Sosyalist Dayanışma Dergisi Haziran 2014 27. Sayı

Page 1

Erdoğan Kandan Kına Yakma Peşinde Soma Süreci, İtü İşgali, Uğur Kurt Olayı Üzerine… Soma’nın Gösterdikleri Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

HAZİRAN 2014 YIL: 4 SAYI 27

Sermaye’nin Ucuz Enerji/Madde İhtiyacı ve Soma Katliamı 2 31 Mayıs Hdp’de Neler Oluyor? Yükselen Gerilim “Bu İşgal Bir Başlangıç” Ekmek Kavgamız Artık Yaşam Kavgamızdır “Her Zamanki Gibi” Kadınlar Ölüyor! Eğitim Sen’de Herşey Eski Tas Eski Hamam… Kira ve Emlak Adaletsizliği Üzerine İki Yeni Halk Cumhuriyeti Git Gelli Soğuk Savaş

SOMA’DAN GEZİ’YE OKMEYDANI’NA... ACILARIMIZI ANCAK ZAFERE YÜRÜYEN

BİR İSYAN DİNDİRİR!!!

Genç Bir Kuşak Değiştirmek İçin Değişirken... Dersim Tertelesi’nden Ermeni Soykırımı’na; Akp’nin Tarihle Dansı


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

Gezi için… Rojava için… Soma için… Adalet İçin... MEYDANLARDAYIZ! 1 Mayıs buluşmasının ardından Haziran sıcağına hazırlandığımız günlerdeyiz. Egemenlerin hayatımızı cehennem ateşlerine attığı bu günlerde bir kez daha kavganın ateşini harlama göreviyle karşı karşıyayız. Geçen sayıdan bu yana önce 1 Mayıs’ımıza sıkıyönetim uygulanmaya çalışıldı 35 bin işgalci polisle… Tüm kent abluka altına alındı. Ama Direniş sürdü… Her birimizi her gün 3er 5er iş cinayetlerinde kadın cinayetlerinde öldürdükleri yetmezmiş gibi bu kez toplu katliam gerçekleştirdiler SOMA’da… Gözü patronların cebine girecek kârı artırmaktan başka bir şey görmeyen bu Taşeron Cumhuriyeti, yıllardır çok riskli olduğu bilinen ölüm çukuruna, hiçbir ciddi güvenlik önlemi almadan yolladı binlerce işçiyi… Bunlardan en az 301’inin cenazesi çıktığında “timsah gözyaşları” döktü. İnanmamızı bekledi her zor durumda koy verdiği gözyaşlarına, üzüntü beyanatlarına. İnanmayan Somalı Maden işçilerine sille tokat, tekme yumruk girişti hükümetin başı ve yalakaları… SOMA için sokaklara dökülen, onların hayat haklarını savunan yüzbinlerin üzerine ise yine TOMA’lar sürüldü. Ama sokakları, meydanları terk etmedik… Direniş sürdü…

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 4, Sayı: 27 Haziran 2014 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Bu gündemle baş edemeyeceğini düşünen AKP hükümeti, küçük tavizler vererek ve sorumluğu olan işleri lütuf yapıyormuş gibi sunarak gerilimi düşürmeye çalıştı. Ardından Cemevi’nin bahçesindeki Uğur Kurt’un polis kurşunuyla katlederek/katledilmesinden yararlanarak gündemi yeniden AleviSünni eksenine çekti. Direniş sürdü… Daha bugün, Rojava’da Kürt halkının o bölgede yaşayan diğer halklarla beraber inşa ettiği halk devrimi, AKP hükümetinin 2000 tır olduğunu itiraf ettiği silahları kuşanmış Radikal İslamcı İŞİD çetelerinin katliamına uğradı. İlk belirlemelere göre çoluk çocuk demeden 30 köylü katledildi. İşid çetelerine karşı direniş sürüyor. Şimdi Gezi’nin yıldönümünün ön günlerindeyiz. Geçen yıl Gezi’de ve sonrasındaki bütün direniş sürecinde yükselttiğimiz tüm taleplerimizle meydanlarda olacağız, Türkiye’nin dört bir tarafında. Yüreğimizin en nadide köşelerinde sakladığımız her bir şehidimizin anısını kuşanıp boylu boyunca Meydan’a ineceğiz… Hepimiz biraz Mehmet olacağız, biraz Medeni… Ethem, Ahmet, Ali İsmail, Berkin, Uğur olacağız… 301 Madenci olacağız… Rojavalı Kürtler olacağız… Fadime Ana olacağız tüm oğullarını sevgiyle kucaklamış… Birer birer ve hep beraber olacağız… Meydan’da olacağız… Ve meydanları dolduracağız… Tarih bir kez daha yazacak: Direniş sürüyor ve sürecek!


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

ERDOĞAN KANDAN KINA YAKMA PEŞİNDE

S

oma’da yaşanan katliam Erdoğan’ın hegemonyasında birçok önemli yarık daha yarattı. 12 yıllık AKP iktidarının hegemonyası biraz da, belli momentler hariç -Sosyal Güvenlik Yasası ve Tekel Direnişi- sınıfsal çelişkiyi buharlaştırmayı başarmasına dayanıyordu. Soma’da yaşanan katliam sonrasında Türkiye’de sermayenin bitmez tükenmez ilkel sermaye birikiminin mağduru işçi sınıfının varlığı ülke gündeminin merkezine oturdu. Neredeyse 15-16 Haziran’ın 1970’lerde yarattığı etkiye benzer biçimde sınıfın varlığı hatırlandı. AKP, sultancı-otoriter bir siyasi yapı inşa ediyor. Bu yapının toplumsal desteği ise aslında büyük oranda işçilerden ve yoksullardan sağlanıyor. Yani bir sermaye partisi olarak AKP, yürüttüğü popülist politikanın bir yöntemi olarak örgütsüzleştirdiği, kuralsız çalışmayı dayattığı, güvencesizleştirdiği, neredeyse kendi ağlarına muhtaç hale getirdiği işçilerin rızası ile yeni bir siyasi rejim inşa ediyor. Soma’da yaşananlar bu çarkın devamlılığı ile ilgili tereddütler yarattı. İşçi sınıfının nasıl bir tahakküm ve korku altında yaşadığına bu olayla bir kez daha tanık olduk. İşçiler AKP mitinglerine topluca götürülüyorlar, yaşadıkları ile ilgili basına demeç vermekten çekiniyorlar, yedikleri tekmeleri ve yumrukları sineye çekmek zorunda kalıyorlar. İşçi sınıfımızın çaresizleştirilmesi örgütsüzlüğünün doğal bir sonucudur. Bu işçilere öfkelenilmesi gereken değil tam tersine sosyalistlerin çuvaldızı kendisine batırması gereken bir durum. AKP’nin yoksullar, işçiler üzerindeki denetiminin kırılması son derece kritik politik sonuçlar doğurabilir. Hele de

Gezi sonrasının politik kriz atmosferinde olası sonuçlar çok daha sarsıcı olabilir. Aslında Gezi Direnişi’nin bir süre sonra toplumu harekete geçirme noktasında sınırlarına dayanmasının en önemli sebebi de işçi sınıfının gündemlerine dokunamaması idi. Soma’da yaşanan korkunç katliam sonrasında bu konuda bir kafa açıklığı oluştu. Erdoğan’ın bu durum karşısında tepkisiz kalması umulamazdı. Toplumun sınıfsal bir eksende yarılmasına yol açacak bir tartışmaya kilitlenmesi kabul edilemezdi. Okmeydanı’nda yaşanan devlet provokasyonu tam da böylesi bir noktada hayata geçirildi. Okmeydanı, AKP’nin topluma saldırısının bütün veçhelerini kendisinde toparlayan bir mekân. AKP için özellikle Gezi sonrasında sosyalistler-devrimciler tamamen şeytanlaştırılmış bir durumda. Okmeydanı devrimcilerin siyasi faaliyetinin yoğunlaştığı merkezlerden biri. AKP için yeni kurulan siyasi rejim aslında bir oranda da Sünnileşmeyi geliştirecek bir yapı olarak öngörülüyor. Alevileri bir “iç düşman” olarak tanımlama hali Erdoğan’ın siyasi jargonunun ayrılmaz bir parçası. CHP Genel Başkanı’nın Aleviliği üzerinden yuhalatılması gerçekten demokratik bir ülkede insanlık suçu olarak algılanırdı. Okmeydanı kentsel dönüşüm açısından son derece önemli. Son derece merkezi, kentin önemli merkezlerine oldukça yakın, muteberleştirilmesi büyük rant yaratacak bir merkez. Uğur Kurt’un öldürülmesinin bir kaza olmadığı açıktır. Cemevi oldukça korunaklı ve yokuş aşağı bir yolun kenarında bulunan bir yer. Havaya sıkılan

bir kurşunun orada bulunan bir insanı rastgele öldürmesi söz konusu olamaz. Katliamın ardından Erdoğan’ın “polis nasıl sabrediyor şaşırıyorum” demesi yeni katliamlara yol veriyor, gerilimi yükseltiyor. Aslında Erdoğan hem Soma gündemini dönüştürmeye dönük bir hamle yaptı, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken nasıl bir zeminde yürümeye çalışacağını göstermiş oldu. Erdoğan MHP tabanını CHP tabanından ayırmak için Alevi- Sünni gerilimini öne çıkaracak. Erdoğan kendi iktidar hırsının karşılığını üretmek için ülkeyi düşük yoğunluklu bir iç savaşın eşiğine taşımaktan çekinmeyecektir. Gezi’nin yıldönümünün yaklaştığı günlerde sokak çatışmalarını şiddetlendirmek aynı zamanda sokağa çıkma konusunda 1 Mayıs öncesindeki tansiyonu yükseltme taktiğini tekrarlamaktadır. Erdoğan faşizan bir tek adam rejimi inşası peşinde. Düzenin siyasal krizi 30 Mart’ta bir es vermiş olsa da devam ediyor. Gezi sonrasında dip dalgasının hala diri olduğunu da Soma sonrası dönemde gördük. Erdoğan’ın inşa etmeye çalıştığı rejim ise toplumun geniş kesimlerinde muazzam bir gerilim yaratıyor. Erdoğan kendisinin tamamıyla merkezinde olduğu bir siyasi rejim inşa ederken aslında bir yandan da kendi iktidarını giderek kırılganlaştırıyor. Hegemonik anlamda etkilemekten tamamen ümidini kestiği Aleviler başta olmak üzere kimi kesimlere de bir tür savaş açarak klasik kutuplaştırma siyaseti ile ihtiyaç duyduğu siyasi desteği elde etmeye çalışıyor. Kürt siyasi Hareketi’nden destek göremeyeceğini bildiği için de ihtiyaç duyduğu fazladan %10’luk desteği bulabilmek için MHP tabanındaki Alevi-Kızıl-

baş düşmanlığından yararlanarak destek devşirmeye çalışıyor. Siyasetin temel gerilimi Erdoğan’ın kurulmasını istediği noktada kabul edilmek zorunda değildir. Soma’da ortaya çıkan sınıfsal fay hattı, zengin-yoksul, sermayedar-emekçi karşıtlığının zemini muhakkak derinleştirilmelidir. Erdoğan’ın bir nefret nesnesi olarak tüm muhalefetin kimyasını bozmasına, tüm şimşekleri üzerine çekmesine, böylece de mücadelenin hedefini daraltmasına müsaade edilmemelidir. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve bu dönemde gelişecek mücadeleler belirleyici sonuçlar yaratacak. Toplumun adalet ve özgürlük arzusunun ifadesi olan, çürümüş düzenin karşısına insanca yaşam programıyla çıkan, AKP’nin 12 yıllık neoliberal ve halk düşmanı siyasetinin yarattığı tahribat karşısında 21. Yüzyıl sosyalizmini kurma iradesiyle topyekûn mücadeleyi yükselten bir çizgi yaratmak tek kurtuluş çaremizdir.

3


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

SOMA SÜRECİ, İTÜ İŞGALİ, UĞUR KURT OLAYI ÜZERİNE… Salih İNCESOY

Çarpıcı şekilde yoksulları vuran Soma süreciyse sınıfsal zemin üzerinden gelişiyor. Böyle olduğu için de etkisi siyasal İslam’ın etki alanına kadar taşınmış durumda. Ve yine böyle olduğu için Gezi’de büyük ölçüde “kültürel zeminde kalan AKP karşıtlığı” yerine, “kötülüklerin kaynağı kapitalist sistemin sürdürücüsü AKP’ye karşıtlık” giderek ön plana çıkıyor. AKP’lilerin şirketle olan bağı, hükümetin sorumluluğunda olan iş güvenliği önlemlerinin patronun çıkarına bilinçli olarak savsaklanması; saklanamayan bu tablo sözünü ettiğimiz zemini güçlendiriyor. AKP’yi ürküten ve taktik değişikliğine gitmesine yol açan esas gerekçe bu.

4

S

oma süreciyle ilgili bir değerlendirme içerisinde, İTÜ işgaline ve Uğur Kurt olayına kimi önem taşıyan sonuçlar çıkartmak adına özel olarak değinmek gerekir. Bu sayımızda, ders niteliğinde sonuçları olan İTÜ işgaliyle ilgili işgalcilerle yapılmış bir söyleşi de yer alıyor. “İsyanla tekrar ne zaman buluşacağız?” “1 Mayıs, yeni bir Gezi açığa çıkartır mı?” Bir süredir bu sorularla meşgul olduğumuz hepimizin malumu. Ayrıca “siyasi iktidarın da en hassas gündemi budur” diyebiliriz ki 1 Mayıs’la birlikte başlayan sokağa dönük polis taktiklerine bakılırsa yeni bir isyanı başlatmamak için epeyce çalışmış görünüyorlar… Bu sorular aslında Gezi süreciyle açığa çıkan halk hareketi dalgasının geri çekildiğinin de bir ifadesi aynı zamanda. Evet, bir süredir klasik kitlemizle sokaktayız. Derken Soma katliamı… Soma süreci yeni bir dalga açığa çıkartır mı? Bunu göreceğiz. Fakat ilk sonuçlarına bakıp ilk elden şunu söylemek mümkün: “Devrimci kurumların, emek ve meslek örgütlerinin olağan zamanlarda harekete geçirebildiği kitleyi aşan bir hareket gelişmiştir.” Yani “Geziciler”le bir ölçüde de olsa sokakta buluşmamız söz konusu. Hatta Gezicileri de aşan toplumsal duyarlılık ve öfkeyle

karşı karşıyayız. Bu durum karşısında ürken AKP, ilk günlerdeki saldırganlığını dizginleyip şirketten birilerini hedef tahtasına oturtarak paçasını kurtarmaya çalışıyor. Bu nokta önemli… Gezi süreci “kent hakkı” gündemi üzerinden gelişmişti. En azından bugün için yoksullar, ana çelişkileri olarak hissetmedikleri bu gündeme kayıtsız kaldı. Ardından süreç AKP karşıtlığı üzerinden ilerledi ve Alevilerin yaşadığı yoksul mahalleler bu sürece dâhil oldu. Siyasal İslam’ın tuttuğu alanlarda Gezi havası esemedi. Çarpıcı şekilde yoksulları vuran Soma süreciyse sınıfsal zemin üzerinden gelişiyor. Böyle olduğu için de etkisi siyasal İslam’ın etki alanına kadar taşınmış durumda. Ve yine böyle olduğu için Gezi’de büyük ölçüde “kültürel zeminde kalan AKP karşıtlığı” yerine, “kötülüklerin kaynağı kapitalist sistemin sürdürücüsü AKP’ye karşıtlık” giderek ön plana çıkıyor. AKP’lilerin şirketle olan bağı, hükümetin sorumluluğunda olan iş güvenliği önlemlerinin patronun çıkarına bilinçli olarak savsaklanması; saklanamayan bu tablo sözünü ettiğimiz zemini güçlendiriyor. AKP’yi ürküten ve taktik değişikliğine gitmesine yol açan esas gerekçe bu. Madem öyle, devrimci hareketin de bura-

dan yürümesi gerekir… Devrimci hareketin sürece yaklaşımıyla ilgili olumlu şeyler söyleyebilmek mümkün değil. Gezi, “zihinsel kireçlenme” yaşamayan ve öğrenme yeteneğini yitirmeyenlere bir şeyler öğretti kuşkusuz. Kitlelerden kopan, kitlelerle etkileşimini kaybederek kendi içerisine kapanan ve dolayısıyla giderek apolitikleşen yapılar, yeniden kitlelerle ve dolayısıyla yaşamla bağ kurma şansını yakaladı. Fakat kitle hareketi geri çekildiğinde, yine o “biz bize” olduğumuz dönemin sıkıcı ezberleri ön plana çıkmaya başladı. Soma sürecine de böyle bir politikasızlık içerisinde girildi. Devrimci politika adına, kitle gösterilerinde kendini gösterme adına sergilenen medyatik şovlar ortalığı kapladı. Biri buna başladı mı, diğerleri de ondan eksik kalmadı… Harekete geçen kitlenin karakteri, onlarla bağ kurabilme, bu bağı süreklileştirebilme adına geliştirilecek söylemler ve örgütlenme biçimleri; şovlardan bunları düşünecek vakit kalmıyor. Yine biz bizeymişiz gibi düşünülüyor, davranılıyor. Devrimci hareket bu politikasızlığıyla gelişen hareketle bağ kurup büyüyemediği gibi, öncülük adına sergilenen aşırı zorlamalarla harekete zarar da verebiliyor, veriyor. Devrimci hareketin politi-


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

kasızlığı, taktik plan yoksunluğu, devrimci ortamda ciddi bir dağınıklık sonucunu da yaratıyor. Kendini göstermeye dönük şovlara daralmış pratik, ittifak zeminini baltalıyor. Tarihsel fırsatlar kazanıma dönüştürülemiyor. Bu gerçeklik, kendisini bir ittifak zemini olarak tarif eden HDK için de geçerli. HDK yönetimi gelişen süreçle ilgili genel bir açıklama yayınlıyor; bileşenler ayrı telden çalarak sokağa çıkıyor. Gerçekten de tarihsel bir rol oynama şansına sahip olan HDK’nin kâğıt üzerindeki tarifi bir yana sahadaki durumu bu. Bütün bunlar aşılabilir kesinlikle fakat bugün için ayağımıza dolanan bir ciddi sorun olarak varlığını sürdürüyor.

“İTÜ İşgal Okulu”ndan Ders Almalıyız…

Tam burada devrimci hareket için öğretici sonuçları olan İTÜ işgaline değinelim. Devrimci gençlik örgütlerinin klasik etki alanını aşan bir bileşimle forum ortamında işgal kararı alındı. Yani Geziciler karar alma sürecinde vardı. Bundan dolayıdır ki devrimci yapıların kendi damgalarını vurma politik hastalığıyla darlaştırıcı klasik davranış özellikleri işgalde öne çıkan renk değildi. İşgalci öğrenciler, mevcut güçler dengesini doğru okuyan bir anlayışla genel kitle tarafından sahiplenilebilecek somut talepler öne sürdü. Gezicilerle birlikte karar alındı, somut talepler birlikte belirlendi, ortak bir sahiplenme yaratıldı, daha geniş bir kesime sahiplendirildi. Sonuç olarak, işgal tartışmasız bir şekilde kazanımla sonuçlandı. İşgalcilerin kendi iradeleriyle eylem sonlandırıldı. Bütün bu kararlar, işgal forumunda tartışılarak alındı. Belki işgalin en yorucu kısmı saatlerce süren tartışmalardı. Tartışmalarda yine bildik soyut ve ileri hedefler öne sürenler oldu. İşgal sürecinde kendi renklerini belli etme gayretine düşenler oldu. Ama bütün bunlar işgalin belirleyenleri olamadı. Hatta kısacık işgal sürecinde yaşanan öğrenmelerle bu davranışlardan vazgeçildi. Aslında yeni devrimci

kuşak, içerisinde bulundukları yapıların ana davranış özelliklerinin aksine yaşamdan öğrenme zihin açıklığını taşıdıklarını da sergilemiş oldu. Ana başlıklarla ifade edilen her nokta, devrimci hareketin siyaset yapma tarzına dair önemli ipuçlarını içeriyor. Ortaklaşılan zemini gözetme, ortaklaşmayı öne çıkartma… Güçler dengesini doğru okuma… Kitlelere sahiplendirilecek ve kazanılabilecek somut talepler belirleyebilme… Kendi iradesiyle eylemi bitirme… Bu yönleriyle İTÜ işgali, hem öğrenmek isteyene ve öğrenme yeteneğini kaybetmeyene önemli bir okul oldu. Hem de yeni kuşağın, devrimci hareketin aşamadığı krizini aşabilmesinde rol oynayabilecek bir potansiyeli taşıdığını göstererek umudumuzu büyüttü.

Uğur Kurt’un Katledilmesiyle Birlikte…

Soma gündemi hükümeti sıkıştırmışken, Okmeydanı Cemevi’nde Uğur Kurt’un polis kurşunuyla hayatını kaybetmesi üzerinden gelişen olaylar Soma gündeminin önüne geçti. Normal olarak Alevi halkta büyük bir öfke oluştu. Öfke sokağa taştı. Sokağa önderlik etmek isteyen kimi yapılar, daha radikal bir eylem çizgisini medyatik görüntülerle zorlamaya başladı. Bu çizgi, sürece kendi damgasını vurma hastalığıyla birlikte yürütüldü. Gerilimin bu seviyesini taşıyamayan ve ayrıca bu “önderlik zorlamaları”ndan rahatsızlık duyan kitle, ya evine geri döndü, ya da sokağa temkinli çıkmaya başladı. “Olay planlı bir provokasyon mudur, değil midir” açığa çıka-

caktır. Fakat ilk sonuçlar üzerinden değerlendirdiğimizde, AKP’nin bu gündemi kaşımaktan memnuniyet duyduğu çok açıktır. Erdoğan’ın, Okmeydanı gündemi üzerinden yaptığı yaygara, Soma gündemini bastırmak içindir. Soma gündeminden telaşla sıyrılmak isteyen AKP, Okmeydanı gündemine sıkıca sarılmıştır. Yandaş medya, tam gaz rolünü oynamaktadır. Yine toplumsal hareket, devrimci yapıların hapsolduğu bildiğimiz mahallelere sıkışma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üstelik öne çıkan zaaflı önderlik tarzından kaynaklı olarak da, değil sıkışılan mahallelerin dışına taşmak, o mahallelerin halkıyla bile buluşulamamaktadır. Kültürel zemindeki saflaşma, AKP’nin en iyi becerdiği çatışma alanıdır. Böylesi bir gerilim üzerinden kendi etki alanını koruyabilmektedir. Soma, buradan bir çıkıştı; AKP’yi panikletti. Okmeydanı, devrimci hareket açısından sıkışılan siyaset alanına geri dönüştür. Buraya düşülmemelidir. AKP’nin bu manevrası boşa çıkartılabilir elbette. Soma’yla Uğur Kurt olayının bağını kuracak, yalnızca Alevi mahallelerine ve Alevilik gündemine sıkışmayacak bir politika gerekmektedir. Çok sayıda dinamiği bir arada barındırmasıyla bunu sağlayabilecek potansiyel olanak HDK’dir. Roboski’den Soma’ya, Soma’dan Okmeydanı’na, işçileri, Alevileri, Kürtleri ve kapitalizmin sömürüsünün, zorbalığının hedef tahtasında olan tüm dinamikleri bugün için yan yana getirebilecek zemin HDK’dir. HDK, tarihsel rolünü oynamak zorundadır.

Ortaklaşılan zemini gözetme, ortaklaşmayı öne çıkartma… Güçler dengesini doğru okuma… Kitlelere sahiplendirilecek ve kazanılabilecek somut talepler belirleyebilme… Kendi iradesiyle eylemi bitirme… Bu yönleriyle İTÜ işgali, hem öğrenmek isteyene ve öğrenme yeteneğini kaybetmeyene önemli bir okul oldu. Hem de yeni kuşağın, devrimci hareketin aşamadığı krizini aşabilmesinde rol oynayabilecek bir potansiyeli taşıdığını göstererek umudumuzu büyüttü.

5


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

SOMA’NIN GÖSTERDİKLERİ M.Mert SİNAN

Patronun Maslak’ta diktiği gökdelendeki iki dairenin fiyatına yaptırılabilecek yaşam odaları binlerce hayat kurtarabilecekken esamisi okunmuyor. Patron 130 dolarlık işçi maliyetini 25 dolara indirmekle övünüyor. Taşeron sistemi yaygın olarak kullanılıyor. İşçiler, bölgede tarım AKP’nin de desteklediği IMF politikaları ile bitirildiği için madene mahkûm edilmiş. Borçlandırma mekanizması işçileri teslim aldığı için iş kaybetme korkusu her şeyi unutturuyor. 301 kişinin öldüğü bir madene “açılsın bir daha girerim” denebiliyor tereddüt etmeden

6

S

oma’da ülke tarihinin en büyük iş cinayeti yaşandı. Resmi rakamlara göre 301 işçi kardeşimiz öldü. Kapitalizmin kar hırsının yaşadığımız tüm acıların temel sebebi olduğunu zaman zaman maalesef unutuyor, böylesi korkunç kıyımlarla hatırlıyoruz. Sermaye rejimi görüntüde işler yolunda gitse, ekonomi büyüse, krizler olmasa bile yıkılmayı hak eden bir kıyım rejimidir. Fabrikalar, madenler, işçiler için cehennemdir. Yaratılan ve olağanüstü adaletsiz bir biçimde dağıtılan zenginlik aslında işçinin canından çalınmaktadır. Har vurup harman savrulan emekçinin hayatıdır. Kendisini akıllı zanneden, hükümete yaltaklanarak ihale kapan, kısa yoldan köşeyi dönen zenginler insanlığın yıkımını hazırlamaktadırlar. İşçileri sadece sömürmekle kalmayan aynı zamanda onları dağınık, örgütsüz, birbirleriyle rekabet içerisinde tutan devlet zenginlerin zulmünün garantisidir. Soma’da yaşanan katliam görmek isteyen gözler için ülkede hüküm süren iktisadi, siyasi ve sınıfsal ilişkilerin bir röntgenini çekiyor.

Ekonomik Sahne

Erdoğan’ın hızla semirttiği sermaye kesiminin zenginliğinin en önemli kaynağının işçiler üzerindeki sınırsız sömürü olduğu katliamın açığa çıkardığı en bariz gerçeklik. Patronun Maslak’ta diktiği gökdelendeki iki dairenin fiyatına yaptırılabilecek yaşam odaları binlerce hayat kurtarabilecekken esamisi okunmuyor. Patron 130 dolarlık işçi maliyetini 25 dolara indirmekle övünüyor. Taşeron sistemi yaygın olarak kullanılıyor. İşçiler, bölgede tarım AKP’nin de desteklediği IMF politikaları ile bitirildiği için madene mahkûm edilmiş. Borçlandırma mekanizması işçileri teslim aldığı için iş kaybetme korkusu her şeyi unutturuyor. 301 kişinin öldüğü bir madene “açılsın bir daha girerim” denebiliyor tereddüt etmeden. Malzemeler insan hayatını hiçe sayacak cinsten. Denetim zamanı daha güvenli olanlar göstermelik takılıyor, sonra çıkarılıyor. Aşırı çalıştırma, riskli tünellerde çalışmaya zorlama geleneksel. İtiraz eden işçilere yönelik kara listeler mevcut. Hakkını arayan işçiler bölgedeki madenlerde çalışma şansı elde edemiyor. Kömürün kızışmış olduğu fark edilmesine rağmen üretimin yavaşlaması karları azaltacağından üretime ara verilmiyor. “Bu şartlarda çalışılmaz” diyen teknisyen de katlediliyor ancak patron “kazanın sebebini anlamadık” diyor, Çalışma Bakanı “Allah Allah, not edelim bunları bakalım” diyor kömürün aşırı ısınmış olduğunu anlatan madencilere. Sendika, patronu aklamaya çalışıyor büyük bir çabayla. Bakan, Patron ve Sendika Başkanı toplantı yapıyorlar

durumun üzerini nasıl kapatırız diye. Ortada işçinin derisinin yüzüldüğü bir ortam var. Sanki her şey normalmiş gibi yaşanıyor. Ortada düzenin kendi hukukunu bile ayaklar altına alan bir durum var, ama itiraz yok, direniş yok. Erdoğan’ın dediği gibi “kader” denerek “sabır” edilerek sürdürülen bir cehennem. Sonra uluslararası büyük başarılara imza atan Türkiye ekonomisi, çeşitli platformlarda ödüller alan, yatırımlarını hızla artıran, daha çok insana “iş” sağlayan, hatta ilgili yardım kuruluşlarına “hayır” eylemeyi de hiç ihmal etmeyen şanslı Türk sermayesi. Olağan koşullarda hem hırsız hem de katil olarak cezalandırılmaları gerekenlerin el üstünde tutulduğu bir düzen. Katliamın en önemli sorumlularından Çalışma Bakanı, İş Müfettişleri ile yaptığı bir toplantıda “İşverenleri üzmeyeceksiniz” diye buyurmuş. Zaten bu cehenneme bizler, hepimiz “işverenler üzülmesin” diye mecbur edilmiyor muyuz?

Sahnede Erdoğan ve Devlet…

Sermaye adına devreye devlet, yani Erdoğan ve şürekâsı, büyük bir arsızlıkla soluğu Soma’da alıyor. Erdoğan Soma haberi ilk duyulduğunda bir ödül töreninde elinde kamera şaklabanlıklar yapmaktaydı. Fakat “sorumlu bir devlet adamı” olarak yurtdışı programını iptal ederek soluğu Soma’da alıyor. O kadar kendisine hayran ki yüzlerce insanın katledildiği bir olay sonrasında herkes kendisini bir kurtarıcı olarak karşılayacak diye düşünüyor. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir edepsizlik! Devlet zaten katliamın yaralarını sarmak için geceden itibaren bölgeye müşfik polislerini, yangın söndürücü TOMA’larını bol miktarda sevk etmiş. Erdoğan’ın bölgeye gelmesi ile damlara keskin nişancılar yerleştirilir. Aramakurtarma çalışmaları sona erdirilir. Ne de olsa milli irade olay yerini teftiş edecektir. Erdoğan


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

derin birikimiyle tarih öncesi devirlerden başlayarak madenci katliamları tarihini anlatır. Böylece yakınlarını kaybedenler 150 yıl önceki “kaza”larda da insan öldüğünü duyarak “kader, sabır vs.” içerisine savrulurlar. Erdoğan bu işin fıtratından bahseder. Yani madencinin bir ayağı zaten çukurda, canınız madem o kadar kıymetli madende ne işiniz var demeye getirir. Bu sorunun cevabını 12 yıllık iktidarına bağlayarak aslında kendisinin vermesi gerektiğini idrak edemez. Sokakta kendisine yuh çekenleri tokatlar, “başbakana yuh çekersen tokadı yersin” diyerek de yasama yetkisini kullanır, hemen oracıkta bir ferman yayınlar. Ne idüğü belirsiz danışmanı büyük bir hınçla yakayı paçayı dağıtarak iki polis tarafından yerlerde sürüklenen bir genci tekmeler. “Delikanlı” Başbakan’ı ise “O dediğini kolaysa gel de yanımda söyle” diyerek dünya literatürüne -bu lafı da Erdoğan’dan öğrendikbilge ve müşfik başbakan olarak geçmesine sebep olan veciz sözü söyler. Oysa Başbakan’ın asker, polis, jandarma, özel harpçi güvenlik kordonlarından yanına yanaşmak asla mümkün değildir. Müzakere sürecinin Akdoğan’ı tekmeci Yerkel’in “kendisini savunduğunu” söyler. Fakat Soma halkı Erdoğan’ın bu şuursuzluklarına cevabı arabasını tekmeleyerek, kendisini markete sığınmak zorunda bırakarak ve de AKP ilçe binasını tahrip ederek gösterirler. Erdoğan’ın Yavuz Hırsız taktiği bu sefer pek de tutmamıştır.

hunharca saldırır. Mesele 301 işçinin ölümü değildir, tek dert bu olayın nasıl savuşturulacağıdır. Çünkü işçi hayatı fani, AKP’nin iktidarı ebedidir. Erdoğan işçilere öldükleri için kızmaktadır sanki. “Tam da Başkanlık meselesinde yol almaya başlamıştım” diye düşünmektedir. Soma’ya dayanışma amacıyla gelenler şehre sokulmaz. Oysa toplum olmanın asgari koşulu dayanışmadır. Fatih Çarşamba’dan gönderilen hocalar ise “isyan etme sabret” kampanyası yürütmektedir Soma sokaklarında. Olası paralel kışkırtmalarına karşı dost cemaatler ellerini taşın altına koymuşlardır. Bunun karşılığı da nasılsa bir ihalede, bir atamada, bir arazi dağıtımında karşılanacaktır. Öfkesi patlayan Soma halkına ise “hocalarınız size sabredin diye o kadar anlatmadı mı, sulh ile uslanmayanın hakkı kötektir” diyerek TOMA’lı, gazlı bir “itidal” çağrısı yapılır. Abuk sabuk komplo teorileri üretiminde ulusalcılara nal toplatmaya başlayan AKP’li ideologlar “ABD’liler geldi madeni patlattı”, “ patlamanın zamanlaması manidar”, “paralel parmağı”, “mason patron”, “çaldı, katletti ama duble yol yaptı” gibi yaratıcılıklara imza atarlar. Nagehan Alçı ise “kazayı siyaset konusu yapmamalıyız” diyerek siyaset bilimine girecek bir önermede bulunur. Dünyada son 10 yılda ölen işçilerin 3’te birinin ülkemizde olması siyasi bir konu değildir. Erdoğan’ın konuşulmasını istediği konular dışındaki bütün konular apolitiktir.

Gezi Korkusu Dağları Tuttuğunda

Sokaklar Zulme Karşı Direnişin Kalesidir

Erdoğan’ın ve devletin esas korkusu yaşanan katliama karşı oluşacak tepkinin hızla Gezi benzeri bir direnişe dönüşme olasılığıdır. Bu sebeple böylesi bir direnişin merkezi olabilecek tüm mekânlar kuşatılır. Bir özürden imtina edenler içlerindeki acıyla, dayanışma duygusuyla kendisini sokaklara atan insanlara deliler gibi saldırırlar. Sermayenin insanlık düşmanı yüzü yerin altını da üstünü de bir cehennem haline getirmek için harekete geçmiştir sanki. Devlet, toplumun vicdanı olan gençlere

Fakat tüm saldırganlıklara rağmen direnen de bir halk gerçeği vardır. İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in ve bütün şehirlerin ve dahi Kürdistan’ın tüm şehirleri eylem halindedir. Ezilenler canı yanan herkesin yapacağı gibi feryat figan kendilerini sokaklara atıp sorumluların hesap vermesini istemektedir. Gerçek katilin örgütsüzlüğümüz olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. “Bu katliamın hesabını soramazsak hepimiz ölürüz” diyerek isyan bayrakları açılır. İş cinayetlerinin gerçek çözü-

mü örgütlenmektir, işyerlerinin denetini ele almaktır. “Kar için değil ihtiyaçların karşılanması için üretim” demektedir sokaklar. Kapitalizmin mümkün olan tek yol olmadığını, kapitalizmin felaketten başka bir şey üretmediğini anlatmaktadır. Ortalığı metalar kaplamakta, insan yok olmaktadır. Sermayedarlar insan etinden, kemiğinden, alınterinden gökdelenler inşa etmektedir. Yoksullar yerin yedi kat dibinde ölüme sürüklenirken zenginler acılarımızı bal eylemektedir. Sokaklar bunun böyle gidemeyeceğini anlatmaktadır. Erdoğan korkmaktadır. Çok oy almasına rağmen çok korkmaktadır. Deli gibi saldırmaktadır. Patronlar onun korkusundan daha çoğuna sahiptir. “Bu devir bitmeden doldurabileceğimizi dolduralım” diye işçiye yüklenmektedir. Her türlü maliyetten kaçınmaktadır ki 130 dolarlık maliyet 24 dolara inebilsin. Maliyetler düşmektedir ama işçi sınıfı uyanmaktadır. Sokaklar ne kadar bastırılmaya çalışıldıysa da susmadı. İnsanlık bu karabasandan kurtulmanın yolunu bulacak. Yenile yenile öğreneceğiz. Hem biz biliyoruz ki insanlığa karşı suç işlemekte başarılı olmaktansa, ezilenlerin kurtuluşu için yenilmek yeğdir. Öfkemizi doğru bir politik akılla, isyanımızı yıkıcı taktiklerle, hedefimizi AKP’ye sınırlamadan, sermayenin “cennet” diye gösterdiğinin cehennem olduğunu görebilecek bilinci kuşanarak aşacağız engelleri. Mutlak örgütleneceğiz. Örgütsüzlüğün bu zulmün devamından yana olmak anlamına geldiği günlere girdik çünkü artık. Soma’da sınıfın canı, canımız yandı. Yoksullar, sermayenin zindanlarına mahkûm edilenleriz biz, ama hayallerimiz çok büyük. Bu şarlatan düzen holdingiyle, yumrukçu başbakanıyla tekmeci danışmanıyla, “gözün çıksın” diyen polisiyle bu yaptıklarının yanına kar kalmayacağını görecek.

Soma’ya dayanışma amacıyla gelenler şehre sokulmaz. Oysa toplum olmanın asgari koşulu dayanışmadır. Fatih Çarşamba’dan gönderilen hocalar ise “isyan etme sabret” kampanyası yürütmektedir Soma sokaklarında. Olası paralel kışkırtmalarına karşı dost cemaatler ellerini taşın altına koymuşlardır. Bunun karşılığı da nasılsa bir ihalede, bir atamada, bir arazi dağıtımında karşılanacaktır. Öfkesi patlayan Soma halkına ise “hocalarınız size sabredin diye o kadar anlatmadı mı, sulh ile uslanmayanın hakkı kötektir” diyerek TOMA’lı, gazlı bir “itidal” çağrısı yapılır.

7


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

M. ÖZGÜR

Ekonominin ve özellikle ihracatın enerji-madde yoğun sanayi sektörlerine dayanması sermayedarları kar için enerjinin maliyetini düşürmeye itiyor. Emek zaten işsizlik nedeniyle ucuz. Bu iki faktörün birleştiği noktada Soma var, hala 9 işçinin yıllardır çıkarılamadığı Elbistan kömür yatakları var...

E

konominin ve özellikle ihracatın enerji-madde yoğun sanayi sektörlerine dayanıyor olması, sermayedarları üretimde kullandıkları enerjinin maliyetini her ne pahasına olursa olsun düşürmeye itiyor. Emek ise zaten bu işsizlik ve örgütsüzlük koşullarında onların istediği gibi ucuz ve bilinçsiz. Bu iki faktörün birleştiği noktada Soma var. İşadamlarının örgütü TÜSİAD ulusal rekabet gücünü olumsuz etkileyen faktörler olarak, temel girdi fiyatlarının [enerji ya da kömür diye okuyalım] yüksekliğinin girdiye dayalı sanayilerin rekabet gücünü, istihdamın esnek olmayan yapısının da [yeterince taşeronlaşmamış olmak diye okunabilir] emek yoğun sanayilerin rekabet gücünü olumsuz etkilemesi göstermekte. İşte AKP döneminde bakanların uğruna kendilerini paraladıkları sermaye sisteminin gerektirdiği ucuz girdi ve esnek emek isteklerinin birleştiği yerler kömür ocakları. İki bakanın çabalarının buluştuğu yer Soma. Yani çalışma bakanı emek gücünün değerini ve örgütlülüğünü; enerji bakanı da sermaye girdilerinin yani sanayide kullanılan enerjinin ve madenlerin fiyatını düşürme peşinde. Marx’ın deyimi ile “sabit sermayenin kullanımında tasarruf ” çok önemli, yani emek kadar enerji ve hammaddenin ucuz olması da sermayedarlar için çok kritik. Türkiye’nin ihracatı zaten enerji-madde yoğun. Otomotiv, çimento, demir-çelik, cam, maden, petro-kimya sektörlerinde dünyada ihracatta üst sıralarda. Hepsi çok fazla enerji kullanır ve enerjinin ucuz olması sermaye açısından kritiktir. Bu sektörlerdeki ve özellikle Türkiye’de üretilebilen ürünlerdeki düşük kar oranları ve yüksek ekolojik maliyetler gelişmiş ülkeleri değil Çin, Rusya gibi ülkeleri bu sektöre çeker. Türkiye sermayesi ihracatını (yurt dışına mal satımı) arttırabilmek için normalde çok fazla ara mala ve enerji ithaline ihtiyaç duyuyor. Ancak hem ara mal,

8

Sermaye’nin Ucuz İhtiyacı ve Soma

hem enerji dışardan alınırsa yapılan üretim ve ihracat artışı bir işe yaramıyor. Cari açığı düzeltmiyor ve sermayedarlara uzun vadeli riskler yaratıyor. O zaman ne yapmalı? Bu şirketleri nasıl beslemeli? İşte size bir Enerji bakanı sözü: “Dış borcu öz kaynaklarla ödemenin tek yolu madencilik sektörüdür.” (08.10.2009 TBMM Konuşması) Zaten Enerji Bakanlığı Arz Güvenliği Strateji Belgesi’nde Sürdürülebilirliğe değil “sürdürülebilir enerji fiyatları” kavramına bol bol vurgu yapılmakta. Aynı kaynakta 2023 yılına kadar bilinen bütün yerli linyit ve taş kömürü kaynakları ile hidroelektrik potansiyeli değerlendirmek gerektiğine vurgu var. “12 milyar tonluk kömür rezervimizi kullanmamamız düşünülemez” diyen Türkiye iklim görüşmeleri müzakerecisi Mithat Rende’nin açıklamaları enerji politikasının ne kadar iklim dostu olduğunu (!) ve kömürün bu konudaki önemini gösteriyor.

Sanayi Üretiminin Öne Çıkışı ve Enerji Yoğunluğu

2000’lerin başında üretim alanında dünya ile bütünleşme çerçevesinde belirli bir noktaya gelen, artık sanayiye makina bile ürettiğini söyleyen Türkiye burjuvazisi; tekstil gibi emek yoğun

sektörleri bıraktıkça enerji maliyetlerini çok önemsemeye başladı. Ekonominin madde-enerji yoğunluğu ve gelişmiş ülkelerin kendi bünyesinde barındırmak istemediği, kar oranları düşmüş, çevre kirleten teknolojilere dayalı hale gelmesi hiç problem edilmedi. Emeği, toplumu, doğayı hiçe sayarak bu tip üretimlere yoğunlaşmış olmanın, ekonomide böyle bir atalet yaratmış olmanın bedeli kime kesilmeli? AKP’nin çözümleri çok net: Ekonominin bu noktaya gelişini ve bundaki net sermaye tercihlerini sorgulamadan emekçiye ve doğaya yüklenmeyi seçti. Maden yasası, enerji özelleştirmeleri, yenilenebilir enerji kanunu, enerji verimliliği yasası, torba kanunlardaki taşeronlaşmayı destekleyen maddeler sanayiye ucuz enerji sağlamanın ve işçiyi güvencesizleştirmenin yöntemleriydi. BM Güvenlik Konseyinin yapısını bile sorgulamaktan çekinmeyen Başbakan Erdoğan; Türkiye’nin dünyanın en kirli, kârsız ve enerji isteyen işi olan çimento ihracatında dünya ikincisi olmamızı, hurda demir işleme sektöründe rekorlar kırmamızı niye sorgulamıyor. Dünyadaki bu ekonomik işbölümüne sermaye tercihleri çerçevesinde niye


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

cuz Enerji/Madde oma Katliamı

razı oluyor? Sorgulamıyor çünkü genel olarak sermaye sınıfının arkasında duruyor ve sermaye de kendisi için en kısa ve kârlı olanı seçer. Ayrıca özellikle maden, enerji, inşaat gibi birbirini bütünleyen bu sektörler devlet otoritesi üzerinden araziler, ruhsatlar vesaire çerçevesinde kontrol edilebiliyorlar. Zaten maden ruhsatları doğrudan başbakana bağlı, aynen TOKİ’nin kupon arazileri gibi. Bu tip sektörler aslında ahbap-çavuş ilişkisi ile AKP’li sermayedarların da sektörde ciddi bir deneyim olmadan girebildikleri, sıçrayabildikleri sektörler. İnşaat çılgınlığı da zaten bu enerji-madde yoğun tercihlerin bir bütünleyeni. Maliyetini emekçiler ve ekoloji üzerinden ödedikçe, SOMA işçileri ödedikçe, HES yapılan köyler, havası suyu gıdası kirlenen kentler ödedikçe ve kasalarda kârlar biriktikçe ekonominin enerji-madde yoğun sektörlerde yoğunlaşması problem değil. Normalde uzun vadede bu durum açık bir tuzak. Açık bir uluslararası eşitsiz gelişim, ama sermayenin ekonomiyi bu çerçevede stabilize etmesinin kısa vadeli maliyeti kendisine yok, ekolojiye, tarıma, hayata ve emekçiye çok fazla. Ciddi bir muhalefetin olmadığı her durumda sermaye içi rekabet de göz önüne alındı-

ğında sermayenin en kolay seçimi bize ve doğaya en maliyetli olan yol oluyor.

Enerji Maliyetini Halka Ödetme: Alım Garantisi ve Özelleştirmeler

Soma’daki madeni işleten Soma Madenciliğe verilen alım garantisi (ne kadar üretirse üretsin devlet alım garantisi vermiş) ya da HES yatırımlarında üretilen enerji için verilen 10 yıllık alım garantileri hem net bir kayırma hem de ekonomik rasyonel açısından enerji maliyetini acil olarak düşürme, maliyeti kamulaştırarak halka ödetme ve böylece enerji ve ara malı açlığı çeken bu enerji oburu, ekoloji düşmanı küresel pozisyonu desteklemek zorunluğunun/tercihinin bir gereği. Yani riski devlet bizim üzerimizden üstlenerek, “siz yeter ki üretin ben alırım” demek istiyor.

bozuk yolda bir tampon gerek, sermayenin altına bir yastık gerek. Bu kim? Enerji Bakanlığı’nın “birincil kaynaklara ulaşmalıyız” haykırışının kurbanı kim? Tabi ki SOMA işçisi. Bu tampon tabi ki köyünün en güzel yerine HES yapılan, kasabasına kömürle çalışan termik santral yapılan, arazisi taş ocağı açılmak üzere gasp edilen köylü. Bu anlamda enerji yatırımları mekânsal bir strateji. Soma’da olduğu gibi, köylünün fakir olduğu, tarımın bitirildiği yerlerde yaşayan ve iş-aş gelir diye taş ocağına, maden ocağına, kömür yakan termik santrale ya da HES’e razı olacağı düşünülen insanlarımızın çilesi aslında sermaye için uluslararası ölçekte bir mekânsal avantaj. Kısaca söylersek, sermaye çevreleri sanayi ihracatı yapmak için ucuz enerji/hammadde istiyor ve maliyeti madenciye, doğaya, sağlığımıza, gelecek nesillerimize yüklüyor. Enerji Bakanlığı’nın strateji metinleri ve Enerji Bakanı’nın açıklamalarında görülen “ucuz enerji ve birincil kaynaklara ulaşma” hırsı, Soma’nın failleri hakkında çok fazla fikir veriyor. Uluslararası işbölümü çerçevesinde sermayenin bizim adımıza razı olduğu ucuz enerji, ucuz ekoloji, ucuz emek sistemini kendi yarattıkları “cari açık” paniği ile bize kabul ettiriyorlar. Örgütsüz olduğumuz sürece bu yükler sermayenin kârlarından ve en çok tüketen kesimden değil tüm emekçilerden, doğadan çıkmak zorunda, sermayenin tercihleri ve ekonominin yapısı gerçek bir dönüşümü gerekli kılıyor.

Emekçi kardeşlerimizin avukatlarının Soma davasında kullanmaları için yazalım: Enerji Bakanı’nın canhıraş bir “enerji maliyetini düşürme ve birincil kaynaklara ulaşma” isteği var. Bunu Enerji Sektörü Strateji Planında ve kendi açıklamalarında görmek mümkün.

Dünyada Enerji Fiyat Dalgalanmalarının Tamponu Soma İşçisi

Enerji piyasaları çok fazla spekülasyona açık. Enerji alırken gerekli olan dövizin kurları da sürekli oynuyor. Çin ve Hindistan gibi ülkelerin enerji ihtiyacı dünyada fiyatları arttırıyor. Dünyadaki dengesizliklere açık enerji piyasaları belirsizlik yaratıyor ve yatırım tercihlerini bozuyor. Bu

9


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

2 31 MAYIS

O Aslında isyan-kitlelerörgütlü güçler üçgeni meselenin kalbini oluşturmaktadır. Örgütlü güçler özellikle çatışmaların öne çıktığı dönemlerde deneyim ve kararlılıklarıyla kitlelere kalkan olma, düzenin zoruna karşı hareketin ruh halini diri tutma noktasında çok önemli roller oynamıştır. Fakat harekete politik önderlik yapabilecek bir kapasite ortaya konamamıştır. Politik önderlik, kitlelerle merkezi düzeyde konuşan, önlerine dönemsel taktikler koyan, onların kapasitesini ve yetersizliklerini kavrayan ve buna göre ricat/saldırı yönelişleri ortaya koyan ve bir yandan da sürekli olarak güven üreten bir yaklaşım gerektirir.

lağanüstü bir sene yaşadık. 31 Mayıs 2013 gecesi başlayan dönem Türkiye tarihinde kitlelerin sahici anlamda rol oynadığı, kendi hayatları ile ilgili bir irade sergilemeye çalıştığı sıra dışı bir zaman dilimi olarak yaşandı. Gezi Direnişi ile ilgili çok fazla şey yazıldı, çizildi. Bunların hepsini burada tekrar etmek gereksiz. Fakat yaşananların bir muhasebesini çıkarmak da çok önemli. Çünkü kapitalizmin istikrarsızlık ürettiği bir döneme girdik. Sosyal patlamalar artık her an yaşanabilecek olgular. 2 31 Mayıs arası yaşadıklarımıza doğru bir anlam verebilirsek, önümüzdeki isyanlarda çok daha etkili sonuçlar elde edebilmek mümkün olabilir:

Kendiliğinden Hareketi Politik Önderlikle Buluşturmak

1) Gezi kendiliğinden bir kitle kabarışı idi. Örgütlü iradeler bu hareketin öncesinde, esnasında ve sonrasında çok hayati roller oynadı, ancak hiçbir örgütlü irade bu hareketle özdeşleşebilecek bir faaliyet ortaya koyamadı. 1 Mayıs 2013’te yaşananlar ve oradaki mücadeleci kararlılık 31 Mayıs gecesi yaşananların önünü önemli oranda açtı. Ancak devrimci örgütlerin kendi harekete geçirebildikleri kitlelerle 31 Mayıs’ın yaşanması mümkün olamazdı. Bu anlamda örgütlerin Gezi Direnişi’ni temellük etmeye dönük söylemleri de gerçekçi değildir. Hatta bu tür söylemler, hem aslında örgütleyebileceğimiz kitlelerde bir yabancılaşma yaratmaktadır hem de gerçekliği tam olarak algılamamızı ve buna dair yanıtlar üretebilmemizi imkânsız hale getirmektedir. Aslında isyan-kitleler-örgütlü

10

güçler üçgeni meselenin kalbini oluşturmaktadır. Örgütlü güçler özellikle çatışmaların öne çıktığı dönemlerde deneyim ve kararlılıklarıyla kitlelere kalkan olma, düzenin zoruna karşı hareketin ruh halini diri tutma noktasında çok önemli roller oynamıştır. Fakat harekete politik önderlik yapabilecek bir kapasite ortaya konamamıştır. Politik önderlik, kitlelerle merkezi düzeyde konuşan, önlerine dönemsel taktikler koyan, onların kapasitesini ve yetersizliklerini kavrayan ve buna göre ricat/ saldırı yönelişleri ortaya koyan ve bir yandan da sürekli olarak güven üreten bir yaklaşım gerektirir. Kendiliğinden hareket kabardıktan sonra politik önderlik onunla kavrayıcı bir bağ geliştirebilir miydi? Muhakkak ki evet. Kitleleri organik olarak kendisine bağlayamayan ancak bir karşıt-hegemonya sayesinde onları yönlendirebilen bir politik önderlik iddialı bir hedef olmasına rağmen imkânsız bir amaç olarak da değerlendirilemez. Bu bağ geliştirilebilirdi, hatta şöyle söylenebilir devletin beklediğinin çok ötesinde bir yakınlaşma da başarılmıştır. Devrimci örgütlerin etki alanı ciddi anlamda gelişmiştir, fakat etkin bir politik önderlik geliştirilemediği için bu ilgi politik bir bağlanmaya dönüşememiştir. Bu bağlanmanın gelişmeyişinin sebepleri ne olabilir? Gerçekten de Gezi’yi gerçekleştiren milyonlarca insan son kertede devrimci örgütleri nicel birikimden nitel bir sıçramaya taşıyacak kadar beslememiştir. Bunun en önemli sebebi muhakkak ki direniş bilincinin örgütlü bir mücadele bilincine sıçrayamamasıdır. Kitleler güçlü bir vuruşla önemli sonuçlar alabileceklerini düşündüler. Fakat bu gerçekleşmedi. Uzun soluklu bir mücadeleye ise hazır değillerdi. Aslında forumlar ve dayanışmalar bu yöne doğru giden bir yol açtı. Gezi’den

sonra örgütlenmeye dair kanallar yaratıldı fakat geleneksel örgütsel yapılar burada direnişçileri ikna edecek bir odak yaratamadılar. En sıcak günler geride kalınca geleneksel olumsuzluklar, gereksiz örgütsel rekabetler, sığ kavrayışlar, negatif yönler daha bir su yüzüne çıkmaya başladı. Ortaya çıkan dinamiklerin yapısına uygun örgütlenme modelleri inşa edilemedi. Bu gerçekleşmeyince kitleler günlük rutinlerine dönmeye başladılar. Önemli günlerde yapılan eylem çağrıları ise bir süre sonra patinaja girmeye başladı. Taksim, Kadıköy, Kızılay, Alsancak eylemleri bir süre sonra kendisini tekrarlamaya başladı. Yapılan her eylemin 31 Mayıs gecesi ile kıyaslanması da moral üretilmesini zorlaştırdı. Devlet alan eylemlerine dair taktiklerini güncellemeye başladı, kitlelerin geri çekilmesi ile birlikte de bu güncellemeler devlete özellikle merkezlerdeki eylemlerde bir alan hakimiyeti getirmeye başladı.

Düzen İçi Çekiştirmelere Karşı Güvence Olarak Politik-Taktik Önderlik

2) 31 Mayıs çok önemli konjonktürlerin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve kendisi de çok önemli sonuçlar çıkardı. Müzakere süreci Gezi’nin ortamını hazırlayan önemli bir gelişme oldu. Şovenizmin devlete sağladığı hegemonik durum zayıfladı. Kürdistan Dağları’ndan asker-gerilla cenazeleri gelirken kitlelerin isyan eşik enerjisi çok daha yüksek idi. Yine Erdoğan’ın otoriter rejim inşasının giderek sonuçlarını ortaya çıkarması hareketin temel motivasyonlarından birisi oldu. Özellikle Ortadoğu kaynaklı Müslüman Kardeşler konjonktürü ve AKP’nin Suriye savaşında aldığı tutum, belirgin bir Alevi karşıtlığı ve dindar nesil dayatması algısı yarattı. Erdoğan’ın tüm dirençleri zorla ezebileceğini sanması Gezi’nin en önemli ateşleyicilerinden birisi oldu.


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

1 Mayıs sonrasında da bunu büyük oranda başarabileceğine inanması çok ciddi hatalar yapmasına yol açtı. Bu kadar büyük bir reaksiyonla karşılaşabileceğini ummadı. ABD ile yaşanan politika çatallanması da Erdoğan’ı hataya zorladı. Belki de sıradan bir yaklaşımla aşabileceği bir gündemi, zeminini kaybedeceği korkusuyla aşırı şiddetle yönelmesiyle kendisine karşıt kitleler üzerindeki tüm hegemonyasını kaybetti, direnişin büyümesinin önünü açtı. Gezi, momentumunu önemli oranda kaybetmişken bu sefer 17 Aralık ile başlayan süreç devreye girdi. Burada Gezi’nin tetikleyici olduğu muhakkak. Cemaat Gezi’nin de üzerine oturarak, tasfiye amacıyla üzerine gelen Erdoğan’ı ABD’nin de desteğiyle itibarsızlaştırarak önünü açmak istedi. Yolsuzluk süreci sokak hareketini yeniden canlandırdı, ancak politik bir merkezin inşa edilemeyişi sokak hareketinin kendi karakterini koruyabilmesini zorlaştırdı. Hareket, AKP karşıtlığını düzen karşıtlığı için bir araç olarak kullanacağı yerde AKP’nin gitmesi neredeyse tek amaç haline geldi. AKP’ye belirgin bir karşıtlık sonuç olarak bu hareketin en temel bileşeni ve tutkalı, bunu görmeden hareket etmek ne kadar imkânsızsa bunu neredeyse tek amaç haline getirmek ise o oranda hareketi inmelendirdi. Olay AKP’nin sandık yoluyla gönderilmesine kilitlenince hareket kendi gündeminden koptu. AKP’yi götürmenin tek aracı sandık olarak görülünce, (tabii ki bu algının ortaya çıkmasında finans kapitalin/CHPnin/cemaatin/emperyalizmin olağanüstü rolü gözden kaçırılamaz) sonuç olarak AKP’ye karşı CHP’yi desteklemek siyaseti bir hayalet gibi hareketi sardı. Devrimci yapılar ise ya bu havanın dolaylı bir biçimde etkisi altında kaldılar ya da kitleleri ikna edebilecek bir alternatif inşa edemedikleri için etkisiz kaldılar. HDP ise bu olağanüstü sıkışık konjonktürde ancak zevahiri kurtarabilecek bir sonuç alabildi. Ortaya kitleleri kucaklayan ciddi bir politik önderlik konamayınca kitleler düzenin kendi yarattığı alterna-

tife yönelmek durumunda kaldılar. Buradan “yetmez ama CHP” gibi ucube bir tavır ortaya çıktı. Bu basınç altında ÖDP, TKP, Halkevleri gibi siyasi yapılar düzen içi alternatifin çaresiz alıcısı haline geldiler, kendi faaliyetleri ile hem kendilerine hem de etkiledikleri kesimlere başka bir alan bırakmamışlardı. HDP’nin CHP girişimi ise yürütülüş tarzı olarak ne kadar problemli olsa da aslında CHP’nin tercihlerine bir müdahale amacı taşıdığı için farklı bir çerçevede değerlendirilmelidir, mantık olarak yanlış bir kurguya dayandığı da söylenemez. Fakat ortaya çıkan sonuçlar itibariyle pek bir fayda ortaya çıkaramamıştır. Gezi ile başlayan dönemin CHP/Cemaat/ Finans Kapital eliyle sandıkta AKP’ye ders verme zeminine sıkıştırılması 30 Mart’ta yaşanan sonuçların ister istemez bir geri çekilme yaratması sonucunu doğurdu. Hatta Gezi’ de 31 Mayıs ile ortaya çıkan ruh hali 30 Mart ile birlikte büyük oranda sönümlendi. Bu durumu kalıcı bir tükenme olarak nitelememek gerekiyor. Çünkü Gezi, Nuray Mert’in bir yazısında belirttiği gibi 15 günlük bir gençlik kalkışması olarak okunamaz. Gerçek bir sosyal tabanı olan, genç kuşakların mücadeleye atılma noktasında önemli bir eşiği aşmalarını ifade eden, toplumun çok geniş kesimlerinde Türkiye kapitalizminin yarattığı katlanılamaz hayat tarzına karşı çok yönlü öfkeleri politikleştiren bir gerçek harekettir. Nuray Mert belki de Mısır’a bakarak, Tahrir’den Sisi’ye varan süreçle benzerlik kurarak bir değerlendirme yaptı. Ancak Türkiye’de şu anda o noktada değiliz, Soma’da yaşanan işçi katliamı sonrasında ortaya çıkan tepki de bunu biraz gösterdi. Dolayısıyla Gezi’nin buharlaşmasını kimse beklememelidir. Hareket zaman zaman kontrolsüz geri çekilişler

yapmaktadır, fakat Erdoğan’ın aşırı korkularını da açıklar biçimde Gezi hala ayaktadır.

Akp’nin Yoksulları Denetleme Mekanizmalarını İşlemez Hale Getirmeliyiz

3) Gezi ile başlayan isyan AKP’nin yoksullar üzerindeki denetimini kıracak hamleler yapamadı. Neden? Çünkü öncelikle kendisini yoksulların ve işçilerin yerine ikame etmeye kalktı. Bunu da maalesef içindeki sosyalistler aracılığıyla yaptı. Birçok çevre isyanın sosyal tabanını işçiler ve yoksullar olarak takdim etmeye çalıştı. Muhakkak ki bol miktarda işsiz, yoksul ve işçi, Gezi’de direndi. Forumlara katıldı, örgütlendi. Fakat hareketin ayrıksı yanı, mücadeleci kitlelere eklenen temel dinamik bir tür hizmet sektörü işçiliği diye de nitelenebilecek ancak esasen orta sınıf özellikleri ağır basan bir kitleydi. Yani aslında sokaklara çıkmayan, CHP’ye, belki de sosyalist hareketlere sempati duyan bir grup, daha ziyade de AKP’nin özgürlük düşmanı karakterine tepki olarak kendisini sokaklara attı. Sendikalar ve en önemlisi de devrimcilerin etkin olmadığı varoşlar( yani Alevi olmayan, Sünni yoksullar) sürece katılmadı. Hareketin temel sıçrama noktası bu kesimleri kazanmaya çalışmak olmalıydı. Bu kesimler kazanılamasa bile bunların tarafsızlaştırılması ve AKP’yle aralarına mesafe koymaya zorlanması önemli bir taktik olurdu. Bu yüzden Erdoğan kendisini güvence altına almak için %50 siyasetine girişti Kendi tabanına erişimi engellemek için kendisini tam bir nefret

Erdoğan kendisini güvence altına almak için %50 siyasetine girişti Kendi tabanına erişimi engellemek için kendisini tam bir nefret objesi olarak örgütledi, muhalefeti kişisel olarak kendi üzerine çekmek için her türlü hamleyi yaptı. Bu haliyle muhalefetini şekillendirmeye dönük bir hamle yapmış oldu. Bu yüzden de Gezi ile başlayan, aslında kentsel müştereklerin korunması gibi sosyal bir boyutu bulunan direniş ve isyan AKP’nin abuk subuk icraatlarına ve Erdoğan’ın kimliğine dönük bir öfke patlamasına dönüşmeye başladı. AKP karşıtlığı bir sosyal programla bütünleştirilemedi. Sarıgül’ün kentsel günahları bile “tatava yapma bas geç” denerek susuş kumkumasına getirilmeye çalışıldı. Böylece kentlerin yoksul kitlelerine neredeyse hiç değemeyen bir isyana dönüşen hareket de giderek küçüldü.

11


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

Başarılması gereken AKP karşıtlığının sınıfsal zemine oturan bir biçimini hegemonik hale getirmek, böylece aslında kendisini otomatik olarak tüm düzen içi alternatiflere karşı da tahkim eden bir mücadele programı inşa edebilmek. Soma’da yaşananlar tüm korkunçluğuna rağmen çalışma hayatında yaşanan büyük köleleşmeyi sergilemesi açısından topluma çok şey öğretti. Burada ısrarlı olabilmek AKP karşıtlığı ile sömürü düzeni karşıtı mücadeleyi birleştirebilmek temel önemdedir.

12

objesi olarak örgütledi, muhalefeti kişisel olarak kendi üzerine çekmek için her türlü hamleyi yaptı. Bu haliyle muhalefetini şekillendirmeye dönük bir hamle yapmış oldu. Bu yüzden de Gezi ile başlayan, aslında kentsel müştereklerin korunması gibi sosyal bir boyutu bulunan direniş ve isyan AKP’nin abuk subuk icraatlarına ve Erdoğan’ın kimliğine dönük bir öfke patlamasına dönüşmeye başladı. AKP karşıtlığı bir sosyal programla bütünleştirilemedi. Sarıgül’ün kentsel günahları bile “tatava yapma bas geç” denerek susuş kumkumasına getirilmeye çalışıldı. Böylece kentlerin yoksul kitlelerine neredeyse hiç değemeyen bir isyana dönüşen hareket de giderek küçüldü. Önümüzdeki dönemin en önemli görevlerinden birisi burada ortaya çıkıyor. AKP yaptıklarıyla olağanüstü bir düşmanlık yaratıyor. Erdoğan’ın 30 Mart sonrası giderek daha da canlanan Başkanlık hayalleri neredeyse bir sultancı rejim kurgusuna dayanıyor. Dolaysıyla önümüzdeki dönemde de mücadelenin büyük oranda ve kaçınılmaz olarak AKP karşıtlığı zemininde büyüyeceğini öngörmek gerekiyor.

Fakat başarılması gereken AKP karşıtlığının sınıfsal bir zemine oturan bir biçimini hegemonik hale getirmek, böylece aslında kendisini otomatik olarak tüm düzen içi alternatiflere karşı da tahkim eden bir mücadele programı inşa edebilmek. Soma’da yaşananlar tüm korkunçluğuna rağmen bu çalışma hayatında yaşanan büyük köleleşmeyi sergilemesi açısından topluma çok şey öğretti. Burada ısrarlı olabilmek AKP karşıtlığı ile sömürü düzeni karşıtı mücadeleyi birleştirebilmek temel önemdedir. Bugün AKP’nin inşa ettiği otoriter/tek adam/tek parti rejimini görmezden gelmek de, bu rejimin temel finans kaynağı olan kentlerimizin yağmalanması, işçilerimizin güvencesizleştirilmesi, hayatlarımızın finansallaştırılması, sermayenin her alandaki büyüyen tahakkümünü bu yeni rejim gerçeğine bağlayamamak da aynı oranda büyük hatalar olacaktır. Bu anlamda bu değerlendirmeden çıkan sonuçlar şöyle özetlenebilir: 1) Bir örgütlü politik önderlik ile buluşamayan, kaynaşamayan

isyan etkisizleşir. 2) Bu politik önderlik isyanın düzen içi alternatiflere yönelmesine karşı da en büyük güvencedir. 3) İsyan, AKP’nin yoksullar üzerinde kurduğu denetim mekanizmalarını etkisiz hale getirmeden bir üst seviyeye sıçrayamaz. 31 Mayıs 2013’te yaşanan büyük kabarışın ne kadar önemli bir toplumsal dönüşümün miladı olduğunu tarih kitaplarının yazması için çok zaman geçmeyecek.


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

Mehmet İçin Adalet Arayışı

2

Mahkeme Tiyatrosunda 3. Perde

Haziran günü 1 Mayıs mahallesinde yapılan yürüyüşte yolu kesmek isteyen halkın üzerine araçların sürülmesi sonucu Mehmet Ayvalıtaş’ı kaybetmiştik. Seyit Kartal ise yaralanmıştı. Davanın 3. Duruşması 21 Mayıs günü İstanbul Anadolu 8. Ağır ceza mahkemesinde görüldü. Duruşma, Ayvalıtaş ailesinin, avukatların ve gazetecilerin duruşma salonunun yetersiz olduğu gerekçe gösterilerek salona alınmaması nedeniyle gergin başladı. Hakkında duruşmaya zorla getirilmesi kararı verilen sanık Cengiz Aktaş duruşmaya yine gelmedi. 50 den fazla avukatın katıldığı duruşmayı polis terörüyle yaşamını yitiren Berkin Elvan’ın ailesi ve Ethem Sarısülük’ün ailesi de izledi. Baba Ali Ayvalıtaş ise oğlunun çerçeveli fotoğrafını duruşma boyunca elinden düşürmedi. Duruşmada olaya ilişkin yeni tespit edilen görüntüler dosyaya sunuldu. Dinlenen tanıklar “olay günü görüş açısını engelleyen bir durumun olmadığını, yürüyüşe katılanların 5000-6000 den fazla olduğunu, havanın kuru ve aydınlatmanın yeterli olduğunu, bir çok aracın durduğunu ama sanıkların durmayıp hızla araçlarını yolda bulunan gençlerin üzerine sürdüğünü” ifade etti. Sanık avukatının sanığın duruşmalardan vareste tutulması talebi, ailenin ve avukatların tepkisine neden oldu. Avukatların sanıkların tutuklanmasına yönelik talepleri yine reddedildi. Mahkeme ara kararında, 3 celsedir duruşmaya gelmeyen ve hakkında zorla getirme kararı bulunan sanık Cengiz Aktaş hakkında yakalama kararı çıkardı. İfadesi ilk celsede alınan tutuksuz sanık Mehmet Görkem Demirbaş’ın duruşmalardan vareste tutulma talebini reddeden mahkeme, avukatların Demirbaş için tutuklama talebini ise sanığın

savunmasının alınmış olması nedeniyle reddetti. Davanın başından beri duruşmanın geniş bir salonda yapılması taleplerini dikkate almayan mahkeme heyeti bu celse duruşma salonunun yetersiz kalması nedeniyle geniş kapsamlı bir salonda duruşmaların yapılması için Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na müzekkere yazılmasına karar verdi. Dosyada bulunan olay yerine ilişkin görüntülerin net bir şekilde resme aktarılması, görüntülerde montaj olup olmadığının tespiti için TÜBİTAK’a müzekkere yazılmasına karar veren mahkeme, olayın başlangıcından bitiş anına kadar olay yeri ve sonrasını gösterir tüm kamera kayıtlarının araştırılmasına, temini için emniyet müdürlüğüne müzekkere yazılmasına da karar verdi. Davanın

başından bu yana olay yerinde keşif yapılması talebinde bulunan avukatlar, bir gün evvel bilirkişi ve avukatların katılımıyla yapılan keşfin bilgilerini mahkemeye sunarak tekrar keşif talebinde bulundu. Mahkeme keşif konusunda henüz karar vermedi. Duruşma 22 Eylül 2014 günü saat 09.30 a erteledi. Ara karar okunduktan sonra Ali Ayvalıtaş, tutuksuz sanıklara tutuklama kararı çıkmamasına tepki gösterdi, “Biz insan değil miyiz, sizin vicdanınız yok mu, o da sizin evladınız değil mi” diye konuşarak mahkeme başkanına seslendi. Bu durum tutanaklara “Ali Ayvalıtaş’ın protesto yaptığı” şeklinde geçti. Mahkeme salonu dışında toplanan devrimci demokrat kurum ve temsilcileri duruşma bitene kadar destek eylemi yaptı.

50’ den fazla avukatın katıldığı duruşmayı polis terörüyle yaşamını yitiren Berkin Elvan’ın ailesi ve Ethem Sarısülük’ün ailesi de izledi. Baba Ali Ayvalıtaş ise oğlunun çerçeveli fotoğrafını duruşma boyunca elinden düşürmedi.

13


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

HDP’DE NELER OLUYOR? M.Mert SİNAN

Güç dengesinin etkisi muhakkak ki tam olarak sıfırlanamaz. Bu hayatın önümüze koyduğu bir gerçek ve hiç yokmuş gibi davranamayız. Fakat bunun etkisini en aza indirecek, özellikle önemli kırılma anlarında/ politik dönüş momentlerinde kararların kolektif alınabilmesin sağlayacak düzenlemeler mutlaka yapılabilmelidir.

HDP

bir yeniden yapılanma süreci yaşıyor. Bu yeniden yapılanmanın en önemli gerekçesi hiç kuşku yok ki BDP’nin DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) adı altında bir yerel/bölgesel/kadro partisi olma kararı alıp ülke çapındaki faaliyeti yürütmek üzere HDP’ye katılmayı planlaması. Bunun bir ön adımı olarak BDP milletvekillerinin HDP’ye katılımı sağlanarak Meclis’te grup oluşturuldu. Mesele tabii ki sadece bir teknik mesele olarak algılanamaz. BDP’nin kitlesel olarak HDP’ye katılmasının ötesinde Kürt Özgürlük Hareketi daha köklü bir dönüşümün peşindedir. Hareket’ten yapılan kimi değerlendirmelerde Kürdistan’da yaratılan birikimin sonuç verebilmesi için Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde kararlı bir dönüşüm gerçekleşmesi gerektiği tespitleri yapılmaktadır. Aksi takdirde Kürdistan/Türkiye dengesi değiştirilemediği müddetçe Kürt Sorunu’nun aşılması noktasında sorunlardan kurtulunamayacağı düşünülmektedir. Bu anlamda Kürt Özgürlük Hareketi, Batı’daki devrimci güçlerle Türkiye’nin özgürleştirilmesi mücadelesine güçlü bir yanıt üretmek istemektedir. Açıkçası bizler açısından işin bu noktası en önemli noktadır. Bu perspektif tabii henüz tam anlamıyla somutlanmış bir program ve davranışa sıçramamıştır. Ancak ortada hali hazırda çok önemli bir olanak bulunmaktadır. Bu gelişme açıkçası Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesini ivmelendirmek noktasında çok büyük bir potansiyel yaratmaktadır.

İmkanları Kadük Edecek Riskler Mevcut

Fakat süreç iyi yönetilemezse çeşitli olumsuzlukların ortaya çıkması ile bu imkanın değerlendirilememe durumu da mevcuttur. Tabii ki HDP’yi oluşturan siyasi yapılar arasındaki güç asimetrisi somut bir gerçekliktir ve

14

zaman zaman ciddi sorunlara yol açmaktadır. Kürt Hareketi zaman zaman inisiyatif kullanmakta, kendi iradesiyle fiili durumlar yaratmakta ardından HDP bu fiili durumlara göre kendisini yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. HDK/P’nin kurulları bu anlamıyla her zaman çok sağlıklı işleyememekte, de facto durumlarda devre dışı kalmaktadır. Yerel seçimler öncesinde seçim politikasının belirlenmesi sürecinde yaşananlar bunun açık bir örneğidir. CHP’yle yapılan görüşmeler basına yansıdıktan sonra dahi bir süre inkar edilmiş, bu konuda kongrenin/partinin organları tartışmaların içine girememiştir. Sürecin hassasiyeti gözetilerek tercih edilen bu yol örgütün kimi bileşenlerinde doğal olarak bir sürüklenme hissi yaratmıştır. Güç dengesinin etkisi muhakkak ki tam olarak sıfırlanamaz. Bu hayatın önümüze koyduğu bir gerçek ve hiç yokmuş gibi davranamayız. Fakat bunun etkisini en aza indirecek, özellikle önemli kırılma anlarında/politik dönüş momentlerinde kararların kolektif alınabilmesin sağlayacak düzenlemeler mutla-

ka yapılabilmelidir. Kürt hareketi müzakere süreci içerisindedir. Sürecin ilk aylarına göre BDP’nin genel olarak mücadele/müzakere dengesini kurma noktasında daha sağlıklı bir noktaya ilerlediğini görüyoruz. Sadece “müzakere partisi” olarak konumlanacak bir partinin Türkiye ezilen halkları açısından hiçbir cazibesinin olmayacağı açıktır. Bu anlamda Kürt Özgürlük Hareketi müzakere sürecinin kendisini muhatap olarak AKP’yle sınırlamayan hatta AKP’yle, yani devletle, siyasi bir mücadele içinde yürütülecek bir dönem olarak kurgulamaya başladıkça açıkçası HDP’nin önü açılmaktadır. Özellikle Soma Katliamı sonrasında yaşanan pratik bu anlamda önemli bir farkındalık içerisinde olunduğunu gözler önüne sermiştir.

Kolektif Karar Alma Olanaklarını Güçlendirecek Düzenlemeler Yapılmalı

Yine de müzakere sürecinin hassasiyetlerine göre davranan Kürt Hareketi’nin pragmatik tutumlar almayı tercih edeceği momentler olabilir. Birbirine


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

tam olarak galebe çalamayan güçlerin bu tarz pragmatizmlere açık olması biraz da işin doğasıdır. Kendi tabanı üzerinde tam bir hegemonyaya sahip güçler bu tarz süreçlerden fazlaca yara almadan da çıkabilirler. Fakat HDP içerisindeki tüm güçler bu tarz pragmatizmlerin yükünü taşıyabilecek durumda değillerdir. Sorun yumağının en içinden çıkılmaz hale geleceği nokta burasıdır. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimleri bulunaktadır. İlk turda zaten HDP’nin kendi adayını çıkaracağı ilan edilmiştir. Fakat ikinci turda alınacak tutum son derece belirleyici olacaktır. Kürt Hareketinin tabanı ile devrimci-sosyalist hareketlerin içinde örgütlenmeye çalıştıkları yığınların meseleye bakışları tamamen zıttır. İşte yönetilmesi zorlu mesele burada ortaya çıkacaktır. Böylesi dönemlerde kolektif karar alınabilmesi için biz açıkçası siyasi bileşenlere oy birliği ile karar almayı dayatan bir tüzük düzenlemesi önerdik. Bir siyasi bileşenin ikna edilemediği bir kararın alınmaması gerektiğini, ancak böylesi bir düzenlemenin var olan güç asimetrisinin yaratabileceği sürüklenme halini dengeleyebileceğini düşünüyoruz. Böylesi bir mekanizma yaratılamazsa ilk kritik politik dönemeçte HDK/P’nin çok ciddi sıkıntılar yaşayabileceğini düşünüyoruz. Derdimiz

HDK/P’nin bireysel katılımlarını hiçleştiren, onları hayati kararlar alınması noktasında dışlayan bir düzenleme gerçekleştirmek değildir. Amacımız tam tersine şimdiye kadar başaramadığımız kolektif karar alma mekanizmasını işletebilmektir. Demokratik merkeziyetçilik açısından kararın alınması öncesinde en geniş çemberde etraflıca tartışılabilmesi esastır.

Hdk/P İçin Daha Çok Enerji Seferber Etmeliyiz

Tabii ki HDP’nin tek sorunu bu değildir. Aslında en temel sorun tabandan merkeze örgütlenebilmiş, canlı bir maddi güç haline gelmiş bir kongre/partinin inşa edilememiş olmasıdır. Özellikle seçimlerde yürütülen biraz da derme çatma faaliyet, seçimler sonrasında daha da gerilemiştir. İşler “yerellerde bir tane meclisimiz kalmadı” noktasına kadar gerilemiştir. Bu sebeple önümüzdeki döneme giderken bir inşa süreci de görev olarak önümüzde durmaktadır. 21-22 Haziran HDK/P kongrelerinin gerçekleşmesi sonrasında hızla taban örgütlerinin kurulması süreci yaşanacaktır. HDK/P’yi isyanlarımızın birleştirilmesi için tarihi bir fırsat olarak gören güçlerin bu noktada inisiyatif alması gerekmektedir. Bu noktada hala tereddüt içinde olunması kabul edilemez. Biz de dahil olmak üzere siyasi bileşenler taban ça-

lışmalarına verdiğimiz katkının çok ötesine geçen bir yaklaşım geliştirmeliyiz. Bu tespit kendi adımıza bir tür özeleştiri olarak da değerlendirilebilir. Fakat şunu da unutmadan söyleyelim kolektif karar organlarının güçlendirilmesi ile siyasi bileşenlerin üretebileceği maddi destek arasında da ister istemez bir doğru orantı bulunmaktadır. HDP’yle ilgili yaşanan tartışmalardaki tutumlar üzerine de birkaç şey söylemek gerekirse burada da iki kutup bulunmaktadır. Kutuplardan bir tanesine kötümser kanat isimlendirmesi uygun olabilir. EMEP, BDP’nin HDP’ye katılma sürecine karşı en açık “sıkıntı” beyan eden yapıdır. HDP’nin varolan siyasi bileşenlere alternatifmiş gibi algılanabilecek bir yapıya dönüşmesini istememektedirler. Bu tutumun anlaşılır yönleri bulunmakla birlikte kısmen karnından konuşma gibi bir hali vardır. Ne istemediğini söylemekte, şu anda varolan durumun olumlamasını da yapmamakta ama ne istediğini açıkça ifade edememektedir. Fakat EMEP’in tavrının olumlu yanı bileşenlere tartışmayı derinleştirme şansı sunmuş olmasıdır. İyimser kanat ise ESP tarafından tutulmaktadır. ESP birleşme sürecinin olası handikapları hakkında bir değerlendirme yapmamakta, anlaşıldığı kadarıyla böylesi bir risk değerlendirmesi yapmamakta hatta sürecin hızla BDP tarafından planlandığı biçimiyle sonuçlandırılmasını istemektedir. Biz ise hızlı ama verimli, olumlu olumsuz olasılıkları masaya yatıran ve güçlü bir model ortaya çıkaracak bir tartışma arayışındayız. Ortaya çıkan tarihi fırsata büyük değer biçiyoruz, kendimizi bu fırsatın somutlanabilmesi için daha çok katkı sunabilecek bir biçime doğru zorluyoruz ama bunu yaparken de geçmiş deneyimin ortaya koyduğu ve gelecekte de ayak bağı olabilecek sorunlara karşı güvenceler yaratmaya gayret ediyoruz. Bu tarihi fırsatı, büyük bir yenilenmeye ve ileriye doğru sıçramaya taşımak için kolları sıvayalım, HDK/P’yi halklarımızın kurtuluş umudu olarak büyütelim.

Bir siyasi bileşenin ikna edilemediği bir kararın alınmaması gerektiğini, ancak böylesi bir düzenlemenin var olan güç asimetrisinin yaratabileceği sürüklenme halini dengeleyebileceğini düşünüyoruz. Böylesi bir mekanizma yaratılamazsa ilk kritik politik dönemeçte HDK/P’nin çok ciddi sıkıntılar yaşayabileceğini düşünüyoruz. Derdimiz HDK/P’nin bireysel katılımlarını hiçleştiren, onları hayati kararlar alınması noktasında dışlayan bir düzenleme gerçekleştirmek değildir. Amacımız tam tersine şimdiye kadar başaramadığımız kolektif karar alma mekanizmasını işletebilmektir.

15


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

Mehmet YILMAZER

İktidarın yeni egemenlik planı özellikle kentlerin orta tabakalarını da kapsamamaktadır. Muhalefetin “kıyılarda” kalması gerçeği, bir başka önemli gerçekliği örtmez. Kasaba politikacılığı ile bu ülkenin büyük kentlerindeki yüzde elli yönetilemez. Bunu en açık şekilde Gezi isyanı gösterdi. Bu isyanın etkisinin kaybolup gittiğini düşünenlerin bu ülkede siyaset yaparken büyük yanılgılara düşmeleri kaçınılmazdır.

16

C

umhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça çeşitli nedenlerle gerilim yükseliyor. Erdoğan mahalli seçimler sonrası Anayasa Mahkemesini hedef seçip o yoldan bildik gerilim politikasını devam ettiriyordu. Fakat Danıştay toplantısında kontrolünü kaybetti. Soma madenlerinde yaşanan katliam karşısında ise tümüyle zavallılaştı. Yuhalandı, arabası teklemendi, panik içinde markete sığındı. Açıklamalarıyla siyasal duruşunun ne ölçüde sığlaştığını tüm yönleriyle ortaya koydu. Her şeye kendisine karşı komplo mantığıyla yaklaşan Erdoğan, Soma faciası karşısında “nerede hata var?” sorusuna cevap aramak yerine, “bu konu yine bize karşı kullanılacaktır” telaşıyla, “olur böyle şeyler, bu işin doğasında var” diyerek, iktidar zehrinin nasıl kılcal damarlarına kadar yayıldığını gösterdi. Elbette hak ettiği tepkiyi de gördü. Bütün bunlar cumhurbaşkanlığı seçimlerini ne kadar etkiler, bilemeyiz. Fakat Erdoğan seçildikten sonra neler olabileceğinin güçlü işaretleri her gün bir başka biçimde ortaya çıkıyor. Bu ve önümüzdeki yıl özel bir öneme sahiptir. Elbette sadece seçimler nedeniyle değil! Bu yıllar cumhuriyetin ömrünü tamamlayan egemenlik sisteminin yeniden yapılanması yolunda en sancılı zaman aralığı olacaktır. Günler aktıkça yeniden yapılandırılacak egemenlik sisteminin özellikleri belirginleşiyor. Yeni egemenlik sisteminin temel felsefesi sık sık Erdoğan tarafından vurgulanıyor. Bu felsefe: “sandık” ve “çoğunluk” kelimeleri ile özetlenebilir. Yani sandıktan kim çıkarsa iktidarını istediği gibi yürütebilir. Bu anlayışa bir kavram daha ilave edilmelidir, o da keyfiliktir. “Sandık, çoğunluk ve keyfilik” cumhuriyetin yeni egemenlik sisteminin temel özellikleri mi olacaktır? Yaşayıp göreceğiz. Yönetimde keyfilik, cumhuriyet tarihi boyunca sistemin adeta ayrılmaz bir parçası olmuştur. Fakat bunun askeri vesayete son verme iddiasında olan ve hatta “ileri demokrasi” vaadinde bulunan AKP iktidarı tarafından en aşırı boyutlarda uygulanması

YÜKSELEN tam bir paradokstur. Sonuç olarak, iktidardaki partiler değişse de temel yönetim anlayışı olan keyfilik değişmiyor. Burjuva ölçüsünde bir demokratik düzen kurulabilmesi uzun ve açık sınıflar mücadelesi günlerini gerektirmiştir. Ancak böyle sınıflar karşılıklı güçlerini sınamış, bu anlamda birbirinin varoluş koşullarını bir siyasal belge, genellikle anayasa ile bir hükme bağlamışlardır. Bizde, açık bir sınıflar savaşı verilmediği gibi, “sınıfsız, imtiyazsız kitleyiz” anlayışı ile yola çıkılmış, Osmanlı geleneğinin devamı olarak devlet, hep kutsal ve dokunulmaz kalmıştır. Böyle bir sistemde hep bir yandan “devletin gerçek sahipleri” öte yandan onun kulları olmuştur. Bu devlet, egemenliğini sürdürebilmek için yarattığı “komünizm”, “irtica”, “bölücülük” korkuları üzerine keyfi bir sistem kurmuştur. Cumhuriyet, korkularla ve derin devletin keyfilikleriyle yönetilen bir düzen olmuştur. AKP iktidarı, bazen yanıltıcı beklentiler yaratsa da, egemenlik sisteminin bu özünde bir değişim gerçekleştirmemiştir. Özellikle “ustalık döneminde” keyfilik zirve yapmıştır. Erdoğan ve AKP, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra gündeme “fiili başkanlık” sistemini dayatacak; daha sonra da seçim sistemi değişikliği ile sandık ve çoğunluk denklemini daha güvenli hale getirerek, vekil sayısını arttırıp hayalini kurdukları egemenlik sisteminin anayasasını kanunlaştıracaklardır. Bütün bu planların içinde ne “demokrasi” ne de “Kürt sorunu”nun çözümü gibi hedefler yoktur; siyasal İslam’ın cumhuriyet tarihinde yakaladığı en büyük fırsatı anayasal bir sistem haline getirme hedefi ve telaşı vardır. Erdoğan bağıra çağıra bu hedefe doğru ilerlerken önünde iki büyük açmaz duruyor. İlki, ülkenin yüzde 50’si bu gidişin karşısındadır. Elbette bu yüzde elli bir bütün olmadığı için davranışı

her zaman sorunlu ol a c a kt ı r. Bu da zaten iktidarın en büyük avantajıdır. Ancak sabırlar taşarsa eylemlerin gücü karşısında iktidar çok zorlanabilir. A K P ’n i n yeni egemenlik sistemi planının içinde sermayenin önemli bir kesimi yoktur ya da sermaye bu plandan hoşnut değildir. Aslında bu alanda dişe diş, yakında çığırından çıkacak bir mücadele vardır. İktidar, ağırlıklı olarak inşaat ve emlak rantına dayalı ekonomik yapısını, sanayi ve uluslar arası ticaret seviyesine çıkartma şansına sahip değildir. Bu nedenle, büyük bir hırçınlık ve pervasızlıkla bu açığı kapatmak için kan teri döküyor. Fakat bunun yarattığı sonuç, ayyuka çıkan yolsuzluklar ve ülke gündemine artık Soma ile yerleşen iş cinayetleridir. Bir dönem Tuzla ile gündeme gelen konu unutulmaya yüz tutmuşken ardından çok daha vahşi bir katliam geldi. İktidar destekli yeşil (veya artık kara da denebilir) sermayenin önemli bir bölümü kölece çalışma koşullarını ve iş katliamlarını “fıtrat” ve “kader” olarak gösterdikçe kendi kuyusunu kazıyor. Öte yandan, iktidarın yeni egemenlik planı özellikle kentlerin orta tabakalarını da kapsamamaktadır. Muhalefetin “kıyılarda” kalması gerçeği, bir başka önemli gerçekliği örtmez.


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

N GERİLİM Kasaba politikacılığı ile bu ülkenin büyük kentlerindeki yüzde elli yönetilemez. Bunu en açık şekilde Gezi isyanı gösterdi. Bu isyanın etkisinin kaybolup gittiğini düşünenlerin bu ülkede siyaset yaparken büyük yanılgılara düşmeleri kaçınılmazdır. Erdoğan’ın sık sık sandık ve çoğunluk vurgusu yapıp, önüne geleni azarlamasının altında çok önemli bir siyasal gerçeklik yatmaktadır. AKP ve iktidarı artık siyasette moral ü s t ü n l ü ğ ü nü kaybetmiştir. AKP iktidarı ilk iki döneminde askeri vesayete karşı davranırken, içleri boş çıksa da yeni oldukları için etki yaratan Kürt sorununda yapılan açılımlar ve muhalefetin çürümüş “irtica geliyor” saçmalıklarına karşı mazlum, itilen kakılan rolünü iyi oynayarak önemli bir moral üstünlüğe sahipti. AKP, “ustalık” dönemine bu moral üstünlüğünde önemli bir yıpranmayla girdi. Bu irtifa kaybı hızlanarak devam ediyor. Mahalli seçimleri kazanmasına rağmen eski moral üstünlüğü kazanamayan Erdoğan ve Partisi bu nedenle keyfilik ve gerilim politikası üretmekten öteye bir şey yapamıyor. Bu gerçeklikten dolayı iktidar istediği kadar sandık ve çoğunluk vurgusu yapsın, yeni egemenlik sisteminin inşası bu ülkenin yüzde ellisinin gözünde meşruiyet kazanmayacaktır. Bu AKP’nin yürüdüğü yolda ilk büyük açmazıdır. İkinci açmaz, süründürülen

Kürt Sorunudur. Hep bir başka seçim sonrasına ertelenen Kürt sorunu, aslında tüm ülke için demokrasi sorunudur. AKP’nin bu konuda oyalama ve sürekli bir beklenti yaratmaktan öteye bir politikası olmadığı yeterince ortaya çıkmıştır. Açılımlardan hiçbir gerçek adım çıkmamıştır. Başkanlık sistemi ve yeni anayasa yolunda yürüyen AKP, Kürt sorununda beklenti yaratmaktan öteye bir adım atmadığı takdirde hedeflediği egemenlik sistemine ulaşmak için yürüyeceği yol mayın tarlasına dönüşebilir. Bu iki açmaz belli ölçülerde çözümlenmeden de AKP seçim kazanabilir ancak iktidar olamaz. Yakın gelecekte yaşanacak sancılı siyasal süreçte elbette sadece AKP açmazlara sahip değildir, genel olarak muhalefet ve devrimci demokrasi güçleri, Kürt Özgürlük Hareketinin de önemli açmazları vardır. CHP ve MHP’nin açmazlarını kendilerine bırakalım. Kendi açmazlarımıza daha yakından bakma zamanı çoktan gelmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi, AKP ile sözde bir çözüm sürecine girdiği için ülke çapında politik taktik üretirken “süreç” onu sürekli sınırlıyor. AKP iktidardan olursa geriye CHP ve MHP koalisyonu olasılığı kalır. Bu siyasal güçlerin Kürt sorununa yaklaşımı bellidir. Buradan bir “umut” yoktur. Kürt Özgürlük Hareketinin bu düşüncesine hak vermemek mümkün değildir. Fakat bu yaklaşım iki tespitle desteklenmezse Kürt hareketini taktik olarak sürekli sınırlar. İlki, AKP’nin çözüm konusunda gerçekten oyalamaktan ve Demirel’in “bireysel haklar” mantığından öteye geçen bir ufku var mıdır? Kesinlikle yoktur. Dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi tüm politik ortama her an AKP ile çözüm yolundan vazgeçebileceğini güçlü bir şekilde iletmelidir. Bu bir felaket olmaz, Kürt Özgürlük Hareketinin ufkunun ve davranışlarının genişlemesi anlamına gelir. İkin-

ci tespit, bu ülkede hangi parti iktidara gelirse gelsin, artık Kürt Sorununu bugünkü seviyesinden daha geri noktalarda ele alamaz. Buna gücü yetmez. Sorunu daha ileri götürmek kaçınılmaz bir şekilde her iktidarın kaçınamayacağı gündemi olacaktır. Bu tespit Başbuğ’un genelkurmay başkanlığında sorunun sadece silahla çözülemeyeceği ordu tarafından ilan edildiğinden beri geçerlidir. Gezi isyanından sonra ise bu tespitin zemini çok daha güçlenmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi son günlerde yaptığı bazı açıklamalarla “AKP kıskacı”ndan çıktığının bazı işaretlerini verse de, vurgu hala oldukça güçsüzdür. Genel olarak Türkiye Devrimci Hareketinin de yıllardır kurtulamadığı bir kıskacı vardır. Bu da “CHP kıskacı”dır. Her kritik momentte “nasıl olursa olsun AKP gitsin” yaklaşımıyla CHP kıskacında kalınmıştır. Bunun en son örneği “artık yetmedi mi bu aynı tuzağa düşmekten” dedirten mahalli seçimlerdir. Uzun uzun kazara AKP gitse, nasıl bir CHP iktidarı olabileceği üzerine konuşmanın anlamı yoktur. Son seçimlerde Gezi isyanının ruhu, “ruhuna el Fatiha” dedirtecek ölçüde CHP ve Sarıgül mezarlığına gömülmek istenmiştir. Çıkış her seferinde bu oyunu tekrarlamakta değildir. Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Devrimci Hareketinin ittifakının güçlendirilmesi çok farklı umutları yeşertecektir. Mahalli seçimlerde HDP, oyunu çarpıcı bir şekilde arttırsaydı bu iktidar getirmese de, her seferinde Solu umutsuzluğa iten CHP kıskacının kırılmasından dolayı herkes çok daha taze ve temiz bir politik gelişmenin enerjisini taşıyor olacaktı. Önümüzdeki kritik günlerde devrimci hareket “CHP kıskacını” kırdığı ölçüde güçlenecektir. Bu aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketiyle buluşma zeminini güçlendirecektir. AKP’nin yeniden yapılandırmaya çalıştığı cumhuriyetin yeni egemenlik sistemene Halkların talepleri doğrultusunda müdahale edebilmenin yolu AKP ve CHP kıskacından kurtulmaktan geçiyor.

Türkiye Devrimci Hareketinin de yıllardır kurtulamadığı bir kıskacı vardır. Bu da “CHP kıskacı”dır. Her kritik momentte “nasıl olursa olsun AKP gitsin” yaklaşımıyla CHP kıskacında kalınmıştır. Bunun en son örneği “artık yetmedi mi bu aynı tuzağa düşmekten” dedirten mahalli seçimlerdir. Uzun uzun kazara AKP gitse, nasıl bir CHP iktidarı olabileceği üzerine konuşmanın anlamı yoktur. Son seçimlerde Gezi isyanının ruhu, “ruhuna el Fatiha” dedirtecek ölçüde CHP ve Sarıgül mezarlığına gömülmek istenmiştir.

17


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

KAZANIMLA SONUÇLANAN İTÜ İŞGALİ:

“BU İŞGAL BİR BAŞLANGIÇ”

Röportaj

İTÜ’nün Soma’da yaşanan katliamın sorumlusu firmayla organik bağlarının bulunması ve Maden Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Orhan Kural’ın facianın hemen ardından yaptığı açıklama, İTÜ camiası içinde büyük tepkiye yol açtı.16 Mayıs Cuma günü İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri ve diğer bileşenleri faciayı protesto etmek için bir forum gerçekleştirdi. Forumda, İTÜ Rektörlüğü’nden hesap sorulacak konular hemen netleştirilerek talepler belirlendi.

S

oma’daki maden faciasını protesto etmek için bir araya gelen İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri Maden Fakültesi’ni işgal etti. 16 Mayıs Cuma günü Fakülte binasının girişine “Üniversite ayağa, Soma’nın hesabını sormaya”, “Bu fakültede işgal var” yazılı pankartlar asılarak kapılara barikatlar kuruldu, 200’e yakın öğrenci talepleri kabul edilene kadar binayı terk etmeme eylemine başladı. Üç gün boyunca işgali devam ettiren öğrenciler, İTÜ Rektörlüğü’nün sözlü olarak talepleri kabul etmesi ve resmi web sitesinde bir açıklama yayınlaması üzerine işgali sonlandırdı. * * * İTÜ’nün Soma’da yaşanan katliamın sorumlusu firmayla organik bağlarının bulunması ve Maden Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Orhan Kural’ın facianın hemen ardından yaptığı açıklama, İTÜ camiası içinde büyük tepkiye yol açtı.16 Mayıs Cuma günü İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri ve diğer

bileşenleri faciayı protesto etmek için bir forum gerçekleştirdi. Forumda, İTÜ Rektörlüğü’nden hesap sorulacak konular hemen netleştirilerek talepler belirlendi. Taleplerinin kabul ettirilmesi açısından yapacakları bir yürüyüşün veya açıklamanın somut bir kazanıma yol açmayacağını düşünen forum kitlesi, Maden Fakültesi’ni işgal etme kararını çıkardı ve hemen forumun ardından İTÜ Maden Fakültesi’ni işgal etti. Forumun belirlediği talepler şunlar oldu: • İTÜ Rektörlüğü Soma’da yaşananların kaza değil, iş cinayeti olduğunu açıklamalıdır • Soma Holding patronları Alp Gürkan ve İsmet Kasapoğlu’nun Maden Mühendisliği Akademi Danışma Kurulu’ndan çıkarıldığı, Maden Fakültesi Dekanı tarafından resmi açıklama ile deklare edilmelidir • Soma’da yaşanan katliam ile ilgili İTÜ’de bir “inceleme komisyonu” kurulmalı ve bu komisyonda tüm İTÜ mensupları da temsil edilmelidir

• İTÜ’de taşeron işçilerin, İTÜ öğrencilerinin, EğitimSen’in, akademik ve idari personelin temsilcilerinden oluşan bir “taşeron izleme komisyonu” kurulmalıdır • Bu işgale katılan hiç kimseye disiplin soruşturması açılmamalıdır • İTÜ Rektörlüğü, taleplerle ilgili konuların hepsini netliğe kavuşturan kurumsal bir açıklama yayınlamalıdır 3 gün boyunca işgallerini devam ettiren öğrenciler İTÜ Rektörlüğü’nün talepleri sözlü olarak kabul etmesi, İTÜ web sitesinde bir açıklama yayınlaması ve Orhan Kural’ın defalarca özür dilemesi üzerine işgali sonlandırdı. Sosyalist Dayanışma olarak işgalin başından itibaren içerisinde yer alan DirenÜniversite’li arkadaşlarla işgal süreci hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Sosyalist Dayanışma: İTÜ’de işgal nasıl başladı? Umut: Soma’da yaşanan katliam bütün üniversitelerde ve üniversitenin bütün bileşenlerinde tepki uyandırmıştı. Biz de 16 Mayıs Cuma günü yaptığımız forumda Maden Fakültesi’ni işgal etmeye karar verdik. İşgalin İTÜ Maden Fakültesi’nde olması çok anlamlı oldu. Fakülte’nin Soma Holding’le olan bağlantısını biraz daha açabilir misiniz? Umut: Bilindiği üzere Soma patronları Alp Gürkan ve İsmet Kasapoğlu İTÜ Maden Fakültesi Akademik Danışma Kurulu üyeleriydi. Bu isimler ellerinde kan olan isimler. Bunun dışında da Maden Fakültesi Bölüm Başkanı Orhan Kural’ın nereye vardığını bilmeden, düşünmeden pervasızca yaptığı açıklamalar İTÜ’yü

18


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

ve İTÜ camiasını topyekûn katliamın bir parçası haline getiriyordu. Yaşanan katliamın verdiği öfke ve üzüntünün yanı sıra, bu sebepler de İTÜ yerelinde hedefleri doğrudan belirli olan bir eylem sürecine girilmesini tetikledi. İşgalin kararının verildiği foruma katılanlar sadece bir kesim politik öğrencilerden mi oluşuyordu? İşgal kararına öğrenci gençlik örgütlerine üye öğrenciler mi karar verdi? Umut: Örgütlü-örgütsüz öğrenciler, 50/d mağduru araştırma görevlileri, bazı öğretim üyeleri ve çalışanları bu işgalin bir bileşeni oldu. Gezi gençliği işgalin karar sürecinde belirleyiciydi. İşgal kararını aldığımızda da işgal sürecinde de çok farklı kesimler olarak bir araya geldik ama ortaklaşma anlayışı temel hedefimiz oldu. Birlikte hareket etme kaygısı hep korundu. Uzun ve yorucu tartışma süreçleri yaşansa da kararlar ortak alındı. İşgal sürecinde işgalci öğrencilerin aldığı güvenlik önemlerinden kaynaklı içerisini görme fırsatımız olmadı. Bundan dolayı size içerideki havayı sormak istiyorum. Karar alma süreçleri, yapılan iş bölümleri, günlük hayatın yaşanışı hakkında neler söyleyebilirsiniz? Umut: Bu işgali gerçekleştirirken temel dayanak noktamız Gezi ruhuydu. Gezi Parkı’nı görmüş, az çok oradaki havayı solumuş gençler olarak içeride neler yapılması gerektiğini biliyorduk açıkçası. İşgalde medya, güvenlik, lojistik, temizlik gibi sorumlu ekipler kuruldu. Uyumak için, sigara içmek için ayrı ayrı sınıflar belirlendi, tuvaletler cinsiyetsizleştirildi. Bunların dışında karar alma mekanizması tabi ki forumlardı. İşgalimizin politik ve pratik hattını inşa etmek için çok uzun oturum yaptık, ortak kararlar çıkardık. Emre: Geçen yıl barikatlarda Gezi Parkı için çatışan İTÜ’lü öğrenciler, bu sene kendi okullarında, Maden Fakültesi’nde işgaldeydiler. Okul içerisinde,

işgal eylemleri çok uzun süredir denenmeyen yöntemlerden olmasına rağmen, yabancı olmadığımız bir şey yaşadık. Üniversite içerisinde de öz yönetimimizi kurabileceğimizi görmüş ve göstermiş olduk. Doğaldır ki eksiklerimiz de vardı. Kendi kendimizi yeniden üretmek adına tiyatro, sinema ekipleri kurulup bunlar üzerinden film gösterimleri yapmak ya da bir oyun çıkarmak gibi etkinlikler gerçekleştirilemedi. Sadece bir iki film gösterimi ve söyleşi yapılabildi. Şebnem: Ben Gezi’ye katılmadım ama Gezi’ye dair duyduklarım, okuduklarım, izlediklerim doğrultusunda bir yaşam kurulduğunu gördüm içeride. Ayça: Fakültede, birçok devrimci demokrat yapıdan arkadaşlar vardı fakat en çok vurgu yapılan nokta ortaklaşmaydı. İşgali yaratan geniş bir bileşimin varlığından ve yapılan ortaklaşma vurgusundan söz ettik. Ancak eylemin biçimine ve sürdürülebilirliğine dair anlayış farklılıkları da oldu bildiğimiz kadarıyla. Bu farklılıklar nelerdi ve Direnişçi Üniversiteliler (DirenÜniversite) nasıl bir tutum aldı? Umut: Üçüncü günün sonunda Rektörlük’le yapılan görüşmeler ve kamuoyunda işgalin yarattığı etkiler sonucunda iki temel farklı anlayış gelişti. Birinci görüş, Rektörlükle yapılan görüşmelerde elde edilen kazanımlar üzerinden işgal kendi irademiz ile sonlandırılmalı, ikinci görüş ise işgal eylemi devam etmeli, siyasi iktidardan hesap soracak daha ileri talepler doğrultusunda hareket edilmeli görüşü idi. Biz Direnişçi Üniversiteliler olarak oluşabilecek herhangi bir çatallanmanın, ayrışmanın İTÜ muhalefetini ve öğrenci gençlik hareketini olumsuz etkileyeceğini söyleyerek alınacak olan kararın ortak iradeye ait olması gerektiğini ve bu iradeye her şekilde saygı duyacağımızı belirttik ilkönce. Sonuçta da Rektör Mehmet Karaca’ya yaptırılan açıklama, taşeron denetleme komisyonunun kurulması, Soma’ya İTÜ meclisinin oluşturduğu bir denetçi komisyonun gönderil-

mesi gibi kazanımlarımızın olduğunu ve eylemin bu noktada sonlandırılarak İTÜ muhalefetinin bu kazanımlar üzerinden örgütlenmesi yoluna gidilmesi gerektiğini savunduk. Emre: Esasında bu işgal sürecini İTÜ muhalefetinin ve öğrenci gençlik hareketinin bir taktik savaşı olarak okunması gerekiyor. Yani işgalin tek başına getirdiği somut kazanımlar dışında da mücadelenin yükseltilebilmesi için nasıl bir konumda olduğu düşünülmeli ve eylemin devamının nasıl örülmesi gerektiğine bunun üzerinden karar verilmelidir. Biz DirenÜniversite olarak işgali tek başına bir eylem olmaktan ziyade kitlelere sesimizi ulaştırabilmek adına atılmış bir adım olarak okuduk. Türkiye solunun uzun zamandır gösteremediği taktik esnekliği göstermesi, kendi iradesiyle işgali sonlandırarak bu işgalin kazanımları üzerinden bir örgütlenme yapılması gerektiğini savunduk. Burada şöyle bir soru açığa çıkıyor tabi ki içeride de en çok tartıştığımız noktalardandı. “Elimizde taleplerin tamamının kabul edildiğine dair imzalı mühürlü bir kağıt yok. Nasıl kazanım elde etti bu işgal?” Biz sistemin ve rektör Karaca’nın sözüne güvenilmeyeceğini biliyoruz. Elimizde imzalı kâğıt da olsa -ki Mersin Üniversitesi’ndeki işgal eyleminde vardı- taleplerimizin tam olarak kabul edildiğinin garantisini veremeyiz. Garantiyi verecek olan şey bizim örgütlü gücümüz ve Rektörlük üzerinde kurabildiğimiz basınçtır. Kazanımı getirecek olan işgalden sonra attığımız adımlar ve İTÜ öğrencilerinin bu adımları sahiplenmesini ne kadar sağladığımızla alakalıdır. Bu işgal bir başlangıç...

50/d mağduru araştırma görevlileri, bazı öğretim üyeleri ve çalışanları bu işgalin bir bileşeni oldu. Gezi gençliği işgalin karar sürecinde belirleyiciydi. İşgal kararını aldığımızda da işgal sürecinde de çok farklı kesimler olarak bir araya geldik ama ortaklaşma anlayışı temel hedefimiz oldu. Birlikte hareket etme kaygısı hep korundu. Uzun ve yorucu tartışma süreçleri yaşansa da kararlar ortak alındı.

19


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

EKMEK KAVGAMIZ ARTIK YAŞAM KAVGAMIZDIR Sevgi EVREN

Şimdi onlar birer kahraman olduklarından habersiz... Çalışırken de habersizlerdi... Bir kere daha ispatlandı ki bu dünyanın bütün güzelliklerini işçiler yaratıyor... Sermaye katlediyor... Devlet katilleri koruyor…

20

S

oma katliamında hayatını kaybeden işçiler nezdinde tüm işçi sınıfının başı sağ olsun diyerek başlamak istiyorum. Bu cümle aslında ülkenin en büyük organize sanayi bölgelerinden biri olan Çerkezköy’de namusuyla sınıf sendikacılığı yapmaya çalışan biri işçi arkadaşımın o sabah herhangi bir mahkeme bilgisi vermek üzere onu aradığımda bana kurduğu cümle oldu. Duyar duymaz kulaklarımdan başlayan bir kızarma tüm yüzümü kapladı. Ben o telefona sarıldığımda Soma’da katliam olmuştu, bunu sansürlü de olsa basından duymuştum, sosyal medyada facianın boyutunun daha büyük olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu ve bir işçi arkadaşımı, bir işçi müvekkilimi aradığımda ona baş sağlığı dilemek yerine günün rutin işlerinden bahsetmiştim. Ve onun bana verdiği cevabın ilk cümlesi bana kocaman bir gerçeği gösterdi: Tüm işçi sınıfının başı sağ olsun! 13 Mayıs sabahı uyandığımda her yerden ölüm kokusu yayılıyordu, sansürlenmiş ve bir lağım çukuru gibi kokan televizyonlardan manipüle edilmeye başlandığı her halinden her cümlesinden anlaşılan haberler yayılıyordu. Televizyon kanallarıyla, twitleriyle, açıklamalarıyla bir kez daha nefret gibi güçlü bir duyguyla baş başa bırakmıştı bizi siyasi iktidar. Ama yaşadığımız her katliamda biliyoruz ki nefretin toplumsal bir öfkeye dönüşmediği her kabarış korkularımızı büyütmekten başka bir sonuç vermiyor. 13 Mayıs gününü nefretle, kaygıyla ve telaşla geçirirken, içimden bir ses neden bütün ülke oraya gitmiyor şimdi diye heyecanlanırken aklımı durduğu yerde hatırlamaya çalışıyorum, sakin ol. Şu an ne yapabilirim? O gün davalarına baktığım, saatlerce haklarını anlatmak için

çırpındığım, fabrika önünde patronların küfür, taciz ve şiddet gösterilerine aldırmadan onlarla birlikte mücadele etmeye çalıştığım tüm işçi arkadaşlarımın cep telefonlarına sendikam adına toplu mesaj attım. Mesajda baş sağlığı dileyip onları akşam Taksim’de yapılacak tüm sendikaların katıldığı basın açıklamasına davet ettim. 350 iletilen mesajdan 1 tane işçi arkadaşım bana geri dönmedi. Kandillerde, bayramlarda, yılbaşlarında uzun uzun mesaj atan işçi arkadaşlarım bir tane mesajla bana cevap vermedi. Yine aynı gün, boyalı basında bile yer yerinden oynarken birkaç tane işçi arkadaşım kıdem tazminatları için açtıkları davaların halen bitmemesi sebebiyle avukatlarını suçlayıcı ifadelerle mail gönderdiler. Onlara cevap yazmak içimden gelmese de, görevim gereği cevaplandırmak zorundaydım ve sadece tüm işçi sınıfının başı sağ olsun demekle ve akşama çağırmakla yetindim. Elim, kar hırsı ve denetimsizlik yüzünden 300’ den fazla işçinin mezarı olan madenden bir işçi daha kurtulur mu diye iyi haber beklerken bu konuda bir cümle dahi etmeyen bir işçi arkadaşıma daha fazla yazmaya gitmedi. Defalarca adalet sisteminin açmazlarını anlattığım bu işçi arkadaşıma bir kere daha yürümeyen davaları, işçinin nasıl ve hangi ortamda çalıştığını bilmeden deri koltuklardan ahkâm kesen hâkimleri, yüksek har-a-çları, yapılmayan denetimleri yazmaya elim gitmedi. 300’den fazla işçiyi katleden patronları tutuklayacaklarına bakanlarla toplantı yaptıran, Başbakan’ı Soma’ya gittiğinde ilk o katil patronun elini sıkan, yine Başbakan’ı Soma’ya binlerce polis ve korumayla geldiği için kurtarma çalışmalarına ara verilmek zorunda kalınan devletin senin

kıdem tazminatını iplediğini mi sanıyorsun demeye elim gitmedi. Ve daha sonra yine halkın tepesine tepesine inen yumruklar, tekmeler, küfürler, korkutmalar, diş bilemeler, tehditler… Tüm bu tablo aslında işçilerin var olma, yaşam haklarına sistem tarafından nasıl bakıldığını gösteriyor. Sermayenin varlığı ve gelişimi için birer makine kolundan farklı algılanmıyor işçiler. Kıdem tazminatıdır, izin hakkıdır bunlara hiç girmiyorum burada, daha doğrusu giremiyorum. Bizler işçi arkadaşım kıdem tazminatını alabilsin diye yürümeyen adalet çarkının içinde debelenirken, işçi arkadaşım insanca çalışma ve yaşama hakkını çoktan kaybetmiş meğer. Soma’da yaşanan katliam tam da bunu ortaya koyuyor. Asgari ücretle geçinemeyen işçinin fazla çalışmaya razı olması ve işsizlik tehdidi işçinin tepkisini belirlerken, kuralsızlık ve denetimsizlik koruması altında fazla üretim yapma zorlaması işçinin yaşam hakkını elinden alıyor. Yaşam hakkını kaybetmiş işçinin de, ne sendikasından gelen mesajlara, ne de Başbakan ve ayakçıları tarafından atılan tekmelere tepkisi oluyor. Oysa Soma katliamı bir kere daha gösterdi ki, bu dünyanın bütün güzelliklerini işçiler yaratıyor... Sermaye katlediyor... Devlet katilleri koruyor. Yaşam hakkını kaybeden işçi arkadaşlarıma sesleniyorum. Ürettiğimiz güzellikleri kullanmaya en fazla bizim hakkımız var, çıkardığımız kömürü, tarladan topladığımız domatesi, boyadığımız kumaşı, diktiğimiz ayakkabıyı... Vereceğimiz mücadele artık çok daha çetin geçecek. Çünkü artık yaşam hakkımızı savunmak zorundayız; sermeye-devlet el birliğiyle bizden çalınan yaşam hakkımızı. Ekmek kavgamız artık yaşam kavgamız.


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

Devlet Yaparsa Katliam Yapar, Erkek Döverse “Her Zaman Dövdüğü” Gibi Döver: Suçlu ise Ölenler... “Her Zamanki Gibi” Kadınlar Dövülüyor, “Her Zamanki Gibi” Kadınlar Ölüyor! Devlet ise Şiddet Uygulayan Erkekleri Ödüllendiriyor.

B

ağcılar’ın Göztepe ilçesi. Mayıs’ın başı ve gündemden hiç eksik olmayan kadın cinayetleri. Kadın ölüm haberleri almaya çok alıştık maalesef ama bu seferki akıl tutulması türünden bir etki yarattı tüm ülkede. Katil şöyle söylüyordu: “Her zamanki gibi dövdüm ama bu sefer öldü. Fenalaştı hastaneye de kaldırdım. Üzgünüm filan...” Neredeyse hastaneye kaldırdığı için teşekkür bekleyen bir ruh haliyle itiraf ediyor eşini öldürdüğünü. Ölen kadın(R.E) kızının tedavisi için belediyeden aldığı üç kuruşu kocaya kaptırmamak için hayatından oldu deniyor. Yaşanan olayların sosyolojik sebeplerini anlamaya çalışmak bir tarafta dursun, çıkan haberler cinayetleri daha vahim hale sokuyor. Bu bakımdan kadın cinayetlerinin sebebinin sorulması, merak edilmesi ve üzerine de üç beş “akıllı” kelam söylenmesi ayıptan öte insanlık dışı bir durumdur. Kadın cinayetleri haberlerine azıcık yakından baktığınızda mutlaka dayakçı kocanın durumuna alkolik, psikolojisi bozuk türünden cinayete haklımeşru, anlaşılır reel gerekçeler bulunmaya çalışılır. Kadın için habere baktığınızda ise orada “dırdırcı”, kocaya karşı gelmiş, olabilecek bir şeyi oldurmayan, inat eden, dayağı, ölümü çoktan haketmiş imalar bulabilirsiniz. Hatta şiddete yenildiği ve öldüğü için zavallılaşan kadınlar vardır oralarda. Abartılı buluyorsanız eğer, günde en az 3-5 kadının nasıl öldürüldüğüne bakın. Bu bakımdan kadın cinayetleri ile ilgili haber yapmak, yorum yapmak ve soru sormak, niyetle birlikte ele aldığımızda görülüyor ki ataerkil sistemin kadını nasıl gördüğü ile göbekten bağlı. Bu bakımdan kadın cinayetlerinin haberleri kadın bakış açısı taşıyan kadın

haberciler tarafından yapılmalı. Eğer bu donanıma sahip kimse yoksa haber yapma yetkisi olmamalı. Toplumsal olarak da “kadın neden öldürülmüş?” sorusu tamamen mahkûm edilmelidir. Celal Eripek, yarım saat boyunca kadın arkadaşımızı odunla çocuklarının gözünün önünde dövmüş. Hastaneye kaldırılan kadın hayatını kaybetmiştir. Ölen kadının ardından katil koca ifadesinde “onu odunla dövmedim, her zaman nasıl dövüyorsam öyle dövdüm” demişti. Yani katil için şiddet olağan, kadının ölmesi ise son derece şaşırtıcı. Yaşanan kadın cinayetleri, yalnızca kadınlar için şaşırtıcı değil. Çünkü buradan görünen “her zamanki gibi kadınlar dövülüyor, her zamanki gibi kadınlar ölüyorlar!” Çünkü erkeği cezalandıran değil ödüllendiren ve koruyan bir devlet aklı hep haklı çıkmak istiyor! Çocuk istismarı karşısında “onlara çığlık atmayı öğretin” şeklinde dahiyane fikirler ve çözümler üreten Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın son bombası ise şiddet uygulayan erkeklere rehabilitasyon evleri açmaya hazırlanması. Eşinden ve evinden uzaklaştırılan acınası erkeklere devlet kıyağı gibi uygulama geliyor. Pilot olarak Ankara’da açılacak olan rehabilite evlerinde yok yok. 24 saat sıcak su ve internet de var. Tatil gibi. Şiddet uygulamak için yeterli sebeptir bence. Erkekler camiasında nasıl bir sevinçle karşılanabileceğini düşünmek dahi istemiyorum. Hem biraz “karı dırdırından başımızı dinleriz” türünden

geyikler dönüyor olması kuvvetle muhtemel ve mide bulandırıcı. Yeterli sayıda kadın sığınma evleri mevcut değilken, üstelik buralar korunmadan yoksunken erkekler neden ödüllendirilmek isteniyor? Yine niyetle birlikte ele aldığımızda anlaşılıyor ki bu uygulamalar ataerkil sistemin erkeği nasıl gördüğü ile göbekten bağlı. Artan kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz, pedofili, nefret cinayetleri ve heteroseksizm… Kördüğüm oluyor her şey. Soma’da vahşi kapitalizm ve ihmalin sebep olduğu katliam… Okmeydanı’nda polis terörü… Ve son olarak kapitalizme sırtını dayamış erkek egemenliği ve kadın cinayetleri... Devlet yaparsa katliam yapar, erkek döverse her zamanki gibi döver, suçlu ise ölenler... Kapitalizmden, erkekleri ödüllendiren hükümetten ve bakanlarından, Okmeydanı’nda Alevi kıyımından ve sınırlarda Kürt kıyımından sorumlu düzen güçlerinden, her zaman nasıl dövüyorsam öyle dövdüm diyen erkeklerden hesap sormak için örgütlülüğümüzü büyütmemiz şart. Bil cümle tüm ezilenler örgütlenmeye, soka-

Elif IRMAK

Kadın cinayetleri ile ilgili haber yapmak, yorum yapmak ve soru sormak, niyetle birlikte ele aldığımızda görülüyor ki ataerkil sistemin kadını nasıl gördüğü ile göbekten bağlı. Bu bakımdan kadın cinayetlerinin haberleri kadın bakış açısı taşıyan kadın haberciler tarafından yapılmalı. Eğer bu donanıma sahip kimse yoksa haber yapma yetkisi olmamalı. Toplumsal olarak da “kadın neden öldürülmüş?” sorusu tamamen mahkûm edilmelidir.

21


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

EĞİTİM SEN’DE HERŞEY ESKİ TAS ESKİ HAMAM… Mert BÜYÜKKARABACAK

2008 yılından beri gerçekleştirilmesi beklenen tüzük kongresi artık gerçekleştirilecekti. Tüzük kongresi örgütsel hayatta tabanın katılımını arttırmaya dönük düzenlemelerin yapılacağına dair beklentileri yükseltmişti. Ancak dağ fare doğurdu. Yüzlerce delegeyi 5 günlüğüne toparlayıp hiçbir ciddi tüzük değişikliği ya da yol açıcı tartışma yapmayı başaramadan çalışmaları tamamlamamız aslında örgütün geleceği ile ilgili ümit beslememizin aşırı iyimserli olduğunu gösteriyor. Tek kelimeyle talihsizlik, vurdumduymazlık, umursamazlık…

22

E

ğitim Sen Genel Kurulu 1923 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da yapıldı. Kongrenin ilk iki günü tüzük kongresi olarak tasarlanmıştı. Eğitim Sen’de işlerin iyi gitmediği, ciddi sıkıntıların bulunduğu bilinen bir gerçekti. Örgütsel mekanizmaların demokratikleştirilmesi tabanın önemli bir beklentisi idi. 2008 yılından beri gerçekleştirilmesi beklenen tüzük kongresi artık gerçekleştirilecekti. Tüzük kongresi örgütsel hayatta tabanın katılımını arttırmaya dönük düzenlemelerin yapılacağına dair beklentileri yükseltmişti. Ancak dağ fare doğurdu. Yüzlerce delegeyi 5 günlüğüne toparlayıp hiçbir ciddi tüzük değişikliği ya da yol açıcı tartışma yapmayı başaramadan çalışmaları tamamlamamız aslında örgütün geleceği ile ilgili ümit beslememizin aşırı iyimserli olduğunu gösteriyor. Tek kelimeyle talihsizlik, vurdumduymazlık, umursamazlık…

DSD-DEMEP Bilek Güreşi

Bu krizi yaratan en önemli faktörlerden bir tanesi DSD’nin kendi varlığını ispat etmeyi ve bu çaba içerisinde kendisini konsolide etmeyi temel hedef olarak benimsemiş olması. DSD hem delege çoğunluğunu önemli bir oranda DEMEP’e (Yurtsever Emekçiler) kaptırmış olmanın travmasını hem de muhtemelen kendi içinde çözümleyemediği iç tartışmaları yönetebilme kaygısıyla böylesi bir taktik belirlemişti. Gayet de motive oldular, gerilimin yükselmesi belki de kendilerini daha bütünleşik bir grup gibi hissetmelerini sağladı. Fakat sonuç olarak kadın meclisleşmesi, nispi temsil gibi çok önemli başlıklarda tüzük değişikliklerini engellemiş oldular. Kadın meclislerinin kurumlaşması ile ilgili tüzük değişiklikleri reddedilince DSD delegasyonunun alkışlaması aslında tam da bu ruh haline denk düşüyordu. Ka-

dın önergelerinin reddedilmesine gerekçe olarak ise kurulmuş olan merkezi kadın meclisinin katılımı yüksek toplantılar yapamamasını göstermiş olmalarıydı. Bu gerekçe geçerliyse aslında ilk olarak karar organı olarak düşünülen şube temsilci meclislerinin kapatılması gerekiyor, çünkü hiçbir işyeri temsilci meclisi toplantısı %20’den fazla bir katılımla yapılamıyor. Hâlbuki tabandan yukarıya doğru güçlü örgütlenmiş bir kadın meclisleşmesi merkezi komisyonun da güçlenme zemini olacaktı. Yine DEMEP tarafından getirilen nispi temsi önerisine de ağırlıklı olarak DSD tarafından karşı çıkıldı. Bu sefer gerekçe nispi temsilin gruplar arasında mutabakat ihtiyacını ortadan kaldıracağı, uyumsuz yönetimlerin oluşmasına yol açacağı idi. Oysa şimdiye kadar sözüm ona mutabakat üzerine oluşan yönetimlerin de ne kadar uyumlu olduğunu sendika kamuoyu çok iyi bilmekteydi. Fakat yine büyük bir gerilim ile yapılan oylama sonrasında tüzük değişikliği için gereken 270 sayısına ulaşılamadı.

Dillerden Düşmeyen Örgütsel Demokrasi: Laf Çok, İş Yok

Bu sefer DSD tarafından önerilen üyelerin doğrudan katıldığı seçim önerisi geldi. Bu sefer de DEMEP grubu nispi temsil olmaksızın doğrudan seçimin demokratik sonuçlar üretmeyeceğini vurgulayarak itiraz ettiler. Tabii burada perde arkasında yürüyen tartışma Batı’da doğrudan seçimlerde DEMEP’in şansının azalacağı dolayısıyla Batı’da geçmiştekine benzer bir güç dengesinin çıkmasının düşünülmesiydi. DEMEP de durumu böyle değerlendirdiği için öneriye itiraz etti. Hâlbuki bu öneri de örgütsel faaliyetin tabanın ihtiyaçlarına yaklaştırılması için bir fırsat olarak değerlendirilebilirdi. Sonuçta örgütün tabandan kopmuş olduğu tespitini herkes yapıyor fakat bunun örgütün yönetim ve seçim sistemiyle bağını kurmuyor. Delege sistemi ve çoğunluğa/gruplar arası mutabakata dayalı seçim sistemi, üyeler arasında aslına küçük azınlık olan siyasi grupların kendilerinden çok daha kalabalık bir örgütü yönete-


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

bilmesini sağlıyor. Fakat bu durum da giderek mücadele hattının sendikanın üyelerinin ihtiyaçlarına göre değil de grupların siyasi gündemlerine göre belirlenmesine yol açıyor. Bu ise sonuçta üyelerin sendikadan uzaklaşmasına ve sendikanın etkisizleşmesine yol açıyor. Tüzük kongresi bize bu kısır döngüyü kırma imkânı sağlamıştı. Fakat “büyük” gruplarımızın kendi varoluşlarını sürdürme ve güvenceye alma gündemleri yine her zamanki gibi örgütsel gündemi boşa düşürdü. Sendikanın ve üyeler yığınının ihtiyaçları her zamanki gibi ikinci planda kaldı. Doğrudan seçim önerisi de delegasyondan yeterli desteği bulamayınca reddedildi.

Tüzük Değişiklikleri: Dağ Fare Doğurdu

Emek Parti’li arkadaşlar ise tarihi bir tutumla 6 yıl önce kararı alınmış bir tüzük kongresine “bu kongrede tüzük değişikliği yapılmamalıdır çünkü tabanda herhangi bir şey tartışılmamıştır” önerisi yaparak başladılar ve hiçbir oylamaya katılmadılar. Burada da arkadaşların tabanın iradesini gerekçe göstererek tabanın iradesini geliştirecek gelişmelere karşı tutumlarını nasıl meşrulaştırmaya çalıştıklarına tanık olduk. Emek Partisi, DSD’nin yönetimden çekilmesi sonrasında merkezi yönetimlerde alacağı payın artacağını görerek merkezi kurumların gücünü zayıflatacak tüzük değişik-

liklerine tabanın iradesini gerekçe göstererek karşı çıkmak gibi zorlu bir işi başarmış oldu. Kongrenin en sahici önerilerini getiren üniversiteli arkadaşların yoğun çabaları ise kendi faaliyetleri ile ilgili, kendi meclislerini güçlendirecek önerilerin çoğunun reddedilmesine engel olamadı. Üniversiteli arkadaşlar kendilerini çok iyi ifade ettiler, ihtiyaçlarını çok net ortaya koydular, gündem olarak kendilerine özgü süreçleri olduğundan dolayı hızla yol alabilmek için meclislerinin inisiyatifini arttırmak istediler. Fakat özellikle DEMEP grubu gerekçesini anlayamadığım bir biçimde üniversitelilerin çağrılarına ısrarla kayıtsız kaldı. Birkaç sene sonra, tabii ortada örgüt kalırsa, birilerinin aklına gelir özerk bir üniversite meclisi kuralım diye… Ama bu sefer de meclisi çalıştıracak istekli kadrolar bulunamaz. Gruplar koalisyonu kendi dışlarındaki inisiyatifleri yabancılaştırma noktasında eşsiz bir uyum içerisindeler. Bir diğer dikkat çekici nokta ise demokratik özerklik düşüncesi ile yoğun bir biçimde etkileşen DEMEP’li delegelerin sendikaya bağlı yurtlar, kreşler kurulması böylece üyelerle etkin bir dayanışma gerçekleştirilmesi noktasındaki önerilerine EMEP’li delegelerin itiraz etmesiydi. Arkadaşların gerekçesi bu gibi işlerin yapılmasının devletten talep edilmesinin esas olmasıydı. Koskoca eğitim temelli bir cemaat örgütlenmesi

karşısında yoksulların dışlandığı bir eğitim sürecine müdahale noktasında hiçbir sorumluluk duygusu hissetmeyen bir solcu sendika aslında bir gariplik değil mi? Üyelerinin hayatında somut iyileşmeler yaratmak bir sendikanın asli vazifesi değil midir? Bunun için her türlü aracın kullanılması meşru değil midir? Toplumla bağ kurmak için aradaki güvensizlikleri aşmak için bu tarz taktiklerin kullanılmasında ne sakınca vardır? 5 günlük kongre herhangi bir biçimde bunları detaylı bir biçimde tartışabilmek için yeterli bir olanak sunamadı. Birkaç cümle de devrimci muhalefet için ayırmakta fayda var. HÖC, Kızıl Bayrak, DİP gibi çevrelerce yapılan tartışmalar ise örgüte ufuk açıcı bir önerme sunamamıştır. Hâkim grupları zorlayacak, onları daha ileri adımlar atmak zorunda bırakacak bir yaklaşım geliştirilememiştir. Temel eleştiri “örgütün devrimciler tarafından yönetilmediği için bu halde olduğudur”. Örgütün temel meselesinin kimin tarafından yönetildiği değil de tabanın ihtiyaçlarına uygun bir sendikal hayatın yaratılamaması olduğu açıktır. Arkadaşlar bu konuda tabanın ihtiyaçlarını algılayabildiklerine dair bir mesaj verememişlerdir. “Fiili meşru mücadele ajitasyonu” diyebileceğimiz bir tarzın kulağa hoş gelmek dışında somutlanmadıkça, hayata geçirme kanalları açılmadıkça bir karşılığının olmadığı şimdiye kadar anlaşılmış olmalıydı. Grupların en çok ilgilendiği yönetim bileşimi hakkında bir yoruma gerek yok. Ancak örgütü yönetme vasfına sahip insanların örgütsel kamuoyunun geneli tarafından belirlendiği biçimde değil de “ X grubu da bir kadın aday versin” şeklinde gerçekleşen bir bileşimin dertlerimize derman olamayacağı deneyimle sabit olmasına rağmen aynı metottan şaşılmaması ancak aymazlık olarak nitelenebilir. Bu konuda HDK/P tabanının kolektif tutum geliştirememiş olması da yeni dönem öncesinde açıkçası can sıkıcı olmuştur. Eğitim Sen’de eski tas eski hamam devam edeceğiz! Umarız yanılırız ama bu tablo kan kaybını durduracak, ileriye doğru bir atılım sağlayacak enerjiyi üretmeyecektir.

Bu krizi yaratan en önemli faktörlerden bir tanesi DSD’nin kendi varlığını ispat etmeyi ve bu çaba içerisinde kendisini konsolide etmeyi temel hedef olarak benimsemiş olması. DSD hem delege çoğunluğunu önemli bir oranda DEMEP’e kaptırmış olmanın travmasını hem de muhtemelen kendi içinde çözümleyemediği iç tartışmaları yönetebilme kaygısıyla böylesi bir taktik belirlemişti. Gayet de motive oldular, gerilimin yükselmesi belki de kendilerini daha bütünleşik bir grup gibi hissetmelerini sağladı.

23


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

Kira ve Emlak Adaletsizliği Üzerine M. ÖZGÜR

TUİK verilerine göre hanelerin harcamalarında kira harcaması gıda harcamasından sonra ikinci sırada yer alıyor. Buna rağmen kent rantı ve kentlerde yeni üretilen araziler her geçen gün artan ölçüde büyük şirketlerin kontrolüne geçiyor. Kentin gecekondular ve kooperatifler aracılığı ile genişlemesi çok eskide kaldı. Önemli araziler devlet ve belediyelerin Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları ve büyük inşaat şirketleriyle kayırmacılık ilişkisi çerçevesinde geliştirdikleri şekillerde yağmalanıyor.

24

B

ir apartman dairesi inşaası 60-100 bin liraya mal olurken örneğin istanbulda böyle bir konutun 600-700 bin liraya satıldığını görebiliyoruz. Bu durum ciddi bir sorun ve adaletsizlik kaynağı. Emlakçılara göre metrekaresi 6-10 bin lira arası olan konut piyasasında hazır yapılmış fazla konut var ama öte yandan ciddi bir konut açığı, yüksek kiralar, istenilen yerde konut alamama, iş yerinden uzakta yaşama ve trafige katlanma, yıllarca faiz ödeme ve çok uzun süre kiracı olma durumu da var. TUİK verilerine göre hanelerin harcamalarında kira harcaması gıda harcamasından sonra ikinci sırada yer alıyor. Buna rağmen kent rantı ve kentlerde yeni üretilen araziler her geçen gün artan ölçüde büyük şirketlerin kontrolüne geçiyor. Kentin gecekondular ve kooperatifler aracılığı ile genişlemesi çok eskide kaldı. Önemli araziler devlet ve belediyelerin Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları ve büyük inşaat şirketleriyle kayırmacılık ilişkisi çerçevesinde geliştirdikleri şekillerde yağmalanıyor. Ortaya çıkan ranta kimler el koyuyor? Büyük şirketler yanında tüketici kredileri ile bizler üzerinden kazanç elde eden bankalar ve GYO’lar bu ranta el koyarken; bizlerden hazır evlere yıllarca astronomik fiyatlar ödememiz bekleniyor. Cengiz, Varyap, Torunlar, Ağaoğlu, Kolin, Limak, GAP İnşaat, Doğuş, Taşyapı, Çalık Holding, Kalyon İnşaat, Aşçıoğlu, Emlak Konut gibi buraya dahil edemediğimiz pek çok şirket TOKİ ihaleleri ve diğer devlet yatırımlarında aslan payını alıyor. Başbakanlık, şehircilik bakanlığı, enerji bakanlığı, ulaştırma bakanlığı, TOKİ, AKP kadroları ve belediyelerin rantın üretiminde ve bölüşümündeki rolleri kamuoyunda yeterince bi-

liniyor. 2014 yılının nisan ayında adı gizli tutulacak projeler için şirketlere hazine garantisi veren bir yönetmelik de resmi gazetede yayınlandı. Rantın bu tip kesimlerce paylaşılması yeni başlayan bir gelişme değil. İstanbul açısından söylersek 1990’larda Maslak bölgesinin ve kuzeydeki ormanlara yönelecek yapılaşmanın önünü açan rant iştahı o zamanki büyük sermaye gruplarının çok işine yaramıştı; bugünkü durum çok daha sistematik biçimde yeni pek çok sermaye grubunun elbirliği ile gerçekleşiyor.

rımızda, kahvede içtiğimiz çayda bile o yüksek kira ve rantların payını ödüyoruz. Kentin toplumsal alanları, parklar, okullar hatta hastaneler dahi bu inşaat çılgınlığının kurbanı olmaya başlıyor. Gökdelen ve AVM ile simgelenen birikim, kentin toplumsal değerlerinden belirli kesimlerin astronomik paylar almasına neden oluyor. Geliri sınırlı olan herkes kentin daha da çeperine, daha da uzağına gitmeye zorlanıyor.

Hem Konut Fazlası Hem Barınma Adaletsizliği

Gelirler düzenli, işler ve ücretler tatmin edici mi? TUİK verilerine göre kent işsizliği Türkiyedeki son yirmi yıllık ortalama işsizlik oranlarının her zaman 4 -5 puan üstünde yer alıyor. Kadınların kentlerde işgücüne katılımı sanılanın aksine oldukça düşük ve hane gelirleri bu anlamda da sınırlı. İşsizler, genç çalışanlar ve yüksek maaşlı güvenceli işleri olmayanların bir ev alma ya da istedikleri bölgede yaşama hayalleri ötelendikçe öteleniyor. Esnek istihdam denen istihdam biçimleri yaygınlaştı. Özellikle hizmet sektöründe taşeron çalışma, sık sık iş değiştirme, güvencesizlik koşullarında düzenli ödeme ya da birikim yapabilmek çalışanlar için hiç kolay değil. Çalışma koşulları ve sendikal alanda mücadele etmek kadar büyük bir rantın oluştuğu alanlarda sermaye karşısında güçlenmek de kritik önem taşıyor. Zira sermaye aslında bir bütün. Bu çalışma koşullarında temel barınma hakkı ve güvencesi, kiralar altında ezilmemek, yıllarca sürecek borç ve kredilere rağmen kentte istenen yerde istenen koşullarda yaşamak lüks hale getiriliyor. Asgari ücretlileri, sürekli işi olmayanlarımızı bir yana bırakalım çalışanların çoğunun ev

TOKİ ve büyük şirketler kentin gelişme alanlarında ve ana arterlerine yakın yerlerde arazi üretirken temelde inşa edilen yeni siteler toplumun sadece belirli bir kesimine hitap etmekte. Kentlerde fazla konut bulunurken, neden geliri kısıtlı ve düzensiz belirli bir kesim konut edinmekte ve kiralar konusunda bu kadar dezavantajlı? Çünkü rant sürecinde konutlar orta ve üstorta gelir grubunun alacağı şekilde mantıkla üretiliyor. Hükümetler ve belediyeler rant üreten metodları tercih ederek “işletilebilen” yatırımları tercih ettikleri için (örneğin metro ile karşılaştığında İstanbul’daki 3. Havaalanı işletme karı çok daha yüksek bir yatırımdır) bu yatırımlar toplumun kronik sorunlarına çözüm bulmaktan çok, kullananların bedelini fazlasıyla ödedikleri hizmetler sunan işletmeler yaratan yatırımlar. Bu büyük projeler arazi değerlenmesini ve kent gelişimini istediği gibi yönlendirme çabasını da içeriyor. Bu süreci tersine çevirmek mümkün. Yüksek rant ve kiralar kentteki tüm hizmetlerin fiyatını da artırıyor. Kiralar arttıkça alışveriş yaptığımız bakkaldan aldıkla-

Barınma Adaletsizliğini Güvencesizlik de Besliyor!


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

sahibi olabilmesi, kiralar altında ezilmemesi, istediği bölgede yaşayabilmesi epeyce zorlaşmış durumda.

Acil Mücadele Gündemi Önerileri Neler Olabilir?

Yukarıdakileri göz önüne alırsak kira ve mülkler açısından çok ciddi bir adaletsizlik ve haksızlık ile karşı karşıyayız. Üstelik çok daha büyük projelerin kapıda olduğu da söyleniyor. İstanbula ikinci bir kent kurulması, yeni bir kanal açılması gibi devasa projeler düşünülürken toplumun büyük çoğunluğunun sorunlarını çözecek, gelir adaletsizliğini artırmayıp tersine çevirecek alternatifleri gündeme almak ve tartışmak gerekiyor. Bu konuda hepimizn öneri ve görüşleri çok önemli. Kira ve mülk adaletinin sağlanması açısından iki acil uygulamayı tartışmaya açmk istiyorum: 1. Her yıl kentte üretilen yeni alanların önemli bir bölümünün kentin hiç mülkü olmayanlarına dağıtılması talep edilebilir. - Bu uygulama kentsel rantın çok büyük oranda büyük finans ve inşaat şirketlerine akmasını engelleyecek ve Türkiye çapında tüm kentlerde on yıllarca ev sahibi olamayacak milyonların önünü açacaktır. Gençleri rahatlatacaktır. - Dövize endeksli tüketici kredilerine, 20-30 yıllık mortgagelara bel bağlama zorunluluğuna ve bitmeyen kiracılığa karşı umut olacaktır. - Kent yoğunluğu raylı sistemle kolayca ulaşılabilen farklı ve sosyal yaşamı ile herkese hitap eden bölgesel yerleşim alanlarına zaman içinde yönlendirilmiş olacaktır. Kentlerin ormanlar üzerindeki yayılma baskısı son bulacaktır. - Kentleşme ve konut şekilleri insanların kendi tercihleri ile istedikleri biçimde gelişebilecektir. Arazi sahipleri kendi girişim ve kooperatifleri ile gelirin yayıldığı daha katılımcı bir biçimde kente ortak olacaklardır. On yıllardır kentsel barınma amacıyla kullanılan 2B arazileri ya da kentsel dönüşüme tabi bölgelerde toplumsal talepler halk tarafından çeşitli şekillerde dile

getiriliyor. Ancak kentin her tarafına dağılmış insanlarımızın, güvencesiz işlerde çalışanların, ev sahibi olamayan genç çalışanların, işsizlerin, kira baskısı altındaki geliri sınırlı kalabalık ailelerin kente yeni eklenen arazilerde söz sahibi olmalarının da sağlanması için kira ve rant adaletinin sağlanması kritik önemde. Bu dağıtım sonrası büyük şirketlerin sürece dahil olmasının ve ağır borçlanma gibi mağduriyetlerin engellenmesi için kooperatif kredileri sağlanması gibi düzenlemeler yapılabilir. Örneğin İstanbul’da 76 milyon metrekare alana yapılacak 3. havaalanı arazisinin ekolojik olarak zaten hiçbirşey yapılmaması gereken, dokunulmaması gereken yerleri dışındaki kısımları 400 bin ihtiyaç sahibi haneye/aileye rahatlıkla ücretsiz arazi olarak sağlanabilir. Pek çok arazi değişik kentlerde üretilebilir. Ortalama bir İstanbullunun yılda birkaç defa uçağa bindiği düşünülürse bu arazinin bu şekilde değerlendirilmesi çok daha adil ve eşitlikçi olacaktır. Farklı, insanların katılımıyla oluşmuş, demokratik olarak planlanmış, ekolojik kaygıları gündeme almış kentler daha baştan arazisi insanlara ayrılarak, onların katılımıyla tasarlanabilir. Şimdiki durumda ise, pek çok aracı fiyatı yükselttikten sonra son müşteri olarak tüm rantın ceremesi ve yükü halka yükleniyor. 2. Kiraların 2 yıl döndürülmasi ve sonraki yıllarda kiracılar değişse bile enflasyon oranı ile kira artışlarının sınırlanması, kısacası ev ve işyeri kiralarının artışının kontrollü sağlanması adil bir kira politikası için vazgeçilmezdir. Kiraların bu şekilde artışının kontrol edilmesi; - Kiracıları rahatlatacak; - Konut fiyatlarını düşürecek; - Kentteki dükkanların kiraları üzerinden dolaylı olarak kentteki hizmetleri ucuzlatacak; - Banka ve emlak yatırımları üzerinden değil üretken bir kent yaratmanın önünü açacak;

- Kentin müşterek alanlarına, okullarına, parklarına yönelik saldırgan sermaye yatırımlarını sınırlandıracaktır. Bu ikinci öneri ev sahipleri için olumsuz değildir. Kirada az sayıda evi olanları ciddi olarak etkilemeyecektir, zira kirada evi olan insanlarımızın bir kısmının kendisi veya çocukları da kirada oturmaktadır. İkincisi ev fiyatları düşeceği için genel olarak yeni ev alınması onlar için de kolaylaşacaktır. Ayrıca kiraların kontrollü artışı tüm hizmetlere yansıyacağı için kentsel yaşamı herkes için belirli ölçüde ucuzlatacaktır. Bu acil önerilerle birlikte daha uzun vadede Sosyal Konut sistemi geliştirilmesi talebi önemlidir. Kentlerde belediyelerin öncülüğünde Sosyal Konutlar yapılıp uygun kiralar ile kar mantığı içermeden kiralanabilir. Bu konutlar katılımcı bir anlayışla, nitelikli ve çeşitli ölçeklerde inşa edilebilir, işletilebilir. İstanbul’daki Kiptaş gibi belediye işletmeleri kent içinde sadece geniş ailelere yönelik, lüks konutlar değil herkese yönelik nitelikli yaşam alanları üretebilir. Bir Mülk Adaleti Hareketi (MAH) ya da Kira ve Mülk Adaleti Hareketi(KMAH) yaratmak kentin emekçileri ve işsizleri için bir aciliyet durumunda. 2013 Haziran ayında gerçekleşen Gezi Direnişinin kentin varoşlarına ve işsizlerine ulaşması, toplumun sermaye karşısında güçlenmesini sağlayacak bu tip adalet hareketleri ile gerçekleşecektir. İnşaat baronlarını öne çıkartan birikim tercihlerinin engellenebilmesi ve gelir eşitsizliklerinin tersine döndürülmesi için hızlıca harekete geçmek gerekiyor.

Başbakanlık, şehircilik bakanlığı, enerji bakanlığı, ulaştırma bakanlığı, TOKİ, AKP kadroları ve belediyelerin rantın üretiminde ve bölüşümündeki rolleri kamuoyunda yeterince biliniyor. 2014 yılının nisan ayında adı gizli tutulacak projeler için şirketlere hazine garantisi veren bir yönetmelik de resmi gazetede yayınlandı.

25


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

İKİ YENİ HALK CUMHURİYETİ Ayşe TANSEVER

Kiev’deki faşist darbenin temelinde ülkenin Batı ve Rusya arasında bir tercihe bizzat Batı tarafından zorlanması yatar. Ama güney doğudaki ayrılıkçılığı başlatan Batı’nın bizi inandırmaya çalıştığı gibi Rusya değil halkların içine girdikleri ekonomik zorluktur. Ülke para birimi hemen %40 dolayında değer kaybetti. Birçok maddeye zam geldi. Petrol fiyatları %50 zam gördü. İlaçlar pahalandı. Gelirler ise düştü. Emekli aylıkları donduruldu. Maaşlara zam yapılmayacağı açıklandı. Aklı biraz başında olan biliyordu ki, Kiev faşistleri Avrupa Birliği ile anlaşma yaptıktan sonra Ukrayna da Yunanistan ve diğer güney Avrupa ülkeleri gibi kemer sıkmaya başlayacaktı.

26

11

Mayıs 2014 günü yapılan referandum ile Ukrayna’nın güney doğusunda iki tane devlet kuruldu: Donetsk Halk Cumhuriyeti (DHC) ve Lugansk Halk Cumhuriyeti (LHC). İkisi de Ukrayna’dan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kendi yöneticilerini seçtiler. İki çiçeği burnunda cumhuriyet yakında yeni hükümetlerini kurup açıklayacaklar. Kendi askeri güçlerini kuracaklarını söylüyorlar. Kiev iktidarına sınırlarından güçlerini çekmesi için 48 saat verdiler. Bu süre çoktan doldu ama Kiev dinlemiyor, kuşatmasını sürdürüyor. Çatışmalar yavaş yavaş artıyor. İç savaş eğer çıkacaksa buralardan çıkacaktır.

na da Yunanistan ve diğer güney Avrupa ülkeleri gibi kemer sıkmaya başlayacaktı. İflas ettirdikleri Akdeniz ülkelerinden sonra şimdi sıra Ukrayna talanına geldi. Güney doğu halkları Kiev merkezinde yaşayanlardan farklı olarak AB’nin bir zenginlik değil yoksulluk olduğunu gördü. Aslında Kiev kendi yandaşlarında da öfkeler biriktiriyor ve taban kaybediyor.

Donetsk ve Lugansk halkları hiçbir ülkenin kendilerini tanımayacağını baştan biliyordu. Ona rağmen bu doğrultuda karar verdiler. Hiçbir ülkenin tanımadığı benzer bağımsızlık ilan etmiş ülkeler vardır. Onlardan bir tanesi olacaklar. Güney doğu bölgesinde Kiev’den ayrılmak isteyen böyle 5 tane eyalet olduğu söyleniyor. Batı yanlısı Kiev faşist darbecileri şimdiye kadar izledikleri politikalarla ülkeyi böyle parçalanma durumuna getirdiler.

“Ukrayna çok eskiden beri Sovyetler Birliği askeri endüstriyel komplekslerinin önemli bir parçasıdır. Darbenin arkasındaki NATO plancıları Sovyet savunma sanayinin 1/3’ünün SSCB parçalandıktan sonra Ukrayna’da kaldığını ve son zamanlara kadar Ukrayna’nın Rusya’ya ihracatının %40’ının silahlar ve buna bağlı makinelerden oluştuğunu çok iyi biliyorlardı. Daha kesin olarak, doğu Ukrayna’daki Motor- Sikh, Rus askeri helikopter motorlarının çoğunu üretir. Şimdilerde 1000 tane saldırı helikopteri için motor üretme anlaşmasına çalışılıyordu. NATO stratejistleri hemen Kiev’e politik talimatlarını verdiler ve Rusya’ ya orta menzilli havadan havaya füzeler, kıtalar arası balistik füzeler, nakliye uçakları ve uzak raketleri dâhil tüm askeri malzemelerin yollanmasını durdurdular. (financial Times 21/4/14 den aktaran James Petras, axisoflogic.com.)”

Nedenler

Kiev’deki faşist darbenin temelinde ülkenin Batı ve Rusya arasında bir tercihe bizzat Batı tarafından zorlanması yatar. Ama güney doğudaki ayrılıkçılığı başlatan Batı’nın bizi inandırmaya çalıştığı gibi Rusya değil halkların içine girdikleri ekonomik zorluktur. Ülke para birimi hemen %40 dolayında değer kaybetti. Birçok maddeye zam geldi. Petrol fiyatları %50 zam gördü. İlaçlar pahalandı. Gelirler ise düştü. Emekli aylıkları donduruldu. Maaşlara zam yapılmayacağı açıklandı. Aklı biraz başında olan biliyordu ki, Kiev faşistleri Avrupa Birliği ile anlaşma yaptıktan sonra Ukray-

Donetsk ve Lugansk halklarının isyanında başka nedenler de vardır. Bölge Ukrayna’nın sanayi alanıdır. Eski Sovyetler Birliği toprağı olarak buraya sosyalizm döneminde askeri yatırımlar yapılmış.

Putin bu yaptırımın arkasından “Rusya’nın iki yıl içinde kritik parçaları iç üretim ile karşılayabileceğini açıkladı. Fakat bu doğu Ukrayna için binlerce yetenekli işçinin işsiz kalması anlamına geliyor.” (ay) Kiev darbesi sonrasında Batı ile işbirliği

doğu Ukrayna bölgesinde binlerce işyerinin kapanmasına yol açacaktır. Yeni pazar bulmak söz konusu olamaz. Özellikle petrol fiyatlarının artışı ile maliyetler artacak ve yeni pazarda rekabet edebilme şansları daha da azalacaktır. Donetsk ve Lugansk halklarını sokaklara döken hem yeni kemer sıkma politikaları hem de Rusya ile durdurulan ticari ilişkilerin yol açacağı işsizliktir. Güney Doğu halkları Maidan ayaklanmasından esinlenerek sokaklara döküldüler. Kiev iktidarı orduyu üstlerine yolladı ama ordu kendi halklarına ateş açmak istemedi. Ulusal muhafızlar da protestoları durduramadılar. Öfkeli halklar bazı devlet dairelerini ellerine geçirdiler. Karakollara saldırdılar. Orada tutuklu yandaşlarını serbest bıraktılar. Devlet dairelerinin tepelerine Rus bayrakları çektiler. Zaman zaman da disiplinli silahlı gruplar işe karıştı. Bunlar Kiev’in dağıttığı eski Berkut polis özel güçleri ve Rusya yanlıları tarafına geçen eski polislerden kuruldu. Yazar Boris Kagarlitsky, Kiev Maidan meydanındaki ayaklanma ile güney doğu Ukrayna’daki ayaklanmayı karşılaştırıyor. Maidan’ın arkasında ABD ve AB olmasa bu darbe gerçekleşemezdi, diye yazdıktan sonra ekliyor “ doğu Ukrayna’daki yüz binlerce (belki de milyonlarca) insanın ayaklanmasının başarısı Rus müdahalesi ile açıklanamaz.” İdeolojik olarak da farklılıklara işaret ederek sokağa çıkan insanların çoğunun başta politika ile ilgisi yoktu. Politik bir eylem planları bulunmuyordu.” “Kafalarının karışık olduğu sloganlarından anlaşılıyordu. Dini ve Sovyet ya da devrimci semboller bir arada görülüyordu. Sol ideologlar da kitleden uzak durdular.” (Boris Kagarlitsky on eastern Ukraine:


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

The logic of a revolt: links.org. au 1 Mayıs 2014) Dini şarkılar yanında arada enternasyonal söylendi diyor ve ekliyor: “bunların sınıf bilinci başlarda çok embriyonik düzeydeydi. Ama davranmaya başladıktan sonra öğrenmek ve sosyal mücadele sanatını anlamak zorundaydılar.” (ay) Kitleler yavaş yavaş FinansKapital karşıtı ve sosyal taleplerle ortaya çıktılar. Yazar burada hazırlıksız, kafası karışık, politik doğruluktan uzak gerçek bir işçi sınıfı olduğunu sözlerine ekliyor. Bu halklar şimdi Rusya sınırında cumhuriyetlerini ilan ettiler. Baştan beri Rusya’nın kendilerine yardıma geleceğini umdular. Ancak bu konuda halkın ortak bir kararı olduğu da pek söylenemez. Kimisi aynı Kırım gibi Rusya parçası olmayı savunurken diğer bir kısmı Ukrayna içinde federal olarak kalmayı istiyor. Ancak daha çok yetkileri olan bir federal iktidardan yanalar. Böylece Kiev’in Rusya ile bağlarını koparmasına karşı koyup hem işyerlerini hem de ucuz petrol ve benzeri avantajlarını koruyacaklardır. Halklar geleceklerini nasıl güvence altına alacaklarını tartışıyorlar. Güçlenmeleri gerekiyor. Bunun en temel yolu başka bölgelerin kendilerine katılmasıdır. Odessa ve Kharkov gibi merkezler o açıdan önemli. Ancak Kiev yönetimi de bunun farkında o nedenle faşist milislerini oraya yolladı. Bilindiği gibi Odessa’da bir katliam yaptılar.41 kişiyi canlı canlı yaktılar. Batı kendisinin de ortak olduğu bu katliamı gözlerden uzak tutmaya çalışıyor. Odessa’nın Rusya yanlısı denen güçlerin eline geçmesi Güney Doğu’da gelişen bu yeni yapılanmanın geri döndürülemez bir yola girdiğini gösteriyor.

nu biliyorlar. Rusya’ya ihracattan kaybettiklerini karşılayamayacağını görüyorlar. AB’ye baştan güvenleri yoktur. Bölgede Ukrayna Finans-Kapital güçlerinin özelleştirmelerle ellerine geçirdikleri mülkler vardır. Bunlar devrilen Yanukoviç’in partisi içindeydiler. Şimdi hemen hemen hepsi Kiev faşist iktidarı saflarına geçtiler. Ama mülkleri buradadır. Bu mülklerin millileştirilmesi talebini yapabilirler. Bu mümkündür. Rusya FinansKapitali ile bağları olan güçler de vardır. Onlara da dokunabilirler. Ne yapacaklarını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak Rusya ile ilişkiler ne olacaktır? Bunların Rusya kökenli ve genelde Rusça konuşan halklar olduğunu söylemeye gerek yoktur. Olayların başlamasından beri Rusya’nın kendilerine yardıma geleceğini düşündüler. Rusya’ya gittiler geldiler ama her zaman ellerinin boş döndüğü yazıldı. Referandum sonrası Rusya’ya yazılar yazdıkları söylendi. Rusya yetkilileri ise böyle bir yazının ellerine geçmediğini açıkladılar. Rusya yardım edecek midir? “En başından beri resmi açıdan Moskova bu olaylarda belirsiz bir konum takındı. Bir şekilde Kiev’deki dost olmayan iktidara karşı hareketi açıktan desteklerken sonuçta Rus devletini genişletecek bile olsa böyle bir halk devrimini sahiplenmeye hiç hazırlıklı

değildi. Kremlin yönetimi böyle ayaklanmış, çoğu örgütlenmiş, elinde silah, hakları doğrultusunda mücadele etme alışkanlığı edinmiş halkları yeni kulları olarak alma düşüncesi taşımıyor. Devrimler ihraç edilir ama bunu ithal etmek isteyecek çok az sayıda devlet yetkilisi bulunur.” (ay) Ayaklanan halklara Rusya’nın sahip çıkmak istememesinde anlaşılmayacak bir şey yoktur. Çünkü o kendisi de bir emperyalist ülke olarak kendi çıkarlarını hesaplıyor. Ayrıca kendi devlet kadrolarında bu gölge FinansKapital güçleri ile işbirliği içinde Ukrayna güçleri vardır. Onların çıkarı halk cumhuriyetinden yana değil var olan şimdiki statükodan yanadır. Putin’in bu nedenle bu cumhuriyetlere karşı politikası hep kapitalizmin bildiğimiz ikili yapısında olacaktır. Batı’ya karşı destekler gibi görünüp, ilerici özelliklerine karşı da baltalayıcı olacaktır. Sonuçta ne olacaktır? Ukrayna’da Batı ve Rusya Finans-Kapital güçleri uzlaşmaya varabilirler mi? Ukrayna’yı belirli şekillerde aralarında paylaşabilirler. İki tarafın da emeli zaten budur. Belirleyici olacak olan bu iki cumhuriyet halklarının verecekleri ciddi dövüştür. Zor günler bekliyor yeni iki cumhuriyeti.

“En başından beri resmi açıdan Moskova bu olaylarda belirsiz bir konum takındı. Bir şekilde Kiev’deki dost olmayan iktidara karşı hareketi açıktan desteklerken sonuçta Rus devletini genişletecek bile olsa böyle bir halk devrimini sahiplenmeye hiç hazırlıklı değildi. Kremlin yönetimi böyle ayaklanmış, çoğu örgütlenmiş, elinde silah, hakları doğrultusunda mücadele etme alışkanlığı edinmiş halkları yeni kulları olarak alma düşüncesi taşımıyor. Devrimler ihraç edilir ama bunu ithal etmek isteyecek çok az sayıda devlet yetkilisi bulunur.”

Gelecek

Bu iki halk iktidarı aslında Bosna ve Hersek halkları ile karşılaştırılabilirler. Orada geçen sayıda yazdığımız gibi özelleştirmeye ve etnik olarak ayrıştırmalara karşı günlerce halklar protesto gösterileri yaptılar. Buranın halkları baştan AB içine girmekten kaçındılar. Onun ne olduğu-

27


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

GİT GELLİ SOĞUK SAVAŞ

B

irçok uzmana göre dünyamız artık yeni bir Soğuk Savaş dönemine girmiştir. Rusya ve Batı güçleri ilk önce Libya’da BM ve NATO çerçevesinde karşı karşıya durdular. Suriye’de durum daha ciddi oldu. Rusya Esad’ın arkasında yer aldı. ABD ülkeyi bombalayamadı ve kimyasal silahların ülkeden çıkarılması anlaşması ile durum idare edildi. Ukrayna’ da ise Batı, Rusya’dan bu iki yerin acısını çıkartmak istercesine çok ciddi bir saldırıya geçti. Rusya’nın NATO bağları tamamen kesildi. Merkez ülkeler zirvesi “G”lerden atıldı. Çeşitli ortak projeler iptal edildi. Uzay ortaklığı da bunun içine alınacağa benzer. Putin, Hillary Clinton tarafından Hitler’e benzetildi ve ilişkiler eski Soğuk Savaş’ta Batı ve Sovyetler Birliğinin karşıt duruşuna yakın bir duruma geldi. Savaş çığlıkları atılıyor. Askeri güçler sınırlara yığılıyor, tatbikatlar tatbikatları izliyor. Putin özellikle ABD’nin arkasında olduğu Kiev’deki darbe karşısında başarılı bir politika ile Kırım’daki askeri üssünü ve dolayısıyla Akdeniz’deki varlığını güvenceye aldı. Kırım tekrar Rusya bayrağı altına geçti. Ancak Ukrayna Rusya için sadece bir Kırım değildir. Ukrayna’ da 200 yıllık geçmişi vardır. Onun tarafsızlığı askeri açıdan çok önemlidir. Putin’in Ukrayna politikası sürekli görüntü değiştirdi. Ukrayna sınırına asker yığdı, sonra geri çektiğini açıkladı. Sert davranacak havası karşısında Moskova yumuşak bir görünüm sergiledi. En başta Kiev rejimini tanınmadı sonra onunla Cenevre’de masaya oturdu. Masaya isyan eden Donetsk ve Lugansk rejim temsilcilerinin oturmasında bile ısrarcı davranmadı. Başta 25 Mayıs’ta yapılacak genel seçimleri tanımayacaklarını açıkladılar. İlk önce ülkede

28

istikrar kurulmalı, yeni anayasa yazılmalı sonra seçim dediler, ama sonra bundan da geri adım atıp seçimlerde tuttukları adamın ismini açıkladılar. Aynı şekilde Güney Doğu bölgelerinin Ukrayna’dan ayrılma isteklerini başta desteklediler, sonra yapılacak referandumun ertelenmesi çağrısını bizzat Putin yaptı. Referandum sonrası yeni kurulan Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Lugansk Halk Cumhuriyetini tanıdıkları gibi bir açıklama yapmadılar. Moskova sürekli sanki geri adım atmaktadır da Batı farklı mıdır? O biraz daha çığırtkan davranıyor. Kırım’ı tanımadı ama sineye çekti. O kurumundan çıkarıyor bu kurumundan atıyor. Bol bol tehditler estiriyor. Yaptırımları ağzından düşürmüyor. Ukrayna’lı “kardeşleriyle” sık sık buluşuyor. Yardımlar vaat ediyor. IMF tarafından 17 milyar dolarlık yardım çıktı. Verilen 3,2 milyar dolar bankalara, yani kendi adamlarına olan borçların kapatılmasına verildi. Kievcilerin eline beş kuruş geçmedi. Ama iş lafa, bağırmaya gelince mangalda kül bırakmıyorlar. Kiev’e ne biçim bir destek verdikleri ortadadır ve bunların ne sonuçlar doğuracağı belirsizdir. Hatta Ukrayna kaynakları yağmalanmaya başlandı bile. Obama yardımcısı Biden’in oğlu Ukrayna petrol şirketi yönetim kuruluna girdi. Shell ve başka birkaç petrol şirketi Ukrayna’da kaya petrolü arama anlaşmaları imzaladılar. Bunların halkların gözünü açmaya yarayacağı düşünülmelidir. Politik çatlaklar ne kadar gizlense de su yüzüne çıkıyor. Kiev karşısında ortak bir politik hat çizilemiyor. Kimisi daha ılımlı diyor kimisi savaşı bile göze almaktan yana. AB kendi içinde bile birlik değildir. Yaptırımlar konusunda Batı ortak bir karar alamıyor. Almanya dış işleri bakanı Steinmeier yaptırımların

“çıkmaz sokak” olduğu açıklamasını yaparak, “çatışma yerine işbirliği” dedi. Alman halkları Kiev faşist darbecilerine karşı öfkeli, “Ukrayna’daki Nazileri durdurun!” diyorlar. Fransa da pek gönüllü değil. İtalya zaten karşı olanlar arasında. Petrol sorunu olmayan İngiltere ve Norveç ise ABD’nin yanında en dik duranlar. ABD de elinden geleni arkasına koymuyor. Rusya karşıtı politik bayrağı gönderde dalgalandırıyor. Batı ittifakı böyle de son zamanlarda Rusya’nın yakınlaştığı, Suriye ve Libya politikalarında onun yanında duran ülkeler ne yapıyorlar? Bilindiği gibi Rusya BRİC denilen Brezilya, Hindistan ve Çin arasında bir ittifak var. Bunlardan da Ukrayna konusunda Rusya’yı sevindirecek bir destek çıkmadı. Çin BM’de barışçıl görüşmeler demekten öteye gidip Rusya’yı destekleyemedi. Diğerlerinden ses çıkmadı. İran da kendi nükleer görüşmelerine boğulmuş durumda. Rusya yalnız kaldı. Rusya ve Batı’nın bu git gelli politikalarının günümüz ekonomik politik durumunun sonucu olduğu söyleniyor. 21.yy.da yaşanacak Soğuk Savaş 20.yy.da yaşanandan farklı olacaktır. İki taraf öyle eskisi gibi var gücü ile silahları kuşanmış vaziyette karşı karşıya duramayacaktır, deniyor. Bunun nedeni de küreselleşmenin sonucudur. Artık dünya Finans-Kapital çevreleri dünya ölçüsünde birbirlerine karışmışlardır ve dünyanın herhangi bir yerindeki olay maddi çıkarlarını etkilemektedir ve mal varlıklarına bir sınır çizemiyorlar. Tüm dünya onların pazar alanı olmuştur. Dünya finans kapitali dergisi Forbes 2014 milyarderlerini sıralamış. Bunların 492 tanesi ABD’li, 152 tanesi Çin ve 11 tanesi Rus kökenlidir. Finans Kapi-

tal güçleri de devlet kadrolarını çoktan etkileri altına almışlardır. Bazı Ukrayna Finans-Kapital güçleri Batı’ya bağlı iken bazıları da Rus Finans-Kapitali ile ortaktır. Rus Finans-Kapital güçleri de Batıya bağlıdır. Rus Finans-Kapital’inin Putin iktidarı ile arası iyidir. Ukrayna politikasında kesin çıkarlarını dayatıyorlardır. Bütün bu nedenlerle ne Ukrayna üzerinde ne de dünyanın herhangi bir yerinde eski Soğuk Savaş günlerinde olduğu gibi davranmaları zordur. Böyle git gelli politik dövüşler yaşanacaktır. Peki, sonuç nedir? Yani artık soğuk savaşta, çıkarların keskinleştiği ve sıcağa dönüştüğü durumlar yaşanmayacak mıdır? Artık yeni bir dünya savaşı yaşanamaz mı? Finans-Kapital güçleri tüm dünya ölçüsünde sınırları yıktıklarına ve her yerde herkesin bir çıkarı olduğuna göre savaş çıkaramazlar mı? Bu soruya evet diye yanıt vermek biraz zor olsa gerekir. Bu güçlerin kendi çıkarları noktasında kilitlendiği ve bu kez nükleer bir savaştan bile kaçınmayacakları durumlar olabilir. Önlerinde üstesinden gelemeyecekleri bir halk direnişi görmedikleri sürece sıcak savaş ile hesaplaşmak isteyebilirler. Bu Ukrayna’da mı olur, yoksa dünyanın her hangi bir yerinde mi olur, bu dünya üzerindeki güçler sıralanışına bağlıdır.Bu anlamda da Putin’in adımları önemlidir. Yeni soğuk savaşın dalgalanma biçimi daha çok onun uygulayacağı politikalarda şekillenecektir. Bu büyük dalga atlatılabilse bile günümüz Soğuk Savaş dönemi başlamıştır ve dalgaları çeşitli kıyılara vurarak devam edecektir.


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

Genç Bir Kuşak Değiştirmek İçin Değişirken... “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.’’ - Marx

D

ünya denilen gezegende ilk haksız kazanç ortaya çıktığından bu yana haksızlığa uğrayan kesim için zaferler ve yenilgiler değişik yerlerde değişik biçimlerde meydana geliyor. Zafer dönemlerinin ortasında yozlaşmaya başlayan bir toplum çıkabilirken tersi şekilde yenilgi dönemlerinden de zaferi müjdeleyen kuşaklar yetişebiliyor. Bu oldukça doğal bir durum çünkü dönemlerin açılışı yahut kapanışı sırasında doğan bir kuşak önceki kuşaklardan daha farklı sosyal olayları gözlemliyor ya da özetle aynı nehirde iki defa yıkanmıyor. Bugün gerek siyasal iktidar gerekse halk güçleri tarafından sürekli Gezi ile başlayan cümleler kurmanın bir anlamı var. Bunun anlamı da birbirinden farklı hatta birbirine zıt fikirleri taşısa da çok büyük bir kesimin Gezi parkı eylemlerine katılarak alışılmışın dışında bir politik adım atmasıdır. Bu olay sadece Türkiye tarihinin değil Dünya tarihinin de yeni yeni algılamaya başladığı farklı bir siyasal katılma içeriğini barındırıyor. Bu bakımdan Gezi’yle siyaset sahnesinde yerini alan bu yeni kesimin Gezi sonrası yaşanan olaylarla ilişkisini incelemek bir şart olmuş durumda. Bakıldığında Gezi’den sonra hafızamızı şekillendiren 3 momentten daha söz edilebilir: Bunlar Gezi’nin ardından başlayan mahalle forumları, Berkin Elvan’ın cenazesi ve çok daha sıcak olarak hissettiğimiz Soma katliamı. Bütün bu momentler Gezi ile siyasal arenada yerini alan çok geniş kesimlerde çeşitli seviyelerde bilinç sıçramalarına sebep oldu ve oluyor. Örneğin artık bugün yeni mücadele tarzlarına özgü yeni örgütlülük biçimleri

arayışı geçmişin abartılı ‘öncü’ yorumlarını geçersizleştiriyor. Yeni öz ve biçim arayışları bugün salt ‘öncü’lerden değil sınırlı da olsa ‘kitleler’den de geliyor. Hakeza Berkin Elvan’ın cenazesi de, Gezi ruhunun sönümlendiğinin akıllara geldiği bir dönemdeki muazzam katılımıyla aslında diri olduğu gösterdi. Mücadelenin seyri içerisinde atakların olduğu kadar durgunluk dönemlerinin de doğal olduğu hafızamıza bir kez daha kazınmış durumda. Soma’nın gösterdiği ise çok daha farklı. Çünkü yaşanan katliamın öğrettikleriyle korkunçluğu birbirine paralel. Örneğin Soma’dan bir işçi cinayetle ilgili şunları söylüyor: ‘’Çalışma koşullarımız çok kötüydü. Patlayan trafo 24 saat çalışıyordu. Her gün daha çok üretim, az işçiyle çalıştırılıyordu. Gidişat iyi değildi. Patlak vereceği belliydi. 10 bin TL maaşla çalışan mühendis 1000TL alan işçiyi denetliyordu. İşçilere her gün daha fazla çalışmasını emreden mühendis de oradan ölü çıktı.’’ Bu satırlar 19. yüzyılın Viktorya İngilteresi’nden bir dokuma işçisinin satırları değil. Bu satırlar 2014’ün ‘Büyük Türkiye’sinden alınmış satırlar. Sistem kontrol edemediği bir şekilde sakladığı sömürü gerçeğini başka bir dehşetle ortaya çıkarıyor!

Bir Sonuç Denemesi

Yukarıda sıralanan 1+3 momentten (Gezi+Forum, Berkin Elvan, Soma) bugünden bakıldığında şu sonuçlar çıkarılabilir: 1) Gezi sonrasına kalıcı bir örgütsel yapı olmamakla birlikte adına ‘’Gezi Ruhu’’ denilen kalıcı bir psikoloji nin oluşmuş olması. Yani gelişmeleri ‘an itibariyle’ izleyen, sürekli bilincini yenileyen

ancak meselenin çağrı boyutunda her eylemde sokağa gelmeyen bir kesim oluşmuş durumda. 2) Bu kuşağın bulunduğu bütün alanlarda, sesli ya da sessiz, gördüğü bütün olumsuz yönleri kabullenmiyor olması. Bu doğrudan kapitalist sömürüyle ile ilgili olabildiği gibi birlikte mücadele ettiği birisinin küfürlerine karşı da olabiliyor. Bir ihtiyaçtan doğru oluşmamış forumlara katılımın düşüklüğü de böyle görülebilir. 3) Gezi’deki gibi gün boyu süren uzun çatışmaların olmaması. 4) Soma ile birlikte sınıfsal meselelere daha doğrudan yakınlaşma. Peki bu sonuçlar sabit şeyler midir? Elbette hayır. Söylendiği gibi bu sonuçlar bu büyük skalanın farklı kesimlerinde yanlışlanabilme ihtimali barındırıyor. Doğrulanan taraflar da yarın doğrulanmayabilir. Bu sonuçlar yalnızca bir aşağı yukarı iddiası taşıyor. Aslolan şeyi sürekli tekrarlamaktan çekinmemek lazım. o şey de değişen bir kuşağın iradesine omuz verebilmek ve ondan öğrenip ona öğretebilmektir. Çıkarılabilen ölçüde yeni bir kuşağın bilinci böyle şekilleniyor. Yaşamı grinin tonlarından değil kanın en kırmızısından, kömürün en karasından, baharın en yeşilinden öğreniyor.Bir bütün halinde sistem alaşağı edilip sömürüsüz bir dünya kurulana değin de bu böyle gidecek görünüyor. Bunun tarih sahnesinde nasıl gelişeceğini, gelişemezse de neler olacağını bir süreç dizisi içerisinde göreceğiz.

Rıfat KAVAK

Yukarıda sıralanan 1+3 momentten (Gezi+Forum, Berkin Elvan, Soma) bugünden bakıldığında şu sonuçlar çıkarılabilir: 1) Gezi sonrasına kalıcı bir örgütsel yapı olmamakla birlikte adına ‘’Gezi Ruhu’’ denilen kalıcı bir psikoloji nin oluşmuş olması. 2) Bu kuşağın bulunduğu bütün alanlarda, sesli ya da sessiz, gördüğü bütün olumsuz yönleri kabullenmiyor olması. 3) Gezi’deki gibi gün boyu süren uzun çatışmaların olmaması. 4) Soma ile birlikte sınıfsal meselelere daha doğrudan yakınlaşma.

29


Sosyalist Dayanışma / Haziran 2014

Dersim Tertelesi’nden Ermeni Soykırımı’na;

AKP’nin Tarihle Dansı

Fikret KIZILTAN

AKP’nin yapmak zorunda kaldığı bu manevra, elbette tıpkı Dersim konusunda olduğu gibi konunun kamuoyunda tartışılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta Erdoğan “suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddialar” diyerek baştan bir sınır çizmek istese de, daha ileri tartışmalar için ister istemez bir zemin yaratmıştır. Yalnız buradan samimi bir yüzleşme arayanlar bir kez daha yanılacaklar. Erdoğan’ın resmi söylemdeki revizyonu gerçek bir sorgulama ve yüzleşme için kapıyı aralamaktan ziyade, kapının tamamen kırılmasını engellemek için yapılan bir esnemeden ibarettir.

30

B

aşbakan Erdoğan’ın 24 Nisan Ermeni Soykırımını Anma Günü’nde yaptığı açıklamanın, Türkiye devletinin bugüne kadar sürdürdüğü resmi söylemden farklı bir ton içermesi, resmi tarihe ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Erdoğan’ın bir kez daha ezber bozduğuna dair yorumlar yandaş medyada servis edilirken, milliyetçi-ulusalcı çevreler AKP’nin Ermeni tezlerini benimsediğini iddia ettiler. Yandaş medyadaki yorumlara göre AKP, Türkiye’de resmi tarihin inkâr ettiği gerçekleri insani bir perspektifle ele almakta ve güncel siyaseti “normalleştirdiği” gibi tarihi de “normalleştirmektedir.” Gerçekten öyle mi? Başbakan’ın 24 Nisan açıklaması vesilesiyle, AKP’nin Türkiye tarihindeki insanlık suçlarına ilişkin politikası üzerine bir şeyler söylemek gerekli görünüyor. Bu konuda ilk olarak Dersim tartışmasını hatırlayalım. Erdoğan’ın Dersim çıkışı, CHP milletvekili Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözü üzerine Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırmak üzere gündeme gelmişti. Kılıçdaroğlu’nun Dersimli olması Erdoğan için eşsiz bir fırsattı. Tamamen bu motivasyonla meclisteki grup konuşmasında, tek parti döneminde CHP’nin Dersim’de katliam yaptığını bazı belgeleri de göstererek açıklamıştı. Aslında bu yıllardır bilinen bir gerçekti ama ilk defa bir başbakan tarafından dillendiriliyor olması bir anda Dersim meselesini Türkiye’nin gündemine oturtmuştu. Erdoğan böylece hem Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırarak CHP içinde bir tartışma başlatmış oluyor, hem de tüm kesimlerin acılarına sahip çıkan yüce gönüllü bir lider imajı çizmeye çalışıyordu. Erdoğan’ın açıklamasından sonra Dersim günlerce tartışıldı, olumlu bir sonuç olarak konudan habersiz pek çok insan katliam hakkında iyi kötü bilgi sahibi oldu. Ama her şey bu kadarla sınırlı kaldı. Hü-

kümet Dersimlilerin hiçbir talebi ile ilgili en küçük bir adım bile atmadı. Hatta yapımını sürdürdüğü güvenlik barajlarıyla dersim doğasını ve tarihini katletmeye ve Dersim’in kadim kimliği olan Kızılbaşlığı aşağılamaya devam etti. Çünkü Dersim tartışması, Erdoğan için basit bir siyasi manevra konusundan başka bir şey değildi. Dersim açıklamasını tarihi bir adım olarak görenler ve buradan acılarla büyük bir yüzleşme süreci başlayacağını bekleyenler yanıldılar. Konunun kamuoyunda daha fazla konuşulur olması dışında hiçbir şey değişmedi. 24 Nisan açıklaması ise önümüzdeki sene Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılı olması ile doğrudan alakalı. Osmanlı vatandaşı Ermenilerin 1915’de bir soykırıma maruz kaldığı Türkiye dışında bütün dünyada kabul görmüş bir gerçekken, Türkiye’nin insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birisi olan 1915’i bütünüyle inkâr etmesi artık sürdürülebilir bir tutum olmaktan çoktan çıkmıştı. Nasıl ki Kürt meselesinde ünlü “kart kurt” tezleri Kürt hareketinin mücadelesi sonucunda artık savunulamaz hale geldiği için rafa kaldırıldıysa, Ermeni katliamlarının inkarı da artık sürdürülebilir bir söylem olmaktan çıkmıştır. Uluslararası alanda iyice köşeye sıkışan Türkiye devleti, tezlerini revize etmek zorundaydı. Anacak bu revizyon asla soykırımın kabulü anlamına gelmez, aksine eski yaklaşımın daha rafine bir şekilde savunulması olarak görülmelidir. Nitekim Erdoğan “evet o dönemde Osmanlı vatandaşı Ermeniler büyük acılar yaşadı, bundan dolayı üzgünüz, ama Müslümanların da büyük acılar yaşadığını unutmayalım” anlamına gelecek bir söylemle durumu kurtarmaya çalıştı. AKP’nin yapmak zorunda kaldığı bu manevra, elbette tıpkı Dersim konusunda olduğu gibi konunun kamuoyunda tartışılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta Erdo-

ğan “suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddialar” diyerek baştan bir sınır çizmek istese de, daha ileri tartışmalar için ister istemez bir zemin yaratmıştır. Yalnız buradan samimi bir yüzleşme arayanlar bir kez daha yanılacaklar. Erdoğan’ın resmi söylemdeki revizyonu gerçek bir sorgulama ve yüzleşme için kapıyı aralamaktan ziyade, kapının tamamen kırılmasını engellemek için yapılan bir esnemeden ibarettir. Herhangi bir konuda söylenen sözün içeriği hakkında bir hüküm verirken, o sözü kimin ne amaçla söylediği de göz önünde bulundurulmak zorunadır. Bu yüzden Dersim ve Ermeni konularında “yetmez ama evet” benzeri bir tutumdan ziyade ikiyüzlülüğü teşhir etmek ama yine de bu sözlerin edilmiş olmasını bir fırsata çevirerek konuyu gerçek boyutlarıyla ortaya koymak ve mağdurların güncel taleplerinin karşılanmasını istemek alınabilecek en doğru tutum olsa gerek. Örneğin Ermeni sorununa yeni bir yaklaşım getirdiğini iddia edenlerin, en başta Hrant Dink ve Sevag Balıkçı davalarındaki örtbas etmelere bir son vermesi gerekir. Sonuç olarak, Türkiye’de otoriter bir tek parti rejimi inşasına yönelmiş olan AKP’nin tarihi özgürleştirmesi, kendilerinin çok sevdiği ifadeyle “fıtratı gereği” mümkün değildir. Ermeni katliamlarını anarken devletin sorumluluğundan hiç bahsetmeyen, Dersim’i anarken mirasçısı olmakla övündüğü Demokrat Parti lideri Celal Bayar’ın sorumluluğunu örtbas eden AKP, sadece kurnazca politik manevralar yapmaktadır. Bugünü olduğu gibi geçmişi de özgürleştirecek ve hafızalarda yaşamaya devam eden travmalara son verecek olan ezilenlerin ortak mücadelesi olacaktır. Tarihte yaşanmış onca trajediyi ancak bugünün ezilenleri içtenlikle anabilir ve tutsak edilmiş belleği kollarındaki zincirleri kırarak özgürleştirebilirler.


Haziran 2014 / Sosyalist Dayanışma

SODAP 1 Mayıs Değerlendirmesi

“Çürümüş Düzen Halkların İsyanını Engelleyemedi “

Ü

lkemizde siyasi atmosfer her geçen gün değişik boyutlara taşınmaktadır. Özellikle neredeyse mevzi savaşlarına dönüşen bir dönemde geçirilen 1 Mayıs farklı misyonlar taşımaktadır. 1 Mayıs’ı değerlendirirken sadece bir güne sıkıştırmak ya da sadece işçi ve emekçilerin hak elde etmesine yoğunlaştığımızda 2014’e eksik yaklaşmış oluruz. Neoliberal politikaların hızla hayata geçirilmesinde etkin rol oynayan ve bir sistem partisi haline gelen AKP’nin yürüttüğü siyasi çizgiye yönelik tepkilerin birikmesi, Gezi parkında öfke patlamasına dönüştü.Bu öfke AKP öncesinde başlayan kapitalizmin insan hayatını cehenneme çeviren politikaların biriktirdiği ve dayanılamaz hale geldiği noktada ortaya dökülüverdi. Şanlı Haziran direnişinden sonra kitleler sokakları, yaşam alanlarını sınırlayan ve kendi hegemonyası ekseninde yönetmeye çalışan iktidara karşı durmanın dili haline getirdi. Gezi`nin Türkiye siyaseti açısından dönüm noktası olduğu burjuva sınıflarının 1 Mayıs’ta izledikleri pratik adım ve hamlelerden de açıkça ortaya çıkmaktadır. Gezi isyanı ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrası AKP iktidarı sıkça seçimleri adres olarak göstermesi burjuva sisteminin kendi konumunu koruması bakımından son derece kritik öneme denk düşmektedir. Özellikle Ortadoğu’da domino taşı misali başlayan halk ayaklanmaları farklı bir boyutta Türkiye’de de kendini şiddetiyle ortaya koydu. Sistem güçleri sokağın bu denli bir arada duruşu ve de tepki üretmesinin önüne geçmenin yollarını bulmak zorunluluğunu taşımaktadır. Sistemin geleceği ezilenlerin örgütsüzlüğüne bağlıdır. AKP hegemonyası kapitalist güçler açısın-

dan ne kadar gelecek vaat etmese de sokak muhalefetinin gelişmesi onun açısından ciddi tehditler barındırmaktır. Sokağın eritilmesi, yan yana gelişlerin düşürülmesi kapitalist sistemin önünde duran birincil görevlerden biridir. Bu bilinç sistem güçlerini sokak muhalefetine karşı yekpare ezmeyoketme hamlelerini geliştirmeyi dayatmıştır. 1 Mayıs tartışmaları başlar başlamaz AKP kesin kararlarını açıklamaya başladı. Neredeyse tartışmanın sadece Taksim üzerinden yürümesi basit bir yer meselesi değildir. Taksim’in tarihsel anlamı yanı sıra ezilenler tarafından mevzi haline gelmiştir. Düzen güçleri Taksim kararlılığından geri adım atmayanların gücünü zayıflatmak için topyekun bir çalışma başlattığını gördük. Günler öncesinden her basın yayın organında “yasaklar” dizini biçiminde belleklere kazınmaya çalışılan korku paranoyasında 39 bin polis ve 50 TOMA tatbikatları şiddetli bir çatışmaya davet niteliğinde oldu. Taksim’e çıkan bütün yolları trafiğe kesen AKP, kitlelerin çeşitli noktalarda direnişlerini engelleyemedi. Devletin şiddetli müdahalesine karşı sokaklara çıkan halkımız her türlü donanımı ile direniş hamlesini ortaya koymuştur. Bu direniş kendi gücü ve konumlanışı itibariyle son derece anlamlı ve önemlidir. Örgütümüz 1 Mayıs’a kendi tarihsel anlam bütünlüğü temelinde hazırlanmış ve kendini yoksul mahallelerden alanlara taşımıştır. Özellikle İstanbul örgütümüz Beşiktaş, Şişli, Okmeydanı direnişlerinde etkin rol oynamış, direnişin öncü güçleri arasında yer almıştır. Bu direniş günler öncesinde yapılan hazırlıkların ve zulme karşı cüretin yansıması olarak kendini ortaya koymuştur. Üzerine durulması gereken

birkaç noktadan biri de HDP’nin birçok ille birlikte Taksim direnişinde yerini almasıdır. Türkiye finanskapitalinin emekçiler ile önemli bir mücadele gücü olan Kürt hareketinin yan yana gelişini engelleme çabaları bu 1 Mayıs’ında da istediği başarıyı yakalayamamıştır. Kürt hareketiyle birlikte HDP, kendini daha fazla ezilenlerin ortak mücadele alanı olarak sokağın asli gücü haline taşımalıdır. Devletin bekasından yana taraf olanlar Kadıköy ve Kayserinin yolunu tuttular. Özellikle Kadıköy grubu ulusalcıların Taksim için yaptıkları açıklamalar açısından not düşülmesi gereken bir yerde durmaktadır. Ulusalcı cenahın başını çeken faşist İşçi Partisi Taksim’e çıkmak isteyenleri işçi olmamakla ve de terörist olmakla suçladı. Bu tarifleri Gezi isyanında sokaklara çıkanları hedefe alan yaklaşımlar olarak okunmalıdır. Keza bazı güçlere karşı AKP’nin yanında olacaklarını açıklamaları Gezi kitlesini kavramaktan ne kadar uzaklaştıkları ve devlet-ordu geleneklerine sıkı sıkıya sarıldıkları gözlenmektedir. Gezi direnişinin yıldönümü yaklaşırken ezilenlerin öfkesini sokağa taşıyacağız. Örgütümüzün önündeki görev kitlelerde yükselen öfkeyi, örgütlü güce dönüştürmektir. Bu güç soğuktan donarak ölen bebeklerin, kolu makinelere kaptıran çocuk işçileri öfkesidir. Her gün erkekler tarafından katledilen kadınların, geleceği çalınan halklarımızın öfkesidir bu güç. İnançları kimlikleri yok sayılanların öfkesinin adıdır. 1 Mayıs’ta sokağı zapt eden öfkemiz, Gezinin yıldönümünde şehitlerimizle mücadeleyi daha ileriye taşıyacak mevzileri örgütleyecektir.

31


“Sağ olun, siz gençler bağırdıkça ben Mehmet’imi yeniden karşımda görüyorum Ama bugün gördüm ki bir Mehmet kaybettim, binlerce Mehmet Kazanmışım...” Fadime AYVALITAŞ

#gezişehitleriölümsüzdür


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.