Sosyalist Dayanışma Dergisi Ocak 2011 3 Sayı

Page 1

Yumurtanın Açık Ettiği Kürtler Beklemiyor, Kendi Özgürlüklerini Yaratıyor Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

OCAK 2011 YIL: 1 SAYI 3

CHP Sosyal Demokratlaşıyor mu? Ekonomide Kriz Dinamikleri Ve Akp’nin Yalanları Bilgi ve Bilinç “Alevilerin Gönlünde Yatan Deniz Gezmiş Solculuğu” Üniversiteli Gençlik Yeniden Sokaklarda

“2008 Kuşağı”nın Ayak Sesleri… Kesk’te Yaşananlar Üzerine Düşüncelerimiz Liseli Direnişçi Gençlik Nedir? Ne İçin Mücadele Eder?

İşçileri, emekçileri yoksulluk içinde süründürür... Hak isteyen gençleri yerlerde süründürür... Kürt Sorununda çözümü süründürür...

“AKP DEMOKRASİSİ” SÜRÜNDÜRÜR...

ÖZGÜRLÜK SOKAKTA İSYANLA BÜYÜR!

Abd’nin Gerilim Politikası, Nato Zirvesi ve Türkiye “21. Yüzyıl Sosyalizmi” Tartışıldı Erkek ve Devlet Şiddetine Karşı Nerede Duruyoruz? Yeni Yıla Umutla Girenler


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

AKP SALDIRILARINA KARŞI MÜCADELEYİ BÜYÜTELİM! 1 ay gecikmeyle de olsa yeniden buluşmak hepimize heyecan veriyor. Bu son iki aya AKP’nin toplumun farklı kesimlerine yönelik saldırıları damgasını vurdu. NATO zirvesinde “sıfır sorun” istenen İran’a karşı füze kalkanına yataklık yapmayı kabul etmek zorunda kalan, perde arkasında İsrail ile barışabilmenin kanallarını zorlayan, açığa çıkan Wikileaks belgeleri ile zorlanan hükümet hıncını yine toplumun ezilenlerinden çıkarmaya çalışıyor. İçi boş, anlamsız bir demokrasi edebiyatı ortalığı kaplamışken sosyal sorunlarımızın hiçbirisi çözüm yoluna sokulabilmiş değil. Demokratik Toplum Kongresi’nin iki dilli toplum ve demokratik özerklik projesi çözümün somutlanması için önemli bir imkân ortaya koyuyorken Başbakan’ın tekçi naraları yine ortalığı kapladı. Üniversite gençliği taleplerini dillendirmeye çalışırken ayaklar altına alındı, Kadınlar 25 Kasım’da da erkek şiddetinden öldürülmeye devam ettiler. Torba Yasa işçilikten köleliğe dönüşün yolunu yapıyor. 10 trilyona daire satan AKP’li Sapphire müteahiti, aylardır işçilerin maaşını ödemiyor.

Sosyalist Dayanışma Aylık Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 3 Ocak 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Estet Matbaacılık Adres: Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı- İST Tel: 0212 565 17 74

AKP borazanları aptalca bir iyimserlik zokasını hepimize yutturmaya çalışıyor. En bomba başlık ise hiç kuşku yok Alice Harikalar Diyarında’nın Ilımlı İslam yorumu Zaman gazetesinden geldi: “İşsizlik ödentisi 1500 lira olacak” Çalışana 650 lira asgari ücret, işsize 1500 lira. Artık gülemiyoruz bile ama yalakalığın bu kadarına iğrenerek bakabiliyoruz. “Ömer Laçiner’in demokratik devrim’i bu mu” diye anlamaya çalışıyoruz. 6 ay sonra seçimler var. En önemli meselemiz halkın cephesini, 3. Cephe’yi bir alternatif haline getirebilmek. Ancak 3. Cephe tüm toplumun meselelerini kucaklayan bir mücadele hattı ile büyüyebilir, halka güven verebilir. Dolayısıyla dergimiz farklı toplumsal öznelerin mücadelelerinin değerlendirilmeye çalışıldığı yazılar içeriyor. Umarız sağlıklı tartışmalara ve kararlı tutumlara yol açacak şimşekler çaktırabiliriz. SODAP, geçtiğimiz günlerde çok verimli bir panele imza attı. “21. Yüzyılda nasıl bir sosyalizm” meselesini tartışabilmek için önemli bir mesafe kat etmiş olduk. Dergimizde söz konusu panelin geniş bir çözümlemesini bulacaksınız. Yeni yılda daha büyük isyan meydanlarında buluşabilmek dileğiyle….


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

YUMURTANIN AÇIK ETTİĞİ

L

iberal solcularımız öve öve bitiremiyorlar ama öğrenci gençliğin yükselttiği son mücadele dalgası AKP’nin ikiyüzlü özgürlük ve demokrasi anlayışının çok açık bir teşhirini ortaya koymuş oldu. Bu anlayışın özünü Başbakan’ın sanatçılarla düzenlediği “açılım” toplantısına katılan Şener Şen’in yorumu çok net ifade etmiş : “Başbakan ile demokratik açılım görüşmesinde görüşlerimizi almadılar. Biz onları dinlemeye gittik. Dinledik, bir şey anlayamadık” AKP, toplumun tüm kesimlerine böylesi bir çerçevede yaklaşıyor. Anlattıkları masallara herkesin inanmasını bekliyorlar. Sürekli zamanında ne kadar mağdur edildiklerinden bahsediyorlar. Erdoğan geçtiğimiz ay içerisinde imam hatipli kardeşleriyle yaptığı buluşmada zamanında nasıl dışlandıklarını, “beyaz Türkler” tarafından nasıl ellerinin tersleriyle itildiklerini, geceleri nasıl için için ağladıklarını anlatıverdi. Türkiye tarihini iyi bilmeyenler imam hatiplileri belki de ülkenin en mağdur edilen kesimi zannedebilirdi o konuşmayı dinledikten sonra. Fakat aynı Başbakan karşısında her ağladığında ağlamayan, her dediğini avuçları patlarcasına alkışlamayan kesimlere karşı hiç de benzeri bir empati içinde olmuyor. Yargı sürecine müdahalesini kendi tabanı nezdinde daha da meşru hale getirebilmek için “dededen talimat alan hâkimler” metaforunu kullanması, Başbakan’ın Aleviler için örneğin benzer bir ruh halinde olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Yine yumurta atan gençlerin hızlıca “patolojik vaka, örgütlü, şiddet düşkünü” durumuna getirilmesi için de çok uğraşmaları gerekmedi. Öğrenciler Şener Şen durumuna düşmek istememişlerdi. Kendini ifade etmek, sorunlarını ortaya koymak, kızgın olduğunu karşısındakine anlatabilmek aslında herkesin en doğal hakkıdır. Gülen cemaatine üye olmanın devlet nezdinde en büyük prestij kaynağı olduğu böyle bir dönemde, solcuların hala “örgüt militanı, kadrolu eylemci” denerek toplumdan izole edilmeye çalışılması komik olmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler zaten en başta fark-

lı düşünenler içindir. Alttakilerin, ezilenlerin kendisini ifade edemediği, hayatını birebir ilgilendiren konularda taraf olamadığı, eylem ve müdahale haklarının her koşulda kriminalize edilmeye çalıştığı bir rejime, baskı ve hegemonya biçimleri ne kadar rafine olursa olsun demokrasi denemez. Örgütlü olarak kendi hayatına sahip çıkmanın tedirginlik verici bir şeymişçesine sergilenmesi nasıl bir demokrasi algısının ürünüdür. Ömer Laçiner bu sorunun cevabını bizlere anlatmalıdır. Burada yeri değil ama askerin hegemonyasının zayıflaması ve vesayet rejimindeki gevşeme salt AKP’ye atfedilemeyecek bir çok etkenin bir sonucudur. Bu etkenlerden belki de

sı talebine dönük defans bütün güçle sürdürülüyor. Kürtlerin Demokratik Özerklik talepleri “Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü”. Kamu çalışanlarına grev hakkı verilemez. Kadınların eşitlik talepleri gerçekçi değil ve kadının gerçek rolü ailesine kol kanat geren, en az 3 çocuklu annesi. Yumurta atan çocuklar Ergenekon, boykot diyen solcular Karargah bağlantılı. Ortada böylesi bir tablo varken neden hala birileri demokrasi masallarını yutmaya bu kadar meraklı? Burada AKP’nin toplumun geniş kesimleri üzerinde kurmuş olduğu hegemonyanın yansımalarını görmemek hata olur. AKP rıza üretme

seçimlere kadar bu sahte demokrat çehrenin altındaki gerçek yüzün ortaya çıkması ihtimali ne kadardır? Bu dönemde en önemli rolü Kürt hareketinin oynayacağı açıktır. Demokratik özerklik projesi, AKP’nin aslında bir Kürt açılımına sahip olmadığını bir kez daha ortay koydu. AKP, Türkiye’nin tüm köklü meselelerini Erdoğan ağlamaları ile çözebileceğini sanıyor ama her seferinde gerçekler yüzlerine acı bir biçimde vuruluyor. Kürt milletvekilleri mecliste Kürtçe konuşamazsa, anadilde eğitim bir biçimde başlamazsa, Türk yerine Türkiye kullanılır hale gelmezse Kürt sorunu nasıl çözülebilir? Bunun tek yolu PKK’nin tasfiyesidir. Bunun rutin

en birincisi askerin tüm inisiyatifi eline alarak yürüttüğü mücadeleye rağmen Kürt hareketini tasfiye etmeyi becerememesidir. Son 30 yılın ülkemizdeki en önemli demokrasi dinamiği olan Kürtlerin kitlesel ve örgütlü özgürlük mücadelesi askeri anlamda yenilmemeyi, siyasal alanda da zeminini güçlendirmeyi başarmıştır. Asker 12 Eylül’de finans kapitalin altından geçeceği zafer takını kurabildiği için siyaseten de olağanüstü güçlendi fakat görülen odur ki önümüzdeki yıllarda daha farklı bir iktidar bileşimi ile karşı karşıya kalacağız. Askerin gerilemesini AKP’nin muazzam bir başarısı olarak algılayan güçler ona hak etmediği bir özgürlükçü rol biçmeye devam ediyorlar. Fakat bu demokratikleşme çerçevesi AKP ve finans kapital tarafından çizilen bir demokratikleşme. Bu çerçevede Kürtlerin, kadınların, gençlerin, Alevilerin, işçilerin taleplerine düzenin temel parametrelerini sorguladığı müddetçe yer yok. Zorunlu din derslerinin kaldırılma-

mekanizmalarını, geniş toplumsal zemini aracılığı ile daha etkin bir biçimde kullanabiliyor. İslami söylem, muhalif unsurları “öteki” olarak gösterebilme noktasında AKP’ye çok geniş imkânlar sunuyor. Düzen siyasetçilerinden hiçbiri, Demirel dâhil, bu konuda bu kadar güçlü bir ele sahip değildi. Yıllarca marjinal kalmış sol unsurlardan bir kısmı, bu “kalabalık” tabanlı ve “halk” dili konuşan ve askere karşı pozisyon alan tarzdan çok etkilendiler ve etkilendikçe bu kesimin ideolojik aygıtlarının bileşeni haline geldiler. Artık topluma AKP’nin duruşunu sol jargonla anlatabilen ve doğru solculuğun patentini almış bir AKP solu var karşımızda. Bu kesimin, en azından bazılarının kafasını bu kadar karıştırabilmesinde ulusalcı hareketin, Kerinçsiz modeli bir faşizan linç hareketine evrilmesinin ve bunun yarattığı dehşetin de büyük payı var tabi. AKP’nin oynadığı ve hepimizin yutmasını beklediği tiyatro aslında hiç de inandırıcı değil. Önümüzdeki

içerisinde başarılabilmesi ise imkansızdır. Sıcak paraya yaslanan büyüme dalgası gençlere güvenceli bir gelecek sunacak işler yaratamıyorsa gençlerin öfkelerini ortaya koymaları daha ne kadar ötelenebilir? Alevilerin bu kadar çaba sonrasında zorunlu din derslerine daha ne kadar tahammül etmesi beklenebilir? İşçiler Torba Yasa adı altında daha esnek koşullarda çalıştırılmayı daha ne kadar zaman sessiz sedasız kabul edebilir? “12 Eylülcüler yargılanacak” heveslerinin üzerine bir bardak su içirilenler bu zokayı daha kaç kere yutar? AKP, postmodern düşünürlerin bahsettiği hiper-gerçeklikler çağının iktidar partisi. Hepimiz bu Matrix’in içine hapsedilmeye çalışılıyoruz ama oyunun dışına kendini atanların sayısı da her geçen gün daha da artıyor. Bu 6 ay çok şeylere gebe… İşte yumurtaların açık ettiği en önemli gerçek budur.

3


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

KÜRTLER BEKLEMİYOR, KENDİ ÖZGÜRLÜKLERİNİ YARATIYOR Zeynep KORU

K

ürt Özgürlük Hareketi, ateşkesin bitiş tarihini 1 Kasım 2010’dan, genel seçimlerin yapılacağı Haziran 2011’e kadar uzatmıştı. Devletle yürüyen görüşmelerinin son süreçte geldiği aşamayı ise “diyalog aşamasından müzakere aşamasına gelindiği” şeklinde ifade etmişti.

Tasfiyede ısrar: “Tek dil, tek tarih, tek millet…”

“AKP’nin seçimlere kadar sorunsuz, gerilimsiz bir ortam istediğini, derdinin Kürt Sorunu’nu çözmek olmadığını gören Kürt Özgürlük Hareketi, oyalama taktiklerini boşa düşüren hamleleriyle bekleme sürecinde olmadığını gösterdi.”

Çok kısa süre içerisinde görüldü ki, AKP Hükümeti’nin “Kürt Sorunu” çerçevesindeki tasfiyeye dayalı politikasında bir değişiklik yok. Stratejisi aynı; “tek dil, tek tarih, tek millet”. Kürt Özgürlük Hareketi’nin, “anadilde eğitim,” “anadilde savunma,” “yerleşim adlarının iki dilde ifade edilmesi” konularındaki isteklerine, hükümet bu stratejiyle yanıt veriyor. 17 Aralık 2010’da yayınlanan Abdullah Öcalan’ın avukat görüşmelerindeki “Tayyip Erdoğan, diyalog geliştiriyor ama yaptıklarıyla da tasfiyeden öteye gitmiyor” ifadesi bu durumu vurguluyor. Yine bu görüşmede Öcalan, “Mart’a kadar çözüm geliştirilmezse aradan çekileceğini ve gerillanın savaşı yükselteceğini” belirtiyor. Seçime dönük hesapların yapıldığı bu dönemde, hükümetin süreci belirsizliğe sürükleyen, oyalama, aldatma, etkisizleştirme ve tasfiye politikalarına dikkat çekiyor. Kürt Halkı’nın iradesini ortaya koymasına yönelik vurgular yapıyor.

Kürt Özgürlük Hareketi, “oyalama oyununu” bozuyor

Ateşkese rağmen işler hiç de AKP’nin istediği rotada gitmemekte. AKP’nin seçimlere kadar sorunsuz, gerilimsiz bir ortam istediğini, derdinin Kürt Sorunu’nu çözmek olmadığını gören Kürt Özgürlük Hareketi, oyalama taktiklerini boşa düşüren hamleleriyle bekleme sürecinde olmadığını gösterdi. Bütünlüklü, kararlı, tutarlı, iradeli bir tavırla, çözüme dönük olarak ne istediğini dile ge-

4

tiriyor ve hatta isteklerini kendi öz güçleriyle yaşam bulduruyor. Bu hamleler karşısında AKP sıkışıyor, bocalıyor, çaresizleşiyor ve hırçınlaşıyor.

AKP: “Özerklik ve iki dil demokrasiye suikast teşebbüsüdür”

17-18 Aralık tarihlerinde Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) Diyarbakır’da gerçekleştirdiği “Demokratik Özerklik Çalıştayı”ndan sonra, AKP, “özerklik ve iki dil demokrasiye suikast teşebbüsüdür” yorumunu getirdi. Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in çağrısıyla, Çalıştay’a yönelik soruşturma açıldı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Barış ve Demokrasi Partisi’ni (BDP) ka-

patmak için harekete geçti. Genelkurmay, “üniter yapının korunması konusunda taraf olduğunu” vurgulayan 17 Aralık tarihli bir bildiri yayınladı. Hükümetle Genelkurmay arasında 23 Aralık’ta “olağan dışı terör zirvesi” yapıldı. Terör zirvesinden sonra sınır bölgelerinde askeri hareketlilik arttı.

Demokratik Özerk Kürdistan

“Demokratik Özerklik,” Kürt Özgürlük Hareketi için yeni ortaya çıkmış bir proje değil. 2007 yılından beri gündemlerinde olan, son 3 yıldır da olgunlaştırdıkları

bir program. Kürtler, beklemeyeceklerini, tasfiyeye karşı kendi çözümlerini kendileri yaratma iradesini sergileyeceklerini, özgürlük alanlarını genişleteceklerini ve örgütlenmelerini buna göre inşa edeceklerini uzun zamandır dile getiriyorlar. Şimdi bütün bunları “Demokratik Özerk Kürdistan” formülasyonuyla kamuoyuna ilan ettiler. Demokratik Toplum Kongresi, bu hedeflerini şu şekilde tarif etti: “Demokratik Özerklik, Kürdistan toplumunu siyasal, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi şeklinde sekiz boyutlu örgütleyerek siyasi irade yapıp Demokratik Özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir.”

“Genel seçim, Kürt Halkı için bir Anayasa seçimidir”

BDP ve DTK, hazırladıkları yeni Anayasa taslakları ile bu hedeflerini ete kemiğe büründürüyorlar. Demokratik Özerkliği, “yeni Anayasa” talebiyle savunacaklar. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da, genel seçimlerin kendileri için bir “Anayasa seçimi” olacağını, yeni bir Anayasa taslağı ile seçime gideceklerini ve bu konuyu çalışmalarının merkezine alacaklarını ifade etti. BDP, sadece parti olarak tek başına değil, sosyalist örgütlerle ittifak içerisinde, seçim sonrası süreci de içerecek


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

şekilde, bir kampanya hedeflemekte.

Ekonomi başlığı: “Liberallerle yol ayrımı…”

“Demokratik Özerk Kürdistan” inşasına yönelik olarak yapılan Çalıştay’a katılan Türkiyeli liberal, sol, sosyalist aydınlar, kendi durduklara yere göre farklı yo-

da verdiler. Taraf gazetesi hemen Çalıştay sonrasında Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’yla –referandumda “evet” oyu vereceklerini deklare etmişti- bir röportaj yaptı. Ensarioğlu da “Demokratik Özerklik Kürtlerin asıl talebi değil” derken sanırız zengin Kürtleri kastediyordu… Kürtlerin özgür-

lerin buradaki iradesi belirleyici olacaktır.

Öz savunma güçleri

Bir diğer kritik başlık da “öz savunma” konusu. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, geliştirilmeye çalışılan öz savunmanın daha çok toplumsal düzeni muhafaza etmek ve toplumun kendisini savunması amaçlı olduğunu ifade etti. Bu başlığın ilk elden yarattığı çağrışımlar, devletin epeyce tüylerini diken diken eder nitelikte. Genel mantığının ortaya konulmasından öteye, öz savunmanın somut uygulanışının ne şekilde olacağının da henüz açık tarifi yapılmadı. Bu konuda süreç içerisinde atılacak adımlar da oldukça tartışma ve gerilim yaratacak gibi görünmektedir.

Türkiyeli sosyalistlerle “stratejik ittifak”

rumlar geliştirdiler. Özerklik konusuna “anti-kapitalist” bir nitelik kazandıracak en önemli başlık olan “ekonomi” gündeminde ise aralarında bir yarılma yaşanması kaçınılmaz. “Herkesin kendi işinin ve işyerinin emekçisi olduğu, kadın istihdamına öncelik veren, azami kârı hedeflemeyen, kullanım değerini esas alan, anti tekelci, eşitlikçi, dayanışmacı bir ekonomik sistem hedeflenmektedir” şeklinde tarif edilen bu başlıkta, liberaller Kürtler’den yana taraf olmayacaklardır ve bunun sinyalini Çalıştay’da yaşanan tartışmalarda

lük mücadelesi somutluk kazandıkça, hem Kürtler arasındaki sınıfsal hesaplaşma kaçınılmaz bir şekilde yaşanacak, hem de liberal aydınların özgürlük anlayışlarının sınırı açığa çıkacaktır. Kürtler açısından Demokratik Özerkliğin en kritik başlığı, ekonomi boyutunun inşasıdır. “Anti tekel karakterde, küçük işletmelere dayalı” denmesine rağmen “nasıl olacağı belirsiz” bir modelle yüz yüzeler. Klasik sosyalist ekonomiyi de savunmuyorlar. Henüz bu projeyi olgunlaştırmadıkları için kendilerini zorlayacak bir süreçle karşı karşıyalar. Yoksul Kürt-

Diğer yandan Kürt Özgürlük Hareketi, geçmiş bir döneme kıyasla daha fazla yüzünü Türkiyeli sosyalist örgütlere dönmüş durumda. Daha yoğun ve daha farklı bir ilişkilenme içerisinde. Türkiyeli sosyalist örgütlerle yapılan her görüşmede “stratejik ittifak”ın tarihsel önemini vurguluyorlar. 19 Aralık Cezaevi Katliamı’nın yıldönümünde ilk defa Kürt illerinde ses getirici, militan eylemler yaptılar. “Maraş Katliamı”nın yıldönümünde Kandil’den bir açıklama yayınlandı, “Katliamın sorumlularından hesap sorulacak” şeklindeki ifadeler açıklamada yer aldı. Hem daha önce gündemleştirmedikleri bu konularla ilgili kendi içlerinde duyarlılık yaratıyorlar, hem de Türkiyeli sosyalistlere devrimci bir zeminden el uzatıyorlar. Kürt sorununda tasfiyeye dayalı stratejinin tam anlamıyla iflas ettiği, bütün oyalamaların, ertelemelerin sonuna gelindiği tarihsel nitelikte bir eşik noktasındayız. Bu momentte Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzanan kardeş elin sıkıca tutulması da yine tarihsel bir görev olarak Türkiyeli sosyalistlerin önünde durmaktadır.

“Kürtlerin özgürlük mücadelesi somutluk kazandıkça, hem Kürtler arasındaki sınıfsal hesaplaşma kaçınılmaz bir şekilde yaşanacak, hem de liberal aydınların özgürlük anlayışlarının sınırı açığa çıkacaktır.”

5


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

CHP Sosyal Demokratlaşıyor mu? Fikret KIZILTAN

O

lağanüstü Kurultayla birlikte CHP’de Kılıçdaroğlu dönemi fiilen başlamış oldu. Ancak seçime kadar Kılıçdaroğlu’na “vekâlet” veren delegelerin yaklaşık yarısının, ona en yakın isim olan Güresel Tekin’e oy vermemesi parti içi muhalefetin güçlü bir mesajı oldu. Deniz Baykal ve Önder Sav şimdilik pusuda beklemeye devam etse de, önümüzdeki seçimde Kılıçdaroğlu, CHP’nin oylarında beklenen artışı sağlayamazsa kartlar yeniden dizilecektir. Kılıçdaroğlu kurultay konuşmasında Baykal döneminin devletçiulusalcı yaklaşımına karşı siyaseten daha liberal ve sosyal politikayı öne çıkaran bir duruş sergiledi. Kılıçdaroğlu CHP’sinin milliyetçilikte MHP’yle yarışan Baykal-Sav CHP’sinden daha olumlu bir noktada durduğu bir gerçek. Ancak Kurultaydaki 68 ve Che vurgusunun gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi yok. CHP devrimci mi değil mi so-

SODAP, 19 Aralık Katliamını Lanetledi

"İçerde, Dışarda Hücreleri Parçala!"

SODAP, 19 Aralık Pazar günü Nurtepe'de gerçekleştirdiği eylemle 10. yıldönümünde 19 Aralık katliamını lanetledi, kahramanca direnerek şehit düşen devrimci tutsakları andı. Saat 16.00’da Nurtepe Cemevi önünde bir araya gelen SODAP'lılar, "19 Aralık Katliamını Unutmadık" yazılı pankart açarak yürüyüşe geçti. Bir süre ara sokaklarda yüründükten sonra eylem Sokullu Caddesi üzerinde devam etti. Yürüyüş boyunca "Yaşasın 19 Aralık Direnişimiz", "Devrimci İrade Teslim Alınamaz", "İçerde, Dışarda Hücreleri Parçala", "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganları atıldı. Eyleme, “Dev-Nurtepeliler” taraftar grubu ve mahalle halkı da katılarak destek verdi. Cadde üzerinde devrim şehitleri anısına gerçekleştirilen saygı duruşunun ardından bir açıklama yapıldı. Açıklamada, dönemin başbakanı Ecevit'in katliamdan hemen önce sarfettiği “Cezaevleri sorunu çözülmeden IMF programı uygulanamaz” sözleri hatırlatılarak, “Bu katliam, halklarımızı sefalete sürükleyen uygulamalara uygun zemini hazırlamak amacıyla yapılmıştır. Dolayısıyla bu saldırı tüm halklarımıza yöneliktir” dendi. SODAP ayrıca 18 Aralık Cumartesi günü saat 17.00’de Okmeydanı'nda da bölgedeki diğer devrimci kurumlarla birlikte 19 Aralık anması gerçekleştirdi. Sodaplı gençlerin Avcılar Yeşilkent, İncirtepe, Esenyurt Merkez ve Bağlarçeşme mahallelerinde 19 Aralık katliamına dönük duvar yazılamaları yaptıkları görüldü.

6

rusu bizim için abes. Ama en azından geçmişinde sosyal demokrat bir damar barındıran bu partinin, yeniden sosyal demokrasiye ne kadar yaklaştığını tartışmaya ihtiyaç var. Değerlendirmemize sosyal demokrat sıfatının “demokrat” kısmıyla başlayalım AKP’ye karşı demokrasi vurgusu yapan ve salonda “faşizme karşı omuz omuza” sloganlarıyla desteklenen Kılıçdaroğlu’nun, ülkenin en temel demokrasi sorunlarını adeta geçiştirmesi hiç de “demokratça” bir tutum olarak görülemez. Türkiye’nin en büyük demokrasi sorunu olan Kürt sorununu ekonomik soruna indirgeyen yaklaşımın bu kurultayda da aynen devam ettiğini gördük. Kürt halkının, Kürt siyasi hareketinin kültürel ve siyasi taleplerinden hiç söz etmeyen Kılıçdaroğlu’nun çözüm önerisi, bölgede fabrika açmaktan ibaret. Bunun Tayyip Erdoğan’ın “makarna politikasından” ne farkı var? Kürt halkı fabrika ve makarnadan önce kimliğinin tanınmasını istiyor. Kılıçdaroğlu ülkenin diğer önemli demokrasi sorunu olan Alevi sorunu ile ilgili de bir şey söylemedi. Laiklik konusunda Baykalcı dönemin anti-şeriatçı histerisinden uzaklaşmış olması olumlu olsa da, gerçek laiklik için diyanetin devlet bünyesinden çıkarılması gibi talepleri CHP’den hiç duyamayacağız anlaşılan. CHP yıllardır Alevilerden oy almasına rağmen, demokratik Alevi hareketinin bu temel talebini, yani diyanetin devlet bünyesinden çıkarılmasını meclisteki partilerden sadece BDP savunuyor. Demokratlığın herhalde en önemli göstergesi aşağıdan gelen talepleri, toplumsal hareketleri muhatap almaktır. Yukarıdan vaatlerde bulunarak, hatta vaatte bile bulunmadan “hallederiz” diyerek oy istemek devlet aklını yeniden üretmekten başka bir şey değildir. Kısacası CHP demokratlık konusunda, devlet geleneğinin içinde top çevirmeye devam ediyor ve sistemin otoriter yapısına karşı ciddi bir reform önerisine sahip değil. Gelelim denklemin “sosyal” kısmına…

Kılıçdaroğlu sosyal politikaya ilişkin onlarca vaatte bulunsa da çok temel bir meselede, kaynak meselesinde “Benim adım Kemal” demekle yetindi. Oysa “kaynağı nereden bulacaksın” sorusunun cevabı bellidir; zenginlerden. Gelir eşitsizliğinin son derece yüksek olduğu Türkiye’de sosyal demokrat bir politika uygulayabilmenin yolu sermayeyi ve serveti daha fazla vergilendirmekten geçer. Bu, sosyal demokrat olmanın asgari gereğidir. Oysa Kılıçdaroğlu, titizlikle hazırladığı PM bileşimine iş dünyasından isimleri de koymayı ihmal etmeyerek sermaye kesimine sıcak mesajlar vermek peşinde. Bir yandan sermayeyi ürkütmeme, diğer yandan yoksullara şirin görünme çabası Kılıçdaroğlu’nun inandırıcılığını zayıflatıyor. Yoksulluğun yok edilmesi ancak kapitalizmin aşılmasıyla mümkün olabilir. Ama kapitalizmin içinde zenginden daha fazla alıp yoksula vererek eşitsizliği azaltmak da mümkündür ki, buna sosyal demokrasi diyoruz. Büyük sermayeyle uzlaşık duran ve neo liberalizmi tutarlı bir şekilde karşısına almayan CHP’nin bu çizginin oldukça uzağında olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonuç olarak Kılıçdaroğlu, kurultay salonu çok radikal imgelerle süslenmiş olsa da, egemen siyasetin kırmızı çizgilerini hiç zorlamayan bir konuşma yaptı. 80 küsur yıllık bir parti olmakla övünen CHP’nin konu Kürt sorunu olunca “üzerinde çalışıyoruz” demesi gerçekten komik. Aslında politikasızlığın, daha doğrusu egemen politikaya harfiyen uyarken sanki öyle değilmiş gibi bir izlenim yaratma çabasının ürünü. Sosyal politikalar için kaynak sorulduğunda “Benim adım Kemal” demesi de başka bir gerçeğin üzerini örtmekten ibaret. Sosyal politikaları gerçekleştirmek için sermaye ve serveti daha fazla vergilendirmek gerektiği gerçeğinin… CHP faşizan duruşundan biraz çark edip daha liberal (siyasi anlamda) bir çizgiye yaklaştı diye 68 ruhunu kuşandı demek abes. 68 bambaşka bir şeydi… Sosyal demokrat olmak konusunda ise, daha alması gereken çok yol var.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

EKONOMİDE KRİZ DİNAMİKLERİ VE AKP’NİN YALANLARI Ozan EGELİ

AKP

hiç kuşku yok ki son dönemde en fazla ekonomideki “başarıları” ile imaj geliştirmeye çalışıyor. ABD’nin 2008 krizinin etkilerinden kurtulamadığı, ikinci dip riskinin oldukça yüksek görüldüğü, Avrupa’da Yunanistan ve İrlanda’nın ardından İspanya ve Portekiz’in de batacağı konuşulurken Türkiye’nin yüksek büyüme oranlarına dönmüş bulunması büyük başarı olarak gösteriliyor. Düzen adamlarının çok klişeleşmiş bir “bu filmi önceden görmüştük” yaklaşımı vardır. Türkiye halkı açısından da böylesi yüksek büyüme oranlarının arkasının tufan olduğuna dair çok önemli bir deneyim birikmiş durumdadır. Bu tarz büyüme dönemlerinin “hormonlu büyüme” olarak isimlendirilmesi boşuna değildir. Çünkü büyümenin en önemli özelliği kısa dönemli sıcak para hareketleri tarafından finanse edilmesidir. Türkiye ekonomisinin bünyesel zafiyetlerinin çok belirgin iki işareti bulunmaktadır. Bunlardan birincisi çok yüksek büyüme oranlarının dahi işsizlik oranlarında çok büyük inişlere yol açamamasıdır. İşsizlik krizin derinleştiği dönemlere göre düşüyor gibi görünse de %10’un oldukça üzerinde kemikleşmiş bulunmaktadır. Bu durum genel olarak istihdam edilen nüfus oranının dünya ülkelerinin bir çoğuna göre oldukça düşük olmasına rağmen böyledir. Özellikle genç nüfus açısından işsizlik kabul edilemeyecek kadar yüksektir. Büyümenin olası olumlu etkilerinin toplumun geniş kesimlerine yansıyabilmesi ancak istihdam edilen nüfusun oranının artması ile mümkündür. Bu gerçekleşmediği durumda ise büyümenin getirdiği bedeller çeşitli biçimlerde alt sınıf-

lara ödetilirken, oluşan nimetler finans kapital tarafından toparlanmaktadır. Dünyada istihdamın nüfusa oranı en düşük ülkelerden biri Türkiye’dir. Yine çalışma saatlerinin en uzun olduğu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ve yine Türkiye milli gelirine oranla Dünya’da en fazla dolar milyarderi bulunduran ülkedir. Bu sonuçların birbirlerinden kaynaklandığı gerçeğine kimse gözlerini kapatamaz. İkinci zafiyet ise ülkenin büyümesinin kendi kaynakları ile finanse edilememesidir. Türkiye ekonomisi ne zaman büyüyor görünse cari ve dış ticaret açıkları büyük oranda artmaktadır. Cari açığın karşılanabilmesi ise büyük miktarda sıcak paranın ülkeye girmesi ile mümkün olabilmektedir. Sıcak paradan kasıt ülkeye sadece kısa vadeli yüksek getiri için gelen ve ilk sıkışıklıkta ülkeyi terk eden finansal sermayedir. Bu paranın ülkeye çekilebilmesi ise çok yüksek faiz oranları ile mümkün olabilmektedir. Başbakan her yerde “borçlanma faizlerini düşürdük” diye şişinse de Türkiye, sıcak paranın en fazla faiz gelir elde ettiği beş ülkeden beridir. Ülkeye giren sıcak para, dövizi ucuzlatmakta lirayı pahalılaştırmakta, dolayısıyla ara mallarının ithal edilmesini avantajlı hale getirmektedir. Dolayısıyla içeride ara malı üretimi büyük oranda düşmektedir. Bu durum büyümenin istihdam çarpanını düşüren en önemli etkendir. Büyüme süreçlerinde ihracat hızla atmakta fakat dış ticaret açığı ve cari açık daha da büyük hızlarla artmaktadırlar. Dolayısıyla büyümenin devam edebilmesi ancak sıcak para akımının ülkeye girişinin kesintiye uğramamasına bağlıdır. 2008 krizinin Türkiye’ye etkileri de böyle ortaya çıkmıştı. Merkezler sermayelerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda merkez ülkelere yönlendirince ülke cumhuriyet tarihinin en büyük küçülmesi ile karşı karşıya kalmıştır. İhracatın dinamo sektörleri olan otomo-

tiv ve makine imalatının ithal ara mala en bağımlı sektörler olması da bu trendlerle uyumludur. Türkiye sermayesi 2008’e girerken 2 büyük avantaja sahipti. Türkiye’de finansal sektörün balonu 2001’de devasa bir krizle patlamış, sonrasında Derviş’in uyguladığı neo-liberal uyum programı çerçevesinde yeni bir balon oluşumunun engellenmiş olmasıdır. 2008 krizinde bankaların açık pozisyonları denetim altındaydı dolayısıyla bankalar fazla sıkıntı yaşamadılar. Sermayenin ikinci büyük avantajı ise işçi sınıfının geniş kesimlerinin örgütsüz olması, örgütlü olan kesimlerin ise sendikal bürokrasinin denetimi altında olmasıdır. Bu durum kriz koşullarında oluşan iş yoğunluğunun norm haline gelmesi, iş gününün uzaması ve artı değer oranlarının artmasıdır. Ayrıca son Torba Yasa örneğinde olduğu gibi devlet, sermayeyi destekleyecek yasal düzenlemeleri büyük bir rahatlıkla gerçekleştirebilmektedir. Sıcak para girişinin sürekliliğine bağlı olan bir ekonominin ne zaman nasıl bir açmaz ile karşı karşıya kalacağı belli olmaz. Önümüzdeki dönemde merkez ülkelerde krizin ikinci bir dip yapması, Türkiye’ye dönük sermaye hareketlerini yeniden tersine çevirebilir. Bu ise hem iç talebin hızla düşmesine hem de cari açığın finanse edilememesine yol açar. İthalat ve ihracat hızla düşer, durgunluk geri gelir. Politik gelişmeler de bu momentte büyük ekonomik etkiler yaratabilir. Erdoğan yumurta olayları ile ilgili değerlendirme yaparken atılan yumurtaların borsayı düşüreceğinden dert yandı. Borsa’nın sıcak paranın en önemli konağı olduğu ve %70’inin yabancı sermayenin elinde olduğu biliniyor. Söz konusu gençlik eylemleri sonrasında hükümetin neredeyse teyakkuza geçmiş olmasının nedeni, olası bir sosyal hareketlenmenin yaratabileceği ekonomik

etkilerden çekinilmesidir. AKP seçimlerin olacağı Haziran ayına kadar ekonomide bir kriz istemiyor. Dolayısıyla olumsuz etkenler mümkün mertebe ötelenmeye çalışılmaktadır, fakat bu suni dengenin de sonsuza kadar sürdürülebilmesi mümkün değildir. Burada bir parantezi de bankalara açmak gerekiyor. Bankalar şu anda hiç kuşku yok ki bütün stratejilerini halkın farklı kesimlerini ağlarına, borç batağına düşürüp ince ince soyma üzerine kurmuş durumdadırlar. Sıcak paranın aşırı girişi faizleri de aşağı çekmiş, faiz oranlarının cazip hale gelmesi hane halklarının geciktirdikleri harcamaları gerçekleştirmelerine imkan vermiştir. Borçlanma ve tüketim toplumu, alt ve orta kesimlerinin hayatlarını bankalara ipotekli hale getirmiştir. Bankalar dar gelirli ailelerin bütçelerinin ortağı haline gelmişlerdir. Bankaların bu rolünü teşhir eden ve bunlara karşı mücadeleyi önüne hedef olarak koyan bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Bankaların toplumla ilişkisi böylesi bir sorunlu noktaya gelmişken kimi ünlü solcularımızın banka reklamlarının sembolü haline gelivermesi solumuzun düştüğü halin bir başka acıklı fotoğrafı olarak da okunabilir. Fakat malum 2008 krizi bir nevi yoksulların laneti idi. ABD’li yoksulların konut kredilerini ödeyemez hale gelmeleri devasa bir dünya krizini tetikledi. Bankaların tüm beklentilerini orta sınıf üzerine kurmaları yaşanabilecek bir kitlesel geri ödeme probleminin bankaları ciddi biçimde zorlayabileceği bir tablo da yaratıyor. Bütün bu değerlendirmeler Erdoğan’ın çizdiği yandaş medyanın boyadığı hayallerin ne kadar çürük bir zemine oturduğunu gösteriyor. Dünyada ekonomik kriz ile ilgili muhtemel gelişmeler ülke içinde de önemli siyasal sonuçları olan etkiler oluşturabilir. Krizin kapımızı ne zaman çalacağını hep birlikte göreceğiz.

7


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

BİLGİ VE BİLİNÇ Yakup KADİR İnsanlığın son iki yüz yılda edindiği sosyalist düşünce sistemi, hem Berlin duvarının yıkılışının kendi gürültüsü, hem de kapitalizmin en son teknikleri kullanarak bu yıkımı devasalaştırması altında ezildi kaldı. Bugünün dünyasında kapitalizmin içinden onu deşifre eden hangi bilgiler ortaya saçılırsa saçılsın, ona tepkiler genel olarak yine kapitalizm içinde kalıyor. Bilgiyi bilince dönüştürecek düşünce sistemi büyük yara alınca insanlık bir dönemi daha böyle yaşayacak. Ancak bu akan bilgiler çok geçmeden yeraltı sularının birikip bir noktadan yerüstüne çıkması gibi bir basıncı da tetikliyor.

D

ünyada artık bilgi bolluğundan geçilmiyor. Sovyetler yıkıldığında “demir perde”nin sırları ortalığa saçılmıştı. Eski sosyalist ülkelerin gizli servis bilgileri insanların kafalarından aşağıya boca edilmişti. Zaten aynı zamanda “informatik çağı”na girilmişti, her türlü bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu bir dünyada yaşamaya başladığımız iddia ediliyordu. Son WikiLieaks olayı bu efsaneye çok güçlü bir katkıda bulundu. Konumuz bu bilgilerin hangi komplo teorisine göre sızdırıldığı değil. “İnformatik Çağı”nda böyle bilgi sızdırma savaşlarının yaşanması kaçınılmazdır. Hatta yakın gelecekte bilgiyi tekelinde tutmak isteyenlerle, bu bilgiyi üreten ve işleyenler (bilgi işçileri) arasında da güçlü çelişkiler ortaya çıkacak, belki de söylendiği gibi “siber savaşlar” yaşanacaktır. Bugünün çelişkisi, bu bilgi bolluğu ortasında bilinçlerin sığlaşması, daha doğrusu bilinçlenmenin bilgi bolluğunu çok gerilerden takip etmesidir. İnsanın önünde yiyeceği ve atıştıracağı çok şey olunca ancak bir iç disipline sahipse kendini obez olmaktan kurtarabilir. Fakat bir kez obez olunca artık doyma duygusu da ortadan kalkar. Bilgi bolluğu sanki böyle bir etki yaratmaktadır. Bilgi, daha fazla bilgi, ancak bunların işleneceği, şekle sokulacağı düşünce disiplini ortada olmayınca, bu bilgi yığınından bilince sıçramak mümkün olamıyor.

Sosyalist sistem yıkılınca, onun düşünce kökleri de büyük bir güven ve itibar kaybına uğradı. Ortalığı postmodern düşünce kapladı. Postmodern düşüncenin ise, ne geçmişten ders çıkartmak, ne geleceği öngörmek gibi bir duruş noktası yoktur. Böyle bir düşünce sistemi içinde bilgi bolluğu ne işe yarar? Hemen hemen hiçbir işe yaramaz. Bugün akan bilgi yığınağı dünü unutturur, yarın akacak bilgi yığınağı da bugünü siler süpürür. Ortada sentez yaratmak için bir birikim kalmaz. WikiLeaks belgelerinin ortaya dökülmesi genellikle Nixon’u yerinden eden Watergate skandalını hatırlattı. Eğer söylendiği kadar belge ortalığa dökülürse, bu bilgi furyası ancak Sovyet sistemi yıkıldıktan sonra ortalığı kaplayan gizli servis bilgileriyle kıyaslanabilir. Sanki birileri 90’lı yıllarda yaşananın rövanşını almaktadır. Fakat işin garibi artık eski “düşman” ortada yoktur. Kapitalizmin kendi içindeki çatlaklardan, pislikleri ortaya dökülüyor. Zaten bu bilgi bolluğunun yarattığı sorun da burada başlıyor. Sıradan insanlar için bu bilgiler ne anlama sahiptir? Bilinç mi yaratacaktır, alışkanlık mı? Kapitalizmin küreselleşme günleri, sosyalizmin yıkılışından sonra insanlığa özgürleşme ve zenginleşme çağı olarak anlatıldı. Küreselleşme masalı 2008 bunalımı ile yere çakıldı. Elbette bu büyük bunalımdan dev finans kurumlarının sahipleri “altın paraşütleri” ile atlayıp kurtuldular. Geniş çalışan yığınlar için ise gelecek hala bulanık, hatta karanlık. WikiLeaks depremi ile diplomasi koridorlarından dışarıya yansıyan tablo, birbirini boğazlamak üzere olan bir dünya tablosudur. Küreselleşmenin diğer özellikleri bir yana, onun öne çıkan iki özelliğinden söz etmek istenirse, birisi devasa finans oyunlarıdır; diğeri hızlı bilgi üretimi ve iletişimidir. Öyle görünüyor ki, küreselleşme bu iki yönünden

8

de darbe yemeye başlamıştır. Büyük bunalımı helikopterle para yağdırarak aşacağını düşünenler şimdi de, diplomasinin karanlık dehlizlerinden yansıyan tabloyu birbirlerine bol bol gülücük dağıtarak aşmayı umuyorlar. Böyle yaparak onlar küreselleşme masalını yaşatmaya çalışıyorlar, fakat milyarlarca sıradan insan bu tiyatroda sadece seyirci olarak mı yer alacaktır? İnsanlığın son iki yüz yılda edindiği sosyalist düşünce sistemi, hem Berlin duvarının yıkılışının kendi gürültüsü, hem de kapitalizmin en son teknikleri kullanarak bu yıkımı devasalaştırması altında ezildi kaldı. Bugünün dünyasında kapitalizmin içinden onu deşifre eden hangi bilgiler ortaya saçılırsa saçılsın, ona tepkiler genel olarak yine kapitalizm içinde kalıyor. Geçirgen toprağın yüzeyinden derinlere akıp kaybolan su gibi bilgi selleri de akıp gidiyor. Bilgiyi bilince dönüştürecek düşünce sistemi büyük yara alınca insanlık bir dönemi daha böyle yaşayacak. Ancak bu akan bilgiler çok geçmeden yeraltı sularının birikip bir noktadan yerüstüne çıkması gibi bir basıncı da tetikliyor. 2008 büyük bunalımı sırasında kapitalist medyada bile “Marks geri dönüş” yapmıştı. Bunalımın ilk darbesi atlatıldıktan sonra Marks yine ortadan kayboldu, ancak kriz bu haliyle sürünmeye devam ederse yeniden her an ortaya çıkabilir. WikiLeaks belgeleri yayınlandıkça emperyalist sistemin bir dönem insanlığı büyük yıkımlara götüren, ancak bugün “informatik çağı” maskesiyle örtülmüş, unutulan vahşi yüzü yeniden bilinçlerde canlanabilir. Bu da sosyalist düşüncenin geriye dönüşüne yol açabilir. Elbette yıkıma götüren nedenlerden ders almış ve günümüz koşullarını yetkin bir biçimde kavramış olarak. Günümüzün bilgi bolluğu, bilince dönüşmek için insanlığın beyninde sık sık sancılı ağrılar yaratmaya devam edecektir.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

“Alevilerin Gönlünde Yatan Deniz Gezmiş Solculuğu” Geçen sayımızda birinci bölümünü yayınladığımız Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu ile yaptığımız röportajın devamını sunuyoruz. Devlet-din ilişkisi sizce nasıl olmalı? Bir kere din, sivil bir olgudur. Türkiye’de her şeyi özelleştiriyorlar, örneğin bütün kurumlar özelleşiyor, ama dini özelleştirmiyorlar. Türkiye’nin özelleştirilmesi gereken en büyük kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı, 100 bin memur var, 99 bin camisi var, bir sürü de yan kuruluşu var. Önce Diyanet’in “özelleştirilmesi”, daha doğrusu kapatılması gerekiyor. Devletin dini düzenleyici olmaktan çıkması gerekir. Dini sivil hayata teslim etmek gerekir. Ancak, devlet vatandaşına güvenmiyor. Sadece Alevi vatandaşına değil Sünni vatandaşına da güvenmiyor. Bunu için zaten Diyanet’i kurmuş ve Sünniliği kontrol altına almış. Okullarda dinler tarihi verilebilir, ama bu seçmeli olarak verilmelidir. Benim çocuğumun Yahudiliği bilmesini isterim, nasıl bir inanç sistemleri vardır bilmesini isterim. Bunu dışında şu an okullarda verilen din dersleri namaz kılmayı, abdest almayı öğretiyor. Bunlar devletin işi değildir, inancın sahiplerine teslim edilmelidir. Dolayısıyla bizim çözüm önerimiz şudur; okullarda kültürel tarihsel anlamda bir din kültürü dersi verilebilir, ahlak kısmı devletin hiç işi değil, bizim devletin ahlakına ihtiyacımız yok. Bizim önerimiz okullarda tarih ve kültürel anlamda seçmeli dersin olması. Din eğitimlerinin kesinlikle inancın ibadethanelerinde verilmesi gerekir. Aleviler cem evlerinde, Sünniler camilerde, Hıristiyanlar kiliselerinde inançlarını gerçekleştirsinler.

Bu yaklaşım sadece Aleviler için değil Sünniler için de daha özgürlükçü. Peki, bu konularda Sünni inanç örgütleriyle bir temasınız oluyor mu? Tabi ben üç dört ay önce Mardin’de bir toplantıya davet edildim. Bütün inanç temsilcileri ordaydı. Aslında Sünni tarikatlar da resmi inancı reddediyorlar. Bu toplantıda Sünni tarikatlarının inanç önderi, Süryaniler, Yezidiler, Anadolu topraklarında yaşayan Hıristiyanlar vardı. Orda gördüğüm şuydu; ortak bir deklarasyon yazıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması konusunda ortak fikirde buluştuk. Çok koyu Sünniler de o metne imza attılar. Bizim onlarla bir temasımız var tabi ki, inanç özgürlükleri konusunda fikir birliğimiz de söz konusu. Biz kimsenin inancını yaşamasına karşı değiliz, Kuran kurslarına karşı değilim. Sadece devlet finanse etmesin, devlet yönlendirmesin tek istediğimiz bu. Bu devletin işi değil, vatandaş kendi imkânlarıyla kuran kursu verir, kimse karışamaz. Kişinin bileceği iştir, devletin bileceği iş değildir. Bizim itirazımız budur.

Peki, Alevilerin solla ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz? Biz kendimizi bireysel olarak solda tanımlayan kişileriz, solcuyum yani. Bizim kurumlarımızda CHP’li olan var, solun solunda sosyalist olan da var, ama hepsi kendini sol olarak tanımlıyor. Kendini sağcı ya da liberal olarak tanımlayan arkadaşımız yok. Aleviler ve sol ilişkisi açısından sıkıntılarımız da var tabi. Alevilerin ciddi sitemleri, yaraları da var sol kesim açısından. Örneğin 12 Eylül öncesinde, en atak olduğu bir noktada devrimci dostlarımızın Alevi dedelere haksızlık ettiği var. Yani o dönemde bir devrimci yoldaşımız, bir caminin imamına hiçbir laf söylemezken bir dedeyi sömürücü

ve gerici olarak ilan edebiliyordu. Sola küsme anlamında değil, ama bir kırgınlık söz konusu. Solun sığındığı nokta birçok yerde Aleviler. Köylerde de böyle, devrimci arkadaşlarımızın faaliyet yürüttüğü yerler Alevi köyleri. Diğer taraftan Alevileri solcu yapan unsurlar tabi onun dünya görüşü ve inançsal felsefesidir. Bu yüzden Aleviler solla birleşmiştir, tesadüf falan değil yani. Onları solcu yapan öğretilerinin inançlarının temel yapısıdır. Günümüzde çok çeşitli Alevi örgütlenmeleri var. Bir tarafta muhafazakâr Alevi örgütlenmesi olduğu gibi, bizim gibi demokratik Alevi örgütlenmeleri de var. Şimdi bunlar yetmiyor gibi bazı solcu arkadaşlarımız da Alevi örgütleri kurdular. Biz bunu doğru bulmuyoruz. Bizim sosyalistlerle birleşme konusunda bir sıkıntımız yok ki. Buna rağmen alternatif örgütlenmeler oluşturduğumuz zaman bu doğru olmuyor. Alevi örgütü kurarak devrimci mücadele yürütülmesini açıkçası doğru bulmuyorum. Bu konuda kurumlarımızın birbirine güvenmesi, saygılı olması ve yoldaş olması gerekir. Şimdi bununla birlikte Aleviler büyük bir oranda solcuyum derken kendisini CHP gibi merkez solda tanımlıyorlar. Aslında Alevilerin gönlünde ve kafasında yatan solculuk CHP solculuğu değil, Deniz Gezmiş solculuğu, bu çok net. Fakat günümüz şartlarında öyle ezilmişlik var ki, pratik olarak bir şeyler elde etmek istiyorlar. Bu ne demek; Meclis’te yer alınmasını istiyorlar, okul müdürü olunmasını istiyorlar, vali olunmasını istiyorlar. Bunu sağlayacak hangi parti varsa, mecburiyetten o partiye gidiliyor. Bu toplum artık kazanmak istiyor. Dolayısıyla bir Sosyalist partinin bugün Meclis’e milletvekili gönderebilme imkânı olursa CHP’de bir dakika durmaz bu Aleviler. Bunu bilen sistem yüzde 10 barajını da bunun için tutuyor. Yüzde 10 barajı sadece Kürtler için konulmuş değil ki.

Şimdi bununla birlikte Aleviler büyük bir oranda solcuyum derken kendisini CHP gibi merkez solda tanımlıyorlar. Aslında Alevilerin gönlünde ve kafasında yatan solculuk CHP solculuğu değil, Deniz Gezmiş solculuğu, bu çok net. Fakat günümüz şartlarında öyle ezilmişlik var ki, pratik olarak bir şeyler elde etmek istiyorlar.


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

Alevilerin genel olarak orduya sempati duyduğu söylenir, siz buna katılıyor musunuz?

2 Temmuz 1993 Sivas katliamından sonra İzzettin Doğan’ı çağırıyor Süleyman Demirel, diyor ki “git Cem Vakfı diye bir kurum kur, bu adamların başına geç, bunlar sağa sola savrulmasın”. Ve Cem Vakfı’nın kuruluş tarihine bakın, bu dediklerimi teyit eder. O zaman yasal ve örtülü ödenekten ciddi destek de almıştır. Ve bu politikanın asıl amacı Alevilerle Kürtlerin buluşmasını engellemektir.

10

Geçenlerde Vatan gazetesinde Prof. dr. Erkan Erdemir tarafında bir anket yayınlandı, 18 ay süren bir anket. Anketteki sorulardan bir tanesi şu; diyor ki Aleviler hangi kurumlara güveniyor, hangi kurumlara güvenmiyor. Alevilerin sorunlarını çözmeyi amaç olarak önüne koymayan üç kurum var: Birinci sırada emniyet teşkilatı, ikinci sırada asker, üçüncü sırada Diyanet. Şimdi bunu diyen topluma sen asker seviyor diyemezsin. Tam tersi Aleviler sivil topluma güveniyorlar. Alevi toplumu sürekli devletle savaşmış bir toplumdur, aynı şeyi Cumhuriyet döneminde de gerçekleştirmiştir. Aleviler Demokrat Parti’ye topyekûn oy vermişlerdir. Niye vermişler, çünkü “yeter söz milletin” demiş. O dönemde bütün Alevi köylerinin tamamının oyları DP’ye gidiyor. Ama ne zaman DP’yi terk ediyor Aleviler, Menderes çıkıp “iz isterseniz şeriatı da getirebilirsiniz” dediği zaman bırakıyorlar partiyi.

Diğer ezilen kesimlerle ortak mücadele etmek gibi bir perspektifiniz var mı? Türkiye’de ezilen tüm halkların birlikte, omuz omuza mücadele ederek başarıya ulaşacaklarına inanıyorum. Biz Kürt hareketinin yasal temsilcileriyle görüşüyoruz, sivil toplum örgütleriyle görüşüyoruz, keza Çingenelerle de görüşüyoruz. Türkiye’deki Çingene derneğinin başkanı da bizim toplantılarımıza gelir, bizimle görüşür. Bizim eşcinsellerle de bir sorunumuz yok, onlarla da yan yana gelebiliriz ki geliyoruz da yeri geldiğinde. Şimdi buradan baktığın zaman Kürt meselesinde şöyle bir sıkıntı var. 1990’ların başında Kürt hareketi yükselmeye başlayınca, Alevi hareketinin yandaş olacağı endişesine kapılan devlet, bunun kendince tedbirini almıştır. Ve o dönemde Alevi kurumlar desteklenmiştir. Devletin Alevi kurumları o dönemde kurulmuştur. Örneğin İzzettin Doğan, Cem Vakfını kurması için devlet tarafından görevlendirilmiştir. Bu bir dedikodu değildir, bunu Süleyman Demirel bundan iki dönem önceki Hacıbektaş belediye başkanına bizzat kendisi söylemiştir. Kendisi bunu

bana anlattı, 2 Temmuz 1993 Sivas katliamından sonra İzzettin Doğan’ı çağırıyor Süleyman Demirel, diyor ki “git Cem Vakfı diye bir kurum kur, bu adamların başına geç, bunlar sağa sola savrulmasın”. Ve Cem Vakfı’nın kuruluş tarihine bakın, bu dediklerimi teyit eder. O zaman yasal ve örtülü ödenekten ciddi destek de almıştır. Ve bu politikanın asıl amacı Alevilerle Kürtlerin buluşmasını engellemektir. Bu, bir Alevi çalıştayında, o dönem başbakanlıkta görev yapan bir şahıs tarafından İzzettin Doğan’ın yüzüne karşı söylendi ve İzzettin Doğan sesini çıkarmadı. Şimdi o dönemde devlet, Kürtlerle Alevileri birleştirmemek için politikalar izlemiştir ve Alevileri desteklemiştir, fakat bizim gibi Alevileri değil. Bu politikayla birlikte Aleviler pohpohlanmaya başlanmıştır: “Siz öz Türksünüz, öz Müslümansınız” denmeye başlanmıştır. Şimdi sürekli dayak yiyen adamı okşadığınız zaman, bu onun hoşuna gider. Dolayısıyla toplumda “biz öz Türküz” olgusu ciddi bir şekilde tutmaya başladı.

Peki devletin bu Alevi politikası başarılı oldu mu sizce? Tamamen değil. Devletçi kesimin anti propagandasına rağmen Ankara’ya 200 bin, İstanbul’a 400 bin kişi topladık. Kürtlerle yan yana olmanın yanlış bir şey olmadığını söylüyoruz. O mitingde Ferhat Tunç’un Kürtçe ezgileri karşısında Türk bayraklarıyla insanlar halay çekmiştir. Şimdi bu yakın tarih açısından önemli bir olgudur, bunu Alevi örgütleri başarmıştır. Yani Türkiye’nin özlediği tabloyu biz orda gördük. Ben mitingler sürecinde Tokatlı, Amasyalı Alevilere

Kürtlerin haklarını anlattım. 600’e yakın dernekle toplantı yaptım mitingler sürecinde.

Kürtlerin haklarını anlattığınızda çok tepki alıyor musunuz? Aldığımız da oldu, fakat pes etmedik, ama tepki aldığımız oran çok azdı. Sonuçta bize güveniyorlar, siyasetçi değiliz. Örneğin Bilecik’te bir etkinlik vardı, beni buradan davet ettiler. Nurettin diye sanatçı bir arkadaşımız da geldi. Nurettin Zazaca bir türkü söyledi ve orda bir kaynaşma oldu. “Niye bu tepkiler var?” dedim. “Ya bu aralar şehitler geliyor ya o yüzden” dediler. Mikrofonu aldım, insanlara şunu söyledim, “Bizim dillen ne sorunumuz var? Irak’ta ve Filistin’de bir sürü insan ölüyor ve bunları öldüren insanlar İngilizce konuşuyorlar, suç dildeyse, o zaman İngilizceyi de yasaklayın. Ama para verip İngilizce öğretiyorsunuz çocuklarınıza.” Kaldı ki Kürtçe bizim topraklarımızın dili. Bunu anlatınca insanlar “ya haklısın” dediler. “Biz böyle bakmamıştık” dediler. Önemli olan onlara dokunabilmek, bunu anlatabilmek. İnsanlara siyasi argümanlardan kurtulup, kendi samimiyetin içersinde anlatınca anlıyorlar.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

ÜNİVERSİTELİ GENÇLİK YENİDEN SOKAKLARDA

“2008 KUŞAĞI”NIN AYAK SESLERİ…

A

vrupa’da ve ülkemizde üniversite gençliği hareketlendi. Kuşkusuz özgün yanları olmakla birlikte hepsinin ortak özelliği “hükümet karşıtı” bir içerikle kendilerini ifade etmeleri. Türkiye’de “yumurta”nın şiddet nesnesi olup olmadığı tartışıla dursun, Avrupa’da yaşanan taşlı, sopalı, molotoflu eylemler, işgalleriyle, şiddetli çatışmalarıyla oldukça radikal bir çizgide seyrediyor. Gelişmeleri nasıl okumalıyız? Öncelikle Avrupa’daki gelişmelere kısaca değineceğiz. Ardından Türkiye’deki öğrenci hareketinin yakın tarihine genel hatlarıyla bakıp, buradan hareketle günümüze dair sonuçlar çıkartmaya çalışacağız.

“Öğrencilerin haklı öfkesi bulaşıcı olabilir”

Öğrenci gençlik hareketinin, Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı çok sayıda ülkede aşağı yukarı eş zamanlı bir biçimde ortaya çıkışı rastlantı olmasa gerek. Gary Younge’ın 8 Aralık’ta The Guardian’da yayınlanan yazısı, “Öğrencilerin haklı öfkesi bulaşıcı olabilir” başlığını taşıyor. Bu “bulaşıcı” karakterdeki eylemler hangi zeminde açığa çıkıyor? Hangi sloganlarla ve hangi biçimlerde kendisini ifade ediyor?

Kemer sıkma politikalarına isyan!

Avrupa’da kısa süre içerisinde yaygınlaşan eylemlerin tamamı hükümetlerin kemer sıkma politikalarına karşı gerçekleşiyor. Küresel ekonomik krizin ikinci dalgası Avrupa’yı sarsarken, hükümetlerin tamamı krizin faturasını halklara ödettirecek uygulamalara yöneldi. Yoksulluğu, güvencesizliği derinleştiren “kemer sıkma” politikalarından doğal olarak öğrenci gençlik de payını alıyor. Eğitim bütçesi daralırken, üniversite harçları misliyle arttırılıyor. Avrupa’nın imrenilesi “refah devletleri” gençliğin geleceğini karartıyor. Aslında bulaşıcı olan şey kapitalizmin krizi ve derinleşen yoksulluk. Dolayısıyla aynı sefalet koşullarına mahkûm edilmek istenen

halkların isyanının birbirlerinden etkilenmeleri de bir anlamda kaçınılmaz oluyor.

Postmodernizm deli gömleği yırtılıyor… “Başka bir dünya mümkün!”

90’lı yılların başlarında sosyalizmin yaşadığı yenilginin ardından nihai zaferini ilan eden kapitalizm, yine kendi yapısal çelişkileriyle kıvranıyor. Uzun süren durgunluk döneminde düşünceleri bataklığa çeviren postmodern ideoloji de gelişen bu toplumsal hareketlenmeyle birlikte bir dönem kutsanan “serbest piyasa” putu gibi devrilip gidiyor. Geleceğini yitiren, güne teslim olan halklar, yeniden bir arayış içerisine giriyor. Postmodernizm batağında çürüyen düşünceler yeniden hareketleniyor, yeşeriyor. Ve bugünün sorgulanmasından doğan “başka bir dünya mümkün” düşüncesi, ezilen halkların ufkunda beliriyor. Gençlik, böylesi bir hareketlenme içerisinde olanca dinamizmiyle geçmişte olduğu gibi yine öne fırlıyor. Bütün bunlar, toplumsal mücadeleler tarihi açısından yeni bir dönemin açılmaya başladığının kuvvetli işaretleri.

Fakat -önceki kuşakların yarattığı etki düzeyinde bir etki yaratamasa da- cüretkâr çıkışlarıyla ve ödediği bedellerle, “88 kuşağı” da hiç tartışmasız mücadele tarihinde yerini almıştır. Tartışmamızda yakın tarihten söz ederken, bu kuşağın rol oynadığı dönem üzerinde ana hatlarıyla duracağız.

12 Eylül faşist darbesi sonrası yeniden doğuş: “88 KUŞAĞI”

Hatırlayacağımız gibi, 12 Eylül darbesiyle birlikte yaşanan duraklama dönemi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin 84 çıkışından birkaç yıl sonra 80’li yılların sonlarına doğru canlanan işçi ve öğrenci gençlik hareketleriyle kırıldı. Bir anlamda öğ-

Türkiye’de “2008 Kuşağı”Nın Ayak Sesleri mi?

Ortaya çıkan ilk fotoğraf, üniversiteli gençlik hareketinin yeniden canlanışına işaret ediyor. Fakat yeniden canlanan bu hareketin siyasi karakteri, nasıl bir seyir izleyeceği ve Türkiye Devrimci Hareketi’yle ilişkisi konularında bir tartışma yürütmek faydalı olacaktır. Üniversiteli gençlik hareketinin yakın tarihine de bakarak bugüne dair bir şeyler söylemeye çalışalım. Hareketin dönemlendirilmesinde ve bu dönemlerin adlandırılmasında, “68 kuşağı”na bir gönderme olarak benzeri bir adlandırma biçimi genel kabul haline geldi. 68 kuşağını “78 kuşağı” takip etti. Bu kabulden hareketle, 78 kuşağının ardından “88 kuşağı”nın geldiğini söyleyebiliriz. “88 kuşağı” adlandırması çok fazla kullanılmamasından dolayı yabancı gelmiş olabilir.

Salih İNCESOY

renci hareketinde “yeniden doğuş” olarak niteleyeceğimiz bu dönemin aktörü “88 kuşağı” oldu.

İlk birikim süreci ve “YARINCILAR”

“12 Eylül darbesiyle birlikte yaşanan duraklama dönemi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin 84 çıkışından birkaç yıl sonra 80’li yılların sonlarına doğru canlanan işçi ve öğrenci gençlik hareketleriyle kırıldı. Bir anlamda öğrenci hareketinde ‘yeniden doğuş’ olarak niteleyeceğimiz bu dönemin aktörü ‘88 kuşağı’ oldu.”

1987 yılında sıçrama yapan dönemin ilk birikim süreci, 80’li yılların ortalarından itibaren Öğrenci Dernekleri’nin kurulmasıyla başladı. Bu sürecin önderliğini ağırlıklı olarak TİP ve TKP kökenli kadroların içerisinde yer aldığı “Yarıncılar” ismiyle anılan Yarın Dergisi çevresi yürüttü. Yarıncılar, üniversite gençliğine yönelik olarak da “Öğrenci Postası” ismiyle bir dergi çıkarttı. Türkiye’nin belli başlı üniversitelerinde kurulan Öğrenci Dernekleri içerisinde bir araya gelen öğrenciler,

11


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

açlık grevleri, yemek boykotları tarzında eylemlerle 87 çıkışının zeminini de yarattı. Kuşkusuz bu gelişme devleti oldukça rahatsız etti.

Tek Tip Öğrenci Derneği Yasa Önerisi

“80 darbesinin ardından, 80’lerin sonlarında öğrenci hareketinde yeniden doğuş yaşanmıştı. 91 topyekûn savaş darbesinin ardından, 2010 yılında tekrar bir yeniden doğuşa mı tanık oluyoruz?”

Devletin ve üniversite yönetimlerinin öğrenci hareketindeki bu kıpırdanışlara karşı tahammülsüz tavrı gecikmedi. Üniversitelerde açılan disiplin soruşturmalarını ve disiplin cezalarını, gözaltılar, işkenceli sorgular, tutuklamalar takip etti. Ve kritik karar, 1987 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geldi: “Tek Tip Öğrenci Derneği Yasa Önerisi!” Dönemin Turgut Özal Başbakanlığındaki ANAP iktidarı, “çığırından çıkma” tehlikesi taşıyan öğrenci gençlik örgütlenmesini zapturapt altına almak üzere Öğrenci Dernekleri’ni üniversite rektörlüklerinin denetimine sokacak bu yasa tasarısını hazırladı. Bu dönem, aynı zamanda Türkiye Devrimci Hareketi’nin 12 Eylül darbesiyle yenilgi yaşayan çeşitli öznelerinin yavaş yavaş toparlanmaya başladığı yıllardır. Toparlanma süreci, öğrenci hareketinde yansımasını bulur ve Yarıncılar dışında farklı siyasi özneler de bu hareketin içerisinde yerlerini alır.

Tarihi bir moment: “14 NİSAN DİRENİŞİ!” Tıpkı “O Günler” Gibi…

Devletin bu saldırısı, öğrenci gençlik hareketinin yeni bir nitelik kazanmasına yol açtı. Saldırılara karşı devrimci, direnişçi bir hattın inşasına karar kılındı. Bu yeni dönemin ilk işaret fişeği, faşist yasa önerisine karşı geliştirilen “Nisan eylemleri” oldu. Bu eylemlerin en önemlisi de 14 Nisan günü İstanbul’da gerçekleştirilen protesto yürüyüşüydü. 14 Nisan’da binlerce öğrenci Laleli’den Beyazıt’a kadar yürüyüş düzenledi. Polis saldırısıyla yanıt bulan eylemde çok sayıda öğrenci gözaltına alındı ve yaralandı. Ve öğrenci gençlik hareketi, yine gündemin ilk sırasındaydı. 15 Nisan1987 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin manşeti şöyleydi: “Öğrenci yürüdü, polis copladı… Tıpkı ‘o günler’ gibi… NEREYE?” Bu tarihi eylemi, başta İstanbul ve Ankara’da olmak üzere yeni öğrenci eylemleri izledi. Ve gençlik kazandı, yasa tasarısı geri çekildi.

12

Öğrenci hareketinde yol ayrımı: “Yarıncılar’a elveda”

Öğrenci hareketinin radikalize olduğu bu tarihsel eşikte yeni dönem, Yarıncılar’ın dışındaki siyasi öznelerin iradesiyle açıldı. Zaten hareketin yeni bir niteliğe doğru evirilmeye zorlandığı sürecin başlarında Yarıncılar’la diğer devrimci özneler arasında çeşitli gündemlerde gerilimler de başlamıştı (Türkiye Devrimci Hareketi’nin toparlanmaya başlamasıyla birlikte bu öznelerin de sürece dâhil olduklarını söylemiştik). Yarıncılar daha uzlaşmacı, pasif bir çizgide yol alırken, diğer özneler hareketi devrimci, direnişçi bir hatta doğru taşıyorlardı. Ve 14 Nisan eylemi, bu anlamda tam bir “yol ayrımı” oldu. 8o sonrası süreçte öğrenci hareketinde ilk birikimin öncülüğünü yapan Yarıncılar, artık bu hareketin içerisinde yoktu.

Hareket büyüyor, örgütlenme yaygınlaşıyor

14 Nisan direnişiyle yeni bir ivme ve nitelik kazanan öğrenci hareketi, örgütlenmesini ülke çapında gittikçe yaygınlaştırdı. Öğrenci Dernekleri çok sayıda üniversitede açıldı. Tek tek üniversite ve fakültede açılan derneklerin eşgüdümünün sağlanması gereksinimi, İÖDP’nin (İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu) kuruluşunu beraberinde getirdi. İÖDP’yi, birkaç yıl sonra 90’ların hemen başında “kurumsallaşmada bir adım daha ileri atma” mantığıyla İÖDF’nin (İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu) kuruluşu izledi.

Türkiye Devrimci Hareketi’nin kadro kaynağı: “Üniversiteler”

Burada kısa bir parantez açalım. Canlanan öğrenci hareketi, süratle Türkiye Devrimci Hareketi’ne kadro vermeye başladı. Ve bu kadrolar, 80 yenilgisinin ardından devrimci hareketin yeniden ayağa kalkışında da önemli roller oynadı. Bu dönemde, isimlerinin başlarındaki “yeni” ibaresiyle çok sayıda dergi yayınlandı. Ve yine bu dönemde, Öğrenci Dernekleri’nin yanı sıra çok sayıda devrimci gençlik örgütü de üniversitelerde açıkça kendilerini ifade etmeye ve örgütlenmeye başladı.

“Topyekûn savaş” ve öğrenci hareketinde yaşanan kırılma

91’de iktidara gelen Demirelİnönü koalisyonunun en önem-

li icraatı halklarımıza yönelik “topyekûn savaş” ilanı oldu. Başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere direnişçi çizgide yürüyen tüm toplumsal hareketler, bu savaşta devletin hedef tahtasına oturtuldu. 91’de başlayan topyekûn savaş sürecini, 93’te iktidara gelen Çiller hükümetinin “kirli savaş” konsepti takip etti. Köy yakmalar, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, faili meçhuller, bu dönemin devlet politikası haline geldi, adeta sıradanlaştırıldı. Öğrenci hareketi de doğal olarak bu muazzam saldırı dalgasından payına düşeni aldı. Gençliğe yönelik olarak şiddetlenen polis terörünün vardığı nokta, üniversitelerin polis tarafından işgal edilmesi oldu. Yarattığı mevzileri devletin saldırılarına karşı korumaya çalışan öğrenci gençlik, yine de kırılmanın önüne geçmeyi başaramadı. Hareket giderek yavaşladı, daraldı ve 90’ların ortalarında artık en geri seviyelere kadar çekildi, Öğrenci Dernekleri bir bir kapandı.

Hiç olmayan “98 kuşağı”

88 kuşağının yenilgisiyle geri çekilen öğrenci hareketi, uzun bir duraklama dönemine girdi. Bu dönem, öğrenci gençliğe yönelik baskı ve denetimin tam anlamıyla kurumsallaşması ve dakikleşmesini de beraberinde getirdi. En ufak bir kıpırtı, daha polise bile gerek kalmadan üniversite yönetimlerinin ağır disiplin cezalarıyla bastırıldı. Bu durgunluk döneminin en önemli sonucu, 87 çıkışıyla büyütülen devrimci, direnişçi karakterdeki hareketin tersine bir nitelik değişimi yaşaması ve büyük ölçüde tasfiyesi oldu. 88 kuşağının ardından 98 kuşağı gelemedi, gençlik hareketi tarihinde “98 kuşağı” diye anılacak bir kuşak hiç olmadı.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

Olmayan “98 kuşağı”nın ardından “2008 kuşağı” mı…

Yaşadığımız şu günlerde öğrenci gençlik hareketi yine gündemin ön sıralarına tırmandı. Ana hatlarıyla değindiğimiz öğrenci hareketinin yakın tarihinden hareketle başta sorduğumuz şu soruyu tekrarlayalım: “2008 kuşağının ayak seslerini mi duymaktayız?” Öğrenci hareketinin yakın tarihiyle analoji kurarak tartışmamızı yeni bir soruyla sürdürelim: “80 darbesinin ardından, 80’lerin sonlarında öğrenci hareketinde yeniden doğuş yaşanmıştı. 91 topyekûn savaş darbesinin ardından, 2010 yılında tekrar bir yeniden doğuşa mı tanık oluyoruz?” İlk olarak şu tespiti yapabiliriz: “Yaşananlar, uzun duraklama döneminden çıkılmaya başlandığının güçlü işaretlerini veriyor.” Öğrenci hareketi, polis ve üniversite yönetimlerinin ağır baskılarına rağmen yeniden sokağa çıkıyor. Baskılara, saldırılara cesaretle karşı duruşun ekranlara yansıyan görüntüleri, hepimizi heyecanlandırıyor. Ve bu çizgi birçok üniversitede yankısını buluyor, yaygınlaşıyor. Eleştirilerimize geçmeden önce öncelikle gelişen hareketin hakkını teslim etmiş olalım.

“AKP gericiliği” karşıtlığı öne çıkıyor

Hareketin öne çıkarttığı parolaların içeriği, ağırlıklı olarak AKP karşıtlığı üzerine oturuyor. AKP yıllardır iktidarda olduğundan ve dolayısıyla halk karşıtı politikaların birinci derecede sorumluluğunu taşıdığından bu durum gayet normal. Bu yanıyla Avrupa’nın çok sayıda ülkesinde gelişen hareketlerle benzerlikler taşıyor. Fakat burada bir kayıt düşme-

miz gerekecek. Hükümet karşıtlığı, sınıfsal bir bakıştan ziyade, Türkiye’deki kültürel farklılaşmanın derin izlerini taşıyor. AKP’nin halkı yoksullaştıran uygulamaları değil, daha çok onun “dinsel gericiliği” öne çıkıyor. Ve bu yönüyle ülkemizdeki siyasi saflaşmanın bir yansıması olarak AKP karşıtı “hali vakti yerinde” bir kesimden de sıcak mesajlar alıyor. Bu destek, medya kanalıyla da ifadesini buluyor. Eylemlerin siyasi içeriğinde bu yönün ağır basması, bugün için hareketin öncülüğünü yapan öznelerin siyasi karakterinden kaynaklı. Bu durum, öğrenci hareketinin zayıf tarafı aynı zamanda. Oysa 80’lerde gelişen hareket, şiddetli bir akıntıya kürek çekmekten farksızdı; bileği hakkına yolunu açtı. Bunu yaparken de burjuvazinin herhangi bir kesiminden kırıntı düzeyinde olsun sıcak mesajlar almadı. “3. Cephe” mantığına uygun bir çizgi izledi.

Meşruiyetin sınır çizgisi: “Yumurta!”

Son süreçte hareketin kısmi bir radikalize oluşundan söz edebiliriz. 80’lerin sonlarının Türkiye’sinde ve günümüzde Avrupa’da gelişen hareketlerin radikallik düzeyinin çok gerisinde bir gelişme olmasına karşın, daha ilk elden gruptan kopma işaretleri verenler var. Öğrenci hareketinin bugün itibariye kitleselliğiyle ana gövdelerinden birisini oluşturan TKP’li gençler, gerilim yükseldiğinde hızla sürecin gerisine düşüyor. Medyaya yansıyan tartışmalarda bir kesim, “yumurta atmanın demokratik bir hak olduğu” ve dolayısıyla “meşru olduğu” argümanını öne çıkartıyor. Bu argümanın altı kalınca çiziliyor ve giderek genel kabul haline geliyor. Bizzat hareketin içerisinde olan gençlerle yaratılmaya çalışılan mutabakatla, yumurta dışında bir şeyler atma olasılığının şimdiden önüne geçilmeye çalışıyor. Günümüzde açığa çıkan eylem çizgisinin gerilim düzeyini kaldıramayıp “uzuneşek” şirinliğiyle medyatikliğe soyunanları gördüğümüzde, “daha ileri seviyelerdeki gerilimi bugünkü hareketin öncüleri taşıyabilir mi” diye sormamız sanırız haksızlık olmaz.

Sonuç olarak

Buraya kadar ifade ettiğimiz düşüncelerimizden hareketle başta sorduğumuz sorulara yanıt verelim.

“2008 kuşağının ayak seslerini mi duymaktayız?” Evet, duyduğumuz 2008 kuşağının ayak sesleridir. Türkiye’de de öğrenci gençlik hareketi, tüm eksikliklerine ve zaaflarına karşın yine kendisini boylu boyunca toplumsal mücadele alanına atmanın umutlandırıcı ipuçlarını vermektedir. “91 topyekûn savaş darbesinin ardından 2010 yılında 80 darbesi sonrası sürece benzer bir yeniden doğuşa mı tanık oluyoruz?” Bu soruya bir önceki gibi hemen “evet” yanıtını veremiyoruz. 80 yenilgisinin ardından, 80’lerin ortalarından itibaren öğrenci hareketinde ilk birikimi Yarıncılar gerçekleştirmişti. Fakat “87 çıkışı ve yeniden doğuşu”nda Yarıncılar yerlerini devrimci direnişçi karakterde siyasi öznelere bıraktı ve sessizce kenara çekildi. Yani ilk birikim süreciyle yeniden doğuşun aktörleri aynı siyasi özneler olmadı. Olması da eşyanın tabiatına aykırıydı. Zira Yarıncılar’ın uzlaşmacı/pasif siyasi karakteri, yeni süreci taşımaya, açılan yeni dönemde hareketin öncülüğünü sürdürmeye uygun değildi. Bugünkü gelişmeler, 80 darbesinin ardından 80’lerin ortalarında başlayan “öğrenci hareketinin ilk birikim süreci”ne daha fazla benzemektedir. Yani, 91 topyekûn savaş darbesinin yenilgisi ardından, günümüzde “yeniden doğuş”un birikimleri yaşanmaktadır. Yeniden birikim sürecine öncülük eden özneler, öğrenci hareketinin devrimci bir zeminde yeniden doğuşunda da bu öncü pozisyonlarını sürdürebilecekler midir? Bu konuda iyimser değiliz. Ve yeni bir devrimci çıkışın, yeni siyasi öznelere gereksinim duyduğunu düşünüyoruz. Umutluyuz; çünkü henüz öğrenci hareketinin belirleyeni olma durumunda bulunmasa da devrimci direnişçi karakterde özneler mevcuttur. Hemen yakın tarihlerdeki izinsiz 1 Mayıslara, IMF karşıtı eylemlere bir bakılırsa ve oradaki siyasi saflaşmalar doğru okunursa, birçok şey büyük ölçüde yerli yerine oturacaktır. Devrimci zeminde yeniden doğuşun, yani 2008 kuşağının ayak seslerinin işitildiği bu günlerde, doğru siyasi aktörler tarihsel rollerini oynayacaktır;

“Bugünkü gelişmeler, 80 darbesinin ardından 80’lerin ortalarında başlayan ‘öğrenci hareketinin ilk birikim süreci’ne daha fazla benzemektedir. Yani, 91 topyekûn savaş darbesinin yenilgisi ardından, günümüzde ‘yeniden doğuş’un birikimleri yaşanmaktadır.”

“TIPKI O GÜNLER GİBİ!”

13


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

KESK’TE YAŞANANLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİMİZ MERT BÜYÜKKARABACAK

Bu konu ile ilgili yaşanan en vahim olay, sendikanın kendisinin tümüyle devre dışı bırakılmış olması, meselenin sendikal gruplar arasında yürütülen bir diplomasinin insafına bırakılmasıdır. Böylesi bir yönelim içine girilmesi ve meselenin gerçekten de arapsaçına döndürülmesi büyük bir güven bunalımına yol açmıştır.

KESK

’te yaşanan son gelişmeler, bakmayı becerebilen gözler için çok fazla bilgi açığa çıkarıyor. Fakat maalesef yaşanan kilitlenme, çoğu arkadaşın gözünün önündekini göremez hale gelmesine yol açmış vaziyette. Öncelikle, ortada sendikamızda çalışan bir kadın arkadaşın tacize uğradığına dair bir iddiası varsa, sendikamızın kadın özgürleşmesi alanındaki deneyimi ışığında, ilk yapılması gereken, “kadının beyanı esastır” ilkesi ışığında sendikanın ilgili kurullarınca bir soruşturma açılmasıdır. Bizler bu mesafeden neyin olup olmadığı ile ilgili bir kesin kanaate varacak durumda değiliz. Fakat sendikanın herhangi bir kurulunca geçtiğimiz Haziran ayında gerçekleşen bir suçlama ile ilgili soruşturma açılmamış olması, kabul edilemeyecek bir tutumdur. Burada sendika kurullarının devre dışı bırakılması, konu ile ilgili bir sendikal grubun kendi içinde soruşturma yürütmesi ve suçlanan kişiyi aklaması sendika kamuoyunu tatmin edecek bir durum yaratamaz. Birbirimize ne kadar güvensek de şimdiye kadar ki deneyimlerimiz, kadın arkadaşların şikâyetlerinin görmezden gelinmesinin, tüm sendika kamuoyunu alenen ikna edebilecek bir yöntemle ele alınmamasının çok önemli mağduriyetlere yol açabileceğini göstermiştir. Suçlananın mevkisi onun sendika kurullarınca soruşturulabilmesini engelleyemez.

KESK Gerçek midir? Yoksa Kurgu mudur?

Bu konu ile ilgili yaşanan en vahim olay, sendikanın kendisinin tümüyle devre dışı bırakılmış olması, meselenin sendikal gruplar arasında yürütülen bir diplomasinin insafına bırakılmasıdır. Böylesi bir yönelim içine girilmesi ve meselenin gerçekten de arapsaçına döndürülmesi büyük bir güven bunalımına yol açmıştır. KESK gerçek midir, yoksa salt bir kurgu mudur? Bu sendikada üyelerin arasında bir

14

hukuk var mıdır yoksa hepimizin gruplar arasındaki uzlaşmaların sonuçlarına uyum sağlamamız mı gerekmektedir? Kimileri için sendikanın tamamen araçsallaştığı, gerçek bir varlık olma hüviyetini yitirdiği görülmektedir. Grupların sendikanın olumlu ve olumsuz anlamda bugünlere gelmesinde büyük payı vardır. Fakat grupların davranışlarına politik ilkelerin değil de cemaatçi yaklaşımların yön vermesi, “kendi insanımızı kurban ettirmeyiz” yaklaşımı sağlıklı bir tutum değildir. Yine istifa eden Genel Başkan’ın çevresinin bu konu ile ilgili pozisyonunu bir seçim ittifakı tartışmasında koz olarak kullanması da bizler açısından kabul edilebilir değildir. Sendikanın kendi iradesinin ortaya çıkmasının engellenmesi ve bunu sendika içindeki grupların yapması, bürokratikleşme meselesinde ne kadar mesafe alındığının açık bir göstergesi olarak da okunabilir. Yüz binlerce üyesi olan, solun toplumsallaşabilmesinin önemli manivelalarından biri olan KESK’in hâkim gruplar tarafından bu kadar araçsallaştırılabilmesi, “bizler büyük güçleriz, bizlere tabi olacaksınız” yaklaşımı, hiçbir sağlıklı bakış açısı tarafından mazur karşılanamaz. KESK, “büyük” güçlerin apolitik manevralarına, kongre pazarlıklarına teslim edilemeyecek kadar çok şey ifade ediyor bizler için. Sendika, herhangi bir siyasi görüşün kolu, yedek aygıtı olarak görülemez. Tabanın kendisini bu sendikada sahipsiz hissetmesinin ne kadar güçlü bir temeli olduğu böylece bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

Yurtsever Arkadaşlarla Konuşabilmeliyiz

Bu durum ile ilgili kadın arkadaşlarımızın geliştirdiği taleplere katılıyoruz. Sendikanın kurumlarının harekete geçirilmesi, disiplin kurulunun taciz olayı ile ilgili kesin bir kanaat oluşturabilmesini sağlayacak bir bileşime kavuşturulması,

KESK MYK’nın süreç dâhilinde yaptığı açıklamaların geçersiz ilan edilmesi doğru taleplerdir. Demokratik Emek Hareketi’nden arkadaşlara bu konuda alınan tutumun doğru anlatılabilmesi de oldukça önemlidir. Maalesef bu süreçte oldukça iletişimsiz ve önyargılı bir diyalog gelişmiştir. Arkadaşlar eleştirel tutumları tamamen düşmanca algılayan, bunu da tasfiyeci bir yaklaşım olarak değerlendiren bir bakış açısıyla hareket ettiler. Kadın özgürleşmesi konusunda bunca doğru deneyim biriktirmiş bir anlayışın böylesi bir ruh haline girebilmesi birçok yönden anlaşılmazdır. Fakat bizler yurtsever arkadaşlarla atılan köprülerin, doğru bir diyalog ve birbirini anlamaya gayret etme zemininde yeniden kurulabileceğini düşünüyoruz ve bu konuda kendimize bir misyon da biçiyoruz.

Taban İnisiyatifleri Büyütülmelidir

Sonuç olarak yaşananların ortaya koyduğu tabloyu, olayın özgülüğünde boğulmadan anlamak ve ona göre tutum geliştirmek gerekmektedir. Yapılması gereken KESK içerisinde bulunulan her noktada taban inisiyatiflerini örgütleyecek anlayış ve enerjiyi açığa çıkarabilmektir. Tabanda oluşan kızgınlığı, örgüte sahip çıkma iradesine dönüştürebilmektir. A, B, C siyasetlerinin sendika uzantılarının birlikte davranması eksenli düşünceler bugünün ihtiyaçlarını karşılamaz. KESK’te alenen gözlemlenebilen bürokratik sapma, artık kendine çekidüzen vermek zorunda bırakılmalıdır. Kongrelere iyi hazırlanarak, yukarılarda pişirilen menülerle KESK’in yürütülemeyeceği gösterilmelidir. Bu başarılamazsa önümüzdeki dönemde gidişatın daha da olumsuz noktalara çekileceği unutulmamalıdır. Sendikanın olağan koşullarda yükünün önemli bir kısmını omuzlayan bağımsızlar artık daha fazla inisiyatif almak için hedef büyütmek durumundadır.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

LİSELİ DİRENİŞÇİ GENÇLİK NEDİR? NE İÇİN MÜCADELE EDER?

L

iseli Direnişçi Gençlik (LDG) liseli gençliğin öz örgütü olarak, bulunduğu her lisede ÖZGÜR LİSE-GÜVENLİ GELECEK-SOSYALİZMLE GELECEK! mücadelesini büyütür. Yaşamlarımızı zehir eden ezberci, içi boş, baskıcı, sıkıcı, hayatla bağları kurulmamış, insanın kendine özgüvenini yıkmayı ve böylece onu sürünün bir parçası haline getirmeyi hedefleyen EĞİTİM SİSTEMİNE karşı direnişi geliştirir. Devlet okulları ile özel okullar arasında gün geçtikçe büyüyen farkların giderilmesi, devlet okullarında sınıflardaki öğrenci sayısının 25’i geçmemesi için mücadele eder. Müfredatı, milliyetçi, ırkçı ve halkları birbirine düşman etmeye çalışan içerikten arındırmak için mücadele eder. İnsanların özgürlük ve adalet mücadelesinde bedel ödemiş, değer yaratmış kişilerin, toplumların, deneyimlerinin müfredata alınması için girişimlerde bulunur. Eğitimin paralı hale gelmesinin en önemli gerekçesi olarak kullanılan, öğrencileri bilgi depolama aygıtı, pasif alıcılar haline getirmeye çalışan, yaratıcılığımızı ortadan kaldıran seçme ve yerleştirme SINAVLARININ olmadığı bir ülke için mücadele eder. ZORUNLU DİN DERSLERİnin kaldırılması ve ANADİLDE EĞİTİM HAKKInın kabul edilmesini, her türlü ayrımcılığa, kültürlerin yok edilmesine karşı yürüttüğü direnişin temel talepleri olarak benimser. Milliyetçilik ayinlerine dönüştürülen ve hamasetle doldurulan törenlerin insanı ezen, samimiyetsiz içeriğine karşı mücadele eder. EĞİTİMİN TİCARİLEŞTİRİLMESİNE karşı veliler ve eğitimciler ile birlikte, eğitimin temel bir insan hakkı olduğu ve maliyetlerinin devletçe karşılanması gerektiği ilkesi gereğince mücadele eder. PARALI EĞİTİMe karşı mücadeleyi temel varlık sebebi sayar. Liselerin kışlalaştırılmasına ve aşırı disiplin uygulamalarına karşı, ÖZGÜR LİSEyi savunur. Liselerdeki

polis ablukasının kaldırılması için mücadele eder. Öğrencilerin düşünce ve ifade özgürlüklerini kullandıkları için kınanmalarına ve cezalandırılmalarına karşı durur. Öğrencilerin okul yönetimlerine katılımını geliştirmenin yollarını arar. Okul idarelerinin, okul bileşenlerinin katılımı ile seçilmesi ilkesini benimser. Öğrenciyi okulun itilen, kakılan, eğitimcilerin nesnesi olarak gören anlayışa karşı çıkar. Öğrencilerin kişiliklerinin sistematik olarak örselendiği, aşağılamanın bir gelenek haline getirildiği, öğrencinin düşüncelerinin, kaygılarının değersiz görüldüğü okul atmosferini kabul etmez. Öğrenciye şiddet uygulayan kim olursa olsun bunun hesabını her biçimde sorar. Öğrencinin kılık kıyafeti konusunda tam bir özgürlüğü savunur. Eğitim sisteminin özü olan TEKTİPLEŞTİRMEye karşı mücadeleyi esas gündemi olarak benimser. Öğrencilerin kişiliğini ifade etmesinin önemli bir parçası olan kılık-kıyafetin ne olacağı konusunda kendisinin karar vermesi gerektiğini savunur. Kimsenin kılık kıyafeti konusunda kınanmadığı bir lise için mücadele eder. MESLEK LİSELERİnde özellikle STAJ esnasında ortaya çıkan yoğun emek sömürüsüne karşı mücadele eder. Öğrenci emeğinin köle emeği olarak görülmesine karşı çıkar. LDG, liseleri özgürleştirme mücadelesinin ancak tüm toplumun özgürleşme mücadelesi ile buluşarak zafere ulaşabileceğine inanır. Dolayısıyla toplumun ezilenlerinin, işçilerin, yoksulların, kadınların, Kürtlerin ve Alevilerin mücadelelerini kendi mücadelesi olarak görür. Bunlarla dayanışmayı büyütmek için her türlü imkanı kullanır. Sosyalizmin, insanın insanı sömürmediği bir toplumun kurulabilmesi için DEVRİM mücadelesine omuz verir. Dünya halklarının kurtuluş mücadelesinin önderlerine saygı duyar, bunların mücadelelerinin gençlik içerisinde de bilinir hale gelmesi için eğitim çalışmaları, paneller, söyleşi-

ler ve anmalar düzenler. LDG gençliği eylemsizliğe, boş vermişliğe, nemelazımcılığa sürükleyen düzen kültürüne ve yozlaşmaya karşı mücadele eder. Gençliğin başına musallat olan çetelerin dağıtılması için gerekli önlemleri alır. Öğrenci gençlik içerisinde kumarın ve uyuşturucunun yaygınlaşmasına karşı tavır alır, gençliği bunlara doğru çeken odakların karşısında durur. Gençliğin hayata daha geniş bir ufukla bakabilmesi, kendisi ve toplum üzerine sağlıklı düşünceler geliştirebilmesi için önemli çağdaş sanat ürünleri ile gençliğin buluşturulmasını sağlamayı hedefler. Bu amaca ulaşabilmek için geziler, toplantılar ve etkinlikler düzenler. Felsefeyi, ideolojik kuşatmayı ve büyük kandırmacayı boşa çıkarmak için bir araç olarak kullanmayı hedefler. Bulunduğu okullarda felsefe kulüplerinin sağlıklı çalıştırılmasına ön ayak olur. Öğrenciler arasındaki dayanışmayı geliştirmek için eğitim dayanışmaları düzenler. Öğretmen sendikasının ve üniversiteli öğrencilerin de katkısını alarak dershanelerin ve tarikatların nemalandığı bir alanda kendi imkânları ile çalışma grupları oluşturur. Özcesi LDG, liseli gençliği ilgilendiren tüm meselelerde başta liselilerin olmak üzere tüm ezilenlerin sesi ve eylemi olmayı hedefler. Tüm liselerde LDG meclisleri kurabilmek için canla başla çalışır. ÖZGÜR LİSEnin ancak ve ancak öğrencilerin kendi mücadelesi ile yaratılabileceğine inanır.

LDG, liseli gençliği ilgilendiren tüm meselelerde başta liselilerin olmak üzere tüm ezilenlerin sesi ve eylemi olmayı hedefler. Tüm liselerde LDG meclisleri kurabilmek için canla başla çalışır. ÖZGÜR LİSEnin ancak ve ancak öğrencilerin kendi mücadelesi ile yaratılabileceğine inanır.

15


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

D Mehmet YILMAZER

Sosyalist sistem yıkıldığından beri hız kazanan dünyanın yeniden paylaşılmasında, her büyük güç bu kaynaklar üzerinde denetim ve egemenlik kurmak için savaştı. Şimdi bunun yerine tüm büyük güçlerin, bir NATO stratejisi altında bu kaynaklar üzerinde ortak denetim ve egemenlik kurması mı sağlanacaktır? Kautsky’in 20. yüzyılın başlarında kurduğu “ultra emperyalizm” hayali 21. yüzyılın başlarında mı gerçekleşecektir? Elbette ki hayır!

16

ünya güçler dengesi çok sancılı bir sürece giriyor. Lizbon’daki NATO zirvesinin fotoğrafının Batı medyasındaki aktarımı tam bir uyum tablosu görünümündeydi. Gerçekliğin böyle olmadığı zirve sonrası Medvedev ve Putin’in açıklamalarıyla yeterince ortaya çıktı. Açıklamalarında iki Rusya lideri de: “Ya Stratejinin ve füze kalkanının her aşamasında oluruz, ya da hiçbir yerinde olmayız” diyerek daha pazarlıkların yeni başladığını çok açık bir dille vurgulamış oldular. Ayrıca, kendilerinin içinde olmadığı yeni bir güvenlik sisteminin inşa edilmesinin “silahlanma yarışının yeniden tırmanması” anlamına geleceğini de ilan ettiler. Bu araya bir de Kore krizi sıkıştı. Uzak Doğu’daki her krizin Amerika’nın yanında özellikle Çin’i ve Rusya’yı yakından ilgilendirdiği çok açıktır. Kriz şimdilik Sarı Deniz’de Güney Kore ve Amerika’nın ortak askeri tatbikatı ile yatıştırıldı. Kapitalizmin güç dengelerinin yeniden inşa edilmesi sürecinde en hassas alanlardan birisi Uzak Doğu olacaktır. Sosyalizm yıkıldıktan sonra, dünyadaki güç dengelerinde en önemli kırılma noktası 11 Eylül sonrası başlatılan Afganistan ve Irak savaşlarıdır. Fakat bu savaşlar aynı zamanda “süper güç” için de kırılma noktası oldu. ABD, bu savaşlarla tek başına kuramadığı dünya egemenliğini, sonunda NATO müttefikleriyle birlikte yapma noktasına geldi. Zirvede kabul edilen stratejinin ana noktası, “batı ekonomilerine akan kaynakların güvenlik altına alınması”ydı. Kaynakların içine, enerji ve hammaddenin yanında, para sermayesi de girer. Yeni NATO stratejisinin daha baştan içine düştüğü açmaz da burada yatıyor. Sosyalist sistemin yıkıldığı günden beri hız kazanan dünyanın yeniden paylaşılmasında, her büyük güç zaten bu kaynaklar üzerinde denetim ve egemenlik kurmak için savaştı. Şimdi bunun yerine tüm büyük güçlerin, bir NATO stratejisi altında bu kaynaklar üzerinde ortak denetim ve egemenlik kurması mı sağlanacaktır? Kautsky’in 20. yüzyılın başlarında kurduğu “ultra emperyalizm” hayali 21. yüzyılın başlarında mı gerçekleşecektir? Elbette ki hayır! Bu noktada son yirmi yılın dünya güçler dengesindeki yaşanan değişimler iyi okunmalıdır. Bilindiği gibi, bu süreçte, Irak bataklığının yanında, son büyük ekonomik krizle de birlikte, Atlantik’in iki yakası

ABD’NİN GERİLİ NATO ZİRVESİ da güç ve mevzi kaybettiler. ABD ve Avrupa’nın 1990’larda birbirlerine karşı konumları ile günümüzdeki yeni stratejik arayışları arasında büyük farklar oluşmuştur. 90’lı yılların başlarında Amerika’nın güvenlik şemsiyesinden çıkma çabaları içine giren Avrupa, bugün füze kalkanı ile bu şemsiyenin iyice gölgesinde kalmaya razı olmuş görünüyor. Atlantik’in iki yakasını bugünkü stratejide buluşturan, son yirmi yılda yaşadıkları mevzi kayıplarıdır. Ancak bu kayıpların nasıl, kimlerin aleyhine telafi edileceği konusu geleceğin en çetrefilli sorunu olarak ortada duruyor. Emperyalizmin tarihinde böyle büyük pazarlıkların sırf masa başında çözümlenebildiğinin örneği yoktur. Ya masa başında yapılan hesaplar savaşlarla bozulmuş, ya da savaşlarla çıkan tablo masa başında kayda geçirilmiştir. Bırakalım I. ve II. Paylaşım savaşlarını, ilk Körfez Savaşından beri aynı kanun hükmünü sürdürmüştür. Almanya, Fransa ve özellikle Japonya’nın Irak ve Merkez Asya ülkeleriyle masa başında yaptığı enerji anlaşmaları, Körfez Savaşı ve ardından Irak’ın işgaliyle bozulmuştur. Buna karşılık, Amerika Irak bataklığında debelenirken, Çin, hem Rusya, hem Merkez Asya ve hem de Orta Afrika ülkeleriyle masa başında başarılı anlaşmalar yapmıştır. Ayrıca Rusya, Avrupa ülkeleri ve Türkiye ile önemli enerji anlaşmaları yapmıştır. Bütün bunların yanında, Irak işgalinden sonra ortaya çıkan tablo yeterince netleşmediği için, hala masa üstünde önemli anlaşmalar beklemektedir. Bu karmaşık güç ve enerji pazarlıklarının bir NATO stratejisi içine sığdırılabilmesi ve düzene sokulabilmesi imkânsızdır. Fakat Amerika ve Avrupa’nın bu yolu denemekten başka seçeneği de yoktur. NATO zirvesinin iki yönü vardır. Amerika’nın komutanlığındaki NATO, uygun taktik fırsatları değerlendirerek, dünya enerji, ham madde ve para kaynaklarını kuşatmaya hazırlanmaktadır. Bu aslında, ABD ve Avrupa’nın tüm dünyaya karşı bir kuşatma hazırlığıdır. İkinci yönü, bu kapsamlı kuşatma hazırlığı, gerilim stratejileri devreye sokulmadan yü-

rütülemez. Bunun için bugün ileri sürülen en uygun araç ise füze kalkanıdır. Füze kalkanının adım adım inşası aslında gerilim savaşlarının, o andaki güçler durumuna göre yürütülmesinden başka bir şey olmayacaktır. Bu gerçekliklerden bakıldığında Lizbon zirvesi, karargâh çadırında harita üzerindeki yapılan ilk taslak karalamalardan öteye bir anlama sahip değildir. NATO stratejisinin somut kapsama alanlarıyla ilgili tahminde bulunursak, dünyayı nelerin beklediği daha iyi görülebilir. İlk ve en önemli alan elbette Ortadoğu’dur. İkincisi, Merkez Asya ve yakında yıldızı parlayacak olan Sibirya’daki yeraltı kaynaklarıdır. Üçüncüsü, Orta Afrika’daki enerji kaynaklarıdır. Bunlara Çin’in ve Japonya’nın mali kaynaklarını da ilave etmek gerekir. Elbette ki, NATO yeni stratejisiyle, bu alanlarda aynı zamanda harekete geçmeyecektir. Hangi bölgede, ne zaman gerilimlerin ateşleneceğini zamanla göreceğiz. Stratejinin genel mantığına bakıldığında, güçler dengesi açısından ortada önemli sorunlar olduğu görülebilir. Rusya, Lizbon’da masada oturmuş olsa da, büyük enerji kaynaklarına sahip olduğu ve bir o kadarını da Merkez Asya’da denetlediği için, bizzat bu kuşatma stratejisinin hedeflerinden birisidir. O nedenle, Rusya NATO işbirliği daha baştan arızalıdır. Öte yandan,


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

LİM POLİTİKASI, Sİ VE TÜRKİYE Ortaya konan devasa hedefler, bunun yanında irtifa kaybeden iki güç merkezi (Atlantik’in iki yakası), dünyanın nasıl riskli bir döneme girdiğini gösteriyor. Bu durum, NATO’nun yeni stratejisinin eninde sonunda iflasa sürükleneceğinin en güçlü kanıtıdır. Elbette ki, denklem bu ölçüde basit kurulmamıştır. Günümüz aktüel dengelerinden baktığımızda, NATO için Ortadoğu öncelikli hedeftir. Bu bölgedeki direnç noktası İran ve onun “dostu” Türkiye ilk hırpalanacak hedeflerdir. Buna göre devamı gelecektir.

NATO Zirvesi ve Türkiye

Türkiye’nin soğuk savaş yıllarında NATO’daki yeri ile günümüz dünyasındaki yeri arasında büyük

Çin, kendi çıkarları açısından dünyanın neresinde enerji kaynakları varsa, son on yıldır buralara büyük yatırımlar yapmaktadır. Bu nedenle, Çin, yeni NATO stratejisinin doğrudan hedefleri içindedir. Ayrıca dünyanın para kaynakları arasında da, Çin ilk sıralardadır. İkide bir, Çin parası üzerine pazarlıkların nedeni, bu para havuzuna bir delik açıp, onu Batı’ya doğru akıtmak içindir. Bu büyük güçlerin dışında İran, enerji yollarının kesişme noktası olması anlamında Türkiye, Latin Amerika’da pek çok ülke, Hindistan ve hatta Pakistan çok kutuplu dünyada kendi davranış alanlarına sahiptirler. NATO stratejisi, çok kutuplu dünyanın yarattığı bu tür “özgürlükleri” sınırlamaya ve giderek yok etmeye hazırlanıyor.

farklar vardır. NATO artık tüm dünya için strateji yürütmeye hazırlanıyor, dünya içinde Ortadoğu’nun özel bir yeri var ve Irak savaşından beri bölgede ABD ve Türkiye’nin stratejik çıkarlarının farklılaştığını sağır sultan bile duydu. İkide bir patlak veren “eksen kayması” tartışmalarının ardında bu gerçeklik yatıyor. Son altı yedi yıldır Washington ve Ankara arsında sürüncemede kalan konuların artık bir dönüm noktasına yaklaştığı açıktır. NATO zirvesinde Türkiye, şimdilik genel olarak Washington’un stratejik yönelişlerini onaylamıştır. Strateji Belgesinde doğrudan ülke ismi verilerek hedef gösterilmemesini kendi başarısı olarak gören Türkiye, aslında üç maymunu oynadığının farkındadır. Somut öncelikli hedeflerin ne olduğunu Fransa, “kediye kedi” diyerek

yüksek sesle ilan etmiştir. Yeni stratejinin ve buna bağlı füze kalkanının Ankara tarafından kabul edilmesi aslında Türkiye’nin kendi ellerine kelepçe vurması anlamına gelir. Batı ekonomilerine kaynak akışının denetlenmesi doğrudan Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Henüz tam o noktaya gelmediyse de, Türkiye toprakları enerji aktarım hatlarının kesişme noktasındadır. Bugüne kadar Batı’yı, Rusya’yı ve İran’ı dikkate alarak yatırımlar yapan Türkiye, NATO stratejisiyle, bu konudaki manevra alanını yitirebilir. Öte yandan, füze kalkanı en başta İran’la; gelişmelere göre Rusya ile olan ilişkilerini de güçlü bir şekilde etkileyecektir. NATO stratejisi eğer derinleşirse, Türkiye kendini, aktif rol oynayan ülkeler arasında değil, gittikçe kuşatma hedefindeki ülkeler arasında bulacaktır. “Komşularla sıfır sorun”da direttikçe NATO stratejisinin kıskacında kalacak; NATO’yla uyumlu davrandıkça kendisini bölgede Suudi Arabistan-Ürdün-Mısır ekseni içinde bulacaktır. Türkiye’ye son beş yıldır Amerika’nın dayattığı, fakat dünya ve bölgedeki gelişmeler nedeniyle gerçekleşmeyen bu kader, şimdi NATO eliyle dayatılıyor. Türkiye NATO’ya da kafa tutamaz mı? Tutarsa o zaman gerçekten “eksen kayar.” Bu “eksen kaymasının” tüm bedellerini de ödemek zorunda kalır. Fakat böyle bir düşünce spekülasyonun geleceği görmek açısından bir yararı yoktur. Dünya yeni bir sürece giriyor. Amerika’nın hedeflediği “yeni dünya düzeni” istenenin dışında yollara saptı. Atlantik’in iki yakası da geçen on yılda sürekli mevzi ve itibar kaybettiler. Artık kaybedilen mevzileri geri almak için onlar açısından yeni bir atağa kalkmanın zamanı geldi. Yoksa freni patlayan araba gibi, Batı dünyası, geriye kaymaya devam edecektir. Dünyaya yapılacak bu yeni saldırı karşısında ortaya çıkacak dirençleri bugünden öngörmek imkânsızdır. Fakat Türkiye’nin konumu tam bir açmazı anlatıyor. NATO stratejisine onay vererek hem bu yeni saldırının içinde olacak, hem de içeriden bu saldırının hızını kesmeye çalışacak! Amerika ile oynanan uzatmaların artık sonuna geliniyor. Tayyip Erdoğan’ın sık kullandığı bir deyim var: “Taraf olmayan bertaraf olur!” Dünya güç dengelerinin yeniden kuruluş mücadelesi sırasında Washington, Ankara’ya bu deyişi sık sık hatırlatacaktır.

Füze kalkanının adım adım inşası aslında gerilim savaşlarının, o andaki güçler durumuna göre yürütülmesinden başka bir şey olmayacaktır. Bu gerçeklikten bakıldığında Lizbon zirvesi, karargâh çadırında harita üzerindeki ilk taslak karalamalardan öteye bir anlama sahip değildir.

17


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

“21. YÜZYIL SOSYALİZMİ” TARTIŞILDI

S 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl kapitalizminde, kapitalizmin içinden sosyalizmin filizlerinin görülmemesi, 21. yüzyılda görülmeyeceğinin işareti değil. Dolayısıyla, bu yüzyıl, kapitalizmi de başka yaşayacak, sosyalist mücadeleyi de başka türlü yaşayacak. Sosyalizmin filizlerinin kapitalizmin içinde görülmesi ya da ipuçlarının ortaya çıkması, bir devrim mücadelesini ortadan kaldırmaz. Tam tersine, ona zengin stratejik unsurlar ilave eder sadece.

18

osyalist Dayanışma Platformu tarafından düzenlenen “21. Yüzyıl Sosyalizmi” konulu panel, 13 Kasım Cumartesi günü Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde gerçekleşti. Çok sayıda kişinin ilgiyle izlediği ve forum bölümünde düşüncelerini ifade etme şansı bulduğu etkinlikte, Sosyalist Dayanışma Platformu’ndan Mehmet Yılmazer, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nden Ertuğrul Kürkçü ve Barış ve Demokrasi Partisi’nden MYK Üyesi Cesim Soylu konuşmacı olarak yer aldı. Etkinliğin açış konuşmasını Mert Büyükkarabacak yaptı. Konuşmasında, kapitalizmin koca bir insanlığı, doğayı, gezegenimizi yıkımın eşiğine taşıdığını belirten Büyükkarabacak, “Latin Amerika ve Mezopotamya’da 20. yüzyılın olumlu ve olumsuz sosyalizm deneyimlerinden yola çıkarak yeniden güçlü bir adalet, eşitlik ve kardeşlik türküsü yakılmaya başlandı. Türkünün adı 21. Yüzyıl Sosyalizmi” dedi. Panelde ilk olarak SODAP Temsilcisi Mehmet Yılmazer söz aldı.

“Sosyalizm mücadelesi açısından insanlık yeni bir yola girdi”

Mehmet Yılmazer konuşmasına başlarken, öncelikle “21. Yüzyıl Sosyalizmi” kavramına açıklık getirdi. “21. Yüzyıl Sosyalizmi” kavramını ilk olarak Chavez’in 2005’te Dünya Sosyal Forumu’nda kullandığını belirterek, 20. yüzyılın sonunda Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin çöküşü ve kapitalist refah devletlerinin sona erişiyle birlikte sosyalizm mücadelesi açısından insanlığın yeni bir yola girdiğini ifade etti. Yılmazer, 21. yüzyıldaki sosyalizm mücadelesini, önceki sosyalizm ve iktidar deneyimlerinin, kapitalizmde yaşanan yapısal değişimin ve kapitalizmin cehennem yüzü olan 3. dünya ülkelerinde filizlenen başkaldırı ve direniş hareketlerinin (Zapatistalar, Brezilya Topraksız

Köylü Hareketi, Arjantin İşsiz İşçiler Hareketi, Nepal, Venezüella, Bolivya, Ekvator, Kürt Özgürlük Hareketi, Hamas, Hizbullah vb.) şekillendireceğini sözlerine ekledi. Mehmet Yılmazer, “21. Yüzyıl Sosyalizmi”nin geçmiş deneyimlerden farklı özelliklerini beş başlık altında şöyle ifade etti:

“Sosyal hareketler…”

Birinci farklılığı, günümüzdeki 3. Dünya ülkelerinde yaşanan mücadele yöntemlerinin Marksist parti örgütlenmesi tarzında gelişmemesi olarak ifade edebiliriz. Mücadele “sosyal hareketler” tarzında gelişiyor, siyasal hareket tarzında değil. Hiyerarşiyi sevmiyor, yaygın örgütleniyor, iktidarı sevmiyor.

“Katılımcı demokrasi…”

İkinci özellik, “katılımcı demokrasi” parolasının öne çıkmasıdır. Latin Amerika’da bu sistem uygulanıyor. Temsili sisteme karşılar, “doğrudan demokrasi”ye yakın parolaları öne çıkartıyorlar. Bolivya, Venezüella, kısmen Ekvator’da “komünal konseyler”de “temsilci” yok, “sözcü” var. Katılımcı demokrasi, bu ülkelerde anayasal kurumlar haline geldi.

“İkili iktidarlar…”

Üçüncü fark olarak, “ikili iktidarlar” orijinal bir olgu olarak ortaya çıktı. Mücadele eden hareketler siyasal iktidarı aldığında ya da alamadığında farklı farklı durumlar ortaya çıkmakta. Örneğin Venezüella’da, iktidarda sosyalist hükümet olmasına rağmen kapitalizm var. 3. Dünya ülkelerinde burjuva iktidarları, kendi iktidar alanlarında eskisi kadar egemen olamıyor. Dolayısıyla, sosyal hareketler, çeteler ya da bazı siyasal hareketler kendi egemenlik alanlarını yarattılar. Bizde Kürt Özgürlük Hareketi, Filistin yoksullarında HAMAS, Lübnan’da Hizbullah… Bu nasıl mümkün oluyor? Soğuk savaş sonrası, çok kutuplu dünyada ağır basan bir güç

merkezi yok. Bundan dolayı birinci olarak, 3. Dünya içindeki hareketlerin manevra alanlarının, davranış alanlarının daha da genişlemesi durumu ortaya çıktı. İkinci olarak da, kapitalizmin artık kırlardan kentlere sürdüğü büyük nüfusa standart -yani belli bir fabrika üretimi içine alan, ya da sosyal yaşam içine alanbir yaşam tarzı sunamaması durumu ortaya çıktı.

“Toplumsal yaşamdan dışarıya itilmişler”

Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre Latin Amerika nüfusunun %70’i “nasıl geçindiği belli olmayan” statüsünde. Ne işçidir, kayıtlı işçidir. Ne de kayıtlı esnaftır. Ama kişiler yaşıyorlar ve yaşadıkları yerlerde kendi egemenlik alanlarını yaratıyorlar. Kapitalizm büyük kentlere büyük insan yığınağı yapıyor ama bundan ötesi yok. Eskiden kendi ülkelerinde iş bulamayanlar, başka ülkelere göç ediyordu; şimdi o yollar kapandı. Devasa kalabalık, büyük kentlere sürekli yığınak yapıyor. Meksika 23 milyon, Latin Amerika’daki diğer büyük kentler en az 8-10 milyonluk nüfusa sahip. Kentler ikiye bölünmüş durumda; güvenlikli sitelerde yaşayan azınlık ve nasıl yaşadığı belli olmayan büyük bir çoğunluk… Latin Amerikalılar bu büyük çoğunluğa “dışlanmışlar,” “toplumsal yaşamdan dışarıya itilmişler” diyor. Onlar, kendi iktidarlarını yaratıyor o ülkelerde. Ve bunlardan iki tanesi iktidara geldi Latin Amerika’da. Ekvator’la birlikte üç tanesi diyebiliriz. Venezüella Chavez’in 5. Cumhuriyet Hareketi, Bolivya’da Morales iktidarı. Bu “ikili iktidar” durumu bir olgu ama Marksizm’in kitaplarında yok. Leninist mücadele tarihinde yok. Dolayısıyla, değerlendirme merceğine almak gerekiyor.

“Kapitalizm içinde sosyalizm inşası”

Önceki dönemlerden farklı dördüncü özelliği, “kapitalizm içinde


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

sosyalizm inşası” çabası olarak ifade edebiliriz. Bugünün dünyasında kapitalizmin içinden, bu iktidarlar ya da dışlanmışlar aracılığıyla sosyalizmin filizlerinin inşası ortaya çıkıyor. Bunlar bizim mücadele stratejimize, taktiklerimize yenilikler getirebilecek olgular. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl kapitalizminde, kapitalizmin içinden sos-

yalizmin filizlerinin görülmemesi, 21. yüzyılda görülmeyeceğinin işareti değil. Dolayısıyla, bu yüzyıl, kapitalizmi de başka yaşayacak, sosyalist mücadeleyi de başka türlü yaşayacak. Bir yüzyıl kapitalizm feodalizmin içinden filizlendi. Ancak kapitalist sistem, bir sistem olarak burjuva devrimleriyle kuruldu. Dolayısıyla, sosyalizmin filizlerinin kapitalizmin içinde görülmesi ya da ipuçlarının ortaya çıkması, bir devrim mücadelesini ortadan kaldırmaz. Tam tersine, ona zengin stratejik unsurlar ilave eder sadece.

“İşçi sınıfının değişen yapısı…”

Beşinci özellik olarak, “21. Yüzyıl Sosyalizmi”nde sınıf mücadelesi farklı karakterde seyredecek. İşçi sınıfının konumlanması, sendikası, siyaseti, 19. ve 20. yüzyıldaki gibi değil. “Parçalanma”dan bahsediyoruz. Sınıf mücadelesinde sınıfın stratejik konumu, bundan önceki yüzyıldaki gibi değil. Venezüella’daki “21. Yüzyıl Sosyalizmi” parolasını ortaya çıkartan hareketlerin içinde örgütlenmiş hali vakti yerinde işçilerin sayısı oldukça az. Venezüella Bolivar Devrimi’yle, Venezüella işçi sınıfının arası halen iyi değildir. Ama barriolardaki yoksullarla arası iyidir. Bolivya’da da işçi sınıfının örgütlenmesi çok zayıf, oradaki mücadele süreci de daha çok yerli hareketlerin öncülüğünde gelişti. Dolayısıyla, 21. yüzyılda sınıflar

mücadelesi olgusuna bizim yeniden bakmamızı gerektirecek gelişmelerle yüz yüzeyiz. Mehmet Yılmazer ilk turdaki konuşmasında son olarak, kapitalizmin üretim yorgunu hale gelmesi ve doğayı tüketmesinin de 21. yy sosyalizminde başka gelişme olasılıkları ortaya çıkarttığını vurguladı. Barış ve Demokrasi Partisi Mer-

kez Yürütme Kurulu Üyesi Cesim Soylu, Kürt Özgürlük Hareketi’nin hem sosyalizm algısını, hem de kendi sosyalizmini inşa sürecini özetleyen bir konuşma yaptı. Cesim Soylu konuşmasında öncelikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin doğuşundan itibaren sosyalizmle ilişkilenme süreçlerindeki dönüm noktalarını şöyle aktardı:

“Reel sosyalizm birçok yönüyle sorgulanmaya başlandı”

Reel sosyalizme ciddi eleştirisi olmasına rağmen sonuç itibariyle Kürt Hareketi de çıkış döneminde ve epey uzun bir süre boyunca sosyalist olarak değerlendirildi. Ancak 1990’lı yılların başları aslında Kürt Hareketi içinde, hem kendi deneyimi üzerinden, hem de dünyadaki gelişmeler gözetilerek bir takım değişikliklere gidildi. Örneğin, başlangıçta reel sosyalizme yöneltilen stratejik eleştiriler, 90’lı yıllarda belki daha ileri boyutlar kazandı ve aslında reel sosyalizm birçok yönüyle sorgulanmaya başlandı. Ama Kürt Özgürlük Hareketi, kimi zaman sembolik, kimi zaman da ciddi değişikliklere gitti. Cesim Soylu, Genel Sekreterlik yerine Genel Başkanlığın benimsenmesini, Ortadoğu halkları arasında federasyon sisteminin savunulmasını ve “kadın partisi” kurulmasını, söz konusu değişimin örnekleri olarak sıraladı. 2000’li yılların ise bu değişime köklü bir nitelik kazandırdığını

ifade eden Cesim Soylu, Marksist sosyalizme, Marksizm’e yönelik kurumsal eleştiriler yürütülmeye başlanarak, bu eleştirilerden hareketle yeni bir inşa sürecine girilmeye çalışıldığını belirtti. Soylu bu eleştirileri şöyle ifade etti:

“Devletli toplumlardevletsiz toplumlar”

Tarihsel Materyalizm’e yönelik eleştiriler getirildi. Tarihi, yalnızca sınıf savaşı olarak gören, daha doğrusu tarihin temel öznesini, temel devrimci gücünü sınıflar savaşı olarak gören böylesi “sınıf merkezli” bir bakış eleştirildi. Bu kapsamda aynı zamanda toplumsal süreçler de daha başka tanımlanmaya başlandı. Yani, “ilkel-kölecifeodal-kapitalist” süreçler olarak sınıflandırmadan daha ziyade, tarihi böyle kesitlere ayrıştırmanın aslında sosyalizm perspektifini de bir takım sıkıntılara sokacağı düşünülerek, tarihi “devletli toplumlar-devletsiz toplumlar” şekilde ayrıştırmayı daha gerçekçi perspektifle almaya başlandı. Yani Kürt Özgürlük Hareketi, tarihsel süreci, “doğal toplum” dediğimiz, aslında sosyal kültürel hareketlerle kendini var etmeye çalışan, devlet dışında var olmaya çalışan halkların, etnik yapıların, belli dinsel/mezhepsel bölünmüş ve Ortadoğu’da yaygınca var olan varoluş biçimlerinin devlet karşıtlığı/“devlet dışılığı” üzerine var olma süreci olarak değerlendirerek, egemenlik, ihtilal ve devlet süreci açısından farklı bir bakış geliştirdi.

“Demokratik ulusçuluk”

Buna bağlı olarak Kürt Özgürlük Hareketi, “ulus devlet” yaklaşımına daha eleştirel bakmaya başladı. Ulus devletlerin oluşum sürecinin nasıl trajediye yol açtığına baktı. Hatta faşizme varan sürecin, biraz da ulus devletten kaynaklandığını değerlendirdi. Elbette reel sosyalizmin ulus devleti farklı olmakla birlikte son tahlilde onu da eleştiren, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı ille devlet kurmak şeklinde, ulus oluşturma şeklinde değerlendirmeyen, buna karşıt “Demokratik Ulusçuluğu” besleyen bir yaklaşım geliştirdi. Neydi bu: Ulusçuluğu, toplumun birçok sosyal, kültürel diğer kesimlerini kendi içerisinde eriten, kendi içerisinde homojenleştiren bir süreci eleştirdi. Çünkü toplumsal,

Kürt Özgürlük Hareketi devletin sönümlenme sürecine, “devleti hiçbir biçimiyle kabul etmeyen, devlet dışında toplumun bir siyaset merkezi haline getirilmesini sağlayan” bir anlayışla bakar. Yani devleti ele geçirip dönüştürme sürecinden ziyade, devletle mücadeleyi süreklileştiren bir yaklaşımı esas alır.

19


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

sosyal, kültürel birimler, aslında tarihsel ve toplumsal özellikleri olan süreçlerdir. Dolayısıyla da bunlara eğilmek, hem yol açtığı trajik sonuçlar itibariyle, hem de Marksist zemin açısından eleştirel bir vurgu. Bu anlamda Demokratik Ulusçuluğu benimseyen bir yaklaşım geliştirdi.

“Devlet ve devletin sönümlenmesi…”

Sosyalizm teorisindeki “devlet” ve “devletin sönümlenmesi” konularına eleştirel bir bakış geliştirdi. “Sönümlenme sürecinde, bir proletarya diktatörlüğüne, bir başka devlet biçimine ihtiyaç olmadığı” düşüncesini savundu. Zira devletleşmenin özündeki hiyerarşi ve egemenliğin, bazı kesimler açısından aslında fiili bir durum yarattığı için mutlaka çekinilmesi gereken

en önemli yanı olduğunu belirtti. Ertuğrul Kürkçü, Kürdistan coğrafyasında ve Latin Amerika’da yaşanan deneyimlerin önemine vurgu yaparken, bu deneyimlerden “21. Yüzyıl Sosyalizmi”ne dair evrensel ve kesin sonuçlar çıkartmak için henüz erken olduğunu ifade etti. Ertuğrul Kürkçü, “21. Yüzyıl Sosyalizmi” kavramına yönelik olarak getirdiği eleştirisinde, 21. yüzyılın ilk on yılının yaşandığını, bu yüzyıl biterken aslında ne olacağı hakkında hiçbir kimsenin fikri olmayacağını, ne olduğunun anlaşılması için daha 90 yıl yaşanması gereken bir tarih olduğunu ileri sürdü. Kürkçü, “Bütün insanlık adına konuşma yetkisini henüz elimizde tutmadığımızı, tarih adına konuşma yetkisini elimizde tutmadığımızı, tutamayacağımızı, ama kendi deneyimlerimizle dünyaya

Marks’ın öngörülerinden doğmuş olduğu bence epey su kaldırır bir iddiadır.

“Eski devletin kırılması, parçalanması, ortadan kaldırılması…”

Hepsinden önemlisi devlet/toplum ilişkisinin, “devlet iktidarını ele geçirilmesi ve o iktidarın sürdürülmesi” olarak görülmesi kitabî bir yanlıştır. Çünkü Marks için bütün mesele, eski devletin kırılması, parçalanması, ortadan kaldırılmasıdır. Bunun yerine ikame edilecek iktidar ise doğrudan doğruya yoksul, çalışan, emekçi milyonların kendi kendilerini yönetme pratiğidir; kendilerini yönetme yetkisini başkalarına devretmesi değil.

“Tarihsel maddeciliğin sınıf dışı kategorileri ciddiye almadığı yönündeki yaklaşımı eksik buluyorum”

Marksizm, dünyaya bakma metodudur. Yani tarihi algılama metodunun, tarihsel maddeciliğin, “sınıf dışı kategorileri ciddiye almadığı” yönündeki yaklaşımı da ben eksik görüyorum. Bu “yıkılan sosyalizmin olumsuz mirasının aslında mantıki olarak Marks’a kadar taşınması gerektiği” varsayımları, bence bizi -yerine bir şey konmadığından- bir metodolojik araçtan mahrum bıraktığı için tartılması gerektiğini söylüyorum. Bu nedenle bu tartışmada ben en çok “Marks’ı bir kenara koyalım” fikrinin problematik olduğunu düşünüyorum. bir süreç olduğunu tanımladı. Bu anlamda Kürt Özgürlük Hareketi devletin sönümlenme sürecine, “devleti hiçbir biçimiyle kabul etmeyen, devlet dışında toplumun bir siyaset merkezi haline getirilmesini sağlayan” bir anlayışla bakar. Yani devleti ele geçirip dönüştürme sürecinden ziyade, devletle mücadeleyi süreklileştiren bir yaklaşımı esas alır.

“Kürt Özgürlük Hareketi’yle yaklaşık 15 yıl sonra yeniden sosyalizmi konuşuyoruz”

Panelin ilk turumda son olarak Ertuğrul Kürkçü konuşma yaptı. Kürkçü konuşmasının başında, Kürt Özgürlük Hareketi’yle yaklaşık 15 yıl sonra yeniden sosyalizmin konuşulduğu bir platformda bir araya gelmenin, bu etkinliğin

20

tarihsel anlam katmaktan da bizi alıkoyacak hiçbir etiksel ve bilimsel sınır olmadığını kabul etmemiz lazım” dedi.

20. yy sosyalizmi: “Süregiden ama başarısızlığa uğrayan sosyalist kuruluş”

Ben, 20. yüzyıl sosyalizminin, zorunlu olarak Marksizm’in eleştirisi olacağı anlamına gelmeyeceğini düşünüyorum. 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini -eğer bu deneyimlere sosyalizm diyebileceksek ki ben Marks’ın ifade ettiği anlamda şüpheliyim- bir sosyo-ekonomik formasyon olarak, “sosyalist ekonomik bir kuruluş,” “süregiden ama başarısızlığa uğrayan sosyalist kuruluş” deneyleri olarak görebiliriz. Bunlara yön veren teorik ilkelerin, programatik perspektiflerin,

“Ne Marks’ta ne Lenin’de ulus-devlet yüceltilmiyor”

“Ulusal mesele” açısından baktığımızda, ne Marks’ta ne Lenin’de ulus-devletin yüceltildiğine, dillerin ve kültürlerin hâkimiyet altına alınması gerektiğine, bunların başat bir ulus tarafından kontrol altına alınması gerektiğine dair bir tek ipucu bulmak bence olanaksız. Dolayısıyla bizim pratiğimize, bizim siyasetimize Komintern sonrası Sovyetler Birliği hâkim öğretisi taşındığı için, buraya biçtiğimiz eleştiriyi, metodolojik olarak, Marks’a kadar, Lenin’e kadar -kimi bakımdan eleştirilebilir ama- taşınabileceğini ben doğrusu düşünmüyorum. Ertuğrul Kürkçü, bu eleştirilerinin ardından günümüzdeki sosyalizm mücadelesiyle ilgili düşüncelerini ana hatlarıyla şöyle ifade etti:


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

“Bugün insanlığın büyük bölümünün çıkarları kapitalizmle karşı karşıyadır…”

Bu ‘21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin öncekilerden farklı olacağı’na dair iddiayı tabi ki kabul ediyorum. Ama daha önemlisi şu; kapitalizm -eğer dediğimiz gibi 21. yüzyıldaki gözlemimiz doğruysa- doğal, tarihsel sınırlarına vardıysa, o zaman bütün insanlıkla karşı karşıya gelmiş demektir. Dolayısıyla, büyük sermaye sahipleri ve güç sahipleri dışında herkes sosyalist bir özne olma şansına ve potansiyeline -bir fabrika işçisinin üretimdeki rolünden edindiği güç kadar güce- sahip olabilir. Demek ki burada en önemli şey bence, şimdi geçmişten farklı olarak, kapitalizmle çıkarlarımızın karşı karşıya olduğuna dair bir kabulün insanlığın büyük bölümüyle paylaşılmasıyla ilgili bir yeni durumdur. Bu durumda sosyalizm sadece kapitalizmle değil, dinlerle de karşı karşıya gelerek bu tartışmayı kazanmalıdır. Hem İslam, hem Hıristiyan fundamentalizmin bu kadar yükselmesi, “dünyanın bir sona doğru gittiği” kaygısının çok büyük yığınlar tarafından paylaşılmasıyla ilgilidir. O zaman, 21. yüzyıl bitmeden, buna bir devrimle cevap vermek için, kuşatıcı, sadece yerel olmayan, insanlığın tamamına seslenen kurtuluş ideolojisi olarak sosyalizmi bugünün şartlarında bir kez daha kurma zorunluluğu var. O yüzden, 21. yüzyıla iyi başladık, umarım sonu da iyi gelir. Etkinliğin forum bölümünde çok sayıda katılımcı söz alarak düşüncelerini ifade ettikten sonra panelin ikinci turuna geçildi. İkinci turda ilk olarak Ertuğrul Kürkçü konuştu. Kürkçü konuşmasında, “Sovyetler Birliği pratiğinden hareketle Marks’ın eleştirilmesini yanlış bulduğunu” şu sözleriyle tekrar vurguladı: Marks’ı yeniden hatmetmeden, hafızı kapital olmadan, Sovyetler Birliği deneyiminden hareketle ‘Marks’ın aslında ne kadar yanlış düşündüğü Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından çıkmaktadır’ diyemeyiz. Ertuğrul Kürkçü, Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan sosyalizmin, kapitalizmin henüz Marks’ta ifade edilen gelişkinlik düzeyinde olmayan bir ülkede kurulmasından ve Avrupa ile Amerika’daki devrim-

lerle tamamlanmamış olmasından dolayı çok sayıda hatalarının olduğunu da sözlerine ekledi. Ertuğrul Kürkçü’den sonra söz alan Cesim Soylu, kendi sosyalizm anlayışlarına yönelik getirilen eleştirilere yanıt olarak şu ifadeleri kullandı: Dünyayı değiştirme idealimize, önce kendi dünyamızı değiştirerek, kendi sahamızda bir pratik geliştirerek girmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu durum, birçok zaaf, birçok eksiklik, birçok yetmezlik taşıyacaktır. Ama bunu, demokratik süreç içerisinde başka deneyimleri okuyarak, inceleyerek tamamlamaya çalışacağız. Bir reddi miras içerisinde değiliz. Yani Marksizm’i reddetme, dünya sosyalist hareketinin tarihini bir tarafa bırakma süreci içerisinde değiliz. Ama eleştirilerimiz vardır. Cesim Soylu konuşmasının sonunda, Türkiye’de sol hareketlerin Avrupa’daki mücadelelere bakarak teorilerini oluşturduklarını, kendi coğrafyalarının tarihine bakmadıklarını belirterek, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bakış açısının Marksizm’le sınırlı olmadığını, Ortadoğu’nun on bin yıllık tarihsel sürecinden de beslendiğini vurguladı. Panelin son konuşmasını Mehmet Yılmazer yaptı. Yılmazer konuşmasında ilk olarak, tartışma yaşanan “Reel sosyalizm mücadelesini, deneyimini eleştirirken Marks’a ne kadar değinmeliyiz?” konusuna açıklık getirdi. Marksizm’i 19. ve 20. yüzyılların sınırlarına hapsetmenin doğru olmayacağını, yeni gelişmeler ışığında Marksizm’i tekrar değerlendirmek, geliştirmek ve yetkinleştirmek gerektiğini ifade etti. Marksizm programına dair eleştirilmesi gereken yönleri şu üç başlık altında sıraladı: 1. Devlet, iktidar, demokrasi 2. Mülkiyet 3. Merkezi Planlama Yılmazer, bu konuların yeniden ele alınıp değerlendirmek zorunda olunduğunu belirtti. Mehmet Yılmazer, “Latin Amerika deneylerinin ne kadar genelleştirilebileceği” konusundaki Ertuğrul Kürkçü’nün eleştirisine yönelik olarak “Paris Komünü” deneyiminden yola çıkarak şu sözlerle yanıt verdi:

orisine girmiştir. Latin Amerika’nın bugünkü olayları da Marksizm’in devlet teorisi, mülkiyet vb. noktalarından kritiğini yapmamız için bize özgün ipuçları veriyor. Mehmet Yılmazer, “iktidar” sorununda, Latin Amerika deneyiminin öğretici yanlarına vurgu yaparak katılımcı demokrasi uygulamalarına değindi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin uygulamalarından farklı olarak Venezüella ve Bolivya’da yaşananların özgün iktidar deneyimleri olduğuna dikkat çekti. Sovyetler Birliği deneyinde, halk örgütleri/merkezi iktidar arasındaki gerilimin, merkezi iktidar lehine ve halk örgütlerinin etkisizleştirilmesi pahasına sönümlendirildiğini belirten Yılmazer, Latin Amerika’daki iktidarların halk örgütlenmeleri aracılığı her gün gerilim yaşadığını ve canlı tutulan bu “sürekli gerilim” sayesinde merkezi iktidarların geliştirici olabildiğini sözlerine ekledi. “İktidarsızlık” olgusuna da değinen Yılmazer, sosyalist mücadelenin mutlaka iktidar hedefli olması gerektiğini vurguladı. İktidarı hedeflemeyen Arjantin’deki işsiz işçi hareketinin sönümlenmesini olumsuz bir örnek olarak ifade etti. Yılmazer son olarak bugün “işçi sınıfının devrim yapabilme ve iktidarda kalabilme kapasitesi”ne değindi. Kapitalizmin bugünkü değişen yapısıyla geçmişten farklı özellikler taşıyan işçi sınıfının, sosyalist mücadeledeki yerinin de farklı olacağına işaret etti. Bu durumun bizlere farklı parolaların ve farklı örgütlenme biçimlerinin yaratılması yükümlülüğünü getirdiğini ifade etti. Bu konudaki kendi bakış açısını şu dikkat çekici cümlelerle aktardı: Bugün bu düzenin “yıkıcıları” -“dışlanmışlar” diye tanımlamıştık- vardır. Proletaryanın alt kesimi, yoksullaştırılanlar, bu düzenin “yıkıcıları”dır. Ama yanlarına ittifak olarak “kurucular”ı alamazlarsa yeni bir düzen kuramazlar. Sadece yıktıklarıyla kalırlar. Ve Sovyet proletaryasının başına gelen bu oldu. “Kurucular,” yüksek teknikle uğraşan proletaryadır. İşçi sınıfı bu kendi “iç ittifak”ını kurup böyle bir mücadele tarzı geliştiremezse, bundan sonraki sosyalizm inşasında büyük güçlüklerle yüz yüze gelecektir.

21. yüzyıl sosyalizminin, zorunlu olarak Marksizm’in eleştirisi olacağı anlamına gelmeyeceğini düşünüyorum. 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini -eğer bu deneyimlere sosyalizm diyebileceksek ki ben Marks’ın ifade ettiği anlamda şüpheliyimbir sosyo-ekonomik formasyon olarak, “sosyalist ekonomik bir kuruluş”, “süregiden ama başarısızlığa uğrayan sosyalist kuruluş” deneyleri olarak görebiliriz.

Paris Komünü, Paris’te üç aylık bir olay ama Marksizm’in devlet te-

21


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

‘LANET OLSUN KIVILCIMLI’YA!!! Böylesini Duymadınız!.. Azzz Sonraaa!!! Kuzey KARAHAN

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yla ilgili, yerli yersiz binbir eleştiri yapılmıştır. Orducu denmiştir, cuntacı denmiştir, Kemalist denmiştir, revizyonist – pasifist denmiştir; denmiştir de denmiştir. Ama genellikle rüzgar dinip, sular biraz durulduğunda, çoğu eleştiri sahibi bile Kıvılcımlı’dan bir şeyler öğrenmek gerektiğini belirtmişlerdir.

C

ılk haberleri duyurmak için mi böyle yaygara yapılır televizyonlarda?

Ya da haberin cılkını çıkarmak için mi? Her neyse ne artık! Ama internette okuduğum bir söyleşi, böyle bir duyurumu gerçekten hak eder cinsten. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yla ilgili, yerli yersiz binbir eleştiri yapılmıştır. Orducu denmiştir, cuntacı denmiştir, Kemalist denmiştir, revizyonist – pasifist denmiştir; denmiştir de denmiştir. Ama genellikle rüzgar dinip, sular biraz durulduğunda, çoğu eleştiri sahibi bile Kıvılcımlı’dan bir şeyler öğrenmek gerektiğini belirtmişlerdir. Kişi ya da politik hareket olarak bunun örnekleri çoktur. Ama herkesin fikir birliği ettiği bir gerçeklik vardır. Kıvılcımlı –onca baskı, işkence, zindan zulümlerine karşın– kararlı ve direnişçi pratik politik mücadelesinin yanı sıra, Türkiye devriminin kendine özgü sorunlarıyla da ilgili çok ciddi araştırmalar yapmıştır. Onun devrimci mirasını, çok farklı geleneklerden gelen bir çok çevre sahiplenmekte ve ondan yararlanmaktadır. Haber şu: Bir İsviçre ziyareti sırasında, Arkadaş gazetesi EMEP GYK üyesi Mustafa Yalçıner’le bir söyleşi yapıyor. Söyleşinin bir bölümü, Türkiye gençlik hareketinin bugünkü durumuna ayrılmış. Genel bir düşünce açıklamasından sonra ve ’71 devrimcileriyle benzeştirerek diyor ki Yalçıner, “Gençler(e) gerekli yardımı gösterip ilerletmemiz gerekir. Deniz`lerin sahip olmadığı yardım koşullarını sağlamamız gerekir. Mihri Belli, Deniz`lere yardım etmedi. Hikmet Kıvılcımlı Deniz`lere yardım etmedi. Bizi dağa onlar gönderdi. Bize abilik yapanlar bize yol gösterebilirlerdi ama gösterdikleri yollar hep tersine yollardı. Bizi onlar dağa yönlendirdiler, olumsuz tutumlarıyla. Biz bunu yapmayacağız. Gençlerin

22

doğru yolda yürümelerinin katkıcıları olacağız. Onların işçi örgütleri içinde örgütlenmeleri ve sınıf mücadelesinin ciddi ve ileriden katkıcıları olmalarının dayanağı olacağız. Biz, Mihri abi veya Kıvılcımlı gibi yaparsak lanet olsun bize.” (http://www. arkadas.ch/ekim%2069%20sf%207. pdf) Anlaşılır olması için: Diyor ki Yalçıner: 1- Mihri Belli ve Kıvılcımlı Deniz`lere/gençlere yardım etmedi. 2- Bize yol gösterebilirlerdi ama göstermediler, tersine dağa gönderdiler. 3- Doğru yol, bizi işçi sınıfı içinde örgütlenmeye yönlendirmekti. 4- Bunları yapmadılar, lanet olsun onlara! Mihri Abi –sağlık ve uzun ömürler dileyelim kendisine- yaşıyor. Gerekli görürse kendisi yanıt verir. Ama Kıvılcımlı’ya yönelik Yalçıner zırvalarına, kısa da olsa bir yanıt vermemiz gerekli. Kıvılcımlı, Daha 1933’lerde yazdığı yedi kitaplık YOL çalışmasında, TKP’nin hatalarını, bir türlü işçi sınıfı içinde örgütlenememesine bağlar ve bunun giderilebilmesi için sınıfını örgütlemeye yönelik taktikler önerir. Hemen arkasından, “Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı” kitapçığını 1935’te yayınlar. Amacı TKP içinde, “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” diyenlere karşı, sınıfın varlığını; üretim ilişkileri içindeki yerini rakamsal olarak gösterip, partiyi sınıf içinde örgütlenme taktiğine çekmek; TKP’yi sınıf içine yaymaya yönlendirmektir. 1954’te Vatan Partisi’ni, işçi ağırlıklı bir ekiple kurmuş, ve parti doğrudan işçi örgütlemeye yönelik çalışma yürütmüştür.Ve bundan sonra da Kıvılcımlı bütün ömrünü, işçi sınıfı içinde çalışmaya adamış,

çevresini de bu çalışmaya katmıştır. Kendi çevresi dışındaki güçleri; özellikle gençliği de sınıfa yönledirmek için sonsuz çaba sarfetmiştir. Sınıf çalışması, sınıf partisi onun eyleminin ana ekseni olmuştur. Şu sözler Kıvılcımlı’ya aittir. “İktidar lâfla alınmaz. Normal olarak Siyasî İktidar Savaşı yapacak bir Sınıf Partisi ile alınır… Bugün İktidarda tutunmanın tek şartı: Modern bir Sosyal Sınıfa gerçekten dayanmış, yedek sosyal güçleri akıllıca kullanabilen bir Öncü Örgüt (Siyasî Parti) ile olur. Çalışan yığınlarımızın Siyasî İktidarda tutunacak Örgütü, ancak İşçi Sınıfı Partisi olabilir… Fabrikaları, Yolları, Çiftlikleri, Sarayları; Şehirleri, Gecekonduları yapan ve işleten İşçi Sınıfımız, Devrimci Gençlikle elele: İşçi Sınıfı Partisini de yapacaktır… “Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde, İşçi Sınıfının yörüngesine girmiştir. Ne denli parlak göktaşı görünmek tutkunluğu içinde bulunurlarsa bulunsunlar, eğer uzayın sağır boşluklarında yitmek istemiyorlarsa, bütün Devrimci yıldızlar, Tarihin ve İşçi Sınıfının yörüngesi içine akmalıdırlar. Bu yörünge Proletarya Partisidir.” (Sosyalist Gazetesi, 2 Mart 1971) Burada Kıvılcımlı artık, “sözün bittiği yerde” bile bir söz daha söyleme ihtiyacını duymuştur. Çünkü bunları daha önce defalarca ve en anlaşılır biçimde yazmış, anlatmıştır. Ayrıca bir çok yazısında doğrudan gençliğe seslenerek, onları sınıf çalışmasına, sınıf devrimciliğine çekmeye çalışmıştır. (Yazıların bir kısmı için: Gençliğe Yazılar, Sosyal İnsan yayınları) Kıvılcımlı çevresinden İsmet Demir’in başkanı olduğu YİS (Yapı İşçileri Sendikası), kapılarını sonuna kadar Dev-Gençlilere açmış, bir çok gencin sınıfla tanışıp kaynaşmasını sağlamıştır. Bu deneyim, bugün bile sıkça anımsanır, dile getirilir.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

DR. HİKMET KIVILCIMLI Bütün Eserleri &

DEV-GENÇ SEMİNERLERİ

29 Ocakta yapılan son seminere başlarken Kıvılcımlı’nın yaptığı bilgilendirmeden, tüm seminerlerin plan uyarınca yapılmış olduğunu görebilirsiniz. Kıvılcımlı diğer konferans ve seminerlerde olduğu gibi bu seminerlerde de Türkiye ekonomi-politikası ve tarihi, bunun üzerinden soyal yapı ve giderek işçi sınıfı ve parti üzerinde yoğunlaşır. Gençliğe devrimci hareketin sorunlarını anlatır, çözüm önerilerini sunar. Hele Kıvılcımlı’yla Deniz Gezmiş’in ilişkileri özeldir. Deniz, Kıvılcımlı’yla ilk tanışan gençlerdendir. İlişkileri Deniz’in lise yıllarına kadar uzanır. Kıvılcımlı’ya TİP üyeliğini öneren de TİP’e Kıvılcımlı’nın üyeliğe öneren de Deniz’dir. Kıvılcımlı’yla da, YİS’le de ilişkileri çok yakın olmuştur. Kıvılcımlı’ya, onun mücadelesine saygı duyar ve bunu çevresine de anlatır. Politik ayrılıklarının nedenleri bu yazının konusu değildir.

Kıvılcımlı kafalarını bir türlü “dağ”dan kurtaramayan o günün gençlerini, yine son günlerde şöyle uyarıyor. “Ki başta Dev-Gençli arkadaşlarımız olmak üzere, çeşitli gençlik devrimci örgütleri ve girişimleri bulunuyor… “Bunların en çok unuttukları nokta: yığınlarımıza ve en başta işçi sınıfımıza dayanma, ama sözde değil tabii, örgütle gerçekten dayanma gerçeği üzerine gereği kadar ağırlık vermemiş olmaları biçiminde görünüyor.” (6 Mart 1971,Durum Yargılaması, Ankara Hukuk Fakültesi konferansı, Sosyal insan Yayınları s. 23) Kıvılcımlı gençliğin, sınıftan kopuk dağ eğilimlerinin önüne geçebilmek, disipline edebilmek için acilen bir sınıf partisini gerekli buluyor ve buna çabalıyordu. O, en basit şemalarla bir sınıf partisinin kurulmasının nasıl mümkün olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Kanser hastalığının en azgın dönemlerinde bile, ameliyat masalarından kalkıp, salonlara, üniversite amfilerine konferans vermeye; gençlere “abilik” yapmaya, “doğru yolda yürümelerine katkı” sağlamaya, “ yol göstermeye” koşmuştur.

TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve TİP (Türkiye İşçi Partisi) şubelerinde, Gazete bürolarında bir çok seminerler vermiştir. Bunlar bilinir ve çoğu da bant çözümleri yapılıp kitap olarak yayınlanmıştır. Bunların dinleyicileri ağırlıklı olarak zaten gençlerden oluşuyordu. Bu konferanslar dışında özel olarak da İstanbul Dev-Genç tarafından hazırlanan yoğun bir eğitim programıyla gençliğin karşısına çıkmıştır. 1970 Ocak ayı İstanbul DevGenç eğitim programı şöyledir: 12 Ocak: “Somut Şartların Somut Tahlili” 15 Ocak: “Somut Şartların Somut Tahlili” 19 Ocak: “Strateji ve Taktik: Stratejik Örgüt ve Taktik Örgütler” 22 Ocak: “İdeolojik, Politik ve Örgütsel Açıdan Proletarya Sosyalizmi – Küçük-burjuva Sosyalizmi ve Sapmalar” 26 Ocak: “Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrimin Bağlılığı” 29 Ocak: “Milli Cephe Politikası ve Önümüzdeki Görevler” (Dev-Genç Seminerleri, Sosyal insan Yayınları)

Şimdi Yalçıner kendisinin de pek yakından bildiği (ya da bilmesi gerektiği), Kıvılcımlı’nın gençliğe “yol gösterme” çabalarını nasıl ters yüz etmeye kalkışabilir. Ve bunu çok çirkince yapar! Bu nasıl bir ruh hali, bu ne menem bir hezeyandır! “Gözleri ışıl ışıl olan çakmak çakmak yanan gençlerle karşılaşıyorum.” (a.y.) diyor. Bu koca koca yalanları, o gençlerin gözünün içine baka baka mı söylüyor? Yazık! “Kıvılcımlı gibi yaparsak lanet olsun bize!” Ha!

Kıvılcımlı gençliğin, sınıftan kopuk dağ eğilimlerinin önüne geçebilmek, disipline edebilmek için acilen bir sınıf partisini gerekli buluyor ve buna çabalıyordu. O, en basit şemalarla bir sınıf partisinin kurulmasının nasıl mümkün olduğunu anlatmaya çalışmıştır.

Yalçıner bilsin ki bu tür pislikler, Dr. Hikmet’e bulaşmaz. O tarih önünde hesabını vermiştir. Dost da düşman da bilir ki Türkiye devrimci hareketinde; tarihiyle bugünüyle, saygın bir yeri vardır. Denizlerin yoldaşı olmak elbette bir payedir. Ama bu paye, onu onurla, hakkıyla taşımasını bilenler içindir. Kıvılcımlı’yı “lanetlemeye” yeltenen kim olursa olsun, omuzlarında paye değil fakat o uğursuz lanetlerini taşıyacaklardır. Biz Yalçıner’i kendi lanetiyle başbaşa bırakalım!

23


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

Erkek ve Devlet Şiddetine Karşı Nerede Duruyoruz? Güler TOPRAK

Devletler savaşın karşı tarafındaki kadınlara, devrimci, muhalif kadınlara doğrudan cinsel şiddet uygulamanın yanında; milliyetçiliği, şovenizmi, militarizmi ve ırkçılığı kışkırtarak ya da zorla göç ettirme gibi savaş politikaları ile sivil hayatta da ataerkil erkek şiddetini kışkırtmakta ve kadınlara yöneltilen toplumsal cinsiyet temelli erkek şiddetini beslemektedir. 24

K

adına yönelik şiddet; kamusal veya özel yaşamda kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veren ya da verebilecek olan, cinsiyete dayanan bir eylem, tehdit, zorlama, özgürlükten, ekonomik gereksinimlerden yoksun bırakma ya da kadınları oransız bir şekilde etkileyen şiddet olarak tarif edilmektedir. Kadına yöneltilen şiddetin erkek erkiyle ve kadın üstünde kurulmaya çalışılan iktidarla ilişkili olduğu, bir bölgeye ya da etnik kimliğe mal etmenin doğru olmadığı gibi, salt yoksullukla, psikolojik hastalıkla ya da cahil-

likle açıklanamayacağı araştırmalarca doğrulanmaktadır. Başta kendi evlerimizde olmak üzere, işte, sokakta, gözaltında, savaşta yaşanmaktadır.

Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Nasıl Başladı?

25 Kasım 1960’da Dominik Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesinde, bir uçurumun dibinde üç kadın cesedi bulundu. Cesetler Mirabel kardeşlere (Patrik, Minerva ve Maria) aitti. İktidarda olan Trujillo Diktatörlüğü ölümleri “trafik kazası” olarak açıkladı. Burjuva medya olayı bu şekilde duyurdu. Ancak kısa süre içinde üç kız kardeşin devlet güçleri tarafından tecavüz edilerek katledildiği anlaşıldı. 3 Kız kardeş Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden Clandestina Hareketi’nin öncüleriydi. Aralarından biri Kelebek kod adını kullanıyordu. O günden bu güne “Kelebekler” diye anıldılar. 1981 yılında Kolombiya’da toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım tarihi, Mira-

bel Kardeşlerin anısına “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan edildi. Birleşmiş Milletler, 39 yıl sonra, 1999 yılında 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak kararlaştırdı. O günden bu güne dünyanın her yerinde 25 Kasım’da kadına yönelik şiddete karşı kadınlar sokağa çıktı.

Şiddetin İki Boyutu

Kadına yöneltilen toplumsal cinsiyet temelli şiddetin iki boyutu var. Bunlardan biri Mirabel kardeşlere Dominik Diktatörlüğü tarafından ibreti âlem olsun diye uygulanan şiddet örneğinde olduğu gibi devlet şiddetidir. İkinci boyut ise sivil yaşamda ve çoğu kez de yakını olan erkekler tarafından kadınlara uygulanan ataerkil erkek şiddetidir. Toplumsal cinsiyet kaynaklı devlet şiddeti de erkek şiddeti de çoğu zaman bir birini beslerler, iç içedirler. Devletler savaşın karşı tarafındaki kadınlara, devrimci, muhalif kadınlara doğrudan cinsel şiddet uygulamanın yanında; milliyetçiliği, şovenizmi, militarizmi ve ırkçılığı kışkırtarak ya da zorla göç ettirme gibi savaş politikaları ile sivil hayatta da ataerkil erkek şiddetini kışkırtmakta ve kadınlara yöneltilen toplumsal cinsiyet temelli erkek şiddetini beslemektedir.

Erkek Şiddeti

Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat’ın yaptığı “Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet” araştırmasında son 30 yıldır dünyada ve bizde feminist hareketin ve kadın hareketinin mücadelesinin sonucu olarak, devletlerin kadına yönelik erkek şiddeti konusunda önlemler almasının sağlaması yanı sıra toplumun da bilinçlenmesinde mesafe kat edildiği tespit ediliyor. Türkiye’de erkek şiddetine karşı yükseltilen mücadelenin yanısıra konjonkturel durumun da el vermesiyle kamusal alanda toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı farkındalık yaratılabilmiştir. Sadece devlete karşı protestocu zeminde kalmayan; lobicilik, savunuculuk gibi yöntemlerle siste-

matik olarak kamu ve devlet kurumlarının dönüşümü sağlanmaya çalışılmıştır. Yasalarda yapılan değişiklikler, yönetmelikler bu yönde hükümetlerin baskı altına alınabildiğini, uygulamada aynı ölçüde gelişme olmasa da kadına yönelik toplumsal cinsiyet temelli şiddet konusunda üst yapıda bazı değişimlerin gerçekleştirilebildiğini göstermektedir. Aynı çalışmada ölçülen, “3 kadından 1’inin hala şiddete maruz kaldığı” tespitinden yola çıkarsak; bütün bu çabalar sonucunda şiddetin görünürlüğünün artırılabildiği, tek tek sorumlularının yasal yükümlülük altına alınmaya çalışıldığı gözlenirken, öte taraftan kadına yöneltilen erkek şiddetinin miktarında azalma olmadığı da görülür. Yapılan çalışmalar bilinç olarak toplumu bir yere taşısa da sorunun çözümü konusunda yeterli olunamadığı gözden kaçırılmaması gereken önemli bi noktadır. Burada özellikle feminist hareketin hakkını vermek gerekir ki kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin, sosyal, kültürel ekonomik gerekçelerle doğallaştırıcı tarzda sunulmasının önüne geçmek ve suç olarak algılanmasında gelişme kaydetmek konusunda büyük bir başarı sağlanmıştır. Sosyal hareketlerin bütününde geçerli olan burada da geçerlidir. Yani bu günden yarına yaşamı dönüştürmek için çözüm gücü olmaya çalışmaktan asla vazgeçilemez, ancak aynı zamanda soruna daha büyük bir mercekten bakmak ve daha ileriyi görmeye çalışmak gibi bir sorumlulukla yüz yüze bulunmaktayız. 2008’de patlak veren dünya ekonomik krizine rağmen devletlerin sosyal yönlerini terk etmek için neoliberal politikaları uygulama azimlerinden ödün vermedikleri düşünülürse kadın mücadelesinin bu küresel tablodan bağımsız tartışılamayacağı da dikkatlerimizden kaçmamalı. Kadın hareketi ne kadar devletlerle diyaloga girse de bu yolla elde edilecek gelişimin sınırları ortadadır. Kabaca örneklerle de bu anlatılabilir. Feminist hareket ve kadın hareketi tarafından talep edilen sığınak sayısıyla gerçekleştirilen sığınak sayısı


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

arasındaki uçurum bu noktadan da açıklanabilir. Vurgulamak istediğim şey, topumsal cinsiyet temelli şiddeti ortadan kaldırmak en azından minimize etmek için makro politikaların etkisini, emperyalist paylaşım sürecini, kapitalist sistemi ve yürütülmekte olan neoliberal politikaları ve yaşadığımız coğrafyada Kürt özgürlük hareketine karşı sürdürülen savaşın etkilerini yeterli seviyede ele alamadığımızdır. 21. yüzyılda emperyalizmin ve kapitalist sistemin daha da yıkıcı bir hal aldığını; işgal, savaş, ekonomik kriz, su krizi ve doğanın tahribi gibi yok edici gidişatın kadınları etkilediğini daha fazla bilince çıkaran bir harekete ihtiyacımız var.

Devlet Şiddeti

Belki de konu devlet şiddeti olunca bu gerçek daha iyi su yüzüne çıkabilmektedir. Nitekim erkek şiddeti söz konusu olduğunda feminist hareketle ve kadın hareketiyle iş birliğinden gocunmayan devlet temsilcileri ne zaman devlet şiddeti gündemleşse aradaki bütün telleri germektedir. Kürdistan’da savaşın tırmandırıldığı dönemlerde Kürt direnişini sönümlendirmek, gerillayı iradesizleştirmek, devlete itaati sağlamak ve işbirliğine zorlamak gibi nedenlerle devlet güçleri tarafından kadın bedeni hedef haline getirilmiştir. Tıpkı Bosna’da, Çeçenistan’da, Ruanda’da... silah olarak kadınlara tecavüz edildiği gibi, savaş ve çatışmalara paralel bir şekilde Kürt kadınlara da cinsel taciz ve tecavüz işkencesi yapılmıştır. Bu gün nispeten çatışmasızlık süreci yaşansa da Kürt özgürlük mücadelesini baskılamak üzere başta politik kadınlar olmak üzere Kürt kadınlara yönelik cinsel saldırılar bitmiş değildir. Cinsel taciz ve tecavüz gibi saldırıları açıklamak kolay olmadığından bu gerçeklerin kendiliğinden su yüzüne çıkması da beklenemez. Av.Eren Keskin, “Gözaltında Cinsel Taciz Ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi” ile özellikle Kürdistan’da kadına yöneltilen cinsel taciz ve tecavüz vakalarını mahkemelere taşıyıp kamuoyu ile paylaştığında devletin bütün yıldırımlarını üstüne çekmiştir. Av. Eren Keskin devlet kaynaklı şiddete karşı yürüttüğü mücadele sonucunda kendisi de şiddetten payını almış, bir süre tutuklanmıştır. Bu dönemde kadın hareketinden ve feminist hareketten kadınlar Eren Keskin’le dayanışma kampanyası düzenleyerek

Keskin’e sahip çıktılar. Eren Keskin cezaevinde kadın tutsaklarla yaptığı görüşmeler sonucunda devletin kadın tutsaklara da cinsel taciz ve tecavüz işkencesini yaygın bir şekilde uyguladığını gözlemlediğini, ancak tecavüzü açıklamanın ataerkil toplum yapısı nedeniyle zor olmasından dolayı kadınların bu durumu açıklamakta zorlandıklarını gözlemlemiştir.

Şiddetin İki Boyutuna Da Dur Diyelim

Erkek şiddetine karşı iş birliğine yakın duran devlet söz konusu olan devlet kaynaklı kadına yöneltilen şiddet olduğunda mücadeleci kadınları şiddetle bastırmaya çalışıyor. Yükseltilen şovenizm, militarizm, ırkçılık ve milliyetçilik dalgasının sonucu olarak Kürt kadınların ve egemen ulus kadınlarının payına düşen devlet ve erkek şiddetinin üstü örtülüyor. Birleşmiş Milletler için de bu çifte standarttan bahsetmeliyiz. Statükoya dokunulmamakta, işgalci güçlerin direkt uyguladıkları ya da yol açtıkları ataerkil şiddetten kadınların korunması için radikal hiçbir çaba içerisine girilmemektedir. BM, savaş bölgelerinde yaşanan kadına yönelik şiddete dair bıraktığı boşluğu farklı bir şekilde doldurmakta, erkek şiddetinin gündemleştirilmesini daha kabul edilebilir bulmakta ve “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele” günüden “aile içi şiddet” ve bireysel erkek şiddetini anlamaktadır. Açıkçası devletler toplumsal cinsiyet temelli devlet şiddetinin üstünü örtmek için ataerkil erkek şiddetine karşı verilen mücadeleyi kullanmakta ve mücadeleci kadınları dar bir alana hapsetmeye çalışmaktadır. Şimdiye kadar erkek şiddetine karşı geliştirdiğimiz reflekslerimizi devlet şiddetine de yöneltmemiz kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor. Öte taraftan sosyalist hareketin de kendini tersten yenilemeye ihtiyacı olduğu açık. Kadınların yaşam hakkını elinden alan, hayatını cehenneme çeviren, sosyal hayattan geri bırakan erkeklerden gelen şiddetin aile meselesi, psikolojik sorun, eğitimsizlik, cahillik ya da gelenek olarak politik alanın dışına atılması ve devrim olunca çözülecek bir sorun olarak geleceğe havale edilmesi kabul edilemez.

Gündelikçi Kadınlar Bağdat Caddesi’nde Yürüdü “Kaza Değil İş Cinayeti!” Ev işçisi Gültekiye Özmen’in iş cinayeti sonucu yaşamını yitirmesini protesto eden İmece Gündelikçi Kadınlar Birliği, 19 Aralık Pazar günü Bağdat Caddesi’ni trafiğe kapatarak yürüyüş yaptı. Gültekiye Özmen 15 Aralık günü Suadiye’de 10 yıldır çalıştığı evin mutfak penceresini silerken düşmemek için tutunduğu pencere ile birlikte yaklaşık 10 metre yükseklikten beton zemine düşerek yaşamını kaybetmişti. Gültekiye Özmen’in yaşamını yitirdiği yere İmece Gündelikçi Kadınlar Birliği üyeleri tarafından karanfillerle birlikte “Gültekiye Özmen Mücadelemizde Yaşayacak” yazılı bir döviz bırakıldı. Buradan yürüyüşe geçen kadınlar, sloganlar eşliğinde Bağdat Caddesi’ni trafiğe kapatarak bir süre eylemlerine burada devam etti. Yürüyüşün ardından gerçekleştirilen basın açıklamasında gittikçe vahşileşen kapitalist sistem tarafından ev işçilerinin yoksul, eğitimsiz ve mesleksiz bırakıldıkları, üstelik bütün bunların sorumlusu olarak da kendilerinin gösterildiği vurgulanarak, mesleki standartları ve hakları bulunmayan gündelikçi kadınların ve ev işçilerinin iş yerlerinde her türlü riski göğüslemek, insanlık dışı şartları kabullenmek zorunda kaldıkları belirtildi. Gültekiye Özmen’in ölümünden en başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın sorumlu vurgulandı. Eylem boyunca “Kaza Değil İş Cinayeti”, “Ev İşçisiyiz Köle Değiliz”, “Gültekiyeler Ölmesin”, “Sosyal Güvence İstiyoruz” sloganları atıldı. İmece Gündelikçi Kadınlar Birliği tarafından gerçekleştirilen eyleme İmece Kadın Dayanışma Derneği ve Ev–Ek-Sen destek verdi.


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

YAŞASIN! H&M ARTIK TÜRKİYE’DE Bİ DAKKA! H&M ZATEN TÜRKİYE’DEYDİ Sevgi EVREN

Türkiye’nin tekstil ihracatı, 2010 yılının Ocak–Temmuz döneminde 2009 yılının eş dönemine kıyasla % 22,3 oranında artışla 3,7 milyar dolara ulaştı. Tekstil ihracatında özellikle 2010 yılının ilk aylarında kaydedilen yüksek artış oranları neticesinde, sektörün ihracat performansı Türkiye genel ihracatından, sanayi ihracatından ve tarıma dayalı işlenmiş ürünler ihracatından oransal olarak daha yüksek olmuştur. Bu performans dolayısıyla tekstil ihracatının Türkiye genel ihracatı içindeki payı %5,26’dan %5,68’e, sanayi ihracatı içindeki payı %6,7’den % 6,9’a ve tarıma dayalı işlenmiş ürünler ihracatındaki payı %72,8’den %73,5’e yükselmiştir.-İstanbul Tekstil ve Hammadde İhracatçıları Birliği (İTHİB) açıklaması.

26

P

erakende mağazalarının seçkin alışveriş semtlerindeki şaşalı açılışları, parantez içinde “halkın” bu açılışlara yoğun ilgisi, kabarık etiketler, milyon dolarlık reklamlar derken H&M geldiğini duyurdu. Bize de bu büyük sevinci paylaşmak kaldı: Yaşasın! H&M artık Türkiye’de. Ama bi dakka! H&M zaten Türkiye’deydi Tekstil işyerlerinde yaşanan sorunlar özellikle kriz dönemlerinde yoğunlaşır, patronlar yasal boşlukları ve krizi lehlerine çevirerek zenginliklerine zenginlik katarken, işçiler emekçiler işsizlik dahil bir çok maddi kayba uğradığı gibi gelecek umutlarını biraz daha ertelerler. İşçiler cephesinden bakıldığında uzun çalışma yaşamının karşılığı kıdem tazminatı ve emeklilik demek. Sosyal güvenlik uygulamalarının, “devletin bütçesinden en az payı nasıl veririz?” anlayışıyla yapıldığı ülkemizde daha az emekliye daha az emekli maaşı ödemek için yapılan son uygulamalarla işçilerin tabiriyle “mezarda emeklilik” sistemine geçildi. Kıdem tazminatları yükünün patronların omzundan kaldırılması içinse çalışmalar sürüyor. Kıdem tazminatlarının kaldırılması planları kalın perdeler arkasında sesiz sedasız yürüyor. Geriye ise karın tokluğuna çalışanlar (kadın,erkek, çocuk, yaşlı…. ayrımı da kalmadan) ve karın tokluğuna çalıştıranlar kalıyor. Tüm bu cenderede işçiler, emekçiler yaşamlarını sürdürmek ve çocuklarına yaşama şansı bırakmak için sistemin tüm kurallarına uyuyor, kendilerine hiçbir itiraz hakkı tanımıyor, her uygulamaya razı oluyorlar. Özellikle kayıtsız güvencesiz çalışmanın yoğun olduğu tekstil işyerlerinde işçiler ,üretim zincirinde söz hakkını yitirmiş durumdalar. Örgütlü fabrika sayısı gitgide azalıyor. Örgütlenme sorunları bu sayının artmasını engellediği gibi kazanılmış mevziler de bir bir kaybediliyor. Çok sayıda işçinin yan yana çalıştığı fabrikalar git gide azalıyor, taşeronlaşma, esnek çalışma,

fason üretim…. Tüm bu özellikler işçileri birbirinden uzaklaştırıyor. Patron belirsizleşiyor. İşçi muhatap bulamıyor. Bu belirsizlik işçinin üretimden gelen gücünü gerek yasal grevlerde, gerekse fiili olarak kullanmasını engelliyor. Oysa üretim bir zincirin halkaları gibi birbiri ardına sıralanan bir süreçten oluşuyor. Bu zincirin çelik halkasını tabi ki emekçiler oluşturuyor. Bu çelik halkanın üretimden gelen gücünü kullanması halinde üretim işlemez hale geliyor. Çelik halkanın çalışması zinciri oluşturan diğer tüm halkların hayat bulmasını sağlıyor. Tekstil sektörünün bu diğer halkalarını, fason üretici, aracı, ana firma ve son kertede markalar oluşturuyor. Örneğin Türkiye’de toplamda 5000 işçisi olan ve tek bir patrona ait bir tekstil işyerinin aynı zamanda 120 tane fasoncusu var ve yine bu 5000 işçinin patronu aynı zaman diliminde 10 adet markaya üretim yapıyor. Bu yazının sormak istediği soru şu: Çelik halkanın yaptığı üretimden doğan artı değeri paylaşan, “fason üretici, “aracı”, “ana firma” ve “marka”lar işçinin hak ve alacaklarından neden sorumlu olmuyor? Oysa üretilen mal, fason üretici tarafından aracıya fatura ediliyor, aracı tarafından ana firmaya fatura ediliyor ve ana firma tarafından markaya fatura ediliyor. İşçinin 1 liraya diktiği mal markaya ulaştığında 100 lira oluyor. 99 lirayı paylaşanlar ve pek tabi pastanın büyük dilimini alanlar neden bu işten hiç sorumlu olmadan en büyük kârı yapabiliyor? Mahalle arasında kayıt dışı üretilen ve yine mahalle pazarında halka sunulan küçük üretimi bir yana bırakalım. Türkiye de tekstilin ihracattaki payını dikkate alalım, tüm sanayi illerinde üretimin büyük kısmının tekstilde gerçekleştiğini, organize sanayilerin yanında neredeyse her sokak arasında rastlanan tekstil işyerlerinin yoğunluğunu bir düşünelim… Yukarıda cevabını aradığımız soruya bu büyük pazarın bileşenlerinden somut bir örnekle şekil verelim:

Büyük bir tekstil devinin son zamanlarda büyük duvarlardaki afişleri dikkatleri çekmiş olmalı. Afişlerde “H&M sonunda Türkiye’de” yazıyor. Bu zamana kadar Türkiye iç pazarında satılmayan H&M markası artık buranın seçkin alışveriş mağazalarında satışa sunulacakmış. Ya da kendi internet sayfasında belirtildiği gibi “H&M’yi daima en iyi alışveriş semtlerinde bulabilirsiniz.” Burada vurgulamak istediğimiz husus bu reklamın büyük bir yanlış bilgi içerdiği. Dünyada 41 ülkede üretim ve satış yapan H&M markası zaten çok uzun yıllardır Türkiye’deydi. Yukarıda somutlamaya çalıştığımız üretim zincirinde en büyük payı alanların bulunduğu sıralamada yer alan bu marka, aslında çok uzun yıllardır Türkiye’de üretim yapıyor. Entegre tesislerden tutun da sokak arası atölyesine kadar üretim yapan işyerlerinde bu markanın üretimi yapılıyor. Bu zenginlik yıllardır bizim ülkemizde üretiliyor ve bu zenginliği yaratan da biziz. Babamız, kardeşimiz, komşumuz, kendimiz… Gerek fason atölyelerde gerek büyük fabrikalarda, sadece seçkin alış veriş semtlerine satılacak olan bu ürünleri kan ter içinde, sabahlamalarda üretiyoruz. Bu yüzden H&M yıllardır bu ülkede zaten var. Kimse kimseyi kandırmasın. H&M yıllardır bu ülkeden besleniyor. Ve daha bir çok tekstil devi, ucuz iş gücü bulduğu bizim gibi her ülkede mali ve sosyal teşvikler alıyor, her türlü örgütlü mücadeleden uzak, işsizlik tehdidi ile “birbirinin kurdu” olmuş ucuz emeği kullanıyor. Bu devler hiçbir teminat vermeden 1000-2000 ve daha fazla işçiyi bir anda bu üretim zincirine katıp, bir anda da bu zincirden koparabiliyor. Kıdem tazminatı, sosyal güvenlik, iş güvencesi, iş güvenliği mücadelesi yasal boşluklarda debelenip duruyor. Bu zincirin boğazımıza dolanıp bizi boğmasına izin vermemek için mücadeleyi bu halkalara da yöneltmek zorunluluğu artık kaçınılmazlaşıyor.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

KAZIK TORBAYA SIĞMIYOR!

R

eferandum sonrasında eli iyice rahatlayan AKP’den büyük demokratik açılımlar bekleyenlerin umutları bir başka bahara kalmış gözüküyor ama AKP’nin emekçi düşmanı düzenlemelerinin ardı arkası kesilmiyor. Çalışma koşullarını bütünüyle esnekleştirmek, neredeyse çalışma hayatının kitabını bütünüyle yeniden yazmak derdindeki AKP, şeytanın aklına gelmeyecek cinliklerle sermayeye yeni rantlar yaratma peşinde. Amaç her zaman olduğu gibi işçi maliyetlerini düşürmek, sınıf içerisindeki parçalanmayı daha da derinleştirmek. Bakın Torba Yasa’da, vergi affı ile perdelenen bu kirli saldırı paketinde neler var. Malum genç işsizlik en önemli sosyal meselelerimizin başta geleni. Üniversite mezunlarının üçte biri işsiz. Hükümet genç işsizlik sorununu “çözmek” için politikalar geliştirmek yerine, sermaye adına genç işsizlikten nasıl faydalanabilirim mantığıyla hareket ederek genç işçilerin emek gücünü ucuzlatacak yasal düzenlemeler getiriyor. Tasarı ile asgari ücret hesaplamasında belirlenen 16 yaş sınırı 18’e çıkarılıyor. Böylece 16-18 yaş arasındaki 200 binin üzerindeki gencin bugünkü asgari ücret üzerinden 80 TL daha az ücret alması sağlanıyor. Hükümet yememiş, içmemiş bunun yanı sıra Meslek Lisesi öğrencilerinin üç kuruşluk staj paralarına da göz koymuştur. Çok küçük bir uyanıklıkla var olan yasadaki “ mesleki öğretim gören aday çırak ve çırağa yaşına uygun asgari ücretin %30’undan aşağı ücret ödenemez” olarak düzenlenen ifade “asgari ücretin net tutarının %30’u olarak değiştiriliyor” Böylece de çocukların üç kuruşluk staj ücreti biraz daha budanıyor, patronlar tamamen köle sahibi haline getiriliyor. Böylesi bir düzenleme şeytanın aklına gelir miydi acaba? Yine genç işçilerin istihdam edilmesi esnasında sigorta primlerinin İşsizlik Sigortası Fonu’nun üzerine yıkılması uygulaması genişleyerek devam ediyor. Böylece

emeklilik yaşı 65’e çıkarılmışken 30 yaş üstü işsizlerin iş bulabilme imkânları daha da sınırlanıyor. Sağlık hizmeti ile ilgili önemli bir uygulama ise ‘kısmi süreli’ çalıştığı için sigorta primi eksik yatanlar, eksik süreyi 30 güne tamamlamak için ceplerinden ödeme yapmak zorunda kalacaklar. Bunu yapmadıkları zaman ise hastanelerde tedavi edilmeyecekler. Memurların çalışma koşullarını esnekleştirmeye dönük düzenlemelerin yanı sıra kamuda özel sektörden üst düzey yönetici atanabilmesi ile ilgili maddeler mevcut. Böylece kamunun, Erdoğan’ın deyimiyle “özel sektör mantığı ile yönetilmesi” noktasında da önemli bir adım atılmış olacak. Devletin neo-liberalizmin gereklerine ve sermayenin ihtiyaçlarına göre yapılandırılması açısından Torba Yasa çok da anlaşılmadan, tartışılmadan önemli bir aşama kat ettiriyor. Farenin insan kulağı yemesiyle ilgili korkunç bir hikâye anlatılır, hani soğutarak uyuşturduğu dolayısıyla kulağı yenen kişinin mışıl mışıl uyumaya devam ettiği söylenir. AKP bir fare gibi her tarafımızı yiyip bitirme peşinde, doymak bilmez bir canavar gibi. Nasıl büyütürüz diye ölüp ölüp dirildikleri, piyasa bulacağız diye peşlerine takıp köşe bucak gezdirdikleri bilumum Anadolu Kaplanları, finans kapital ağababaları bu düzenlemelerle hayatlarımızı çok daha rahat tüketmenin imkânlarına erişecekler. Bizlere bu toplumda biçilen tek rol, sermayeye hayatlarımızı feda edebilmek. Varlığımız sermayenin varlığına armağan olsun! Sermaye büyüsün, tüm dünyayı yalayıp yutsun! Hükümet kapsamlı bir Ulusal istihdam Stratejisi geliştirme peşinde. Seçimlerde elini güçlendirirse köle emeğine geri dönüşün yolları daha güçlü döşenir. Emekçiler için çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesi meselesi, 2010’lu yılların en temel mücadele eksenini oluşturacak. Sosyalistlerin de bu alanda laf üretmekten çok daha fazlasını başarması gereken bir döneme giriyoruz.

BATİS Çerkezköy Temsilciği Açıldı: “Devrimci Sınıf Mücadelesi Geleneğinin Bayrağı Çerkezköy’de” Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası, Bursa ve İstanbul’dan sonra Çerkezköy’de de temsilcilik açtı. 26 Aralık Pazar günü Çerkezköy Belediyesi salonunda yapılan açılış törenine çok sayıda işçi, eşleriyle birlikte katıldı. Etkinlikte, Esenyurt İşçi Karınca Tiyatro Atölyesi’nin sergilediği oyun ve BATİS belgeseli ilgiyle izlendi. Etkinlik, BATİS Genel Başkanı Metin Burak’ın konuşmasıyla başladı. BATİS’in devrimci sınıf mücadelesi geleneğini devraldığını ve bu mücadelenin içinden çıkıp geldiğini söyleyen Burak, hukuki ve fiili meşru mücadele çizgisini büyütmeye devam edeceklerini belirtti. Burak, çalışma hayatının gün geçtikçe katlanılmaz bir hale getirilmesine karşı mücadele etmek ve sendikalar kanununun değişmesi için çaba harcamak gerektiğini vurgularken, mevcut sendikal barajların, hükümetlerle sendika konfederasyonları arasındaki zımni bir uzlaşmayla sürdüğüne dikkat çekti. Burak ayrıca, BATİS’in sadece “işçilerin birliğini” değil, aynı zamanda “halkların kardeşliğini” sağlamak için de mücadele ettiğini ifade etti. Sık sık alkışlarla kesilen konuşmasını, BATİS’in işçi sınıfının ekonomik çıkarları ile kendisini sınırlamayacağını, adil, eşit ve özgür bir dünya yaratılması mücadelesinde yer alacağını söyleyerek bitirdi. Daha sonra söz alan BATİS Çerkezköy Temsilcisi İhsan Çamyar, Çerkezköy işçi mücadelesinde ileriye dönük yeni bir adım olarak BATİS Temsilciliği’ni açtıklarını ve tüm işçilerin katkısını beklediklerini belirtti. Ardından sahne alan Esenyurt İşçi Karınca Tiyatro Atölyesi, tekstil işçilerinin sorunlarını işleyen ve çok beğeni toplayan bir oyun sergiledi. Açılış etkinliği, BATİS’i tanıtan belgeselin gösterimiyle son buldu.

27


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

YENİ YILA UMUTLA GİRENLER Ayşe TANSEVER

Venezüella’da işsizlik azalmış. Kasım ayında bu oran Avrupa’nın çoğu ülkesinden daha düşük seviyede %7,7’lerde duruyordu. Ülke tarihinde ilk kez işsiz sayısı 1 milyona inmiş. Chavez iktidara geldiğinde işsizlik ülke genelinde %15 imiş.

28

A

vrupa Noel heyecanı içinde olmasına rağmen bu hafta da kemer sıkma politikalarına karşı direniş ve protestolar İtalya ve Yunanistan’da sürdü. Yani Avrupa halkları Noel bayramlarını buruk kutlayacaklar, yeni yıla da korku ve acı içinde giriyorlar. Herkes için 2011 yılının hiç de o eski “refah” toplumu yapısını getirmeyeceğini biliyorlar. Latin Amerika’nın ilerici ülke halkları ise daha güzel günlere doğru yelken açıyor. Ekonomi, adalet, demokrasi alanlarındaki gelişmeler böyle bir geleceğe doğru yol alındığının işaretleri ile dolu. Kısa kısa örneklemeye çalışalım. 21. yy sosyalizmi yoluna çıkmış ülkeler yalnız kendi ülkelerini değil komşu ülkelerdeki halkları da etkiliyor ve bir umut oluyorlar.

Demokrasi Alanında

Halk demokrasisinin kurulması ve ülke yönetimine geniş halkların katılımını sağlama doğrultusunda en ileri adımları Venezüella ve Bolivya atıyor. Venezüella parlamentosunda bu hafta “Komünler Yasası” kabul edildi. Ülkenin her bir bölgesinde komünler kurulabilecek. Devlet işlerine katılmak isteyen, kendini yönetmek isteyen halklar komünlerin içinde yer alacaklar. Bunlar gelecekte ulusal meclisin yerine geçecek “Komünler Parlamentosu”nun ilk basamağıdır. Yani Chavez’in halk iktidarının maddi temeli atılmış oluyor. Bilindiği gibi Chavez Sovyetlerde olduğu gibi topyekün bir devrimle tüm devlet kurumlarını yıkarak iktidara devrimci kurumları geçirmedi. Bu Chavez iktidarı sürecinde sağlanmaya çalışılıyor. Halk kurumları ikili iktidar koşullarında kurulup geliştiriliyor ve iktidara hazırlanıyor. Tüm dünyada halkların özgürlükleri ve hakları kısılır, ellerinden alınırken Venezüella’da tam tersi bir durum var. Halk iktidarına yani katılımcı demokrasiye gitmenin sağlam temellerini atıyor. Halklar umutlu. Latin Amerika’nın yeni liberal politikaların diktasından çıkıp demokratikleştiğinin en güzel yanıtı-

nı Şili kamuoyu araştırmaları merkezinin yaptığı “Latinobarometro” adlı bir araştırma gösteriyor. ABD ve “dostlarının” anti demokratik ya da diktatör dediği ülkelerde yaşayan halkların kendi ülkelerinin rejimi ile ilgili ne düşündükleri sorulmuş. Çıkan sonuç ilginçtir. Venezüellalılar ve son yıllarda biraz düşme ile birlikte Bolivyalıların çoğunluğu ülkelerindeki demokrasiden memnunlar. Uruguay bu konuda birinci sıradadır. Halkın %78’i iktidarlarından memnun olduğunu dile getirmiş. ABD’nin en yakın dostu olan Kolombiya, Meksika ve Peru gibi ülke halkları ise ülkelerindeki demokrasiden memnun değiller. Baskı altında yaşadıklarını söylüyorlar. Yani ABD ile ilişkileri kötü olanlarda demokrasiler daha iyi ve geleceklerine daha umutla bakabilirler.

Ekonomi Alanında

Avrupa, ABD gibi merkez ülkeler ve bizim gibi hızlı kalkındığı söylenen ülkelerde işsizlik artar ya da azalmazken Venezüella’da işsizlik azalmış. Kasım ayında bu oran Avrupa’nın çoğu ülkesinden daha düşük seviyede %7,7’lerde duruyordu. Ülke tarihinde ilk kez işsiz sayısı 1 milyona inmiş. Chavez iktidara geldiğinde işsizlik ülke genelinde %15’miş. (plenglish.com 24 Aralık) İş yeri olanağının arttığı diğer ülke Nikaragua’dır. Bu yıl 150 bin yeni iş yeri açılmış. Küresel ekonomik kriz döneminde bu büyük bir başarıdır. 2011 yılında daha da çok iş yeri açılması bekleniyor. Başarının nedeni olarak devlet, işçiler ve işverenlerin ortak çalışması gösteriliyor. Ücret artışları açısından da 2006 yılından beri ücretler %95 artmış. (rakamlar plenglish.com 23 Aralık) Zengin kapitalist ülkelerde ücretler düşer, sosyal harcamalar kısılırken buralarda yeni liberal politikalardan uzaklaştıkça çalışma koşulları düzeliyor. Venezüella’da geçtiğimiz hafta ikili iktidar dengesini bir adım daha halklardan yana geçirecek bir yasa kabul edildi: Banka Sektörü Kurumlar Yasası. Yasa ile bankalar

özel bir konumdan alınıp endüstriyel bir sektör haline getiriliyor. Banka bütçelerinin belirli yüzdesinin konut inşası vs. gibi sosyal programlara yatırılması kabul edildi. Böylece bankalar kazançlarının bir kısmını her yıl komün projelerine devredecekler. Bu para bu yıl için 74,1 milyon dolar olarak tespit edilmiştir. Ayrıca her yıl net karlarının bir kısmını iflas etmeleri durumunda çalışanlara ödenmek için bir kenarda tutma zorunluluğu getiriliyor. Böylece çalışanların maaşı güvence altına alınıyor. Venezüella gibi hala finans çevrelerinin güçlerini koruduğu bir ülkede böyle bir yasanın geçmesi çok önemlidir. Tüm dünyada devlet bütçeleri, halkların birikimleri, bankaların hizmetine verilirken Venezüella’da tersine işliyor. Bankaların halka hizmet etmesi yasa ile güvence altına alınıyor. Bankalar iflas etse bile çalışanlarının geleceği güvence altında olacaktır. ECLAC adlı kuruma göre eşitsizlik ve yoksulluğun azalması konusunda Bolivya Latin Amerika’da ilk sıradadır. Eşitsizliği azaltmada Arjantin, Brezilya ve Venezüella da başarı göstermişler. Yeni liberal politikaların yıkıntılarından kurtulmaya çalışıyorlar. 17 Latin Amerika ülkesinde yapılan Lationabarometro raporunda halklara ulusal gelir dağılımı konusunu değerlendirmeleri istenmiş. Venezüellalıların %38’i bu dağılımın çok adil olduğunu savunarak ilk sırada. Belki %38 rakamı çok yüksek değildir ama kıtada birinci. Venezüella’yı Ekvator, Panama ve sonra Bolivya izliyor. 80’li yıllarda Latin Amerika’nın dört bin yanında yeni liberal politikalarla gelir dağılımı korkunç bozulmuştu. Şimdi bu denge ilerici liderlerle düzeltilmeye çalışılıyor. Merkez ülkeler ve yeni liberal politika güden ülkelerde ise denge hala bozulma yolundadır. Zenginler daha zenginleşirken yoksullar da daha yoksullaşıyorlar. Hatta Obama’nın zenginlere vergi indirimi yasasının süresini daha dün uzatması sosyal dengeden ne kadar uzaklaşma yolunda olduklarını gösteriyor. O


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

nedenle bu denge doğrultusunda Latin Amerika ülkeleri doğru yolda adımlar atmanın umuduna sahiptirler.

Sosyal Adalet

Chavez sosyal adaletin sağlanması açısında en başarılı lider. Geçtiğimiz günlerde Venezüella hükümeti 47 latifunda ağasının 24 bin hektarlık toprak alanını ordunun yardımi ile millileştirdi. Alanların geliştirilmesi için çalışmalar başladı. 20 küçük çiftçi ailesi bu alanların geliştirilmesi çalışmaları için gönüllü oldular. Latifundalara el koymak için Chavez çoktandır uğraşıyordu ve bazılarını da millileştirdi ama tamamlayamadı. Ülke güçler dengesi uygun değil. Toprak ağaları büyük bir direnç gösteriyorlar. Kiralık katiller tutmuşlar ve bu doğrultuda çalışan ilerici 200 üstünde köylüyü öldürdüler. Geçtiğimiz ay ülke büyük bir sel felaketi yaşadı. 130 000 kişi barınaksız kaldı. Ülke felaketzedeleri yerleştirmek için çeşitli önemler alıyor. Latifunda ağalarının kullanmadıkları alanlara el koyma girişimi de böylece ivme kazandı. İşgal edilen topraklara küçük çiftçiler yerleştirildi. Ayrıca böylece dünyada bir eğilim haline gelen küçük çiftçi üretimi geliştirilecek. Sağlıklı tarım koşulları desteklenecek. Dünya basını 23 Aralık’ta çok önemli bir dava sonucunu dünyaya duyurdu. Arjantin eski diktatörü ile birlikte ordu ya da polis mensubu 45 kişi, insan haklarını çiğnemekten ve insanları katletmekten suçlu bulundular. 1976-83 yılları arasında 30 bin çoğu genç ortadan kaybolmuşlar, daha doğrusu gözlerden ırak bir yerlerde katledilmişlerdi. Anneleri de Plaza

Mayo anaları olarak tarihe geçmişti. En sonunda adalet yerini buldu, bu katliamların sorumluları hak ettikleri cezalara mahkûm edildiler. Anneler bayraklarla, katledilen evlatlarının fotoğrafları ile olayı kutladılar. Her halde bu annelerin geleceğe bakışları çoğu merkez ülke analarından daha olumludur. Latin Amerika’da yükselen halk iktidarları bölgede güçler dengesini halklardan yana değiştirip böyle eski finans kapital çevrelerine hizmet etmişleri cezalandırılabiliyor. Geç de olsa sosyal adalet yerini buluyor. Böyle bir gerçeklik geleceğin de garantisi gibidir. Halkların istediği adalet sistemine küçük de olsa bir örnektir.

Ulusal Bağımsızlık

Yeni liberal politik uygulamalar bilindiği gibi uluslar arası finans kapital çevrelerine büyük karlar sağlıyor. Ülkeler bağımsızlıklarını yitiriyor, çok uluslu şirket ve bankaların çıkarları yerel halk çıkarlarının önüne geçiyor. Bunlar yasalarla korunuyor. Şimdi Latin Amerika’nın ilerici ülkelerinde bu tür yasalar tersine çevrilmeye çalışılıyor. Bu doğrultuda Aralık içinde alınan son iki önlemi aktaralım. Ekvator Devlet Başkanı Correa Ulusal Meclisin özellikle Fransız, İsveç ve Hollanda kaynaklı yatırım anlaşmalarının ulusal çıkar göz önüne alınarak yapılıp yapılmadığının incelemesini istedi. İmzalanan anlaşmaların birkaç yıl önce kabul edilen yeni Ekvator anayasası ile uyum içinde olup olmadığına bakılacak. Çok uluslu şirketlerin ulusal çıkarları gözetmeyen anlaşmalarına son verilecek ya da düzeltilecek. Bilindiği gibi Bolivya

böyle incelemeler sonunda doğalgaz ve petrolden elde ettiği kârları birkaç katına çıkartmıştı. Ekvator da bu doğrultuda adımlar atmaya hazırlanıyor. Ulusal Bağımsızlık konusunda Venezüella Ulusal Meclisi 22 Aralık’ta Politik Bağımsızlığı Savunma Yasası denilen bir yasa kabul etti. Böylece dış fonlarla ülke istikrarının bozulması önlenecek. Bilindiği gibi Amerika, NED ve USAİD gibi yardım kurumları aracılığı ile istikrarını bozmak istediği ülkelere milyonlarca dolar akıtıyor. Söz konusu ülke politikasını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirici kışkırtmalar düzenliyor. Doğu Avrupa ve Orta Asya’daki “renkli devrimlerin” çoğu bu kurumlar aracılığı ile gerçekleşmişti. Venezüella’nın çıkardığı bu yasa ile bu tür kurumların ellerindeki fonlar denetlenip, arkasındakiler cezalandırılıp ülke dışına çıkarılacak. Böylece Venezüellalılar daha bağımsız, herhangi bir ülkenin baskı ve yalan propagandalarından uzak kendi kaderini kendi belirleyebilecek. Kendi çıkarlarını daha gerçekçi ve çıplak gözle görebilecekler. Yarınlarına daha umutla bakma doğrultusunda bir adım daha atmış oluyorlar. Avrupa ve genel olarak tüm kapitalist ülke halkları büyük bir ekonomik darboğazdan geçiyorlar. Bankaları kurtarmak, kapitalistlerin kendilerinin yol açtığı krizlerden çıkmak için devlet eliyle yapılan yardımların bedeli halkların kemer sıkmaları ile karşılanacak. Yoksul halklar açısından bıçaklar kemiğe dayanmış gibidir. Onların da verecek bir şeyleri kalmadı. Sosyal adaletten söz etmek olanaksızdır. Yabancı düşmanlığı dünyada artıyor. İşsizliğin bedeli özellikle onlardan çıkarılmaya çalışılıyor. Bankalar kurtarılırken halklar batırılıyor. Basın özgürlüğünün bile ne kadar olduğunu en son Wikileaks belgeleri ile görüyoruz. İnsanların ne politikacılara ne de yarınlara güvenleri kaldı. Oysa Latin Amerika’da başka yönde politikalar yürürlüğe sokuluyor. Yeni liberal politikalardan vazgeçiliyor, anayasalar halklardan yana yeniden düzenleniyor. Demokrasi, gelir dağılımı, sosyal adalet, yarın iş bulma konusunda halklarda başka umutlar şekilleniyor. Latin Amerika halkları 2011 yılına daha bir umutla girmeye hazırlanıyorlar.

Arjantin eski diktatörü ile birlikte ordu ya da polis mensubu 45 kişi, insan haklarını çiğnemekten ve insanları katletmekten suçlu bulundular. 1976-83 yılları arasında 30 bin çoğu genç ortadan kaybolmuşlar, daha doğrusu gözlerden ırak bir yerlerde katledilmişlerdi. Anneleri de Plaza Mayo anaları olarak tarihe geçmişti. En sonunda adalet yerini buldu, bu katliamların sorumluları hak ettikleri cezalara mahkûm edildiler. Anneler bayraklarla, katledilen evlatlarının fotoğrafları ile olayı kutladılar.


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

ÖLÜM FERMANI Ayşe TANSEVER

Şimdiye kadar iklim değişikliğinin yol açtığı felaketlerde ölenlerin sayısı 350 bin olarak tahmin ediliyor. Cancun’da imzalanan anlaşma sonucu her yıl 1 milyon insan ölme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Finans çevrelerinin “zafer” olarak ilan ettiği anlaşmaya 195 ülke içinde tek itiraz eden ve imza atmayan Bolivya oldu.

30

B

olivya lideri Evo Morales 10 Aralık’ta Cancun’da imzalanan iklim anlaşması ile 1 milyon insanın ölüm fermanının imzalandığını açıkladı. Şimdiye kadar iklim değişikliğinin yol açtığı felaketlerde ölenlerin sayısı 350 bin olarak tahmin ediliyor. Cancun’da imzalanan anlaşma sonucu her yıl 1 milyon insan ölme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Finans çevrelerinin “zafer” olarak ilan ettiği anlaşmaya 195 ülke içinde tek itiraz eden ve imza atmayan Bolivya oldu. Hatta E. Morales olayı daha da ileri götürerek Cancun iklim anlaşmasını BM Uluslararası Den Hague Adalet Mahkemesi’ne götürecek ve bu ölüm fermanının yargılanmasını isteyecek. “Meksika’nın Bodrum’u” diyebileceğimiz Cancun kentinde 29 Kasım-10 Aralık tarihlerinde, geçen yıl Kopenhag’da büyük olaylara sahne olan ve oldubitti bir anlaşma ile kapatılıveren, dünya iklim anlaşmasının rövanşı yapıldı. Geçen yıl Kopenhag’da eylemciler dünya medyasının dikkatini bu konuya çekmeyi başarmışlar davalarına sıradan halklar arasında sempati kazanmışlardı. Bu nedenle bu kez Cancun toplantısı dünya halklarının gözünden uzak bir şekilde yapılmaya çalışıldı ve medya çok sınırlı haber verdi. Amaçları yoksul halkların çıkarına olmayacak bir anlaşmada ülkeleri birleştirmekti. Başardılar ve toplantı sonunda da Cancun anlaşması imzalandı, zafer çığlıkları attılar. Bilindiği gibi dünyamızın ısısı karbon emisyonu nedeniyle 0,8 derece artmış durumda ve bu emisyonların devam etmesi durumunda önümüzdeki yüzyıl içinde ısı artışının 4 ya da 5 derece yükselmesi bekleniyor. Bu durum dünyamızda nasıl bir değişikliğe yol açacaktır? Ya da çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağız? “Dünya ısısının 2 derecelik artmasında bile bilim adamlarının genel olarak kabul ettiğine göre, küçük adalar su altında kalacak, Ant ve Himalaya dağlarındaki buzullar eriyecek, Bangladeş ve onun gibi birçok liman kenti su altında kalacak, Afrika kuruyacak ve kimi yerlerini seller götürecek ve

böylece 10 tane köylüden 9 tanesi ölecek.” (zet.com Patrick Bond yazısı 11 Aralık 2010) Evo Morales, Cancun’da yaptığı çağrıda “Klimalı odalarda oturanların Doğa Anamızı tahrip eden bu politikaların devamını istemeleri kolaydır. Bolivya ve dünyanın birçok yerinde içecek suyu, yiyecek yemeği olmayan açlık ve acı içinde kıvranan insanların yerine kendimizi koyalım” dedi. Ama olmadı. Hiçbir ülke temsilcisi, finans çevrelerinin kâr tutkusunun esaretinden kurtulup vicdanının sesini dinleyemedi. Hepsi “ölüm fermanı” diyebileceğimiz anlaşmaya imza attılar. Yıllar önce Japonya’nın Kyoto kentinde dünya liderlerinin imzaladığı protokol 2012 yılında bitiyor. Yenilenmesi ve orada anlaşmaya varılan konuların daha da derinleştirilmesi gerekiyordu. Kopenhag’da halkların talebi üstün çıktı, şimdi Cancun’da bu geri alınmış oldu. Anlaşma maddeleri çok boşluklarla doludur. Her bir ülkenin emisyon miktarını kendisinin belirlemesini kabul ederek, bir bağlayıcılık getirmiyor. Her ülkenin bu konudaki disiplinden kaçması çok kolaydır. Kalkınma yerine doğayı, ormanlarını korumayı seçen ülkelere maddi yardım yapılacaktır, ama ne kurulacak fonun kaynakları kesin ne de fonu yönetecek olan Dünya Bankası bu konuda güvenilir bir kurumdur. Aksine DB. iklim kirliliği için kredi veren bir bankadır. Ayrıca iklim felaketlerinden korunmak için gerekli olan teknolojinin 3. Dünya ülkelerinde kullanımına izin veren mülkiyet hakkı anlaşmalarına hiç değinilmiyor. O nedenle zafer olarak gösterilen bu anlaşmanın zafer olmakla bir ilgisi yoktur. Ayrıca çözülemeyen birçok konu seneye Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yapılacak konferansa bırakılmıştır. Greenpeace gibi dünyaca ünlü çevre örgütü anlaşmayı “korku karşısında bir umut”, “Oxfam”, “doğru yolda bir adım” olarak değerlendirerek finans çevrelerinin sözcülüğünü yaptıklarını ortaya koydular. Çünkü gerçekten bu anlaşma asıl yapılması gerekenin çok çok gerisinde kalıyor. Bu sivil toplum

örgütleri Nisan ayında Bolivya’da Dünya Halkları İklim Değişikliği Konferansı’nda bir araya gelmişlerdi. Orada Kopenhag sonrası bir değerlendirme yapıp Cancun’da neleri savunacaklarını belirlemişlerdi, ama sözlerinde durmadılar. İklim, eskisi gibi sırf Merkez ülkeleri değil, bizim ülkemiz gibi gelişmişler arasına girmeye aday olanlar, BRIC denilen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin gibi devleşme adayı ülkeler tarafından da giderek artan bir şekilde kirletiliyor. Dünyamız artık ne hammadde ne enerji kaynakları ne de doğa olarak bu kalkınma modelini taşımıyor. Latin Amerika yerlilerinin güzel deyişi ile “Doğa Anamız bu çılgınca gidişe dayanamıyor”. 6 milyarı geçmiş dünya insanının her birinin kapitalist merkez insanı gibi yaşam sürmesinin karşısında doğa duruyor. Her birinin arabası, her birinin yüklüce enerji tüketen makinesi, onlarca giyecek, dünyanın her bir yanından gelen meyve ve sebzeler… Bütün bunların tüketilmesine devam edilemez. Bu imkânsızdır. Buna doğanın maddi koşulları açısından olanak yoktur. Doğa Ana iklim kirliliği ve doğa felaketleri ile bu sinyalleri veriyor. İnsanlık artık kapitalist sistemin bu tür yaşam anlayışından uzaklaşmak, başka bir model içinde yaşamak zorundadır. Dünya ülkeleri artık önlerine merkezler gibi olma hedefi koymamalıdır. Ama Cancun’da böyle olmadı. Tüm ülkeler merkez ülkeler tarafından yine bir tehdit altındaydılar. Rüşvetler verildi. Başlar sallandı. Kaşlarla işaretler edildi ve küçük ülkeler, iklim kirliliğinden en fazla zararı görenler, Cancun’da anlaşmaya onay verdiler. İlerici sivil toplum örgütlerinin dediği gibi “iklim kapitalizmi” kazandı. Eğer halklar finans çevrelerinin imzaladığı ölüm fermanına karşı çıkmak için örgütlülüklerini arttırmazlarsa, sol ve ilerici güçler bu konuda birlik olmazsa, eylemlilik gösterip kapitalizmin kendisine, onun kalkınma, yaşam modeline karşı çıkmazlarsa dünyamızın geleceği tehdit altındadır ve daha çok milyonlar canından olacaktır.


Ocak 2011 / Sosyalist Dayanışma

“İşçilerin Ali Hocası Devrim ve Sosyalizm Mücadelesinde Yaşıyor”

Devrimci İşçi Önderi Nusrettin Yılmaz Anıldı

İ

şçilerin Ali Hocası, Sosyalist Vatan Partisi kurucu kadrolarından ve DİSK Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Nusrettin Yılmaz, aramızdan ayrılışının 16. yıldönümünde mezarı başında anıldı. Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) tarafından 3 Aralık Cuma günü Hasdal Mezarlığı’nda gerçekleştirilen anma etkinliğine Nusrettin Yılmaz’ın ailesi, yoldaşları, mücadele arkadaşları ve Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS) temsilcilerinin yanı sıra DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün katıldı. Etkinlikte “İşçilerin Ali Hocası Devrim ve Sosyalizm Mücadelesinde Yaşıyor” yazılı bir pankartla birlikte Nusrettin Yılmaz’ın portresi taşındı. Saygı duruşuyla başlayan anma etkinliğinde ilk konuşmayı Nusrettin Yılmaz’ın mücadele arkadaşı ve yakın dostu Munzur Pekgüleç yaptı. Pekgüleç konuşmasında, Nusrettin Yılmaz’ın en zor koşullarda bile işçi sınıfını temel alan mücadele çizgisini kararlıca sürdürdüğünü ifade etti. Nusrettin Yılmaz’ın insancıl, kavrayıcı, birleştirici, bütünleştirici kişilik yapısına değindi. Munzur Pekgüleç’in ardından DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün söz aldı. Görgün konuşmasında uzun yıllar Nusrettin Yılmaz’la birlikte DİSK içerisinde devrimci çizgiyi savunduklarını, onun bu çizgisinin bugün de izlenmesi gereken yol olduğunu belirtti. Etkinlikte son olarak Ali Hoca’nın öğrencilerinden SODAP sözcüsü Sebüktay Kaan konuşma yaptı. Kaan konuşmasında “Nusrettin Yılmaz’ın bıraktığı dev-

rimci mirası sahiplenmiş ve mücadele geleneğini sürdürüyor olmak, devraldığımız sosyalizm bayrağıyla onun huzuruna gelmek, elbette kıvancımızdır.” dedi. Konuşmasının devamında Nusrettin Yılmaz’ın örgütçü kişiliğine de değinen Sebüktay Kaan, “Dr. Hikmetlerin, Kenanların, Nusretlerin geleneğinden geliyoruz. Onların kararlılığıyla dinmeyen bir enerjiyle yığınlara gidecek, devrim kavgasını büyüteceğiz. Sokak sokak, meydan meydan, barikat barikat, Türk ve Kürt halklarının, ezilenlerin üçüncü cephesini kurma kavgasına girişeceğiz. Hak, adalet ve insanca yaşam özleyen yığınların umudu olacağız. Önder yoldaşımız Nusrettin Yılmaz böyle anılır diyeceğiz, böyle anacağız” dedi. Konuşmaların ardından Nusrettin Yılmaz’ın mücadele arkadaşları, onunla birlikte yaşadıkları anıları paylaştı. Anma etkinliği, Nusrettin Yılmaz’ın çok sevdiği “Huma Kuşu” türküsünün hep bir ağızdan söylenmesiyle sona erdi.

Nusrettin Yılmaz Bursa’da Anıldı

İşçilerin Ali Hocası Nusrettin Yılmaz, aramızdan ayrılışının 16. yıldönümünde uzun yıllar çalışma yürüttüğü işçi kenti Bursa’da anıldı. SODAP, BATİS ve BAMİS tarafından birlikte düzenlenen anma toplantısı saygı duruşuyla başladı. DİSK’in Ören kongresinde Nusrettin Yılmaz’ın konuşmasının yer aldığı sinevizyon gösterimiyle devam etti. Ardından SODAP bildirisi, Mehmet Yılmazer yoldaşın “Nusret

Hoca İçin” başlıklı yazısı ve Sebüktay Kaan yoldaşın mezar başında bu yıl yaptığı konuşmanın metni okundu. Etkinlikte son olarak Ali Hoca’nın öğrencilerinden BATİS Genel Başkanı Metin Burak bir konuşma yaptı. Ali Hoca’nın mücadele dolu yaşamından kesitler sunan Burak konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Biz BATİS ve BAMİS üyeleri olarak, işçi sınıfının olmazsa olmazı olan proletarya sosyalizmi için, Nusrettin Yılmaz yoldaşın mücadele bayrağını bıraktığı yerden, en yükseğe taşımak ve örgütümüze genç Nusrettin Yılmazlar kazandırmak için mücadele ediyoruz. Yaşamı, mücadelesi ve anısı onurumuzdur!”

Mücadele Arkadaşları, Yoldaşları, Ali Hoca’yı Anlattı

İşçilerin Ali Hocası’nın aramızdan ayrılışının 16. yılında Kadıköy KESK Toplantı Salonu’nda SODAP tarafından anma toplantısı gerçekleştirildi. 5 Aralık Pazar günü gerçekleşen etkinlikte, mücadele arkadaşları ve genç yoldaşlarından oluşan yaklaşık yüz kişi biraraya geldi. Saygı duruşuyla başlayan etkinlik Nusrettin Yılmaz’ın yoldaşları, mücadele arkadaşlarıyla yapılan söyleşilerden oluşan ve onun mücadele tarihinden kesitler sunan sinevizyon gösterimiyle devam etti. Ardından, yakın dostu, yoldaşı Munzur Pekgüleç ve Ali Hoca’nın öğrencisi SODAP sözcüsü Sebüktay Kaan birer konuşma yaptı. İzleyiciler arasından bulunan Ali Hoca’nın mücadele arkadaşları da söz alarak onunla ilgili düşüncelerini ve anılarını paylaştı. Konuşmaların tümünde Ali Hoca’nın işçi sınıfı içerisine kararlılıkla sürdürdüğü mücadelesinin yanısıra insancıl kişiliği ve her alanda başarıyla yürüttüğü örgütçülüğü öne çıktı. Duygusal bir atmosferde geçen etkinliği, Ali Hoca’nın SODAP’lı genç yoldaşları, öğrencileri, büyük bir ilgi ve dikkatle izledi.

Dostları ne dediler: Munzur Pekgüleç; “Bütün enerjisini sınıfın değişim ve dönüşümüne adadı.” Sebüktay Kaan; “O zaman zaman kadrolara kızardı, ama asla kırmazdı.” Mustafa Güler; “Dik geldi, dik gitti!” Mahmut Kuş; “Nusret Hoca sokağın değil, mahallenin devrimcisiydi.” Nevzat Yüksel, “Sendikada yeni insan tipini yaşatan insandı.” Uğur Parlak, “Nusret Hoca’nın eylemle söylemi, pratiği ile teorisi aynıydı.” Adnan Aslan, “Babacan ve insancıl yanıyla karşısındaki insanda güven duygusu yaratırdı.” 31


G

eleneğimizde Nusret Hoca’nın adı, örgütçülükle özdeşleşmiştir. Ne zaman bir örgütlenme problemiyle karşılaşılsa, eski yoldaşları onun adını anmadan, eksikliğini duymadan edemezler. O sıkı bir örgütçüydü. Girdiği hiçbir alandan, işçi, gençlik, memur, mahalle vb. asla eli boş çıkmamıştır. Bununla birlikte, sosyalizmin genel ve özel sorunlarından da ayrı durmamış, teorik olarak da kendisini yenilemeye çalışmış ve bunu bilinçle yapmıştır. Çünkü o, kendisini teorik olarak yenilemeyen bilincin örgütçülük yeteneğinin de köreleceğini bilirdi.

merkeze fırlayan kadroların çoğunluğunun, Bursa’daki o komün evlerde yetişen kadrolar olmasıdır. 12 Eylül sonrasında Nusret Hoca’nın, Parti’nin yeraltında yeniden yapılandırılmasında da rolü önemlidir. Bu dönemde Kenan Budak yoldaşımızla birlikte yeraltı sendikacılığının öncü emekçilerindendir. O dönem Cuntanın, DİSK’i kapatarak işçileri Türk-İş’e girmeye zorlaması, bilinçli işçilerde bir direnç yaratmıştı. Yapı bunu zamanında farkederek, yasa dışı (sonra yasal kuruluşlara varacak olan) bağımsız sendikalar taktiğini öne çıkardı. Bu taktik harekete, sınıf içinde hızlı ve geniş bir yayılma sağladı. Onbinlerce işçi bu sendikalarda örgütlendi. Bu dönemin Adana’dan İzmir’e, İstanbul’dan Bursa’ya; metal, tekstil, genel hizmet, kimya ve deri iş kollarında yüzlerce işçinin katıldığı eğitim, propaganda ve örgütlenme toplantılarında, sınıf bilinçli işçi yoldaşlarıyla ’’İşçilerin Ali Hocası’’ Nusret Yılmaz vardır.

Nusrettin Yılmaz Yoldaşımızı Saygıyla Anıyoruz

Onun örgütçülüğünün gücü, derin bir yoldaşlık duygusundan, insana olan sevgisinden, sosyalizme, partisine olan inancından geliyordu. O, merkez komitesindeki bir yoldaşıyla da çok sıradan bir işçi sempatizanla da yoldaşça bir ilişki kurardı. Sıradan bir işçinin sorununu içtenlikle dinler, çözüm bulmaya çalışırdı. Güven yaratırdı. Gösterdiği içten yakınlık ona, içten bir inanç olarak geri dönerdi. Hoca’nın örgütçülüğünün gücü buradaydı.

Nusret Hoca’nın sosyalist harekete ve hemen ardından Dr. Hikmet geleneğine girişi 1970 başlarındadır. Geleneğin önderi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünün ardından, genç kadroların ilk toparlanış çabalarına büyük bir enerjiyle katılmış, ’74 yeniden kuruluşunun öncü bir kadrosu olmuştur. Örgütlenme çalışmalarını sürdürdüğü Bursa, ’’Kenan’ın Zeytinburnu’’yla birlikte, bu toparlanışın ilk kitlesel ayaklarından birisidir. Burada gerçek bir alan önderidir ve bu sayededir ki ’75’teki uğursuz TSİP deneyiminden çıkılırken, blok olarak kopan tek il Bursa’dır. Bursa’da özellikle metal ve tekstil işkollarında yaygın bir işçi ilişkisi vardır. Üniversite gençliği içindeki yaygın örgütlülük, onun kadrolarını BYÖKD yönetimine taşımıştır. Yine bu dönemde Hareketin, 3 işçi mahallesinde PİM şubesi, 10’u aşkın tüketim kooperatifi ve yönetiminde doğrudan ya da dolaylı etkili olduğu sendika şubeleri, TÜM-DER (Memurlar Derneği) şubesi vardır. Bu kitlesel yaygınlığın arkasında elbette güçlü bir kadro çalışması bulunuyordu. O dönem varlığı uzun yıllar süren, işçi ve öğrenci gençlerin yaşadığı komün-evler vardı. Bu evlerde yaşam birlikte örgütlenir, politik eğitim çalışmaları yapılır, örgütlenme çalışmaları planlanır ve alan çalışmalarına yönelinirdi. ’77 Vatan Partisi kongresiyle, Nusret Hoca merkez komitede örgütlenmeden sorumlu birimde görevlendirilerek, çalışma alanı ülke çapına yayıldı. Kısa bir süre sonra patlayan ve bölünmeyle sonuçlanan krizde, devrimci çizgiyi savunarak yoldaşlarıyla, Sosyalist Vatan Partisi’nin kuruluşuna yöneldi. Bu dönemde özellikle Bursa ve Adana yerellerindeki örgütsel çalışmaları belirleyicidir. Ama asıl önemlisi bu süreçte öne,

O zamanlar yapı “12 Eylül’den, 12 Mart’tan çıkıldığı gibi çıkılmayacak!” tespitini yapmış olsa da nasıl çıkılacağı konusunda netleşemiyordu. Sınıf kabuk değiştiriyordu. Yeni bir mücadele tarzı yaratmak gerekiyordu. Ancak binlerle ifade edilen ilişki ağının “dar yapı” üzerinde yarattığı basınç, koşmaktan düşünmeye fırsat vermiyordu. İster istemez eski tarz ve yöntemlerle yürünüyordu. Bu durumda ardı ardına gelen 84 ve 85 operasyonları ve yüzlerce kadronun kaptırılması, yeni bir bunalımın zeminini yarattı. Birinci sorumlu konumundaki Hoca’nın bundan etkilenmesi kaçınılmaz oldu. Nusret Hoca ’90’da yolunu ayırdı ama kesinlikle yıkıcı bir muhalefete kalkışmadı, dost kaldı. Sonra ’90 başlarında DİSK üzerinden kapatma yasağı kalkınca, DİSK / Deri-İş Sendikası’nı yeniden canlandırdı. Daha henüz kendi legalitesinin ne olduğu belirsizken sendika kongresini topladı, Genel Başkan seçildi. Sayısız direnişler örgütleyerek Deri-İş’in üye sayısını 12 Eylül öncesindekinden çok daha üst düzeye çıkardı. Ancak baraj aşılamayınca sendika çözülmeye başladı. Çaba başarısızlıkla sonuçlandı. Nusret Hoca kendisini sınıf mücadelesine, sosyalizme, Parti’ye adamıştı. Mücadeleden ayrı düşmek ona çok ağır geldi. Bu sıkıntılara ne yazık ki kalbi dayanamadı, kaybettik. Nusret Yılmaz Hoca’nın geleneğimize hem pratik hem moral katkıları değerlidir. Böyle bir sınıf örgütçüsünü yitirmek yapımızın duvarında açılmış koca bir gedik gibidir. Onun örgütçü karakterini, insana olan sevgisini, yoldaşlık kültürünü, sonsuzca sahiplenmek, onun devrimci, fedakâr hatırasına bağlılığımızın ifadesi olacaktır. Geleneğimize kattığı değerleri onurla ve kararlılıkla, daha ileriye taşıyacağız.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.