Sosyalist Dayanışma Dergisi Mayıs 2013 20. Sayı

Page 1

Süreç ve Demokrasi Müzakereler, Eleştiriler ve Ne Yapmalı?

Fiyatı: 1,5 TL

www.sodap.org

MAYIS 2013 YIL: 3 SAYI 20

Kadınlar Aralanan Barış Kapısını Zorlayacak Dinselleşmeye Karşı Nasıl Direnmeli?

Zulme teslim olmayacaĞIZ Meydanları özgürleştireceĞİZ

Ortak Devrimci İrade 1 Mayıs’ı Yine Kazanmıştır Tkp ya da Hangi Birini Söylemeli? “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!” Taksim Özgürleşecek! Despot Kaybedecek! Mücadele Büyüyecek! Korkun Bizden! Ermeni Soykırımı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Hkp Asbest Kentsel Dönüşümle Öldürecek! Chavez Sonrası Odtü’den Dicle’ye Mücadele Büyüyor Halkların Özgürlüğü İçin Savaşanlara Selam Olsun


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

SINIF SAVAŞINI VE HALKLARIN BARIŞINI BİRLİKTE BÜYÜTELİM! Yeni sayımızı, her gün aldığı yeni biçimle hızla eskiyen sıcak gelişmelerin baş döndürücü hızı içerisinden sizlere ulaştırıyoruz. İşçi sınıfı ve ezilenlerle burjuvazinin sınıf savaşının en somut, en görünen, en temsili arenası olan “1 Mayıs”, bu yıl da adeta bir meydan muharebesi şeklinde geçti. Burjuvazi amansız saldırdı. İşçi sınıfı, emekçiler, devrimciler ciddi direndi. Bizim olan meydanı tekrar ve tekrar kazanmak için... Tarih bir kez daha bizlere gösterdi ki halktan yana bir iktidar kurulmadan, nihai zafer kazanılmadan kazandığımız her mevziye kalıcı gözüyle bakıp rehavete kapılamayız, sürekli direnişi büyütmek, saflarımızı genişletmek zorundayız. Bu noktada en ufak bir kafa karışıklığı, en ufak bir kararsızlık büyük kayıplara neden olur. Bu nedenle önce kafa karışıklığı ve kararsızlık yaratmak için uğraştı burjuvazi. Aynı zamanda geniş yığınlarla bağımızı koparmaya, onlar karşısındaki meşruiyetimizi sarsmak için uğraştı can hıraş, bakanıyla, valisiyle, medyasıyla… Kısmen başarılı da oldu bu çabasında ve bundan aldığı güçle, daha bir hınçla, pervasızca saldırdı. Hazırlıklarda yetersizlikler olsa da gösterilen büyük direniş düşürdü maskelerini burjuvazinin ve onun iktidarı AKP’nin. Ancak ondan sonra anlatabildik geniş kitlelere “1 Mayıs Taksim’dir” ve eğer burjuvazinin saldırılarına karşı barikatı burada öremezsek ardından gelecek saldırıları göğüslemek çok daha zor olacaktır! Nitekim 1 Mayıs’ın hemen ardından ağzındaki baklayı çıkardı AKP hükümeti; bütün yoksulları Taksim ve Kadıköy gibi kent merkezlerinden sürme hazırlığındaydı. Niyetinin daha da fazlası olduğu İstiklal caddesindeki basın açıklamalarına vahşice saldırmasında gösterdi kendini. Yasaklama ve direniş sürüyor hala…

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 3, Sayı: 20 Mayıs 2013 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68

Basım Yeri: Yön Matbaacılık

Diğer yandan gün geçmiyor ki, ABD dışişleri bakanı bölgedeki bir gerici devletin yetkilileriyle görüşmesin, gazete sayfalarına Suriye, Lübnan ya da İran konusunda her gün yeni bir iddia ya da plan yansımasın. Emperyalist güçler ve onların bölgedeki işbirlikçileri gerici iktidarlar, halkların başına her gün yeni çoraplar örme niyetinde, hazırlığındalar. Bölge halkları için kaynayan kazanların ateşi hergün yeni bir çomakla harlanıyor.

Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

Bütün bu gelişmeler karşısında bizlere düşen içeride ve dışarıda halkların dostluk ve barış ortamını geliştirmek, dayanışmasını örmek. İnsanca yaşanacak bir dünya için güçlerimizi yan yana getirip, mücadeleyi yükseltmek. Ancak böyle son verebiliriz bu yağma düzenine…

sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sodap.org

2

Kürt sorununda yeni dönemin kapısı aralandı. Şu günlerde İmralı’da başlayan görüşmeler üzerine Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda yaptığı çağrıya binaen PKK gerillaları sınır dışına çekiliyor. 3 ay içerisinde çekilmenin tamamlanması bekleniyor. Kandil, hükümet kanadından bir saldırı olmadığı takdirde sürecin kesintiye uğramayacağını taahhüt etti. Ancak adil, eşit ve onurlu bir barış, demokratik bir yaşam için AKP hükümetinin atması gereken adımların ne kadarını atmaya girişeceği merak konusu. Halklar bu noktada umutlu değil. Umutlu olabilmek için Kürt özgürlük hareketi ile tüm demokrasi güçlerinin yan yana gelip bir büyük demokrasi mücadelesini yükseltmesi gerekiyor. Bu konuda sorumluluk hepimizin…


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

SÜREÇ VE DEMOKRASİ

1

Mayıs kutlamalarına karşı iktidarın tavrı “çözüm süreci”nin nasıl yaşanacağının işaretlerini ortaya koydu. Aslında böyle işaretlere gerek yoktu. AKP iktidarının politik özü ve “ustalık” döneminde kendine çizdiği yön ve rol hatırlanırsa yaşananlarda yadırganacak bir şey yoktur. 1 Mayıs kutlamalarına iktidarın tavrı pek çok şeyin yanında başlıca iki uyarı içeriyordu. İlki, iktidar her alanda kendi siyasal ölçülerini koyacak, bu ölçülere uymayanlar suçlanacak ve gazlanacaktır. Elbette bedel sadece gazlanmak olsa sorun değildir. Fakat bu ülkede sudan nedenlerle on bin Kürt politikacısı hala cezaevlerindedir. Hukukun nasıl keyfileştirildiği, “eski günleri” aratır hale geldiği biliniyor. İktidarın ölçütlerine göre “marjinal” olanlar gazlanmayı ve daha ötesini hak ediyorlar. İktidarın ikinci uyarısı, “çözüm süreci” ve demokrasi ilişkisi üzerinedir. 1 Mayıs olayları ile iktidar bu süreçte kimsenin demokrasi hayaline kapılmamasını bir kez daha vurgulamış oldu. Çözüm süreci ile demokrasi arasında bir bağlantı olacaksa bunun sınırlarını AKP belirleyecektir. “Başbakan Taksim 1 Mayıs için yasaklanabilir, sen hala Taksim’de yapacağım diye ısrar edebilir misin?” diye soruyor. Evet, demokrasilerde ısrar edilebilir. O kararın geri alınması için sonuna kadar mücadele edilebilir. Ancak AKP’nin “ileri demokrasi” anlayışında böyle bir şey olamaz. AKP’nin demokrasi anlayışı 1950’lerde iktidara gelen Menderes’inkinden bir adım bile ileri değildir. Menderes ve Demokrat Parti, “çoğunluk ve demokrasi ilişkisini” sonuçta çoğunluk diktatörlüğüne kadar uzanan bir tarzda kurmuştu. DP, kendi taraftarları için “Vatan Cephesi”ni örgütlemiş, her akşam radyolardan yeni üyeler okunmuş, diğerleri doğal olarak vatan hain-

liği zannıyla yaşamaya mahkûm edilmiş, işçi sınıfı en doğal hakları için mücadelesini biraz yükseltince, hemen sendikaların kapısına kilit vurulmuştur. Seçmen ve meclis çoğunluğunun her şeye hakkı olduğunu düşünen Menderes, o zamanlar “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” demişti. AKP bunca deneyden sonra böyle basit politik hatalar yapmamaya özen gösteriyor. Ancak aynı mantığa sahip olduğu özellikle “ustalık dönemi”nde her politik adımında ortaya çıkıyor. İnsanlık tarihinde, burjuva devrimleriyle başlayan, sosyalist ve halk devrimleriyle süren uzun siyasal mücadelelerle insan hakları; halkların, kültürlerin, azınlıkların varoluşlarından doğan hakları şekillenmiş ve kabul edilmiştir. Ülkemizde bu süreçler ya çok kısır bir şekilde yaşanmış, ya da hiç yaşanmamıştır. Tarihimizde, demokrasinin temel koşullarından olan bu haklar için mücadele etmiş bir burjuva partisi yoktur, kayda geçmemiştir. Demokrasiyi basit çoğunluk hesabı olarak kavramak, sonra da her türlü keyfiliğin yolunu döşemek sık rastlanan politik tercihler olmuştur. Hitler’in de iktidara çoğunluk yoluyla geldiği nasıl unutulabilir! AKP ve demokrasi ilişkisi tarihimizdeki basit çoğunluk hesabından, keyfilikten ve faşizme doğru gidişten farklı değildir. 1 Mayıs gösterilerine karşı iktidarın tavrı çözüm süreci için bir kez daha önemli bir uyarıdır: “Sakın ola ki, çözüm sürecinde AKP’nin ‘ileri demokrasi’ anlayışını ve sınırlarını zorlamayın!” Bu anlayışını her fırsatta açıklayan başbakan, aynı şeyi bir kez de 1 Mayıs’ta valinin ağzından duyurmuş oldu. İmralı sürecine gelince, kritik günler yaklaşıyor. Özellikle iki gelişme önem kazanıyor. CHP ve MHP’nin yükseltmeye çalıştığı şoven dalga, süreci bozucu noktalara varabilir. Aslında bu şoven

dalganın kışkırtılması iki ucu keskin bir kılıç gibi iş görebilir. Çekilmeden sonra başlayacağı ileri sürülen “demokratik mücadele” döneminde Kürt Halkının taleplerini sürekli baskı altında tutup, alt noktalara çekmek için güçlü bir bahane olarak kullanılabilir. Gözüken o ki, CHP ve MHP sürecin doğrudan karşısına çıkmanın onlara bir politik yarar sağlamayacağını biliyorlar, ancak şoven dalgayı yükselterek, Kürt Özgürlük Hareketinin talep çıtasını dip noktalara kadar indirmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Böyle bir gidişe karşı AKP iktidarı ne ölçüde direnç gösterebilir? Yeni başlayacak sürecin birinci büyük sorusu budur. İkinci gelişme, Gülen cemaatinin yavaş yavaş, doğrudan değil ama dolaylı olarak süreci eleştirmeye başlamasıdır. Cemaat biliyor ki, bu ülkede gerçekten demokratik bir mücadele yükselirse, kendi etki alanı kaçınılmaz bir şekilde daralacaktır. Bu gerçeklikten dolayı cemaat sürecin dolaylı yollardan yolunu tıkamak için hazırlıklara başlamıştır. AKP iktidarı ne ölçüde cemaatin bu direnciyle uğraşacaktır. Bu da ikinci büyük sorudur. Bu gelişmeler “ikinci adımın” büyük zorluklarla yüklü olduğunu gösteriyor. Bu bilinen bir gerçektir. Bu ülkede biraz siyasetten anlayanlar, halk kitlelerinin “demokrasi” talebini ciddiye alıp her davrandığında tüm egemen sınıf ve zümrelerin bin bir provakasyonla yolu kapadığını bilir. Bunun hazırlıkları çoktan başlamıştır. Öte yandan sürecin en önemli adımı olan çekilmenin nasıl gerçekleşeceğini yaşayıp göreceğiz. Fakat çekilmenin parlamento kararına dayanmadan yapılması iyi bir başlangıç olmamıştır. AKP konuyu parlamentoya getirme cesareti gösterememiş, her zamanki keyfi ve pragmatik tavrıyla geçiştirme yolunu seçmiştir. Kürt Özgürlük

Mehmet YILMAZER

Hareketinin sürecin yürümesi adına buna razı olması belli ölçüde anlaşılabilir, ancak böyle tavırların sürecin siyasal teminatlarını zayıflatacağı bilinmelidir. Ayrıca çözüm süreci çok önemli bir temel mantık sakatlığıyla yürüyor. Barışçıl yolla ve demokratik mücadele ile hakların elde edilebileceği savunuluyor. Bu konuda Kürt Özgürlük Hareketi kendine ve gücüne güveniyor. Ancak bunun böyle olacağını her adımda Kürt Hareketi kanıtlamak zorunda değildir. Kürt Özgürlük Hareketi bugüne kadar tam tersini kanıtlamıştır. Bu ülkede sırf “demokratik mücadele” ile haklar alınamıyor. Bugün “inkâr” politikası iflas ettiyse bu imza toplayarak olmadı. Mademki AKP çözüm iddiasıyla yola çıkıyor, demokratik mücadele ile bu ülkede hak alınabileceğini kanıtlamak zorunda olan artık devlettir. Çünkü bu ülkede demokratik yollarla siyasal hak alındığının tarihte bir örneği yoktur. Devletin sicili böyle iken, demokratik gelişmelere tek engelin PKK ve verdiğini mücadelenin gösterilmesi tam bir ikiyüzlülüktür. Yeni süreçte devlet demokratik mücadelenin alanını daraltmak için elinden gelen her çabayı gösterebilir, ya da diğer güçlerin bu konudaki direnç ve provakasyonlarını gerekçe yaparak kendini aklayabilir.

3


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

MÜZAKERELER, ELEŞTİRİLER VE NE YAPMALI? M. Mert SİNAN

Giderek dönemin iyi niyet ezberi olmaya başlayan “sosyalistler bu süreçte seyirci olarak kalmamalı, aktif tutum almalı” meselesinde ise biraz geri kalınmaktadır. Anlama ve anlamlandırma kısmını bir an önce aşarak sürecin yönlendirilebilmesi ile ilgili taktik bir çerçeve belirleyebilmek önem kazanmaktadır. Kürt sorunu ile ilgili konuşmanın en zor olduğu dönemlerde her ne pahasına olursa olsun halkların kardeşliği sloganlarına sahip çıkanların bu dönemde de etkin rol oynayabilmesi boyunlarının borcudur. Burada HDK’ye önemli bir rol düşmektedir.

4

K

ürt sorunu konusunda ülkenin ve bölgenin tarihi günlerden geçtiği açıktır. Karayılan’ın Kandil’den yaptığı açıklama sonrasında her şey biraz daha belirginleşmeye başladı. Gerilla güçlerinin sınır dışına çekilmesi sıradan bir gelişme değildir. Kürt hareketi siyasi bütünlüğü ile ilgili bir sıkıntı yaşamaksızın Öcalan’ın değerlendirmeleri doğrultusunda adımlar atıyor. Tanımlanan üç aşamadan birincisi en azından böylece tamamlanmış oluyor. Tabii bölgenin oynak karakteri her an yeni gelişmelere de gebedir. Suriye’de ardı ardına yeni hamleler ortaya çıkarken (İsrail’in Şam’ı bombalaması, Erdoğan’ın uzun bir aradan sonra yeniden Esad’ı tehdit etmesi, ABD tazyikli Türkiyeİsrail barışmasının doğal sonuçlarıyla ilgili ipucu vermektedir) PKK-Devlet ilişkilerinde de yeni dalgalanmalar ortaya çıkabilir. Gerilla birliklerinin çekilmesi sonrasında Anayasal düzenlemelerin gündeme geleceği ikinci aşamaya geçilecek. Türkiye solunun önemli bir kısmı bu süreci de Arap Baharını okuduğu gibi okuma eğiliminde. Nasıl Arap Baharı ABD’nin bölge politikalarının doğal bir sonucu ise PKK-Devlet görüşmeleri de benzer bir emperyalist projenin parçası. Arap Baharı analizinde başta Mısır, Tunus olmak üzere emekçilerin düzenden duydukları öfkenin ve bunların bir politik özne olarak oynadıkları rolün etkisi nasıl görülmüyorsa burada da Kürt halkının örgütlülük seviyesinin ve oynadığı rolün neredeyse hiçbir etkisi yok. Emperyalizm tüm özneleri parmağında oynatma konusunda hiçbir sıkıntı yaşamıyor. Oysa emperyalizm tam anlamıyla etkisiz bir faktör olmasa da halkların direniş gücünü bir etken olarak görmeme hali çok derin bir umutsuzluğun

göstergesi. Emperyalizmi bu kadar kadir-i mutlak bir güç olarak görenlerin emperyalizme karşı kararlı bir mücadele sürdürebilmeleri oldukça güç görünüyor. Doğrudur devlet ile PKK müzakerelerinin başlangıcında sadece Türkiye’nin iradesinin olduğunu düşünmek gerçekçi değil. Hatta süreç ilerledikçe PKK’nin Kürdistan’ın özellikle Suriye ve İran parçalarında oynayabileceği rolün çok belirleyici bir faktör olduğu anlaşılıyor. Göründüğü kadarıyla devletle PKK arasında bir ön anlaşma varsa bunun Türkiye Kürdistan’ından ziyade ya da en azından onun kadar Rojava ile ilgili kimi düzenlemeler hakkında olduğu bile düşünülebilir. Görüntü, PKK’nin Türkiye’de silahlı değil ama siyasi mücadele seviyesine çekilerek Rojava’yı güvence altına alması olarak gözükmektedir.

Aceleci Sonuçlara Varmaktan Uzak Durmalı

Bu durumun ortaya çıkmasında tüm niyetlerden bağımsız olarak PKK’nin bölgede oynayabileceği potansiyelin büyüklüğü belirleyicidir. Eğer böylesi bir örgütlülük ortaya çıkarılamamış olsaydı inkârcı ve asimilasyoncu anlayışın böylesi bir müzakere sürecine soyunması da mümkün olmazdı. Dolayısıyla henüz neredeyse hiçbir detayı belirlenmemiş, dinamik bir sürece giriyoruz. Sürece genelde negatif anlamda yaklaşan kesimler ise bu noktada ortaya çıkan kimi ipuçlarından yola çıkarak gereğinden fazla detaylı sonuçlar üretmeye çalışıyorlar. Daha 6 ay önce Erdoğan’ın idamı geri getirmekten bahsettiği unutuluyor. Son derece kaygan bir zeminden geçiyoruz. Bu kaygan zeminde bugünden yarına çok kapsamlı değerlendirmeler yapabilmek mümkün görünmemektedir. Kimi tali değerlendirmelerden

yola çıkarak dört başı mamur teoriler üretmeye çalışanlar kısa zamanda duvara toslayacaklardır. Çünkü en genel bir çerçeve dışında ortada kapsamlı bir anlaşma var gibi görünmemektedir. Öcalan’ın 21 Mart konuşmasında kullandığı “İslam kardeşliği” meselesi AKP kamuoyunu ikna etmek için geliştirilmiş bir argümandır ama yarattığı sonuçlar itibariyle kimi olumsuz tartışmaları tetiklemiştir. Özellikle Alevilerin Kürt hareketinden koparılması noktasında bu argüman ince ince işlenmektedir. Hatta bunun üzerinden PKK’yi Sünni cephenin silahşoru haline getiren değerlendirmeler de yapılmaktadır. Bu kadar acelecilik, teori atmasyonculuğu merakından kaynaklanmıyorsa kötü niyetliliktir. Ülkede gerçek anlamda bir düzen karşıtı bloğun oluşabilmesi için Aleviler ve Kürtlerin yakınlaşması hayati derecede önem taşımaktadır. Devletin de tüm taktikleri bu kesimlerin yan yana gelmesini engellemek üzerine kuruludur. Sürece dair sosyalistlerin her söylemi onaylamacı bir tutum alması gerekmemekle birlikte halklarımızın arasındaki güvensizlikleri aşırılaştırmaya dönük tutumlar devrimcilere kazandırmayacaktır. Başkanlık sistemi ile ilgili yapılan değerlendirmelerde hızlıca BDP’yi AKP’nin destekçisi olarak resmetmeye çalışan değerlendirmeler de süreç ilerledikçe etkisini yitirmeye başlamıştır. Özellikle Demirtaş’ın başkanlıkla ilgili yaptığı son değerlendireler sağlıklı bir noktaya gelindiğinin işareti olarak okunabilir. BDP yöneticilerinin Başkanlık Sisteminin çeşitli türevlerini destekleyebilecekleri yönlü açıklamaları daha sonra yapılan uyarı ve eleştirilerle daha sağlıklı bir


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

noktaya gelmiştir. En son 1 Mayıs ve sonrasında yaşanan tablo da açıkça ortaya koymaktadır ki Erdoğan tek adamlık rolüne giderek ısınmaktadır. AKP’nin öngördüğü rejimin otoriter bir tek adam rejimine dönük olduğu çok açıktır. Herhangi bir mekanizmanın bu otoriter başkanlığı kurumsal olarak dengeleme şansı yoktur. Dolayısıyla AKP’yle bu yönde girilebilecek bir alışveriş Kürt hareketinin Türkiye soluyla iletişiminde onulmaz yaralar açacaktır. Fakat süreçten de görüldüğü gibi eleştiri ve katkıların dönüştürücü gücü bulunmaktadır. Bu anlamda referandum yapılmış ve BDP-AKP ittifak eylemişçesine ortaya konan analizler

derin bir hayal gücünü, politik sinizmi simgeler ama ikna edici yönü bulunmamaktadır.

Halklarımızın Dayanışmasını Büyütmek İçin Mücadele Edelim

Bugün içinden geçilen momentte en büyük tehlike Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt hareketi arasındaki güven ilişkilerinin tamir edilemez bir biçimde tahrip olmasıdır. Bu bağın zayıflaması hiç kuşku yok ki egemen güçlerin bu süreçteki en büyük kazanımlarından biri olur. Böylesi bir durumun ortaya çıkmasını engellemek sorumluluk sahibi tüm sosyalist güçlerin görevidir. Dönemin yarattığı kafa karışıklığından istifade, Kürt hareketine olur olmaz yakıştırmalarda bulunan kimi çevreler zücaciye dükkanına girmiş fil gibi davranmaktadırlar. Bu kesimler kavrayış olarak ne kadar sığ ve zayıf olduklarını da ortaya koyarak sol adına büyük bir hayal kırıklığı

yaratmaya devam etmektedirler. Giderek dönemin iyi niyet ezberi olmaya başlayan “sosyalistler bu süreçte seyirci olarak kalmamalı, aktif tutum almalı” meselesinde ise biraz geri kalınmaktadır. Anlama ve anlamlandırma kısmını bir an önce aşarak sürecin yönlendirilebilmesi ile ilgili taktik bir çerçeve belirleyebilmek önem kazanmaktadır. Kürt sorunu ile ilgili konuşmanın en zor olduğu dönemlerde her ne pahasına olursa olsun halkların kardeşliği sloganlarına sahip çıkanların bu dönemde de etkin rol oynayabilmesi boyunlarının borcudur. Burada HDK’ye önemli bir rol düşmektedir.

Barış İle Demokrasi Arasındaki Bağ Ancak Ortak Mücadele İle Kurulur

PKK ile devlet arasındaki silahlı çatışmanın sona ermesi ile demokrasi arasında doğal bir bağ kuran yaklaşım da son derece tutarsızdır: “Ama böyle bir durum yok. Kürtler Türklerle aynı devlet çatısı altında yaşayacaklar. Acaba onlar bu ‘ortak devlet’ dikta rejimi olursa, buna razı olacaklar mı? Olmayacakları 30 yıllık savaşla kanıtlandı. Kürt halkı, dikta rejimine karşı ayaklandı. Ayaklandığı dikta rejimini, şimdi bir başka biçim altında kabul etmeyecektir. Bu durumda, ‘barış ve çözüm için demokrasiden vazgeçme’ durumu büyük bir ‘imkânsızlıktır’. Çünkü barış ve çözüm demek, zaten demokrasi demektir.” Hayır, barış ve çözüm doğrudan demokrasi anlamına gelmeyebilir. Demokrasi kimi düzenlemelerle ulaşılan bir hal değildir. Demokrasi politik güç-

lerin birbirine göre konumlanmasına göre şekillenen, özellikle alttakilerin örgütlülük ve etkinlik seviyesi ile birebir ilişkili bir haldir. Alttakilerin müdahil olamadığı hiçbir durumda, hiçbir yasal düzenleme demokrasinin garantörü olamaz. Sonunda Türkiye daha demokratik bir noktaya gelecekse bu alttakilerin- emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların-ortak mücadelesi ile mümkün olabilecektir. Dolayısıyla ülkedeki devrimci-direnişçi güçlerin koordine edilmesi önümüzdeki dönem açısından çok daha hayati bir rol oynayacaktır. Daha yolun başındayız. Kürt halkı bu noktaya çok büyük bedeller ödeyerek ve tüm tasfiye planlarını boşa çıkararak ulaştı. Fakat hala büyük bir mengenenin içerisindedir. Bu mengene içerisinde yürümeye çalışan Kürt hareketinin ittifaklarından uzaklaşması hem onu daha tavizkâr bir noktaya iter hem de Türkiye’de mücadeleyi bir on yıl daha geriletir. Sürecin bütün bu yönleriyle birlikte değerlendirilmesi gereken ve halklarımız lehine geliştirilebilmesi için aktif rol oynanması gereken bir momentteyiz.

Barış ve çözüm doğrudan demokrasi anlamına gelmeyebilir. Demokrasi kimi düzenlemelerle ulaşılan bir hal değildir. Demokrasi politik güçlerin birbirine göre konumlanmasına göre şekillenen, özellikle alttakilerin örgütlülük ve etkinlik seviyesi ile birebir ilişkili bir haldir. Alttakilerin müdahil olamadığı hiçbir durumda, hiçbir yasal düzenleme demokrasinin garantörü olamaz. Sonunda Türkiye daha demokratik bir noktaya gelecekse bu alttakilerinemekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınlarınortak mücadelesi ile mümkün olabilecektir.

5


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

Kadınlar Aralanan Barış Kapısını Zorlayacak Güler TOPRAK

“Dünyada yaşanmış olan ve kimi zaman yap-boz tahtasına dönen barış görüşmeleri şu gerçeği göstermiştir. Barış müzakerelerine kadınlar katılmazsa; barış toplumsallaşamaz, barış sürdürülebilir olmaz, barış yerelleşemez, barış savaş sırasında uğranmış kayıpları dikkate almaz ve telafi edilmez, barış süreci şeffaf olmaz, barış cinsiyete duyarlı olmaz.” 6

B

arış süreci, çözüm süreci, müzakere süreci…. Yoksa başka bir şey mi? 30 yılı aşkın süren bir savaşın ardından şimdi de “barış süreci” olarak ifade edilen bu evrenin adını koymakta güçlük çekiyoruz. Egemenin ve ezilenin cephesinden başka başka şeyler murad edilse de sonunda, içeriğini bilemediğimiz görüşmeler ve gerillanın çekilmesi kararı ile barışa kapı aralanmış görünüyor. Barışa kapı aralanması kendi

kendine olan bir şey değil elbet. Kürt özgürlük mücadelesinin başarısı. Ancak can pahasına aralanan bu kapıdan ezilenler geçebilecek mi, onurlu kalıcı bir barışa yolculuk olabilecek mi? Bu soruların cevabı ezilenlerin demokrasi mücadelesinde göstereceği dirayetle verilecek. İşte kadın hareketi, aralanan bu kapıyı kendi cephesinden zorlamak ve barış sürecine müdahil olmak için demokrasi güçleri içinde bilinçli ve dinamik çabayı göstermeye aday görünüyor. 2009 yılının Mayıs ayında kurulan “Barış İçin Kadın Girişimi”, o günden sonra pek çok kez savaşın kadınlar üstündeki tahribatını anlatmak üzere atölye, forum ve toplantılar yaptı. Kadınlar barış talebini dile getirmek üzere 8-9 Ağustos 2009’da operasyonların devam ettiği bir yer olan Hakkâri Berçelan yaylasında ve eş zamanlı olarak İstanbul Taksim meydanında sabahladılar.

İstanbul’da; farklı illerden kadınların katılımıyla “Barış İçin Kadın Forumu” yaparak; burada yıllarca inkâr edilen savaşı nasıl yaşadıklarını birbirlerine anlattılar. O güne kadar bir birine uzak duran kadınları yaklaştırmayı hedefleyen çalışmalar yapıldı. “Demokratik açılım” ilan edildiğinde TBMM’deki demokratik açılım görüşmelerine müdahil olmaya çalışan girişimin taleplerini Gültan Kışanak, meclis kürsüsünden okumuştu. İstanbul başta olmak üzere, Ankara, Diyarbakır ve Dersim’de sokaklara barış noktaları kurarak, basın toplantıları düzenleyen Barış İçin Kadın Girişimi farklı sosyal ve politik çevrelerden kadınları barındırıyor. Feminist, sosyalist, Kürt özgürlük hareketinden kadınlar yanı sıra bağımsız kadınlar, öğrenciler, akademisyenler gibi pek çok kesimden kadınlar Barış İçin Kadın Girişimi’nde bir araya geldi. Şiddetin tırmandığı, militarizmin ve şovenizmin kışkırtıldığı dönemlerde sokaktaki duruşunda irtifa kaybetse de, aradan geçen uzun sürede zaman zaman etkinliği ve örgütlülüğü zayıflasa da 2009’dan bu güne kendini sürdürmede ısrarcı oldu. “Savaşta kadınların neler yitirdiğini biliyoruz, kadınların savaşın tarafı haline getirildiğini biliyoruz, kadın bedeninin savaşın alanı haline dönüştürüldüğünü biliyoruz. Eğer kadınlar barış ve müzakere süreçlerinde yer almazlarsa bu sorunları kimsenin gündeme getirmeyeceğini biliyoruz” diyen Barış İçin Kadın Girişimi barış sürecinde müzakere masasını zorlamaya hazırlanıyor. Kadınların savaştan en çok etkilenen kesimler olarak barış sürecinin demokratik ve katılımcı inşası için temel aktör olduğunu vurguluyor. Barış ve müzakere süreçlerinde dünya deneyimlerinden ders çıkarmaya çalışan girişim son günlerde pek çok ilde atölyeler düzenleyerek barış sürecine müdahil olma mekanizmalarını ve talepler

konusunu tartıştı. Barış İçin Kadın Girişimi; “İrlanda, İspanya, Bosna, Kenya, Burundi, Nepal, Filipinler, Guatemala, El Salvador, Filistin’de ve buna benzer 100’ü aşkın ülkede yaşanan çatışmalarda 1990 ile 2012 arasında 582 barış anlaşması yapılmış ve buralarda kadınların temsiliyetinin çok düşük olduğu görülmüştür.” tespitinden hareketle, coğrafyamızda aynı hataların tekrarlanmaması için çare arıyor. Bu konuda yol haritası çizmek üzere; dünyada yapılan barış görüşmelerinde kadınların nasıl bir tutum sahibi olduklarını, barış müzakerelerine katılmak için hangi mekanizmaları kurduklarını ve neler yaptıklarını, neler yapamadıklarını tartışmak ve mekanizma ve talepleri netleştirmek üzere 4 Mayıs 2013 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konferans gerçekleştirdiler. Yakın bir tarihte mekanizma ve taleplerin ilan edeceğini duyuran Barış İçin Kadın Girişimi şöyle diyor; “Dünyada yaşanmış olan ve kimi zaman yap-boz tahtasına dönen barış görüşmeleri şu gerçeği göstermiştir. Barış müzakerelerine kadınlar katılmazsa; barış toplumsallaşamaz, barış sürdürülebilir olmaz, barış yerelleşemez, barış savaş sırasında uğranmış kayıpları dikkate almaz ve telafi edilmez, barış süreci şeffaf olmaz, barış cinsiyete duyarlı olmaz.” Kadınlar kendilerini temsil etmeyen bir barış sürecinde “savaş dursa dahi gündelik hayatta yaşanan ırkçılık, cinsiyetçilik, eşitsizlik devam eder ancak görünmez ve konuşulmaz olur” diyor. Kadınlar kayıpların bulunmasını, faili meçhul cinayetlerin faillerinin bulunmasını, gözaltında taciz ve tecavüzlerin faillerinin cezalandırılmasını, sivil halka yönelik katliam ve saldırıların hesabının verilmesini istiyor. Bu talepleri hesaba katmayan ve kadınların taleplerini içermeyen bir barış güven vermez ve kalıcı olmaz diyor.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

DİNSELLEŞMEYE KARŞI NASIL DİRENMELİ? AKP

iktidarının 10. yılı sonrasında toplumsal yaşamın dinselleşmesi yönünde adımlar ardı arkasına geliyor. Eğitim Bir Sen’in başlattığı serbest kıyafet eylemi, okullar başta olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarında öncelikle türbanın yasallaştırılmasını talep ediyor. Hükümetin bir tür sosyal reklam örgütü olarak çalışan sendikanın eylemi sonrasında fiilen kamu çalışanlarının kıyafet zorunluluğu ortadan kalkmış durumda. Aynı sendikanın karma eğitim ile ilgili yaptığı çalışmalar da bilinmekte. AKP’nin uygun bir zamanda cinsiyet ayrımına göre tasarlanmış eğitimi kural, karma eğitimi istisna haline getiren bir düzenlemeyle ilgili de hazırlık yaptığı düşünülebilir. Ayrıca geçtiğimiz ay içersinde CHP’nin 4+4+4’ün iptali ile ilgili dava hakkında verilen Anayasa Mahkemesi’nin red kararının gerekçesi de yeni Türkiye’nin yeni politik ve ideolojik iklimini yansıtır bir nitelikte. Anayasa Mahkemesi dini sadece bireye hapseden katı laiklik yorumları yerine dini görüngülerin kamusal hayatta da sergilenebildiği liberal yorumu benimsemiş görünüyor. Yani kamu çalışanlarının kılık-kıyafet sınırlamasının kalkması sonrasında verilebilecek bir Anayasa Mahkemesi kararının da renginin belli olduğu şimdiden söylenebilir.

Normalleşme mi Yoksa “Laiklik Elden Gidiyor mu?”

Toplumsal yaşamın dinselleşmesi ile ilgili yeni bir momentte olduğumuz bir vaka. Bu durum toplumun farklı çevrelerinde farklı tepkiler yaratıyor. İslamcı ve sağ kesim bu gelişmeleri bir tür normalleşme olarak algılıyor. Bu kesimlere göre toplumun büyük bir kısmı zaten dindar ve di-

nin toplumsal ağırlığının artması aslında geç kalmış bir adaletin tecellisi. Bu kesimler Türkiye siyasi tarihini dinin sürekli ve aynı şiddetle baskılandığı bir cumhuriyet tarihi olarak okuyorlar. Bu kesime göre laiklik zaten devlete özgü bir şey, bireyler laik olmaz. Erdoğan’ın çok sevdiği ve sık sık yinelediği bu tespit Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesine de yansımış. Bu kesimler Cumhuriyeti bütünüyle ‘dini baskılama dönemi’ olarak okudukları için şu anda muazzam rövanşist bir ruh halindeler. AKP iktidarının verdiği özgüvenle de neredeyse Erdoğan’ın otoriterizminin toplumsal meşruiyet zeminini örercesine saldırgan bir ruh hali içindeler. Şunun altını hızlıca çizmek gerekiyor ki bu kesimin yaslandığı tarih okuması bütünüyle taraflı. Türkiye sağının ve İslamcı muhafazakârlığın devlet iktidarından tamamen dışlandığı dönem aslında 1945’le birlikte sona ermekte. DP, AP ve ANAP gibi merkez sağ içinde önemli iktidar odakları yaratan bütün partiler aslında dinselleşme yönünde politikalar geliştirmişlerdi. Türkiye’de İslam ve muhafazakârlık devrimci hareketin yükselme potansiyelini ortaya koyması sonrasında her daim devlete yedeklenmekte sakınca görmemiştir. Bu anlamda İslam’ın devletten dışlanması ve militan laiklik yorumları bir çağdaş efsanedir. AKP’nin uygulamalarından dehşete düşen özellikle kentli orta ve üst sınıf tepkileri ise neredeyse bir Altın Çağ özlemi duymaktadır. AKP Cumhuriyeti tasfiye etmekte, laiklik elden gitmektedir. Atatürk’ün çağdaş Türkiye’si enkaz haline getirilmektedir. AKP şeriatı getirmektedir. Bu kesimler ordunun

devre dışı kalmış olması ile ilgili hayal kırıklıklarını atamamaktadırlar. Bu aralar özellikle Kürt Sorunu’nda gelinen yeni aşama ile birlikte sürece dair tepkileri ön plana çıksa da bu kesimler nezdinde AKP dinciliğin taşıyıcısıdır ve bu yüzden iktidara karşı büyük bir öfke taşınması meşrudur.

KESK’te Uzayan Tartışma: Muhafazakârlaşmaya Nasıl Direnmeli?

Dinselleşme süreci sol içerisinde de kafa karışıklıklarına yol açmaktadır. “Yetmez ama evet” türevleri, normalleşme tezine yakın durmakta bu anlamda örneğin Eğitim Bir Sen eylemini bir özgürlük talebi olarak algılayabilmektedirler. İnsanlar nasıl yaşayacaklarına kendileri karar verebilir ve tedirgin olunacak bir durum söz konusu değildir. Liberal sol için artık zaten tek eleştiri konusu sol olmuştur. AKP ve çevresinin yaptıklarında bir demokratik, otantik ve sahici öz her zaman gizlidir. Bu kesimlerin iflah olması artık çok zordur. Genel anlamda sosyalist hareket içinde sayılabilmeleri imkânı her geçen gün ortadan kalkmaktadır. Orta ve üst sınıf laikçiliği diyebileceğimiz reaksiyon ise elitist ve ırkçıdır. Sosyalist hareketin bir kesimi buralardan beslenebilmeyi ummaktadır. Dolayısıyla Kürt sorununda olduğu gibi laiklik konusunda da sureti haktan görünmek için kırk takla atmaktadırlar. Bunlara göre dine, yani gericiliğe karşı mücadele edilmelidir. Dinsel talepler devlet tarafından bastırılmalıdır. İslam çağdaşlığın düşmanıdır. Gericiliğe karşı mücadele solculuğun elif basıdır. Doğrudan kamu alanıyla ilişkili bir odak olduğu için KESK içerisinde bu tartışmalar oldukça hararetli bir biçimde yürü-

M. BÜYÜKKARABACAK

Sosyalistlerin dinselleşme ile mücadelesi kendi özgün rengini taşımalıdır. Baykal CHP’si tarzı bir laik mücadele, karşı cephenin haklı olduğuna dair inancını geliştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Burada yapılması gereken AKP’nin ve yandaşlarının açılımları karşısında yasaklamacı bir konumda takılmamak tam tersine din ve vicdan özgürlüğünü Aleviler başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri için talep etmektir. AKP’nin sahte özgürlükçülüğünü deşifre etmek için yapılması gereken özgürlük kavramını sorgulamak değil tam tersine AKP’nin ikiyüzlülüğünü deşifre edecek özgürlükçü bir çizgi geliştirebilmektir.

7


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

tülmektedir. KESK’i çok daha militan bir laiklik mücadelesine çekmek isteyen, örgütü buradan büyütebileceğini düşünen bir damar mevcuttur. Özellikle ÖDP dinselleşme sürecine karşı net tutum almak istemektedir. TKP, KESK içerisindeki etkisi zayıf olsa da bu damarı desteklemektedir. Yine Halkevleri çevresi de bu tutuma yakın durmaktadır. Bu kesimler Eğitim Sen’in eşofman eyleminden bu yana örgütü bu konuda tartışmaya davet etmektedirler. Fakat ortaya da net bir çizgi önerisi koymayı başaramamışlardır. Örneğin okula türbanlı öğretmen geldiğinde Eğitim Sen’liler ne yapacaklardır? Örgütün üyelerinin hala önemli bir kısmı CHP’li ve Atatürkçü olduğu için örgütten militan bir tutum görmek istemektedirler. Eğitim Sen’liler de Eğitim İş’çiler gibi türbanla derse girenlerle ilgili tutanak mı tutmalıdırlar? Yani devleti işbaşına çağırmaya, devleti insanların nasıl giyineceğine dair belirleyici tutum almaya mı zorlamalıdır? En azından birilerinin kafasında böylesi bir mücadele hattının bulunduğu anlaşılmaktadır. Fakat hem Kürt hareketinin hem de sosyalist geleneklerin etkin olduğu KESK’in böylesi bir tutum alması beklenemez. Bunun da bilincinde olunduğu için karından konuşulmaya devam edilmekte, tartışma bir türlü bir sonuç kıvamına getirilmemektedir.

Dinselleşmeye Karşı Politik Mücadele Hattı Yaratılmalıdır!

Bir yandan da şunun da altı çizilmelidir ki Türkiye’de oluşan yeni siyasi dengeler içerisinde dinselleşme süreci derinleşmeye devam etmektedir ve bu durum bir siyasi mücadele konusu olmak durumundadır. AKP’nin neoliberalizm ve emperyalizm işbirlikçisi politikalarına meşruiyet kazandıran en önemli kaynaklardan birisi dinselleşmede gizlidir. Bu dinselleşme sürecinin AKP’nin öngördüğü otoriter rejimin en önemli payandalarından birisi olacağı da açıktır. Bu politikalar liberal solun öngördüğü gibi bir normalleşme değil yeni bir baskıcı rejimin payandaları olarak kurgulanmaktadır. Genel

8

anlamda din ve vicdan özgürlüğünden bahsetmek de mümkün değildir. Aleviliğin genel olarak AKP rejimi tarafından bir tehdit olarak görüldüğü açıktır. Şimdi böylesi bir momentte orta sınıfların laiklik anlayışı hoşumuza gitmiyor diye genel anlamda gelişen dinsel baskıya karşı kayıtsız kalmamız beklenemez. Fakat sosyalistlerin dinselleşme ile mücadelesi kendi özgün rengini taşımalıdır. Baykal CHP’si tarzı bir laik mücadele, karşı cephenin haklı olduğuna dair inancını geliştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Burada yapılması gereken AKP’nin ve yandaşlarının açılımları karşısında yasaklamacı bir konumda takılmamak tam tersine din ve vicdan özgürlüğünü Aleviler başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri için talep etmektir. AKP’nin sahte özgürlükçülüğünü deşifre etmek için yapılması gereken özgürlük kavramını sorgulamak değil tam tersine AKP’nin ikiyüzlülüğünü deşifre edecek özgürlükçü bir çizgi geliştirebilmektir. Böylesi bir tutum salt bir tutarlılık meselesi olarak algılanamaz. AKP’nin etkisi altındaki dinsel hassasiyetleri güçlü emekçi kesimlerle karşı karşıya gelmemek için de azami özenle geliştirilmesi gereken bir mesele ile karşı karşıyayız. Din meselesi kesinlikle el yordamı ile girişilebilecek bir mesele değildir. Toplumun özgün tarihi çok ciddi kültürel fay hatlarının oluşmasına yol açmıştır. Bu fay hatlarının sadece tek bir tarafına hitap eden bir politik çizginin işçi sınıfı içinde bir karşıt hegemonya kaynağı yaratabilme şansı yoktur. Bugün için böylesi bir tespit kimileri için çok tali öneme sahip bir mesele gibi algılanabilir. Bu kırılmaların gerektiğince politik stratejilere yedirilememesi sosyalist hareketin tarihi açısından birçok kayba yol açmıştır. Bugün dinselleşme dayatmasına karşı sosyalist kimlikli bir mücadele çizgisi geliştirilmesi de bu açıdan acil bir zorunluluk haline gelmektedir. Bu alanın boş bırakılması hem ulusalcı hem de İslamcı stratejilere boş alan bırakmış olacaktır.

Fay Hatlarına Hapsolmayacak Bir Çizgi Yaratmak Zorundayız!

Engels’in “1891 Sosyal Demokrat Program tasarısının eleştirisi” çalışmasına aldığı şu bölüm güncel bir önem taşımaktadır: “Kilisenin ve devletin tamamen birbirinden ayrılması. Bütün dinsel topluluklar, istisnasız, devlet tarafından özel topluluklar olarak nitelendirileceklerdir. Bunlar hazineden gelme desteklerden yoksun kalacaklar ve merkezi eğitim bakanlığına bağlı okullar üzerindeki etkilerini yitireceklerdir. (Ama buna karşın, kendi olanaklarıyla, bunların kendi özel okullarını açmalarını ve orada saçmalıklarını öğretmelerini yasaklayamayız!)” Buradaki çerçeve hala sahiplenebileceğimiz bir durumdadır. Bir kere, devlet eliyle bir dinin ya da inancın öğretilmesi başlı başına bir dayatmadır. Bu çoğunluğun dini inancı olsa da böyledir. Fakat ne kadar saçma olsa da kendi dinsel inançlarını yaşamaları, başka insanlara dayatmaya dönüşmüyorsa ve temel insani değerlere aykırı değilse yasaklanamaz. Dolayısıyla zorunlu din dersleri kaldırılmalı, Diyanet lağvedilmeli ama kişilerin kamusal alanda kendi inançlarına göre giyinmeleri engellenmemelidir.

Sınıf Mücadelesi Pusulasından Şaşmamak

Ülkemiz özelinde dinselleşme süreçlerinin bir dayatmaya dönüşmemesini ummak hayalciliktir. Din hiç kuşku yok ki birçok bölgede önemli bir baskı aracı olarak işlev görmektedir. AKP’nin geliştirdiği dinselleşme süreçlerinin özellikle kadınlar üzerindeki baskıları arttıracağını öngörmemek de saflık olur. Fakat tekrar altını çizmek gerekir ki bütün bunlara rağmen bu tehdide karşı geleneksel laikçi tepkilere sığınmak tehdidi maalesef ortadan kaldırmaz, daha da büyütür. Dinselleşme tehdidi altında olan kesimlerin bu dayatmalara karşı politik ve ideolojik mücadeleyi yükseltmesi bir zorunluluktur. Fakat bu mücadelenin dili iktidarın ve güçlünün dilinden kopuşmak, ezilenlerin diliyle konuşabilmek durumun-

dadır. Din AKP eliyle toplumsal hayatın her noktasında bir onay ya da reddetme mekanizması haline getirilmeye çalışılmaktadır. Din bir kez daha yeni bir baskı rejiminin meşruiyet mekanizması olarak inşa edilmektedir. Fakat AKP’nin bu planlarının başarıya ulaşma şansının önünde duran birçok mücadele dinamiği bulunmaktadır. Hiç unutulmamalıdır ki dinselleşme saldırısına karşı toplumun en büyük güvencesi sınıf mücadelesi çizgisidir. Politik özneleri neredeyse tüm sınıfları bölen fay hatlarının yarattığı odacıklardan birine hapsolmaktan kurtaracak yegâne damar sosyalist damardır. Ortadoğu’da mezhepçi saflaşmaların akıldışı bir şiddet sarmalını tetiklediği, kellelerin havalarda uçuştuğu bir yeni Ortaçağ’da yoksulları din mücadeleleri ekseninde bölmek değil de İslamcı, kültüralist siyaseti sınıfsal dinamiklerle işlevsiz hale getirmeye çalışmak gerçek kurtuluş imkânına işaret eden yegane yoldur. Tüm inanç ve mezheplerden emekçiler yıllardır birbirlerinin kanını dökmeleri üzerinden iktidarlarını pekiştiren Yezidlere, Muaviyelere, Yavuz’lara ve onların arkasındaki gerçek güç zenginlere karşı elbirliği ile hareket ettiklerinde cennet de yeryüzünde kurulmuş olacaktır.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

“HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ!”

ORTAK DEVRİMCİ İRADE 1 MAYIS’I YİNE KAZANMIŞTIR

Ü

lkede 1 Mayıs gündemine yine “Taksim direnişi” ağırlığını koymuştur. 1 Mayıs 2013 değerlendirme ve tartışmaları, Taksim direnişi ekseninde gerçekleşmiştir. Taksim yine “ezenle ezilenin irade savaşı”nın odak noktası olmuştur. Devletin günlerce öncesinden başlayan gövde gösterilerine, tehditlerine rağmen binlerce insan 1 Mayıs Alanı’na yönelmiş ve bir kez daha ortak devrimci iradenin sokak sokak süren kararlı direnişi kazanmıştır. Diğer şehirlerde yapılan mitinglerde, sabahın erken saatlerinden itibaren Taksim’de başlayan kararlı direniş selamlanmış, Taksim ruhu diğer meydanlardaki emekçilere de taşınmıştır. Tüm alanlarda “her yer Taksim, her yer direniş” parolası öne çıkmıştır. Bu yıl devlet Taksim irade savaşına “kazı çalışmaları” gerekçesi üzerinden yaklaşmış, burjuva medyayı kazı alanlarının görüntüleri kaplamıştır. Gün yaklaştıkça ağızdaki bakla çıkartılmış, “Taksim’in bundan böyle bütünüyle kitlesel gösterilere kapatılacağı” dillendirilmiştir. Böylece devlet meselenin kazı çalışmaları olmadığını, yani yasaklamanın teknik bir nedene dayanmadığını kendi ağzından itiraf etmiştir. Zira halktan yana mimar ve mühendislerin sunduğu teknik veriler doğal olarak burjuva medyada yer bulmasa da devletin yalanını tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açığa çıkartmıştır. “Taksim Meydanı, bu haliyle bile kitlesel bir miting için devletin işaret ettiği diğer alanlardan daha elverişlidir.” Doğrusu da budur. Yasaklama girişiminin kazı çalışmaları gibi teknik bir gerekçeye dayanmadığı çok açıktır. Yasağın

gerekçesi politiktir. “Alandaki çukurlar nedeniyle kitlenin can güvenliğini alamayız” buyuran devlet, insanların üzerine hedef gözeterek yağdırdığı gaz bombalarıyla cana kastetmiştir. Devletin bu yalanı, saldırılara karşı ortak devrimci irade öncülüğünde sergilenen direnişle de deşifre edilmiştir. Geriye, gaz bombasıyla Dilan’ın kafatasını parçalayan faşizmin çıplak yüzü kalmıştır. Sermayenin çanak yalayıcısı burjuva medya, bu gerçeği saklayamamıştır.

Sermayenin ve hizmetkârları AKP’nin bu saldırılarının politik arka planı nedir? Dünya kapitalizmi, giderek derinleşen çok yönlü büyük bunalımdan paçasını kurtaramamıştır. Fokur fokur kaynayan yerküre, bu büyük bunalımın yaratacağı sarsıcı sonuçlara ilerlemektedir. Açığa çıkan ilk ipuçları, finans kapitalin uykularını kaçırmaya yetmektedir. Parlayıp sönen, fakat bir sonrasında daha güçlü açığa çıkan halk isyanları… Savaşlar, fiilen ortadan kalkan sınırlar ve değişen haritalar… Çatırdayan, devrilen yıl-

lanmış iktidarlar… Yenişemeyen küresel güçler ve dikiş tutmayan dünya dengesi… Eskiyen güçler dengesine göre oluşan dünya tablosu, yeni bir çehreye doğru evirilmektedir. Türkiye, bu fırtınanın en yoğun yaşandığı Ortadoğu coğrafyasındadır. Türkiye finans kapitali ve onların devleti, gelişen yeni duruma göre pozisyon alma telaşındadır. Hatta “doğru bir stratejiyle bölgenin etkin gücü olma” olasılığı bile bulunmakta-

dır. Fakat fırtınalı sulara yol alırken, alabora olma riski büyüktür. Riskler ve büyük fırsatlar; finans kapital derin hesaplar içerisindedir. Bütün bu planları bozacak önemli bir sorun vardır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin iradesi kırılamamış, Kürt halkıyla batının ezilen dinamiklerinin buluşma zemini dinamitlenememiştir. Üstelik Ortadoğu’daki gelişmelerle birlikte Kürt Özgürlük Hareketi’nin eli daha da güçlenmiştir. Halklarımızın isyanlarının yakınlaşması, finans kapitalin en büyük kâbusudur.

Halklarımızın isyanlarının yakınlaşması, finans kapitalin en büyük kâbusudur. Devlet, böylesi bir sürecin gelişmesinin engellenmesini hayati önemde görmektedir. 2013 1 Mayısı’nda Taksim’de gerçekleşen saldırının temel nedeni budur. Yaşanan bu gelişme, AKP’nin müzakere sürecine nasıl yaklaştığının ve sürecin bundan böyle nasıl seyredeceğinin de önemli bir göstergesi olmuştur.

9


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

Bu kâbus yakın zamanda 2011 Genel Seçimi sürecinde yaşatılmış, halklarımızın ittifakının açığa çıkardığı başarılı sonuç, AKP faşizminin dizginlerinden boşalan saldırılarıyla karşılık bulmuştur. Finans kapitalin AKP eliyle yaratmak istediği “korku imparatorluğu”nun parçalanması mücadelesinde Taksim’de gerçekleşen 2012 1 Mayısı zirve noktası olmuştur. 2012 1 Mayısı, AKP faşizmine karşı öfkenin doruğa çıktığı, Kürt halkıyla batının ezilen dinamiklerinin bu zeminde birbirlerine yakınlaştığı bir tarihsel eşik olmuştur. Gelinen aşamada Kürt Özgürlük Hareketi kendi çıplak gücünün de ötesinde sistemi bütünüyle felç edecek bir pozisyon yakalamıştır. Bir yandan Ortadoğu’daki fırsatlardan iştahı kabaran, fakat diğer yandan Kürt Özgürlük Hareketi’nin taktik hamleleriyle sıkışan devlet, “müzakere süreci”ni başlatmak zorunda kalmıştır. Sürecin her iki tarafının niyetleri taban tabana zıttır. Devletin niyeti çok açıktır. Birincisi, oyalama, sürece yayma taktikleriyle Kürt Özgürlük Hareketi’ni yatıştırmak ve nihayetinde tasfiye etmek. İkincisi de Kürt halkıyla batının ezilenlerinin buluşma zeminini eritmek ve bu büyük kâbusundan kurtulmak. Kürt Özgürlük Hareketi ise kentlerde geliştireceği kitle hareketi dalgasıyla sıkışan devleti daha da sıkıştırmak ve adım atmaya zorlamak, bu yolla özgürlükler alanını genişletmek istemektedir. Aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt halkının “demokratik serhildan” hamlesinin batının ezilen dinamikleriyle buluşmasını ve sürecin halklarımızın ittifakıyla ilerletilmesini de hedeflemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi bu anlayışla 2013 1 Mayısı’nda demokratik serhildan hamlesinin startını vereceğini ilan etmiştir. Devlet, böylesi bir sürecin gelişmesinin engellenmesini hayati önemde görmektedir. 2013 1 Mayısı’nda Taksim’de gerçekleşen saldırının temel nedeni budur. Yaşanan bu gelişme, AKP’nin

10

müzakere sürecine nasıl yaklaştığının ve sürecin bundan böyle nasıl seyredeceğinin de önemli bir göstergesi olmuştur. Halklarımızın ittifakına ve bu ittifakın sokaktan büyüteceği mücadeleye izin verilmeyecektir. “Taksim yasağı” üzerinden saldırıların sürmesi de bu perspektiften okunmalıdır. Mesele Taksim’in yasaklanması değildir. Sokaklar, halklarımıza kapatılmak istenmektedir. Taksim dışında da sokağa azgınca saldırılar başlamıştır. Sürecin böyle gelişeceği ve sokakların hızla ısınacağı anlaşılmaktadır. SODAP, 2013 1 Mayısı’na “ortak devrimci iradeyle Taksim’i bir kez daha kazanma” anlayışıyla yüklenmiştir. Liseli Direnişçi Gençlik (LDG), Direnişçi Üniversiteliler (DirenÜniversite) ve Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası’yla (BATİS) birlikte SODAP’lılar iki ayrı noktadan Taksim’i zorlamış, saatlerce süren kararlı direnişte yerlerini almıştır. İçerisinde bulunduğumuz süreç son derece önemli gelişmelere gebedir. Halklarımızın direnişçi zeminde gelişecek olan ittifakı, tarihsel kazanımlara giden yolun kapısını daha da aralayacaktır. Kapatılmak istenen sokakların, meydanların sonuna kadar zorlanması görevi önümüzdedir. 1 Mayıs’ın ardından 6 Mayıs’ta yine Taksim’de Denizler’in yoldaşı üniversiteli gençlerin geliştirdiği direniş, izlenecek çizgiyi işaret etmektedir. Bu ülkede gençlerimizin kafatasları ya gaz bombalarıyla ya da üç kuruşa çalıştıkları atölyelerde pres makinalarıyla parçalanmaktadır. Yaşanılanların hesabının sorulacağı günlere doğru yol alınmaktadır. 2013 1 Mayısı, bu öfke ve umudu daha da büyütmüştür.

Gençlik Engel Tanımadı

“Denizlere sözümüz devrim olacak”

Halkların Demokratik Kongresi Gençlik Meclisi, GençSen, Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifleri’nin Denizlerin idam edilişlerinin yıl dönümü dolayısıyla yapmak istediği yürüyüşe polis saldırdı. Gençler tüm engellemelere rağmen Dolmabahçe’ye yürüdü. Polisin Galatasaray Meydanı’nı kuşatması nedeniyle Mis Sokak’ta buluşan gençler Taksim’e yürüdü. Çevik kuvvet meydana girişte TOMA’larla gençlerin önünü kesti, biber gazıyla saldırdı. Gençlerin taşlı direnişiyle karşılaştı. Bir süre sonra geri çekilerek toplanan gençler, Gümüsuyu’nda buluştu. Gümüşsuyu’nda yeniden kortej oluşturan gençler, “Emperyalistleri ve işbirlikçileri kovacağız” pankartı arkasında Dolmabahçe’ye doğru yürüdü. Polis, bir kez daha arkadan gaz bombaları ile gençlere saldırdı, ancak Dolmabahçe’ye ulaşmalarını engelleyemedi. Yoğun gaz saldırının ardından Dolmabahçe’ye ulaşan gençler Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını andı. “Bizler Denizlerin yolundan yürüyerek Taksim Meydanı’nı geri alacağız. Onlara devrimi armağan edeceğiz” diyerek sloganlar eşliğinde dağıldı.

Ankara’da Liseli Direnişçi Gençlik Denizleri Andı!

Üç fidan, katledilişlerinin 41. yıldönümünde 6 Mayıs Pazartesi günü Liseli Direnişçi Gençlik (LDG) üyeleri tarafından Ankara Karşıyaka’daki mezarları başında anıldı. Etkinliğe SODAP ve DirenÜniversite üyeleri de destek verdi. “Denizler’i anmak direnmektir” yazılı pankartın taşındığı etkinlik devrim şehitleri anısına saygı duruşuyla başladı. Saygı duruşunun ardından LDG Temsilcisi tarafından yapılan konuşmada “1 Mayıs’ta Taksim’ de 17 yaşındaki Dilan arkadaşımızı öldürmeye teşebbüs eden zihniyetle Denizler’i idam eden zihniyet aynıdır” dendi. “Devrim şehitleri ölümsüzdür”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganlarının atıldığı anma etkinliği Gençlik Marşı okunarak sonlandırıldı.

SODAP “Üç Fidan”ı Avcılar Yeşilkent’te Andı

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, faşist cunta tarafından idam edilişlerinin 41. yıldönümünde, SODAP tarafından Avcılar Yeşilkent’te anıldı. 4 Mayıs Cumartesi günü düzenlenen etkinliğine çok sayıda mahalleli de katıldı. Salı Pazarı girişinde toplanan halk, 2 Temmuz Parkı’na kadar sloganlar eşliğinde yürüdü. 2 Temmuz Parkı’nda SODAP adına yapılan konuşmada 6. Filo’yu denize döken ruhun 41 yıl sonra, 2013 1 Mayısı’nda AKP’ye sokakları dar ettiğinin ifade edildi, “Devrime verdiğimiz her can, bizi daha da çelikleştiriyor. 2 Temmuz Parkı’mızda Deniz’i Yusuf ’u ve Hüseyin’i simgeleyen ‘üç fidan’ dikeceğiz” dendi. Annelerin fidanları dikmesi ve fidanlara can suyunun verilmesinin ardından Gündoğdu Marşı’yla etkinlik sona erdi.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

TKP YA DA HANGİ BİRİNİ SÖYLEMELİ?

G

elenek dergisi çevresinden doğan TKP 2013 yılının hafızalara kazınması gereken çıkışlarından birini yaparak on binlerce emekçi Taksim’i zorlamayı seçerken Kadıköy’de bir miting yaptı. TKP böylece bir kez daha kaderini soldan ayrı bir noktada geliştirmeye çalıştığını ispat etmiş oldu. Bu gelenek için maalesef sıra dışı bir durum söz konusu değildir. 1999’da Türkiye cayır cayır F tipleri ve ölüm oruçları gündemi ile sarsılırken Nazım Hikmet’in vatandaşlığı için imza toplamayı devrimci faaliyet belleyenler kendileridir. “Hayata Dönüş” katliamı sonrasında genel başkanları ağzından “Devrimci demokrasi bir daha belini doğrultamaz” fetvası verenler kendileridir. Kürt sorununun en gergin dönemlerinde sokaklarda linçler yaşanırken örgütlerine “Ülkeyi Amerika’ya böldürtmeyeceğiz” pankartı asan kendileridir. 12 Eylül sonrasının en militan 1 Mayıs’larından biri olan 1996’da herkes Kadıköy’e giderken “Taksim ısrarı” ile ortaya çıkanlar yine kendileriydi. Kadıköy’de 3 devrimci katledildi, onlar Fransız Konsolosluğu önünde basın açıklaması yapıp dağıldılar. 1 Mayıs’ı Türkiye işçi sınıfının, ezilenlerinin egemen sınıflara bir meydan okuması olarak değil de bir kürsü etkinliği olarak algıladıkları içindir ki her zaman ayrı kürsü geliştirme konusunda olağanüstü hassas olmuşlardır. Ortak bir miting içinde bile kendi kürsülerini kuracak kadar bir kendi sözüne hayranlık söz konusudur. 2013 1 Mayıs’ında yaşananlar ise tam bir ibretlik olmuştur. Sonuçta herkes kendi siyasi faaliyetinden kendisi sorumludur. Ayrı tutum almanın gereğini görmüş öyle davranmışlardır. Gerekçeleri kendilerini bağlar. Fakat alınan tutumun düşmanın elini güçlendirmemesi için bir özen beklemek de hakkımızdır. TKP bu özeni kesinlikle göstermemiş, bütün 1 Mayıs çalışmasını neredeyse Kadıköy-

Taksim karşıtlığı üzerine kurmuştur. Propagandanın temel ekseni neden Taksim’e gidilmemesinin anlatılması olmuştur. Kendisini bu kadar Taksim’in alternatifi olarak ortaya koymak nasıl bir kibrin ürünü olabilir? Çukurların riskinin ballandıra ballandıra anlatılması nasıl bir devrimcilik olabilir? Böylesi bir çerçevede düzenlenen bir mitingin kalabalık olmasının kime ne faydası vardır? Tersten düşünürsek Taksim’e gelmeye niyetlenenleri tehdit eden emniyet

açtı. Hatta son iki yıldır kürsüdeki sendikal bürokrasi damgası da büyük oranda kırıldı. TKP dışında hiç kimsenin kafasında bir alan tartışması bulunmamaktaydı. TKP yöneticileri kürsüden konuşma hakkı bulamayacakları için ayrı bir 1 Mayıs düzenlemeye kalktılarsa bu durumu nasıl açıklamak gerekir? Eğer Taksim ile ilgili bir zorlama olmasaydı, devlet Taksim’i yasaklamak istemeseydi TKP’ye söyleyecek hiçbir şeyimiz ola-

ve valilik de insanları Kadıköy’e mi yönlendirmiş olmuştur? Kemal Okuyan’ın mitingde yaptığı konuşma da bir diğer ibret belgesidir. Bakınız TKP’nin Kadıköy demesinin gerekçesi neymiş: “Birincisi, burada toplanan on binlerce kişi, biz eğer Taksim deseydik Türkiye’nin dört bir yanından davet ettiğimiz insanlarla, bu alana ulaşım terörü nedeniyle nasıl ulaşacaktık” Demek ki TKP geçtiğimiz birkaç yıl Taksim’e gelirken trafikte büyük sıkıntı yaşamış, o yüzden bu sene Kadıköy’de kalalım demiş. İkinci gerekçe ise şöyle: “Taksim denilmeden önce, dostlarımıza Taksim denilmeden önce bize sorulması gerekirdi, sendikalara, siyasi partilere, siz ne dersiniz demeleri gerekirdi dostlar. Biz bu yüzden, sendika bürokrasisine artık yeter dedik.” Türkiye devrimci hareketi yıllarca Taksim’de 1 Mayıs kutlamak için direndi, şehitler verdi. En sonunda özellikle DİSK ve KESK’in de kararlı duruşu ve devrimcilerin barikat barikat, sokak sokak direnişi sonrasında Taksim’i 1 Mayıs’a

mazdı. Sadece kendilerini solun tümünden yalıtmaya çalışmalarının yanlış olduğunu söyler geçerdik. Ancak Erdoğan’ın yasakçı zihniyeti kendini tamamen gösterdikten sonra hala Kadıköy’de ısrar etmek çok özel bir ruh halini tarif etmektedir. Bir devrimcinin, sosyalistin başına gelebilecek en korkunç şey 1 Mayıs 2013 direnişin parçası olamamak olurdu. Bir siyasi öznenin bunu iradi olarak yapması, hatta olaylar sonrasında düzenlenen bu mitingde bile hala bir karşıtlık ruh halinin korunmaya çalışılması önemli bir şizofreni olarak okunmak durumundadır. “Soruyoruz, iktidara meydan okumak için Taksim’de toplanacağız diyenlerden, 2 tanesi akil insanmış. Erdoğan öyle seçti, madem akilsiniz madem Erdoğan öyle söyledi size, Erdoğan ın kapısına gidip Taksim’i bize aç dediniz, açmadı, diyemediniz mi lanet olsun senin akil insanlığına.” Bu sözleri eden Muharrem İnce değil Kemal Okuyan… 2.sini bilmiyoruz ama bahsedilenlerden birisi KESK Genel Başkanı Lami Özgen

olmalı. Kemal Okuyan bu Aydınlık üsluplu değerlendirmeyi yapmadan önce acaba Özgen’in KCK davasından kaç yıl hapis cezasına çarptırıldığını bilmekte midir? Taksim’i zorlayan on binlerce “marjinal”i “akil adamlık” yaftası üzerinden vurmaya çalışmak nasıl bir yaratıcılığın ürünüdür? Taksim direnişinin AKP’nin havasını nasıl bozduğunu gördükten, hele de Vali’nin teşekkürünü dinledikten sonra Okuyan hala bu düşüncelerini ifade edebilecek durumda mıdır? “Gericiliğe geçit vermem ama barışı da savunurum diyenlerin çoğaldığı gündür bugün burası, Erdoğan’ın korkusu budur. Görevimiz burada başlattığımız büyük ve hızlı yolculuğu hızla çoğaltmak, yaymak Türkiye ye giydirilmek istenen o deli gömleğini yırtıp atmaktır.” Okuyan herhalde Erdoğan’ın korkusu yerine “teşekkürü” diyecekti. TKP maalesef Kadıköy tutumu ve bu tutumu gerekçelendirme biçimi ile deli göleğinin dikilmesine bilfiil payanda olmuştur. AKP, solcuların bir kısmının daha ilk gerilimde Kadıköy yoluna koyulduğunu görmeseydi Taksim’i yasaklama cüretini bu kadar çabuk gösterebilir miydi? Daha fazla uzatmaya gerek yok 2013 1 Mayıs’ının emekçiler adına geleceğe kalan olumlu yanı Erdoğan’ın tüm tehditlerine rağmen deli gömleğini giymeyi reddedip yediden yetmişe direnişe bürünen binler olduysa olumsuz yanı da Kadıköy’de ortaya çıkan olumsuz tablo olmuştur. Söylenen hiçbir söz, 1 Mayıs’ta sermaye egemenliğine isyanı büyütmekten daha anlamlı olamaz. Umarız yaşananlar herkese bu gerçeği gösterebilmiştir. Son söz Mahir Çayan’dan: “Devrim tarihi göstermektedir ki devrimci Marksizm ile oportünizm arasındaki görüş ayrılıkları en son çözümlemede, ‘kendi öz gücüne güvenerek devrim için yola çıkmaya cesaret edip etmeme’ meselesine dayanmaktadır”

11


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

Nişantaşı

İ

stanbul’da saatlerce sokak sokak süren direnişin ardından ortak devrimci irade bir kez daha kazandı. Zulme teslim olunmayacağı, bu ülkenin devrimcileri tarafından bir kez daha kanıtlandı.

1 Mayıs sabahı İstanbul’daki tüm toplu taşıma araçlarının işlemesi yasaklandı. Taksim Alanı polis bariyerleriyle çevrildi. Meydana çıkan tüm caddeler, sokaklar, Mecidiyeköy ve Beşiktaş semtleri binlerce polis ve jandarma tarafından kuşatıldı. Sermaye sınıfı ve AKP, Türkiye’nin dört bir yanından getirttiği savaş araçları, mühimmatları ve 30 bini aşkın polisiyle emekçilere 1 Mayıs Alanı’nı yasaklamak için elinden geleni yaptı. Ortaklaşan devrimci irade büyük bir direniş gerçekleştirdi. Mecidiyeköy, Şişli, Pangaltı, Çağlayan, Osmanbey, Nişantaşı, Beşiktaş, Yıldız, Zincirlikuyu, Dolapdere, Tarlabaşı, Unkapanı ve Okmeydanı’nda bir araya gelen binler, AKP’nin Taksim’i yasaklayamayacağını gösterdi. Çıkan çatışmalarda onlarca kişi yaralanırken 72 kişi de gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında 1 BATİS, 2 LDG ve 5 SODAP üyesi de bulunuyor. 2009 yılında birleşik devrimci iradeyle Taksim yeniden kazanılmış, 2012 1 Mayısı ise AKP’nin yaratmak istediği korku imparatorluğunun parçalanması ve ezilen halklarımızın umudunun büyütülmesi anlamında güçlü bir sıçrama noktası olmuştu. 2012 1 Mayıs’ında 1 Mayıs Alanı’na kızıl renk hâkim olmuş, ortaklaşan devrimci irade, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde güne damgasını vurmuş, di-

12

rene direne Taksim’i yeniden kazananların kimliği, 1 Mayıs kürsüsüne ağırlığını koymuştu. Sermaye ve onun hükümeti AKP, uykularını kaçıran bu tabloyu tersine çevirmek istedi. Ama başarılı olamadı. İstanbul Valiliği, günler öncesinden kitlesel katılımın önüne geçmek için inşaat bahanesi ile kamuoyuna yanlış bilgilendirmelerde bulundu. İzin konusunda net tavır göstermeyerek işçi ve emekçi sendikalarını hazırlıksız, kararsız hale sokmak istedi. Kararlılığın anlaşılmasından itibaren ise sıkıyönetim yöntemlerini dev-

Mecidiyeköy reye sokarak İstanbul’da halkın sokağa çıkmasını engelleyecek kararlar aldı. Tüm toplu taşıma araçlarının işlemesi yasaklandı. Taksim Meydanı bariyerlerle çevrildi, etrafı binlerce polis tarafından kuşatıldı.

“Her Yer Taksim Her Yer Dire Direniş Sokak Sokak Büyüyor

Saat 09.30’dan itibaren Şişli, Mecidiyeköy, Beşiktaş, Taksim çevresindeki sokak ve caddelerde çatışmalar hız kazandı. Mecidiyeköy’den itibaren, Cevahir Alışveriş Merkezi’nin önünde ve arka sokaklarında, Büyükdere Caddesi ve caddeye çıkan sokaklarda, Profilo Alışveriş Merkezi civarında polis barikatı yarılmaya çalışıldı. Polis saldırıları, kararlı bir direnişle karşılık buldu. Zaman geçtikçe çatışma alanı genişledi. Eminönü ve Unkapanı’ndan gruplar da yürüyüşe geçti. Bunun önüne geçmek isteyen İstanbul Valisi, Galata ve Unkapanı köprülerini açtırarak, geçişleri kapattırdı. Taksim direnişi ve kararlılığı saatler boyunca sürdü.

İlk Saldırı Saat 07.30’da Gerçekleşti

Taksim’e girişi, Şişli ve Beşiktaş ana kollarından zorlayacak olan işçi ve emekçiler sabahın erken saatlerinden itibaren bir araya gelerek kortejlerini oluşturmaya başladı. İlk saldırı saat 07.30 sıralarında Beşiktaş kolunda yaşandı. Yoğun gaz, basınçlı su ve plastik mermilerle saldıran polise karşı kitleler Beşiktaş’ın ara sokaklarında da direndi, bulduğu her fırsatta toparlanarak yeniden meydana çıktı. Çatışmalar Barbaros Bulvarı, Ortaköy Yolu, Serencebey Yokuşu, Meydan ve Çarşı içinde gün boyu devam etti. Şişli’deki DİSK Genel Merkezi önünde de erkenden bir araya gelinmeye başlandı. Mecidiyeköy Meydanı’nı ve DİSK’in çevresini kuşatan polis, saat 09.00’da Şişli’de de yoğun saldırılarına başladı.

Barbaros

SODAP, AKP’ye Karşı Varoşların Öfkesini 1 Mayıs’a Taşıdı

“Sömürü düzenine karşı devrim ve sosyalizm kavgasını büyüteceğiz” şiarıyla 1 Mayıs’a hazırlanan SODAP, varoşların öfkesini ve isyanını 1 Mayıs’a taşıdı. Yoksul semtlerden yola çıkan SODAP’lılar, Direnişçi Üniversiteliler (DirenÜniversite), Liseli Direnişçi Gençlik (LDG) üyeleri ve Çorlu, Çerkezköy’den gelen BATİS üyeleri 4 ayrı noktada buluşarak saatler boyu Taksim’e çıkmak için polislerle çatıştı.

SODAP’lılar, sabahın erken saatlerinden itibaren, tüm hazırlıklarıyla birlikte Mecidiyeköy’de belirlenen buluşma noktasında bir araya gelmeye başladı. Saat 09.00’da Mecidiyeköy Meydanı’na ulaşan ilk grup polisin panzerler eşliğindeki gaz bombalı saldırısıyla karşılaştı. Onlara diğer SODAP gruplarının katılımının gerçekleşmesiyle Taksim Meydanı’na doğru ilerleyiş başladı. Yoğun polis ablukasının olduğu Cevahir Alışveriş Merkezi civarından Şişli’ye doğru bayraklar ve pankartlar eşliğinde “Kavga, Direniş, Zafer; Yaşasın Sosyalizm”, “Ya Adalet Ya Kıyamet” sloganlarıyla yüründü. Yürüyüş boyunca çeşitli noktalarda polisle çatışmalar yaşanarak Osmanbey’e kadar ilerlendi. Osmanbey’de polisin sert müdahalesine SODAP’lılar karşılık verdi. Barikatlar kurarak sürdürülen direniş saatler boyunca Teşvikiye Camii civarında, Beşiktaş Pazar caddesinde, Barbaros Bulvarı üzerinde, Profilo AVM önündeki caddede polisle sert mücadelelere sahne oldu. Diğer bölgelerde sürdürülen eylemlerin noktalandığı bilgiProfilo


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

aksim, reniş!”

yer aldığı miting, Taksim iradesinin selamlanmasıyla başladı. İstanbul’daki devlet terörü 5 dakikalık oturma eylemiyle protesto edilerek “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Baskılar bizi yıldıramaz” sloganları atıldı. Oturma eyleminin ardından devrim ve demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına saygı duruşu gerçekleştirildi. Mitingde ortak metin DİSK-BMİS üyesi Gökhan Aydın tarafından okundu. Müzik dinletisi ve çekilen halaylarla miting sona erdi. Osmangazi Metro İstasyonu önünde bir araya gelen SODAP, BATİS ve BAMİS üyeleri kendi programlarını gerçekleştirdikten sonra “İş, Ekmek, Adalet; Yaşasın 1 Mayıs” yazılı pankartlarıyla yürüyüşe geçerek buluşma yerindeki HDK kortejine dahil oldu.

sloganları eşlik etti. Devrim ve demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına saygı duruşuyla başlayan mitingde tertip komitesi adına söz alan KESK Dönem Sözcüsü Dengiz Sönmez, barışın inşasında en büyük görevin emekçilere düştüğünü vurgularken, “gerçek barış, emek ve demokrasi mücadelesi için emekçiler ayakta” dedi. Müzik dinletisinin ardından miting sona erdi.

Antakya’da 1 Mayıs Coşkuyla Kutlandı

Antakya’da binlerce emekçi taşeronlaşmaya, güvencesizli-

Ankara’da Onbinler Sıhhiye’de Toplandı sini alan SODAP üyeleri, uzun direnişlerinin sonunda “Direniş Andı” içerek eylemlerini noktaladı.

Emekçi Kenti Bursa’da 1 Mayıs Coşkusu

Bursa’da 1 Mayıs KESK, DİSK, TMMOB, TTB ve ÇHD’nin çağrısıyla Kent Meydanı’nda kutlandı. Saat 13.00’te Bursa Altıparmak Stadyumu önünde toplanmaya başlayan gruplar Darmstad Caddesi üzerinden Kent Meydanı’na yürüdü. Mitinge daha sonradan katılacağını açıklayan Türkİş, farklı bir noktadan Kent Meydanı’na yürüdü. Çağrıcı kurumların yanı sıra SODAP, BATİS, BAMİS, HDK, BDP, EMEP, ESP, Partizan, SYKP, Halkevleri, ÖDP, DHF, BDSP ve yöre derneklerinin de

Bursa

Ankara’da DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin düzenlediği 1 Mayıs mitingine binlerce emekçi katıldı. Liselerden, üniversitelerden ve varoşlardan katılım sağlayan SODAP, LDG ve DirenÜniversite üyeleri, buluşma noktası olan Ankara Garı

Ankara önünde yerlerini aldı. Saat 12.00’de mitingin yapılacağı Sıhhiye Meydanı’na doğru yürüyüş başladı. Taksim’de gerçekleşen saldırının haberlerinin gelmesiyle birlikte devrimcilerin ortaklaşan direnişi selamlandı. SODAP’lılar sık sık “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganını haykırdı. SODAP kortejinden işsizliğe, yoksulluğa, iş cinayetlerine ve ezilen halkların mücadelesine vurgu yapılan konuşmalara, “Kavga, direniş zafer; yaşasın sosyalizm”, “Yaşasın 1 Mayıs, Biji 1 Gulan”, “İş ekmek adalet”

Antakya içerisinde yerini alan SODAP ve LDG, “Savaşa, sömürüye, adaletsizliğe karşı sosyalizm. Tarih bizi çağırıyor” pankartıyla mitinge katıldı. Ayrıca Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mehmet Latifeci’nin resimlerinin olduğu “Direniş Sürüyor” pankartı en önde taşındı. Liseli Direnişçi Gençlik, giriş noktasında “Direniş Andı” içerek alana girdi. Liseli gençlerin ağırlıkta olduğu SODAP korteji, coşkusuyla dikkat çekti.

İstanbul ğe, tutuklama terörüne ve savaşa karşı 1 Mayıs’ta buluştu. Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin lanetlendiği, Taksim direnişinin selamlandığı mitingde ayrıca Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelik vurgular da yapıldı. SODAP ve LDG, “Savaşa, sömürüye, adaletsizliğe karşı sosyalizm. Tarih bizi çağırıyor” pankartıyla mitinge katıldı. HDK pankartı HDK bileşenlerinin en önünde yer aldı. KESK ve DİSK adına yapılan konuşmalarda taşeronlaşmaya, güvencesizleştirmeye, neoliberal politikalara karşı örgütlü mücadelenin önemi üzerinde duruldu. DİSK ve KESK’e yönelik operasyonlar ve baskılar kınandı. Emekçilerin Kürt sorununun demokratik çözümü için mücadele etmesi gerekliliği ifade edildi. Konuşmaların ardından Cevdet Bağca bir dinleti sundu. Türkülerin, halayların ardından miting sona erdi. Antakya Dayanışmaevi’nde bir araya gelen LDG ve SODAP üyeleri, marşlar ve sloganlar eşliğinde Doğuş Okulları önüne hareket etti. HDK korteji

13


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

Taksim Özgürleşecek! Despot Kaybedecek!

MÜCADELE BÜYÜYECEK!

M. Mert SİNAN

Taksim meselesi ile ilgili yapılan değerlendirmelerde EMEP, EDP gibi çevrelerin hala solu eleştirmeye, ısrarın anlamsızlığını göstermeye çalışmaları açıkçası TKP’nin tavrında olduğu gibi hükümete ışık veriyor. Oysa bugün yapılması gereken bu politik düello davetinin önemsenmesi ve ona uygun bir mücadele dayanışmasının geliştirilmesidir. İstiklal ya da Kadıköy Erdoğan’ın paşa keyfi öyle istedi diye eylemlere kapatılabilecekse, ödenen onca bedeller karşılığında kazanılan haklardan bir iki mırın kırınla imtina edilecekse durumun vehameti büyük demektir.

14

E

rdoğan, 1 Mayıs hamlesi ile başlattığı Taksim kuşatmasını kalıcılaştırmaya çalışıyor. 29 Nisan akşamı sendika yöneticileri ile yaptığı görüşme sırasında İstanbul valisi ile yaptığı telefon görüşmesinde İstiklal Caddesi eylemlerinin engellenmesini emretmiş. 4 Mayıs konuşmasında da Taksim, Kadıköy gibi meydanların yürüyüşlere kapatılacağını açıklamıştı. Emir ve değerlendirmelerin karşılığı hemen alındı ve polis 3 Mayıs’tan beri İstiklaldeki tüm eylemlere saldırıyor. 1 Mayıs öncesinde görece ılımlı bir hava söz konusu iken özellikle Memur-Sen’in mitingden çekilmesi sonrasında ani bir manevrayla Taksim kapatıldı. AKP 1 Mayıs mitinginin 2012’de olduğu gibi devrimci inisiyatifin güçlü olduğu kendisi aleyhine bir gösteriye dönüşeceğini fark edince müdahale etmeyi tercih etti. 1 Mayıs’ta ortaya konan görkemli direniş ve kamuoyunda oluşan destek havası AKP’yi daha da çıldırtmış olacak ki sosyalist harekete açılan savaş daha da pekiştirildi.

AKP bu tarz müdahalelerle sosyalist ve devrimci hareketi şekillendirmek istiyor, iradesini kırmaya çalışıyor. 1 Mayıs öncesinde “talepler önemli, alan tartışmasına sıkışmayalım” iddiasındakilerin ne kadar yanıldıkları artık ayan beyan ortadadır. Alan meselesi bugün AKP ile devrim güçleri arasındaki irade mücadelesinin mihenk taşıdır. AKP devrimci hareketin iradesini teste tabi tutmak, ne kadar ısrarcı olunabileceğini ölçmek istiyor. Devrimci hareketin mücadele alanlarının sınırlarını bütünüyle kendi çizmek istiyor. Devrimci hareketin Kürt sorunu ve Ortadoğu ile ilgili gelişen süreçlerde devrede olmasını istemiyor. 1 Mayıs direnişinin yarattığı morali ortadan

kaldırmak istiyor. Bir taraftan Kürt hareketinin vereceği tepkiyi de görmek istiyor.

bir politik başarıya hem de mücadelede önemli bir sıçramaya denk gelen bir noktaya ulaşılabilir.

Taksim meselesi ile ilgili yapılan değerlendirmelerde EMEP, EDP gibi çevrelerin hala solu eleştirmeye, ısrarın anlamsızlığını göstermeye çalışmaları açıkçası TKP’nin tavrında olduğu gibi hükümete ışık veriyor. Oysa bugün yapılması gereken bu politik düello davetinin önemsenmesi ve ona uygun bir mücadele dayanışmasının geliştirilmesidir. İstiklal ya da Kadıköy Erdoğan’ın paşa keyfi öyle istedi diye eylemlere kapatılabilecekse, ödenen onca bedeller karşılığında kazanılan haklardan bir iki mırın kırınla imtina edilecekse durumun vehameti büyük demektir.

Taksim’in özgürleştirilmesi meselesi aynı zamanda halkın kentsel yağmaya karşı direnişinin yükseltilmesinde bir sıçrama yaratabilir. Kentler sermayenin ve despotların değil içinde yaşayan, çalışan, üreten, nefes alan insanlarındır, emekçilerindir. Taksim’in kuşatılması ve kentin meydansızlaştırılması, AKP’nin İstanbul’u talan projelerinin en önde gelenidir. Milyonlarca emekçinin yaşadığı şehrin meydanları insansızlaştırılmaya ve sermayenin koşulsuz tahakkümüne açılmak istenmektedir. Bunu kabul edemeyiz ve bu reddedişe sahip çıkacaklar sadece örgütlü devrimciler de olamayacaktır.

Fakat şurası çok açık ki Erdoğan’ın bu yasakçılığını meşrulaştırabilme şansı çok düşüktür. Toplumun çok geniş kesimleri 1 Mayıs’ta ortaya konan direnişe büyük bir sempatiyle yaklaşmıştır. Devrimci hareket belli bir irade ve disiplinle güçlü bir şekilde ısrarcı olursa Taksim’in yeniden kazanılması mümkün olacaktır. Şu anki dengeler içerisinde Erdoğan’ın çok uzun ısrar etme şansı yoktur. Fakat Erdoğan’ın hayalinin ve yürümek istediği noktanın artık çok belirginleştiği de ortadadır. Bunlar toplumun tüm direngen unsurlarının bütünüyle zapturapt altına alındığı bir otoriter rejim inşa sürecinin adımlarıdır. İnşa edilmek istenen sürecin otoriter bir rejim olması şu anda demokratik bir rejim içerisinde yaşandığı anlamına gelmez. Fakat direniş güçlerinin toplumdan çok daha fazla yalıtılmaya ve kriminalize edilmeye çalışıldığı bir momenti imler. Bu açıdan bugün Taksim ekseninde kapsamlı bir direnişe destek verebilecek kesimlerin çerçevesi de oldukça geniştir. Eğer doğru taktik adımlar geliştirilebilirse hem çok önemli

Erdoğan kişisel hırs ve ego şişkinliğiyle kendisi adına hataya dönüşebilecek önemli bir hamle yaptı. Bu hamleyi boşa düşürmek için yapılması gereken sen ben kavgasına düşmeden olabilecek en geniş kesimlerin ortak mücadelesine zemin hazırlayan bir çerçeve ile Taksim’in Tahrirleşmesi, özgürleştirilmesidir. Bunu başarabilecek devrimci iradenin varlığı tüm 1 Mayıs’ta İstanbul’a damgasını vurdu. Suriye’de emperyalist müdahalenin ayak seslerinin daha yakından duyulduğu, havayolu emekçilerinin grevinin yaklaştığı, Deniz Gezmiş anmaları nezdinde devrimci kalkışmaya duyulan özlemin tüm ülke sathında ifade edildiği şu günlerde somut bir hedefe kilitlenerek Erdoğan’a attırılacak bir geri adım önümüzdeki süreç açısından çok önemli bir sıçrama tahtası olacaktır.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

KORKUN BİZDEN!

İ

şçiler ve ezilenler açısından tarihsel ve önemli bir günü geride bıraktık. Ülkede ve dünyanın birçok yerinde çeşitli eylem ve etkinliklerle 1 Mayıs kutlandı. Şüphesiz ülkemizde yapılan 1 Mayıslar öncesinde ve sonrasında uzun tartışmaları da beraberinde getirir. Doğaldır ki tartışmalar iki kesim tarafından yapılmakta. Ezilenler ve ezenler! Ezilenlerin kararlı mücadeleleri sonucu ezenler 1 Mayıs kutlamalarını her türlü saldırılara rağmen engelleyemezler. Bu durumda da “Engellenemiyorsa içi boşaltılmalıdır.” diye yaklaşırlar. Bu sadece 1 Mayıs için geçerli değildir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kadına çiçek verme gününe indirgeme; 21 Mart Newroz’u baharın gelişi ve çiçeklerin açılması olarak içini oyma ısrarı sürekli tekrar ettikleri bir saldırı biçimidir. Bu tarihsel günler büyük bedeller ödenerek kazanılmıştır. 1 Mayıs işçilerin müzik eşliğinde oynama günü ya da ellerine kına yakıp eş dost ziyaretine çıktıkları türden bir bayram değildir. 1 Mayıs işçinin alın terini gasp eden sömürücü sisteme, kapitalizme karşı başkaldırısının sembolüdür. 1 Mayıs’ın içeriği kadar nerede kutlanacağı da önemlidir. 1 Mayıs’ta işçiler o kentin en büyük, en simgesel alanlarını doldururlar. İstanbul’da 1 Mayıs Alanı Taksimdir! Ezilenler 1977 sonrası yediği ekmek gibi sahip çıkarlar 1 Mayıs’ta Taksim’e. Bu nedenle ezenler 1977’yi unutturmak, Taksim’i ticaret merkezine dönüştürmek için büyük çaba gösteriyorlar. 2013 1 Mayıs’ında Taksim işçilere, emekçilere inşaat bahane edilerek bir kez daha kapatıldı. Taksim’e giden bütün yollar, sokaklar polis tarafından tutuldu, kara ve deniz ulaşımı iptal edildi. Yan yana yürüyen üç kişiye dahi gaz bombaları, TOMA araçları ile gazlı su sıkılarak aynı hizada yürümeleri engellenmek istendi. Taksim’e çıkabilecek bütün mahal-

lelerde çatışmalar saatlerce sürdü. Burjuva medyası ekranlarında görmeye alışık olduğumuz isimler çılgına dönmüşçesine Taksim’e girmek isteyen emekçileri hedef aldılar. “Yüzleri kapalı, ellerinde taş, sapan, limon, molotof olan bu insanlar işçi olamazlar, hem yaşları da küçük” le başlayan lafları, ağzına 1 Mayıs’ı alan her Burjuva mensubu haykırdı. Biz, Taksim’in işçilere, emekçilere, ezilenlere kapatılmasına karşı kurulan barikatların arkasında yüzleri kapalı, ellerinde sapan, taş, limon ve sirke olanların arasından yazacağız. Önce yazımızın başlığını atalım!

Uydurma iddianamelerle hapishanelere doldurduğunuz binlerce devrimciden korkun! Ve daha nicelerinden… Yazmakla bitiremeyeceğimiz kadar yoksulluk, sefalet ve öfke biriktirdiniz. Korkun bizden! İlkokul öğrencilerimizle, gençlerimizle, annelerimizle, komşularımızla, yoldaşlarımızla oradaydık, tam barikatın arkasında. Ellerimizde bir an olsun taşlar eksik olmadı. Yoksulluğumuzun hesabını sormak için oradaydık. Korkun bizden! İnançlarımızı engelleyip ucube ilan ettiğiniz için oradaydık. Ve size bir sır verelim; gencimiz yaş-

Seçkin TANDOĞAN

Korkun Bizden!

İstanbul’un işçi semtlerinden birinde fabrika çıkışı işçilere 1 Mayıs bildiri dağıtımı esnasında gördüğümüz, hemen yanı başımızdaki çöp konteynırına beline kadar girmesine neden olan yaşlı kadının öfkesinden korkun! Yine aynı semtte bir fabrikada patronun daha fazla kâr hırsı ile tamir ettirmediği makinenin makasları arasında parmağı kopan 18 yaşındaki genç kadından korkun! 13 yaşında makineye sıkışıp can veren Cemal’den korkun! Sigortasız, güvencesiz gökdelenlerde çalıştırılan ve patronun çamurun içerisine kurduğu çadırda yanarak ölen işçilerden korkun! Gecesini gündüzüne katan işçiye reva görülen 774 lira asgari ücreti 18 saniyede kasasına dolduran holdinglere duyulan öfkeden korkun! Ev sahibi yapıyoruz diye koruyup kolladığınız bankalarınıza bir ömür boyu borçlandırarak köleleştirdiğiniz işçilerden, işsizlerden korkun! Savaşa gider gibi binlerce koruma ile giremediğiniz üniversitelerdeki direnişçi üniversitelilerden korkun! Sigortası olmadığı için hastane kapılarından geri dönen işsizlerden korkun!

lımız barikatın önünde yer almak için birbirleriyle yarıştılar. Oraya getiremediğimiz için bizlere kızan annelerimizi, gençlerimizi de katın hesaba. Onlardan Korkun! 17 yaşındaki Dilan’dan korkun. Kafasına öldürmek için gaz bombası attığınız Dilan’dan. Örgüt üyesi militan ilan ettiniz. Doğrudur, her ezilen örgüt üyesidir, militandır. Uğur Kaymaz 12 yaşındaydı. Korkularınızla yaşından fazla kurşun yağdırdınız. Uğur’dan korkun! Uğurlarımız Ceylanlarımız Dilanlarımız bitmiyor. Camdan kalelerinizi devirecek kadar taşlarımız ve cesaretimiz var. Korkun Bizden!

15


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

Ermeni Soykırımı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve HKP Elif CAN

“Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna karşı da derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı; İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark, syf 4) 16

E

rmeni halkının maruz kaldığı soykırımın üzerinden 98 yıl geçti. 1915’te başlayan ve 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesiyle so-

nuçlanan tarihi trajedi, yirminci yüzyılın ilk büyük soykırımı. Ermeni aydınlarının İstanbul’da tutuklanarak ölüme gönderildiği 24 Nisan 1915 tarihinin simgelediği soykırımda, sürgünler ve katliamlarla, okul, kütüphane, kilise gibi tüm kurumsal yapıların tahribi ve özel mülke el konulması yoluyla Ermeni toplumsal varlığına son verildi. Soykırımın tek kurbanı Ermeniler değildi. Anadolulu Rumlar, Süryaniler, diğer Hıristiyan halklar bu süreçte katledildi, sürgün yollarından ölüme terkedildi, yurtlarından sökülüp atıldı. Osmanlı’da yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki, Anadolu’yu Türkleştirme politikalarına yönelerek halkları Anadolu’dan sürmeye ve katletmeye başladı, 1894-96 yıllarında özellikle Ermeni ve Süryanilere yönelik ülke çapında katliamlar yapıldı. Devlet tarafından sistematik olarak inkâr politikasının benimsendiği bu soykırım için 1919’dan beri 24 Nisan’da anmalar yapılıyor. Özellikle 90. yılın-

dan itibaren daha görünür olan soykırım için son 4 yıldır kamusal alanda da anma etkinlikleri düzenleniyor. Bu yıl da başta İstanbul ve Diyarbakır olmak üzere çeşitli kentlerde anma etkinlikleri düzenlendi. Yine İstanbul, Ankara ve İzmir’de Soykırım ’da katledilenler için yapılan anma etkinliklerinin hemen yanı başında HKP(Halkın Kurtuluş Partisi)’liler “Ermeni Soykırımı Yalan” yazan pankartlarla anma etkinliğine karşı eylem yaptı, hatta İzmir’de bilfiil saldırıda bulundu. HKP’liler kendi sitelerinde yaptıkları “iş”i şöyle anlatıyorlar: “AB-D Emperyalistleri tarafından ülkemizin hızla sürüklendiği Yeni Sevr bataklığına doğru önemli bir basamak olan “Ermeni Soykırımı”nın tanınması için, son yıllarda “soykırımın” yıldönümü kabul edilen 24 Nisan’da ülkenin değişik illerinde anma etkinlikleri yapılıyor. Bu nedenle Kurtuluş Partisi de her yıl, aynı yerde bu planın Emperyalistle-

rin bir oyunu olduğunu ve halkları tekrar birbirine boğazlatma planı olduğunu haykırmak ve buna karşı Ermeni, Kürt ve Türk halklarını uyarmak için karşı eylemler düzenliyor. Onlar eylem saatlerini sözde soykırımın yıldönümü 1915’i çağrıştıran bir

şekilde 19.15 olarak belirliyor; Kurtuluş Partisi ise I. Antiemperyalist Kurtuluş Savaşımızın ilk kıvılcımının çakıldığı 1919’a atıfla 19.19 olarak belirliyor.”

Dr. Hikmet Kıvılcımlı Ne Demiş?

Bizler bu coğrafyada sol/ sosyalist adı altında siyasi varlık gösteren “ulusalcılara”, “şovenlere” ya da “ırkçılara” aşina sayılırız. Ancak daha 1930’da “İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark” eseriyle Kürt ulusunun varlığını, Kürt sorunun niteliğini tespit etmiş ve yine aynı eserde Ermenilere uygulanan soykırımı açıkça ifade etmiş olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerine sahip çıktığını söyleyen bir siyasi grubun nasıl bu denli milliyetçi/ırkçı olabileceğini aklımız almıyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sözlerini tarihsel bağlamından koparmak pahasına adeta Allah kelamı gibi kavrayan/tekrarlayan bu grup Doktor’un aşağıdaki sözlerine ne demektedir acaba?

“Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna karşı da derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı; İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark, syf 4) Ya buna;

tiyan Ermeniliğe, gerçekte tefeci düzenini kapitalist ilişkilere saldırtarak başarılı olabilmişti.”(age, syf 85)

söz etmesi ikiyüzlülüktür… İlk katliamla yüzleşmeyenler sonrakilerle gerçekten yüzleşemez… Çünkü:

Bu alıntılardan görüleceği gibi Dr. Hikmet Kıvılcımlı resmi ideolojinin aksine, 30’lar gibi oldukça erken bir tarihte Ermeni halkının “kökünün kazındığını” tespit etmekle kalmamış, bunun ardındaki siyasi ve ekonomik nedenleri de tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Şimdi soruyoruz: Hal böyleyken “Ermeni Soykırımı Yalan” demek nasıl bağdaşır Doktorculukla?

“Siyasal egemenliği elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve beyleriyle elele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin he-

İlk Katliam Sonuncunun Yolunu Açar

Ermeni yazar ve halk ozanı Pakrat Estukyan’ın dediği gibi; “Hesaplaşılmayan her bir suç bir sonraki suçun zeminini hazırlıyor. Türkiye’de 1915’ten beri sistematik olarak usul haline getirilmiş bir suç işleme temayülü var. Bunun belki de anımsayacağımız en son örneği de Roboskî katliamıdır. 1915’te vakti zamanında hesaplaşsaydık, 1938’i yaşamayabilirdik. 1938 ile hesaplaşsaydık 33 kurşun yaşanmazdı. 33 kurşunla hesaplaşsaydık Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını yaşamayabilirdik. Cezasız kalan her suç bir sonraki suçun zeminini hazırlıyor.”

men hemen Türkiye’deki kökünü kazıyabilmiştir.” (age, syf. 12) Ya da buna; “Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda çok denediği yok etme siyasetini, meşrutiyet burjuvazisi, “Doğu Balkanlarında Ermenilere karşı uyguladı. Bunu uygulayan İttihat ve Terakki Fırkası öncüleri, yaptıklarının hesabını sonra bir bir kanlarıyla ödemelerine karşın, az çok başarılı olmuşlardı. Fakat meşrutiyet burjuvazisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu siyasetinde kendi başına yalnızca uslandırma seferleriyle herhangi terörist Genel Müfettişlik baskısı altında değil, Kürdistan’da iki karşıt sosyal gücü çarpıştırarak ve görünüşte “millet” değil “ümmet” ilkesine dayanan Osmanlı saltanatı sayesinde Müslüman Kürtlüğü Hris-

Bu coğrafyada egemenliğin tarihi, aynı zamanda katliamların tarihidir. Bu yüzyıl önce de böyleydi, bu gün de böyle. Üs-

telik katliamı yapanlar her seferinde yaptıklarını inkar etmiş, bunun dile getirilmesini suç, dile getirenleri suçlu ilan etmiştir. Böylelikle halkların, ezilenlerin hafızalarını silebileceğini, iktidarını daim kılacağını varsaymıştır. Bu nedenle bizler tekrar ve tekrar anar, hatırlar ve hatırlatırız halklara karşı işlenmiş suçları… Ermeni soykırımını, Dersim katliamını, Maraş’ı, Sivas’ı, Gazi’yi, Roboski’yi… Mahirleri, Denizleri, İboları, Kenanları, Mazlumları… Taa ki, hesabı verilene kadar! Birbirinin acısına değmeyenlerin kardeşliği olmaz… Tarih önünde hesabı verilmeden yara kabuk bağlamaz… Katiller hesap vermeden katliamların sonu gelmez… Bunları yapmayanların Halkların kardeşliğinden

“Hesaplaşılmayan her bir suç bir sonraki suçun zeminini hazırlıyor. Türkiye’de 1915’ten beri sistematik olarak usul haline getirilmiş bir suç işleme temayülü var. Bunun belki de anımsayacağımız en son örneği de Roboskî katliamıdır. 1915’te vakti zamanında hesaplaşsaydık, 1938’i yaşamayabilirdik. 1938 ile hesaplaşsaydık 33 kurşun yaşanmazdı. 33 kurşunla hesaplaşsaydık Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını yaşamayabilirdik. Cezasız kalan her suç bir sonraki suçun zeminini hazırlıyor.”

17


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

Önlem Alınmazsa;

Asbest Kentsel Dönüşümle Öldürecek!

Güler TOPRAK

Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC), her yıl dünyada kanser yapıcı maddeleri düzenli olarak özelliklerine göre gruplara ayırır. Ajansın kanserojen maddeler listesinde asbest maddesi, “kesin kanserojen” tanımlanması ile 1. grupta sınıflandırılmıştır. Asbest, solunum ya da içme suyuyla vücuda girdiğinde başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yol açar. Asbest lifleri havayla alındığında bu liflerin büyük bölümü hava yolları hücrelerinde birikir. Bunların üst solunum yollarının yukarı bölümlerinde kalan bir bölümü boğazdaki mukus tabakasıyla birlikte balgamla atılır veya yutulur. Ancak bir bölümü akciğerin derin kısımlarına kadar iner ve vücuttan hiçbir zaman çıkmayabilir. Asbestin neden olduğu hastalıkların ortaya çıkması için 20–40 yıl arası bir süre geçmesi gerekir. Kansere neden olan asbestin, üretimi, kullanımı ve piyasaya arzı ile asbest içeren eşyanın piyasaya arzını yasaklayan yönetmelik 31 Aralık 2010 itibarıyla yürürlüğe girdi. Kaynak: http://bianet.org/bianet/toplum/146204kentsel-donusumde-asbest-uyarisi ve Kentsel Dönüşüm Süreci, Yıkımlar Ve Asbest Riski, Doç.Dr. Gürkan Emre Gürcanlı

18

I

sıya, aşınmaya ve kimyasal maddelere çok dayanıklı lifli yapıda bir mineral olan asbest, meslek hastalıkları alanında en büyük katil olarak biliniyor! Elbette asbesti değil, asbestin zararlarını bildiği halde insanları bile bile ölüme gönderen sermaye sınıfını suçlamamız gerekiyor. Asbest solunur hale geldiğinde asbestosis (akciğer hastalığı), akciğer kanseri ve mezotelyoma (akciğer zarı veya karın zarı tümörü) neden oluyor ve tedavisi genelde mümkün değil. Sadece mesleki maruziyet nedeniyle dünyada yılda 100 bin ölüme neden olduğu ve şu anda 125 milyon insanın mesleki olarak asbeste maruz kaldığı tahmin ediliyor.

Şimdi de Kentsel Dönüşümle Öldürecek

Milyonlarca binanın yıkımını gündeme getiren kentsel dönüşüm projesi toplumsal muhalefete rağmen sürdürülüyor. Gelir transferleri, kent tarihinin, kültürünün, demografisinin tahribini ve barınma hakkının ihlalini içeren bu projenin yaratmakta olduğu sosyal yaralar kadar vahim bir yanı da yaratacağı sağlık ve çevre riskidir. Toplamda 7 milyon binayı ilgilendiren ve yıllara yayılan bu yıkım projesi sonucunda zararlı, kanserojen atıkların insana ve çevreye vereceği zarar bilinmesine rağmen resmi kuruluşlarca gözlerden gizlenmek isteniyor. Asbest ya da diğer ismiyle amyant söz konusu yapılarda yalıtım vb. amaçlarla yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Dayanıklılığı ve yüksek kâr getirisi nedeniyle asbest inşaatlarda “altın yumurtlayan tavuk” olarak görüldü ve her yerde kullanıldı. 20. yüzyılın başlarında çimentoya karıştırılarak asbestli

çimento üretilmesi ile tüm dünyaya yayılan asbest, inşaat malzemeleri, boru, levha, balata, conta, elektrikli aletler, iplik ve dokuma, sahne perdeleri, yalıtım malzemeleri üretiminde ve daha binlerce üründe kullanılıyor. Ucuz ve kolaylıkla ulaşılabilir olduğu için belediye binaları, okullar ve hastaneler asbest çimento kullanılarak inşa ediliyordu. Uzmanlar; 20-40 yıl sonra sonuçları ortaya çıkan ve bu gün yaygın ölümlere sebep olan asbest maddesinin insanları üç dalgada etkilediğini söylüyor. İlk dalga, asbest madenlerinde ve imalatında çalışan işçilerdi. İkinci dalga, asbest içeren ürünleri kullananlar, yalıtım malzemeleriyle çalışan tersane ve inşaat işçileri. Üçüncü dalga, asbest içeren mekânlarda çalışanlar, öğretmen, hemşire, işçi gibi. Buna bir de işçilerin kıyafetlerini yıkayan eşleri ve asbest fabrikalarının etrafında yaşayan insanlar eklendi.

4. Boyut Gelmesin Diye Kentsel Dönüşüme Dur De!

Şimdi de 4. boyut geliyor. Asbestli ölüm mangalarına gayrimenkul sektörü ekleniyor. Asbestli binaların yıkım ve sökümlerinde yer alan işçiler tehlike altında. Sadece onlar değil çevrede yaşayanlar hatta bu öldürücü atıkların suya ve havaya karışması sonucu herkes, hepimiz bu risklere maruz kalacağız. Kentsel dönüşüm, sermayenin kârı için kentin yapılarının yeniden ticarete sahne edildiği, bu amaçla dar gelirli emekçilerin yerinden yurdundan edilmesinde hiç bir beis görmeyenlerin projesi. Tarihe, kültüre, estetiğe, doğaya ve insana kâr gözlüğüyle bakanların vahşi bir saldırısı ile karşı karşıyayız. Sesimizi çıkarmazsak barınma hakkımız, ki-

şisel tarihimiz, ortak hafızamız, kültürel ve insani kazanımlarımız yok edileceği gibi hayatımız da yok edilecek. Zira asbeste maruziyet 20-40 yıl sonra kendini gösterdiğinde iş işten geçmiş olacak. Kâr için gözü dönenlerin işçi sağlığı ve iş güvenliğini, çevre güvenliğini gözeten yıkımlar yapacağını beklemek hayal olur. Hele ki toplumsal denetim, sokağın baskısı ve mücadele yoksa sermayede vicdan aramak boşunadır.

Kentimize ve Hayatımıza Sahip Çıkalım

Sermaye sınıfının kar için öldürmekten çekinmeyeceğini bu gün iş cinayetlerinden biliyoruz. Yıllar öncesinde ise yine yaşayarak şahit olmuştuk. Çernobil faciasından sonra nükleer felaketin, çayın piyasada tüketilmesini engellememesi için halkın karşısına çıkıp radyasyonlu çay içerek; “ben içiyorum, siz de için” diyen Bakan hala hafızamızda. Bakanın bu eyleminden 20 yıl sonra özellikle Karadeniz bölgesinde kanser patlaması yaşandığını da biliyoruz. Şimdi bunca bilinç yükselmesine karşı belki aynı senaryoyu çevirmez, inkâra yeltenemezler. Ancak bu kez gözden kaçırabilir, karartabilir, önemsizleştirebilirler. Onun için kentsel dönüşümün hayatımızı yağmalama projesi olduğu kadar bir öldürme projesi olduğunu da unutmayalım. Karşı duruşumuz, sağlık ve güvenliğimiz için de daha güçlü olmak zorunda. “Kentsel dönüşüm rantsal dönüşüm” dedik, ancak yetmiyor. Zira ölümlere davetiye çıkaracak yeni bir kanser dalgası kaynağı ile karşı karşıyayız. Kentimize ve hayatımıza sahip çıkalım.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

CHAVEZ SONRASI 21.

yy sosyalizminin babası Hugo Chavez’in ölümünün hemen arkasından Venezüella yeni bir seçim heyecanı yaşadı. Chavez’in ölmeden önce vekili olarak gösterdiği Nicolas Maduro ve PSUV başarılı bir seçim kampanyası yürüttüler. Ülkede çok coşkulu devrimci gösteriler yaşandı. Milyonlar sokaklara döküldü yeni liderlerini bağırlarına basacaklarının işaretini verdiler. Politikleşen halklar ölümsüz liderlerinin arkasından ağladılar ama onun başlattığı devrimin devam edeceğine ant içtiler. “Chavez sana yemin ederiz ki oyumuz Maduro’nun” diye bağırdılar. Bu canlılık, duygusallık, coşku 14 Nisan seçim sonuçlarının

seçim kuruluna şikâyette bulundu ve yeniden sayım için başvurdu.

Oy Kaybı Nedenleri

Seçim sonrası yaşananlara geçmeden Maduro’nun hiç beklenmedik oy kaybına yol açan etkenler, yanlışlıklar üzerinde biraz duralım. 21.yy sosyalizmi Venezüella’da hala ülkenin bir takım sorunlarını çözememiştir. 21.yy sosyalizmi yeni liberal politikaların yıllardır korkunç soygunu nedeniyle yerlerde sürünmekte olan halklara büyük kazanımlar sağlamıştır. Yoksulluk %50, aşırı yoksulluk %70 kurutulmuş, bedava eğitim, bedava sağlık, emeklilik maaşı gibi

Ekim seçimlerindeki gibi olacağı beklentisini doğurdu. Maduro da aynı Chavez gibi rakibine %10’luk bir fark atar diye düşünüldü. Kamuoyu yoklamaları hep böyle tahminler ortaya koydu. Ama seçim sonuçları beklentileri doğrulamadı.

birçok sosyal hak ile ülke insanları insan olduklarını hissetmeye başlamışlardır. Gecekonduların yerine yaşanabilir konutlar yükselmeye başlamıştır. Yoksul halk söz sahibi olmuştur. Ülkeye demokrasi gelmiştir. Ama daha birçok sorun da durmaktadır.

Maduro seçimi kaybetmedi ama oyların ancak %50,75’ini alabildi. Rakibi ile arasındaki fark %1,5 de yani beklentilerin çok altında kaldı. Chavezciler birkaç ay içinde %5’leri geçen bir oy kaybına uğramışlardı. Rakibi burjuva Henrique Capriles derhal seçim sonuçlarına itiraz etti. Hile karıştırıldığını iddia edip

21.yy sosyalizmi ilan edileli 14 yıl geçti ve bürokrasi, yolsuzluklar, suç oranındaki yükseklik, ekonominin etkinleştirilememesi gibi sorunlar hala duruyor. Bu sorunlar elbette burjuva muhalefetin elinde tuttuğu kozlardır. Fakat bu seçimde Maduro’nun oy kaybının nedeni bu sorun-

ların kaynaklarını yeterince iyi açıklayamaması olabilir. Örneğin son dönemde ortaya çıkan elektrik kesintileri, yapılan büyük devalüasyon, 6 aydır diş macunu bulunamaması, yemeklik yağların ortadan kaybolmasının nedenlerini halka anlatmamıştır. Burjuva unsurların yarattığı bu yapay durumları deşifre etmede zayıf kalınmıştır. Maduro uzun duygusal konuşmalar yapmıştır ama 21.yy sosyalizminin ideolojik zeminleri üzerinde gerektiği gibi durup Chavez’in yaptığı gibi halkı ideolojik olarak donatmamıştır. Burjuva unsurları yeterince deşifre etmemiş, biraz pasif kalmıştır. Öte yandan en büyük etmen belki de Maduro’nun ilk kez başkanlık kampanyasına girmesi ve tecrübesizliği sayılabilir. Oysa karşısındaki rakibi deneylidir. Ayrıca rakibin elinde %80’leri geçen radyo, TV ve basın gibi medya gücü vardır. Bu muhalefete müthiş bir güç olanağı veriyor ve baştan artı ile başlıyorlar. Capiles daha deneyimli olarak başarılı bir kampanya yürüttü. Chavez konusuna hiç değinmedi ama sürekli olarak Maduro’ya saldırdı. Chavez’in sosyal programlarına devam etme ve ülkeye özel sermayeyi getirme sözlerini verdi. Konuşmalarında Chavez’i taklit ettiği söylendi. Capiles saldırdı ve eleştirdi, Maduro savundu ama yeterince iyi savunamadığı, karşı tarafın saldırı taktiği karşısında biraz zayıf kalmış gözüküyor. Sonuçta bu genel çerçeve içinde Maduro nisan seçimlerinde oy kaybına uğramıştır. Chavez’in bıraktığı oy potansiyelini biraz düşürmüştür. Bunu da aslında normal karşılamak olasıdır.

Saldırı, Saldırı, Saldırı

Chavez Küba’da hasta yatağında yatarken Capiles saldırıyordu. Chavez Ekim seçimleri sonrası yemin etmeden Küba’ya

Ayşe TANSEVER

Ülkenin dört bir yanında kargaşa havası yaratıldı. Olaylar sırasında 7 kişi öldü ve 61 kişi de yaralandı. 18 tane sağlık ocağına saldırıldı ve yakıldı. Devlet gıda satış pazarlarından 3 tanesi ateşe verildi. Bilinen Chavez taraftarlarının evlerine saldırıldı. Evlerin duvarlarına tehdit mesajları yazıldı. Chavez yanlısı basın Telesur ve Vtv büroları ve yöneticilerinin evlerine saldırıldı. ABD ve bölgedeki gerici iktidarlar Venezüella üzerinde gizli emeller içindedirler. Honduras ve Paraguay’da solcu iktidarları deviren ABD şimdi de Chavez sonrası iktidarı devirmeye, liderini öldürmeye dört koldan soyunmuş gibidir.

19


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

ameliyata gittiği için bin bir hır çıkarttılar. Chavez’in sağlığı, hastalığı ile ilgili bin bir çeşit yalan dolan haber ortaya yaydılar. Kaç kez öldürdüler. Ortaya bir güvensizlik, korku, huzursuzluk tohumu serptiler. Capiles seçim kampanyasını daha o dönemde başlattı ya da Ekim seçimlerinden beri kapatmadı diyebiliriz. Sürekli olarak, duygusal, ideolojik, ekonomik olarak saldırdı durdu. Chavez’in hastalığını sömürdü. Onu ve geriye bıraktığı iktidarı aciz göstermeye çalıştı. Yeni seçimler sırasında kampanyalarında saldırdı. Sonra seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz, bunu kabul etmedi, hile karıştı dedi ve taraftarlarını ülkenin dört bir yanında sokaklara dökülmeye çağırdı. “Barış adına tüm nefretinizi, öfkenizi kusmak için sokaklara dökülün!” dedi. İşçilere genel grev hedefini gösterdi. Tavaları, tencereleri ile kadınlar, ellerinde taşlar sopalar ve boş şişeler ile gençler sokaklardaydı. Ülkenin dört bir yanında kargaşa havası yaratıldı. Olaylar sırasında 7 kişi öldü ve 61 kişi de yaralandı. 18 tane sağlık ocağına saldırıldı ve yakıldı. Devlet gıda satış pazarlarından 3 tanesi ateşe verildi. Bilinen Chavez taraftarlarının evlerine saldırıldı. Evlerin duvarlarına tehdit mesajları yazıldı. Chavez yanlısı basın Telesur ve Vtv büroları ve yöneticilerinin evlerine saldırıldı. Maduro 1 Mayıs kutlamaları sırasında Capriles’i burjuvaziyi iktidara getirmek için faşist bir ajanda kullanmakla suçladı. “Ortada küçük bir grup sağ kanat faşist, Venezüella muhalefetini denetimleri altına almışlar ve faşist projeler peşindeler. Bunlar eski burjuvazinin aşırı sağ, aşırı uçlarıdır. “ diye açıkladı. Bunları yenilgiyi kabul edip ülkeyi bir şiddet dalgasına sokmaktan, nefret tohumları ekmekten kaçınmaya çağırdı. Ülkede Chavez sonrası dışarıdan gelmiş, belki yakında silahları ile saldırıya geçebilecek faşist güçler olduğu savunuluyor. Bu karışıklığın sorumlusu onlardır

20

deniyor. Amaç ülkeyi istikrarsız bir duruma sokmaktı. Düzeni bozmak ve ülke yönetilemiyor havası yaratmaktı. Maduro ve iktidar serinkanlı davranıyor. Taraftarlarını sakin olmaya çağırıyorlar. Seçim sonrası saldırılar karşısında Capriles karşı tarafı istediği gibi kışkırtamayınca taraftarlarını geri çekilmeye çağırdı ve olaylar biraz durulur gibi oldu. Ama ancak biraz, çünkü artık her gün bir şekilde yeni saldırılar yaşanıyor. Örneğin 1 Mayıs gösterilerinde Capriles, iktidar taraftarlarının yürüyüş güzergâhında inat etti. Sonuçta Maduro son andaki değişiklikle iki kortejin birbiri ile karşılaşmasını önledi. Ama muhalefet saldırı taktiğini bir kez bayrak yapmıştır. Seçim sonuçlarını kabul etmedikleri için meclis toplantılarında da sorun çıkartıyorlar. Tüm TV kanallarının naklen verdiği ilk toplantıya dövüş çıkartacakları için kasklı, düdüklü hazırlıklı geldiler. Olay çıkarttılar. Milletvekillerine saldırdılar ve sonra masum numarası ile basın önüne geçtiler. Bir şov yaptılar. Sokakta, mecliste her yerde bir saldırı içindeler.

Dış Destek

Chavez ve 21.yy sosyalizmi Obama iktidarı ve Batı finans kapitalinin korkulu düşüdür. Hastalığı ve yokluğunda saldırılar şiddetlenmiştir. Batı onun yokluğunu kendi hanesine nasıl artı olarak geçirebileceği derdindedir. Chavez’in hastalığı bile kafalarda şüpheler yarattı. Kübalı doktorlar böylesine inatçı bir kanser türüne akıl erdiremiyorlar. Lula’sından birçok bölge ilerici liderinin kanser hastası olması kafaları karıştırıyor. CIA’nin bilinmedik bir hünerinden söz ediliyor. Obama iktidarı Chavez’in hastalığını ve arkasından ölümünü bir fırsat bildiler. Chavez ile ilgili yüzlerce yalan dolan hikâyeler uyduruldu ve basıldı. Ekim seçimlerinde başlatılan iktidar karşıtı eylemler arttırıl-

dı. Maduro bizzat ABD askeri ataşesinin orduyu kışkırtmaya çalıştığını video görüntüleri ile kanıtladı ve ataşe sınır dışı edildi. USAID yardım kurumu önde geleni ekim seçimleri sonrasında muhalefet taraftarlarına para dağıtırken görüntülendi ve yurt dışı edildi. Maduro kendisini öldürme komplosunu ortaya çıkarttı. Hatta rakibini öldürecekler sonra da suçu iktidar üstüne atacaklar diye uyardı. Son olarak ta Maduro komşu Kolombiya eski başkanı Uribe’nin kendisini öldürme planları yaptığını iddia etti. ABD ve bölgedeki gerici iktidarlar Venezüella üzerinde gizli emeller içindedirler. Honduras ve Paraguay’da solcu iktidarları deviren ABD şimdi de Chavez sonrası iktidarı devirmeye, liderini öldürmeye dört koldan soyunmuş gibidir. Obama son olarak Venezüella seçim sonuçlarını kabul etmediklerini açıklayarak Capiles’e gene destek verdi. Seçimlere hile karıştırıldığını savunup Maduro’yu başkan olarak tanımıyorlar. Oysa eski ABD başkanlarından Jimmy Carter Venezüella seçim sistemini dünyanın en iyisi diyerek övmüştü. Maduro’yı başkan seçen seçimlere hile karışmış olma olasılığı sıfır gibidir. Ama ona rağmen ABD ve temsilcisi Capiles böyle bir olasılıkta inat ediyorlar. Brezilya eski başkanlarından Lula bile olaya itiraz edip ABD’nin Meksika’daki son seçimlerdeki rolüne bakmasını sağlık verdi.

Sonuç

Venezüella içeriden ve dışarıdan güçlü bir saldırı altındadır. Saflarından kayıplar vermiştir. Daha fazla kan kaybı için emperyalist güçler var güçleri ile saldırıyorlar. Bin bir hile ve yalan dolan ile ülkeyi 21.yy sosyalizmi ekseninden çıkartmaya çalışıyorlar. Maduro ve PSUV şimdilik temkinli davranıyor. Saldırılar karşısında kışkırtmalara gelmemeye, akıllı olmaya çalışıyorlar. 1 Mayıs konuşması sırasında Maduro işçi ücretlerine %20’ye

varan zamlar açıkladı. Eylül ve Kasım aylarında da %15 üstünde zamlar yapılacak. Ayrıca 7 Mayıs 2013 günü yeni iş yasası yürürlüğe girecek ve işçilerin çalışma koşulları daha da düzeltilecektir. Ancak elbette 21.yy sosyalizminin bunların ötesinde yapması gereken şeyler vardır. Ekonomi etkinleştirilmeli, yolsuzluklarla baş edilmeli, suç oranı düşürülmelidir. Bu da daha çok demokrasi, daha çok halkın yaşam koşullarını iyileştirici önlemler demektir. Maduro bunları yapmaya kararlı gibi gözükmektedir. En azından son açıklamaları bu doğrultudadır. Maduro bunları başaramaması için saldırı altındadır. İçerideki muhalefet hır çıkartmaya, istikrarsızlık yaratmaya kilitlenmiştir. Bir belirsizlik ortamı, güvensizlik, politik gerilim ortamı istiyorlar. Anlaşıldığı kadarıyla bunu yapmayı sürdürecekler. Maduro iktidarı daha Chavez’siz olmaya alışmadan bu saldırılar karşısında zorlanabilir. Chavez sonrası Venezüella bir saldırı altındadır. Ülkeyi nasıl bir gelecek beklemektedir? Chavez 21.yy sosyalizminin bu ülkede kök saldığını ve devrimin geri çevrilemeyeceğini iddia etmişti. Gerçekten öyle midir? Gerçekten Chavez’in yetiştirdiği güçler, 21.yy yaşamış kitleler devrimlerine sahip çıkmasını bilecekler midir? Venezüella zorlu bir süreçten geçiyor. Tüm devrimci güçler onun bu sürecine destek vermeli ve gericiliğin ülkede zafer kazanmasını önlemek için üstlerine düşeni yapmalıdırlar. Maduro ve yandaşlarının bu günlerde yanında olmak tüm devrimci güçlere düşen bir görevdir.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

EKMEK İSRAFINI ÖNLEMENİN ASIL AMACI “ON BİNLERCE KONUT” YAPMAKTIR!

O

cak ayından itibaren sofralarımızda, alışverişe çıktığımızda ya da bir dostumuza misafir olduğumuzda aynı panik halini yaşıyoruz. Neden mi? Çünkü ekmek israf etme konusunda çılgınlar gibi birbirimizle yarıştığımızı düşünen bir “hükümetimiz” var. “Hükümetimiz” tarafından 17 Ocak 2013’te başlatılan “Ekmek İsrafını Önleme Kampanyası” ile ilgili bir de 02 Nisan 2013 tarihli ve 28606 sayılı Resmi Gazete ’de Başbakanlık Genelgesi yayımlandı. Bu genelgeyle birlikte bakanlıklar, valilikler, belediyeler, üniversiteler ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarının alacakları tedbirler ve yapacakları faaliyetlerle kampanyayı destekleyecekleri bildiriliyor. Ayrıca bu kampanyayla tam buğday ekmeğinin tüketimine halkımızın özendirilmesiyle ekmek israfının önlenmesi meselelerinin tüm vatandaşlarımız için yaşam biçimi haline getirilmesi gibi bir farkındalık yaratılması amaçlanmış. Bu kampanyayla ulusal olarak tam bir bütünleşme de sağlanmak istiyor anladığımız kadarıyla! Bakınız: “ Genelgede ayrıca kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra; halkımız, sivil toplum kuruluşları, memur, işçi ve işveren kuruluşları, meslek oda ve birlikleri, ulusal ve yerel basın ile özel sektörün, çok önemli bir insanlık görevi olan bu kampanyaya gönüllü olarak her türlü destek ve yardımı sağlayacaklarına olan inancın tam olduğu belirtiliyor.” Toplumun tüm kesimleri, farklı sınıfları bu çok önemli insanlık görevi etrafında toplanırsa belki de toplumsal ve sınıfsal olarak yaşadığımız tüm çelişkiler de or-

tadan kalkar, ne dersiniz? Kampanya çerçevesinde, “Dünyadaki gıda kaybı ve israfının dörtte birinin önlenmesiyle yetersiz beslenen 870 milyon insanın gıda ihtiyacı karşılanabilmektedir”. “Gelişmiş ülkeler yılda yaklaşık 222 milyon ton yenebilir ürünü heba etmektedir. Bu miktar, neredeyse Sahra Altı Afrika ülkelerinin yıllık toplam gıda üretimine karşılık gelmektedir” türünden veriler kullanılarak dünyadaki ve Türkiye’deki adaletsizliğin sebebi yanlış tüketim alışkanlıklarıymış gibi gösteril-

meye çalışılıyor. Gıdaya ulaşamayanlar ile gıdayı israf edenler gibi sınıflama neden yapılıyor? Bu kampanyayı koordine edenlere göre tüm dünya ülkeleri ve ülkemizdeki adaletsizliklerin bitmesi için ekmek israf etmemek neredeyse yetiyor! Kampanyanın toplumun bütün kesimlerine duyurulması amacıyla hazırlanan görsel ve yazılı malzemeler her gün bindiğimiz otobüslerde, duraklarda, metro ve istasyonlarında yerini almış durumda. Uzun süre bakanın algısını çeşitli felsefi sorgu-

lamalara zorlayan bu reklamvari çalışmalar işin asıl nereye vardırılmak istendiğini ise hemen açık ediyor. “İsraf edilen ekmekle onlarca köprü yapılır” ya da olsa olsa konut yapılır diyerek rantsal dönüşümü hemen akıllarımıza getiriyor. Tam buğday ekmeğinin sağlık açısından faydalarından yola çıkılsa da gerçek niyetini fazla saklayamıyor. Gel gelelim bu ekmeği israf edenler kimler? Ekmekle karnını doyuran bir tek yoksul halkımız olduğuna göre üzerimize alınmamız gerekiyor. Yoksa dolar milyarderlerimizi böyle boş işlerle meşgul etmek zaten olmazdı. Bize gelince ekmeği israf etme, ülke ekonomisini kurtar. Sermayeye gelince konutlar dik ve yoksullara sat. Samsunda olduğu gibi yeni dere yataklarına kuracakları konutlara yeni kurbanlar arıyor olmalı hükümet yoksa on yıldır halkının sağlığını düşünmek yeni mi aklına geldi? Görünen o ki ekmek israfını önlemenin de zaten insani falan değil tamamen rantsal bir boyutu var. Hükümetin bu ali cengiz oyunları halk düşmanı politikalarının artık halkın gözünde büsbütün teşhir olmasından kaynaklanıyor. Artık hesap sorma günüdür ve bu yıl 1 Mayıs da göstermiştir ki tüm baskı ve yasaklamalara rağmen Taksim’e akan işçiler, işsizler, emekçiler, öğrenciler, Kürtler, kadınlar ortaya koydukları direnişle kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerden hesap sormak için hazırdır.

Elif IRMAK

Bu kampanyayla ulusal olarak tam bir bütünleşme de sağlanmak istiyor anladığımız kadarıyla! Toplumun tüm kesimleri, farklı sınıfları bu çok önemli insanlık görevi etrafında toplanırsa belki de toplumsal ve sınıfsal olarak yaşadığımız tüm çelişkiler de ortadan kalkar, ne dersiniz?

21


Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2013

ODTÜ’ DEN DİCLE’YE MÜCADELE BÜYÜYOR Aze YILMAZ

Türkiye’nin dört bir yanına yayılan öğrenci eylemlilikleri egemenleri tedirgin etmiş olacak ki üniversitelerdeki gündemlere el attılar. Attıkları bu eli tutan Hizbullah yanlısı gruplar polislerle iş birliği yaparak üniversitelerdeki devrimci öğrencilere saldırdılar. Dicle Üniversitesi’nde başlayan kutlu doğum haftası olayları İstanbul Üniversitesi ve birçok üniversitede kendini gösterdi.

22

B

ilindiği üzere yeni YÖK yasa tasarısıyla birlikte ivmelenen öğrenci hareketi, üniversitelerdeki baskıların artmasıyla ve faşist saldırılarla birleşince farklı bir boyut kazanmıştır. ODTÜ’ deki direnişin üniversitelerdeki kıvılcımı ateş topuna dönüştürmesiyle polisin öğrencilere müdahalesi gecikmemiştir. Devletin ve rektörlerin güdümünde yürütülen operasyonlarla üniversite kampüsleri TOMA’ larla basılmakta, biber gazı yağmuru altında öğrenciler yaka paça gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Bu olan bitenler birer bilim

yuvası olması gereken üniversitelerin bilimden ve özgürlükten ne kadar yoksun olduğunun göstergesidir. Hacettepe’ de geçen aylarda yaşanan olaylar bu tablonun bir parçasıdır. Beytepe Yerleşkesinde milliyetçi eğilimli bir öğrenci topluluğunun düzenlediği etkinliği protesto etmek isteyen devrimci öğrencilerden oluşan bir grup, yerleşkenin kalbine kadar ilerlemiş olan güvenlik kuvvetlerinin orantısız ve kontrolsüz saldırısına maruz kalmıştı. Daha sonra ne mi oldu? Öğrencilerin dağıtılmasına Özel Güvenlik yetmemiş, her zamanki gibi Hacettepe Üniversitesi’nin demokrat rektörünün kafasında

parlayan ampulün üniversiteye saçtığı şiddetle polis yerleşkeyi savaş alanına çevirmekte gecikmemişti. Hacettepe’ de bunlar olurken Ankara Üniversitesi’nde yemek fiyatlarını protesto etmek için yemekhaneyi işgal eden devrimci öğrenciler ÖGB’ nin ve polisin faşist saldırılarından nasiplerini almışlardı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ‘nde kutlanan Newroz’u bahane gösteren ideolojik rektörün izniyle uzun zamandan sonra üniversiteye polis TOMA’ larla girerek öğrencilerin eylemliliklerini kırmak için tazyikli su ve biber gaz-

larıyla müdahale etmişti. Türkiye’nin dört bir yanına yayılan bunlara benzer öğrenci eylemlilikleri egemenleri tedirgin etmiş olacak ki üniversitelerdeki gündemlere el attılar. Attıkları bu eli tutan Hizbullah yanlısı gruplar polislerle iş birliği yaparak üniversitelerdeki devrimci öğrencilere saldırdılar. Dicle Üniversitesi’nde başlayan kutlu doğum haftası olayları İstanbul Üniversitesi ve birçok üniversitede kendini gösterdi. Neden kutlu doğum haftası bu yıl böylesi törenlerle kutlandı? Ortadoğu ‘ da değişen dengeler doğrultusunda Hizbullah’ın aklına kutlamaları

yapmak gelmiş olmalı. Üniversitenin içinden olmayan ‘’Müslüman Gençlik’’ adlı grup artan öğrenci eylemliliklerinden ve barış sürecinden etkilenmiş olacak ki kutlama yapacak yer olarak üniversiteleri seçmişlerdi. 1 Mayıs’ta Taksim’de yaptığı gövde gösterisiyle insanları korkutmaya çalışan hükümet 6 Mayıs’da da Deniz Gezmişleri anmak için yapılan yürüyüşe müdahale ederek büyüyen gençlik hareketini durdurmaya çalışmıştır. Galatasaray taraftarları Taksim’de şampiyonluk safsatası yapabiliyorken ezilen halklara Taksim’in yasaklanması AKP ‘nin korkularının büyüdüğünü göstermektedir. Tüm bu tabloya baktığımızda hükümetin lütfettiği üniversitelere sığmayan öğrenciler sisteme olan öfkelerini kusmaya başladı. Üniversitelerde patlayan öfke tüm mücadele alanlarında yankı buldu. Doğal reflekslerini tekrar kazanan gençlik, örgütlülüğüyle yarattığı değiştirme gücünü eline aldı. Elinden alınan haklara ‘DUR’ demenin zamanıdır artık. Öğrencilerin yediği yemeğe göz diken, üniversiteleri bilimden ve demokrasiden uzaklaştırmak isteyen, düşüncelerini teslim alma rüyası gören, yoksul halkların öfkesinden korkan zihniyet her ne kadar öğrencileri susturmak istese de bunu başaramayacaktır. Parlayan bu kıvılcım ateş topuna dönüşmüştür. Üniversiteliler artık ne AKP’ nin polislerine ne de o polislerin copuna, gazına katlanmayacaktır.


Mayıs 2013 / Sosyalist Dayanışma

Halkların Özgürlüğü İçin Savaşanlara Selam Olsun güç oluşturması yolunda çaba gösterenler, Denizlerden ve İbrahimlerden ilham almaya devam edecektir. Tıpkı Kızıldere’den, sömürge gerçekliğini daha 1930’larda tespit eden Hikmet Kıvılcımlı’dan ve “Türkiye’nin doğusunda Kürt halkı yaşar” tespiti nedeniyle kapatılan Türkiye İşçi Partisi geleneğinden ilham aldıkları gibi. 6 Mayıs ve 18 Mayıs şehitleri Devrim ve Sosyalizm yolunda yürüttüğümüz mücadelede bize ışık tutmaya devam ediyorlar. Türkiye ve Kürdistan’da zulme ve sömürüye karşı isyan bayrağını en yükseklere çıkaran devrimci gençlik liderlerini ölüm yıldönümlerinde saygıyla anıyoruz. 1972 yılının 6 Mayıs günü idam edilen Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kurucuları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve 18 Mayıs 1973’de işkencelerle katledilen Türkiye Komünist Partisi / Marksist Leninist’in (TKP/ML) lideri İbrahim Kaypakkaya bizlere sarsılmaz bir mücadele azmi ve halkların birleşik mücadele geleneğini kutsal bir miras olarak bıraktılar. 1968 Gençlik hareketinin içinden çıkan devrimci liderler, Türkiye ve Kürdistan topraklarında yeni bir çığır açtılar. Sadece Türkiye devrimci hareketinin değil, Kürdistan özgürlük hareketinin de tohumlarını attılar. Deniz Gezmiş’in idam sehpasında haykırdığı “Yaşasın Türk ve Kürt Halkının Kardeşliği” sözü bugün birleşik devrimci mücadelenin en kuvvetli harcı olarak yankılanmaya devam ediyor. İbrahim Kaypakkaya’nın ayağını Dersim topraklarına basan Kemalizm eleştirileri ve Kürdistan tahlilleri bize yol gösteriyor. Onların devrimci hatırası, özgürlük ve adalet tutkumuzun en güçlü kaynakları olmaya devam ediyor

ve bugün, sermayeye ve onun temsilcisi siyasi iktidarlara karşı yürüttüğümüz mücadelede bize güç veriyor. Denizlerin ve İbrahimlerin bize bıraktığı devrimci mirasın güncel karşılığı, bugün, Türkiye ve Kürdistan halklarının barış ve demokrasi mücadelesini yükseltmektir. Türkiye ve Kürdistanlı devrimci güçler arasında 1980’li yıllardan itibaren açılan makas günümüzde kapanmaya başlıyor. Türkiye Gençlik Hareketi içinden doğan Kürdistan Özgürlük Hareketi bugün başka bir seviyede yeniden doğduğu köklerle buluşmaya çalışıyor. Türkiye sol hareketi ise neoliberalizme ve AKP faşizmine karşı yeni bir kitlesel mücadele dönemini başlatmaya çalışıyor. Bu iki hareketin birleşik devrimci b i r

Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Ve yumruklarımızı bir kez daha sıkarak, şehitlerimizden devraldığımız mirası bir adım öteye taşımanın heyecanıyla devrim yolunda yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Selam olsun isyan bayrağını göklere çıkaranlara! Selam olsun tüm devrim şehitlerine!

23


Ortadoğu'da yeşertmeye söz veriyoruz.

kalbini kazandı.

-

-

-

Bolivarcı Devrim’in Lideri Chavez’i Saygıyla Anıyoruz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.