Sosyalist Dayanışma Dergisi Kasım 2013 23. Sayı

Page 1

İsyanı Büyütmenin Parolası HDP mi? Aleviler Neden CHP’yi Destekledi?

Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

KASIM 2013 YIL: 3 SAYI 23

Dershanelerin Kapatılması Adalet Getirir mi?” Forumlarda Tıkanan Nedir? Dr. Hikmet Kıvılcımlı Kimdir? Süreç Bitti mi? 10. Çalışma Meclisi ve Gerçekler Kadın İstihdam Paketi ve Esnekleşmenin Dikensiz Yolları Gezi Ruhu: Katılımcı Demokrasi ve Alevilik

AKP’NİN ZORBALIĞINA KARŞI

GENÇLİK BARİKATI

Ahmet Yıldız’ın Hikayesi Son Barikat Öğrenci Hareketinin Bugünü Demokratikleşme Paketi-Maketi: “İleri Demokrasi Seçim Sistemleri”


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

MüTayyip Medeniyetine Karşı Barikattayız! Direniş artık yaşamın ayrılmaz bir parçası. Sadece bizde değil her yerde... Dünyanın sokakları her geçen gün daha da ısınıyor. Yeni bir 68 dönemini yaşıyoruz. Küresel kriz gerekli cephaneyi biriktiriyor. Artık insanlar dünya nüfusunun %1’inin toplam servetin %45’ine sahip çıktığı bir dünyada yaşamak istemiyor. Kadınlar erkek vahşetine, tacize, tecavüze karşı ayakta. Kentlerine, ağaçlarına, suyuna sahip çıkan bir gençlik direniyor. Havada direniş kokusu var. Kimse bunun bitmesini beklemesin. Temposu zaman zaman düşse de direniş sürecek. Dönemin en belirgin teması budur. Alın size ODTÜ gençliği. Bir gece yarısı baskınıyla kesilen ağaçlarına, okullarına sahip çıkmak için günlerdir direniyorlar. HDP Kongresindeki görkemli duruşları gerçekten görülmeye değerdi. İşini hak ettiği gibi yapan insanın mutlu ifadesi vardı yüzlerinde. Gözlerindeki ışıltı metrelerce öteden fark edilebiliyordu. Tuzluçayır halkının görmezden gelinmeye, hiçe sayılmaya gösterdiği kararlı direniş; Antakya halkının evlatlarına sonuna kadar sahip çıkışı; Ethem’in yakınlarının mahkeme kapısında sergilediği kararlılık… Rüzgâr esmeye devam ediyor. Sosyalist Dayanışma ise nefes nefese bu direnişin ruhunu daha da ileriye taşıyabilmek için çırpınıyor. Ortaya çıkan bu büyük özgürleşme imkanını gerçek bir kurtuluşun inşasına sıçratmak için üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışıyor. Hareketin imkanlarını ve sorunlarını tartışmaya açmaya çalışıyor. İsyana anlam kazandırmak için, bir telaş yaratmak için uğraşıyor. Kabaran dalganın ruh halini kucaklamaya ve yaymaya gayret ediyor.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 3, Sayı: 23 Kasım 2013 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 sodap74@yahoo.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

En umut verici yan ise bütün bölme çabalarına karşın direnişin farklı kanatlarının her geçen gün birbirine daha da yakınlaşması. HDP Kongresi toplumda yarattığı heyecanla bu konuda önemli bir adımı temsil ediyor. Özgürlüğe doğru yürüyen dip akıntıları HDP’de coşkun akan bir sele dönüşecek mi bunu hep beraber göreceğiz ama “devir artık barikat devri” ise safları sıklaştırıp, faşizme karşı atacak tek bir sloganı olanı bile barikatın arkasına almak artık çok daha mümkün… Erdoğan incilerine bir yenisini kattı: “Yol medeniyettir”. Bu söz kentsel yağmanın parolasıdır artık. Yol, yeni alanların kentsel yağmaya katılmasının adıdır, tıkışılmış metrobüsler, trafikte tüketilmiş ömürler demektir. Medeniyet ise, kadın erkek eşitliği sıralamasında 132 ülke arasında 120. ülke olmamaktır mesela. Ağaçlarına sahip çıkan gençlerin dövülüp ateşe atılmamasıdır. Evladı polis tarafından vurulan ananın gazlanmamasıdır. Muhalif gazetecinin işsiz kalmamasıdır. İlik nakli aranan genç için alınan kan örneklerinin tetkiki için paranın her şeyden önce bulunmasıdır. Kardeş halkı aç bırakmak için sınıra duvar örmemektir. Dünyada adam başına en çok polis düşen 2. ülke olmamaktır. Kalp yiyen canilere destek olmamaktır. Ortada nasıl bir medeniyet olduğuna artık siz karar verin. Müteahit medeniyeti, insanlar için nefes alınamayacak cinnet şehirler yaratır! Kentler barbarlarını beklerken bizler MüTayyip medeniyetine karşı barikattayız!


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

İSYANI BÜYÜTMENİN PAROLASI HDP Mİ? “Devir artık barikatlar devridir” Hem de her yerde... Gezi’de, Amed’de, Afrin’de, Sintagma’da, Plaza Del Sol’da, Rio’da, Roma’da, Dakar’da, Hartum’da…

H

alkların Demokratik Partisi “Umuda Hoşgeldiniz” parolasıyla siyasi hayatımıza katıldı. Halkların Demokratik Kongresi nereden bakıldığına bağlı olarak herkese farklı görünüyor. Süreç başlarken biraz ütopik hayallerle meseleye yaklaşanlar için “dağ fare doğurdu”. “ İki yıl tamamlanmasına rağmen gerekli mesafe kat edilemedi”. Müzmin iyimserler için “varolan dünya mümkün olan dünyaların en iyisidir” dolayısıyla her şey yolunda. Nereye baksa kendi silüetini görenler için fazla dışlayıcı, bağımsızlığı bir meziyet olarak taşıyanlar için “örgütlerin katkısı yetersiz”, kimi siyasi yapılar için elini taşın altına koyma gereği hissetmeksizin arada boy gösterilebilecek bir platform. Türkiye’deki siyasi ittifakların geçmişine bir göz attığımızda ise, gelinen noktayı önemsememek imkânsız. Bütün zaaflarına rağmen birbirine tutunmaya çalışan iradelerin varlığı en önemli iyimserlik sebebi. Birbirinin “içişlerine” olabildiğince saygılı, herkesten “yeteneği oranında” katkı isteyen, var olan gerçekliğimize uyumlu bir yapı ortaya çıktı aslında. Tek bir kalıp içerisinde erimeye çalışan deneyimler genellikle aşırı zorlayıcı gerilimler yaratıyor. HDK var olan yapısıyla bu gerilimlere en büyük direnci gösterebilecek bir yapılanma. Devamlılığının en önemli koşulu da bu oldu. HDK özellikle Kürt Sorunu’nda içerisinde olunan aşamaya bağlı olarak salınıyor, o dönemin ruh haline göre şekilleniyor. Kuruluş günlerinde HDK içinde sosyalizmden bahsetmek neredeyse bir aşırılık olarak algılanıyordu. Oldukça liberal

eğilimli bir halklar mozaiği söylemi ortama hâkimdi. 2. Senenin ilk yarısı açlık grevleriyle geçti, HDK’nin en diri dönemiydi. Bu dirilik sokaklara çok fazla yansıtılamasa da gündemin yakıcılığı ortamı ısıtmaya yetiyordu.2013 Newroz sonrası ortama hâkim olan ise büyük oranda bir kafa karışıklığı oldu. Yani Kürt hareketinin ruh hali HDK’yi şimdiye kadar büyük oranda belirledi. Bu durum en belirgin olarak Gezi ile ortaya çıkan zafiyete damgasını vurdu. İsyanların birleşmesinin en mümkün olduğu zamanda bu rolün oynanamasında iki öğe çok belirleyici oldu. BDP’deki kafa karışıklığı, BDP dışı öznelerin HDK’yı sürükleyebilme iradesine sahip olamaması. 26-27 Ekim’de Ankara’da toplanan kongreler ise bu tabloda bir değişimin gerçekleşme ihtimalinin yükseldiği bir dönemde yaşandı. Birincisi, Kürt hareketi sosyalistlerle stratejik bir kaynaşma amacında olduğunu çok net bir iradeyle ortaya koydu. Sosyalizm artık HDK’nın marjinal bir yönü değil. Sırrı Süreyya’nın HDP kongresindeki konuşması bu konuda yoğun vurgular içermekteydi. Müzakere süreci gerilimi ise daha yüksek bir seviyeye sıçradı ve muhtemelen bu gerilim seviyesinde istikrar kazanacak. Öcalan’ın 40 yıllık isyanın müzakereye dönüşmesi ile ilgili vurgusu biraz sorunlu görünüyor. Değişenin isyanın mahiyeti olduğu vurgulansa daha iyi olurdu. Şimdiye kadarki kavramsallaştırmada da en büyük eksik, mücadele ile müzakerenin bir bütünün diyalektik parçaları olarak anlaşılamaması idi. Bu kavramsallaştırmada yanlış anlamalar olası. “Ya

isyan ya müzakere” değil “hem isyan hem müzakere” formülasyonu çok daha anlamlı ve sonuç almaya dönüktür. İkinci olarak ise Gezi İsyanı’nın Türkiyeli sosyalistlerin ruh halinde yarattığı olumlu dönüşümdür. Gezi sürecinde yapılanlarla ilgili sert eleştiriler, aslında HDK’nın artık bir ikinci isyan tarafından da güdülenmesi dolayısıyla Türkiyeli sosyalistlerin de ittifak ilişkisinde daha belirleyici olacağı bir dönemin habercisi olarak okunabilir. Bu durum HDK’yı iki ayağı da yere sağlam bazen bir yapı haline dönüştürebilir. Etkin bir HDK-P için böylesi bir duruş muhakkak gerekiyor. Tek bir isyanın ruh haline göre şekillenen bir siyasi özne iki isyanı birbirini büyütecek tarzda koordine edemez. Karar mekanizmalarının daha fazla şeffaflaşması açısından da bu ayağın güçlenmesi önemlidir. Özellikle Pazar günkü HDP Kongresi’nin toplumda belli bir heyecan yarattığını fark etmemek imkânsız. Parti, doğru politikalar eşliğinde bu atmosferin hızıyla Haziran’da oynayamadığı rolden kaynaklanan geri kalışını hızla telafi edebilir. Bu ilginin tüm bileşenlerin katkı sunma enerjilerine olumlu etkide bulunacağı açıktır. Sarıgül çevresi tarafından HDP’ye uygulanan “düşük profilli aday” baskısı bu kongre ile geri püskürtüldü. Sırrı Süreyya’nın adaylığı kesinleşmiş gibi gözüküyor. Bu adaylık Parti’nin Türkiye çapında hızla örgütlenebilmesi için de bir manivela rolü oynayacaktır. Gezi Dinamiklerinin ortak adayının çıkarılması ise artık pratik olarak mümkün görünmüyor. Hem forumlar önemli oranda ivme

kaybetti hem de CHP tamamen fırsatçı bir tutumla kolunu kıpırdatmadan bütün eli toplama peşinde. Herhangi bir sosyalistin Sarıgül gibi ne olduğu belirsiz bir tipe hangi gerekçeyle olursa olsun verecek tek bir oyu olamaz. Erdoğan’ın kongreye mektup gönderme olayı ise HDP’yi kurulurken itibarsızlaştırma oyunudur. HDK’nın Gezi bileşenleri ile arasına hendek kazma çabasının bir parçasıdır. Aynı manevranın bir benzerini hafta içinde Fetullah Gülen’e geçmiş olsun diyenler arasında sırrı Süreyya’nın da olmasının basına açıklanmasıyla yaşadık. Bugün HDP’nin AKP’nin en önemli karşıtı pozisyonuna geçmesi ve bu noktada Alevilerle kucaklaşması istenmiyor. Ulusalcılar devrimcileri toplumsal muhalefetten yalıtma konusundaki tarihsel rollerini büyük bir arzuyla oynamaya devam ediyorlar. Fakat bu oyunlar boşa çıkarılmaya mahkûmdur. Milliyetçilik ve Siyasal İslam oynamaya çalıştıkları tahterevalli oyunuyla toplumu tahrip ediyorlar. HDK-P bu denklemi alt üst etmenin adı olmalıdır. HDP kongresindeki divan heyeti çok güzeldi, içinde klasik anlamda işçi sınıfını simgeleyen bir ismin olması daha da güzel olurdu. Sırrı Süreyya ise günün sözünü söyledi: “Devir artık barikatlar devridir” Hem de her yerde.. Gezi’de, Amed’de, Afrin’de, Sintagma’da, Plaza Del Sol’da, Rio’da, Roma’da, Dakar’da, Hartum’da…. En güzel günler daha henüz yaşamadıklarımız... Ertuğrul Kürkçü’ye de büyük geçmiş olsun demeden yazıyı bitirmek olmaz.

3


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

Alevilerin Tek Seçeneği CHP mi?

Aleviler Neden CHP

Fikret KIZILTAN

4

A

Alevilerin 1960’li yıllardan bu yana seçimlerde büyük ölçüde CHP’ye destek vermiş olması liberal ve İslamcı yazarlar (bazen sosyalistlere de sirayet ettiği görülür bu tür analizlerin) açısından son derece mantıksız ve ancak psikolojinin kavramlarıyla açıklanabilecek bir durumdur. Tek parti döneminin katliamlarını anımsatarak, bu durumun ancak “celladına âşık olma” ya da başka ruhsal travmalarla açıklanabileceğini biraz da alaysı bir üslupla dile getirirler. Onlara göre Alevilerin CHP’ye oy vermesi rasyonel olarak açıklanamayacak bir tuhaflıktır. Liberal ve İslamcıların bu analizleri her şeyden önce somut tarihsel gelişmeleri hesaba katmadığı için eleştirilmelidir. Bu analizlerde, tek parti dönemi ile bugün arasındaki 60 yıllık tarihsel dönemde yaşananlar göz ardı edilir. Aleviler 1950 seçimlerinde büyük ölçüde, siyasal öz-

gürlükleri geliştireceğini vaat eden Demokrat Parti’yi (DP) desteklediler. Ancak DP’nin özgürlük söyleminin sahte olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Üstelik DP, toplumun çoğunluğunu oluşturan Sünni kesimden daha fazla oy alabilmek için dinsel bir söyleme sarıldı. DP’nin Sünni Müslümanlığı öne çıkaran dinsel söylemi ve yeni bir tek parti diktatörlüğü inşa etme çabası, Alevilerin doğal olarak bu partiden uzaklaşmasına ve gittikçe daha liberal bir çizgiye kayan CHP’ye destek vermesine neden oldu. 1960’lı yıllarda DP’nin devamı olarak Adalet Partisi ve diğer sağ partiler mezhepçi ve milliyetçi politikalarda birbirleriyle yarıştıklarından, Alevilerin bu partiler yerine merkez sol olarak tanımlayan ve laiklik hassasiyetini sürdüren CHP’ye yönelmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Sağcı-muhafazakâr kuşatma, Alevileri CHP’ye sığınmak zorunda bırakmıştır. Ancak Aleviler, CHP’nin solunda bir imkân gördüklerinde bunu değerlendirmekten de geri kalmamışlardır. 1965 ve 1969 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin aldığı oyların önemli bir kısmı Alevilerden gelmiştir. Ayrıca ilk Alevi partisi olan Türkiye Birlik Partisi, girdiği ilk seçimde (1969) yüzde 2,8 oy alarak sekiz milletvekili çıkarabilmiştir. Bu partilerin parçalanarak marjinalleşmesi, Alevilerin 1970’li yıllarda oylarını CHP’de birleştirmelerine yol açmıştır. Üstelik 1970’li yıllarda Ecevit liderliğinde yenilenen CHP’nin siyasette görece liberal ve ekonomide halkçı politikalara yönelmesi, CHP’nin Aleviler için çekiciliğini arttırmıştır. Fakat bu dönemde bile Aleviler, seçimlerde CHP’ye oy vermelerine rağmen, toplumsal mücadelede devrimci sol güçlerle birlikte davranmışlardır. Dönemin radikal sol örgütlerinde Alevilerin temsiliyeti, top-

lam Türkiye nüfusundaki oranlarının çok çok üstündedir. Alevilerin Türkiye’nin bu çalkantılı yıllarında sokakta devrimcilerle, sandıkta CHP ile davrandığını söyleyebiliriz. Parlamentoda sağ partileri birleştiren Milliyetçi Cephe hükümetlerini ve sokakta Alevileri hedef alan ülkücü terörünü düşündüğümüzde, bu politikanın gayet rasyonel olduğuna kim itiraz edebilir? 1980 sonrasında ise artık bağımsız bir Alevi hareketinin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. 1980’li yıllardan devletin “Türkİslam sentezi” olarak adlandırılan politikalara yönelmesi ve siyasal İslam’ın yükselişi, Alevileri kendi kimliklerini daha açık bir şekilde savunmaya sevk etti. 1993 Sivas Katliamı ve 1995 Gazi olaylarının etkisiyle Alevi örgütlenmeleri yaygınlaşmaya başladı. 1990’ların ortasına kadar Aleviler kendilerini, kapatılmış olan CHP’nin ardılı SHP’de ifade ettiler. SHP bu dönemde diğer partilerle kıyaslandığında, görece demokratik bir niteliğe sahipti. Bu dönemde Kürt hareketinin de SHP ile seçim ittifakları yaptığını unutmamak gerekir. Ancak SHP’nin ömrü uzun sürmedi, 1994 seçim mağlubiyetinden sonra, Deniz Baykal liderliğinde yeniden kurulmuş olan CHP içinde eridi.

Laik-İslamcı Kutuplaşması ve Aleviler

1994 yerel ve 1995 genel seçimlerinde Refah partisinin birinci parti olması Türkiye’de yeni bir siyasi atmosferin oluşmasına neden oldu. Ordunun da bir parti gibi iç siyasete müdahale ettiği bu yıllarda, Türkiye toplumu “Laikler” ve “İslamcılar” diye ikiye bölündü. 28 Şubat darbesi, oluşan bu yarılmayı daha da keskinleştirdi. 12 Eylül darbesi, Türk-İslam sentezini ortaya atmıştı; 28 Şubat darbesi ise Türk milliyetçiliğiyle laikliğin (tabi burada gerçek anlamda bir laik-


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

P’yi Destekledi? likten söz etmiyoruz) bir sentezini yapmaya çalıştı. Bu dönemde Alevi oyları 28 Şubatçı çizgide yer alan CHP ve DSP’ye dağıldı. Özgürlükçü bir üçüncü seçeneğin yaratılamadığı Laik-İslamcı kutuplaşmasında Aleviler genellikle “merkez sol” partilerde siyaset yapmayı sürdürdüler. 2000’li yıllarda ise Deniz Baykal’ın başında olduğu CHP, Alevilerin temel talepleri konusunda hiç bir siyaset geliştirmediği halde, sırf İslamcı AKP’nin karşısında yer aldığı için Alevi oylarını kendisine çekti. Türkiye siyasetini belirleyen Laik-İslamcı kutuplaşması Alevileri, doğal olarak İslamcı safta yer alamayacaklarına göre, laikçi bir söylemi bayrak edinmiş olan güçlere yaklaştırdı. AKP’nin iliklerine sinmiş kesif Alevi düşmanlığı karşısında, denize düşenin yılana sarılması misali, Aleviler Baykal’ın CHP’sine oy vermeye devam ettiler. Ancak bu denklemde karlı çıkan hep AKP oldu, laik-İslamcı kutuplaşması üzerinden yürütülen siyaset AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. 2010 yılında Kılıçdaroğlu’nun partinin başına geçmesi, CHP’nin özgürlükçü ve halkçı politikalara yöneleceği umudunu doğurdu. Fakat Kılıçdaroğlu, 2011 seçimlerinden sonra yenilikçiler ve ulusalcılar olarak ikiye bölünmüş olan CHP’de, parti içi dengeleri idare etmek dışında bir vizyon ortaya koyamadı. CHP bazen liberal bazen ve katı milliyetçi politikaların aynı anda savunulabildiği bir parti haline geldi. Sonuçta Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de, AKP karşısında güçlü ve tutarlı bir muhalefet yapma becerisi gösteremedi.

Gezi İsyanı ve Aleviler

Başta Aleviler olmak üzere, gerçekten özgürlük ve adalet isteyen herkes için, siyasetteki bu kısır denklemin yıkılması gerekiyordu. Bunu Gezi İsyanı yaptı. Kürt hareketini hesaba katmazsak, Gezi İsyanı ile AKP’ye karşı

muhalefet ilk kez özgürlükçü ve çoğulcu bir perspektiften ve radikal bir yolla dile getirildi. Milyonlarca insan günlerce sokaklarda sadece AKP’nin polisine meydan okumakla kalmadı, Türkiye siyasetindeki kısır döngüyü de parçaladı ve safları yeniden oluşturdu. Artık AKP’ye karşı muhalefet özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir zemin üzerinden yükselecektir. Demokrasi dört yılda bir sandığa gitmekle sınırlı olamaz. Halk, kendi hayatını etkileyen kararları her zaman sorgulama ve değiştirme hakkına sahiptir. Doğrudan demokrasi, katılımcılık, farklılıklara saygı, sermayenin bitmek bilmeyen kar hırsına karşı doğanın ve toplumsal yaşamın savunusu Gezi İsyanının öne çıkan değerleri oldu. Gezi İsyanı, AKP iktidarına karşı mücadelede yepyeni bir kanal açtı. Ezilenlerin özgürlük ve eşitlik taleplerini görünmez kılan ya da manipüle eden Laik-İslamcı kutuplaşması yerine, AKP’nin otoriter neo-liberal iktidarının karşısına tüm ezilenlerin ortak mücadelesini koydu. Asimilasyona hayır diyen Alevi, hakkı yenen işçi, bedeni üzerinde söz sahibi olmak isteyen kadın, dereleri yok edilen HES mağdurları, kimliği yok sayılan Kürt, hayatın her alanında ayrımcılığa maruz kalan LGBTİ bireyi, güvencesiz çalışmaya mahkûm edilen genç, Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin dört bir yanındaki parklarda ve meydanlarda buluştu. Böylece özgürlük ve adalet arayışında olanlar için yeni bir seçenek doğdu, en başta da Aleviler için. Aleviler, Gezi direnişinin Türkiye’yi sarsan bir isyan dalgasına dönüşmesinde kesinlikle belirleyici bir rol oynadılar. Milyonlarca Alevi, üye oldukları derneklerden ve partilerden bağımsız olarak, AKP’ye güçlü bir cevap vermek için doğru anın gelip çattığını hissetti ve tereddütsüz bir şekilde meydanlara aktı. İstanbul’da

merkezlerin (Taksim, Beşiktaş, Kadıköy) dışında, emekçi semtlerindeki kitlesel protestoların tamamının Alevi mahallelerinde (Gazi, Sarıgazi, Okmeydanı, Gülsuyu vd.) gerçekleşmiş olması ve Gezi isyanında ölenlerin tamamının Alevi olması bir tesadüf olmasa gerek. Gezi isyanı bir yanıyla, bir Alevi İsyanıdır. Alevilerin başta kadınlar olmak üzere, AKP iktidarının sürekli saldırısı altında olan tüm kesimlerle birlikte, bedel ödeyerek yarattığı yeni bir politik mecradır. Öyleyse isyanın ortaya çıkardığı değerleri en çok savunması gereken Alevilerin kendisidir. Çünkü bu değerler, Alevilerin kendi mücadelesinin ürünüdür. Artık Türkiye siyasetindeki gelişmelere yukarıda belirttiğimiz bu değerler çerçevesinden bakmak ve bu çerçevede siyasete müdahil olmak gerekmektedir. Önümüzde yerel seçimler var. Bu seçimlerde Aleviler, Gezi İsyanının açtığı kanaldan yürüyerek AKP-CHP denkleminin dışına çıkabilirler. Partileri ve adayları, Gezi İsyanı’nın ortaya koyduğu ilkelere uyup uymadıklarına bakarak değerlendirebilirler. Hangi parti ya da aday, Gezi İsyanının ortaya koyduğu ilkelere bağlı görünüyorsa onu tercih etmeliyiz. Gezi’den sonra, AKP’ye karşı mücadelede Aleviler için tek seçenek CHP değildir. Aleviler Gezi İsyanının ruhuna en uygun davranan parti ve adayları desteklemeli, oylarını hiç bir partiye ipotek etmemelidir. Diyanetin ve zorunlu din derslerinin kalktığı, cem evlerinin ibadethane statüsüne kavuştuğu, Alevilerin inancı yüzünden dışlanmadığı, kısacası Alevilerin eşit yurttaşlık hakkını kazandığı bir Türkiye’ye bir tek seçimle kavuşamayacağımızı biliyoruz. Özlediğimiz ülkeyi ancak Gezi’nin ortaya koyduğu değerleri siyasette hâkim kılmaya çalışarak yaratabiliriz.

Aleviler, Gezi direnişinin Türkiye’yi sarsan bir isyan dalgasına dönüşmesinde kesinlikle belirleyici bir rol oynadılar. Milyonlarca Alevi, üye oldukları derneklerden ve partilerden bağımsız olarak, AKP’ye güçlü bir cevap vermek için doğru anın gelip çattığını hissetti ve tereddütsüz bir şekilde meydanlara aktı. İstanbul’da merkezlerin (Taksim, Beşiktaş, Kadıköy) dışında, emekçi semtlerindeki kitlesel protestoların tamamının Alevi mahallelerinde (Gazi, Sarıgazi, Okmeydanı, Gülsuyu vd.) gerçekleşmiş olması ve Gezi isyanında ölenlerin tamamının Alevi olması bir tesadüf olmasa gerek.

5


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

İSLAM

AKP Despotizminin Yeni Bir Evresindeyiz.

Erdoğan’ın tutunacağı tek dalı sandık başarısı. Sandık başarısı için de bilinen en iyi yöntemler, hizmet söylemi ve dinsel gerilimleri yükseltmektir. Erdoğan önümüzdeki günlerde bu alanlarda önemli çıkışlara hazırlanıyor. Metro, Marmaray meseleleri siyasetin gündemini yoğun bir şekilde belirleyecek. AKP kamuda türban, içki kısıtlaması, eğitim sisteminin yoğun dinselleşmesi, türbanlı milletvekili, Diyanetin ve imamların etkinliğinin arttırılması, Alevilere dönük dışlayıcı dilde geri adım atılmaması konularında gerekli mesaiyi harcıyor. Bu konular üzerinden bir saflaşma yaratmaya çalışıyor. 6

2010 12 Eylül referandumu AKP için doruğa çıkan bir özgüvenin ve İstanbul il başkanlarının deyimiyle “inşa süreçlerine” girişin miladı oldu. 12 Haziran 2011 seçimlerinde ortaya çıkan başarı bu algıyı pekiştirdi. AKP ve Erdoğan için artık aşılamayacak engel yoktu. 2.Cumhuriyet’in inşası süreci hızlandı. “Dindar nesil” yetiştirme, farklı düşünen kesimlerin yaşam alanlarını sınırlama yönelimi tüm ağırlığı ile ortaya çıktı. Ortadoğu’daki isyanlar AKP tarafından Müslüman Kardeşler’in gününün geldiği şeklinde okundu ve Suriye savaşında bütün yumurtalar bir sepete dolduruldu. Amaç Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler ittifakı üzerinden Osmanlı’nın yeniden ihyasıydı. Türkiye uluslar arası iklimi tamamen yanlış okuyarak bölgede çapını çok aşan bir role soyundu. Davutoğlu Türkiye’de ve Ortadoğu’da yaşananları “100 yıllık parantezin kapanması” olarak okudu, Türkiye “artık oyun kurucu” olacaktı. Ortadoğu ile bütünleşen bir Türkiye ise çok daha İslami görünümlü olmalıydı. Yeni ittifaklar ve yeni şekillenme sermaye yapısının değişimi için de olumlu bir atmosfer yaratacaktı. Şimdi hepimizin malumu ki bu oyun bozuldu. Esad direndi, Rusya sağlam durdu, ABD Müslüman Kardeşler ile ilgili fikir de-

ğişt i rd i , İran-ABD arasındaki gerilimde bir yumuşama başladı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler ittifakı darbeye yenik düştü, Tunus’ta sarsıntı var. Türkiye’nin Suriye konusunda El Kaide ile ittifakının arkasındaki Batı desteği çekildi. AKP açısından dış konjonktür bir felakete dönüştü. Erdoğan o kadar özgüvenini yitirmiş vaziyetteki, Lübnan’daki rehine pilotların serbest bırakılmasını bile büyük bir şova dönüştürmeye çalışarak moral tazelemek istedi. Fakat dikiş tutmuyor, Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin kayalara oturttuğu gemi tekrar suya inemiyor.

Çuval Bu Sefer Erdoğan’ın Başına mı Geçecek?

İçeride Gezi sonrası tablo ise ortada. Gezi sonrası Erdoğan için işler bir türlü yoluna girmiyor. Cemaat ile çatışma, MİT Başkanı Fidan’ın kellesinin istenmesi -ki kendisi şu anda güvenlik bürokrasisi içinde Erdoğan’ın en önemli kozudur; onun devre dışı kalması Erdoğan’ı müdahaleye çok daha açık hale getirir-, PKK ile müzakerenin sıkışması Erdoğan açısından içerideki kilitlenmeyi açılması daha da zor hale getiren süreçler. Ekonomideki kırılganlık hat safhada. Kentsel rantlar Gezi sonrasında çok daha dikkat çeker bir noktaya ulaştı. Bu durumda Erdoğan’ın tutunacağı tek dalı sandık başarısı.

Hizmette ve Din İstismarında Sınır Yoktur!

Sandık başarısı için de bilinen en iyi yöntemler, hizmet söylemi ve dinsel gerilimleri

yükseltmektir. Erdoğan önümüzdeki günlerde bu alanlarda önemli çıkışlara hazırlanıyor. Metro, Marmaray meseleleri siyasetin gündemini yoğun bir şekilde belirleyecek. AKP kamuda türban, içki kısıtlaması, eğitim sisteminin yoğun dinselleşmesi, türbanlı milletvekili, Diyanetin ve imamların etkinliğinin arttırılması, Alevilere dönük dışlayıcı dilde geri adım atılmaması konularında gerekli mesaiyi harcıyor. Bu konular üzerinden bir saflaşma yaratmaya çalışıyor. Bunlarla ilgili birkaç başlık altında tutumlarımızı belirlemekte fayda var. 1) Türbanın kamuda kullanılması konusunda sosyalistlerin bir itirazı olamaz. İnsanların inançları gereği yaşamaları en doğal haklarıdır. 2) AKP açısından bahsedilen düzenlemeler bir özgürleşme olarak yansıtılmaktadır. Oysa süreç bir İslamlaştırma sürecidir. Özgürleşme toplumun bir kesimi için hayata geçirilmeye kalkıldığında bunun adı özgürleşme olmaktan çıkar. İslamlaşma toplumun geniş kesimleri için bir kuşatma, bir tür baskı olarak algılanmaktadır. Bunun en belirgin örnekleri eğitim alanında yaşanıyor. Liseler ile ilgili yapılan düzenlemeler sonrasında öğrenciler yoğun bir biçimde imam hatiplere yönlendirilmeye çalışılıyor. Başbakan miting konuşmalarında öğrencilerin dinsel ağırlıklı seçmeli dersleri seçmelerini istiyor. Alevilerin zorunlu din dersleri ile ilgili taleplerine kulaklar kapatılıyor. Dolayısıyla yaşanan, inanç özgürlüğünün genişlemesi olarak algılanamaz. Bu sürece tepki göstermek meşrudur.


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

M’A EVET! SİYASAL İSLAMA HAYIR! İlkesel Olanla Dönemsel Olanı Ayıramamak!

3) Burada en sık düşülen hata, ilkesel olanla politik/konjonktürel olan arasındaki ayrımı kaçırmaktan kaynaklanmaktadır. Sosyalistler ilkesel olarak kişilerin bireysel hayatlarını temel özgürlüklerle çelişmediği sürece dinsel prensiplere uygun olarak yaşamasına karışamaz. Fakat dinsel prensiplerin, bu inançlara sahip olmayanların ikna edilmesine yönelik bir çabaya payanda yapılmasına karşı direnir. Mutlak olanın, tartışılmaz olanın ortak yaşamı belirlemesine direnir. Bireylerin dinsel inançlarına saygı gösterir ancak bu prensiplerin kamusal hayatı belirlemesine karşı direnir. Bir Alevinin Sünnileştirilmesine dönük tüm devlet uygulamalarına direnmek bir mecburiyettir. Ancak aynı şekilde “okullarda türban takılmasına karşı” eylem yapmak da yanlış bir tutumdur. 4) Bu süreçte AKP politika üretmekte çok zorlanıyor ve geleneksel olarak oy deposu olarak kullandığı kesimleri sımsıkı kendisine bağlamak istiyor. Sosyalistler, siyaset dilini bu bunu gören bir yerden kurgulamalıdır. Sömürü düzeninin tüm ceremesini belki de laiklerden daha ağır biçimde yaşayan Sünni emekçilerle çok daha yakın güven ilişkisi kurabilecek bir ideolojik konumlanma mecburidir. Bugün “imam hatiplere karşı mücadele etmek”, kısa vadede ilişkili olunan kesimlerden büyük alkış alınmasına yol açabilir ancak tüm emekçilerin aynı çatı altında örgütlenebilmesi hedefine ulaşma noktasında sorun yaratabilir. Siyasette sadece kısa vadeli hedeflere kilitlenmek, hegemonik bir devrimci özne yaratma olanaklarını daraltır. Sünni emekçilere ısrarla yönelmeliyiz. Derdimizin İslam’la değil Siyasal İslam denen ve toplumu tek bir kimlik ekseninde yeniden inşa

etmeye çalışan, aslında kendi burjuvazisini yaratan bir zengin ideolojisi olduğunu ısrarla anlatabilmeliyiz. Kısacası AKP’nin ezberini bozmalıyız.

Altan Tan Ne Demek İstiyor?

Şimdi PKK’ye de benzer bir kuşatma ile yönelmeye çalışıyor AKP. Altan Tan HDP’nin dindar Kürtlere hitap edemeyeceğini söylüyor, Öcalan’ın Mahir Çayan’a selam göndermesini yadırgadığını söylüyor. Kürt hareketi ile sosyalistlerin birlikteliğinin yol alamayacağını propaganda ediyor. Bir yandan da seçim sürecinde Hizbullah kalıntılarının bir seviyede BDP üzerine sürülebileceğine dair sinyaller artıyor. Bu anlayış bir doğru üzerinden nasıl gerici sonuçlar çıkarılabileceğinin en açık örneğidir. Kürt ulusal hareketi Marksist kökenli ve kadına olağanüstü bir alan açan kimliğiyle son derece dindar halkı nasıl örgütlediyse yoluna öyle devam edecektir. Daha AKP, Diyarbakır AKP il Başkanı’nın “Dindar Kürtler de BDP’yi destekliyor” diye sızlanmasının üzerinden ne kadar zaman geçti? Burada esas mesele dindarların da din dışında sosyal talepleri olduğunu görmek, İslamcı olmayan bir siyasi programın da dindar kesimleri örgütleyebilme yeteneği olduğunu görmektir. Geniş dindar kesimleri yabancılaştıracak hedef ve uygulamalardan uzak durmaktır, aksini düşünmek AKP’nin siyasi hegemonyasını baştan kabul etmektir.

Kıvılcımlı’nın Mirası: Din Meselesini Çözmeden Devrim Hayal!

Din meselesini daha çok tartışacağız. Türkiye toplumu kabul edelim ya da etmeyelim oldukça muhafazakâr. Bu gerçekliği görmezden gelmek de buna tabi olmak, doğru siyaset yapacağım derken İslamlaşmak da uç politik tutumlardır. Halkevi ve TKP

gibi siyasi çizgiler için bu gerçeklerden söz etmek bile gericiliktir. Oysa bu çevrelerin din ile geliştirdikleri tutumlar son kertede büyük oranda AKP’nin din üzerinden temin ettiği otoritesini güçlendirmektedir. Türkiye devriminin en kritik meselelerinden birisi dinsel inancı güçlü olan emekçileri gerici burjuva partileri desteklemeye sevkeden gerçekliğe müdahale edilememesidir. Bu konudaki hassasiyet bugünden bakıldığında abartılı gibi görünebilir. Oysa dünya ayaktadır, devrim kapıdadır ve büyük düşünmek gerekmektedir. Bitirirken şunu da not etmek gerekiyor, eğer Ortadoğu’daki yeni eğilimler kökleşirse -Müslüman Kardeşler etkinliği tamamen kırılıp, Şii-Sünni gerilimi gereksizleşirse- AKP’nin “dindar nesil” yetiştirme hayalleri de büyük oranda tarihin çöplüğüne gömülür. İnanç özgürlüğüne evet, Sünnileştirme dayatmasına hayır! Kamuda türbana evet, “dindar nesil” yetiştirme dayatmasına hayır! Milliyetçiliğe ve İslamcılığa hayır! Gerçek eşitlik ve özgürlük için devrim ve sosyalizm!

En sık düşülen hata, ilkesel olanla politik/konjonktürel olan arasındaki ayrımı kaçırmaktan kaynaklanmaktadır. Sosyalistler ilkesel olarak kişilerin bireysel hayatlarını temel özgürlüklerle çelişmediği sürece dinsel prensiplere uygun olarak yaşamasına karışamaz. Fakat dinsel prensiplerin, bu inançlara sahip olmayanların ikna edilmesine yönelik bir çabaya payanda yapılmasına karşı direnir. Mutlak olanın, tartışılmaz olanın ortak yaşamı belirlemesine direnir. Bireylerin dinsel inançlarına saygı gösterir ancak bu prensiplerin kamusal hayatı belirlemesine karşı direnir. Bir Alevinin Sünnileştirilmesine dönük tüm devlet uygulamalarına direnmek bir mecburiyettir.

7


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

FORUMLARDA TIKANAN NEDİR? 1-15

Haziran Gezi Cumhuriyeti’nin damgasını vurduğu günlerdi. Polis saldırısıyla boşalan Gezi, bundan sonra oğul veren arı kovanları gibi Türkiye’nin dört bir tarafına forumlarla saçıldı. Dayanışmalar ve forumlar hareketin kendisini sürdürmesinin bir biçimi oldu. Özellikle ilk günlerde belli başlı forumlarda gerçekten de heyecan verici kalabalıklar, umut verici bir bilinç havası hâkimdi. Forum hareketi kimi eksilmelerle de olsa kendisini Eylül’e taşımayı başardı. Eylül’de özellikle Ahmet Atakan’ın katli sonrasında yaşanan direnişte forumların belli bir katkısı oldu. Fakat Ekim ayı ile birlikte hareketteki geri çekilme belirginlik kazandı. Forumların büyük bir kısmında katılımlar giderek azaldı. Önüne somut işler koyamayan forumlar dağılma noktasına geldi. Yoğurtçu gibi daha merkezi olanlar ise kendilerine dair bir iç gündem edindiler. Hareketi ileriye taşıyacak bir enerji ortaya koymaktansa iç problemleri ile var olan yapıya da yük olmaya başladılar. Gelinen bu noktada belirleyici olan kitlelerin çekilmesidir. Gezi’yi Gezi yapan milyonlarca insanın tazelenmiş bir inançla sokaklara dökülmesi idi. Barikatlar savaşırken arkasında on binlerce insan vardı. Bu kitleler büyük oranda Gezi boşaldıktan sonra da hareketi takip etmeye devam ettiler. Şu anda arayı biraz daha açtılar. Ancak oradan da izlemeye devam ediyorlar. Forumlar bu ara açılmasına neden engel olamadı? Neden istikrarlı örgütler haline gelemediler? Bu soru kritik bir sorudur. Cevabını şimdi bulamazsak bir diğer isyanda benzer eksikliklerimizin yükünü taşımak zorunda kalabiliriz. Burada iki temel başlığımız olmalı. Harekete yeni katılan kitlelerin hareketten iki temel beklentisi var:

8

1- Doğrudan Demokrasi: İsyan büyük oranda AKP’nin otoriter tutumlarına karşıtlık temelinde gelişti. Direnişi bir arada ören insanlar kararları da bir arada almayı talep ettiler. Gezi Parkı’nda 12-15 Haziran arasında gerçekleşen forumlar doğrudan demokrasi konusunda çok önemli bir deneyim ortaya koydular. Taksim Dayanışması forumların kararına uyacağını açıklayarak ciddi bir basınç altında olmasına rağmen tarihi bir tutum aldı. Bu forumlar Gezi boşaldıktan sonra İstanbul’un tüm parklarına yayılan forum demokrasisinin modelini oluş-

mayan toplantılar neredeyse bir gelenek haline geliyor. Kendini ifade etme ihtiyacı ile birlikte yol alabilme imkânı birbirine ters biçimde konumlanıyor. Buradan ikinci meseleye geliyoruz. 2- Etkinlik: Sosyal anlamda harcanan bunca emeğin ve mesainin somut bir sonuç ortaya çıkarması gerekiyor. Özellikle emekçiler için toplantıların somut sonuçlara bağlanması son derece önemli. Harcanan emeğin, yapılan konuşmaların hayatın bir alanında bir değişim yaratması lazım. Böylesi bir sonuç

Günümüzün en temel esi bu tartışmalarından bir tan dan olmalı. Etkinlik ve doğru demokrasi arasındaki ütsel karşıtlaşmayı aşacak örg modeller ne olabilir? turdular. Doğrudan demokrasi talebi neredeyse çağımızın tüm isyanlarının ortak özelliği. Siyaset kurumuna inancını kaybeden kitleler hazırlıksız bir biçimde siyaset sahnesine akınca kendilerini ifade etmek dışında bir hedefe kilitlenemiyorlar. Bu bilinç bürokratik yozlaşmalara ve kendi adına başkalarının karar almasına karşı son derece duyarlı. Temsiliyet mekanizmaları neredeyse kaçınılmaz bir bürokratikleşme aracı olarak anlaşılıyor. Bu çok haklı tutum, olumlu bir örgütlenme mantığına dönüşemezse bu sefer de küpünü yiyen keskin sirke haline gelebiliyor. Hiçbir karar alamayan, saatlerce süren tartışmalar sonucunda ortak ruh halini dağıtmaktan başka bir sonuç ortaya çıkarta-

ortaya konamadığında, forumlardaki toplantıların kendileri bir amaç haline dönüşmeye başladığında insanların da ayakları geri geri gitmeye başlıyor. Toplantılara ve forumlara katılımlar azalmaya başlıyor. Günümüzün en temel tartışmalarından bir tanesi bu olmalı. Etkinlik ve doğrudan demokrasi arasındaki karşıtlaşmayı aşacak örgütsel modeller ne olabilir? Bu tartışma aslında Anarşizm ve Sosyalizm arasındaki tarihsel tartışmanın bir uzantısıdır. İki fikir de aslında tarihsel deneyim tarafından yanlışlanmıştır. Anarşizm “iktidar”a ve “örgütlenme”ye karşı olduğu için muazzam emeklere rağmen kayda değer bir somut pratik ortaya koyamamıştır. Sosyalizm ise etkinlik kaygısıyla demokrasiden

uzaklaşmış, dünyanın üçte biri bir dönem sosyalizm altında yaşamış, fakat kitlelerin yabancılaştırılması ile ortaya çıkan otoriter rejimler yenilenmeyi başaramayarak yıkılmışlardır. 21. yüzyılın isyanları yeniden bir devrimler çağının kapısında olduğumuzu gösteriyor. Bu yüzden aslında çok konuşulan “komünizmin yeniden icadı” yukarıda anılan iki ayağın olumlu bir biçimde sentezlenebilmesi demek olabilir ancak… Doğrudan demokrasiyi kendi kendini öğüten bir değirmen taşı olmaktan çıkarıp bir halk iktidarı aygıtının doğal yaşamı haline getirebilmek. Forumlarda bu sancının seyreltilmiş nüvelerini yaşayabiliyoruz. Bu sentez nasıl yaratılabilir? İşte burada devrimcilere büyük bir rol düşmektedir. Hayatın önümüze koyduğu somut görevlerle, direnenlerin talep ve ihtiyaçları arasında bağ kurabilme görevi devrimcilerin omzundadır. Burada Komünist Manifesto’nun şu çok bilinen satırlarına bir kez daha müracaat etmek faydalı olabilir: “(Komünistler)Bir bütün olarak proleteryanın çıkarlarının dışında çıkarlara sahip değillerdir. Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiçbir sekter ilke getirmezler” Halkın talepleri de, olanaklar ve zorluklar da ortada. Buradan gerekli önerileri, taktikleri ortaya çıkarabilmek ise bizlerin yol açıcılığının sınırlarını belirleyecek. Devrim mücadelelerinin tarihinden, örgütsel deneyimlerimizden damıtabildiklerimizi ne kadar ustalıkla mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt üreten tarz ve araçlara dönüştürebilirsek o kadar kazanırız. Bu konuda kafa yormak ve tartışmak üçümüzün, beşimizin değil hepimizin ortak ve en önemli görevidir.


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

DERSHANELERİN KAPATILMASI ADALET GETİRİR Mİ?

M

alum, Cemaat-Erdoğan geriliminin en somut sonuçlarından bir tanesi dershanelerin kapatılmak istenmesi. Alınan karara göre yeni yıldan itibaren dershanelerin izinleri yenilenmeyecek, var olan dershanelerin 3 yıl içerisinde özel okula dönüşmeleri istenecek. Liseli Direnişçi Gençlik geçen sene dershanelerin kapatılması için bir kampanya yürütmüştü. “Yetmez ama Evet”çi olsak “bu da bir kazanım!” diyerek zafer halayları kurmamız gerekecekti. Allahtan biz büyük resmi görmeye odaklanıyoruz. AKP eğitimi ve geleceğimizi katletmektedir! Dershanelerin kapatılması bu gerçeği ortadan kaldırmaz.

Bir kere dershaneler bir sebep değil sonuçtur. Dershaneleri yaratan elitist eğitim anlayışıdır. Yani sınavdan başarılı olana iyi eğitim, başarısız olana kötü eğitim verilmesini normal kabul eden anlayıştır. Burada amaç öğrencilerin çok küçük bir yüzdesini alabilecek nitelikli kurumlar yaratmak, geriye kalan kurumlara ise okul gözüyle bakmamaktır. Böylece öğrenciler nitelikli okullara girmek için yarışacaklar, yarışan öğrenciler derslerini takviye etmek için para harcayacaklar, böylece de eğitim ticarileşecektir. Bu anlayışın adı elitist eğitim anlayışıdır. Egemen sınıfların gereksindiği üst düzey yöneticiler genellikle bunlar arasından seçilir. Buralara giremeyenler ise “niteliksiz” olarak damgalanır ve düşük ücretle, kötü şartlarda çalışmaya ses çıkarmamaları beklenir. Dolayısıyla Erdoğan FEMAnafen ve türevlerini -ki bun-

lar gerçekten de Cemaat’in en önemli kadro kaynaklarıdırkapatınca eğitimdeki adaletsizliği gidermiş olmuyor. İstatistik Kurumu’nun araştırmasına göre toplumun en yoksul %20 ’si gelirinin %0,6’sını eğitime harcarken en zengin %20’lik kesim ise gelirlerinin %4,1’ini eğitime ayırmaktadır. (Eğitim Sen Bülteni, Eylül-Ekim 2013, s.7) Böylesi bir adaletsizliğin olduğu bir ülkede hele bir de nitelikli okullara sınavla giriliyorsa dershaneleri kapatmanız hiçbir etki yaratamaz. Zenginler nitelikli okullara öğrencilerini sokabilmek için yine ders alacaklar, avantajlı duruma geçeceklerdir. Böylece eğitim sistemi bir kast sistemi oluşumunun meşrulaştırma aracı haline gelir. Burada başarılması gereken okullar arasındaki nitelik farklarının giderilmesidir. Bu ise kamusal eğitime dönük yatırımların arttırılması ile olur. Yapılması gereken özellikle gelir seviyesi düşük mahallelerdeki okullar lehine pozitif ayrımcılık yapılmasıdır. Sınıf mevcutlarının azaltılması için yatırımların arttırılmasıdır. Erdoğan da Cemaat de özel okul hayranıdırlar. 11 yıllık AKP iktidarının temel amaçlarından bir tanesi özel okula giden öğrencilerin sayısını arttırmaktır. Bu konuda önemli bir mesafe de alınmıştır.

özel okulların oranı arttırılmalıdır” denmektedir. Türkiye’de nitelikli eğitim olmamasının sebebi olarak ise eğitim giderlerinin %75’inin personel harcamalarına gitmesi olarak gösterilmektedir. Oysa Türkiye’de öğretmenler yılda OECD ortalamasının 145 saat üzerinde çalışmakta buna karşılık yine bu ülkeler arasında en düşük maaşı almaktadırlar. Yani piyasacılıkta, emekçi düşmanlığında, eğitimin tüm olumsuzluklarının sorumluluğunu öğretmenlerin sırtına yıkma aymazlığında kimse Cemaatçilerin eline su dökemez. Yoksullara özel okul propagandası yapılmasının bir sebebi de özellikle Kürdistan’da Demokrasi Paketi’nde açıklanan özel okullarda anadilde eğitim düzenlemesi sonrasında Kürt gençlerini cemaate yönlendirmeye çalışacak özel okullar kurulma hazırlığıdır. Cemaat ve Erdoğan elbirliği ile eğitimi piyasaya devretmenin hesaplarını yapıyorlar. Bize düşen ise nitelikli ve kamusal eğitim için mücadeleyi yükseltmektir. Öğrenciler, öğretmenler, veliler hep birlikte demokratik, nitelikli, bilimsel ve bizleri gerçekten hayata hazırlayacak bir eğitim hakkımız için çaba harcamalıyız.

M. BÜYÜKKARABACAK

Yoksullara, özel okul propagandası yapılmasının bir sebebi de özellikle Kürdistan’da Demokrasi Paketi’nde açıklanan özel okullarda anadilde eğitim düzenlemesi sonrasında Kürt gençlerini cemaate yönlendirmeye çalışacak özel okullar kurulma hazırlığıdır. Cemaat ve Erdoğan elbirliği ile eğitimi piyasaya devretmenin hesaplarını yapıyorlar. Bize düşen ise nitelikli ve kamusal eğitim için mücadeleyi yükseltmektir.

26 Ekim’de Zaman gazetesinde çıkan “Dünyadan örneklerle fakirler için özel okullar” yazısı tam bir ibret belgesidir. Bu yazıya göre özel eğitim kamusal eğitimden her açıdan üstündür. “Yapılacak iş belli, eğitimde özel sektöre daha çok rol verilmeli ve

9


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

M. Mert SİNAN

“Tüm sanıklar içinde en güzel konuşan, yeğenimiz Naci’nin okul arkadaşı genç Doktor Hikmet oldu. Kendisinin Marksist felsefeye sarsılmaz bağlılığını belirleyen entelektüel ve sosyal saikleri hakkında çok iyi ve çok çarpıcı bir biçimde sergileyen hakiki bir söylev verdi ve herkesin anlayacağı bir dille Marksist felsefenin özünü açıkladı. Dinleyiciler arasında birçoğu Doktor Hikmet’in kendi ailesi gibi işçi ailelerinin hak etmedikleri bir sefaleti nasıl yaşadıklarını anlatması karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bana öyle geliyor ki bu genç adam, Türkiye’de işçi hareketinin bundan sonraki gelişiminde büyük bir role sahip olacaktır”

10

DR. HİKMET KIVILC 1902

yılında Kosova’nın Priştine şehrinde dünyaya gelen Hikmet, Türkiye Devrimci Komünist Hareketi’nin en kahraman ve en yaratıcı önderi olarak 11 Ekim 1971 tarihinde Belgrad’da Dr. Hikmet Kıvılcımlı olarak hayata gözlerini yumdu. Babası Priştine’de posta telgraf müdürü Hüseyin Bey, annesi ise Münire Hanım’dı. Babası Hüseyin Bey Yemen-Hicaz PTT Başmüdürlüğü görevi için ayrıldıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamaz. Balkanlarda büyük karışıklıkların yaşandığı yıllardır. Annesi ile birlikte Anadolu’ya göç etmek zorunda kalır. Çok zor koşullarda Anadolu’ya ulaşılır. Genç yaşta gözlenen savaş deneyimi ve insan hayatının ne kadar değersizleşebileceğinin görülmesi Kıvılcımlı’nın bilincinde büyük etkiler yapar. Haksızlığa karşı mücadele kararlılığının ortaya çıkmasında savaşta yaşananların etkilerinin payı büyüktür. “Trenle yarı aç inilen Selanik’te: Çocukları, insan ve hayvan ayakları altında çiğneyen Panik’in, bezirgan yanında bir hafta Çırak’lığın, kırk para kazanmak için yarım saat süren tesadüfi Hammal’lığın, yatılıp da bir daha kalkılmayan Ölüm’ün ne olduğunu acı acı öğreniyor” İstanbul’a ulaştıktan sonra ilköğrenimini tamamlar ve dayısının

görevi gereğince Kuşadası’na gitmek zorunda kalır. Buradayken Birinci Dünya Savaşı sona erer. Osmanlı’nın yenilgisinden sonra Anadolu işgal edilir. “İzmir yunan işgalinde… Depolardan silah çekme. Kuvay-ı Milliye gönüllülüğü. Havada meteliği, tabancayla vuran Yörük Ali Efe… Zeybekler, Aydın Cephesi, Çine Köprüsü. Köyceğiz Kuvayı Milliye Askeri Kumandanlığına tayin ediliş” Kıvılcımlı daha çok genç yaşlarda halkın kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiği ulusal kurtuluş mücadelesine katılır. Kıvılcımlı’nın toplumsal mücadeleler içindeki ataklığı o günkü duruşuna da yansımıştır. Ailevi durumundan dolayı yeniden İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Ailesinin ekonomik durumu da giderek kötüleşmektedir. Önce Vefa Lisesi’ni bitirir daha sonra İstanbul Tıp Fakültesi’ne girer. Dindar, namaz kılan bir genç, Tıp Fakültesi’nde devrimci, komünist fikirlerle tanışır. “Dünyayı sarsan broşürler, gazeteler. “Kul ya eyyühel-kafirune” suresinden materyalizme atlayış” Aydınlık hareketinden komünistlerle tanışır. Aydınlık dergisi savaş sonrasında Almanya’da gerçekleşen Spartakist işçi direnişinden etkilenen Türkiyeli genç devrimciler tarafından çıkarılan Kurtuluş Dergisi temelinden ortaya çıkmıştır. TKP’yi oluşturan üç temel gruptan bir tanesi bu Aydınlık grubudur. İstanbul grubu olarak da anılırlar. Rosa’ların katledilmesi sonrasında okullarında, onlarla ilgili anmalar düzenlerler. Kıvılcımlı bundan sonra yaşamının temel mesaisini komünist faaliyete ayırır. Burada önemli bir noktaya vurgu yapmak gerekiyor. (Konu ile ilgili Cenk Ağcabay’ın “Türkiye Komü-

nist Partisi ve Dr. Hikmet” başlıklı çalışması dikkatle incelenmelidir) Dr. Hikmet’in Aydınlık grubu önderleriyle ortak özelliği genelde hepsinin Balkan kökenli olması, en önemli farkı ise Dr. Hikmet dışındakilerin önemli bir kısmının Osmanlı üst sınıflarının, Avrupa’da eğitim görmüş, dönemin koşullarına göre bir oranda ayrıcalıklı bir kesimden geliyor oluşlarıdır. Kıvılcımlı bir memur çocuğudur ve ailesi kendisini okutmak için büyük oranda yoksullukla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Onun direnişçi kişiliğinin ortaya çıkmasında bu sosyal zemin çok önemli bir rol oynamıştır. Sosyal köken her zaman her şeyi açıklamaz. Fakat bazı kişiliklerin oluşmasında hayatın acılarının farkında olmak, alt sınıftan gelmek ayrıca bir güç ve dayanıklılık anlamına gelmektedir. 1925 yılının Şubat ayının ilk haftasında Beşiktaş Akaretler’de bulunan Şefik Hüsnü’nün evinde TKP Kongresi düzenlenir. Dr. Hikmet bu kongrede genç yaşına rağmen Parti Merkez Yürütmesine ve Gençlik Örgütü sorumluluğuna seçilir. Fakat 1925, Türkiye tarihinde Kemalist diktatörlüğün inşası açısından kritik bir yıldır. Kürt halkının isyanı bahane edilerek toplumsal muhalefet imkânı barındıran tüm odaklara saldırılır. Kıvılcımlı bu yıl içinde yapılan bir operasyonda ilk kez tutuklanır. 10 yıl kürek cezası ile cezalandırılır. Doktor olarak görev yaptığı ordudan atılır. Kıvılcımlı tüm tutuklanmalarında ve cezaevinde ortaya koyduğu pratikle bir efsane haline gelmişti. Onun bu direngen kimliği Nazım Hikmet’in dizelerinde ifadesini şöyle bulur: “Evinin her basılışında/ Aynı rahatlıkla açtı kapıyı/ Ve müdüriyette her kalkışında sopanın altından/ (yanaklarında parçalanmış gözlüğü ve/ tabanlarında ayıpladığı bir sızı)/ yüreğinde fakat/ hiçbir söz söylememiş/ hiç kimseyi ele vermemiş olmanın rahatlığı, aynı rahatlık...”


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

CIMLI KİMDİR? Bu direngenlik meselesi Kıvılcımlı’nın hayatı açısından çok kritiktir, çünkü kendisi bu yanıyla TKP’nin o dönemki önder kadroları arasında maalesef oldukça azınlıkta kalıyordu. Kendisine dönük parti içinde yaygınlaşan çekememezlikte bu direngen karakteri biraz da onun yalnızlaşmasına yol açmıştı. İlk tutukluluğu 14 ay sürmüştü. Fakat yasal çalışma olanaklarının sınırlanması ve devlet zoru partinin kimi kadroları açısından yolun sonuna gelindiğini göstermekteydi. Hareketin o dönemki merkezi isimleri olan Vedat Nedim Tör (sermaye kendisine minnettarlığını İstiklal Caddesi’ndeki bir sergi salonuna verdiği isimle göstermiştir) ve Şevket Süreyya Aydemir (Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye yazdığı methiye kitaplarıyla ünlüdür.) partinin tüm bilgilerini arşiviyle beraber polise teslim ederler. “Şevket ve Vedat devrimci harekete aylıklı serseriler kliği halinde bağlıydılar. Argos şirketinde dolgun ücretlerle iş, hatta dolap çevirdikleri için hareketten kopuşamıyorlardı” Argos şirketi Türkiye’de faaliyet yürüten bir Sovyet şirketi idi. Fakat 1925 sonrasında Kemalizm’in Sovyetler’le arası açılmaya başlayınca Argos’un da bir geleceği kalmamıştı. Bu ihanet sonrasında hemen hemen tüm parti kadroları tutuklanır. Kıvılcımlı 3 aylık bir tutukluluk sonrasında yeniden dışarı çıkma şansı edinir. Kıvılcımlı’nın bu mahkemede yaptığı savunma hareketin en önemli isimlerinden Şefik Hüsnü tarafından şöyle anlatılmıştır: “Tüm sanıklar içinde en güzel konuşan, yeğenimiz Naci’nin okul arkadaşı genç Doktor Hikmet oldu. Kendisinin Marksist felsefeye sarsılmaz bağlılığını belirleyen entelektüel ve sosyal saikleri hakkında çok iyi ve çok çarpıcı bir biçimde sergileyen hakiki bir söylev verdi ve herkesin anlayacağı bir dille Marksist felsefenin özünü açıkladı. Dinleyiciler arasında birçoğu Doktor Hikmet’in kendi ailesi gibi işçi ailelerinin hak etmedik-

leri bir sefaleti nasıl yaşadıklarını anlatması karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bana öyle geliyor ki bu genç adam, Türkiye’de işçi hareketinin bundan sonraki gelişiminde büyük bir role sahip olacaktır” Kıvılcımlı’nın genç yaşında katıldığı parti bu büyük ihanet sonrasında darmadağın olur. Fakat devrime ve ezilen halklara olan inancı böylesi bir ihanete rağmen onu ayakta tuttu. Örgütün yeniden inşasında aktif bir rol oynadı. Partiyi yeniden örgütlemek adına neredeyse tek başına partinin illegal merkezi yayın organı olan “Kıvılcım” gazetesini çıkardı. Bu gazetenin bir nüshasını cezaevindeki Şefik Hüsnü’ye götürdüğünde yakalandı. “Kurtulmuştum. 50 yıllık sınıflar savaşı dövüşümde polise delil kaptırdığım tek olay bu gazete işidir. Orada dahi kimseyi karıştırmadım ve kendimi beraat ettirdim.” Daha sonra 1929 yılında TKP tarihinde İzmir Davası adı verilen dava sonucunda bir kez daha tutuklanır. Yine sonuna kadar direnir. Bu direniş dava dosyasına şöyle yansır: “Doktor Hikmet Bey ifadesinde bütün delillere rağmen mutlak bir inkâra sapmıştır. Fakat Ragıp, Kadri ve bilhassa Şükrü, Ahmet Kaya ve Saatçi Niko’nun ifadeleri mahsur bir halde kalan bu maznunun bütün hakikatleri inkâr hususunda gösterdiği ısrarın bir kıymeti yoktur” 4.5 yıllık cezasını çekmek ve burayı “Kızıl bir üniversiteye” çevirmek için Elazığ cezaevine yollanır. Elazığ cezaevinde büyük bir direngenlik ve basiretle TKP içinde tartışılmak üzere devasa YOL etüdünü hazırlar. Çalışmanın temel amacı TKP’nin 4 yıllık pratiğinin ve yetmezliklerinin masaya yatırılması idi. Tutuklamalar sonrasında parti merkez komitesi böylesi bir iç tartışma yürütme kararı almıştı. Fakat Kıvılcımlı’nın bu devasa çalışmasının hakkının verildiğine dair bir işaret yoktur. Kıvılcımlı burada Marksizm’i Türkiye toplumunun dokusunu analiz etmekte büyük bir ustalıkla kullanmıştır.

Parti deneyimi ise büyük oranda Bolşevik deneyimi ile kıyaslanarak Leninist bir bakış çerçevesinde analiz edilmiştir. YOL’da ortaya çıkan politik seviyenin birçok açıdan bugün dahi yakalanamayan bir noktayı temsil ettiğinin altını çizmeliyiz. Parti okuluna hiç gitmemiş, Marksizm’i büyük oranda kendi imkânlarıyla öğrenmiş, aynı zamanda da sürekli olarak pratik faaliyet içinde olmuş bir komünistin bu derinlikte bir çalışmaya imza atmış olması neredeyse inanılmazdır. TKP gibi hizipçilikle ve dedikodularla kaynayan, ihanetin neredeyse sıradanlaştığı bir ortamda Kıvılcımlı’nın yoğun çabaları hak ettiği enerjiyi ortaya çıkartamamıştır. Örgüt ciddi bir politik tartışma yürütemeden, bir aydınlar-işçiler tartışması içerisinde ama daha çok da kariyerizm ve dedikoduculuk manivelaları ile kendi kendisini neredeyse tükenme noktasına kadar taşımıştır. YOL etüdü her şeyin yanı sıra Kürt Sorunu ile ilgili olarak da çok derin analizler barındırır. Kürt sorununa ayrılan bölümde Kürt halkının mücadelesi devrimin en önemli destek gücü olarak tanımlanır. Kürdistan’ın sömürge gerçekliğinin altı çizilir. Dört parçaya ayrılan Kürdistan gerçekliği şaşırtıcı bir berraklıkla ortaya konur. Elazığ Cezaevi’nde uğradığı saldırıyı ise yine direnciyle atlatır. “Ve galiba üçüncü girişinde İstanbul Hapishanesi’ne/ aynı rahatlıkla yattı açlık grevine/ Arkadaşlarla beraber/ Ve tayınları yastık yaptılar/ Ayaklarında pranga/ Ve ıslak çimentoya uzandılar yarı çıplak/ Ve Şark’ta /Akrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıyla ünlü hapishanede/ Halil’in üstüne uşaklarını saldırdı Kürt Beyleri/ Ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil/ Aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını” (Devam edecek)

YOL etüdü her şeyin yanı sıra Kürt Sorunu ile ilgili olarak da çok derin analizler barındırır. Kürt sorununa ayrılan bölümde Kürt halkının mücadelesi devrimin en önemli destek gücü olarak tanımlanır. Kürdistan’ın sömürge gerçekliğinin altı çizilir. Dört parçaya ayrılan Kürdistan gerçekliği şaşırtıcı bir berraklıkla ortaya konur. 1) Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan aktaran Emin Karaca, ‘Nazım hikmet’in Şiiirinde Gizli Tarih’, s.15 2) Aktaran Cenk Ağcabay, “Türkiye Komünist Partisi ve Dr.Hikmet”, Sosyal İnsan yayınları, s. 69 3) Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, akt. Emin Karaca, age, sf.27

11


SÜREÇ B Mehmet YILMAZER

P

aketin boş çıkmasıyla barış süreci tıkanmıştır. Sürecin tıkandığı kesindir, ancak bundan sonra neler yaşanabileceği henüz belli değildir. Savaşa geri dönüşten, sürecin devam edeceğine dair geniş bir alanda spekülasyonlar yapılıyor. Bu spekülasyonların içine dalmanın politik olarak bir yararı yoktur, hatta her spekülasyon bir gerçeği örttüğü için geleceğe yönelik öngörüleri zayıflatır. İşe bu süreçte ortaya çıkan politik gerçeklerden başlamakta yarar vardır.

AKP, Kürt sorununu demokratikleşme yolundan çözme riskini göze alamadığı, aslında kendi ideolojik sınırlarını aşma cesaretine sahip olamadığı için kaçınılmaz bir şekilde yeniden savaş riskini ya da güvenilmez müttefiklerle iş tutmanın risklerini üstlenmiş olmaktadır. Bunun bedelini de eninde sonunda ödeyecektir. 12

İlk olarak, sözde “demokrasi paketi”nin açılmasıyla AKP’nin barış sürecinden anladığının, seçim taktiğinden öteye bir anlama sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Böyle bir olasılık daha süreç başlarken vardı. Son genel seçimlerin ardından AKP, Kürt Özgürlük Hareketini askeri saldırılarla ezebileceğini umdu ve bu yolda bütün gücünü kullandı. Ancak 2012 yazı bittiğinde AKP iktidarı askeri güçle Kürt Hareketini tasfiye etmek şöyle dursun, büyük bir yenilginin eşiğinde olduğunu gördü. Seçim süreci yaklaşıyordu, buna karşılık iktidar güç ve itibar yitiriyordu. Böyle bir durumda İmralı’nın yolunu tutmak kaçınılmaz oldu. Yaklaşan seçim sürecinde politik ortam savaşın baskısından kurtarılmalıydı. Bunun için iktidarın barış sürecinde ilk şartı gerilla güçlerinin sınır dışına çıkarılmasıydı. “Terörü sınır dışı etmiş” bir iktidar olarak AKP, seçim sürecinde önemli bir politik avantaja sahip olacaktı. Bunu sağlayan AKP iktidarı bundan sonrasında bütün oyalama taktiklerini seferber ederek seçim sürecini atlatmayı hedeflemektedir. İktidarın Kürt sorununu çözmek

için ne ufku ne de cesareti vardır. Yeni bir seçim zaferine kadar sorunu oyalamak ve ertelemekten öteye bir niyeti yoktur. Ortaya çıkan ikinci gerçeklik, gezi isyanı karşısında iktidarın tavrıdır. Gezi isyanı AKP iktidarının topluma giydirmeye çalıştığı yeni deli gömleğine karşı biriken yaygın öfkenin açığa çıkmasıdır. 12 Eylül faşizminin deli gömleğinden doğru dürüst kurtulmadan, “ileri demokrasi” demagojileri altında yeni bir deli gömleğinin topluma giydirilmeye çalışılmasına karşı yükselen öfke hem iktidarın ezberini bozdu, hem de onun gerçek yüzünü en açık biçimde deşifre etti. Askeri vesayetin sadece kendine dokunan yanıyla uğraşan iktidar, uzun süredir kendinden demokrasi bekleyen liberalleri düş kırıklığına uğratıp duruyordu. Gezi olaylarına karşı tavrıyla demokrasiyle hiçbir yakınlığı olmadığını en kör göze batarcasına ortaya koydu. “Kürt sorunu” her şeyden önce demokrasi sorunudur. Onu birkaç harfin “özgürce” kullanımına veya özel okullarda Kürtçe eğitime indirgemek, demokratikleşmeyle bağını koparıp, bayağı seçim taktiklerine kurban etmek olur. Sözde demokrasi paketinin üstelik gezi isyanından sonra bu kadar sığ olması AKP’nin demokrasiyle bağının ne ölçüde sığ olduğunu ortaya koymuştur. Barış sürecini etkileyen diğer önemli gerçek Rojava’da yaşananlardır. Bölge politikaları iflas eden AKP, gittikçe büyüyen ve güçlenen Kürdistan gerçekliğiyle yüz yüze geliyor.

Rojava devrimini El Nusra ve örülen duvarlarla boğmaya çalışan iktidar, bunu başaramadıkça hırçınlaşmaktadır. Bölgede neredeyse tek ittifak gücü olarak Barzani’ye mahkûm olan Ankara, bunun da hiç sağlam bir dayanak noktası olmadığının farkındadır. AKP iktidarı öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendi çıkış yolunu Rojava’da El Nusra’nın katliamlarına, aynı zamanda Kürt Halkı içindeki çatışmalara bağlamıştır. Bu noktalardan çıkış arayan bir iktidarın “Kürt sorununu” çözmek gibi bir yönelişi olmayıp, onu oyalayıp tasfiye etmekten başka bir hedefe sahip olmadığı yeterince ortaya çıkıyor. Böylece Kürt sorununda sanki bir kez daha başa dönülmüştür. AKP iktidarı Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme amacından vazgeçmiyor, bu hedefe giderken sadece yolları ve oyalama taktiklerini değiştiriyor. Kürt Özgürlük Hareketi ise bölgedeki gelişmelerle birlikte büyümeye ve güçlenmeye devam ediyor. Doğal olarak kendi hedeflerine uygun çözüm yolları talep ediyor. Elbette barış sürecinde tümüyle başa, sıfır noktasına dönülmemiştir. Bütün git-gellere rağmen bazı temel gerçekler sıfır noktasına dönüşü engelliyor. İlki, devletin Kürt sorununu sadece askeri güçle çözemeyeceğini kabul etmesidir. Bunun için otuz yıl süren bir savaş gerekmiştir. Bu kabulü tersine çevirecek bir gelişme olmadığı gibi, tam tersine devletin zora dayanarak Hareketi tasfiye yolları daha da tıkanmaktadır. İkincisi, bölgedeki gelişmeler Kürt Halkını güçlendiriyor ve Kürdistan’a giden yolları dö-


BİTTİ Mİ? şüyor. İktidarın Rojava’da yaptıkları veya Barzani ile kurulan pamuk ipliğine bağlı ilişkiler bu gerçekliği değiştirecek güçte değildir. Üçüncüsü, Gezi isyanıyla demokrasi egemen siyasetçilerin ağzındaki demagojiden öteye bir anlama sahip oldu. Onun gerçek sahipleri çürümüş düzene karşı büyük uyarılarını yaptılar. Bu gerçeklikler varken barış sürecinde yeniden sıfır noktasına dönmek mümkün değildir. Ancak süreç nasıl ilerleyecektir? AKP iktidarının bu konuda kendine çizdiği yol bellidir. Taktik olarak, oyalamak ve güçten düşürmek; stratejik olarak ise, Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmektir. 2015 seçimlerine kadar iktidar oyalamayı nasıl başaracaktır? Elbette bu sorunun cevabı yoktur, yaşanıp görülecektir. Ancak iktidar yeni paket beklentileri yaratarak Kürt Halkı içinde umutlarla oynamayı deneyecektir. Yeniden savaş ortamına dönüşün kolay olmadığını, bunun bedelinin sadece AKP iktidarına kesilmeyip, Kürt Özgürlük Hareketine de bir bedeli olacağını ön görmek zor değildir. İktidar, Kürt sorununda aşamayacağı sınırlara sahiptir. Bu sınırlar en başta genel devlet yapısından gelmektedir. AKP iktidarı çıkarttığı bütün gürültülere rağmen Cumhuriyetin temel tabularına dokunmak niyetinde değildir. Ayrıca bu sınırlar AKP’nin kendi iç siyasal dengelerinden ve Türk-İslam sentezine dayanan ideolojik temellerinden de gelmektedir. Bu temeller AKP’nin önüne Kürt

Özgürlük Hareketinin tasfiyesini koymaktadır. Bu tasfiyenin sadece askeri yollardan gerçekleşmeyeceği kabul edilmiştir. Taksitli demokrasi paketleriyle oyalama, bölgede çeşitli güçlerle işbirliği yapıp Kandil ve Rojava’yı sıkıştırma gibi yöntemler bu yollar arasındadır. AKP iktidarı bu yollardan yürüyecektir, ancak böylece tasfiye hedefine varamayacağı çok açıktır. AKP, Kürt sorununu demokratikleşme yolundan çözme riskini göze alamadığı, aslında kendi ideolojik sınırlarını aşma cesaretine sahip olamadığı için kaçınılmaz bir şekilde yeniden savaş riskini ya da güvenilmez müttefiklerle iş tutmanın risklerini üstlenmiş olmaktadır. Bunun bedelini de eninde sonunda ödeyecektir. Kürt Özgürlük Hareketi için yürünecek yol birkaç olasılığa daraltılamaz. Fakat AKP’nin seçtiği yol onu barış sürecinin başlangıcındakinden farklı bir yöne adeta mecbur bırakıyor. Mademki AKP sadece kendi sınırlarına ve kendi keyfine göre davranıyor, o zaman Kürt Özgürlük Hareketi de haklarını iktidara rağmen uygulamanın yoluna çıkacaktır. Bu yapılırken hangi mücadele yollarının seçileceği o anın koşullarına bağlıdır. Fakat bir köprünün mutlaka kurulması gerekiyor. O da gezi isyanı ile buluşmaktır. İsyan, bugün ortada örgütlü bir güç olarak görünmese de, doğrudan demokrasi yolunda atılacak taktik adımlarda yeniden kendini ortaya koyacaktır. Çözüm süreci bundan sonra AKP iktidarına rağmen gezi isyanı ile buluşarak yürünebilir.

13


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

10. ÇALIŞMA MECLİSİ VE

GERÇEKLER Metin BURAK

Biz diyoruz ki; sözde işsizlik “sigortası” ödeneği ile sözde iş güvencesi olan “işe iade” hakkı, kıdem tazminatı yerine geçemez. Nedeni ise, kıdem tazminatı çalışırken işçilere ödenen aylık ücretlerin, açlık sınırının altında kalması nedeniyle, çalışırken zorunlu ihtiyaçları karşılamaya yönelik yapılan borçları ödemek için, aylık ücretlerin kalan bir kısmıdır. Bu nedenle işçiler için belirlenen asgari ücret en düşük açlık sınırı değil, yoksulluk sınırının üstüne çıkmadan, işçilerin kıdem tazminatını sadece AKP hükümeti değil, hiçbir güç fona devir ederek kaldıramaz. 14

D

ünyanın hemen tüm ülkelerinde, her geçen gün vahşileşen kapitalizm, Türkiye’de uygulamaya başladığı “ulusal istihdam stratejisiyle”, sendikal örgütlenmenin dibe vurmasıyla saldırılarına son hızla devam ediyor. Sağlığı özelleştirip taşeronlaştırarak, işçilerin emeklilik hakkını yok denecek seviyeye kadar düşürerek, emeğiyle geçinip onuruyla yaşayanların kanını emenler, “sıra kıdem tazminatını kaldırmaya geldi” diyorlar. Kıdem Tazminatı neden

GASP edilmek isteniyor biliyor musunuz? 26-27 Eylül 2013 tarihlerinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından düzenlenen “10.Çalışma Meclisi” Toplantısına katılan hükümet, işçi sendikaları ve sermaye çevresi tarafından, Kıdem Tazminatı Fonu, Taşeron-Alt İşverenlik, Özel İstihdam Büroları Aracılığı ile Geçici İş İlişkisi, yapılan panelde geniş kapsamlı anlatılarak tartışıldı. Hükümet cephesini temsilen Çalışma Bakanı Faruk Çelik

ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kıdem tazminatını alamayan işçileri öne sürerek, kıdem tazminatını dibi görünmez kuyuya benzeyen bir fona devir etmeyi savundular. Hükümet cephesi oy kaybına uğramamak için lafı evirip çevirse de Kıdem Tazminatı Fonu ve Özel İstihdam Büroları Aracılığı ile Geçici İş İlişkisi sistemini, bir an önce yürürlüğe sokmak istiyor. Kıdem tazminatının fona devir edilmesiyle ilgili, işçi sendikalarından Hak-İş konfederasyonu ile Türk-İş konfederasyonuna bağlı bazı sendikalar, sermaye sınıfını temsil eden hükümet ile aynı düşünüyor. Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar ile DİSK kıdem tazminatının fona devir edilmesine karşı çıkıyor. Sermaye çevresi; dünyanın hiçbir ülkesinde, Türkiye’de olduğu kadar işçilere ve emekçilere kanunlarla sağlanan, sosyal güvence hakkı olmadığını söylüyor. Türkiye’de var olduğu söylenen sosyal güvence hakkı? 1) Sigorta “sağlık” hakkı, 2) İşsizlik “sigortası” ödeneği hakkı, 3) İş güvencesi olan “işe iade” hakkı, 4) Kıdem ve ihbar tazminatı hakkı, 5) Emeklilik hakkı, Kıdem tazminatının ekonomiye ağır yük getirdiğini söyleyen sermaye çevresi; kıdem tazminatını kaldırmak için, 8 Eylül 1999 tarihinde DSPMHP-ANAP hükümeti döneminde, 4447 sayılı Kanunla işsizlik “sigortası” ödeneği hak-


kını getirdiklerini söylüyorlar. Ama işsizlik “sigortası” ödeneğinde biriken parayı kendileri kullanmak için, işçilere ödemeyi zorlaştırıyor; işçilere işten çıkartılırken “kendi isteğinle istifa edip, ihbar tazminatını almaz ve kıdem tazminatını eksik alırsan, tüm haklarını nakden aldığına dahil ibraname imzalarsan, işte o zaman işsizlik ödeneğinden yararlanma evrakını veririz” diyorlar. Soruyoruz bu mudur işsizlik “sigortası” ödeneğinden yararlanma hakkı? 15 Ağustos 2002 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak, 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4773 sayılı iş güvenliği yasasında, işe iade davası için, çalışan 10 işçi sayısı yeterliyken, AKP hükümeti tarafından 10 Haziran 2003 tarihinde, 4857 sayılı İş Kanunuyla işçi sayısı 30’a çıkartılarak, işçilerin yarıdan fazlasının bu haktan yararlanması engellenmiştir. Dava sonrası işveren işe başlatmazsa, 6 ay ile 12 ay olan iş güvencesi tazminatı, 4 ay ile 8 aya düşürülmüştür. İşçi işe iade davasını kazandığında, ödenen kıdem ve ihbar tazminatının tamamı ile işsizlik “sigortası” ödeneğinin 4 ayını geri ödeyeceksiniz diyorlar. Daha kötüsü işe iade davası açarsanız iş bulamazsınız. İşe yeniden dönerseniz, size psikolojik baskı (mobbing) uygular, işi kendiniz bırakmak zorunda kalırsınız veya iftira atarak sizi işten çıkartırız diyorlar. Soruyoruz bu mudur iş güvencesi “işe iade” hakkı? Sermaye çevresi; AKP hükümetine “1475 sayılı İş Kanunun 14.maddesinde yer alan kıdem tazminatını 10 Haziran 2003 tarihinde değişiklik yaptırarak, 4857 sayılı İş Kanunun geçici 6.maddesine koyduk, şimdi ise kaldırıyoruz” diyorlar. Biz diyoruz ki; sözde işsizlik “sigortası” ödeneği ile sözde iş güvencesi olan “işe iade” hakkı, kıdem tazminatı yerine geçemez. Nedeni ise, kıdem tazminatı çalışırken işçilere ödenen aylık ücretlerin, açlık sınırının altında kalması nedeniyle, çalışırken zorunlu ihtiyaçları karşı-

lamaya yönelik yapılan borçları ödemek için, aylık ücretlerin kalan bir kısmıdır. Bu nedenle işçiler için belirlenen asgari ücret en düşük açlık sınırı değil, yoksulluk sınırının üstüne çıkmadan, işçilerin kıdem tazminatını sadece AKP hükümeti değil, hiçbir güç fona devir ederek kaldıramaz. Emeklilik hakkı 3 aşamalı olarak yok olmaktadır. Türkiye de 12 Eylül 1980 darbesiyle yürürlüğe konulan neo-liberal politikalarla, 1999 yılına kadar eritilen ücretlerle düşürülen emeklilik maaşları; 8 Eylül 1999 tarihinde DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde, kademeli olarak yükseltilen emeklilik yaşı ile birlikte, düşürülen emeklilik bağlama oranları ve yükseltilen prim günleriyle; AKP hükümeti tarafından çıkartılan 5510 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunuyla, 1 Ekim 2008 tarihinden itibaren ilk defa sigortalı olanlar, sigortadan emekli olursalar 65 yaş ve 7 bin 200 prim günüyle, bağ-kurdan emekli olursalar 9000 bin prim günüyle emeklilik maaşı tabanı 340,00 TL’ye kadar düşmektedir. Soruyoruz bu mudur sizin sosyal güvence dediğiniz? Sigorta hastanelerinde tedavi olma hakkı; sağlık özelleştirildikten sonra dibe vurduğu gibi sağlık giderleri, ekonomik olarak işçilerin ve işsizlerin sırtında büyük bir kambur haline gelmiştir. Özel sektör hastaneleri darphane gibi para basmaktadır. Yoksulların hizmet aldığı sağlık kurumları, bir avuç sermaye çevresine peşkeş çekilerek para basan bacasız fabrikalar haline gelmiştir. Soruyoruz bu mudur sizin sosyal güvence dediğiniz? Asıl olan işçiler ve işsizler için en büyük tehlike; işsizliği kaldırmak için kuruyoruz dedikleri istihdam “geçici işçi kiralama, işçi alma ve satma” bürolarını yani “köle işçiler yaratma” bürolarını tam teşekküllü faaliyete geçirmek istemeleridir. İşçi kiralama büroları tam teşekküllü faaliyete geçirildiğinde ne olacak biliyor musunuz?

İşveren ile işçinin arasına, evini satan ev sahibiyle, evi alacak olan kişinin arasına, evini kiraya veren ev sahibiyle, kiracı arasına giren emlak büroları gibi, işçi simsarları olan istihdam büroları girecek. Simsarlar sizi ayda kaç gün kiraya verirlerse, o kadar ücret alacaksınız. Kaç gün çalışırsanız o kadar sigorta priminiz yatacak. Bu şekilde çalıştırıldığınızda; eksik ödenen sigorta primleriyle sağlık hakkından, işsizlik “sigortası” ödeneği hakkından, iş güvencesi olan “işe iade” hakkından, kıdem ve ihbar tazminatı hakkından, emekli olma hakkından nasıl yararlanacaksınız? Aslında İstihdam bürolarıyla; sosyal güvenlik dedikleri, işsizlik “sigortası” ödeneği hakkı, iş güvencesi “işe iade” hakkı, sağlık hakkı, kıdem ve ihbar tazminatı hakkı, emeklilik hakkı kökten kaldırılmak isteniyor. Geriye ne kalıyor biliyor musunuz? Asgari ücreti önce bölgesel yapmak, sonra da asgari ücreti kaldırmak kalıyor. Bunun da adına emeğini özgürce pazarlama hakkı diyorlar. İşçiler, emekçiler, işsizler ve emeğiyle geçinen tüm yoksul güvencesizler; İstihdam bürolarının faaliyete geçmesini, işsizlik “sigortası” ödeneği hakkının, iş güvencesi “işe iade” hakkının, sağlık hakkının, kıdem ve ihbar tazminatı hakkının, emeklilik hakkının kaldırılmasını sermaye sınıfı kapitalistlerle mücadele ederek durdurabiliriz!

Simsarlar sizi ayda kaç gün kiraya verirlerse, o kadar ücret alacaksınız. Kaç gün çalışırsanız o kadar sigorta priminiz yatacak. Bu şekilde çalıştırıldığınızda; eksik ödenen sigorta primleriyle sağlık hakkından, işsizlik “sigortası” ödeneği hakkından, iş güvencesi olan “işe iade” hakkından, kıdem ve ihbar tazminatı hakkından, emekli olma hakkından nasıl yararlanacaksınız? Aslında İstihdam bürolarıyla; sosyal güvenlik dedikleri, işsizlik “sigortası” ödeneği hakkı, iş güvencesi “işe iade” hakkı, sağlık hakkı, kıdem ve ihbar tazminatı hakkı, emeklilik hakkı kökten kaldırılmak isteniyor.

15


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

KADIN İSTİHDAM PAKE DİKENSİZ Sevgi EVRİM

Kamuoyuna yansıdığı kadar paketin tümü tek bir kutsal amaç için çalışıldığını tam anlamıyla afişe ediyor: İşgücü piyasasının esnekliğini arttırma çabası! Bakan Şahin, “21. Yüzyıl Dünya Çocuk Eğitim Zirvesi” açılış toplantısı öncesinde gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını yanıtlarken “Özel sektör rahat olsun. Çünkü biz 10 yıldan beri özel sektörün önündeki engelleri kaldıracak ve omuzlarındaki yükü azaltacak bir ekonomik program hazırladık” ifadelerini kullandı.

16

T

aşeron işçilik, esnek ve uzaktan çalışma gibi konuları da içeren yeni istihdam paketi yakında meclis gündemine gelecek. Hükümet bu paketin yasalaşması için oldukça iştahlı görünüyor. Pakette, taşeron işçilik, kıdem tazminatı fonu, esnek ve uzaktan çalışma ve kadınların daha çok çocuk doğurup, aynı zamanda istihdama katılmasını sağlamak için doğum izninin uzatılması gibi uygulamalar yer alıyor. Kamuoyuna yansıdığı kadar paketin tümü tek bir kutsal amaç için çalışıldığını tam anlamıyla afişe ediyor: İşgücü piyasasının esnekliğini arttırma çabası! Bakan Şahin, “21. Yüzyıl Dünya Çocuk Eğitim Zirvesi” açılış toplantısı öncesinde gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını yanıtlarken “Özel sektör rahat olsun. Çünkü biz 10 yıldan beri özel sektörün önündeki engelleri kaldıracak ve omuzlarındaki yükü azaltacak bir ekonomik program hazırladık” ifadelerini kullandı. Bu kadar açık ortaya konulan niyetlere karşı uzun uzun niyet okuma tartışması yapmak için hiç zaman yok. Zira işçi sınıfının bundan sonraki hak kayıpları önce Ankara’ya, oradan da tüm emek sahasına bağıra bağıra geliyor.

Paket yasalaşırsa neler mi olacak? 1- Kıdem tazminatı kaldırılacak: Kıdem tazminatı,yıpranma bedelimiz ve iş güvencemizdir. Kıdem hakkı patronların akıllarına estiği gibi işçi çıkarmalarının önünde bir engeldir. Hali hazırda işveren hakkımızı yediğinde, askerlik hizmeti dolayısıyla, kadın işçiler evlendiklerinde, 15 yıl sigortalılık süresini ve 3 bin 600 gün prim ödeme süresini doldurduğumuzda, emeklilik halinde kendi isteğimizle işten ayırıldığımızda kıdem tazminatına hak kazanıyoruz. Ayrıca kayıt dışı çalıştırılmamız halinde ya da tazminat ödememek için işe giriş çıkış yaptırıldığında dava yolu ile kıdem tazminatını alma şansımız var. Ancak kıdem hakkımıza uzun zamandır göz diken sermaye sınıfı, bu hakkımızı gasp etmek, kuşa çevirmek, talan etmek için uzun zamandır fırsat kolluyor. 2003 yılında iş yasası 1475 den 4857’ye çevrilirken yasanın sonuna bir madde eklendi. Geçici 6. Madde ile kıdem tazminatı için ne düşündüklerini zaten ortaya koymuşlardı. “ Geçici Madde 6. – Kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulur. Kıdem tazminatı fonuna ilişkin Kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar işçilerin kıdemleri için 1475 sayılı İş Kanununun 14 üncü maddesi hükümlerine göre kıdem tazminatı hakları saklıdır” Yıl 2013... Ve 10 yıldır hükümet bu kıdem tazminatı fonunu uygulamak için değişik çareler arıyor, adımlar atmaya çalışıyor. En son Başbakan’ın talimatıyla “Rafa Kaldırılan” kıdem tazminatı tartışmaları tekrar başladı ve bu defa işçi ve emekçiler bakımından yumurta kapıya dayanmış durumda. Hükümet tarafından hazırlanan kıdem tazminatı fonuna karşı esaslı bir duruş gösterilemez ve eğer fon uygulamaya geçilirse

artık kıdem tazminatımız OLMAYACAK. Oysa kıdem tazminatı hakkımız, milyonlarca işçinin katıldığı yürüyüşlerle, grevlerle, açlıkla, sabırla sınanarak kazandığımız

ve geleceğimize dair elimizde kalan tek hak. Sermaye kesimi kıdem tazminatını yarı yarıya azaltarak 1 yıllık kıdemi 15 güne düşürmek istiyor. İşçiler mevcut düzenlemenin olduğu gibi kalmasını ve çalışma koşullarının güvencesinin artırılmasını talep ediyor. Sermayenin çizgisinden bir adım öte gidemeyen Türk- İş, Hak-İş gibi konfederasyonlar ise hak talep edeceklerine ara bulucu olmaya çalışıyor. Oysa kıdem tazminatı fonu uygulaması biz işçi ve emekçiler için “iyi bir şey” olmak şöyle dursun köleliğin yasalaşması anlamına geliyor. Kıdem Tazminatı saldırısı def edilemezse; İşçinin işten çıkarılmasını kolaylaştıracak, fondan alınacak tazminat miktarı kuşa dönecek, çoğu durumda işsizlik nedeniyle emeklilik yaşına hiç gelinemeyecek, tazminat hiç alınamayacak. “Fonla herkes tazminat alabilecek” iddiası ile bu hak gaspı işçi-


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

ETİ VE ESNEKLEŞMENİN Z YOLLARI lerin gözünde normalleştirilmeye çalışılıyor. Büyük bir yalan kampanyası işliyor. Fon uygulaması başladığında sadece aşağıdaki 3 şarttan birinin varlığı halinde kıdem tazminatı hakkı kazanılabilecek:

1. Adına en az 10 yıl (3600 gün) prim ödenen işçi işten ayrıldığında, (yani herkes değil) 2. İşçi emekli olduğunda 3. İşçi öldüğünde Eğer bu 3 gerekçeden biri yoksa işçinin işverene verdiği emeğin karşılığı olmayacak. 9 yıl 11 ay çalışmış ve bir daha da sigortalı iş bulamamış bir işçi kıdem tazminatı almak için devlet kapısına gidemeyecektir. Yıpranma hakkı, iş güvencesi, çocuklarımızın geleceği yalan olacaktır. 2- Özel istihdam büroları yaygınlaştırılacak ve esas istihdam modeli olacak: Böylece kıdem tazminatı ve işçilik alacakları yükünden sermaye de devlet de kurtulacak. Esnek ve uzaktan çalışma modeliyle patron sadece kazanacak, hiç kaybetmeyecek. İşçi sadece tabi olacak hiçbir hak istemeyecek. İşçinin hiçbir itiraz hakkı olmayacak. Zira işverenlerin de, devletin

de en çok şikayetçi olduğu mesele: Hak isteyen işçi. Kamuda 600 bin taşeron işçi çalıştığını belirten Çalışma Bakanı Çelik, bir konuşmasında en çok hak istenmesinden şikayet ediyor. Yakın zamanda verdiği bir demeçte taşeron işçileri kastederek “Yargı kararlarıyla bu işçiler hak talebinde bulunuyor. Bunun sadece karayollarında kamuya yükü 1,5 milyar lira. Yarın seçim olsa bile bu sorunu aşmamız lazım” diyerek seçim bile olsa oy potansiyeli olan işçilerin aleyhine olan bu durumu uygulamak ve düzeltmek zorunda olduklarını ilan ediyor. Ne pahasına olursa olsun sermaye gülsün. 3- Doğum izni uzatılarak kadının eve bağlılığı meşrulaştırılacak. Kreş açma zorunluluğu ortadan kalkacak: 2008’de ‘en az 3 çocuk’ söylemiyle başlayan bu süreç, “evler değil dünyamız” diyerek biraz da olsa kamusal alana çıkmayı başarmış, çalışan kadınlara yönelik kapsamlı bir düzenleme içeriyor. Düzenlemenin bütünü kadının yerinin “ev” olduğunu tekrar tekrar afişe ediyor. Kısacası kadınlara; “Yarı zamanlı, esnek, güvencesiz işlerde çalışabilirsiniz. Çünkü sizin asli işiniz evdeki eş, çocuk, yaşlı, hasta, engelli bakımıdır” deniyor. Bunun cazip kılınması için de doğum izninin 16 haftadan 18 haftaya uzatılması, erken emekli olabilmesi için doğum borçlanmasının 2 çocuktan 3 çocuğa çıkarılması gibi uygulamalar öne çıkarılıyor. Oysa bunlar zaten ILO’nun aradığı kriterler. Kaldı ki çalışma hayatında kadınların istihdamına dair tek sorun doğum izninin 18 hafta olmaması da değil. Kadın işçiler hamile kaldığı öğrenilince işten çıkarılıyor, doğum iznini zaten kullanamıyor. Kadın çalışan, sadece kadın olduğu için işten ilk çıkarılan oluyor. Eşdeğer işe eşit ücret verilmiyor. Erkek işçilere göre düşük ücret

veriliyor. Çok zaman asgari ücret veya daha alt ücret ile çalıştırılıyor. İşyerlerinde kreş olmadığı ve çocuklara bakan olmadığı için kadınlar çalışma hayatına hiç katılamayabiliyor. Aslında tüm bu uygulamanın amacı daha ucuz ve daha güvencesiz çalışanlar yaratmak ve bu modeli ana istihdam modeli olarak kabul ettirmek. Özel istihdam büroları aracılığı ile yarı zamanlı, esnek, güvencesiz çalışma koşullarını meşrulaştırmak, kabul edilebilir hale getirmek. Çalışma hayatında kadının yer edinmesi ve bunun güvenceye alınması için yapılması gereken tam zamanlı ve tam güvenceli istihdam olanaklarını yaratmaktır. Yanısıra; kadın erkek bütün işçilerin ihtiyaç duyduğu bakım emeğinin devlet tarafından parasız, ulaşılabilir ve kaliteli bir şekilde sunulmasını sağlamaktır. Bu adımlar atılmadan sadece kadın değil erkek işçiler için de devredilemez doğum izni hakkı tanınmadan yapılacak düzenlemeler kadın istihdamı açısından anlamsızdır, faso fisodur. Kadın işçiler daha doğum izni haklarını kullanamazken bu iznin uzatılması, doğum borçlanması olanaklarının genişletilmesi makyajdan ibarettir ve tüm işçi sınıfının güvencesizleştirilmesi hedefinin bir parçası ve belki de ilk adımıdır. Bu yüzden bu paketin geçmesi sadece kadın işçileri mağdur etmeyecek, tüm sınıfı haklarından mahrum bırakacak, geleceksizleştirecek ve güvencesizleştirecektir. AKP’nin çok yönlü saldırısına top yekün ve tek parça bir direnişle cevap vermezsek kadın işçilerin doğum izninin kâğıt üzerinde 18 haftaya çıkması, bir daha hiçbir kadın işçinin doğum izni kullanamaması ve işçi sınıfının tamamının kıdem tazminatı hakkı başta gelmek üzere haklarından ve yarınından vazgeçmesi anlamına gelecektir.

Hükümet tarafından hazırlanan kıdem tazminatı fonuna karşı esaslı bir duruş gösterilemez ve eğer fon uygulamaya geçilirse artık kıdem tazminatımız OLMAYACAK. Oysa kıdem tazminatı hakkımız, milyonlarca işçinin katıldığı yürüyüşlerle, grevlerle, açlıkla, sabırla sınanarak kazandığımız ve geleceğimize dair elimizde kalan tek hak.

17


İş Cinayetlerinde Yaşamını Kaybeden

13 Yaşındaki Ahmet Yıldız’ın Bedeli 30.040 TL! Üstelik 24 Ay Taksitle!

E Kapitalizmin oynadığı demokrasi oyunu, hâkimi, savcısı, adaleti, “insan hakları”… Onca debdebe Ahmet’in bedeninde nasıl da anlamsızlaşıyor. Elimizde kapitalizmin kâr hırsından başka bir şey kalmıyor. Sistemin çarkları dönerken arada sıkışan Ahmet gibiler ise sistem için istatistikten öte bir anlam ifade etmiyor. Fiyatı ödenmesi gereken sıradan bir “kaza” işte daha ne olabilir. Söz konusu olan bir kaza değildir, taksir değildir; başka bir deyişle bir kusur ya da tedbirsizlik değildir.

18

vet, başlıkta gördüğünüz doğru. Bir kampanya sloganı ya da abartılmış bir reklam afişi değil Türkiye’deki adalet gerçeği. 14 Mart 2013 tarihinde Adana’da pres makinesine sıkışarak hayatını kaybeden 13 yaşındaki Ahmet Yıldız’ın davası karara bağlandı: İşveren Ali Koç, taksirle öldürme suçundan 5 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Bu ceza çeşitli gerekçelerle 4 yıl 2 aylık hapis cezasına indirildi. Ardından yine çeşitli gerekçelerle günlük 20 TL üzerinden 30 bin 040 TL adli para cezasına çevrildi. İşveren Ali Koç bu cezayı 24 aylık taksitler halinde ödeyecek. Adana’da gerçekleşen olayda Ahmet 13 yaşında, kaçak işyerinde kaçak bir şekilde çalıştığı sırada pres makinesine sıkışarak yaşamını kaybetmiş, işyeri sahibi olayı gizlemeye çalışmış, hastanede Ahmet’in trafik kazası geçirdiğini belirtmiş, daha sonra da işyerine geri dönerek Ahmet’in yaşamını kaybettiği yerdeki kan izlerini silmişti. İşin daha da trajik kısmı ise Ahmet’in kan parası. Babası işyeri sahibi ile pazarlığa oturmuş, pazarlık sonucunda şikâyetinden vazgeçmişti. Davanın takibini Gündem Çocuk Derneği sürdürdü. Ailesine kalan, bir ömürlük trajediden başka bir şey değil. Bir baba oğuldan nasıl vazgeçer. Bu üzerine nara atılacak “politik” bir durum mudur? Sanmıyorum. Bir baba için bu durumdan daha

ağır ne olabilir bilmiyorum. Yeryüzündeki cehennemde yaşamaya mahkûm edilmiş yoksullar, acılarını, kinlerini içlerine damıtırken Allah’a sığınıp içli bir çığlık gönderiyor gökyüzüne. Patronların kıyametini yaklaştıran bu cinayetlerin hesapları sistem içinde sorulmuyor. Adaletin kalın tozlu kitapları arasında ve adalet saraylarında kaybedilen Ahmet’in cinayeti öylece hesabı sorulmadan yapanın yanına nasıl da kâr kalıyor. Kapitalizmin oynadığı demokrasi oyunu, hâkimi, savcısı, adaleti, “insan hakları”… Onca debdebe Ahmet’in bedeninde nasıl da anlamsızlaşıyor. Elimizde kapitalizmin kâr hırsından başka bir şey kalmıyor. Sistemin çarkları dönerken arada sıkışan Ahmet gibiler ise sistem için istatistikten öte bir anlam ifade etmiyor. Fiyatı ödenmesi gereken sıradan bir “kaza” işte daha ne olabilir. Söz konusu olan bir kaza değildir, taksir değildir; başka bir deyişle bir kusur ya da tedbirsizlik değildir. Meslekte acemilik ya da dikkatsizlik de değildir. Söz konusu olan bir yaşamdır. Bu gencecik yaşam daha on üçünde fazla kâr elde etmek amacıyla kapitalizm tarafından işlenen iş cinayetinde kaybedilmiştir. Telefonlar, televizyonlar, sosyal medya, iletişim derken gözden kaçan sıradan bir haber. Adana’da iş kazasında hayatı yitirilmiş bir çocuk Ahmet. Her gün

haberlerde görmekten bıktığımız bakanlar, başbakanlar, siyasiler, paçavra köşe yazarları, yarışma programları, son dakika atılan o gol… Ahmet nasıl da unutturulmaya çalışılıyor. Nasıl da körleşiyoruz, o yöne bakmamız istenmiyor. Türkiye’nin politik atmosferinde çoğumuzun da maalesef es geçtiği bu gerçekliğin altını kazıyınca karşımıza çıkan çırılçıplak kapitalizm matematiği. Bu matematikte Ahmet bir istisna da değil. Gündem Çocuk Derneği’nin 2012 yılı Yaşam Hakkı Raporu’na göre, sadece 2012 yılında en az 38 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını kaybetti. Dernek, “Bu kadar ağır tablonun bir nedeni de bu tür cinayetlerin cezasız kalıyor ya da caydırıcı olmayan cezalarla kapatılıyor oluşudur.” diyor. Adaletin mendebur yüzünü Hrant’ın ölümünden Gezi direnişindeki hukuk uygulamalarına kadar pek çok olayda yeterince görmüştük. Adaletsizliğin sadece “siyasi” davaların değil tüm hukuk sisteminin iliklerine işlediğini anlıyoruz. Brecht’in “Halkın Ekmeği” şiiri hatırımıza geliyor. “Bozuk adalet yeter artık! Acemi ellerle yoğrulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter! Yeter katıksız, kara kabuklu adalet! Dura dura bayatlayan adalet yeter!” Bertolt Brecht


Gezi Ruhu:

KATILIMCI DEMOKRASİ ve ALEVİLİK

I

hlamur kokuları Gezi Parkı’ndan Türkiye’nin dört bir yanına dağıldı. Ülkenin havası, rengi değişti. Ihlamur, çeşitli hastalıkların tedavisinde ilk başvurduğumuz bitkilerden biri olmalı. Hastalıklı olan Türkiye siyasetine de “ıhlamurun” iyi geldiğini 31 Mayıs sonrası görmüş olduk. Fakat bu söylenildiği kadar kolay olmasa gerek. Eski alışkanlıkların yeniyi kabul etmemesi, doğallığında çatışmaları doğuruyor. AKP sarsılmaz sandığı iktidarını, yüksek performans ile diktatörlüğe taşıdı. Bu dönemi “ustalık” diye zikretmesinin altında yatan saik, devlet içerisinde kadrolaşarak konumunu güçlendirmiş olmasında yatmaktadır. AKP güçlendikçe, “ayak takımının” yoksulluğu, yok sayılmaları hızlı biçimde artmaya başladı. Başbakan’ın “baş” olmasına yekten karşı çıktığı “ayaklar” tarifinin içinde Aleviler de bulunmakta. AKP’nin devlet içerisinde edindiği yer genişledikçe, Alevi emekçilerin seslerini duyar olmuştuk. Bu sesi bastıran şüphesiz çalışma alanlarındaki dayatmalardan çok yaşam alanlarının sistematik saldırıların odağında olmasıydı. Ne gibi saldırılara maruz kalındığını tek tek yazmak tekrardan öteye gitmez. Biz Alevi kurumlarının geziden öğrenimlerini irdelemeye çalışacağız. Geziye öncelikle direniş ve dayanışma diyebiliriz. Daha sonra demokrasinin de eklenmesiyle son derece enerjik bir odak noktası oldu. Önce Park’ın (ve Taksim Meydanı’nın) polis işgalinden kurtarılması için muazzam bir halk direnişi sergilendi, devamında Gezi komünü (dayanışması) inşa edildi. Parkın içerisindeki dayanışmanın, yaşamı nasıl da güzelleştirdiği ortak değerlendirmelerimizden biriydi. Gezi içerisindeki yaşam geliştikçe yönetim sorunları diyalektik olarak kendini gösteriyordu.

Parkı kim yönetecek? İlk çadırı kuranlar mı, kepçenin önüne atlayanlarla Sırrı Süreyya mı, barikatlarda çatışanlar mı, yoksa siyasi örgütler mi? Yukarıdan yönetilmek istemeyenlerin isyanı olarak da tarihe geçen bu hareketi kendinden başka kimse yönetemeyecekti. Nitekim de öyle oldu. Gezi’de herkesin sözüne yer vardı. Alevilerin bireysel sözü de oradaydı, fakat kurumlar yeterince kendi varlığını hissettiremedi. Bu gezi mücadelesine karşı oluşundan ya da temkinli duruşundan değil organize olamamasındandır. Bu var olamama, Alevi kurumların kendi içerisinde ve kendi tabanına yaklaşımda eski alışkanlıkları devam ettirerek sürüyor. Cemevleri, dernekler, vakıflar ve kültür merkezlerinin, halkın karar alma süreçlerine dâhil edilmesini yeteri kadar önemsediği söylenemez. Hatta kurumlar kendi içerisinde büyüklük (sayısal) durumuna göre sözü dinlenir olmakta. Demokrasi isteyenlerin kendi içlerinde bunu uygulamıyor olması doğallığında yekpare mücadeleyi büyütmeye de hizmet etmiyor. Alevi kurumları demokrasiyi kendi içinde en radikal şekilde işleterek, mücadeleyi sokakta büyütmeyi esas almalıdır. Alevi bireylerin de kurumlarda görev almaları ve daha fazla politikanın içerisinde kendine alan açması gerekmektedir. Salt sistemin bugünkü temsilcisi AKP ile mücadele etmek yetmiyor. Aynı zamanda kendi içerisinde de birlikte tartışarak, birlikte karar alarak mücadele yürütmek durumunda. Aşağıdan yukarı sürekli denetim şart. Örneğin, Cem Vakfı’nın ortaya koyduğu politikalar (cami-cem evi projesi, “Alevilik İslam içidir” söylemleri gibi) Alevi toplumu içerisinde tartışılarak gün yüzüne çıkmış politikalar değildir. İzzettin Doğan’nın devletle politikaları

ile ulaşarak veya uzlaşmak için ürettiği projelerdir ve Alevi toplumu için en tehlikeli politikalardır. Alevi camiasında sadece hizmetle ilgilenen kurumlar kendi varlıklarını korumak için düzenle “tatlı kavga” etmekten kaçınmalılardır. Mücadelenin içindeymiş gibi görünerek hak alınmaz. Lokal seviyede kurum imtiyazları kazanılır, bunun ötesine ne geçilemez. Eşit yurttaşlık hakkı talebi yerinde bir taleptir. Bu başlıkta sayısız eylem örgütlendi. Fakat mitingler kendini tekrar eden ve bazen de geç kalınmış bir halde yapılmaktadır. Aleviler Gezi isyanında kendini; hem barikatta hem dayanışmada hem de katılımcı demokraside gösterdi. Gezide Aleviler, eşit yurttaşlık hakkı için her türlü mücadeleyi işaret ettiler. Devlet mazlumun üzerinde tepinerek ayakta duruyor. Şimdi sistemi tıkayan eylemlikler örgütlemenin zamanıdır. Alevi örgütleri daha fazla halkla temasını artırıp katılımcı demokrasiyi hayata geçirerek öncü rol oynayabilir. Gezi büyük bir fırsatı önümüze koydu. Dayanışma, demokrasi ve direnişi daha fazla geliştirilerek haklar alınabilir ancak. Türkiye’nin dört bir tarafında örgütlenen mitinglerde öne çıkan talepler fiili olarak hayata geçirilmelidir. Zorunlu din derslerine karşı çocuklar bu derslere gönderilmemeli, cem evlerinin temel giderleri ve vergi ödenmemelidir. Alevi köylerdeki imamlar gönderilmeli, asimilasyon girişimleri teşhir edilmelidir. Hayalet uzun süredir dolaşıyor coğrafyamızda. Kimi zaman gezide toprağa düşen canlar oldu, kimi zaman ölümün kıyısından dönen binler oldu, kimi zamansa barikat kurup direnen halk olup çıktı karşımıza. Pir Sultan Abdal Direnişin sembolüdür! Şimdi daha fazla Pir Sultan olma zamanıdır!..

Seçkin TANDOĞAN

Cemevleri, dernekler, vakıflar ve kültür merkezlerinin, halkın karar alma süreçlerine dâhil edilmesini yeteri kadar önemsediği söylenemez. Hatta kurumlar kendi içerisinde büyüklük (sayısal) durumuna göre sözü dinlenir olmakta. Demokrasi isteyenlerin kendi içlerinde bunu uygulamıyor olması doğallığında yekpare mücadeleyi büyütmeye de hizmet etmiyor. Alevi kurumları demokrasiyi kendi içinde en radikal şekilde işleterek, mücadeleyi sokakta büyütmeyi esas almalıdır. Alevi bireylerin de kurumlarda görev almaları ve daha fazla politikanın içerisinde kendine alan açması gerekmektedir.

19


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

ÖĞRENCİ HAREKETİNİN BUGÜNÜ Efe KARACA

Süreç aynı zamanda bir öğrenme süreci de olduğundan forumlarda kimi derin “felsefi” sorunlar pratik meselelerin halledilmesinin önüne geçebildi. Dönemin yeni özelliklerini tanımak adına temel forum problemlerinden birinin sözü burada edilebilir. Forumlarda herhangi 2-3 kişinin halledebileceği bir konu ya o 2-3 kişiyi seçememekten ya da seçilen kişilerin oluşturduğu grubun “yetkileri”nin ne olacağını tartışmaktan ötürü ortada kalabildi.

20

AKP

hükümeti aracılığıyla inşa edilen “2. Cumhuriyet” her yerde bütün kurumlarıyla kendini hissettiriyor. Fakat bu dalga ilki gibi uzun yıllar etkisini göstermeyeceğinin sinyallerini bol bol verdi. Zira Neo-Osmanlıcık hayaliyle kurulan hükümetin Osmanlı’dan alabildiği tek miras “hasta adam”lığı oldu. Ölümünün ilk sinyalleri ise yaklaşan ekonomik kriz ve bölgede aleyhine dönen dünya dengeleri olarak gösterilebilir. Bu kadar çevresel etmene bir de hastanın fazla kullandığı ilaçlar da eklenince Azrail kapıyı daha sert yumrukladı. Siyasal İslam ilacı vücutta Gezi adı verilen bir isyana sebep oldu. Bu bağlamda halklar büyük hesapları bozabileceğini Taksim pratiğiyle de göstererek tarihsel gücünü bir kez daha ortaya koydu. Bu faşist yapıyı çözülüşe götüren içli dışlı birçok dinamik var. Ancak bu dinamikler içerisinde en serti şüphesiz ki Haziran Direnişi. “Peki, Gezi isyanının en canlı kesimi denilebilecek üniversiteliler bu süreçte neler yapıyor” sorusu ise kritik sorulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. “Öğrenci hareketinde radikalleşme lokomo-

tifi, ODTÜ öncülüğünde gidiyor” Bu soruya “gelenek yine değişmedi” gibi klasik bir cevapla karşılık vermek mümkün. Bu anlamda üniversitelerarası direniş şampiyonasında birincilik ipini yine ODTÜ göğüsledi. Melih Gökçek’in yol sevdası ODTÜ ve bölge halkı tarafından onaylanmayınca, öğrenciler polise “tazyikli zekâ”yla müdahale etmek zorunda kaldı. Gezi’den sonra bir radikalleşme beklenilen öğrenci hareketinde radikalleşme lokomotifi ODTÜ öncülüğünde gidiyor. Ankara’daki diğer devlet üniversiteleri ODTÜ kadar göze çarpmasa da gerek kendi okullarında gerekse Tuzluçayır direnişinde aktif olarak mücadele ediyor. Gözden kaçırılmaması gereken bir konu da sol gruplarla inşa edilen örgütsüz Gezi gençliğinin öz örgütlülüğü anlamına da gelebilecek forumlar. Direnişçi Üniversiteliler, öğrenebildiği ölçüde mahalle forumlarından ve 21.yy sosyalizmi deneylerinden faydalanarak forumların nicel ve nitel gelişimine katkı sağlıyor. İstanbul’daki üniversitelerin durumu da şu meşhur benzetmeyle açıklanabilir. Şu anda savaşmaya hazırlanan “iki ordu” görüntüsü hâkim hemen hemen tüm üniversitelerde. Henüz ciddi bir hareketlilik olmamakta, karşılıklı birbirinin gücünü yoklama seviyesinde bir gerilim bulunmakta. Direnişçi Üniversiteliler dönemin avantajlarıyla birlikte güç toplayarak ve mevcut güçleri geliştirerek önümüzdeki günlere hazırlanıyor. İstanbul’daki üniversitelerin forumları için ilk ay için forum tanımına uygun bir nitelik açığa çıkartamadı denilebilir. Süreç aynı zamanda bir öğrenme süreci de olduğundan forumlarda kimi derin “felsefi” sorunlar pratik meselelerin halledilmesinin önüne geçebildi. Dönemin yeni özelliklerini tanımak adına temel

forum problemlerinden birinin sözü burada edilebilir. Forumlarda herhangi 2-3 kişinin halledebileceği bir konu ya o 2-3 kişiyi seçememekten ya da seçilen kişilerin oluşturduğu grubun “yetkileri”nin ne olacağını tartışmaktan ötürü ortada kalabildi. Çeşitli hamlıklar ve acemilikler de forumlarda yaşanan sorunlardan biri. Halkın öncüsü olma iddiası genellikle bir karikatüre, forumlarda fiyakalı cümle kurma hevesi bir komediye dönüşebildi bu süreçte. Fakat bu acemiliğin çok daha hızlı aşıldığı forumlar da var. Biriken öfkeyi doğru kanallara aktarma konusunda ODTÜ dışında Ege Üniversitesi’ndeki öncü taktik denemesinden de söz etmek gerekiyor. Yurt sorununa okuldaki bahçeyi yurda çevirerek çözüm üreten üniversite gençliği, bu dönemde pek çok yaratıcı eylemin olacağını göstermiş olsa gerek. Önümüzdeki süreçte ilk önemli moment 6 Kasım gözüküyor. Bilindiği gibi 6 Kasım, 12 Eylül’ün devrimci hareketin üniversite ayağına bir set olma niyetiyle yaratılan YÖK’ün kuruluş yıldönümü. Yeniden radikalleşme eğilimi gösteren öğrenci hareketi ilk merkezi eylemine hazırlanıyor. Gezi’deki yüzleri maskeli insanlar üniversitelerimizde kimi zaman ses çıkartarak, kimi zaman sessizce ama içten içe biriken öfkesiyle üniversitelerde. Direnişçi Üniversiteliler bu zaman diliminde bir yandan gücünü büyütmeye çalışırken diğer yandan da “üniversitelerdeki binlerce maskesiz direnişçinin öz örgütlülüğü nasıl sağlanır” sorusunun yanıtını pratiğin içerisinde aramaya devam ediyor. Eğitim sistemimizin çoktan seçmeli sistemi hayatın gerçekliğinde tuzla buz oluyorken yaratıcı bir taktik çıkartmak isteyen Direnişçi Üniversiteliler, eğitim sisteminin de kapitalist sistemin de sınırlarını zorlama hedefiyle 6 Kasım ve sonrasına hazırlanıyor.


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

SON BARİKAT “Bilselerdi Sevgimizi Asarlardı Hepimizi”

G

ezi Direnişi’nin hafızalara kazınan en belirgin renklerindendi. Sloganlarıyla, meşaleleriyle, dillere pelesenk nakaratlarıyla Gezi’nin ruhunu diri tutan Çarşı grubu belki tarihlerinde hiç bu kadar tanınmamıştı. “1 Mayıs’lardan da aşina olduğumuz Çarşı, bazen sokağımızda bir duvarda yazı, bazen de semtimizde ‘ Son Barikat’. Sosyal zemini gittikçe güçlenen bir tür ‘protest-taraftar’ oluşumu Çarşı’nın mahallemizdeki tezahürü ‘Son-Barikat Örnektepe’ ye bağlanıyoruz... S.Dayanışma: “Kardeş grubunuz olarak bilinen ‘Son Barikat Okmeydanı’ ve sizler “Son Barikat” derken ne anlatmaya çalışıyorsunuz ?” (Bu soruya iki cevap yazma gereği hissettik, Soruyu ilk olarak Son Barikat Okmeydanı’na yönelttik.) Okmeydanı Son Barikat: Son Barikat ismi aslında yeni olan bir şey değil. 10 yıllar öncesine dayanan bir isim. Fakat tribünde uzun süre kalmadı ve çekildi. Daha sonra gezi direnişiyle beraber bizler Son Barikat ismiyle tekrar tribüne çıkmaya başladık. Çarşının kurucu elemanlarıyla görüştük ve pankartımızla beraber tribünlerdeki yerimizi aldık. Fakat Son Barikat Okmeydanı pankartı polis tarafından stattan çıkartıldı. Bizde asıl olan Beşiktaş sevgisidir. Son Barikat Okmeydanı da bu sevginin sonucu. Bilselerdi Sevgimizi Asarlardı Hepimizi. Örnektepe Son Barikat: Mahalle gençleri olarak barikatlarda her zaman yerimizi almışızdır. Bizler son barikat derken Okmeydanı ve Örnektepe mahallemiz hala çürümemiş, yozlaşmaya karşı duran son barikatlardır. Her eylem sonunda mahallemizde son bir barikat kurulur ve direniş devam ettirilir. O nedenle Son Barikat ismini

çok sevdik ve mahallemize yakıştığını düşündük. “Hükümetin taraftar gruplarına yönelik yaptığı siyasi operasyonlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce neden böyle bir yola başvurdu?” Örnektepe Son Barikat: Taraftar gruplarına yönelik daha önceleri pek operasyon yapılmazdı. Ne zamanki Gezi Direnişi ile birlikte taraftar grupları sokağa döküldü devlet gözünü buraya dikmeye başladı. Başta Çarşı olmak üzere, Tek Yumruk, Sol Açık, Vamos Bien gibi taraftar oluşumları bu süreçte hem sokakta yer aldı hem de büyük bir sempati toplamaya başladı. Devlet buna kayıtsız kalamazdı operasyonlarla engellemeye çalıştı. Fakat pek başarılı olduğu söylenemez. “Malumunuz taraftar grupları arasında da Gezi Direnişi’nden sonra bazı bölünmeler göze çarptı. İktidara yakın olan, Beşiktaş’ta 1453 isimli taraftar grubu fiziki şiddete varan olaylar yaşandı. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz ?” Örnektepe Son Barikat: Mahallemiz emekçi kültüre sahip bir mahalle. Faşist bir zihniyetin mahalleye gelip sorun çıkarma şansı pek yok. Ama stat çevresinde ve statta böyle sorunlar yaşandığını izliyoruz. 1453 denen grup Kasımpaşalı çocukların kurduğu ve polis tarafından direk desteklenen de bir grup.

raber maça gidiyor. Ama bizim üyelerimizin çoğu zor şartlarda çalıştığından maçlara gidemiyoruz. Ayrıca biletler çok pahalı. Ufak bir hesap yapınca altından kalkmak bizim için zor oluyor.

RÖPORTAJ

“Mahallenizde, semtinizde oluşturduğunuz bu “protest-taraftar” grubu nasıl tepkiler alıyor, anlatır mısınız?” Örnektepe Son Barikat: Mahallemizin zaten politik bir yönü var. Bizler gençler olarak mahallemizde politik kimliğimizle tanınıyoruz. Çünkü yıllardır mahallemizde yaşadığımız sorunlara eğilen, mahallemizde uyuşturucu ve yozlaşmaya karşı mücadele eden gençleriz. Bu nedenle pek bir sıkıntı yaşadığımız söylenemez. Hatta aldığımız tepkilerin çok olumlu oluşu bizi hayata karşı daha fazla motive ediyor. Mesela bizim mahallemizde GS’li, FB’li, BJK’li bir çok arkadaşımıza Son Barikat Örnektepe/Köşe atkıları dağıttık. 100 civarında. Renk ayrımı yapmıyoruz. Bu arkadaşlarımızla beraber hem maç izliyoruz hem de mahalledeki eylemlere katılıyoruz.

Maçları Nasıl Takip Ediyorsunuz? Örnektepe Son Barikat: Biz yeni bir oluşumuz. Okmeydanı Son Barikat, maç günleri mahallede toplanıp pankartlarıyla hep be-

21


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2013

DEMOKRATİKLEŞM “İleri Demokrasi S

D

lül postal artığı olduğu iyice anlaşılır. Darbe karşıtlığında ocakta kül bırakmayan AKP, seçim matematiği kendisinin lehine olduğunda sihirli sözcük “istikrar”ın arkasına sığınıp demokrasi havarisi oluyorlar. Bu tablonun bir benzeri CHP için de geçerlidir.

emokrasi anlamında “kabak” paketten AKP’nin seçim manevralarından başka bir şey çıkmadı. 3 türlü seçim barajı senaryosu öneren AKP yine kendi dümenine su taşıdığı seçenekler sunmakta. Bu yazımızda mevcut seçim sistemi dâhil, AKP’nin önerdiği diğer iki baraj sistemini de incelemeye çalışacağız.

Edip BİLİŞ

Milletvekili çıkarma matematiğinde partilerin aldığı oylar ilin ya da seçim bölgesinin çıkardığı milletvekili sayısına bölünür. Ardından, elde edilen bölümlerden 1.Milletvekili, 2.Milletvekili, 3.Milletvekili .... 15.Milletvekilliği şeklinde partilere ya da bağımsız adaylara dağıtılır. Bu kısmı yazının ilerleyen kısımlarında tablolarla anlatmaya çalışacağız.

Mevcut Sistem;

12 Eylül kalıntısı malum %10 seçim barajı ve dünyada eşi benzeri olmayan absürtlüklerle dolu siyasi partiler kanunu. Ortaya çıkan, anti-demokratik mutant sistemi. AKP’nin bizzat kendisi bu mutant sistemin ürünü. % 50 ile demokrasi fedailiğine soyunan AKP’nin son 3 seçimde aldığı oy oranına göre parlamentodaki temsil oranı aşağıdaki tabloda verilmiştir.

Dar Bölge Sistemi

Mevcut sistemde seçim bölgeleri iller bazında düzenlenmektedir. Dar bölge sisteminde ise 550 milletvekilinin seçimi için, ülke çapında 550 bölge tanımlanması demektir. Türkiye’de 50 milyon seçmen olduğu düşünülürse 550 milletvekili için yaklaşık 100 bin seçmenlik seçim çevreleri tanımlanması gerekmektedir. Tanımlanan bu seçim bölgelerinde en yüksek oyu alan aday milletvekili olacaktır. Parti merkezlerinden belirlenen tulum listelerine nazaran daha yerel gözüken bu sistemin de açmazları mevcut. Örneğin 1954 seçiminde, Dar Bölge Sistemine benzer seçim sis-

Tablo’dan görüleceği gibi 2002’deki seçimlerde %34 oy alan AKP’nin parlamentodaki milletvekili oranı ise %66 olmuştur. Aldığı oyun yaklaşık 2 katı kadar bir temsiliyet gaspı gerçekleştirmiştir. 2007 ve 2011 seçimlerinde makas daralsa da en az %10’luk bir demokrasi gaspı her seçimlerde söz konusudur. Buna seçmenin %10 barajına karşı geliştirdiği “oyum boşa gitmesin” refleksi eklendiğinde AKP’nin elde ettiği hegemonik gücün nasıl da 12 Ey-

2002 2007 2011

22

66,0 62,7 34,3 62,0 53,6 46,6 59,3

20,0

40,0

52,3 49,9 60,0

Seçim sisteminde baraj gözükmese de milletvekilliği temsilinde adaletin olması zor bir ihtimal. Tek turda yapılan seçimde diğerlerinden bir oy fazla alan aday milletvekili olurken geri kalan seçmenlerin temsili imkânsız hale gelmektedir (Örneğin, seçime giren dört partinin oy oranları %26, %25, %25 ve %24 olsun. %26 oy alan aday milletvekili oluyor. Geriye kalan %74 oranındaki oylar anlamsız hale geliyor). Hâlbuki Almanya’daki gibi seçimler 2 turda gerçekleşe belki siyasi ittifakların ve diyalogların önünü açıp temsiliyetin daha adil dağıtımı sağlanabilir.

Daraltılmış Bölge ve %5’lik Baraj

Bu seçenek de diğer iki sistemin mantığından pek farklı değil. Ancak biraz daha karışık. Bu durumu daha derin incelemek için Bekir Ağırdır’ın yazısına bağlanıp, verdiği örnekten ilerleyelim. Mevcut sistemde İstanbul 3 seçim bölgesinde toplam 85 milletvekili

Tablo-2: 1954 Türkiye Genel Seçim Sonuçları Parti Oy oranı (%) Milletvekili Sayısı

Ak Parti Oy Oranı, Ak Parti Milletvekili Oranı Milletvekili % Temsil İçinde % Oy % Milletvekili % Temsil İçinde % Oy % Milletvekili % Temsil İçinde % Oy % 0,0

temi olan Nispi Bölge yöntemine göre dönemin Demokrat partisi toplam oyların %57,50 almasına karşın 541 kişilik parlamentoda 502 milletvekili çıkarmıştır. Dönemin CHP’si oyların %35.29 almasına rağmen 35 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu tablonun benzerinin Dar Bölge Sisteminde yaşanması kuvvetle muhtemel.

80,0

Demokrat Parti

57,61

502

Cumhuriyet Halk Partisi

35,35

31

Cumhuriyetçi Millet Partisi

4,85

5

Bağımsız

1,53

3

Türkiye Köylü Partisi

0,63

0

100,00

541

Toplam


Kasım 2013 / Sosyalist Dayanışma

ME PAKETİ-MAKETİ: Seçim Sistemleri” çıkarmakta. 5 milletvekili daraltılmış bölgede İstanbul 17 seçim bölgesi olarak tanımlanmaktadır. İstanbul’daki bir seçim çevresi üzerinden hesap yaparsak ve bu seçim çevresindeki oy dağılımının tıpkı 2011 seçim sonuçlarındaki gibi olduğunu varsayarsak, 1000 seçmen için tablo şu: Görüldüğü gibi BDP de, MHP de %5’lik seçim barajını geçmesine rağmen milletvekili çıkaramıyor. Bu seçim sistemi

Tatlı su kurnazı AKP, demokratikleşme paketi adında seçim maketi öneriyor. Önerdiği makette de hep kendine dönen bir düzen kuran AKP, başkanlık tartışmalarında Gezi Direnişine tosladı. Şimdi manevra yapıp otokrasisini pekiştirmeye çalışıyor. Ama genel seçimlere kadar tekrar bir duvara toslaması oldukça muhtemeldir.

Tablo-3

Aldığı oy 1'e bölme 2'ye bölme 3'e bölme 4'e bölme 5'e bölme

Milletvekili Dağılım Hesaplama Ak Parti CHP MHP BDP 498 260 130 63 498,0 260,0 130,0 249,0 130,0 65,0 166,0 86,7 43,3 124,5 65,0 32,5 99,6 52,0 26,0

Diğer 51

Bu tablodan çıkan milletvekilliği dağılımı da şöyle: Tablo-4 Milletvekili Dağılımı Milletvekilliği sıra Ak Parti CHP MHP 1. Milletvekilliği 498,0 2. Milletvekilliği 260,0 3. Milletvekilliği 249,0 4. Milletvekilliği 166,0 5. Milletvekilliği 130,0 Toplam milletvekili 3 2 de iki büyük parti lehine çalışan, temsilde adalete oldukça uzak bir seçim yöntemi. BDP’nin milletvekilliği kazanabilmesi için ancak 14 milletvekilliğinden oluşan seçim çevreleri gerekir, o zaman temsilde adalet sağlanabilir. BDP’nin böyle bir tabloda İstanbul, Mersin gibi illerde milletvekili çıkarma ihtimalinin zora gireceği açıktır.

BDP

Diğer 51

Kaynaklar; http://t24.com.tr/yazi/secimsi ste mine - dair- one r ile r- ne anlama-geliyor-1/7553 http://t24.com.tr/yazi/secimsi ste mine - dair- one r ile r- ne anlama-geliyor-2/7558 http://t24.com.tr/yazi/secimsi ste mine - dair- one r ile r- ne anlama-geliyor-3/7568 h t t p : / / t r. w i k i p e d i a . o r g / wiki/1954_T%C3%BCrkiye_genel_se%C3%A7imleri

Farklı sayılara göre Milletvekili dağılımında olasılıklar Daraltılmış bölge Ak Parti CHP MHP BDP Diğer tanımı 5 Milletvekili 3 2 51 6 Milletvekili 3 2 1 7 Milletvekili 5 2 1 9 Milletvekili 5 3 1 11 Milletvekili 7 3 1 14 Milletvekili 7 4 2 1 Toplam 7 4 2 1

23


MÜCADELEYE DEVAM!

N İ Ç İ K I L Ş A T T R U Y T İ Ş E

DEMOKRASİ PAKETİ YALA N!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.