulları, iyi analiz edilmemiş iş riskleri, yerleşim hatası, iş yükü... Uzmanların ilk başta sıraladığı kaza nedenleridir. Tüm tehlikelerin bertaraf edilmesine mali külfet olarak bakıldığında, insan hayatı üstünde kar zarar hesabı yapıldığında, devletin bilinçli tercihi sonucu “istihdam ve büyümenin önünü kesmeyeyim” diye denetim yapmadığında insan yaşamı hiçe sayılıyor demektir. İşçilerin yaşam hakkı devlet ve sermaye iş birliği ile ellerinden alınıyor demektir.

Ölümler Kapitalist Merkezlerden Çevre Ülkelere Kaydı

Kapitalist merkezlerde kirli ve tehlikeli sanayi, artan kamuoyu baskısı ve örgütlü toplum nedeniyle kapitalistler için karlı değildir, kabul edilemez olmuştur. Küreselleşme ile birlikte gelişmiş ülkelerde kirli, eski ve tehlikeli sanayi çevre ülkelere kaymıştır. İşçi ölümlerinin kapitalist merkezlerde azalırken çevre ülkelerde artması bundan kaynaklanmaktadır. Türkiye de bu ülkelerin başında gelmektedir. Son 10 yılda büyümeyle övünen AKP iktidarının politikaları da bu yönde olmuştur. Ne pahasına olursa olsun istihdamı artırma ve büyüme arzusu, ülkeyi ucuz emek cennetine çevirme politikalarının da kaynağıdır Nitekim Ulusal İstihdam Stratejisi’nde (UİS) belirtildiği gibi; “İşgücü piyasasının katılıkları ve ücret dışı işgücü maliyetinin yüksekliği, ekonomik büyümenin istihdam yaratması önündeki diğer engellerdir.” Bu engellerin kaldırılması gerekmektedir. Hükümet yıllardır kazanılmış haklara saldırarak sermaye için “engelleri” kaldırmakla meşguldür. Ancak AKP hükümeti eski hükümetlerden farklı olarak getirdiği her yeni politikayı bir nimetmiş gibi sunmayı iyi bilmektedir. Çalışma yaşamında şartlar iyileştiriliyormuş gibi yapmak başkadır, iyileştirmek başkadır. Ne yazık ki hükümetin çıkardığı bütün gürültüler “mış gibi” yapmaktan kaynaklanıyor. Sendikal özgürlükler getirecek şeklinde hükümetçe lanse edilen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasası özgürlükler getirmemiş, aksine sınıfın örgütlenmesini ve sendikalaşmanın önünü tıkamak üzere şekillendirilerek yasalaşmıştır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, benzer bir yaklaşımla İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasını piyasaya sürmüştür. 6331 sayılı yasa ile son yıllarda artan sosyal bilinç nedeniyle Türkiye’de büyük tepki çeken çalışma yaşamındaki sağlık ve güvenlik sorunlarına çözüm üretildiği iddia edilmektedir. Fakat işin özünü yukarda açıklamaya çalıştık. Özde bir farklılık olmayınca yasanın da böyle bir misyonu yerine getirmesi beklenemez. Yasaya daha yakından bakalım:

Yasa Güvencesizleri Dışlamaya Devam Ediyor

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Haziran 2012’de çıktı ve Ocak 2013’te yürürlüğe kondu. Bazı kısımları kademeli olarak Haziran 2013 ve 2014’de uygulanacak. Yasa, “iş yerlerinde sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınması, mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve işçilerin yetki, sorumluluk ve görevlerini” tanımlıyor. Aslında 4857 sayılı iş kanunu, zaten iş güvenliği alanını düzenlemekteydi. 6331 sayılı İSG kanunu burada bir devrim yaratmış gibi sunulsa da hiç de öyle bir durum söz konusu değildir. 6331’de yer alan maddelerin çoğu mevcut iş yasasında bulunmaktaydı. Farklı olarak, 6331’de işçi sağlığı ve iş güvenliğinin kapsadığı alan genişletilerek kamu iş yerleri ve 10 kişinin altında işçi çalıştıran iş yerleri de yasa kapsamına alınmıştır. Yasada 10 kişinin altındaki iş yerlerini İSG için devletin destekleyeceği belirtilmektedir. Yani halktan toplanan vergiler bir kez daha sermayeye aktarılacaktır.


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

Ayrıca; 6331’de de istisna hükümleri, geçerliliğini korumaktadır. Örneğin yüz binlerce kadın işçinin çalıştığı ev hizmetleri kapsam dışı bırakılırken, “çalışanı olmayan ve kendi namına mal ve hizmet üreten bağımsız çalışanlar da” -ki bunlar yoksul emekçilerdir- iş güvenliği şemsiyesinin dışında bırakılmıştır. Öte taraftan güvencesiz çalışan milyonlar sosyal güvenlik şemsiyesi dışına atıldığı gibi İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun da dışındadır. Toplumun en çok güvenceye muhtaç kesimleri burada da dışlanmaya devam etmektedir.

İSG’de Piyasalaşma ve Rant Alanı

Yasa iş yeri hekimi ve hemşiresi, iş güvenliği uzmanı, ortak sağlık güvenlik birimlerinin sertifika programları ile fonksiyon yükleyerek İSG alanında piyasa oluşmasına, yeni rant alanları açılmasına hizmet etmektedir. Hızla yayılan yetkilendirilmiş Ortak Sağlık Güvenlik Birimleri ve İş Güvenliği Kursları alanı doldurmaktadır. Yaratılan sektörde bilimsel ölçütlerden, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin nasıl sağlanacağından ziyade rekabet ve piyasadan pay kapmak, kar etmek öne çıkmaktadır.

İş Güvencesi Yok, Sendikası Yok Ama Çalışmama Hakkı Var!

Türkiye’de sendikalaşma oranının %4-5’leri geçmediği bilinmektedir. En son çıkan Sendikalar ve Toplu Sözleşme yasasının %3 barajı getirmesi ve 30’un altında işçi çalıştıran iş yerlerinde sendikal güvenceyi kaldırması gibi engeller konarak sendikalaşmanın önü bilinçli olarak kapatılmaktadır. Hal böyleyken yasa işçiye “çalışanların ciddi ve yakın tehlike durumunda çalışmadan kaçınma hakkını” tanımış ve oluşturulacak İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu’na işçiler tarafından seçilecek “çalışan temsilcisi” katılımını zorunlu kılmıştır. Sendikasız ve örgütlü işçi desteği olmadan, iş güvencesi bulunmayan işçinin, bu işsizlik koşullarında “çalışmadan kaçınma hakkı” ve “çalışan temsilcisi katılımının”

etkinliği nasıl sağlanabilir ve nasıl bir sonucu olabilir tahmin edebiliriz. Ayrıca iş yerinde gelişecek sağlık ve güvenlik sorunlarında yetkilendirilmiş İSG personelinin özerk olmadığı halde iş yerlerindeki kusurları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bildirme yükümlülüğü, ücretini işverenlerden alan ve iş güvencesi olamayan İSG personeli açısından ironik bir durum yaratmaktadır. Yine yasada; İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na uymayan işverenlere idari para cezası getirilmektedir. Bu cezaların ne kadar caydırıcı olacağı da ayrı bir konu. İşverenler kar zarar hesabı yaparak “ceza mı ödeyeyim, yoksa yasaya mı uyayım?” diye hesap yapmaktadır. Sadece iş sağlığı ve güvenliği profesyonelleri istihdam etmekten ibaret değil, iş yerinde alınacak sağlık ve güvenlik önlemlerinde de bu hesap yapılmaktadır.

runlu olarak kabullenilmiş ölüme ya da intihara sürükleyen şiddet suçu” şeklinde kamu düzenini bozan bir fiil görmememiz için mantıki bir neden var mı? Zira işyeri sorumluluk/yetki/güç hiyerarşisinde en yukarıda kalanlar cezasız kaldıkça, bireysel olarak kabul edilen her tazminat ve kan parası bir sonraki iş kazası kurbanının mezarını kazıyor”

Örgütlü İşçi ve Örgütlü Toplum Önleyebilir

Sonuç olarak; devletin ve sermayenin sürmekte olan sermaye birikim rejimine halel gelmemesi için; iş kazalarını ve meslek hastalıklarını örtbas etmeye çalıştıkları, iş cinayetlerinin ardında yatan nedenleri açığa çıkartmadıkları, hatta gerçekleri kararttıkları açıktır. Onun içindir ki iş cinayetlerini

Böyle Devlete Böyle Mahkeme

Mahkemelerin bile bile insanları ölüme gönderen patronlara karşı son derece hoşgörülü oldukları, caydırıcı cezalar vermedikleri bir gerçektir. Tuzla tersanelerinde, madenlerde ve hemen her iş kolunda binlerce iş cinayeti işlenmiş ama patronlar cezasız kalmıştır. Örneğin; silikozisten 50’nin üstünde işçinin öldüğü SGK tarafından tespit edilmiş ancak bir patron dahi bu iş cinayetleri nedeniyle hüküm giymemiştir. İşçi ölümlerinden sorumlu Bakan koltuğunda oturmaya devam ettiği gibi, bu güne kadar denetim yükümlülüğünü yerine getirmeyen ya da gereğince yerine getirmeyen kimse de mahkemelerde ceza almamıştır.

Oysa Aslı Odman’ın, Money’in “Çalışmak Sağlığa Zararlıdır” adlı kitabına yazdığı önsözde belirttiği gibi; “iş organizasyonundan kaynaklanan iş kazaları ve henüz kayda geçirilme rakamları komik kalan meslek hastalıklarını “Tehlikedeki kişiye yardım etmeme”, “Onura saldırı”, “Başkasını bilerek tehlikeye atma suçu”, “Taksirle insan öldürme ve yaralama, zo-

sonlandıracak üretim organizasyonları için harekete geçilmiyor. Onun içindir ki en yetkili ağızlardan “takdir-ilahi, işin doğası, kader, dikkatsizlik, kaza” açıklamaları yapılıyor. Onun içindir ki SGK “iş kazaları ve meslek hastalıklarını” bu güne kadar doğru düzgün araştırmadı, istatistik tutmadı, denetim yapmadı... Fakat her şeye rağmen iş cinayetleri toplumda öfke ve tepki yarattıkça egemenler de sıkışmaktadır. İş cinayetlerini durdurabilme gücü; kar için insanı, doğayı, çevreyi yok eden kapitalist düzene karşı konumlanmayı gerektirmektedir. Bu mücadele sendikaların, sınıf örgütlerinin, toplumsal hareketlerin mücadelesine dayandıkça ve geniş kamuoyu desteğinden güç aldıkça sonuç alıcı olacaktır.

Güvencesiz çalışan milyonlar sosyal güvenlik şemsiyesi dışına atıldığı gibi İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun da dışındadır. Toplumun en çok güvenceye muhtaç kesimleri burada da dışlanmaya devam etmektedir.

21


Egemen Kadından, Enerji Hanım Kazığı

K

adın hareketinin tartıştığı konulardan biri: “Biz kadınlar” diyebiliyor muyuz, diyemiyor muyuz? Evet kadınlar erkeklerle eşit değil, fakat ortak sorunlarımız olsa da, kadınlar kadınlarla da eşit değil; öyle değil mi? İşte farklı sınıflardan kadınları karşı karşıya getiren, bazılarımızı kız kardeşlik rüyasından uyandıran bir realite daha. Pek çoğumuzu çileden çıkaran “enerji hanım” projesi ve projenin hanımları... Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Şahin ve Emine Erdoğan’ın tanıtımını yaptığı adı da amacı kadar toplumsal cinsiyet rolleriyle donatılmış olan bu proje tam da kadının görünmeyen emeği üstüne çöreklenmeyi hedefliyor. Hikâye şöyle; Türkiye böyle giderse 2016’da enerjisiz kalacakmış. O halde ne yapmak gerekecek? HES’ler HES’ler... O tamam da bir şey daha olacak. Ne? Enerji tasarrufu. Peki, tasarrufu kim yapacak. Tüketici. En büyük tüketici kimmiş? Aile. Başlıktan anladınız ama biz yinede soralım. Ailede bu görev kime düşer? Annelere! O halde bu tasarrufu kim yapacak? Hanımlar. İşte size enerji verimliliğinin sağlanmasını amaçlayan ilk toplumsal proje. İşte size “Enerji Hanım” projesi. Fatma Şahin ve Emine Erdoğan’ın egemen düzen için en son soyundukları görev bu. Bu iki üst sınıf kadın, erkek egemen kapitalist sistemin ezdiği, sömürdüğü bütün kadınların emeğine, enerjisine el koymaya ant içmiş görünüyor. Çünkü işin ucunda devletin ve sermayenin cebine gi-

recek 4 milyar dolarlık bir “enerji tasarrufu” var! Canla başla kadınlara nasıl da enerji tasarruf edeceklerini anlatan bu kadınların ikna yöntemleri parmak ısırtan cinsten. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ortaklaşa yaptığı proje Çırağan Sarayında tanıtıldı. Bakın Bakan Şahin yoksulluktan, işsizlikten, evdeki bakım emeği, sokaktaki ikinci sınıf insan olmaktan canı burnuna gelmiş kadınlara daha ne yükler bindirmekle meşgul. Konuşmasında kalkınmada başarıya ulaşmanın en önemli yolunun enerji kaynaklarının verimli kullanılması olduğunu ifade eden Bakan Şahin, “ Büyük bir potansiyel var. Özellikle küçük adımlarla sadece sanayide yüzde 25 tasarruf potansiyeli var. Bu kadar büyük bir rakamsal kazancımız olan yerde en büyük tüketici ailelerimiz. Yıllık 8 bin KW saatlik bir gideri var 4 kişilik ailenin. İşin çevre boyutu da var. Bu konuda alacağımız tedbirler dünyamızı, geleceğimizi koruyacak.” diyor. Gördünüz mü? Sonunda kadınlar kendilerine şu dünyada anlamlı bir rol kaptılar. O da bir kadın Bakan eliyle oldu. İyi ki de bir kadın Bakanı var bu ülkenin! Emine Erdoğan da Başbakan eşi olma sıfatıyla bu projeyi destekliyor ve “ülkenin geleceğini, gelecek nesillerin istikbalini, özellikle de dünyamızın gidişatının biz kadınların elinde olduğunu” neredeyse ağlamaklı bir tonla anlatıyor. “Bizler, ışıl ışıl aydınlanmış şehirlerde, parlak vitrinlerin önünden geçerken, her türlü elektrikli aracı kullanırken, hayatında hiç elektrik düğmesine basmamış, hiç ocak görme-

miş milyonlarca kadın var. Bizim inançlarımız, böyle bir eşitsizliğe, böyle bir adaletsizliğe göz yummayı asla onaylamaz!” diyor. Yoksullukla, işsizlikle, savaşın getirdiği yıkım ile, erkek ve devlet şiddeti ile beli bükülen kadınlara Çırağan Sarayı’ndan sesleniyor Erdoğan; “Hanımlar” diyor; “doğaya, dünyada elektriksiz yaşayanlara sırtımızı dönemeyiz!” Enerji tasarrufunun tamamen kişisel bir sorumluluk olduğunu belirten Erdoğan, nedense bu kişisel sorumluluğun sadece kadınlara mahsus olmasından oldukça emin görünüyor. O’na göre dünyamızı geleceğimizi kim koruyacak? Kutsal ailenin kutsal “hanımları”. Enerji Hanım! Evde 24 saat çalışan, parça başı iş yapan kadın işçiler, güvencesiz ev işçileri, hastanelerde taşeronda çalışan kadın işçiler, tekstil işçileri, atanamayan öğretmenler, güvencesiz hemşireler, seks köleleri, ev kadınları, HES’lere direnen köylü kadınlar... Haydi erdemli olmaya, dünya yoksullarını kurtarmaya.

Tüy Diken Öneriler Ve Gerçek Niyetin Kendini İfşa Etmesi

İşte gerçek Fatma Hanım’dan alt sınıf kadınlara tüy diken tavsiyeler “Ev hanımlarının bu konuda alacağı tencerenin tabanına dikkat etmesi, buzdolabına yemeği sıcak koymaması gibi basit tedbirler bile çok büyük kazanca dönüşecek. Alacağınız tencerenin tabanına dikkat edin. Yemeği buzdolabına sıcak koymayın. Çıkardığınızda da, oda sıcaklığına geldikten sonra ısıtın.” Fatma Şahin elektriğin gece daha ucuz olması nedeniyle çamaşır bulaşık, ütü, süpürge işle-

rinin de gece yapmasını istiyor “enerji hanımlardan” . Şahin, “Bazı apartmanlarda çamaşır makinesini gece kullanmak yasak” denmesi üzerine de; “Bizim apartmanımızda böyle yasak yok” diyerek vakur şekilde Bakanlıktaki işinden evine döndüğünde kirli çamaşırları yıkayıp, yerleri süpürdüğü, yani bizlerden biri olduğunu ima eden bir yem atıyor ortaya... Kadınlar yerse... Fakat çok geçmiyor Şahin gerçek niyetini ortaya seriyor. “Bu kampanyadan ben çok ümitliyim. Kadınlarımıza çok güveniyoruz. Kadın buna inanırsa büyük bir kampanyaya dönüşür. 2023’te dünyanın 10 ekonomisinden biri olacaksak bu tedbirlerden geçiyor” Elbette Enerji Hanım projesi de tıpkı Tayyip Erdoğan’ın 3 çocuk projesi gibi “bilimsel açıklamalara” dayanıyor olmalı. Fatma Şahin böyle cinsiyetçi bir projeyi desteklerken Kadın Hareketine hazırladığı bir gerekçe olmalı. Yoksa burnuna elektrik kablosundan yapılma bir halka takıp, kadını A tipi beyaz eşya gibi yerlerde sürüklemeye yarayan böyle bir projeye hiç evet der mi? O’nun toplumsal cinsiyet diye diye kadınların görünmeyen emeğinin üstüne tüy diken Enerji Hanım projesine canla başla iman etmesi bundan. Toplumsal cinsiyet rollerinin kapitalist sistem için biçilmiş bir kaftan olduğu aşikâr. Bu roller en son moda tasarımlarla ve ihtiyaca göre şekillendirilip çevire çevire kadınlara giydiriliyor. Toplumsal cinsiyet rolleri denen şey tam da kapitalizm için yaratılmış olmalı. İşte sermayenin ve devletin bekası için kadın emeği böyle seferber edilir, cinsiyetçi projelerle böyle kâra geçilir... Kadınlar yerse!


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

KIVILCIMLI’YI DOĞRU OKUMAYI NASIL BAŞARABİLİRİZ? Dr.

Hikmet Kıvılcımlı mücadelesi ve ürettikleriyle Türkiye Devrimi’nin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Kıvılcımlı’nın teorik mirasının güncelliği ise aslında son gelişmelerle bir kez daha teyit ediliyor. Türkiye toplumuna Kıvılcımlı’nın baktığı gözlerle bakamadan, daha az iddialı bir deyimle en azından onun önünü açtığı bir yaklaşımı geliştirmeden; hegemonik ve ezilenlerin tümünü kucaklayan bir devrimci halk örgütlenmesi inşa edilemez.

Farklı Kıvılcımlı Yorumları Nereden Kaynaklanıyor?

Kıvılcımlı gibi tüm eserleri bu kadar uzun süredir ortada olan, tartışma gündemine öyle veya böyle alınmış olan bir önderin feyz verdiği bu kadar farklı ideolojik çerçeveler nasıl ortaya çıkabiliyor? Gerçekten de SODAP’ın çizgisi ile uzaktan yakından alakası olmayan, hatta zaman zaman aşırı milliyetçilikle, ulusalcılıkla yakın temas içinde bulunan Kıvılcımlı yorumları yaygınlık kazanabiliyor. Yaklaşım farklılıklarını çok aşan bu düpedüz zıtlık, aslında Kıvılcımlı’yı okumak ile ilgili bir yöntem tartışması yapılması gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Kıvılcımlı’nın 1960’ların anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu gençlik hareketine uzanma gayretlerini çevreleyen dönemde yazdığı ve M.Kemal’i özellikle karşısına almamaya çalıştığı, finans kapital iktidarı ile M.Kemal arasında ayrımlar tanımlamaya gayret ettiği dönemi, bu ideolojik tutumun altında yatan çaba anlaşılmadan okumak ve bir politik sabit kabul etmek, kimi Doktorcu akımları bugün ulusalcılığın ta merkezine kadar çekmiştir. Kıvılcımlı’nın telaşı dönemin devrimcilerinin bütünlüğünü inşa edebilmekti. Hatta bu inşa sürecine zarar verebile-

ceği düşüncesiyle temasının çok sınırlı olduğu Kürt hareketi ile ilgili taleplerini bu dönemde çok göze batacak bir biçimde öne çıkartmamıştır. Kıvılcımlı asla YÖN çevresinin ve MDD etkisindeki kimi çevrelerin içine düştüğü zinde güçler devrimciliğine bel bağlamadı. Onun açısından işçi sınıfının işin merkezinde olması en temel amentüydü. “Genel Düşünceler” kitabında daha 1920’lerde içi sınıfının devrimci mücadelenin yükseltilmesi ile ilgili çağrılara nasıl olumlu yanıtlar ürettiğini anlatmıştır. 1960’lardaki politik çabası da, büyük oranda gözü ABD olarak algılanan bir emperyalizm dışında bir düşman görmeyen kesimlere işçi sınıfının merkezi rolünü, finans kapital-tefeci bezirgan bloğuna karşı mücadelenin temel alınması gerektiğini anlatmaya çalışmak olmuştur. Fakat Doktor açıktır ki “tarihsel devrimci” güçlerin de devrim mücadelesini büyütecek bir tarzda konumlandırılmasını önemsemiştir. Ezilen sınıfların çıkarına politika eylemek adına ortaya çıkan enerjilere sırt dönülmesi devrimcilik olarak gösterilemez. Liberal bir yaklaşımla sivil toplumculuk oynamak, sınıflar savaşının kızıştığı bir dönemde devlet içinde ortaya çıkacak kopuşmaları ezilen sınıflar adına kazanmayı önemsememek en azından bir tür oportünizm olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda Kıvılcımlı’nın “ordu kılıcını attı” da ortaya koyduğu çerçeve en genel hatlarıyla doğrudur. Fakat bu yaklaşımdan yola çıkarak “tarihsel devrimci” güçlerdeki niteliksel değişimi görmemek, buna karşın Kürt hareketi nezdinde ortaya çıkan büyük devrimci dinamizmi küçümsemek Kıvılcımlı’nın tutumu olamazdı. Kıvılcımlı için esas olan bu topraklardaki kan emici iktidarına son verecek

karşıt-hegemonya bloğunun en güçlü bir biçimde yapılandırılması idi. Bu yapılandırma niyetlerle değil ortada, hareket halinde olan somut devrimci güçlerce gerçekleşebilirdi. O yüzden 1960’ların Türkiye’sinde Kıvılcımlı’nın baktığı nokta ve yaratmaya çalıştığı devrimci blok, 2010’lar Türkiyesi’nden bakıldığında ne kadar sıra dışı gözükse de doğru bir içerik üzerine inşa edilmişti. Fakat o dönemde Kıvılcımlı’nın düşündüğü çerçevenin devrimciliği ne kadar tartışılamasa da bugün aynı çerçevede ısrarın temsil ettiği politik gericilik de inkâr edilemez. Kıvılcımlı’yı zamandan ve mekandan bağımsız okumak,

mazrufa değil de zarfa takılmak, geliştirilen politikanın amaçlarına değil de taktiklerine takılıp kalmak söz konusu okumayı böylesi bir politik gericiliğe mahkum edebilir.

Kıvılcımlı’nın Eserinin İki Temeli: Kitleler ve Özgürlük

Bu katmanlı okuma zorunluluğu Marks dâhil tüm devrimci miras için geçerlidir. Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’da yarattığı ilerici, üretici güçleri geliştiren sonuçları onun sömürgeci destekçisi olduğuna bağlamak ne ka-

dar absürd olacaksa Kıvılcımlı’yı içinde devindiği devrimci ortamın temel dinamiklerinden bağımsız değerlendirmek de birçok benzeri yanlışa yol açacaktır. Kıvılcımlı’nın eserinin özünde ne vardır? Bir kere “kitleler” vurgusu Kıvılcımlı’nın en temel öğelerinden birisidir. Kıvılcımlı, hegemonik olabilen, işçi sınıfının tüm öbeklerini kucaklayabilen bir devrimci partinin inşasının arayışındaydı. Bunu başarabilmek için de Türkiye toplumunun büyük bir bölünmüşlük ifade eden tüm kesimlerine hitap edebilen bir sosyalizm dili geliştirmek için çabaladı durdu. Geliştirdiği Tarih Tezi, aslında bu topraklarda kültürel olanın önemine yapılan bir vurguya dayalıydı. Kültürelin gizlediği özü ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Osmanlı Tarihinin Maddesi’nin girişinde “Atalarımızın nasıl komünist olduğunu” anlatırken gerçekleştirmeye çalıştığı “gericilik” diye yaftalanmaya çalışılan bir tutumun aslında devrimci bir içeriğe çok da yabancı olmadığını sergilemeye çalışmaktı. Denebilir ki Kıvılcımlı da aynı dönemde yaşadığı Gramsci gibi kültürün önemini kavramış bir Marksistti. Ekonomizmin, kaba bir “sınıfa karşı sınıf ” tutumunun açıklayamayacağı, dolayısıyla da örgütleyemeyeceği bir toplumsal yapı ile karşı karşıya olduğumuzun farkındaydı. Bu anlamda Kıvılcımlı’nın Kemalizm ile meselesi sözde değil özde idi. Kıvılcımlı, Kemalizmin kültürel fay hatları ile birbirinin karşısında konumlandırmaya çalıştığı ezilen bloklarını bir arada tutacak bir dokuyu yaratmaya çalışmaktaydı. Dine, tarihe ve folklorik öğelere bu kadar yoğun ilgi göstermesi aslında böylesi birçok doğru tespitten kaynaklanmaktaydı. devamı sayfa 26’da

23


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

“İHTİYAT KUVVET: MİLLİYET (ŞARK)”

DR. HİKMET KIVILCIMLI VE KÜRT SORUNU “Türkiye, dış ilişkilerinde ezilen bir ulus olmasına karşın iç ilişkilerinde ezen bir ulus rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz “Doğu illeri” sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yok etme siyasetine uğratıldı.” Dr. H. Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)

Zeynep KORU

Kıvılcımlı, YOL çalışmasının en önemli bölümlerinden olan İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) başlığında, Türkiye’nin şark (doğu) meselesinin, temelde bir ulusal sorun olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar. Emperyalizme bağımlı olan Türkiye Devleti’nin Kürt ulusunu sömürgeleştirmesinden kaynaklı olarak kendisinin de sömürgeci nitelikte olduğu tespitini yapar. Kürt halkının ulusal bağımsızlık mücadelesinin karakterini ortaya koyar, ezen Türk ulusunun sosyalistlerine yani Türkiye Devrimci Hareketi’ne düşen görevleri belirtir. 24

Dr.

Hikmet Kıvılcımlı, 1920’li yılların başında Türkiye Komünist Partisi’ne üye olarak genç yaşta devrimci mücadelenin içine girdi. TKP’nin 1925 yılında yapılan ikinci kongresinde gençlik sorumlusu sıfatıyla merkez komitesine seçildi. 1929 TKP davasında kendisinin “kızıl profesörlük” dönemi şeklinde ifade ettiği 4,5 yıllık zindan hayatına mahkûm edilen Kıvılcımlı, Elazığ Hapishanesi’nde “YOL” adını verdiği bir dizi çalışmalarda bulundu. Çalışmanın sunuş kısmında Kıvılcımlı bu notları neden kaleme aldığını şöyle ifade eder: “1. Devrimci teori mücadelesini somutlaştırmaya çağırmak için; 2. Pratik mücadelede Lenin’in çizgisi yönünde yürüyen bütün proletarya devrimcilerini, sağlı sollu bütün küçük-burjuva ‘çeteci’ sapıtmalarını gömmeye çağrılı bulunan ölüm çanı olmak için...” Türkiye komünist hareketinin “yolun neresinde bulunduğunu anlamak”, “bundan sonra geçilecek yolları bilince çıkarmak” ve “yolun ve politik yapının özelliklerini elle tutulur hale getirmek”tir Kıvılcımlı’nın amacı. YOL’un kitlelerle buluşması ise uzun bir süre sonra olur. Yedi ciltlik bir eser olarak ölümünden sonra ancak 1979’da basılabilir. Bunun nedenlerini de yine kendisi yıllar sonra anılarında şöyle belirtir: “1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiğim ilk on yıllık Marksist-

Leninist pratik ve teori savaşına dayanarak, 40 yıl önce ‘YOL’ adı altında bir seri yerli orijinal araştırmalar yapmıştım. Burada, her biri ayrı kitaplar halinde, ideoloji, sosyal gelişim, parti tarihi, strateji planında burjuvazi, proletarya, köylü-ulus ve taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle ele alınıyordu. Bunu o zaman içinde bulunduğum Santral Komite’ye (TKP Merkez Komitesi bn.) bir tartışma platformu olur umuduyla verdim... Üst üste tevkifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 Donanma Davası’nda ‘askeri isyana tahrik’ten 15 yıla mahkûm edilişim ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı. Sezdiğime göre, Santral Komite’ye sunduğum araştırmalar yok edildi.” Tutuklamalar, uzun hapishane yılları, sıkıyönetim ve baskı koşullarında basılamayan notları, ancak kendisiyle birlikte yurtdışına çıkartıldıktan sonra, yoldaşlarının çabasıyla kitaplaştırılabildi. Kıvılcımlı, YOL çalışmasının en önemli bölümlerinden olan İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) başlığında, Türkiye’nin şark (doğu) meselesinin, temelde bir ulusal sorun olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar. Emperyalizme bağımlı olan Türkiye Devleti’nin Kürt ulusunu sömürgeleştirmesinden kaynaklı olarak kendisinin de sömürgeci nitelikte olduğu tespitini yapar. Kürt halkının ulusal bağımsızlık mücadelesinin karakterini ortaya koyar, ezen Türk ulusunun

sosyalistlerine yani Türkiye Devrimci Hareketi’ne düşen görevleri belirtir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışmasını, Giriş, Kürt Ulusallığı, Sosyal İlişkiler ve Köylülük, Sömürge Siyaseti, Tepkiler ve Parti ve “Doğu” başlıkları altında bölümlendirir. Giriş kısmına, “Türkiye’de ezilen ulus var mıdır” sorusuyla başlar: “Konumuz, devrim strateji ve ilişkilerinde önemli bir yayılım açacak olan geniş, çalışkan, ezilen kitlelerdir. Bu nitelikte ezilen yığınlar Türkiye’de var mıdır? Evet, bu yığınların herkes anlamasın diye belirsiz ve esrarengiz ve anonim bir adı vardır: Doğu ya da Doğu illeri! Bu öyle karanlık bir tanımdır ki, Cumhuriyet burjuvazisi bugün ona istediği anlamı verir, onun beğendiği biçimlerde sunar ve kimse ne Kemalizmin ne demek istediğini, ne denilmek istenenin ne olduğunu bir türlü anlayamaz.” Açık ve net olarak giriş kısmında koyar Doğu sorununun aslında bir ulusal sorun olduğu gerçekliğini. Burada Ermeni varlığına da değinen Kıvılcımlı, onların durumlarını inceleyerek yaşanan tarihsel gelişmeler sonucu Türkiye toprakları içinde Ermenilerin ulusal sorunlarının olamayacağını ifade eder. Yine bu bölümde Türk devletinin emperyalizm tarafından ezilen bir ulus olduğu halde kendisinin de ezen bir ulus olduğunu, Kürt ulusunu sömürgeleştirdiğini belirtir. Çalışmasında, Kürt


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

ulusal sorununu incelemek için izi sürülecek konuları şu şekilde sıralar: “Türkiye’de bir Kürt ulusu var mı? Sosyal olarak Kürt ulusu davası özü gereği bir köylü sorunu mudur? Kürt köylülüğü, sömürge baskısı altında mıdır? Kürt ulusu, bu baskılara karşı ne gibi tepkiler gösteriyor? (Bu tepkilerde sınıfların rolü?) Kürt ulusu davasının, dünya devrimi ve Türkiye proletarya devrimiyle ilişkileri nelerdir?” Kürt Ulusallığı bölümünde, Kürt ulusunun varlığını inceler. Tarihsel durumunu ve nicelik durumunu inceleyerek başlar bu bölüme. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde doğu illerinde Kürt nüfusun varlığını, bu coğrafyanın gerçek adının “Kürdistan” olduğunu söyler. Kürdistan denilince yalnızca Türkiye sınırlarının düşünülmemesi gerektiğini, İran, Irak ve Suriye’de parçaları olduğunu vurgular. Daha sonra Kıvılcımlı genelde ulus olmanın gerek şartları sayılan başlıkları tek tek inceler. Yurt birliği, öz dil birliği, kültür birliği ve ekonomik birlik (kaçakçılık ve gümüş para meselesini ele alır) başlıkları altında Kürt halkının ulus niteliğini ortaya koyar. Sosyal İlişkiler ve Köylülük bölümünde, sosyal olarak Kürt ulusu davasının özü gereği bir köylü sorunu olup olmadığını inceler. Kürdistan’daki o dönemin sınıfsal durumunu değerlendiren Kıvılcımlı, köylülüğün nüfusa oranının yüzde 85’in üzerinde olduğunu söyler. Ekonomik yapısına “feodalklan” nitelemesi getirir. Derebeyklan sisteminin, ağalık ile kapitalist Kemalizmin, sömürü için nasıl el ele vererek Kürdistan köylülüğünü ezdiğini tespit eder. Kürtlerin o dönemde gerçekleştirdiği Şeyh Sait ve Ağrı ayaklanmalarına da değinen Kıvılcımlı, o güne kadar olan Kürt isyanlarının sınıfsal ve siyasal karakterini açığa çıkartır. Yaşanan bu isyanların dini liderlerin ve toprak ağalarının öncülüğünde olduğu ve emperyalizme yaslandığı için yenildiğini söyleyerek bağımsızlık ve sosyal kurtuluş mücadelesinin Kürdistan köylü-

lüğünün devrimiyle olacağı tespitini yapar: “Böylece Kürdistan’da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizmle sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalığına karşı, Kürt köylülüğü+Kürt proletaryası+Kürt aydınları... Kürdistan devriminin stratejik ilişkileri böyle olabilir.” Sömürgecilik Siyaseti bölümünde, Kürdistan’da Kemalist burjuvazinin sömürge politikalarını analiz eder. Kemalizmin sömürgecilik politikalarını “Ağalıkla Uzlaşma, Ekonomik Yöntemler, Siyasal Yöntemler” alt başlıklarıyla derinlemesine inceler, zengin veriler sunar ve örnekler verir. Kürt halkının isyanından korkan Kemalist iktidarın kapitalizm öncesi ekonomik yapıya dokunmadan ağalıkla uzlaşmasının kaçınılmazlığını şöyle dile getirir:

Kıvılcımlı'nın 4,5 Yıllık Kızıl Profesörlük Dönemi, Elazığ Hapishanesi “Kemalizm ‘tam name-i hazreti şehriyarına’ mevlit okutarak halk hareketi kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan’da ağalıkla ve köylerle kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır. Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı bunun gibi, bugün de Kürdistan’da gene geniş ve demokratik bir köylü hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı

için, Kürdistan yoksul halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk alıyor. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satırıyla pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve derebeyi artıklarıyla müttefiktir.” Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına ve ucuz işgücüne sahip Kürdistan’ın ekonomik sömürüsünün içeriğini ortaya koyan Kıvılcımlı, Kemalizmin uyguladığı sömürgeci yöntemlerin normal sömürgecilikte bile olmadığını belirtir. “En aşağı sömürgecilik” kavramını burada kullanır: “Şu kısa karşılaştırmalarla varabileceğimiz genel sonuç şudur: 1. Kemalizm Doğu illerine, hattâ sömürü için zorunlu olan yol yapma konusunda bile geri bir sömürge işlemi yapıyor. 2. Bu siyaset Kemalizmin tarihiyle birlikte başlar. Kemalizm Kürdistan’ı layıkıyla soyabilmek için, oranın tarımsal ürün ve ilk maddelerini tefeci fiyatlarıyla yok pahasına çekebilmek ve kendi sanayi ürünlerini orada pazarlayabilmek için hiç olmazsa, bütün emperyalist anavatanların sömürgelerinde yaptıkları kadar olsun Doğu illerinin yollarını düzeltmeye zorunludur. Kürdistan’ın kapalı ekonomisini parçalamak için bundan daha doğal bir zorunluluk yoktur. Ne çare ki Kürdistan aslında ‘kendisi muhtaç-ı himmet bir dede’ durumunda olan Türk finans-kapitali gibi, piç bir kapitalizmin sömürgesidir. Onun için orada Kemalizmin uyguladığı ekonomik yöntemler, hatta normal bir sömürgecilik bile değil de adeta bir sömürgecilik altı, en aşağı sömürgeciliktir…” Siyasal Sömürü başlığında, Kemalizmin sömürgeci, militarist diktatörlük karakterini açığa çıkartır. Ağalıkla İlişkiler (ağalık devlet aygıtına yaslanarak çete örgütü milis hareketi oluşturur), Göç Ettirme ve Yerleştirme Politikası, Yok Etme Siyaseti, Baskı (varlığını ve kültürünü tanımama) ve Asimilasyon alt başlıkları altında Kürdistan’daki Türk burjuvazisinin sömürge siyasetini detaylı bir şekilde işler: “Bürokrasi cenderesi, jandar-

Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde doğu illerinde Kürt nüfusun varlığını, bu coğrafyanın gerçek adının “Kürdistan” olduğunu söyler. Kürdistan denilince yalnızca Türkiye sınırlarının düşünülmemesi gerektiğini, İran, Irak ve Suriye’de parçaları olduğunu vurgular. Daha sonra Kıvılcımlı genelde ulus olmanın gerek şartları sayılan başlıkları tek tek inceler. Yurt birliği, öz dil birliği, kültür birliği ve ekonomik birlik (kaçakçılık ve gümüş para meselesini ele alır) başlıkları altında Kürt halkının ulus niteliğini ortaya koyar.

25


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

ma terörü, yalınkılıç ordu saldırısı... İşte Kürdistan’da Türk burjuvazisinin sömürge siyaseti...” Kıvılcımlı bu bölümde Türk devletinin sömürgecilik siyasetinin özelliklerini çarpıcı örneklerle ortaya koyar. O dönemdeki Kürt köylerinin yakılması konusundan şu şekilde bahseder: “Asker bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün kuşkulandığı köyleri gazyağıyla yakmak için jandarmaya yardımcılıkla görevlidir. Örneğin, bir köyün eşkıya yataklığı ettiğinden kuşkulandı mı, köyün çevresi bombalı ve makineli tüfekli müfrezelerle sarılır, içeridekilere çıkmaları için kısa bir süre verildikten sonra, yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün canlı ve cansız mevcuduyla birlikte dumanı havaya savrulur.” Kemalizmin 1927 yılında Kürdistan’da hayata geçirdiği “Genel Müfettişlik” kurumunun, sömürgecilik uygulamalarının yakın tarihine damgasını vuran “Olağanüstü Hal Valiliği”nin ilk nüvesi olduğunu yine Kıvılcımlı’nın tespitlerinden öğreniyoruz. Kıvılcımlı, sömürge siyasetinin yoksul halkları birbirine karşı düşmanlaştırma tehlikesine de işaret eder: “Bir asker için on Kürt köylüsünü, bir subay için on Kürt köyünü yok eden Kemalist burjuvazi, elbette ‘kanlarını dökenleri rahmetle anmakla’ kalmıyor, yoksul Türk çocuklarını, ezilen Kürdistan halkıyla boğazlaştı-

ran, akan kanları sermayeleştiren Kemalizm, iki tarafta da gaddar kinleri, kanlı hınçları var güçle kışkırtarak bu sayede Kürtlüğü ‘yoketme’ye uğraşıyor.” Kıvılcımlı, Kemalizmin Kürdistan’da izlediği politikanın amacının, orada bir Kürt halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her anlamda yok etmek, ezmek ve susturmak olduğunu tekrar tekrar dile getirir. Tepkiler bölümünde, yaşanan Kürt isyanlarının sınıfsal karakterini değerlendirerek Kürt halkının mücadelesini kurtuluşa taşıyacak siyasal/sınıfsal çizgiyi ortaya koyar. Şeyh Sait ayaklanmasının, ruhani (manevi) ağalığın önderliğinde başladığını belirten Kıvılcımlı, köklerini iyice oturtmuş olan fani (maddi-nakdi rant sağlayan) ağalıkKemalizm ittifakının bu isyanı ezdiğini söyler. Ağrı ayaklanmasının “ulusal ölçekte ezilen Kürtlüğün Türk burjuvazisine karşı mücadele ettiği oranda devrimci nitelikte olduğu”nu belirten Kıvılcımlı, “fakat uluslararası ölçekte ise yine emperyalizme dayandığından karşı-devrimci yöne kaydı” tespitini yapar. Kıvılcımlı sıranın ulusal harekette temel güç olması gereken köylülüğün isyanında olduğu sonucuna varır. (Doktor’un bu tahmini yıllar sonra doğru çıkacaktır!) Son bölüm olan Parti ve “Doğu” başlığında, Kürt ulusal meselesinde Türkiye komünist hareketine düşen görevleri sıralar. Kürt halkının sömürge ko-

şullarını hesaba katmayan sol hareketin “iflah olmaz softalığa” düşeceğini belirtir. Kıvılcımlı, Kürt halkının kurtuluş mücadelesinin yalnız Türkiye sınırları içinde olmadığına, ‘Doğu Balkanları’ üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün birlikte ayrı bir devlet kurma hakkına sahip olduğuna şu ifadelerle değinir: “Yalnız Türkiye’deki değil, bütün Kürtlüğün kurtuluşunu gözetme: Kürt halkı (işçi ve köylüleri) Türkiye’ye özgü bir ulusal yazgı değildir, İran sınırlarından Irak, Suriye’ye kadar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun bileşimi olan, şimdiki cumhuriyet sınırları çevresinde özellikle İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin sömürgesi halinde ezilen ve soyulan bir Kürtlük var. Türkiye sınırları dışındaki Kürtlerin sömürge koşullarını tekrarlamak bir totoloji olurdu. Çünkü onlar, adı üstünde, sömürgedirler. Bizim burada, Türkiye içindeki Kürtlerin de dışımızdakilerden farksızcasına sömürge yöntemlerine tabi olduğunu göstermemiz, ‘Doğu Balkanları’ üstünde çırpınan İngiliz-Fransız-Türk vb. sömürgesi durumundaki bütün Kürtlük azınlıklarının kaderce ortak bir bütün oluşturduğunu kanıtlamak içindi. Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek olan ayrı bir devlet oluşturmaya karar verme hakkı, Kürtlüğün kendi alınyazısına, siyasal bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olması hakkı, yalnız Türkiye’deki Kürtle-

rin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasal yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun idealleştirildiği gün, Irak ve Suriye’de Kürtleri, eski zamanın ‘koç başı’ gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkarları aynı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.” Kürt ulusal sorununda TKP’nin o güne kadar takındığı tavrın ciddi ve acımasız bir şekilde eleştirilmesi gerektiğini ifade eden Kıvılcımlı, TKP’ye düşmesi gereken görevleri ‘ezilen Kürdistan halkıyla bağlanmak ve Kürdistan Komünist Partisi’nin kuruluşunu kardeşçe hazırlamak’ olarak belirtir. Hayatını Türkiye devriminin mücadelesine adamış olan komünist önder Dr. Hikmet Kıvılcımlı, tüm ezilenlerin mücadelesine inandığı kadar Kürtlerin mücadelesine de inandı. Ve bu inancını daha 30’lu yaşlarda Elazığ Hapishanesi’nde kaleme aldığı YOL eserindeki İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) bölümünde dile getirdi. Marksist-Leninist çizgiden kopmadan ayağı bu topraklara basan bir anlayışla pratik savaşımın özelliklerini belirlediği YOL çalışmasında, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), eserin en önemli bölümlerinden birisidir. Seksen yıl önce kaleme alınan ve güncelliğini yitirmeyen bu eser, Türkiye devrim tarihi boyunca onu okuyanlara olduğu kadar günümüzde bizlere ışık tutuyor.

23. sayfadan devamı

gür ruhlu insanını temsil etmekteydi. Barbarlığın yaratıcılığı aslında özgür insanın yaratıcılığı ile eşleşmekteydi. Kıvılcımlı kapitalizmin temsil ettiği üretici güçler atılımını da öncelikle barbarlığa tetikleterek özgür düşünceye verdiği önemi ortaya koyar. Bunu belki de biraz kuşdili ile yapılan bir reel sosyalizm eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Benzer biçimde parti içinde özgür tartışma da Kıvılcımlı’nın ölümüne kadar bağlı kaldığı Leninist geleneğin bir parçası olarak Kıvılcımlı külliyatının merkezi konularından biri olmaya devam eder. YOL otokritiği tamamen böylesi bir tartışma geleneğini yaratma

zorlaması olarak değerlendirilmelidir. Fakat açıkçası Kıvılcımlı bu zorlamaları ortalamanın o kadar üzerinde bir yetkinlik ve birikim ile gerçekleştirir ki muarızları açısından tartışmaya girebilmek de o derece zorlaşmıştır denebilir.

devrimci nesillerin en önemli beslenme kaynaklarından birisi olarak ve mirasını güncel koşullara uyarlayarak zenginleştirmek; geleneğimizin en önemli başarılarından birisi olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir. Kıvılcımlı’nın Ortadoğu’nun kültürel tuzaklarını aşacak bir devrimcilik inşa etmek için en büyük kozumuz olacağı önümüzdeki fırtınalı günlerde daha belirgin bir biçime ortaya çıkacaktır.

Bugün Kürt hareketi, böylesi bir ezilenler bloğunu kendi tabanı çerçevesinde yaratmayı başarmıştır. Fakat en son muhafazakârlaşma ile mücadele yaklaşımlarına baktıkça Batı’da bu işin başarılabilmesi için daha çok yol almamız gerektiği yeniden ortaya çıkmıştır. Kıvılcımlı’daki bir diğer temel izlek ise “özgür düşünce”dir. Kıvılcımlı, reel sosyalizmin özgürlük meselesine yeterli önemi vermiyor olmasının aksine özgür olmakla neredeyse diğer tüm olumlulukları eşleştirir. Barbarlık onun için tarihin öz-

26

Sonuç olarak… Geleneğimiz ve Kıvılcımlı

Bugün Kıvılcımlı okumalarının en verimlisini geleneğimizin gerçekleştirdiğini söylemek desteksiz bir böbürlenme olmayacaktır. Doktorcu ortamlarda fazlaca bulunan paslanmış zihinlerin deformasyonundan Kıvılcımlı’yı koruyarak, onu


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

Son 10 Yılın Topluma Maliyetleri Belirginleşirken;

POLİTİK TALEPLERİ NASIL BELİRLEMELİ

M

etrobüs zamlarına karşı çıkan eylemler yapıldı geçen yıllarda. Gerekli eylemlerdi. Fakat bugün geldiğimiz noktada metrobüs hattının kalabalığı ve yetersizliği hepimizin temel şikâyeti. Metrobüs bilet ücreti o ölçüde ciddi şikâyet konusu değil? Niye böyle? Bu soru bizim politika yapma tarzımız açısından tartışmaya değer. Zamlara karşı ve aldığımız hizmetlerin ücretlerinin fazlalığı üzerine ürettiğimiz talepler bir tartışma açmanın aracı olarak ve daha büyük bir bütünün içinde anlamlı tabi. Fakat insana değer veren bir sistem ve bir alternatif yaşam istediğimizi anlatmak açısından bu eylem ve talepler yeterli olmuyor. “solcular, sosyalistler zamlara karsı eylem yapmış” dendiğinde bu niye heyecan yaratmıyor. Bu, muhalif politikanın genel güçsüzlüğü dışında nasıl açıklanabilir. Alternatifin, paraya değil insani gelişime ve özgürleşmeye dayalı bir sistem ile mümkün olduğunu, salt ekonomik taleplerle; yoksulluğa ya da eşitsizliğe yaptığımız genel vurgularla anlatmak kolay değil. Son on yılın ekonomik büyümesinin tüketiciliği kitleselleştirdiği, “kitlelerin” tüketiciliğin nasıl bir boyunduruk olduğunu ve sürdürülemezliğini gördükleri bir döneme giriyoruz. Kapitalizmin başarısı dedikleri bu… Metrobüs İstanbul’da genel olarak sistemin krize girmesini engellemeyi amaçlayan şekilde aceleyle yapıldı. Olmaması felaket olurdu, yapıldı. Fakat otoyollar gibi yatırım amaçlı yani (hem yapana hem işletene) kâr sağlayacak ve özelleştirilecek diye yapıldığı ortaya çıktı. Şim-

di onun yerine raylı bir sistemin gerekliliğini İstanbul Belediye Başkanı’nın bile kabul ettiği bir döneme girdik. İnşaat, emlak ve otomobil sermayesinin insafındaki kentlerde sıkışık otobüslerden kaçmak isteyenlere önerilen çözüm ise başka bir tuzak. İnsanların 20 30 milyara araba satan tekellere ve bankalara borçlandırıldıkları ve üstelik aldıkları arabaların içinde saatler geçirdikleri ya da kullanmak için yolların boş olduğu saatleri bekledikleri, kar ve yağmur yağdığında tıkanıklıkların araba kullanmayı imkânsız hale getirdiği bir trafik çilesi var. Kısaca söylemek gerekirse sağlıklı, insana değer veren, ekolojik ve kâr amaçlı olmayan alternatifleri “zamma karşıyız” ile sınırlamayan bir politik yönelim daha anlamlı olacaktır. Sermaye ve onun iktidarı yaptığı inşaatlardan, yollardan bahsedebilir. Biz temel olarak otomobile dayalı sistemin gürültü, kanser, hava kirliliği üreten, sokakta yürümeyi bile kısıtlayan, insanların borçlandırılması temeline oturan bir sistem olduğunu anlatacağız. Zamma karşı olmak çok gerekli, vazgeçmemeli, ama 160 milyar dolar ihracatı olan bu ülkede kanserden yılda 60 bin kişi ölüyorsa ve 200 bin insanımız kanser oluyorsa bu konuda ciddi politikalar üretmemek büyük bir eksikliğimiz. Tam da iktidarın son 10 yılda yaratmak istediği zemine girmemiz anlamına da geliyor bu konulardan bahsetmemek. TOKİ konutları, otoyollar, emlak çılgınlığı ve her keseye yönelik tüketim alternatifleri vesaire derken zamma karşı olmak dışında yaratılan sistemin adaletsiz, insana, doğaya değer

vermeyen, işsizlik, yağma, borçlandırma ve sömürü odaklı bir sistem olduğunu bizzat her gün yaşadıklarımız üzerinden ifade edebiliriz. Onlar yoksul hanelere kömür dağıttıklarından, dul aylıklarından bahsediyorlar. Köyünün, kasabasının, memleketinin beton yığını olduğundan şikâyet etmeyenimiz var mı? Şehirde yediğimiz ve çocuklara yedirdiğimiz gıdaların sağlıklı olduğundan emin olanımız var mı? Elektrik, doğalgaz, cep telefonu hep özel şirketlere kâr sağlıyor. Bu gibi kullanmak zorunda olduğumuz hizmetlerin özel şirketlerin kâr ve fahiş vergi konusu olmasına karşı çıkmamız kime ters gelecek? Kışın doğalgaz ve enerji fiyatlarından memnun muyuz, bunun kamusal bir alternatifi yok mu? Sermaye yanlısı iktidarların yaptıkları otoyollar şimdi özelleşti, şehir ulaşımı da benzer bir süreç geçirecek. Tıpkı zelleştirilme bedelinin otoyollardan geçenlerden alındığı gibi, bu konuda da şirketler kâr üzerine kâr edecekler. Kısacası son on yılda daha geniş bir kesim tüketici olmanın “nimetlerinden” faydalanırken; artık bu nimetlerin ve kapitalist birikim saçılmasının ve her alanda insanın karşısına çıkmasının, insanı ve ekolojiyi kullanmasının maliyeti ve gerçek boyutları ortaya çıkıyor. Artık sermaye karşısında toplumu güçlendirecek kamusal alternatifleri öne çıkartmak ve sermayeye değil insan onuruna, özgürlüğüne, katılımına ve gelişimine değer veren alternatiflerden ısrarla bahsetmek gerekiyor.

M. ÖZGÜR

Sermaye ve onun iktidarı yaptığı inşaatlardan, yollardan bahsedebilir. Biz temel olarak otomobile dayalı sistemin gürültü, kanser, hava kirliliği üreten, sokakta yürümeyi bile kısıtlayan, insanların borçlandırılması temeline oturan bir sistem olduğunu anlatacağız. Zamma karşı olmak çok gerekli, vazgeçmemeli, ama 160 milyar dolar ihracatı olan bu ülkede kanserden yılda 60 bin kişi ölüyorsa ve 200 bin insanımız kanser oluyorsa bu konuda ciddi politikalar üretmemek büyük bir eksikliğimiz.

27


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

Irak’ta Başka bir Bahar Ayşe TANSEVER

Sünni direnişinin, Finans Bakanı’nın korumalarının tutuklanmasını protestodan başka boyutlar taşıdığını gösteren işaretler vardır. Örneğin protestolar sırasında Saddam dönemi Irak bayrakları dalgalandı. Tunus, Libya ve Yemen’de duyulan türden ayaklanma marşları söylenmeye başlandı. Maliki bunun üzerine Irak’ta “Arap Baharı” rüzgârlarının estiğini söyledi. Ancak olaylar Arap baharı yaşanan ülkelerdeki gibi kendiliğinden bir özellik taşımıyor.

28

S

on günlerde Irak’ta Sünni kesimde sık sık protestolar yaşanıyor. Irak Finans Bakanı Sünni lider Rafai el Esavi’nin özel korumaları üstünde eylem için hazırlanmış patlayıcılar bulundu ve derhal tutuklandılar. Sorgulanmalarında Bakan’ın emri doğrultusunda çalıştıklarını söylediler. Finans Bakanı’nın benzer suçlamalar yüzünden ülkemize sığınan ve gıyabında ölüme mahkûm edilen Tarık Haşemi ile bağı var. İddialar o ki, ortada iktidara karşı darbe hazırlığı içinde olan gizli bir ordu var ve Tarık Haşemi ile Finans Bakanı Esavi bu işin içindeler. Esavi de bir zamanlar Anbar’da silahlı İslam örgütü Irak Haması’nın

liderliğini yapmıştı. Söylendiğine göre ülke güçler dengesi uygun hale gelince Maliki Finans Bakanı’nı da tutuklatacaktır. Böyle bir gizli darbe ve ordu iddiaları ardından tutuklamalar Irak Sünnilerini sokaklara döktü. Anbar ve Musul’da binlerce Sünni Iraklı günlerdir protestodalar. Bazı meydanları işgal ederek oturma eylemi başlattılar. Hatta başkent Bağdat’a giden bir yola barikatlar kurarak trafiğe kapattılar. Suriye Sünni bölgesine komşu olan bu kesim Suriye’ye giden yolları da kestiler. Yazıyı kaleme aldığımız günlerde protestolar ikinci haftasına girdi. Finans Bakanı korumaları, cezaevlerinde işkence gören ve haksız yere tutulan binlerce Sünni’nin serbest bırakılmasını istiyorlar.

Sünniler üzerinde bilinçli bir Şii katliamından söz ediyorlar. Terör yasalarının kaldırılmasını istiyorlar. Kamu hizmetlerinin Sünni bölgesine adil şekilde dağıtılmamasından şikâyetçiler. Maliki protestolar karşısında biraz geri adım attı ve 11 tane Sünni kadın tutukluyu serbest bıraktı. Ancak bunlar öfkeyi yatıştırmadı. Çünkü olayların arkasında daha büyük bir Sünni öfkesi, hoşnutsuzluğu var.

Perde Arkası

Sünni direnişinin, Finans Bakanı’nın korumalarının tutuklanmasını protestodan başka boyutlar taşıdığını gösteren işa-

retler vardır. Örneğin protestolar sırasında Saddam dönemi Irak bayrakları dalgalandı. Tunus, Libya ve Yemen’de duyulan türden ayaklanma marşları söylenmeye başlandı. Maliki bunun üzerine Irak’ta “Arap Baharı” rüzgârlarının estiğini söyledi. Ancak olaylar Arap baharı yaşanan ülkelerdeki gibi kendiliğinden bir özellik taşımıyor. Olayların arkasında Sünni politik liderlerin varlığı biliniyor. “Irak İslam Partisi ya da Müslüman Kardeşler örgütünün bir parçası bulunmaktadır. Eğer gerekirse zor kullanarak otonom bir Sünni alan yaratmanın sözcüsü bunlardır.” (Reuters com.6 Ocak İslamist pursue own agenda in Iraq’s Sunni protests.) Irak Sünnileri Şii tahakkümünden yakınıyorlar. O nedenle de Kürtler gibi ayrıl-

mak, olası bir federe Sünni devleti kurmak istiyorlar. Irak Sünni topluluğu Saddam dönemindeki ayrıcalıklarını yitirmenin acısını çekiyorlar. Şii iktidar altında olmaktan hoşnut değiller. Değişen Şii ve Sünni dengesi onların aleyhine gelişti. ABD işgali sonrası Saddam altındaki ayrıcalıklarını kaybetmeyi bir türlü kabullenemediler. Maliki’yi suçluyorlar. Saddam öncesi Şiilerden duyulan şikâyetler şimdi Sünnilerden duyulmaya başlandı. Biraz geçmişi, ABD işgali dönemlerini hatırlayalım. ABD işgal sırasında Şii’lerden destek alıp Sünni yapılı Saddam Irak’ını işgal etti. Hatta Şiilerin işgale destek verdiği söylendi. İşgal sonrası ülkedeki direnişin arkasında Saddam’ın Sünni ordusu vardı. Ellerindeki silahları ve askeri yeteneklerini ABD güçlerine karşı başarı ile kullandılar. Sonra ABD bunlarla pazarlığa oturdu ve anlaştı. O dönem onlara maaş bağladı. Ortalık biraz duruldu. ABD, işgal döneminde Şii ve Sünniler arasında oynadı. İki tarafı birbirine karşı kullandı. Böylece kendi çıkarını korudu. Aynı zamanda da kendine öz güç olarak Irak Al-Kaide güçlerini örgütledi. O dönemin güçler dengesine, pazarlıklara göre ya Sünni alanlarda ya Kürt bölgelerinde ya da Şii alanlarda bombalamalar, sabotajlar yaşandı. ABD sonuçta bunlarla baş edemedi ve yenik bir şekilde çekilme kararı aldı. Seçimler yapıldı. Şii’ler ve Sünniler Kürt devlet başkanı Talabani altında bir iktidar kurdular. Hükümetin başına da Şii Maliki geçirildi. Anlaşıldığı kadarı ile bu iktidardan Sünniler memnun değiller. ABD’ye karşı Irak’ta devrimci mücadele vermiş hatta ordular kurmuş olan ünlü direnişçi Muk-


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

teda al Sadr bile son günlerde Maliki’yi suçladı ve protestoculara destek verdi. Daha dengeli bir politika izlemesi doğrultusunda uyardı. Ayrıca sekter sloganları ve Saddam’ın Baas Partisini yüceltmelerine karşı da Sünni politikacıları ikaz etti. Kürt Başbakan Mesut Barzani’de aynı doğrultuda çağrıda bulundu. Bu ezilmişliğe karşı da Haşimi öncülüğü ile gizli bir Sünni ordusu kurulmuş olması mümkündür. Sünniler de kurtuluşlarını Kürtler gibi bağımsız bir yapı içinde görmek isteyebilirler. Ezilmeye ve Şii baskısına karşı böyle bir çıkış yolu arayışı içinde olabilirler.

Başka Bir Boyut

Başka kaynaklara göre de işin altında CIA tarafından hazırlanmış bir plan vardır. Orta Doğu’da ABD’nin yenilgisi, bilindiği gibi

İran’ın bölgede güç kazanmasına yol açtı. İran müttefiki Suriye ile birlikte ABD gerici eylemlerine karşı duran bir mücadele veriyor. Lübnan’daki Hizbullah da destekçileri arasında. İsrail’in saldırısını Hizbullah geçtiğimiz yıllarda boşa çıkarttı. Öte yandan Maliki’nin İran ile ilişkilerinin her gün geliştiği de bilinen bir gerçekliktir. Bölgedeki en yakın müttefik Mübarek gitmiştir. Mursi’nin rengi belli olsa bile iktidarda ne kadar sağlam durabileceği açık değildir. Ürdün kralı ise son Arap Baharı olayları ile epey yıprandı. Bahreyn zaten küçük bir ülkedir ama gene de Şii eylemliliği ile çalkanmaktadır. Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar küçük ülkelerdir. Onlar finans olarak desteklemede kul-

lanılıyorlar. ABD ve İsrail ittifakının Türkiye ve Suudi Arabistan dışında bölgede yeni güçlere ihtiyacı vardır. Böyle bir güç Suudi ve Türkiye’nin isteyebileceği, onların yönelişlerinde bir Sünni devleti olabilir. Bu devlet Suriye’nin parçalanmasından sonra Sünnilerin yaşadığı kesimi içine alabilir. Suriye parçalanması ile ortaya çıkacak karmaşanın bir bölümü böylece yeni bir yapı bulabilir. Esad iktidarına karşı dövüşen güçler arasında Irak al-Kaide elemanları biliniyor. Bu güçler Anbar kentinin mağaralarında, vadilerinde gruplar oluşturup Suriye topraklarına geçiyorlar. Anbar kenti ABD işgali altında 2005-2007 yıllarında al-Kaide kalesiydi şimdi de Sünni direnişinin kalesi oldu. Yöre aşiretleri de al-Kaide güçlerine o dönemde

gaza sahiptir. Son haberler her ne kadar çeşitli kaynaklarca doğrulansa bile bizce soru işaretleri taşıyor. Ama Sünniler şimdiden yüreklendiler bile. Anlaşıldığı kadarıyla Maliki İran ile ilişkilerini geliştirdikçe bölge Sünnileriyle arası açılma yoluna gitmektedir. Son Türkiye ve Maliki arasında yaşananlar akıllardadır. Sonuçta Irak Sünni bölgesindeki gelişmeler öyle gel geç protestolardan çok tüm bölgede yankı bulacak olaylardır. Orta Doğu hızlı bir şekilde Şii ve Sünni ayrışmasına doğru kayıyor. ABD ve Batı güçleri de böyle bir ayrışmaya kendi çıkarlarını korumak için bel bağlamışa benziyorlar. Bunu destekliyor, para ve silah yatırıyorlar. Irak Sünni bölgesinde yaşananlar Maliki’nin dediği gibi değil başka bir “baharın” habercisidir.

ABD ve İsrail ittifakının Türkiye ve Suudi Arabistan dışında bölgede yeni güçlere ihtiyacı vardır. Böyle bir güç Suudi ve Türkiye’nin isteyebileceği, onların yönelişlerinde bir Sünni devleti olabilir. Bu devlet Suriye’nin parçalanmasından sonra Sünnilerin yaşadığı kesimi içine alabilir.

göz yumup destek verdiler. Son olaylarda Saddam bayrağı kadar Suriye Özgürlük Ordusu bayrağının açılması bir rastlantı değildir. Ayrılıkçı rüzgârlar buradan dalga dalga yayılıyor. Ancak böyle bir Sünni kopuşmasını yüreklendirici maddi bir gelire ihtiyaç vardır. Irak’ın petrol gelirleri ya Kürdistan kesiminde ya da Şii denetimindeki Basra bölgesindedir. İşte tam bu ortamda her nasılsa birden Anbar gibi Sünni topraklarında da önemli petrol alanları keşfediliverdi. Buna ek olarak 53 trilyon metre küp doğal gaz kaynağının varlığından söz ediliyor. Yani Sünnilerin ne Basra ne de Kürdistan zenginliğe ihtiyacı vardır. Onlar da artık petrol ve doğal-

29


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2013

MISIR’DA ANAYASA OYLAMASI SONRASI KISKACI Ayşe TANSEVER

Seçmen kütüğüne kayıtlı her 100 Mısır’lıdan 69 tanesi referanduma katılmamıştır. 18 tanesi evet demiştir. 13 tanesi de hayır oyu kullanmıştır. Yani 100 Mısırlıdan ancak 13 tanesi Anayasayı kabul etmiş 82 tanesi ya boykot edip sandığa gitmemiş ya da hayır oyu kullanmıştır. Şimdi soralım, bu anayasayı Mısır halkı kabul etmiş mi oluyor? Yani 83 milyon Mısırlı önümüzdeki süreçte bu yasalar dizini sınırları içinde birbirleri ile yaşayabilecekler midir?

30

M

ısır’da Arap Baharı süreci sancılı geçiyor. Yeni anayasa oylaması bu devrim sürecinin daha başlarında olunduğunun işaretlerini veriyor. Anayasanın kendisi ve oylanma süreci çok şaşırtıcı ve demokrasilerde pek olmayacak biçimde geçti. Mursi başsavcıyı tutuklattı, anayasa yazma komisyonundan muhalifleri attı, tüm devlet yetkilerini üstüne aldı, sanki benim çıkarttığım anayasayı kabul etmelisiniz dedi. Apar topar, daha anayasayı okumaya fırsat bulmadan seçmenler sandı-

ğa gitmek zorunda kaldı. 120 bin asker ve polis, 6000 tank ve silah eşliğinde oylama yapıldı. Sanki birileri bir şeyler kaçırıyordu. Seçim kurulunun sonuçlarının mürekkebi kurumadan da Mursi anayasayı imzaladı. Herkese hayırlı uğurlu olsun dedi. Bu süreçte Tahrir Meydanı Mursi ve yeni anayasa karşıtları ile yine doldu. “Devrimimizi çaldırmayız” protestoları başladı. Birçok kente yayıldı. Mursi’nin Müslüman Kardeşleri ile çatışmalar yaşandı. 10 kişi öldü, yüzlercesi yaralandı. Muhalefet parçalıydı. Anayasayı boykot ya da hayır deme konusu tartışıldı ve boykot galip geldi. Oylama sonrası da Muhalefet lideri El Baradei “bu devrim arası geçiş dönemi anayasasıdır” dedi. Tahrir Meydanı boşaldı. Cuma namazlarından sonra yeni protestolar yaşanmıyor. Şimdi Şu-

bat sonlarında yapılacak olan parlamento seçimlerine hazırlanılıyor. Mısır sanki yeni anayasalı hayatına başlamış, olaylar durulmuş herkes işine gücüne dönmüş gibi. Elbette bu bir görüntüdür. Devrim süreci henüz tamamlanmamıştır. Başka bir safhaya, yeni fırtınalar doğuracak gebelik dönemine girildiğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Çünkü ne yeni anayasanın yasa olarak kendisi, oylama süreci ne de sonuçları demokratik bir şekilde gelişmedi.

Oylama Sonuçları

2 etapta yapılan oylamaya katılanların %63,8 ü anayasaya evet dedi. Buraya kadar bir şey yok. Ama sandık başına gidenler toplam seçmenlerin ancak %32,9’sidir. Yani seçmenlerin çoğunluğu oylamaya gitmedi. Sonuçta tüm rakamlar alt alta yazılıp toplandığında kabaca şöyle bir sonuç çıkıyor. Seçmen kütüğüne kayıtlı her 100 Mısır’lıdan 69 tanesi referanduma katılmamıştır. 18 tanesi evet demiştir. 13 tanesi de hayır oyu kullanmıştır. Yani 100 Mısırlıdan ancak 13 tanesi Anayasayı kabul etmiş 82 tanesi ya boykot edip sandığa gitmemiş ya da hayır oyu kullanmıştır. Şimdi soralım, bu anayasayı Mısır halkı kabul etmiş mi oluyor? Yani 83 milyon Mısırlı önümüzdeki süreçte bu yasalar dizini sınırları içinde birbirleri ile yaşayabilecekler midir?

Bunca farklı görüşleri, çıkarları, inançları olan insanların bir arada adalet, barış içinde yaşamasına kılavuzluk edebilecek midir? Mübarek anayasasını reddeden, demokrasi diye sokaklara dökülenler bu anayasa ile hedeflerine ulaşmış mı oluyor? Görünen köy kılavuz istemez, olmuyorlar. Arap Baharının güçleri çok yakında yine sokaklarda olacaktır. Mursi onayladı. Batı sesini çıkartmadı. Tunus ve Libya’ya bile örnek olarak gösterdiler. Eğer böyle bir sonuç Venezüella ya da İran’da yaşansa idi eminiz ki Batı güçleri onları tefe koyar oynatırdı. Ama Mısır gibi Batı müttefiki bir ülke olunca anayasanın kabul ediliş biçimi önemli değildir. Anayasa sonrası ortalığın karışması, istikrarsızlık ise bazılarına göre Batının istediği bir şeydir. Arap Baharını olumsuz, istikrar bozucu bir şey olarak Orta Doğu halklarına örnek göstermek açısından işlerine bile gelmektedir. Bir süre istikrarsızlık hem ülke düzenini karıştırıyor hem de ekonomiye darbe vuruyor. Halklar bu ortamdan bıkmaya başlıyorlar. Şaşkına dönüyorlar. Kaderlerine katlanıp eski düzenin devamını bile istiyorlar. Mısır’da Mübarek dönemini arayanlar çoktan sokaklara çıkmışlar bile. O nedenle anayasanın kabul edilişindeki çarpıklık Batı egemen güçleri açısından çok önemli değildir. Mursi de, ya bu durumun üstesinden geleceğini düşünüyor ya da anayasa oylamasının gecikmesinin getireceği şerre göre böyle kabul edilmesini yeğlemiştir.

Anayasa Eleştirileri

Anayasanın kendisi birçok yönden eleştiriliyor. Çok aceleye getirildiği ortadadır. Daha tamamlanamamış paragrafları olduğu söyleniyor. Çok bürokratik bulunuyor. Muhalefet, “ayrımcı ve şeriat yasalarına göre yazıldı” diyor.


Ocak 2013 / Sosyalist Dayanışma

Sıradan bir imamın bile maddeleri değiştirmesi olasıdır deniyor. İnanç ve ifade özgürlüğüne saygı olmadığı söyleniyor. Dini yapısı nedeniyle de kadın, azınlık ve başka dinden olanların hakları çiğnenmektedir deniyor. Uluslararası Sendikalar Birliği başkanlarından Mark Vorpahl ise “güçler dengesi dikkate alınmadan yazılmıştır” dedikten sonra mecliste işçi ve köylü kontenjanına yer verilmemesini büyük bir eksiklik olarak görüyor. “Onların hakkını savunacak kimsenin olmaması ülke barışına zarar verecektir” diyor. Anayasa Ordu’ya da hiç dokunmuyor hatta ondan sevgi ve saygı ile söz ediliyor, övülüyor. Mübarek’in devrilme sürecinde devrimci güçlerin karşısına silahları ile dikilen Ordu’nun ne bütçesine ne de devlet işlerine karışmasına bir fark getirilmiyor. Askeri mahkemeler göstermelik olarak kaldırılıyor ama askeri hedef alan bir suç olduğunda askeri mahkemede yargılanmanın kapısı da açık bırakılıyor. Ordu’nun yıllık ABD’den gelen 1,3 milyar dolarlık bütçesi dikkate alındığında bu dokunmamayı Mark Vorpahl Müslüman Kardeşlerin ABD’ye minnet borcu olarak değerlendiriyor. Sonuçta yeni anayasa Mübarek döneminin temel devlet yapısını değiştirmiyor. Evet oyu verenler ise anayasanın sosyal adaleti ve dayanışmayı sağladığını, işçi haklarını savunduğunu düşünüyor. “Tanrı korkusu olanlar onun kullarına kötü davranmaz” diyorlar. Bu maddelerin Mübarek anayasasında da olmasına rağmen bir türlü hayata geçirilememiş olması eleştirilerine karşı Mursi’nin uygulayacağına inanıyorlar. Hele yolsuzlukların önünü tıkamak için milletvekillerinin mal varlığı beyanında bulunması zorunluluğu getirilmesini anayasanın en olumlu maddeleri arasında değerlendiriyorlar. Evet oyu verenler açısından önemli diğer bir özellik de Mübarek dönemi politikacılarının 10 yıl süre ile politikadan men edilmeleri. Mursi yanlıları böylece Arap Baharı öncüsü oldukları, devrimi savundukları mesajını verdiklerine inanıyorlar.

Ekonomik Zorluklar Anayasaya

‘evet’

diyenlerin

çoğu, ülkenin son 18 aydır yaşadığı istikrarsızlıktan bıkanlardır. İstikrarsızlık can güvenliğinin olmaması, ölümler ve kutuplaşma dışında çok ciddi ekonomik sorunlar da doğurdu. Grevler ekonomiyi çökmenin eşiğine getirdi. İşsizlik arttı. Merkez bankası ocak ayı verilerine göre döviz miktarı tehlike sınırlarına geldi. 15 milyarlık dövizin ancak Ocak ayı sonuna kadar borç ödemeleri ve acil harcamalara yeteceği söyleniyor. Hatta Mursi oylamadan bir süre önce gıda fiyatlarına yapılan sübvansiyonları kaldırmak zorunda kaldı ama halkın sokaklara dökülmesi sonucu akşamına kararından döndü. Bu karanlık tabloda pound %30 değer kaybetti. Parası olanlar bankalardan paralarını çektiler, döviz aldılar. Merkez bankası döviz alımına sınır getirdi. Oysa zenginler zaten paralarını çoktan dışarı kaçırmıştı. Şimdi döviz dar boğazı yaşanıyor. Merkez bankası çok düşük kurdan yeni yıldan beri dış piyasalardan her gün açık arttırma ile milyonlarca döviz alıyor.

çisini kaçırdı. Başkanlık seçimlerindeki desteğini anayasa oylaması sırasında bulamadı. Şimdi ekonomiyi yürütmek için yapacağı IMF zamlarını halklar ne kadar kaldırabileceklerdir?

Tam anayasa tartışmaları sırasında IMF ile masaya oturuldu. IMF 14,5 milyar dolarlık kredi açmayı kabul etti. Bunun ilk taksiti olan 4,8 milyar dolar, Mursi hükümeti kemer sıkma politikalarını uyguladığında verilecektir. Sosyal harcamaları azaltıp vergileri arttırarak bütçe açığını %11’den % 8,5’e düşürmesi koşulunu yerine getirmesi gerekiyor. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda da IMF temsilcisi yola çıktı. Mursi, halkına kemer sıkmayı dayatacaktır. Halk da büyük olasılıkla daha parlamento seçimleri yapılmadan, Mursi’nin ekonomi politikalarına isyan için sokaklarda olacaktır.

Bütün bu gerçekler ışığında Mursi’nin ekonomi politikasındaki bu karanlık tablo, azınlık anayasası gerçekliği ortamı ve halkların Arap Baharı ile kabaran demokrasi özlemleri birbirini örtmemektedir. Ülke çok kısa dönemde yeniden çalkantılara gebedir. Şimdi Mursi’ye istikrarsızlık korkusu ile oy verenler bile İran’da olduğu gibi kefenlerini giyerek sokağa dökülebilirler.

Mursi’nin açmazı buradadır. Şimdiye kadar yaptığı gibi ne pahasına olursa olsun ekonomiyi tamire geçecektir. Yoksa ekonomik zorluk Mısır’ı daha büyük bir karmaşanın içine sokacaktır. Yani şerler arasında tercihi bu olmuştur. Mısır halkı zaten yoksul bir halktır. Olaylar başlamadan beş kişiden biri yoksulluk sınırındaydı. Şimdi bu oran her dört kişiden birine yükseldi. Bu yoksul kesimin çoğunluğunun da dini bütün Müslüman Kardeşler taraftarı olduğu tahmin edilebilir. Mursi’nin koltuğuna oturduğunda yaptığı ilk zamlar bir kısım destek-

Anayasayı imzaladıktan sonra yaptığı konuşmada Mursi Mısır’a yatırım yapılması için iş çevrelerine ayrıcalıklar getirme sözünü verdi. Yani Mursi ülke ekonomisini canlandırmanın yolunu olsa olsa dışarıdan ucuz emeğe gelecek yatırımlarda görmektedir. Bu ortamda da yeni iş alanlarının açılması, adil gelir dağılımı, çalışma koşullarında düzelme gibi beklentiler pek gerçekçi gözükmüyor. Para babaları yatırımı ancak karlarına kar katacaklarını görürlerse yaparlar yoksa yoksula iş bulalım da karınları doysun, mutlu olsunlar diye değil. Yani ekonominin canlanması için yeni yatırım beklentisi pek gerçekçi değildir. Hele hele ufukta bir istikrarsızlık varken yatırım beklentisi boşuna olacaktır.

Şimdilik geri çekilen muhalefet ne yapacak? Onlar da kendi içlerinde çok parçalılar. Boykot yerine hayır oyu kullanma kararında anlaşabilselerdi belki anayasa reddedilecekti. Onların da zorlukları var. Aralarında 6 Nisan gibi Arap Baharı öncesinden gelen devrimci güçler yanında Mübarek dönemi Bakanı bile bulunmakta.

Bütün bu gerçekler ışığında Mursi’nin ekonomi politikasındaki bu karanlık tablo, azınlık anayasası gerçekliği ortamı ve halkların Arap Baharı ile kabaran demokrasi özlemleri birbirini örtmemektedir. Ülke çok kısa dönemde yeniden çalkantılara gebedir. Şimdi Mursi’ye istikrarsızlık korkusu ile oy verenler bile İran’da olduğu gibi kefenlerini giyerek sokağa dökülebilirler.

Mısır gerçekten zorlu bir sürece doğru yol almaktadır. Ancak ufuklarındaki ışığı görebilirlerse mücadeleye devam gücünü elde edeceklerdir.

31


Hrant İçin, Adalet İçin... ….Bugün sessizlikle büyük bir ses yükselteceğiz. Bugün derinliklerin ışığa yükseldiği günün başlangıcıdır. Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim. Kardeşlerim, onun doğruluğa olan sevgisi, şeffaflığa olan sevgisi, dostuna olan sevgisi onu buraya getirdi. Korkuya meydan okuyan sevgisi onu büyüttü. Diyorlar ki “O büyük bir adamdı”. Size sorarım, o büyük mü doğdu? Hayır. O da bizim gibi doğdu. O gökten değildi, o da topraktandı. Bizim gibi çürüyen bir beden, fakat yaşayan ruhu, yaptığı iş, kullandığı üslup, gözlerindeki, yüreğindeki sevgi onu büyük yaptı. …. Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevkü sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz. Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisus’a borçluyum sevgilim. Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim. Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın, burada seni uğurlayanlardan ayrıldın. Kucağımdan ayrıldın. Ülkenden ayrılmadın. (23.01.2007 Cenaze Töreni, Rakel Dink’in Hrant’a Mektubu)

UNUTTURMAYACAĞIZ!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.