Sosyalist Dayanışma Dergisi Aralık 2014 30. Sayı

Page 1

Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter. menekşelerde açılır üstümüzde leylaklarda güler. bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler...

Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

ARALIK 2014 YIL: 4 SAYI 30

Saraylarınız, villalarınız, plazalarınız yüzünden

yoksul ölüyoruz!


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

ORTAK MÜCADELE POTASINDA YANYANA BÜYÜMEK… Bütünüyle çürümüş bir sermaye düzeninin, heybesinde insanlığa kaos ve yıkımdan başka verecek hiçbir vaadinin kalmadığı bir dağılma ve yeniden kurulma dönemindeyiz. Karmaşa ve umut, kriz ve yeniden kuruluş, çöküş ve çıkış iç içe, bir arada. Hangisinin galebe çalacağını büyük bir irade savaşının ardından yaşayarak göreceğiz…

İŞÇİLERİN ALİ HOCASI MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAK!

Nusrettin YILMAZ

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 4, Sayı: 30 Aralık 2014 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

“Özgürlükler ülkesi” ABD’de Ferguson’da yaşanan direniş aslında devletlerin katliamcı yüzlerinin tek ve değişmez ortak yanları olduğunu gösterdi. Bütün devletler esas olarak birer iç savaş aygıtıdır. Dersim’de insanları mağaralara doldurup gazlayanlarla Ayotzinapa’da 43 devrimci genci katledenler aynı sınıf kininden beslenmektedir. “Kobani düştü düşecek” diye ortalıkta huniyle gezenler de Mısır’da Mübarek’in serbest bırakılmasına karşı ateşli silahlarla saldıranlar, Soma’da katliamın yıktığı 2300 işçiyi bir günde işten çıkaranlar da, Mustafa Solmaz’ın gözlerini kör edenler de, Çanakkale’nin Biga’sında sırf sokakta Kürtçe konuştu diye gencecik Selahattin’i demir çubuklarla komaya sokanlar da, sırf kendi inandığı dine inanmıyor diye insanların kafasını kesebilenler de aynı kötülükten besleniyorlar. Hükmetmek ve zengin olmak istiyorlar. Hepimizin olanı kendilerine çalmak istiyorlar. Adalet diye yola çıkıp Saraylara yerleşmekten başka hayal kuramıyorlar, Emevi halifelerinin 1300 yıl önceki “şatafat=itibar” denkleminin ötesine geçemiyorlar. Bütün zorbalar daha çok mala sahip olmak için dünyayı cehennem haline getiriyorlar. Fakat bugünün umut verici yanı bu zorbalık hüküm süremiyor. Beylerin saltanatı sallanıyor. Sadece Erdoğan’ın değil tüm küresel kapitalist düzenin kalelerinde yangın alarmları çalıyor. Toplumlar uyanıyor.İşte Kürt halkı, Rojava’daki iğne başı kadar bir imkanı kan ve can pahasına insanlık için bir umuda dönüştürüyor. İspanya’da, Yunanistan’da halk düzen partilerinden uzaklaşarak kendi sesinin etrafında toparlanmaya çalışıyor. Yatağan işçileri “özelleştirmeye geçit yok” diye kendisini fabrikasına kapatıyor. Arjantin’de işgal fabrikaları üretmeye devam ediyor. Tunus’ta işçiler laik-dinci ayrımının ötesinde kendi hayallerini örgütlüyor. Meksika’da halk uyuşturucu çetelerinin kiralık katili devlete karşı evlatlarına sarılıyor, Afrika’nın onurlu insanlarının ülkesi Burkina Faso’da devrimci önder Sankara’nın halkı başlarındaki diktatörü tepetaklak ediyor. Dünya kaynıyor. Bütün mesele her bir ülkedeki bütün direniş imkanlarını yan yana getirebilecek enerjik ve topluma güven veren bir önderlik yaratabilmek. Kobane’nin çığlığı ile ateşlerde semah dönenlerin, ateşlerden koca bir ülke inşa eden işçilerin bir arada, birbirinin acılarını sağaltarak girişecekleri bir mücadeleyi inşa edebilmek. Berkin’imizin,Mustafa Solmaz’ımızın, Ayvalıtaş’ın, Kader Ortakaya’nın, Soma’nın, Ermenek’in hesabını hep birlikte sorabilecek bir fırtına estirebilmek…. Bu sayıdaki bütün yazılarda neredeyse ortak bir umut olarak HDP’ye bir gönderme var. Rastlantı değil bu. Ortak direniş odağının inşasında HDP/K’nın çok önemli bir olanak sunduğu AKP’nin HDP’yi bildiğince dizayn etme çabalarından da açıkça anlaşılabilir. Önümüzde tüm gücümüzle yüklenmemiz gereken, büyük bir inanç, sebat ve akıl zindeliği gerektiren bir dönem var. Toplumun tüm direniş imkanlarını birleştirebilmek, bunu engellemeye çalışan, mücadelemizi etkisizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya çalışan “dost” düşman kim varsa hepsine büyük bir azimle direnmek, halkın önüne inanılır, ikna edici, bedel ödemekten ve ödetmekten çekinmeyen bir devrimci kurucu iradeyi çıkarmak…. Başarmak zorundayız.


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

AKP FAŞİZMİ VE PATLAK LASTİK AKP

’nin görüntüde tüm siyasi muarızları karşısında zafer üstüne zafer kazanmasına rağmen iktidarının kırılganlık görüntüsünden bir türlü kurtulamamasının sebebi ne olabilir? 2013 yılında 1 Mayıs süreci ile başlayan, Gezi İsyanı ile doruğa çıkan; Aralık’taki yolsuzluk operasyonlarına farklı bir mecrada gelişen ve 2015’te iş cinayetleri ve Rojava Direnişi’nin yansımaları ile şekillenen direnişler, AKP’nin 12 yıllık iktidarını köstebekler gibi kemiriyor. Toplumsal zeminde oyulan büyük tüneller, siyasi geleneklerin altüst olmasına yol açabilecek türbülansları tetikliyor. Kopuş ve yeniden kuruluş süreçlerini çağrıştıran ayrışmalar ve yan yana gelişler yaşanıyor. AKP’nin kırılgan görüntüsü farklı toplumsal enerjileri açığa çıkarıyor. Bu kırılganlıkları tetikleyen farklı etkenler var. Bunlardan en önemlisi artık tam anlamıyla arapsaçına dönmüş Ortadoğu politikası. Tunus ve Mısır’da başlayan dönüşümü gereğinden erken bir biçimde tamamlanmış bir süreç olarak okuyup tüm gücüyle Müslüman Kardeşler Ortadoğu’su inşasına soyunan Erdoğan’ın hesapları çoktandır açığa düştü. Mısır’da Mursi, Tunus’ta Nahda iktidarlarını kaybettiler. Suriye’de MK destekli Özgür Suriye Ordusu dikiş tutturamadı. Yemen’de, Libya’da MK’nın iktidara dönük hamleleri sonuç alamadı. Erdoğan, normal bir siyasi liderin yapacağı gibi değişen koşullarda programını revize edebilir ve hasarı minimize edebilirdi. Fakat içerideki başarılarının aşırı şişirdiği egosu, kendi-

sini bir dünya lideri olarak görme ve gösterme hevesi bölgede tek başına iş yapabilme yeteneği olduğunu düşünmesine yol açtı. Suriye’de işleri tersine çevirebilirse o momentle Mısır’daki darbeyle başlayan geri dönüşü tersine çevirebileceğini varsaydı. Geldiğimiz noktada bu yaklaşım Türkiye’nin tüm dış ittifaklarını neredeyse imha etmiş durumda. ABD’nin İran’la yakınlaşması, İsrail gibi Türkiye’yi de çok tedirgin ediyor. İran ile ilişkileri görece normalleşen bir ABD’nin Esad’a karşı bir harekâta psikolojik destek vermesi dahi düşünülemez. Türkiye’nin bölgedeki tek dostu gibi görünen Katar, MK liderlerini sınır dışı etme kararı almasından sonra Mısır ile S.Arabistan aracılığı ile görüşmeye başladı. Yine Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı olarak görmek istediği Barzani, IŞİD’in sıçrama yapması sonrasında PKK ve Bağdat ile yakınlaştı. Petrol konusunda Bağdat ile anlaşma sağladı. ABD, Türkiye’nin tüm arzu ve çabası hilafına Kobani’nin IŞİD’in eline geçmesine karşı bir pozisyon aldı. Çin’le tarihinin en büyük enerji anlaşmalarını imzalayarak ekonomisini güvence altına alan Putin, basına yansıyan telefon konuşmasında Esad’a dönük girişimleri kendisine savaş ilanı olarak sayacağını açıkça Erdoğan’a ifade etti. AKP hükümeti dışarıda bu derece sıkışmışken içeride ne kadar istikrar sağlayabi l i r, kırılganlığı-

nı nasıl aşabilir? Dış siyasetin iç siyasete doğrudan tercüme edilmesi diye bir durum söz konusu değil tabii ki. Ancak yine de bu koşulların AKP’yi içeride de çok zorladığı açıktır. İstikrarsızlığın bir diğer sebebi ise AKP-devlet ilişkisi. Böylesi bir ayrımı gözetmek 17 Aralık öncesinde açık liberalizm olurdu. Fakat bugünden bakıldığında cemaat ile AKP ittifakının açık düşmanlığa dönüşmesiyle AKP’nin devletin özellikle güvenlik aygıtı üzerinde ne kadar hâkim olduğu ile ilgili görüntü oldukça silikleşti. Sonuçta devlet, var olan güç ilişkilerinin bir yansıması olarak tezahür eder. Bu konjonktürde Erdoğan’ın devletin eski kadroları ile ittifak geliştirmeye çalıştığı gözlemleniyor. Balyoz davasını yıllarca “askeri vesayetle, militarizmle tarihsel hesaplaşma” diye satmaya çalışanların kulaklarına kar suyu kaçtıktan sonra eski komutanlar, bir anda mahkemeye giderek ifade vermeyi akıl edivermişlerdir. “Paralel yapı” ortak düşmanı ekseninde bir yakınlaşma ne kadar ilerleyebilir? Bir miktar ilerleme kaydedilmiştir, Perinçek’in HSYK seçim sonuçlarını “millicilerin” zaferi diye yorumlaması kat edilen mesafenin bir ifadesidir. Yeni Şafak ile Aydınlık bir süredir benzer bir “anti-emperyalist” retorik üzerinden ortak dil geliştiriyorlar. Fakat böylesi bir ittifakın, Erdoğan-Gülen ittifakından çok daha kırılgan olacağı açıktır. İki taraf da birbirine tam olarak güvenemeyecek kadar öfke ve deneyim biriktirmiştir. En gerilimli anda böylesi bir yan yana gelişin bir birinin başını yemeye dönüşebileceği açıktır. Erdoğan ve AKP’nin böylesi bir

M.Mert SİNAN

İstikrarsızlığın bir diğer sebebi ise AKPdevlet ilişkisi. Böylesi bir ayrımı gözetmek 17 Aralık öncesinde açık liberalizm olurdu. Fakat bugünden bakıldığında cemaat ile AKP ittifakının açık düşmanlığa dönüşmesiyle AKP’nin devletin özellikle güvenlik aygıtı üzerinde ne kadar hâkim olduğu ile ilgili görüntü oldukça silikleşti.

3


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

Bölgede Kürt hareketinin alan hâkimiyeti savaş dönemlerinde olmadığı kadar artmış, halk örgütlenmeleri demokratik özerkliği fiilen işletecek bir noktaya ulaşmıştır. AKP’nin parti kampında Kürt milletvekillerinin, devletin demir yumruğunu bölgede bir an önce görmek istediklerini ısrarla ifade etmeleri Kürt burjuvazisinin bölgede yaşadığı sıkışmanın söze dökülmesidir. Kürt özgürlük hareketinin özellikle Güney ve Batı Kürdistan’da geliştirdiği etkinlik ve uluslararası güçlerin de dikkatini çeken güçlü duruşu, devletin manevra yeteneğini daraltmaktadır.

4

ittifakla devlet mekanizmasının tümünü seferber edebileceği bir saldırı dalgası başlatabilmesi zor görünmektedir. Bu durum artık neredeyse bir sakız haline gelen paralel devlete operasyon mevzusunda mesafe alınabilmesini zorlaştırıyor. Ara ara alınan polisler birkaç gün sonra mahkemece serbest bırakılıyor. AKP medyası Kürdistan’a sürgün edilen cemaatçi polislerin 6-7 Ekim olaylarının hızla gelişmesinde parmağı olduğunu düşünüyor. Sonuç olarak MİT, polis ve ordu üç başlı bir güvenlik yapısı görüntüsü veriyor. Bu koşullarda AKP’nin baskı rejimini derinleştirme çabaları kendi kuyusunu kazmaya hızla dönüşebilir. Üçüncü kırılganlık ekseni hiç kuşku yok ki Kürt sorununda gelinen noktadır. Barış ve müzakere sürecinin Kürt hareketinde bir rehavet ve liberalleşme yaratacağı, hareketin enerjisinin düşmesiyle ortaya çıkan boşluğun devlet destekli Barzanici güçlerce doldurulabileceğine dair AKP stratejisi çökmüştür. Bölgede Kürt hareketinin alan hâkimiyeti savaş dönemlerinde olmadığı kadar artmış, halk örgütlenmeleri demokratik özerkliği fiilen işletecek bir noktaya ulaşmıştır. AKP’nin parti kampında Kürt milletvekillerinin, devletin demir yumruğunu bölgede bir an önce görmek istediklerini ısrarla ifade etmeleri Kürt burjuvazisinin bölgede yaşadığı sıkışmanın söze dökülmesidir. Kürt özgür-

lük hareketinin özellikle Güney ve Batı Kürdistan’da geliştirdiği etkinlik ve uluslararası güçlerin de dikkatini çeken güçlü duruşu, devletin manevra yeteneğini daraltmaktadır. Arınç’ın atıp tutmalarının hızlıca geri çekilmesi ve bütün AKP yetkililerinin hep bir ağızdan “süreç devam edecek, çok ilerleme kaydedildi” demeçleri vermesi, HDP üzerinde yoğun baskı oluşturma girişimlerinin son birkaç günde zayıflaması da bu dinamikten kaynaklanıyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra ortaya çıkan iktidar mimarisi sorunlarını, ABD Merkez Bankası’nın dünya piyasalarını fonlamayı kesmesinin olası iktisadi sonuçlarını, yolsuzluk ve Saray tartışmalarının yerle bir ettiği moral üstünlüğü, sermayenin hızlı ve ilkel birikim telaşının yarattığı iş cinayetleri patlamasını, her açıdan çökmenin eşiğine gelen eğitim ve sağlık hizmetlerini, %10’u aşan işsizliği hiç tartışmaya dahi bile etmiyoruz şimdilik. Bu tablodan şu sonuçlar çıkarılabilir: 1) Kapasitesi ve ilişkileri bu kadar zayıflamış bir iktidarın topluma dönük çok güçlü bir saldırıyı başarıya ulaştırması imkânsız olmasa bile çok zordur. 2) AKP hükümeti ve Erdoğan seçimlere kadar olan süreci bir konsolidasyon (gücünü toparlama ve bütünleştirme) dönemi

olarak düşünmektedir. Devlet içinde kimi operasyon ve yeni ittifaklaşmalarla bir toparlanma hedeflenmektedir, fakat hangi yoldan yürünebileceği konusunda bir kesin plan bulunmamaktadır. 3) Devlet ve egemen sınıflar için en büyük güvence Batı’da kendilerini zorlayacak bir politik dinamiğin şekillenmemiş olmasıdır. Bu tablonun değişmemesi için Batı’da toplumsal muhalefeti nefessiz ve merkezsiz bırakmaya dönük saldırılar süreğenlik kazanacaktır. Fakat bu saldırıların derinleşebilmesinin önünde de yukarıdaki engeller bulunmaktadır. Sonuç olarak iktidar bloğunun iç zaafları ezilenlerin önüne büyük olanaklar yaratıyor. Fakat bu olanakların hiçbiri kendiliğinden devrime dönüşmez. Buradan yol alınabilmesi ancak kendini aşan, potansiyellerini bütünleştiren bir mücadele odağının inşası ile mümkündür. HDP tüm eksikliklerine rağmen bu doğrultuda yol alıyor.


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

2015 BÜTÇESİNDE NELER OLMASINI İSTİYORUZ?

2015 BÜTÇESİNİ HALK YAZSIN!

D

kömür dağıtılıyor, hepimizin ücretsiz doğalgaz-ücretsiz yakıtücretsiz ısınma isteme hakkımız yok mu?

“kadrom yetersiz her yere yetişemiyorlar” diyen devlet, iş müfettişlerini kadroya almıyor da 1000 odalı yeni saray yaptırıyor.

2015 yılı bütçesine dair çalışmalar sürüyor. TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu, kasım sonuna kadar görüşmelerini sürdürecek ve aralık ayında Meclis Genel Kuruluna onaylanmak üzere sunulacak. Genelde kamuoyuna yansıdığı şekilde bakanlıkların yıl boyunca yapacakları harcamaların konuşulduğu bütçe görüşmelerinde yoksulların adı bile anılmıyor. Bakanlıkların personel, eğitim, yemek, ek bina yapımı gibi giderlerinin dışında bütçe tartışmalarında halka hizmet adına bir çalışma yapılmıyor, tartışılan, bütçeye girmesi için dillendirilenler arasında biz yani halk (işçi, emekli, kadın, genç…. vb ) yokuz.

Madem bazı dönemler bir ay yetecek kadar aylık erzak dağıtılıyor, bunu her daim isteme hakkımız yok mu? Peki, evde hasta bakanlara her ay yardım olarak 700-800 lira sadaka veriliyor, bunu sürekli ve hak olarak isteme hakkımız yok mu? Belediyelerde ve kreşlerde ücretsiz matematik, din bilgisi gibi kurslar ücretsiz veriliyor, bu kurslardan herkesin ve sürekli yararlanma hakkı yok mu? Madem pek çok personel ve yakını toplu taşımadan (otobüslerden, vapurlardan, trenlerden) ücretsiz yararlanıyor bizim de halk olarak ücretsiz ulaşım hakkımız yok mu? Madem milletvekillerinin bir dönem vekil olup, ömür boyu emekli olma hakkı var, bizim de mezara girmeden emekli olma hakkımız yok mu?

- Halk, ekmeği zor buluyor ama en büyük pay biber gazına ayrılıyor.

evletin tüm gelirleri ve giderlerinin denkleştirilmesi demek olan bütçe denkleminde neden biz hep veren oluyoruz da alan hiç olamıyoruz?

Çünkü hiçbir bütçe döneminde halk olarak toplam üretimden payımızı istemiyoruz. Bir “patron” aklı ve kurnazlığıyla yönetilen devletin istenmeyen bir hakkı vermek gibi bir yüce gönüllüğü de olmuyor. Dünyada da yönetiminde sosyalist iktidarların olmadığı hiçbir devlette istenmeden bir hak verilmemiştir. 2. Dünya savaşı sonrası Avrupa’da gelişen insan hakları ve ekonomik haklar sosyalist bir devrim tehdidi ile verilmiştir. Peki, biz halk olarak bütçe görüşmelerine müdahale edebilir miyiz? Peki, gelir dağılımında adalet isteyebilir miyiz? Parasız, eşit sağlık ve eğitim hizmeti isteme hakkımız yok mu? Madem kış geldiğinde bir çok ile, ilçeye, mahalleye karşılıksız

Tabi ki, var, var, var! Her geçen gün “hak verilmez alınır” sözü tekrar tekrar yaşadıklarımızla yeniden ve yeniden kendini ispatlıyor. Zira %70 inden fazlası, asgari ücretlinin gelirinden alınan vergilerle oluşan bütçeden bizim payımıza neredeyse hiçbir şey düşmüyor. Bizim payımıza yokluk, yoksulluk, sabır, kader düşüyor. -İş cinayetlerinde ölmemiz bekleniyor. 2 aya yaklaşan bir süredir kayıp maden işçilerine ulaşılamıyor. -Soma ve peşinden yaşanan Ermenek facialarına rağmen, acil eyleme geçilmiyor, o madenler çalışmaya devam ettiği için madenlerden kaza haberleri gelmeye devam ediyor. -Madenleri denetlemek için

- Halkın en çok kullandığı hastanelerden biri olan Cerrahpaşa hastanesi yönetimi dökülen binanın tadilatını talep ediyor, ödenek yok diye geri çevriliyor. - Okullarda 40-50 mevcutlu sınıflarda eğitim devam ediyor. - Özel hastane katkısı ödeyemeyen halk, devlet hastanesinde ameliyat sırası beklemeye devam ediyor, özel hastanelerde muayeneler 50 liradan aşağıya yapılamıyor. - Asgari ücrete yapılacak zam öncesi işten atmalar artıyor ve işten atmalara karşı en ufak bir tedbir veya yaptırım uygulanmıyor. %2-3 lük zamlara razı olmamız bekleniyor. Halbuki tüm vergilerin bize yol, su, elektrik olarak dönmesi gerekmiyor mu? Bu toplanan vergilerden oluşan bütçenin saray değil de hastane ve okul yapımında kullanılması gerekmiyor mu? Biz birilerini doyurmak için mi vergi veriyoruz? Devletin tüm gelirleri ve giderlerinin denkleştirilmesi demek olan bütçe denkleminde neden biz hep veren oluyoruz da alan hiç olamıyoruz?

Sevgi EVRİM

hayatımızı kaybetme durumu ile karşı karşıyayız. Hepimiz ya işçiyiz ya da ailemizde işçiler var. Gençler işsizliğin, geleceksizliğin pençesinde sokaklarda uyuşturucudan, şiddetten ölüyor. “Ecel ile ölüm ne demek” unuttuk halk olarak. Kış geldi, havalar soğudu, doğalgazı açamıyor, çift kat kazaklarla yatıyoruz. Buna rağmen Ak-Saray’ın bir günlük elektrik faturası bizim 1,5 yıllık gelirimizden fazla. Ne kadar geç yaksak sobayı o kadar kârda sayarken kendimizi, şimdi de sarayların faturalarını bütçeden ödeyeceğiz. Ekim 2014’de açlık sınırı 1.205,43 TL, yoksulluk sınırı 3.926,47 TL iken asgari ücret 891,03 TL. Bu denklem artık bizi yaşatmıyor. Yeter artık, bütçeyi nasıl biz oluşturuyorsak, bu defa da biz yapalım, bu sefer de bütçeyi biz yazalım.

2015 BÜTÇESİNDEN:

• Ölmeme parası değil, insanca yaşayacak ücret istiyoruz • İş cinayetlerinin önlenmesini istiyoruz • Parasız eğitim, parasız sağlık istiyoruz • Barınma hakkı istiyoruz • İşçi ve doğa katili inşaatların durmasını ve biber gazının yasaklanmasını istiyoruz • Kısacası insanca yaşamak istiyoruz

Yeter artık diyeceğimiz bir sınırdayız. Çalışmak artık geçinmeye yetmiyor. 16 saatlere varan çalışmaya rağmen elde edilen gelir geçindirmiyor. Üstüne üstlük çalışırken her an bir iş cinayetinde veya meslek hastalıklarıyla

5


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

İŞSİZLİK CANAVARI VE ÜCRET ARTIŞI MÜCADELESİ M.Mert SİNAN

Sermayenin yarattığı bu büyük fiyasko ve toplumsal yıkım, işçi sınıfının mücadelesiyle farklı bir dünya tahayyülü inşasını zorunlu kılıyor. Kar için değil de yaşamak için üretmek, sermayenin toplumun denetimi altına alınmasının yollarını bulmak, sınıf meselesini işyerlerinde sendika örgütleme çabasından topyekün bir sınıf çizgisi inşasına sıçratmak gerekiyor. Sermayenin toplumu yağmalamasının tek alanı işyerleri değil. Köylüler, işçiler, işsizler, asgari ücretliler, memurlar, müştereklerimizi savunanlar ortak bir mücadele programı ile sermayenin alanını giderek daraltmalılar.

6

İ

şsizlik TÜİK istatistiklerinde bile %10’un üzerine çıktı. Resmi işsiz sayısı 3 milyona dayandı. AKP iktidarı döneminin 2009 kriz yılı hariç (hani Cumhuriyet tarihinin en büyük daralmasının yaşandığı yıl) en yüksek oranı ile karşı karşıyayız. İnşaat ve madencilik furyası da işsizliğin ateşini düşürememiş durumda. Türkiye’de işsizliğin çok daha yüksek oranlarda çıkmamasının en önemli sebebi işgücüne katılım oranının özellikle kadınlarda çok düşük olması. Kadınların sadece %30.9’u istihdam ediliyor. Bu durumun kadının özgürleşmesi, erkek egemen düzene karşı ayağa kalkması konusuyla ilişkisi konusunda daha fazla kafa yormak gerekiyor. Eğitim sisteminin niteliksizliğinin en açık belirtilerinden birisi de yüksek öğretim mezunlarında görülen yüksek işsizlik oranı. Her dört işsizden birisi üniversite mezunu. Bu durum yükseköğretimin planlama ve doğru vasıf kazandırma konusunda çok ciddi eksiklikleri

olduğunu gösteriyor. Milli gelir içinde sanayinin oranının giderek azalması (1998-2012 yılları arasında %24’ten %15’lere geriledi), Ar-Ge harcamalarının çok düşük kalması, üretim yapısında emek yoğun sektörlerden yukarı çıkılamamış olması da üniversite mezunlarının iş olanaklarını sınırlıyor. Tekstil sektöründe çalışan makineciler İŞKUR verilerine göre en kolay iş bulabilen kesimi oluşturuyor. Türkiye sanayi 1980 sonrasında esas olarak tekstil ve konfeksiyon gibi düşük katma değerli ve emek yoğun bir sektörden bir türlü çıkamıyor. Bu emek yoğun üretim bile işsizliğin ateşini düşüremiyor. 15-24 yaş işçiler arasında işsizlik oranı %18.9 olarak görünüyor. Bu yaş grubunda iş arayan her 5 kişiden birisi işsiz. Bu orandaki genç işsizliği başlı başına büyük bir sorun. Bu kesim için yaratılan işlerin çok büyük bir kısmı da güvencesiz, sendikasız ve çok yoğun iş cinayetlerinin yaşandığı inşaat, madencilik gibi sektörler. Türkiye üniversite masraflarını kar-

şılamak için çalıştığı inşaatlarda ölen genç işçileriyle anılan bir ülke haline geldi. Emeklilik yaşının yükseltilmesi de ilerlemiş yaşına rağmen çok ağır işlerde çalışmak zorunda kalan işçiler sorununu ortaya çıkarıyor. Geçtiğimiz günlerde Kadıköy’de bir kanalizasyon tamirinde toprak kayması altında kalan ve son anda kurtarılan işçi emekli olma yaşına gelmişti. Emeklilik ve asgari ücretle çalışmak işçileri yoksulluk çemberinden kurtaramıyor. Örneğin Türkiye’de madenciler ileri kapitalist ülkelere göre yılda ortalama 800 saat daha fazla çalışıyor. Ancak işçiler bu ülkelerde çalışan işçilerin ücretlerinin onda birini dahi alamıyorlar. Soma katliamı sonrasında yapılan yasal düzenleme ile maden işçilerinin çalışma saatleri ve ücretleri yeniden düzenlendi. Madenci ücretlerinin asgari ücretin iki katından daha az olamayacağı yasalaştırıldı. Fakat bu düzenleme dahi patronları çok rahatsız etti. İşçiler işten çıkarıldı, madenler kapatıldı. Hü-


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

kümetin yasanın uygulanmasını ertelemesi istendi. İşçileri daha uzun süre madende tutmak için yeni metotlar geliştirildi. Bu metotlardan birisi, işçilerin öğle arasında madenden çıkmasının yasaklanması Ermenek’te 18 işçi kardeşimizi kaybetmemize yol açtı. Çünkü madendeki sel baskını tam da öğle tatili anında gerçekleşmişti. Yine Soma’da 301 işçi kardeşimizin katili firma, dayatılan çalışma koşulları aleyhinde mahkemeye suç duyurusunda bulunan ve ifade veren işçileri gerekçesiz bir biçimde işten çıkardı. Yapılan tüm değerlendirmeler dünya çapında durgunluğun devamı yönünde. Avrupa ekonomisini kriz koşullarında ayakta tutan Almanya’da büyüme oranı %0’a yaklaştı. Japonya devasa finansal olanaklarına rağmen resesyona girmekten kurtulamıyor. Dünyanın dev piyasalarının talebi artmayınca ihracat, işsizliği emecek bir noktaya sıçrayamıyor. Bunun telafisi için düşünülen iç piyasada talep yaratmak aracı olarak kullanılan inşaat ise doyum noktasına ulaşmak üzere. İnşaatın doğaya ve kentlerimize, ortak alanlarımıza verdiği zarar bir yana bir de çimento sanayinin aşırı enerji ihtiyacı verimsiz ve işletilmesi tehlikeli düşük enerjili linyit yataklarının büyük bir hızla üretime açılmasını, Türkiye’nin en güzel yerlerinde zehir saçan termik santrallerin inşa edilme-

sine yol açıyor. Bu telaş Soma Yırca’da Kolin Holding’in termik santral gözü dönmüşlüğünün 6000 zeytin ağacını bir gecede katletmesine yol açıyor.

Sermayenin Yıkımına Bütçe’de Refah Payı Mücadelesiyle Direnmek

Sermayenin yarattığı bu büyük fiyasko ve toplumsal yıkım, işçi sınıfının mücadelesiyle farklı bir dünya tahayyülü inşasını zorunlu kılıyor. Kar için değil de yaşamak için üretmek, sermayenin toplumun denetimi altına alınmasının yollarını bulmak, sınıf meselesini işyerlerinde sendika örgütleme çabasından topyekün bir sınıf çizgisi inşasına sıçratmak gerekiyor. Sermayenin toplumu yağmalamasının tek alanı işyerleri değil. Köylüler, işçiler, işsizler, asgari ücretliler, memurlar, müştereklerimizi savunanlar ortak bir mücadele programı ile sermayenin alanını giderek daraltmalılar. Bu konuda Aralık ayında yapılacak bütçe görüşmeleri değerlendirilmeli. Aralık ayında hem kamu çalışanları hem de asgari ücretliler için ücret zamları belirlenecek. Hükümetin öngörüsü maaşlara %3+3 oranında zam yapmak. Oysa enflasyon dahi şu anda %10’un üzerinde. Hem de emekçilerin son 12 yıllık ortalama %4.5’lik büyümeden hiç pay almadıkları da biliniyor. İşsizlik oranlarının yüksekliği ücretler üzerinde her

zaman aşağı yönlü bir basınç yaratır, ancak kararlı bir mücadele bu eğilimi tersine çevirebilir. Sendikalarımız bütün ücretlileri harekete geçirecek bir program ortaya koyabilseler, tüm ücretlerde büyüme ile ilgili refah payını telafi edecek asgari %50’lik bir artış için bir kampanya düzenlense bunun karşılığı ciddi biçimde alınabilir. Bütçe yasalaşırken Meclis’i kuşatacak bir eylem planı ortaya konabilir. Sınıfın farklı kesimlerinin bir arada harekete geçmesi sağlanabilir. Emekçilerin yaşadıkları ekonomik sorunların tek çözüm adresi örgütlü ve birlikte mücadeledir. AKP hükümetinin sınıfın farklı kayıtlı ve kayıtsız kesimlerini karşı karşıya getirme üzerinden inşa ettiği sınıfı görünmez kılma ve yedekleme çizgisi ancak böyle aşılabilir. Bugün Türkiye’de görünür bir sınıf mücadelesi çizgisi inşa etmek tarihin çarklarını yeniden umuda doğru döndürmek için öncelikle altından kalkmamız gereken öncelikli görevimizdir.

Sendikalarımız bütün ücretlileri harekete geçirecek bir program ortaya koyabilseler, tüm ücretlerde büyüme ile ilgili refah payını telafi edecek asgari %50’lik bir artış için bir kampanya düzenlense bunun karşılığı ciddi biçimde alınabilir. Bütçe yasalaşırken Meclis’i kuşatacak bir eylem planı ortaya konabilir. Sınıfın farklı kesimlerinin bir arada harekete geçmesi sağlanabilir. Emekçilerin yaşadıkları ekonomik sorunların tek çözüm adresi örgütlü ve birlikte mücadeledir.

7


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

SON HASAT Cihan DAĞ

İnsanın yıllarca emek verip üstüne düştüğü bir şeyden vazgeçmesi çok zordur. En büyük bağlılıklar bu şekilde emek vererek oluşur çünkü. Yırca’da en üzücü olan şey halkın kesilmiş ağaçlardan son kez zeytin toplaması sanırım. Ağaçlar ve insanlar birbirlerine son görevlerini yerine getirdi adeta. Ekoloji bilincimiz istediği kadar yüksek olsun; eğer kalbimizde ağaca, suya, doğadaki her hangi bir türe karşı sevgi beslemiyorsak, Yırca’lıların kesilmiş ağaçlardan zeytin toplarken ağlamasını da anlayamayız.

8

Z

eytin, tarih öncesi çağlardan bu yana doğada bulunur ve Akdeniz Kültürü’nün önemli bir parçasıdır. Bilim, zeytin ağacının ne zaman oluştuğunu tam olarak söyleyemese de mitoloji zeytinin var oluşuna kendince açıklık getirir. Zeytin ağacı yeryüzüne bir armağan olarak gönderilmiştir.

Bir zeytin ağacının meyve vermeye başlaması 3,5 yıl sürüyor. Ortalama ömrü 400 yıl… Soma’ya bağlı Yırca’da 6000 zeytin ağacının kesilme süresi ise sadece 4 saat!

Eski Yunan’da tanrıların başı Zeus, insanlığa en değerli armağanı veren tanrı ya da tanrıçanın yeni kurulan şehrin hükümdarı olacağını ilan eder. Bunun üzerine deniz tanrısı Poseidon barış ile bilgelik tanrıçası Athena mücadeleye girişirler. Poseidon, üç dişli çatalını bir kayaya saplar ve insanları uzak yerlere götürecek, savaşlar kazanacak olan “atı” yaratır. Athena ise mızrağını yere saplayarak bir “zeytin ağacına” dönüştürür. Şehir halkı bu zeytin ağacının büyük bir zenginlik ve bereketin kaynağı olduğuna karar verir ve Athena’ nın onuruna şehre “Atina” adı verilir. Bugün bile efsanenin olduğu kabul edilen yerde bir zeytin ağacı durur. Bütün zeytin ağaçlarının Athena’ nın yarattığı bu zeytin ağacından çoğaldığı söylenir.

İnsanın yıllarca emek verip üstüne düştüğü bir şeyden vazgeçmesi çok zordur. En büyük bağlılıklar bu şekilde emek vererek oluşur çünkü. Yırca’da en üzücü olan şey halkın kesilmiş ağaçlardan son kez zeytin toplaması sanırım. Ağaçlar ve insanlar birbirlerine son görevlerini yerine getirdi adeta. Ekoloji bilincimiz istediği kadar yüksek olsun; eğer kalbimizde ağaca, suya, doğadaki her hangi bir türe karşı sevgi beslemiyorsak, Yırca’lıların kesilmiş ağaçlardan zeytin toplarken ağlamasını da anlayamayız.

“Otur ağla sonra soframda doy / Ekmek tut zeytin tat...” demiş Zarifoğlu. Bize bu dizeden sadece ağlamak kalır.

Yırca için halk birçok ortamda tepkisini gösterdi. Birçok ilde protestolar gerçekleşti, birçok insan Yırca’ya akın etti. Yırca’ya gelen en güzel desteklerden biri de Redhack’ten geldi. Yırca ve Validebağ için halkın borçlarını

silen Redhack’e mesaj gecikmedi. Köylüler traktör üstünde ufak bir kartona yazdıkları “Yırca’dan Redhack’e selam olsun” mesajını sosyal medya üzerinden gönderdiler. Bu dayanışma örneği de diğerleri gibi umudumuzu tazeledi. Ama bazı sıkıntılar da yok değil. Yırca’nın 6.000 ağacının kesildiği yerde zeytin ağacı dikimi yapıldı. Birçok insan oraya şu ya da bu şekilde


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

yardım ve dayanışma için gitti. Şu konuda kuşkum yok ki; gelenlerin çoğu iyi niyetli duygularla ordaydı. Ancak ne yazık ki dayanışma bazen ‘dayanma’ya dönüşebiliyor. Ve üzülerek söylüyorum ki bu ağaç dikimlerinin pek çoğu sembolik dikimdi ve sırf ‘fotoğraf vermek’ içindi. Hatta daha da üzülerek söylüyorum; o dikilen ağaçların bir kısmı ya sökülecek ya da öyle kuruyup gidecek. Çünkü Yırca’lıları dinlemeden, onlara danışmadan yapıldı bu ekimler. Yırca’lılar sadece fotoğraf çekilmek için fidanların yanına çağırıldılar.

“Dağ Taş Zeytin Ağacı Dolu.”

Başbakan Davutoğlu’nun yapmış olduğu bu açıkla-

ma aslında ileride karşılacağımız başka ağaç kesimlerini işaret ediyor. Bu insanların, zeytinlik alanlarının yer aldığı bir haritaya bakarak el ovuşturduğunu tahmin edebiliyorum. Giderek artan enerji ihtiyacını karşılamak adına en verimli topraklara termik, nükleer, hidro elektrik santralleri kurmaya devam eden devlet bir şeyi es geçiyor: Kurmak istediği santrallerin bir ömrü var. Oysa suyun, ağacın, toprağın ömrü ve verimliliği daha fazla. Yüzyıllar boyunca oluşmuş bir ekosistemi bir gecede yok edebilen bir zihniyetin kar hırsı bugünün yarınını yok ediyor. Kolin yöneticilerinden gelen açıklama: “ Yırca’da ortaya çıkan görüntülerden rahatsız olmaz olur muyuz?” Sermayenin rahatsız olduğu nerede görülmüş? Olsa olsa rezil olmuştur. Güvenlik görevlerinin ağaç kesimini protesto eden köylüleri yerlerde sürüklemesi ve birçoğunu hastanelik etmesi nedeniyle büyük tepkiyle karşılaşan Kolin şirketi ılımlı açıklamalar yaptı. Lakin 6.000 ağaç sökülmüş, köylülerin geçim kaynakları ellerinden alınmıştı. Köylüleri tartaklayan güvenlik görevlileri ise işten atılmıştı. İşten atılan güvenlik görevlilerini sosyal medyada linç etmeye çalıştılar lakin bu güruh güvenlik görevlilerinin de ekonomik kaygıları nedeniyle kullanılıp bir kenara atıldığını göz ardı etti. Zaten tütün ve hayvancılıktan kazanç elde edemeyen, madenlerde canını ve-

ren insanlar bir de zeytinlerinden oldular. Böyle bir ortamda insanların güvenlik görevlisi olması ve işlerini kaybetmemek için söyleneni yapmasına çok da şaşırmamak gerekir. Gezi, ODTÜ, Amasya, Validebağ, Yırca, Biga, Artvin sonra tekrar Gezi… Doğanın talanı seçilmiş olan yeni yerlerle hız kesmeden devam ediyor. Yırca olayları yaşandığı sırada Artvin’de maden için ağaç kesmek isteyenleri halk erken davranıp engelledi. Yırca’da olduğu gibi orada da nöbet tutuluyor ve yine Yırca’da olduğu gibi Artvin’de de nöbeti tutanlara sistemli bir şekilde saldırılıyor. Eğer karşı durulmasaydı benzer bir kıyım Artvin’de yaşanacaktı. Tabi asıl büyük kıyımlar ise İstanbul’da yeşil alan bırakmamaya yemin etmiş kişiler tarafından yapılıyor. Üçüncü havalimanı ve üçüncü köprü için yapılan ağaç katliamından sonra ortaya çıkan görüntüler dehşete düşürüyor. Tepeden bakıldığında yeryüzünde enfeksiyon kapmış bir yara gibi görünüyorlar. Bu, halk ve doğa düşmanları ağaçları kesiyor, suyun akışını, yollarını kesiyor. Yetmezmiş gibi bir de sesimizi kesmek istiyor. Elbette ki sesimizi kesemeyecekler. Doğanın sessiz çığlığına kulak kabartmaya devam edeceğiz. Bıkmadan bu talan düzeninin böyle gitmeyeceğini haykıracağız. Sınırlı kaynakların olduğu bir dünyada sınırsız büyüme(talan) hayal edenler elbette bu tatlı rüyalarından acı bir şekilde uyanacaklar. Birçok enerji santralimiz olduğunda ve enerji sorunumuz halledildiğinde(?) asıl ihtiyacımız olan biyolojik enerji kaynaklarımızı kaybetmiş olacağız. İçtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı bize veren ağaçları; bizi besleyen tarım alanlarını yok ettiğimizde elektrik enerjisiyle beslenemeyeceğimizi anlamış olacağız.

“ Yırca’da ortaya çıkan görüntülerden rahatsız olmaz olur muyuz?” Sermayenin rahatsız olduğu nerede görülmüş? Olsa olsa rezil olmuştur. Güvenlik görevlerinin ağaç kesimini protesto eden köylüleri yerlerde sürüklemesi ve birçoğunu hastanelik etmesi nedeniyle büyük tepkiyle karşılaşan Kolin şirketi ılımlı açıklamalar yaptı. Lakin 6.000 ağaç sökülmüş, köylülerin geçim kaynakları ellerinden alınmıştı. Köylüleri tartaklayan güvenlik görevlileri ise işten atılmıştı.

Tıpkı ünlü Kızılderili atasözünde dediği gibi: Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

9


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

Dersim’den Kobani’ye Soykırım ve Özerklik Fikret KIZILTAN

Kemalist devletin toplumsal mühendislik projesi ekonomik, kadrosal ve alt yapısal gücünün zayıflığından dolayı büyük ölçüde kent ve kasabalarda hayata geçirilebildi. Nüfusun yüzde 80’inin yaşadığı kırsal alanlar rejim açısından ulaşılması ve dönüştürülmesi güç bölgeler olarak kaldı. Bunların içinde özellikle Kürdistan coğrafyası Kemalizmin en az nüfus edebildiği bölgeydi. Dil farkı, aşiret hayatının özerk doğası, Kürtlerin yüzyıllardır deneyimlediği özerk var oluş, Kürdistan’ın dağlık yapısı vb. nedenlerle Kemalizm Kürdistan kırlarına nüfuz edemedi. 1925’ten 1930’ların başına kadar gerçekleşen onlarca Kürt isyanı genç Cumhuriyet’in orduları tarafından bastırılsa da, kaos ve denetimsizlik sınır bölgelerinde hiç bitmedi. 10

A

levi açılımlarından sıfır sonuç çıkan ve Alevi karşıtlığı üzerinden fütursuzca güç devşirmeye çalışan AKP, Dersim katliamını tartışmaya doymuyor. Bu yolla CHP’yi sıkıştırmak, içerde çatlaklar yaratmak istiyor. Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçtiğinden beri, Dersim konusu AKP için kullanışlı bir malzemeye dönüştü. Soykırım düzeyinde bir insanlık suçu olan “Dersim tertelesi”, AKP için, Başkanı Dersimli olan ve Alevilerin çoğunluğunun oylarını alan CHP’yi köşeye sıkıştırmanın bir aracı olmaktan ibaret. Her ne kadar Dersim tartışmasını “analar ağlamasın mı?” çıkışıyla CHP’nin ulusalcılarından Onur Öymen tetiklemiş olsa da, AKP’nin meseleye dört elle sarılması Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye genel başkan seçilmesinin ardından oldu. Erdoğan’ın ardılı Davutoğlu’nun da bu politikayı hevesle sürdüreceği anlaşılıyor. Ah şu tek parti dönemi olmasaydı her şey güllük gülistanlıktı! Osmanlı padişahlarının şefkatli gölgesi altında mutlu mesut yaşıyorduk! Üçüncü köprüye adı verilen Yavuz sanki binlerce Alevi’yi katletmemişti; sanki Osmanlı döneminde Dersim’e askeri harekâtlar yapılmamıştı. AKP’nin yeni resmi tarihi en az Kemalist resmi tarih kadar karikatür. Ve AKP’nin sahip çıktığı siyasi miras, en az CHP’nin mirası kadar kanlı. Alevi inancına hiçbir saygısı olmadığı aşikâr olan Erdoğan ve partisinin Dersim’i zaman zaman gündeme getirmesi, Alevilerde hiçbir karşılık yaratmaz. Bunu kendileri de biliyorlar, zaten dertleri Alevileri kazanmak değil, CHP içinde tartışma yaratmak. Nitekim Dersim tartışmasının patlatılmasıyla partideki ulusalcılar ve liberaller arasındaki gerilim bir kez daha su yüzüne

çıktı. Aynı parti içinde katliamı savunanlardan, inkâr edenlere, sorumluluğu birkaç çavuşa yükleyenlerden özür dileyenlere kadar birbirinden hayli farklı tutumlar ortaya çıktı. Görülen o ki, CHP Kemalist mirasıyla sağlıklı bir muhasebeye giremediği sürece “yeni CHP” iddiası basit bir reklam sloganı olmaktan öte bir anlam taşımayacak. AKP’nin samimiyetsiz, araçsallaştırıcı Dersim politikasını ve CHP’nin bunun karşısındaki acizliğini bir kenara bırakıp Dersim soykırımını, devlet ve özerklik bağlamında tartışmak bugün için daha anlamlı bir çaba olacaktır. Kürt özgürlük hareketinin Türkiye’de bir talep, Suriye’de ise bir deneyim olarak ortaya koyduğu demokratik özerklik projesi, Dersim tartışmalarının göbeğine oturtulmalı. Dersim soykırımını hazırlayan süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda modern kapitalist bir devlet olma yolunda kendisini yeniden düzenlemesi ile başladı. Modern devlete dönüşümün bir gereği olarak, hâkim olunan topraklar üzerindeki her türlü özerk var oluşa son verilmek istendi. Yönetilmesi mümkün olmayan göçebe aşiretlerin zorla iskân edilmesi, devletin valiliklerden muhtarlıklara kadar bir örümcek ağı gibi toplumu sarması, devlet bürokrasinin niceliğinde muazzam artış, telgraf telleri ve demiryollarıyla devletin topluma müdahale kapasitesinin artması, zorunlu eğitimle nüfusun tornadan geçirilmeye başlanması hep bu yüzyılda gerçekleşti. Osmanlı devleti dönemin büyük güçleri karşısında zayıf konumda olsa da, bu yüzyıl boyunca kendi tebaası üzerinde daha sıkı bir kontrol kurmaya yöneldi. Birinci Dünya Savaşı sürerken Osmanlı modernleşmesi başlangıçtaki hedefinden sa-

parak bir ulus devlet projesine dönüştü. Tanzimat döneminin hâkim ideolojisi Osmanlıcılık, İslamcılık prizmasından geçerek Türkçülüğe evrildi. 1912’den 1922’ye kadar süren 10 yıllık savaş içinde İmparatorluk’tan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçildi. Bu geçişin yapılabilmesi için nüfusun dörtte birini oluşturan Ermeni, Rum ve Süryaniler ya imha edildiler ve zorunlu göçlerle ülke dışına atıldılar. 1923’ten sonra ise Kemalist modernleşme projesi uyarınca toplumun dönüştürülmesi için kanlı bir bastırma harekâtı başladı. İmparatorluğun yıkılışına tanıklık eden Kemalist kadrolar, devletten özerk varoluşları büyük bir tehdit olarak gördüler. Tarikatların, siyasi partilerin ve CHP’nin kontrolü dışındaki tüm derneklerin ve sendikaların kapatılması, İstanbul’daki muhalif basının susturulması hep bu korkunun bir sonucuydu. Devlete bağlılığın dışındaki tüm bağlılıklar yok edilmeliydi. Devletin tüm toplumsal alanı kapladığı boğucu atmosfer 1930’ların dünyası ile de son derece uyumluydu. Kemalist devletin toplumsal mühendislik projesi ekonomik, kadrosal ve alt yapısal gücünün zayıflığından dolayı büyük ölçüde kent ve kasabalarda hayata geçirilebildi. Nüfusun yüzde 80’inin yaşadığı kırsal alanlar rejim açısından ulaşılması ve dönüştürülmesi güç bölgeler olarak kaldı. Bunların içinde özellikle Kürdistan coğrafyası Kemalizmin en az nüfuz edebildiği bölgeydi. Dil farkı, aşiret hayatının özerk doğası, Kürtlerin yüzyıllardır deneyimlediği özerk var oluş, Kürdistan’ın dağlık yapısı vb. nedenlerle Kemalizm Kürdistan kırlarına nüfuz edemedi. 1925’ten 1930’ların başına kadar gerçekleşen onlarca Kürt isyanı genç Cumhuriyet’in orduları tarafından bastırılsa da, kaos ve


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

denetimsizlik sınır bölgelerinde hiç bitmedi. Kürtler kendilerini bölen sınırları delik deşik ederek ülkeler arası nüfus hareketlerinde bulundular. Örneğin Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması sürecinde katliamdan kaçan Kürtler, Suriye tarafına geçip Rojava’ya yerleşerek katliamdan kurtulabildiler. Dersim ise sınır bölgesinde olmamasına rağmen devletin denetiminin zayıf olduğu, dağlık yapısının sağladığı avantajlarla çoğunluğu Kürt Alevi olan aşiretlerin özerk bir yaşam sürebildiği bir ada gibiydi. Yüzlerce yıllık ortak yaşam içinde oluşmuş komünal gelenekleri sürdüren ve kendine özgü bir kültür, etik içinde yaşayan Dersim aşiretleri Kemalist ulus devlet projesi açısından “çıban başı” olarak görülüyordu. Türkiye sınırlar içindeki nüfusu, Sünni-Türk kimliği içinde eritme, homojenleştirme projesi elbette bir soykırımla gerçekleşmek zorunda değildi. Devlet aslında asimilasyonu zamana yaymayı, piyasa ilişkileri ve hizmet kurumları aracılığıyla Dersimlileri sisteme entegre etmeyi de seçebilirdi. Ancak dönemin tek parti iktidarı hem bunu yapacak ekonomik ve altyapısal güce sahip değildi, hem de1930’ların başında bütün siyasi rakiplerini tasfiye etmiş ve toplumsal dirençleri pasifize etmiş olmasına rağmen halktan korkusu devam ediyordu. Kemalizm’in acelesi vardı ve aslında acelesi korkusundan kaynaklanıyordu. Refah ve özgür-

lükle kazanılmış bir meşruiyet yerine askeri güçle ayakta duran rejimin kırılganlığını hissediyorlardı. Menemen isyanında bir teğmenin başı kesilirken, ilçedeki halkın olayı izlemekle yetinmesi Kemalistleri dehşete düşürmüştü. CHP, Kürtlerin yoğun yaşadığı 12 vilayette parti şubesi açmaya bile gerek duymamıştı. İşte böyle bir konjonktürde Dersim, Kızılbaş ve Kürt kimliğiyle, özerk yaşamda ısrarıyla Kemalist rejim için mutlaka yok edilmesi gereken bir var oluş biçimiydi. Bu yüzden Dersim halkı, devlete direnenler direnmeyenler ayrımı yapılmadan soykırımdan geçirildi, kılıç artıkları Türkiye’nin dört bir yanına özenle dağıtıldı, kızları Türk ailelere evlatlık verildi, bölgenin adı değiştirilerek toplumsal hafızadan ebediyen silinmeye çalışıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın ön günleri böyle büyük bir katliamın yapılması için oldukça uygun bir zamandı. Hem Almanya hem de İngiltere-Fransa ittifakı Türkiye’yi kendi saflarına çekmek istediklerinden, bu tür iç meseleleri fazla büyütmeyi istemeyeceklerdi. Sonuç olarak, Dersimliler Kürt-Alevi kimlikleriyle ve gelenekleriyle yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmak istiyorlardı. Devletin bu özerklik isteğine yanıtı soykırım ve zorunlu göç oldu. Askeri harekât başladığında Dersimliler meşru bir savunma içinde oldular. Tıp-

kı bugün IŞID kuşatmasındaki Kobani’nin direnmesi gibi. Sadece kendi topraklarını ve yaşama biçimini korumak üzere sürdürülen direnişlerdir bunlar. Dün Dersime tahammül edemeyenler bugün de Rojava kantonlarına tahammül edemiyorlar. Kürtlerin özerk var oluşu Türkiye’yi yönetenlerin kâbusu oluyor. Bu yüzden şimdi de IŞID’ı soykırım silahı olarak kantonların üzerine sürüyorlar. Ancak Dersim 38’den bu yana köprünün altından çok su aktı. Kürt özgürlük hareketi her dört parçada da kendisini koruyabilecek bir öz savunma gücü oluşturdu ve demokratik özerkliği evrensel bir kurtuluş projesi olarak Ortadoğu halklarının önüne koydu. Bugün Kürtlerin özerklik talebini görmezden gelenlerin, Dersim katliamını dillerine dolamalarının hiçbir inandırıcılığı yok. Türk devleti Dersim’in geleneksel özerkliğini yok etti, ancak şimdi yok ettiği sosyal gerçekliğin hayaleti, demokratik özerklik projesiyle bir kez daha karşısına çıktı. Seyit Rızanın ruhu, Dersim’den Rojava’ya Kürtlerin demokratik özerkliği inşa mücadelesi içinde yaşamaya devam ediyor.

Dersimliler KürtAlevi kimlikleriyle ve gelenekleriyle yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmak istiyorlardı. Devletin bu özerklik isteğine yanıtı soykırım ve zorunlu göç oldu. Askeri harekât başladığında Dersimliler meşru bir savunma içinde oldular. Tıpkı bugün IŞID kuşatmasındaki Kobani’nin direnmesi gibi. Sadece kendi topraklarını ve yaşama biçimini korumak üzere sürdürülen direnişlerdir bunlar. Dün Dersime tahammül edemeyenler bugün de Rojava kantonlarına tahammül edemiyorlar. Kürtlerin özerk var oluşu Türkiye’yi yönetenlerin kâbusu oluyor. Bu yüzden şimdi de IŞID’ı soykırım silahı olarak kantonların üzerine sürüyorlar. 11


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

6-8 EKİM EYLEMLERİNE FARKLI YAKLAŞIMLAR Bahar EKİNCİ

Gerek Kürdistan’da gerekse de batıda IŞİD’in Kobane’ye katliam yapmak üzere girmiş olması çok ciddi bir tepkiyle karşılandı. Sokağa çıkış HDP’nin çağrısıyla mı oldu, çağırmasaydı da çıkış olur muydu tartışmaları gereksizdir. HDP biriken ciddi bir öfkenin tercümanı oldu. Halkların dayanışmasını büyütmek için direnişin sokağa taşınması kaçınılmazdı.

H

er önemli dönemeç turnusol kağıdı görevi görür. Böylesi durumlarda sunulan yaklaşımlar duruş noktalarını açığa çıkarır. Yakın süreçte 6-8 Ekim günlerinde Kobane’yle dayanışmak için sokağa çıkış çağrısı yapan HDP’nin gerek bu çağrısı gerekse de sonraki günlerdeki tutumu hem kendi içinde hem de farklı çevrelerce eleştirildi. Nasıl bir durumda bu eylem çağrısının yapıldığını hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bazen tartışmaların harareti içinde bu gözden kaçırılabiliyor. Faşist IŞİD çetesinin günlerdir saldırıda bulunduğu Kobane’nin tek nefes kapısı Mürşitpınar’ı da ele geçirip katliam yapma hazırlığında olduğu haberi 6 Ekim akşamı Türkiye ve Kürdistan gündemine bomba gibi düştü. Girdiği her yerde katliam yapan, kadınlara tecavüz edip köleleştiren, Ortadoğu halklarının umudu Rojava’yı düşürmek için uluslararası güçlerle ve AKP ile işbirliği yapan IŞİD’in Kobane’ye girişinin anlamı bölge halkı tarafından çok iyi biliniyordu. Türkiye sınırları içinde çözüm süreci adı altında çatışmasızlık sürerken

Kürt Halkı için Rojava’da AKP destekli IŞİD’le mücadele devam ediyordu. Aslında AKP, Kürt Özgürlük Hareketiyle olan savaşını Rojava’ya taşımıştı. AKP’nin çözüm sürecinden anladığı şeyin oyalama ve tasfiye olduğunu da hatırlarsak kuzey cephesinde oyalama güney cephesinde IŞİD eliyle tasfiye planının uygulamaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Böylesi bir ortamda gerek Kürdistan’da gerekse de batıda IŞİD’in Kobane’ye katliam yapmak üzere girmiş olması çok ciddi bir tepkiyle karşılandı. Sokağa çıkış HDP’nin çağrısıyla mı oldu, çağırmasaydı da çıkış olur muydu tartışmaları gereksizdir. HDP biriken ciddi bir öfkenin tercümanı oldu. Halkların dayanışmasını büyütmek için direnişin sokağa taşınması kaçınılmazdı. 6-8 Ekim eylemleri boyunca sokak eylemlerinde kullanılan şiddetin boyutundan tarzına kadar pek çok şey eleştirildi. Eylemler sırasında kimi yerlerde bayrak ve Atatürk büstlerinin hedef alınması hareketin merkezi tarafından eleştirildi. Yanı sıra bazı Hüda-Par’lı olduğu iddia edilen kişilerin öldürülmesi HDP’nin içinden de eleştiri aldı. Şiddetin devlet tarafından paramiliter

güçler de devreye sokularak bu denli yükseldiği ortamlarda bu ve benzeri durumların yaşanması kaçınılmazdır. Bu ülkede 3 gün içinde 40’ın üzerinde insan öldü ve bunların 30’dan fazlası yurtsever, devrimci, demokrat insanlardır. Şiddeti bu boyuta kim taşımıştır, hangi güçler, nasıl devreye sokulmuştur? Ölen insanlar nasıl ve kimler tarafından öldürülmüştür? Bu sorulara cevap aramadan “Aslında çağrı yapmakla iyi yapmadık bak ne oldu, birileri de masum gençleri yurtsever kimliği arkasına saklanarak katletti, böyle giderse müzakere süreci sekteye uğrar” demek gerçekten alttan almaktır. AKP’nin kurmaya çalıştığı ideolojik hegemonyanın altında kalmaktır. Bu yaklaşımlar mücadele müzakere denklemini kavrayamamanın, belki de bu denklemde alınan rollerin ideolojik duruş noktalarını sarsmasının tezahürüdür. Bu süreçte AKP’nin IŞİD’le ilişkileri ve açık desteği en çok üzerinde durulması gereken konudur. Yanı sıra 6-8 Ekim eylemleriyle ilgili hesap vermesi gereken AKP’dir. Sen hem faşist IŞİD çetesiyle elbirliği yapıp katliam yapacaksın hem de buna tepki gösterenleri, tepkinin en doğru ifade etme alanı olan sokaklarda katledeceksin. Sonra da HDP’yi hedef tahtasına oturtup sorumluluktan sıyrılacak ve ideolojik olarak sokak direnişlerini mahkum edeceksin. Tabii AKP yapması gerekeni yaptı. Biz ise yeterince sağlam duramadık. AKP’den ciddi bir şekilde hesap sormamız gerekirken öyle miydi böyle miydi tartışmaları yaptık durduk. Bir diğer yaklaşımda bu eylemlerin HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde özellikle batıda elde ettiği başarıyı ve meşruluğu boşa düşüreceği üzerine oldu. ‘Çözüm süreci’nin başlan-

12


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

gıcından beri Kürt Özgürlük Hareketinin yaklaşımı değişik konaklarda eleştirildi. Bir taraftan haklı olarak AKP’nin oyalama ve tasfiye mantığı sürekli hatırlatıldı. Sürecin AKP’nin elini güçlendirdiği, özellikle seçimlerden daha güçlü çıktığı söylendi. Gezi sürecinde KÖH’nin yaklaşımının halkların buluşmasına hizmet etmekten uzak olduğu vurgulandı. Bir taraftan da çatışmasızlık ortamının Gezi’nin açığa çıkmasındaki rolü ele alındı. Gezi sürecine yaklaşımlarının özeleştirisini hareket çok ciddi bir şekilde verdi. Özellikle çözüm süreci sekteye uğrayacak diye Gezi’ye duyarsız kalan güçlerini eleştirdi. Aslında o dönemde açığa çıktı ki mücadele ve müzakerenin birlikte yürütülmesi gereği her ne kadar vurgulansa da bunun nasıl olacağı belirginleşmemişti.Hatırlansın çözüm sürecinin ilk günlerinde demokratik halk mücadelesinin yükseltileceği söylendi ama bu konuda adım atmakta çok zorlanıldı. Süreci yürüten değişik güçlerin yaklaşımda ortaklık sağlasa da atılacak adımlar konusunda kafalarının net olamaması anlaşılır bir durumdur. Bir taraftan görüşmeler sürerken bir taraftan da mücadelenin farklı araçlarla sürdürülmesi pratikte açığa çıkan durumlarda tekrar tekrar ele alınmalıdır. Sürecin çok önemli bir dinamiğini de Kürt halkının mücadelesiyle batıdaki mücadelenin buluşturulması meselesidir. Aslında müzakere etmesi ve barışması gereken kesimlerden batı ayağının cılız oluşu sürecin bir başka gerçeğidir. Ne olursa olsun, AKP ‘demokrat’ olsa dahi barışacak güçler halklardır. Halklar arası dayanışmayı ve birlikte mücadeleyi örmek geleceğin garantisi olacaktır. HDP/K projesi de bu zorunluluğun vücut bulmuş halidir. Halkların mücadele birliğinin oluşumudur. HDP’nin son süreçte AKP tarafından sürekli hedef tahtasına oturtulması tesadüf değildir. Sistem her açıdan çürümüştür. Bu ülkede savaşta öldüğünden daha fazla işçi iş cinayetlerinde, daha fazla kadın erkekler tarafından, daha fazla vatandaş trafik kazalarında katlediliyor. IŞİD belasının açığa çıkardığı bilançodan daha ağırı ülkemizde kapitalizm ve onun

partisi AKP tarafından halklara ödetiliyor. IŞİD gelecek kafamızı kesecek diye korkan milyonlar her gün evden çıktığında neyle karşılaşacağını bilmiyor. HDP/K bir taraftan bölgedeki tüm halkların geleceğini ilgilendiren ama Kobane sürecinde olduğu gibi sanki sadece Kürtlerin sorunuymuş gibi görünen meselelere el atmak, bir taraftan da batıdaki emekçileri ve ezilenleri örgütlemek zorundadır. İşin birinci kısmı halkların buluşmasını sağlarken ikinci yüzü buluşmanın gerçekleşmesinin zorunlu ayağıdır. Yani batıda emekçiler, ezilen kesimler en azından belirli bir seviyede örgütlenmeden halkların buluşması olanaksızdır. Kendi ezilmişliğine ses çıkarmayan bunu içselleştiren kesimlerin Kürt halkıyla buluşması onun direnişini anlaması beklenemez. Bu buluşmanın ipuçları Gezi sürecinde filizlenmişken Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde umut verici hale gelmişti. Gezi sürecinde diktatöre karşı ayaklananlar Kürt halkının başkaldırısını anlamaya başlamıştı ve şovenizm duvarlarında en azından çatlaklar oluşmuştu. Gezi direnişinin somut örgütlere evirilememesinin bir sonucu da şovenizmin yıpratılmasının dozunun artırılamamasıdır. Ardından gelen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alınan sonuç bu anlamda da umut vericiydi. Sistemin sunduğu seçeneklerden sıdkı sıyrılanların bir bölümü 3. seçeneğe, yeni yaşam projesine oy verdi. HDP kendisinin de ummadığı bir dinamikle batıda kısa bir sürede aslında ortada doğru düzgün bir örgüt yokken buluşma şansını yakaladı. Bu

şansın 6-8 Ekim eylemlerinde heba edildiğini düşünmek işin diyalektiğini gözden kaçırmak oluyor. Kürt halkının başına bela olmuş gibi gözüken ama tüm bölge halklarının başına emperyalistler ve AKP tarafından bela edilen IŞİD gerçeğinin anlatılması, halkların dayanışmasının örülmesi gerekirken bunun yol ve yöntemleri özellikle de kritik konaklarda tartışma konusu olabiliyor. Kobane’nin IŞİD tarafından düşürülmesi durumuna karşı sokağa çıkarken Kürt halkının direniş ve eylem yöntemlerinin en azından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP’ye oy vermiş ya da daha sonra oy verebilecek kesimlerce eleştirilmesi anlaşılır ama teslim olunmaması gereken bir zihniyetin tezahürüdür. AKP’ye karşı olsa da sistemle güçlü bağlarını sürdüren bu kesimler eylemlerdeki radikalizmi içselleştiremezler. Hele de bu boyutta şiddet Kürtler tarafından uygulandığında. Bu kesimler hem sistemle bağlarını sürdürmekte hem de belli bir seviyede de olsa şovenizmin etki alanında bulunmaktadır. Bu kesimlerin somut kalıcı örgütlenmelerle kuşatılması gerekir. Bunun aracı da HDP/K’dir. Ama asıl mesele sistemle bağları daha zayıf olan işçilerin, işsizlerin, güvencesizlerin örgütlenmesi meselesidir. Asıl bu kesimlere ulaşabildiğimizde tartışmaların seyri değişecektir.

Bir diğer yaklaşımda bu eylemlerin HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde özellikle batıda elde ettiği başarıyı ve meşruluğu boşa düşüreceği üzerine oldu. ‘Çözüm süreci’nin başlangıcından beri Kürt Özgürlük Hareketinin yaklaşımı değişik konaklarda eleştirildi. Bir taraftan haklı olarak AKP’nin oyalama ve tasfiye mantığı sürekli hatırlatıldı. Sürecin AKP’nin elini güçlendirdiği, özellikle seçimlerden daha güçlü çıktığı söylendi. Gezi sürecinde KÖH’nin yaklaşımının halkların buluşmasına hizmet etmekten uzak olduğu vurgulandı.

13


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

Mehmet YILMAZER

Böyle kritik günlerde eski dönemlerde herkes postal seslerine kulak kabartırdı. Ordunun hakemliğinde ve baskısı altında kriz “aşılırdı.” Dün ordunun yaptığını günümüzde iktidar partisi yapmaya hazırlanıyor. Ülkeyi polis devletine dönüştürecek kanunlar çıkartıldı ve 6-7 Ekim olaylarından beri iktidarın ağzından “kamu düzeni” lafı düşmez oldu.

14

G

ünlük olaylara bakınca hemen her şeyin kendini tekrar ettiği, yine karamsar bir hava içinde yeni bir seçim sürecine girildiği düşünülebilir. İktidar yükseklerden konuşmaya devam ediyor. Üstelik şimdi kocaman bir de sarayı var. Debdebe büyüyor. Erdoğan’ın cami yaptırma hevesi Türkiye’nin sınırlarını aştı, Küba’ya kadar uzandı. Amerika’yı keşfetme onurunu da Müslümanlara verdikten sonra, Erdoğan, iktidar sarhoşluğunun zirvelerinde dolaşmakta olduğunu gösteriyor. Bu parıltılı gidişin yanında bazı tuhaf gelişmeler de yaşanmaktadır. İki eski AKP’li milletvekili iki yeni parti kurdular. Birisi eski içişleri bakanı, insanlara takla attırmasıyla ünlenmişti. Öte yandan, CHP içinde biriken sancılar artık eyleme dönüştü. Ulusalcılar yeni bir parti kurdu. Buna rağmen CHP durulmuş görünmüyor. Kemal Kılıçdaroğlu, devletin MİT eliyle partisiyle uğraştığını iddia etti. Bu kıpırdamaların neye işaret ettiği az çok bellidir. İktidar partisinde ve ana muhalefet partisinde iç gerilim yükselmektedir. İktidar, kendini başka türlü-demoktarmış- gibi gösteren iş ve söyleminden aslına döndükçe katılaşıyor ve yönetme gücünü yitiriyor. Aynı zamanda uzun yıllar ilk kez iktidar olma şansını yakalamış olmanın verdiği hırsla bulaştığı büyük yolsuzlukları örtmek için manevralar yapıyor. Adalet ve güvenlik sistemi tümüyle keyfileştiriliyor. Bir yazarın deyimiyle iktidar, “arabasının bagajında bir cesetle dolaşıyor.” Kolay değil her an kendini ele verebilir. Bütün bunların gerilim yaratması kaçınılmazdı.

YENİ DÖNEMİN Ana muhalefet ise, bir türlü etkin olamayışının sıkıntılarını epeydir içinde biriktirmekteydi. Siyasal duruşu bir türlü netleşmeyen CHP, AKP’ne benzeyerek büyüme taktikleriyle bir duvarın önüne geldi. Artık daha ötesi yok. Bu gerilimlerin hangi kanallardan, nereye akacağı henüz belli değildir. Belki de “bunlardan bir şey çıkmaz” diyenler haklı çıkacaktır. Fakat bütün bunlar yeni bir dönemin eşiğine gelindiğinin işaretlerini veriyor. Yaşananlar suyun yüzüne çıkabilen kabarcıklar, henüz bir fokurdama yok, ancak siyasal ortam her geçen gün ısınıyor. Kritik bir geleceğe doğru yol alınırken Halk güçlerinin durumunun görünüşü eskiden çok farklı değildir. Yine çözüm sürecinin artık bıktıran söylemleriyle eskinin benzeri sıkıntılı bir döneme girildiği düşünülebilir. Olayın bir yanı kesinlikle böyledir. Düşe kalka eskiye benzer bir gidişten başka bir yol olmadığını düşünenler gittikçe artıyor. Fakat tarih tekerrür etmiyor. Çözüm sürecinde Kobani ile artık bir dönemin kapanmış olduğunu kavramak gerekiyor. 2015’e doğru giderken yakın geçmişe bakılınca eskinin tekrarının artık mümkün olmadığını başlıca iki büyük olay bize anlatmaktadır. Birisi Gezi isyanıdır; diğeri Kobani direnişidir. Bu olaylarla açığa çıkan tepki ve öfke buharlaşıp yok olmadı. Tam tersine her gün yaşananlarla, özelikle iktidarın tavırlarıyla öfke eskisinden daha güçlü birikmektedir. 6-7 Ekim isyanı bu nehrin sadece küçük bir koludur. Tıpkı Gezi’de olduğu gibi, 6-7 Ekim isyanında da olaylar iktidarın ülkeyi yönetemediğini gösterdi. İktidar bıçağın sırtında durmanın psikolojisi ile o günden

beri panik içinde öfke kusuyor. Böyle kritik günlerde eski dönemlerde herkes postal seslerine kulak kabartırdı. Ordunun hakemliğinde ve baskısı altında kriz “aşılırdı.” Dün ordunun yaptığını günümüzde iktidar partisi yapmaya hazırlanıyor. Ülkeyi polis devletine dönüştürecek kanunlar çıkartıldı ve 6-7 Ekim olaylarından beri iktidarın ağzından “kamu düzeni” lafı düşmez oldu. Hatta çözüm süreci için ilk temaslar başlarken Y.Akdoğan “tam anlamıyla gerçek bir eylemsizlik” istediklerini açıkladı. Yaklaşan kritik süreçten eski bildik yollardan değil, yeni yollardan yürünerek geçilecektir. Neler yaşanacağıyla ilgili elbette falcılık yapamayız. Fakat siyasal tarihimize baktığımızda 1950’lerin sonlarında da benzer olaylar yaşanmıştır. İktidar süreci denetlemek için kuşatmasını daralttıkça gerilim yükselmiş, maceranın sonu Yassıada da bitmiştir. AKP iktidarı da yaklaşan dönem için kuşatma hazırlıklarını yeterince yapmıştır, geriye uygulama kalıyor. Bugünün yeniliği, iktidara her hangi bir adanın yolu görünmüyor. İktidarın “kamu düzeni” adı altında yükselen tepki ve öfkeyi bastırma çabaları hangi derinliklere ulaşacak göreceğiz. Sadece Kürt sorununda değil, her hangi bir konuda en küçük protesto vahşice gazlanıyor. Günlerin iş cinayetleriyle dolu yaşandığı hatırlanırsa pek çok tepki sokağa dökülecektir. Hepsi gazlanacak, tepki vücudun derinliklerine püskürtülecektir. Bu sürecin ordu eliyle yaşananlardan çok farklı olacağı açıktır. Ordu devreye bir hakem edasıyla giriyordu. İktidar ise hem polis, hem savcı, hem de hâkim rolünde giriyor. Böyle bir yöneliş eskilerinden çok farklı tepki ve


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

İN İŞARETLERİ sonuçlar yaratacaktır. Sorunun kendisi AKP’dir, fakat sorun çözmeye kalkınca, siyasal ortamdaki gerilim kaçınılmaz bir şekilde daha da yükselecektir. Elinde devletin sopasını tutan iktidar, egemenliğinin meşruiyeti açısından, olumsuz durumdadır. Güvenlik ve adalet mekanizmalarındaki iktidar parçalanmasını ortadan kaldırmak için operasyon üzerine operasyon yaparak, başka bir yönden kendi iktidar gücünü sürekli hırpalamaktadır. Devlet ve iktidar yozlaşmaktadır. PKK’ye karşı savaşta otuz yılda devlet “derin” çetelere ayrılmış ve yozlaşmıştı. Şimdi kendi içindecemaatler arası- iktidar ve servet paylaşımından kaynaklanan çatışmalarla çok daha kısa bir zamanda yozlaşmış ve keyfileşmiştir. Erdoğan devletinin zemini böylesine çürük, dolgu toprak gibiyken; hala bu yapıya büyük bir hırsla yeni katlar çıkmak için uğraşıyorlar. Bu “gayretin” bir bedeli olacaktır. Böyle bir iktidar ve devlet “kamu düzenini” sağlamak için siyasal davranışları ve tepkileri sınırlandırdıkça, görünürde gücünü büyütecektir, fakat öfkeyi de toplumun bütün kılcal damarlarına yayacaktır. İktidar baş döndüren bir girdabın içine her gün daha fazla giriyor. Bu yoldan faşizme gidilir. Elbette bu faşizm, ne 70’lerdeki Pinoche faşizminin, ne de 1980’deki Evren faşizminin aynısı olamaz. Ülke bugün kasaba kültürü ile yönetiliyor. Önce herkesi kuşatan bir siyasal ortam yaratıldı. İslami değerler öne sürülerek modern ve özgürlükçü düşünce ve davranışlar sürekli aşağılanıp dışlanıyor. İktidara karşı hemen her tavır “paralel” veya “darbe” yaftasıyla sindirilmeye çalışılıyor. Bu boğucu siyasal ortam artık gerekli yasalarla tahkim edildi. Siyasal olmaktan öteye kanun-

düzen haline geldi. Kanunlarla iktidarın uygulama gücü belki artabilir, meşruiyeti ise kesinlikle artmaz. AKP iktidarı bundan sonraki iktidarını iki denkleme oturtmuştur. Birisi, “paralel yapı” ve “darbe” suçlamaları ile kendisine karşı olanları sindirmektir. Ancak bu silah eski geri tepmeli tüfekler gibi yakında iktidarın omzunu çürütebilir. İkinci denklem, esas olarak, kendinden önceki iktidarların da önemli güç kaynağı, adeta istinat duvarı olan şovenizme dayanmaktadır. Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı yükseltilen şovenizm, otuz yıldır bu devlete hizmet görüyor. Bu duvar nedeniyle çalışanların emek ve demokrasi mücadelesiyle, Kürt Halkının özgürlük mücadelesi aynı nehir yatağında buluşamamıştır. AKP bu tahkimattan bütün gücüyle yararlanan son iktidardır. Ancak Gezi isyanı ve Kobani direnişi bu akımların bir nehir yatağında buluşması için güçlü geçiş noktaları yaratmıştır. AKP iktidarının aslında bütün hazırlığı bu buluşmayı engellemeye odaklanmıştır. Bu buluşma ancak faşizm yoluna çıkılarak engellenebilir. Bu noktada, ilk defa, cumhuriyet tarihinde siyasal krizlerin bilinen “aşılma” yöntemlerinin ötesine geçilecektir. Bu anlamında yeni bir döneme giriliyor. Devrimci, demokrat güçlerin ordu gücüyle ezildiği yöntemlerden, meşruiyetini gittikçe yitiren bir iktidarın faşizm uygulamalarına doğru yönelişiyle siyasal tarihimizde bir ilk yaşanacaktır.

sancıları içindeyken, birbiriyle mücadele eden iki yol vardır: rantçı, milliyetçi-islamcı “yeni Türkiye”; ya da Halkların kardeş olduğu demokrat bir Türkiye! İlkinin lideri AKP’dir. İkincinin öncü gücü Halkların birleşik gücü HDP’dir. Seçimlerde ortaya çıkan saflaşmaları katılaşmış bir veri olarak ele alırsak, gelecek oldukça karanlık görülebilir. Fakat yeni dönemin bir özelliği bugüne kadar ki saflaşmalarda kırılma işaretlerinin görülmesidir. AKP’nin hazırlandığı yöntemlerle, büyümeye aday Halkların birleşik gücünü engellemek mümkün değildir. AKP bu yoldan yürüdükçe gücünü ve itibarını yitirecek, oysa Halkların bir nehirde buluşma imkânı artacaktır. Yeni dönemin bir diğer en önemli özelliği de budur. İktidar bu buluşmayı engellemek için gücünü ve yeni tuzaklarını elbette harekete geçirecektir. Ancak 90’lı yıllardan bugüne uygulanmadık ne kaldı? AKP, 2011’de yaptığı siyasal dönüşle demokrasi yolunu kapattı. 17 Aralık 2013’de bu yol büyük bir toprak kaymasının altında iyice kaybolup gitti. Bagajında “ceset taşırken” demokrasi, AKP için mayın tarlası anlamına gelir. Yeni dönemde demokrasi güçleri ile faşizm uygulamaları hesaplaşacaktır. Bu hesaplaşma yeni bir yoldan yürünerek yaşanacak, bugüne kadar katılaşmış görünen taraflar yeniden saflaşacaktır. Ufukta eskinin karanlık alın yazısı değil, gerçek Yeni’nin yolunu açmanın imkân ve coşkusu görünüyor.

Cumhuriyet büyük anaforlarla karşı karşıyadır. Kuruluş döneminin kalıpları ve tabularıyla artık hiçbir şey yürümüyor. Cumhuriyet çok önemli değişim sancıları içindeyken, birbiriyle mücadele eden iki yol vardır: rantçı, milliyetçiislamcı “yeni Türkiye”; ya da Halkların kardeş olduğu demokrat bir Türkiye! İlkinin lideri AKP’dir. İkincinin öncü gücü Halkların birleşik gücü HDP’dir.

Cumhuriyet büyük anaforlarla karşı karşıyadır. Kuruluş döneminin kalıpları ve tabularıyla artık hiçbir şey yürümüyor. Cumhuriyet çok önemli değişim

15


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

Demokratik Ekonomi Konferansından İzlenimler Güler TOPRAK

“Toprağımızı, suyumuzu, enerjimizi komünleştiriyoruz” şiarı ile gerçekleşen konferansta; endüstriyel tarımın doğa için kötü olduğu vurgulanırken mevcut yağış rejimine uygun küçük köylü tarımına dönülmesi öneriliyor. Kürdistan’da yerel hammaddeler ve kaynakların işlenmeksizin bölge dışına satıldığı ve işlendikten sonra bölgeye yüksek fiyatlar ile satışa sunulduğu değerlendirmesi yapılıyor. Bu nedenle yereldeki hammaddenin ekosisteme zarar vermeden ihtiyaç temelli üretiminin yapılması ve aracısız bir şekilde öncelikli olarak yerel pazarlara sunulması için üretim kooperatiflerinin kurulması, üretim ve tüketim kooperatiflerinin bir ağ olarak örgütlenmesi hedefleniyor. 16

8-9

Kasım tarihinde Van’da oldukça önemli bir konferans gerçekleşti. Yıllardır Kürt siyasi hareketi tarafından dillendirilen Demokratik Özerklik stratejisinin önemli bir ayağı olan ekonomik modelin tartışıldığı konferansa 233 delege katıldı. Konferansın sonunda bir eylem planı (kararlar) ve sonuç bildirgesi açıklandı.

Uzun Bir Çalışmaya Dayanıyor

Demokratik Toplum Kongresi, Demokratik Özgür Kadın Hareketi Temsilcileri, yerel yönetimler, komün ve kooperatif çalışanları, sendikalar, işsizler, hak ve meslek örgütleri, oda ve birlik temsilcileri, bilim insanları ve Rojava’dan gelen seçilmişlerin katıldığı 223 delege ile yapıldı. Konferansı Barış Anneleri de takip etti. “Toprağımızı, Suyumuzu, Enerjimizi Komünleştirelim; Demokratik Özgür Yaşamı İnşa Edelim” ana sloganı etrafında gerçekleştirilen Demokratik Ekonomi Konferansı için bir yıl süren hazırlık çalışması yapılmış. Tam 8 atölyede 8 başlık altında, katılımcıların çeşitliliğine dikkat edilerek tartışmalar yürütülmüş. Kongrede sunulmak üzere yapılan tartışmalar raporlaştırılmış. Yapılan atölyelerin başlıkları şöyle; “Enerji, Su ve Madencilik”, “Tarım, Hayvancılık ve Köye Dönüş”, “Endüstriyel Üretim ve Eko-Endüstrinin Boyutları”, “Kadının Ekonomi Tanımı ve Ekonomiye Katılımı”, “Demokratik ve İktisadi Yapılanma”, “Özerklikte Komünal Ekonomi Anlayışı”, “Yerel Yönetimlerin İktisat Politikaları” , “Toplumsal Hizmetler (Sosyal Politikalar, ‘Sağlık, Eğitim, Kültürel Miras ve Turizm’)”, “Ticaret, Finans ve Toplumcu Pazar”

Konferansın Çerçevesi

Yeni bir toplumun inşasını hedefine koyan Kürt siyasi hareketinin önemli bir güce sahip olduğu yadsınamaz. Şimdiye kadar kimlik siyaseti konusunda oldukça önemli mesafe alınmış ancak “demokratik özerklik” stratejisi ikinci planda kalmaktan kurtulamamıştı. Batıda daha belirsiz olan demokratik özerklik yönelimi, Kürdistan’da sınırlı da olsa inşa anlamında bazı adımlar atmıştır ve kanımızca bu konferansın önemi de buradan kaynaklanıyor. Kürdistan ekonomisi aslında Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi öyküsünden ayrı ele alınamaz. Tarih boyunca gerçekleştirilen katliamlar, soykırımlar, bölgenin insansızlaştırılması, ekonomide çöküntüyü de beraberinde getiriyor. Bu durum konferansta sıkça “yaşanan soykırımlar ekonomi soykırımıdır aynı zamanda” şeklinde dile geliyor. Buna bölgede 40 yıldır süren savaşın tahribatı ve neoliberal politikaların eklenmesi de var. Tarımın çökertilmesi, hayvancılığın çökertilmesi, köylerin boşaltılması, yer altı yer üstü kaynaklarının talan edilmesine dayanan sömürge politikaları konferans boyunca dillendiriliyor. “AKP’nin ekonomisi fak fuk fonundan başkası değil biz kendi ekonomimizi kendimiz yaratacağız” deniyor. Bir delegeye göre ise Kürdistan ekonomisi yaratılmalı ki mevsimlik tarım işçisi olarak başka yerlere gitmeye gerek kalmasın. Devletten, hükümetten beklemeden Kürdistan ekonomisini ayağa kaldırmak, ormanı diriltmek, tarımı, hayvancılığı canlandırmak, rüzgâr enerjisini, güneş enerjisini çevreyle ilgili temelde değerlendirmek, köye dönüşleri komünal ekonomi ile beraber planlamak, komünler yanı sıra kooperatifler kurmak… Hepsi de demokratik ulusun inşası ile mümkün görülüyor.

Komünler ve Zihniyet Devrimi İhtiyacı

Kürdistan’da bazı kentlerde, köylerde komün ekonomileri denenmekte. Buna Rojava’daki ikili iktidar deneyimi de eklenince somut sorunlar da kendini gösteriyor. Rojova’da finans kapital yasaklanırken, Kürdistan Üreticiler Birliği, Sanayi ve Ticaret Odası, Ekonomi Geliştirme Merkezi gibi yapılar oluşturulmuş. Amaç tekelleşmeyi önlemek. Değişim değerini kullanım değeri altında tutmak önemseniyor. Komünler ve kooperatifler kuruluyor. Her şeye sıfırdan başlamanın, ilk olmanın zorlukları yaşansa da demokratik ekonominin temelleri atılıyor. Bütün bunlar tartışılırken sıkça başvurulan kavramlar “zihniyet devrimi” ve “politik ahlak”. Hem komünleri temsilen gelen delegeler hem de Rojova Ekonomi Bakanı Dr. Ahmet Yusuf bu kavramlar üstünde duruyor. Bu durum eskinin içinde yeniyi inşa ederken yaşanan ideolojik mücadelenin zorluklarına işaret ediyor. Birçok delege tarafından ısrarla belirtilen komünal ekonominin en zorlandığı alanlardan biri işte bu zihniyet devrimini gerçekleştirmek.

Ekoloji

“Toprağımızı, suyumuzu, enerjimizi komünleştiriyoruz” şiarı ile gerçekleşen konferansta; endüstriyel tarımın doğa için kötü olduğu vurgulanırken mevcut yağış rejimine uygun küçük köylü tarımına dönülmesi öneriliyor. Kürdistan’da yerel hammaddeler ve kaynakların işlenmeksizin bölge dışına satıldığı ve işlendikten sonra bölgeye yüksek fiyatlar ile satışa sunulduğu değerlendirmesi yapılıyor. Bu nedenle yereldeki hammaddenin ekosisteme zarar vermeden ihtiyaç temelli üretiminin yapılması ve aracısız bir şekilde öncelikli olarak yerel pazarlara


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

sunulması için üretim kooperatiflerinin kurulması, üretim ve tüketim kooperatiflerinin bir ağ olarak örgütlenmesi hedefleniyor.

Kapitalist Modernite Çarkına Çomak Sokmak

Kürt siyasi hareketi siyasi alanda kazanımların kalıcılaşmasının, sisteme ekonomik olarak göbekten bağlı olan bir toplumda mümkün olmayacağının farkında. DBP Eşbaşkanı Yüksek; “Mezopotamya’da altın hilal, verimli hilal denen bu zengin topraklarda varlık içinde yokluk yaşıyoruz, üretimden düşmüş bir toplumuz ve kendimize yetecek ekonomiyi kuracağız. Bunu da devlete soracak değiliz.” diyor. Ayrıca “siyasi kazanımlar olabilir ama o bayrağın altında ne yaşanacağı da önemli” diye ekliyor. Kazanımlar deyince Kürdistan Bölgeler Yönetimi geliyor insanın aklına. Demokratik ekonominin inşasının eskinin içinden yeniyi yaratma çabası olarak tanımlanması 21. Yüzyıl Sosyalizmini ve sorunlarını çağrıştırıyor;” Mevcut sistemin içine giriyoruz. Hayatı durdurma, ekonomiyi sıfırdan kurma şansımız yok. Mevcut olanı tümden yok sayamıyoruz. Tekelciliğe karşıyız ama yok sayamıyoruz…” “kapitalist demokratik modernite tekerine çomak sokmak ekonomi alanında olur “diyor. Konferansta çıkacak sonuçların partinin (DBP) ekonomi politikası olacağını da söylerken, demokratik ekonominin konusunun müzakerenin ve mücadelenin konusu olduğunu da hatırlatıyor.

Delegelerin Çeşitliliği

Ne yalan söyleyeyim atölyelerin ve konferansın duyurulmasındaki zayıflık nedeniyle konferansa fazla beklenti ile gitmedim. Ancak orada 2 gün boyunca delegelerin salonu terk etmediği, sıkı bir tartışma ve üstünlük savaşı ile karşılaştım. Kürdistan’daki ekonomik modelin nasıl olacağına dair canlı, kanlı bir tartışma yapılıyordu. Salonda ağırlıklı olarak komünal ekonomi savunuluyor, sermayenin sömürüsüne, talanına, doğayı açgözlüce yok edişine karşı güçlü ifadelerle sermaye mahkûm ediliyordu. Buna karşılık salonda sayıla-

rından daha fazla etkinlik yaratabilen sermaye sınıfından delegeler de vardı. Zaman zaman salonu rasyonel olmaya çağırıyor, “gerçekçi politikalar” öneriyor, “sömürüyü sınırlanmaya tamam da ekonomik kalkınma bizsiz olmaz” diyorlardı. Salonda köy komünlerinin temsilcileri, kooperatifleşmeye çalışanlar ya da Kürt siyasi hareketinin kurum delegeleri zaman zaman işverenleri baskıladı. Odalardan bir temsilci bu baskılamanın etkisi ile salonda yapılan tartışmaları “göz korkutucu” bulduğunu söyledi. Gerilimler üzerine divandan bir ara “toplum farklı kesimlerden oluşuyor, homojen değil dolayısıyla delegeler de farklı kesimlerden oluşuyor” uyarısı geldi. Ve konferansın delege sisteminin de buna göre şekillendiği vurgusu yapıldı… Doğal olarak en çok da sonuç bildirgesi ve kararlar alınırken bu iki kesim arasında sürtünme arttı. Oda temsilcilerinin, şiddetlenen tartışmaların sonunda oylamaya gidildiğinde “eller kalkınca bizim kaybedeceğimiz ortada” yakınmasına “bizi dünya izliyor, Ankara’izliyor, burada uçta kararlar çıkarsa iyi olmaz”…gibi aba altından sopa gösterir tavırları da enteresandı. Kararlar ve sonuç bildirgesi yazılana kadar salonu terk etmediler. Neredeyse en disiplinli delegelerdi.

Finans Kapitale ve Tekelci Ekonomiye Düşman

Konferans’ta Afrin Ekonomi Bakanı Dr. Ahmet Yusuf Rojova’da inşa edilmeye çalışılan toplumsal ekonomiyi anlatırken çeşitli ihtilafların olduğundan bahsediyor. Özellikle kapitalizmi referans alan bir kesim ile zihinsel ayrışmaya dikkat çekiyor. Buna

rağmen Rojava’da temel gereksinmelerin karşılanmasına dönük bir ekonomi söz konusu. Anti liberal, antikapitalist ve ekolojiye uyumlu bir ekonomi. Mülkiyeti yasaklamıyor. Komün sistemi kurarak kolektif mülkiyet gerçekleştiriliyor. Kapitalist sistemde öne çıkan “mikro kredi” yi reddediyor ve yerine komünler arası dayanışmayı, dayanışma ekonomisini koyuyorlar. Üretimin ekoloji ile ilgili olmasını önemsiyorlar. Finans sistemini bankalarla değil komün ve kooperatiflerle sürdürmeyi hedefliyorlar. Rojava’da sadece savaş yok aynı zamanda bir demokratik özerkliğin inşası var diyor Yusuf. Kapitalist sistem yerleşmediğinden kendi sistemlerinin inşasının nispeten daha kolay olduğunu söylüyor. Finans kapital ve tekelciliği düşman sayan bir devrim gerçekleşiyor Rojava’da. Konferans toplamına bakıldığında demokratik ulus kavramı içinde toprağına, suyuna, enerjisine kendi kaynaklarına sahip çıkmayı önüne koyduğunu görüyoruz. Finans kapital, tekelci sermaye dışlanıyor. Sermayeyi sınırlandırıyor, öz örgütler kurarak emeği korumayı önüne koyuyor. Doğanın talanına karşı çıkan, kadınların özgürlüğünü savunan bir yapı. Demokratik ekonomi modelinde komünler, kooperatifler, dayanışma ekonomisi gibi modeller öngörülüyor. Aynı zamanda yaratılmak istenen “ahlaki toplum” ile emek sömürüsü ve sermayeyi sınırlandırmayı önüne koyuyor. Demokratik toplum ve toplumcu ekonominin inşası ile eskinin içinde yeniyi yeşertmenin mümkün kılınması hedefleniyor. Tabii ki demokratik özerklik mücadelesini yükselten halkların mücadelesinden güç alarak…

2 gün boyunca delegelerin salonu terk etmediği, sıkı bir tartışma ve üstünlük savaşı ile karşılaştım. Kürdistan’daki ekonomik modelin nasıl olacağına dair canlı, kanlı bir tartışma yapılıyordu. Salonda ağırlıklı olarak komünal ekonomi savunuluyor, sermayenin sömürüsüne, talanına, doğayı açgözlüce yok edişine karşı güçlü ifadelerle sermaye mahkûm ediliyordu.

17


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

İşçiler ve Güvenlikleri Mehmet AKYOL

İşverenler ise genel olarak “biz gereken önlemleri alıyoruz, ancak çalışanlar buna uymuyorlar” diyerek topu dışarı atmayı tercih ediyorlar, yasadaki göstermelik önlemler göstermelik olarak uygulanıyor, işyerine ‘önce iş güvenliği’ tabelasını asınca işveren yapılması gerekeni yaptım diyerek kenara çekiliyor.

S

on günlerde artan iş kazaları/cinayetleri çalışanların gündeminde giderek üst sıralara tırmanmakta. Kamuoyu vicdanın sızlatacak düzeye çıkan bu durum karşısında hükümet bir kez daha konuyu gündemine aldı. Bizzat Başbakan bu konuda alınacak önlemleri kamuoyuna açıklamak ihtiyacı duydu. Açıklanan önlemlerde dikkat çekici tek yeni şey olarak, kazaları önlemek için, iş kazası olmayan işyerine sağlanacak prim indirimi dikkat çekiyor. Böylece işvereni yapması gerekeni yaptığı için ödüllendirme prensibi benimseniyor. Yapması gerekeni yapmayana ise bir şey yok! Alınacak önlemler hükümetin bu konudaki mantığının devamı gibi. “Yasa çok iyi ama uygulanmıyor, bunun sonucu kazalar önlenemiyor”. 2012 yılında uzun bir hazırlık(!) süreci sonrası yürürlüğe giren 6331 nolu İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu her derde deva gibi sunuldu. Yasa yürürlüğe girdikten sonra ise iş kazaları azalmak bir yana artmaya devam etti. İşverenler ise genel olarak “biz gereken önlemleri alıyoruz, ancak çalışanlar buna uymuyorlar” diyerek topu dışarı atmayı tercih ediyorlar, yasadaki göstermelik önlemler göstermelik ola-

18

rak uygulanıyor, işyerine ‘önce iş güvenliği’ tabelasını asınca işveren yapılması gerekeni yaptım diyerek kenara çekiliyor. DİSK yönetimi ise haklı olarak hazırlanan paketi ‘katılımcı ve demokratik bir yaklaşımla hazırlanmayan bu tür paketler deyim yerindeyse günü geçiştirmekten, yaşanan büyük iş facialarının, cinayetlerinin toplumda yarattığı tepkiyi hafifletmekten öte bir amaca hizmet etmemektedir’ şeklinde değerlendirdi. ‘Hükümet “Zihniyetle ilgili bilinçlenme, sosyal farkındalık” başlığı altında sendikaları sorumluluk üstlenmeye, eğitimler düzenlemeye, kaza olmadan önce önlem almaya katkıda bulunmaya çağırmaktadır. Oysa sendikaların işletme düzeyinde etkin bir rol oynayabilmek için buralarda örgütlenmesi zorunludur. Türkiye’de işçilerin sadece yüzde 5’i Toplu İş Sözleşmesi hakkını kullanabilmektedir’ diyen DİSK yönetimi sorunun özüne parmak bastı. İş kazalarını önlemede çalışanlar ve onların kurumları başrolde olmalıdır, ama onlar sürekli devre dışı bırakılmaktadır. Devre dışı kalmak istemeyen işçilerin başına gelenler ise durumu tam bir faciaya döndürmekte. Avcılar Bedaş’ta çalışan

26 işçi, işyerinde iş güvenliği yok dedikleri için Temmuz ayında işten atıldılar. Çalışırken akıma kapıldıklarını, bu nedenle gerekli iş elbise ve donanımı isteyen işçiler kapı önüne konulduklarında, “artık yeter” diyerek topluca direnişe geçtiler. Başbakan alınacak önlemleri açıklarken onlarda direnişlerini Bedaş’ın Taksim’deki merkezine taşıma kararı aldılar. Bugünlerde direnişlerinin 100. gününe gelen Bedaş işçileri, işçilerin kendi güvenlik ve sağlıkları için mücadele ediyorlar. Ödedikleri bedel çok ağır, ama çalışanlara gösterdikleri çok değerli, “güvenliğimizi sağlamak için yasaya, işverene güvenmek beyhude, bunu sağlamak bize düşüyor, yasa, işveren bize yol versin yeter”. Bu konuda atılması gereken ilk adımı DİSK yıllardır dile getiriyor, konu ile ilgili tüm tarafların oluşturacağı bir ‘Ulusal İşçi Sağlığı Güvenliği Kurumu’. Bu kurumun ilk görevi ise, işçilerin kendi güvenliklerini sağlamak için yapmaları gerekenlerin önündeki engelleri kaldırmak olmalı.


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

PATRONLARIN YILSONU ŞARKISI:

BATIYORUZ, BATIYORUZ, BATTIK!.. 2015

yılı için asgari ücrete %3 zam öngörülen ülkemizde emekçiler nasıl oluyor da hala seslerini yükseltip; insanca yaşayabilecek kadar ücret talep edemiyorlar bunun üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum. Trakya bölgesinde özellikle Çerkezköy ve Çorlu havzasında bulunan orta ölçekli fabrikaların aylık kazançları on milyon lira civarında olmasına rağmen patronlar işçilere hiçbir hak vermemek için bin bir türlü oyunlar oynuyorlar. Özellikle yılın son iki ayında “kriz var, küçülmeye gidiyoruz, kazanamıyoruz, üretimi durduracağız, bölümü kapatıyoruz” gibi gerekçeleri gösterip yılın son aylarında işçi çıkarabilecekleri söylentisini yayıyorlar. Böylece işçilerin üzerlerinde baskı oluşturup gözlerini korkutarak hem zam istemeden çalışmalarını sağlamanın hem de yılbaşında asgari ücrete yapılacak olan düşük zamma itiraz etmeleri halinde işten kriz vb. bahaneleriyle çıkartılmalarının alt yapısını oluşturuyorlar. Zira bir yıl boyunca neredeyse köle gibi ortalama günde 10-12 saat çalışan, iş güvenliği önlemlerinin alınmasını talep edemeyen, her türlü küfür ve hakarete maruz kaldığı halde çoğu zaman şikâyetçi olmayan, kayıt dışı ücret aldığı halde gerekli şikâyetleri yapmayan işçinin patrondan yılda bir kez zam isteme hakkından doğal bir şey olamaz. Ancak yılda bir yapılan üç kuruşluk zamma dahi tahammül edemeyen patronlar, zam isteyen işçiyi işten çıkartmaları halinde nelerle karşılaşabileceklerini işçilerin kendisinden daha iyi bildikleri için sistematik bir biçimde işçileri köle koşullarında çalışmaya mahkûm etmektedirler. Çerkezköy ve Çorlu gibi işçi havzası olan bölgelerde fabrikalar birbirine çok yakın ve neredeyse halkın tamamı profesyo-

nel fabrika işçisi. Bölgedeki bir fabrikada işten çıkarmalara karşı direniş başlarsa direniş bölgenin tamamını sarabilir. Diğer taraftan özellikle sendikalı (düzen sendikası) olan iş yerlerinde belirli süreli iş sözleşmesiyle ocak ayında işe girmiş ya da altı aylık iki kez belirli süreli iş sözleşmesi imzalamak zorunda bırakılan işçiler, yılsonunda kriz vb. sebeplerle işten çıkartılmakta ve işsizler ordusu oluşturulmaktadır. Dışarıda işsizler ordusunu gören işçiler bırak zam istemeyi işten çıkartılmadığına şükür eder hale gelmektedir. Bir diğer mesele; işçilerin sendikalara üye olarak, sendikal bilince ulaşarak ve sınıf mücadelesini toplu bir şekilde vermeleri halinde patrona karşı ekonomik taleplerini kabul ettirebilmeleridir. Fakat Trakya bölgesinde bir sürü sendika olmasına rağmen neredeyse hepsi emekçilerin ekonomik taleplerini görmezden gelip taleplerini yükseltmelerini engellemektedirler. Bizler Batis Sendikasının çalışanları ve sahada çalışan gönüllüleri olarak bölgedeki emekçilerle bire bir temas ederek kahvelerde, derneklerde, servis duraklarında yaptığımız çalışmalarda emekçilerin; insanca geçinebilecek ücret talepleri ve işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu, kayıt dışı sorunu, mobbing sorunu gibi sorunları olduğunu biliyoruz. Ancak şimdiye kadar yaptığımız örgütlenme çalışmalarında neredeyse bölgedeki emekçilerin tamamıyla temasa geçmemize rağmen insanca yaşayacak ücret talebimizden önce iş yerlerini güvenli, huzurlu, sağlıklı çalışma alanlarına çevirmek için çaba sarf etmek zorunda bırakılıyoruz kapitalizm tarafından. Zira işyerlerinde ölümüne bir çalışma sistemi var. Diğer sendikalar ise çoğu zaman işçilerin taleplerini

karşılamıyor. İşçiler sendikalara gitmiyor mu? Hayır, gidiyor ama çoğu zaman görüşüp sorunlarını anlatacak bir sendikacı bile bulamıyor. Ya da mevcut sendikacılar işçilerin bu sorunları ile ilgilenmiyor ve onlar için onlarla beraber bir çözüm vs arayışına girmiyor. Çözüm ve mücadele gücü bulamayan işçinin de sendikadan bir beklentisi kalmıyor. Ancak bu anlamda da devlet ve patronlar yine el ele vermiş durumda. Patron hak arayan, zam isteyen, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerini alınmasını isteyen, sendikaya üye olan işçiyi işten çıkartıyor. Devlet de bu duruma gerek mahkemeleri uzatarak gerek hak kaybıyla ilgili iş kur, sgk, maliye, cumhuriyet savcılığı gibi devlet kurumlarına müracaat edilmesine rağmen şikâyetlerin üzerine gitmeyerek işçilerin kölelik koşullarında hayatını sürdürmesine göz yumuyor. Bu yılsonunda da her yıl olduğu gibi birçok fabrikada “battık, kapatıyoruz, iflas ediyoruz” gibi söylemler geliştirilerek emekçilere ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası patronlar ve devlet tarafından hayata geçirilmeye çalışılacak. İşçiler tarafından bu zamana kadar gösterilmiş rızanın devamı istenecek. Ama daha fazla bu koşullarda çalışmanın ve yaşamanın imkanı yok. Ölümüne çalışıyoruz, çalışmak sağlığa zararlı hale gelmiş durumda. Bütün emekçiler; kendilerine karşı oynanan oyunları görmek ve karşı durmak için Batis gibi kendilerini var edebilecekleri sendikalara üye olmalı ve buralarda sınıf mücadelesi vermelidir. Ancak o zaman insanca yaşayacak bir ücret ve insanca çalışacak iş ortamları sağlayabiliriz.

Fahri KAYA

Zira bir yıl boyunca neredeyse köle gibi ortalama günde 10-12 saat çalışan, iş güvenliği önlemlerinin alınmasını talep edemeyen, her türlü küfür ve hakarete maruz kaldığı halde çoğu zaman şikâyetçi olmayan, kayıt dışı ücret aldığı halde gerekli şikâyetleri yapmayan işçinin patrondan yılda bir kez zam isteme hakkından doğal bir şey olamaz. Ancak yılda bir yapılan üç kuruşluk zamma dahi tahammül edemeyen patronlar, zam isteyen işçiyi işten çıkartmaları halinde nelerle karşılaşabileceklerini işçilerin kendisinden daha iyi bildikleri için sistematik bir biçimde işçileri köle koşullarında çalışmaya mahkûm etmektedirler.

19


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

Ölümlerden Ölüm Beğenmek Zorunda mıyız?

S

oma, Torunlar, Ermenek ve Yalvaç… Madenlerde, inşaatlarda, iş yerlerinde, evlerde ve yollarda yoksullar, kadınlar ölümlerden ölüm beğenir hale geldiler. AKP’nin ve bilcümle yandaşlarının zenginliğine kaynak olan neoliberal politikalar sayesinde iş cinayetleri maalesef toplu katliamlara, kıyımlara dönüştü. Bugün artık taşeronu tatmamış eğitim dâhil hiçbir sektör kalmamıştır ve taşeron sistemi ölümün ta kendisidir. Ben bu yazıda ‘’25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’’ vesilesiyle ekonomik şiddet olarak ele alabileceğimiz şekilde yoksulluk, esnek çalışma ve güvencesizlik koşullarında ortaya çıkan ve bir türlü gündemden düşmeyen, önlen-e-meyen işçi katliamlarının kadınlar için izdüşümünü incelemeye çalışacağım.

Soma’dan Ermenek’e…

Soma’nın açtığı yaraları henüz daha kapatamamışken, Torunlar GYO’da yaşanan faciayla sarsılmıştık. Ardından Ermenek geldi. Aslında hem Soma’da, hem Torunlar’da, hem de Ermenek’te gördüğümüz ortak bir fotoğraf vardı. Kayıplarının ardından yaşanan katliamların yarattığı sonuçlarla tek başına baş etmeye çalışan yalnız ve çaresiz kadınlar… Ve karşılarında yaşanan katliamların hesabını vermeye asla niyetli olmayan bir iktidar. Zira Soma’da sebebi bilinmeyen yangın, Ermenek’te ansızın yaşanan su baskını, Torunlarda ve tüm inşaatlarda katil asansörler ve bunların topuna birden kader, topuna birden fıtrat deniliyor. İşte bu sarmal içinde hayata tutunmaya çalıştıklarını izledik kadınların. Soma katliamından sonra eşlerini kaybeden kadınların çaresizlik içinde bekleyişlerini görmüştük. Gözleri yangın

20

yeri olmuş, yitip giden kocasına mı ağlasın yoksa hayatta tek başına kalışına mı? Devlet Soma’da katliama uğramış işçilerin annelerine, eşlerine, çocuklarına sabırlı olmayı, isyan etmemeyi, onların şehit mertebesinde olduğunu, ağlamanın bile günah sayılacağını söylüyor; bu vesileyle de insanların sisteme rıza göstermesini sağlamaya çalışıyordu. Sistemi ayakta tutmak için zor aygıtını kullanmayı da ihmal etmemişti. Hala kadınlar Soma’da tek başına kalmışlıklarıyla hayata tutunmaya çalışıyorlar. Üstelik bundan sonra da kadınlar için başka bir kahredici süreç başlamıştır. Aileleri ‘’dul kadın’’ nakaratına sarmış, ataerkil baskı mekanizmasıyla kadınların hayatlarına müdahale ediyor ve ekonomik, sosyal ve psikolojik şiddete maruz bırakıyorlar. Soma’da ‘’dul kalan’’ kadınlara bağlanacak maaş ya da tazminat kadın ile ailenin arasında sorun olmaya başlamış. Tazminat dışarı çıkmasın diye evden başka biriyle evlendirilmek istenecekler ve tüm bu durumlar kadının kendisine bundan sonra da yeni bir hayat kurmasını oldukça zorlaştıracak.

Ermenek’ten Yalvaç’a

Ermenek’ teki katliamda da devlet krizi aynı şekilde yönetmeye çalıştı. Rıza yaratma ve zor aygıtlarıyla… İnsanların vicdanları bir kere daha yaralandı. Suyu daha hızlı tahliye etmek için kendi imkânlarıyla doğaya hükmetmeye çalışan analar da vardı orda. “Benim oğlum yüzmeyi de bilmezdi suyun içinde ne yaptı?” diyen çaresiz kadınları da gördük. Yoksulluk ve işsizlik kıskacında ölmek ile ölümüne çalışmak arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılan halkımız iş cinayetlerine kurban gitmeyi olasılık

olarak ele alırken işsizliği ise asla göze alamıyorlar. Kredi kartlarına bağlı olarak yaşamlarını sürdüren insanlarımız için neredeyse başka bir seçenek de kalmıyor. İşte Isparta Yalvaç’ta mevsimlik tarım işçisi kadınları toplu katliama götüren de böyle bir gerçeklik. Düzenin kader olarak kanıksatmaya çalıştığı bu toplu katliamları daha görünür hale getirmek ve yaşandığı tabanda sahiplenme ve örgütlenme olasılıklarını arttırmak bakımından bir tür sınıflandırma ile ele alıyoruz. Yine inşaat, maden katliamı ya da kadın cinayeti… Henüz üzerinden bir ay geçmeyen Isparta Yalvaçtaki kadın katliamı… Belki Roboski’ den beridir katliam yaşamaya o kadar çok alıştık ki sıradanlaşmasından korkuyoruz.

‘’AKP’nin Duble Yolları’’ nda Mevsimlik Tarım İşçisi Kadınlar…

Yalvaç katliamında on altı kadın işçi hayatını kaybetti. Bu sefer de sorumlu duble yolun azizliğidir olsa olsa. Sorun ne şoförün uyumasıdır ne de duble yolların ettiği bir oyun. Erkek egemen kapitalist düzenin kadın emeğini giderek değersizleştirmesi sonucu yaşanmıştır bu katliam da. Mevsimlik tarım işçileri öncelikle göçebedirler. En büyük özlemleri evden uzak olmakla ilgili. Ancak evden uzak olmaları ücretlerine asla yansımıyor. Çünkü çalıştıkları tarla ne kadar uzak olursa olsun cinsiyete dayalı iş bölümü gereği tarım işçiliği ev işinin devamı olarak görülüyor ve dayıbaşı/ elçi gibi adlandırılan bir nevi taşeron sistemi de düşük yevmiyeleri reva görüyor kadınlara. İş yasası kapsamında da sayılmıyorlar zaten. Ayrıca kaldıkları çadırlarda her türlü yemek, temizlik, çocuk bakımı gibi işleri de yapmak zorunda kalarak çifte sömürüye maruz bırakılıyorlar.

Yani saymakla bitmiyor. Bütün bunların yanında mevsimlik tarım işçilerinin ulaşımla ilgili yaşadıkları pek çok sorun olmaktadır. Yalvaç’ta 25 kişilik araca 48 kadının balık istifi doldurularak taşınmak istenmesi de kadın emeğinin nasıl göründüğünü daha doğrusu kadın emeğinin nasıl da görünmez olduğunu anlattı herkese. Söz konusu işçiler erkek olsaydı o kadar erkeği üst üste bindirebilirler miydi sormak istiyorum? Daha önce kamyon kasalarında veya traktörlerde onlarca km yol gitmek zorunda kalan işçiler sürdürdükleri mücadele ile otobüs veya minibüs gibi araçlarla taşınmaya başlanmıştır. Ancak patronlar maliyeti düşürmek için bu sefer de Yalvaç’ta olduğu gibi tek seferde aracın kapasitesinden fazla işçiyi havasız, temiz olmayan sağlıksız bir şekilde taşımaya başlamışlardır. Yalvaç’ta görülen kadın katliamından, işçi sağlığı iş güvenliğini tırnak kadar umursamayan dayıbaşı taşeronlar ve devlet birinci dereceden sorumludurlar.

Mirabel Kardeşlerden Kader’e

Kadınları toplu katliamlara götüren bu erkek egemen sömürü düzeninde biz kadınlara düşen görev ve sorumluluğumuz ise kendi ülkelerinde özgürlükleri için mücadele ederken katledilen Mirabel Kardeşler ’in Kader’in, Kobane’ de şehit düşen Arin Mirkan’ın fedakârca direnişini feyz alarak mücadele etmektir.


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

Çerkezköy’den Okur Mektubu:

“Deva” Süreci Üzerine

D

eva Holding fabrikası Çerkezköy’de 2010 yılına kadar Petrol İş sendikasıyla toplu iş sözleşmesi imzalayan bir fabrika. Ancak 2010 yılına kadar sadece sendika aidatı kesen bir sendikal anlayıştan dolayı Çerkezköy’deki Deva Holding fabrikasından çıkarıldı. İşveren 2010 yılında toplu iş sözleşmesi dönemi bitince işçileri birer birer yanına çağırıp borcu olup olmadığı hakkında bilgiler topluyor. İşçiler “patron borcumuzu kapatacak” diye borçlarını fazla fazla söylüyor. Patron işçilerin tamamının borçlu olduğunu öğrenince yanına çağırıp toplu sözleşme yerine “bireysel sözleşme” dayatıyor. İşçiler de o güne kadar gerçek anlamda örgütsüz ve sınıf bilincinden uzak oldukları için bireysel sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalıyorlar. Bir süre bu şekilde çalışıyorlar. 2014 başında gezi olaylarının yarattığı atmosfer ve bölgedeki sendikal hareketlilikle beraber Deva işçileri de tekrar sendika çalışmasına başlıyorlar. Fabrikadaki işçiler yeniden sendikaya üye oluyorlar… Yaklaşık 5 ay önce işçilerin örgütlülüğünü kırmak isteyen patron tarafından 5 işçi işten çıkartıldı. Sendika da bunun üzerine fabrikanın önüne çadır kurarak direniş başlattı. Son hafta atılanlarla birlikte 30 işçi işten çıkarıldı. İşçilerin suçu ya yemek ve mola saatlerinde alkış tutarak dışarıdaki işten atılmış arkadaşlarına destek vermek ya yemek yememek ya direniş çadırını ziyaret etmek. İşveren işçilerin örgütlenmelerini kırmak için elinden geleni yapıyor. Şefler müdürler üretimi bırakıp işçileri takip ediyor. Şu anda üretim epeyce düşmüş du-

rumda. En son, içeride çalışan işçilerle dışarıdaki direniş çadırındaki işçilerin bağını koparmak için fabrikanın etrafı brandayla çevrildi. Ancak içerideki işçiler her şeye rağmen sendikaya üye olarak gerek alkışla gerek ıslıkla gerekse direniş çadırını ziyaret ederek destek olmaya çalışıyorlar. Sendika ilaç mümessilleri ile ilaç üreticilerinin iş kollarının ayrıştırılması üzerine yasaların öngördüğü %40’lık çoğunluğa ulaştı. Çoğunluk tespiti alınınca işçilerin de kararıyla direniş çadırı kaldırıldı. Ancak Deva, bu sonucu tanımadığını, yargı yoluna gideceğini işçilerle yapmış olduğu toplantılarda beyan etti. Petrol iş sendikası bu süreci iyi yönetememektedir. Bölgedeki sayısal gücünü bu direnişin örgütlenmesinde kullanamamıştır. Örneğin, işçilerin sendikalarına bu kadar desteği varken çağrı yapıp iş çıkışında servislere binmeyip Çerkezköy’e kadar yürüyüşler düzenleyerek kamuoyu yaratılabilirdi. Ya da 16.0024.00 vardiyası saat 15.00’te Çerkezköy’de toplanıp bir basın açıklaması yaparak fabrikaya yürüyerek gidebilirdi. Bu şekilde direnişi tüm bölgenin kemiklerine kadar hissetmesini sağlamaya yönelik fiili birçok eylemlik gerçekleştirebilirdi. İşten çıkarılan işçiler iş mahkemesine, çalışma ve iş kurumuna müracaat ettiler. Mahkeme henüz sonuçlanmadı ancak Çalışma ve İş Kurumundan yapılan tespit, işveren tarafından yapılan tazminatsız çıkışın uygun yapılmadığı, dolayısıyla kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ödenmesi gerektiği yönünde.

ğer emek örgütleri olarak bu süreçte direnen işçilerin yanında olmaya çalıştık. Bağımsız Tekstil Çerkezköy Emek Bileşenleri Platformu zaman zaman basın açıklamaları yaparak Deva işçilerine destek oldu. Deva patronunun işçileri anayasal hak olan sendikaya üye olduğu için işten çıkardığını Çerkezköy’deki işçi duraklarında teşhir etti. Bu durumun kabul edilemez olduğunu ve bu duruma bütün işçilerin tepki göstermesi gerektiğini anlatmaya çalıştı. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Selahattin Demirtaş işçileri ziyaret ederek bölgedeki sendika düşmanlığına ve ırkçılığa dikkat çekti. Bölgede ve Türkiye’de ırkçı tutumlara karşı Çerkezköy organize sanayi bölgesinden seslendi. Ancak bölgedeki bu bir avuç duyarlı emekçiden başka işçileri ziyaret eden, onlara moral veren olmadı. Bu direnişin başarıya ulaşması ve işçilerin işlerine geri dönmesi hepimizin talebi. Bunun için tüm emek örgütlerini, se”ndikaları, dernekleri Deva işçilerinin direnişine ve tüm işçi direnişlerinde birleşik bir desteğe çağırıyorum. Birleşe birleşe kazanacağız.

Okur Mektubu Çerkezköy

Bağımsız Tekstil Çerkezköy Emek Bileşenleri Platformu zaman zaman basın açıklamaları yaparak Deva işçilerine destek oldu. Deva patronunun işçileri anayasal hak olan sendikaya üye olduğu için işten çıkardığını Çerkezköy’deki işçi duraklarında teşhir etti. Bu durumun kabul edilemez olduğunu ve bu duruma bütün işçilerin tepki göstermesi gerektiğini anlatmaya çalıştı.

Ben Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası üyesi bir emekçi olarak ve içinde bulunduğumuz di-

21


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

Öncü bir deneyim:

Güvencesizlerin güvencesi sokak sendikası

Röportaj Sokak Sendikası

Haksızlığa uğrayan işçiler; bir araya geliyor, “adalet saraylarında” asla çözülmeyen güvencesiz işçilere dair hak gasplarını çözmek üzere organize oluyorlar. Kendilerine Sokak Sendikası diyorlar. Kurumsal bir yapıları yok, bir yazılı tüzüğe, yasaya ya da kişilere bağlı değiller. Sendikalar yasası ile değil sokağın gerçekleri ile kuruldular. İşin güzel tarafı söylediklerine göre sokak sendikası işe yarıyor. Şimdiye kadar yaklaşık 150 işçinin başvurusunu çözmüşler. Bunlardan 20’si göçmen işçilerle ilgili.

22

İ

stanbul Okmeydanı’nda yıllara yayılarak kendini sürdürebilen bir hak mücadelesi var. Mütevazı ama oldukça özgün bir deneyim. Mahalle aralarında pıtırak gibi açılıp kriz dönemlerinde kaybolan hazır giyim atölyeleri başta olmak üzere semtlerindeki irili ufaklı iş yerlerinde işçilere yönelik hak ihlallerini çözüyorlar. Haksızlığa uğrayan işçiler; bir araya geliyor, “adalet saraylarında” asla çözülmeyen güvencesiz işçilere dair hak gasplarını çözmek üzere organize oluyorlar. Kendilerine Sokak Sendikası diyorlar. Kurumsal bir yapıları yok, bir yazılı tüzüğe, yasaya ya da kişilere bağlı değiller. Sendikalar yasası ile değil sokağın gerçekleri ile kuruldular. İşin güzel tarafı söylediklerine göre sokak sendikası işe yarıyor. Şimdiye kadar yaklaşık 150 işçinin başvurusunu çözmüşler. Bunlardan 20’si göçmen işçilerle ilgili. Başvurup hakkını alan tekstilde çalışan Moğol kadın işçilerin neredeyse hiç biri Türkçe bilmiyor, Türkçe bilen biri aracılığıyla başvuru yapabiliyorlar. Sendika böyle pek çok işçinin verilmeyen tazminatlarının, ödenmeyen maaşlarının alınmasında rol üstlenmiş. Kadın işçilere yönelik iş yeri kaynaklı şiddete karşı patronları cezalandırıcı ve teşhir edici bazı pratikleri olmuş. Sokak sendikası yolu ile sistemin işçilere çare olmayan hukukunu işçiler kendileri yaratmış görünüyor. Bu deneyim kayıtsız, güvencesiz çalışma koşullarının yaygın olduğu ve sendikalı iş yeri sayısının %5 leri geçmedi coğrafyamızda oldukça kullanışlı bir örgütlenme olduğunu düşündürüyor. Halen Okmeydanı merkezli olarak faaliyetlerini sürdüren Sokak Sendikası, güvencesiz çalışan kadın işçiler, göçmen işçiler,

çocuk işçiler başta olmak üzere işçilerin dayanışmasına açık bir yapıya sahip. İlk faaliyete başlama tarihi 2011. Sürekli değişen katılımcıları olsa da başından bu yana çalışmanın içinde olanlar da var. Bu sayımızda Sokak Sendikasına gelen ve sendikanın çabasıyla çözülen sorunlar üzerine sendika temsilcileriyle bir röportaj gerçekleştirdik. Sosyalist Dayanışma: Sokak sendikası diyorsunuz. Yani bir çeşit sendika, güvencesiz işçilerin haklarını arayan bir yeri anlıyoruz. Nasıl çalışıyor bu sendika? Size en son çözdüğümüz bir başvuru oldu onun üstünden anlatayım. Taksim Gezi Parkı çay ocağında işçi olarak çalışan bir işçi sendikamıza başvurdu. İşçinin anlatımına göre çay ocağının kapanması üzerine işveren ve işçi 25 bin TL tazminat ödenmesi konusunda anlaşılıyor. Patron sonra bu anlaşmaya uymuyor, işçiyi arayıp 20 bin TL ödeyeceğini söylüyor. İşçi de peşin verilmesi şartıyla kabul ediyor. Parayı almaya gittiğinde “bankadan fazla çıkış yapamıyorum” bahanesiyle sadece 8 bin TL ödüyor. “Ve her türlü alacağımı aldım” diye kâğıt imzalatıyor. Kalan kısmı için ise sürekli oyalıyor. İşçi ısrarla hakkını istemeye devam edince hoyrat davranmaya, bir zaman sonra hakaret etmeye başlıyor. Peki sendika sorunu nasıl çözebildi? Öncelikli olarak işçiden yaşanan hak gaspının tüm ayrıntıları dinledik. Daha sonra alacaklı olan işçi arkadaşa sendikamızın çalışma prensiplerini iyice anlattık. Mutlaka birlikte davranmamız gerekiyor, onun adına

davranmayacağımızı ona anlatıyoruz. Ayrıca başka bir işçinin sorunu olduğunda kendisinin de o işçiyle dayanışmasını beklediğimizi iyice anlatıyoruz. Kabul ettiğini söylediğinde planlamaya başlıyoruz. Bu olayda ilk önce patron hakkında detaylı bilgi topladık. Bu bilgilenmeden sonra patron üstünde kademeli olarak bir baskı kurmalıyız dedik. Belki çok kolay da çözebiliriz, direnişimizi uzatmamız da gerekebilirdi. Tamamen karşı tarafın bizi nasıl kavrayacağına bağlı… İlk işlem olarak patrona ulaşacak ve hakların ödenmesini isteyecektik. Aksi halde hakkımızı almak için ısrarcı olacağımızı ona örgütlü davranışımızla hissettirecektik. Güçlü, iyi örgütlü bir karşı karşıya gelme durumu önemlidir çünkü bu şekilde başka bir uygulamaya gerek kalmadan sorun çözülebilir. Biraz ayrıntı verebilir misiniz? Bu olayda iş yerinin muhasebecisi ile sokak sendikası olarak görüşme yapmak istedik. Ama çeşitli gerekçelerle bu görüşmeyi gerçekleştirmedi. Bunun üzerine patronun başka bir işyerine haber gönderip görüşme istedik. Yine olumlu cevap alamadık. Buradan da çözüm alamayınca patronun Bakırköy’de bulunan işyerine gittik. Sokak Sendikası olarak bir işçisinin hakları için patron ile görüşmeye geldiğimizi söyledik. Patron yokmuş, kardeşleri ile görüşüp bir dahaki görüşme için randevu verdik. O randevuya da gelmedi. Tekrar işyerine gidildi ama hiç orada bulunmadı. Bu kez patronu biraz daha araştırıp yeni bilgilere ulaştık. Başka işyerlerinin olduğunu öğrendik. Okmeydanı’nda ve Sancaktepe’de inşaatları varmış. Okmeyda-


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

nı’ndaki inşaata girerek “bu işveren buraya gelene kadar inşaattan çıkmayacağız” dedik. Sokak Sendikasının temel prensiplerinden biri de hak arayan işçinin de bu süreçte baştan sona kadar yanımızda bulunması olduğundan işçi arkadaşımız da başından beri her aşamaya katılıyor. Bu arada başlangıçtaki anlaşmayı yapan muhasebeciyi aradık. Ona da inşaatta beklediğimizi söyledik. Patron gelene kadar orada kalacağımızı söyledik. Bu defa patron ayağımıza geldi ve toplantı aldık. Aldığımız bu ilk toplantıda işçinin alacağı olduğunu kabul etti. Ama rakam konusunda yalan söyledi. Bizi yanıltmaya uğraştı. Kendisi aslında işçiyi iyilik olsun diye işe almış vs. İflas ettim şudur budur bir sürü masal anlattı. Gelirken yanına bir de DHF’li arkadaş almıştı. Kendisini tanıyoruz merkezi düzeyde temsilci olan bir arkadaş. Ondan da medet ummuş ki yanında getirmiş. Fakat bütün bu çırpınışlarına karşı taviz vermedik. Yalanlara karnımız tok dedik ve kendisine mal varlığının ne olduğunu söyledik. Devrimci ahlak ve hukuk normları ile güvencesiz çalışan işçi arkadaşımızın haklarını savunmakta olduğumuzu, dayanışarak ve örgütlü mücadeleyle hak alana kadar mücadele edeceğimizi vurguladık. Direnmesinin fayda etmeyeceğini anlayınca “ne derseniz odur” dedi. Ve alacağı olduğu gibi kabul etti. Ancak ödeme yapacağını kabul etmesine rağmen araya giren DHF’den güç alarak daha sonra ödeme yapmaktan vaz geçti. Bunun üzerine bizim bu hak alma mücadelemiz bir miktar uzamış oldu ancak sonunda başardık. Tabi başvuran işçinin anlattıklarına karşı, diğer tarafın da iddiaları olabilir. Tabi ki olabilir. Zaten bu bir süreç işi. Patronla yapılan ilk görüşme durumun tebliği oluyor. Bunun üzerine mahkeme kurulacağı ve savunma verme hakkının olduğu belirtilerek sendikaya randevu veriyoruz. Bu mahkeme, aslında bir nevi meclis toplantısı, halk mahkemesi gibi. Birlikte tartışıyor ve sonunda bir karara varıyoruz. Çıkan karar herkesi bağlıyor.

Peki araya giren devrimci örgüt işinizi nasıl zorlaştırdı? Her şey olağan giderken hiç de istemeyeceğimiz ve bizce ideolojik olarak da oldukça yanlış bir durumla karşılaşmış olduk. Patrona verdiğimiz randevuya DHF (Demokratik Haklar Federasyonu)’den merkezi düzeyde bir kadronun gelmesi, bir anlamda patronu savunmak için bir devrimcinin gelmesi kabul edilebilir şey değil. Ama oldu. O arkadaşa biz - Patron ve işçi toplantıdan ayrıldıktan sonra- DHF’nin patron tarafında ne işleri olduğunu sorarak eleştirilerimizi dile getirdik. Orada olmamaları gerektiğini söyledik. Ancak geri çekilmediler. Onlardan güç alan patron da randevulara gelmemeye, sözünü tutmamaya başladı. İşimiz epey uzanmış oldu. En sonunda Sokak Sendikası Meclisi üyeleri olarak mahallede park halinde bulunan 600 bin TL ederindeki jipinin önünde patronun gelmesini bekledik. Patron yerine yanında elemanlarından biri jipi almak üzere gelince araca el koyduğumuzu bildirdik. İşçinin parası ödendiğinde ya da patron işçi meclisi toplantısına katılmayı kabul ettiğinde jipi vereceğimizi söyledik. Çünkü verilen süreler bitmesine rağmen ödeme olmamıştı, işçi mahkemesi kurulması aşamasına geçmek durumunda kaldık. Patron, Jipine el koyduğumuzdan işçi meclisi toplantısına katılmayı kabul etti. Sendikanın mahkemesi başlamadan DHF temsilcileri ön görüşme talep ettiler. Bu görüşmede patronun avukatlığını üstlenir tarzda “7.000 TL vereceklerini, bu işin bu şekilde kapatılmasını talep ettiklerini” söylediler. Bunun kabul edilemeyeceğini, devrimci bir kurumun bir işverenin temsilcisi gibi çalışamayacağını belirterek kendilerini de işçi mahkemesine davet ettik. Sendikamızın belirlediği yerde mahkeme kuruldu. Bu defa DHF temsilcileri 7-8 kişilik bir heyetle meclis toplantısına geldiler. DHF’den gelenler işverenin tarafında yer aldı. İşverene güvendiklerini ve işverenin sadece 7 bin TL borcu olduğunu savundular. Bunun üzerine DHF’den ge-

lenlere kurumlarına güvenimizin kalmadığını ve verilen sözlerin tutulmadığını, işvereni kolladıklarını, devrimci bir duruş göstermediklerini belirterek eleştirilerimizi sunduk. İşçi sınıfının onurlu mücadelesini baltaladıklarını beyan ettik. DHF söz alarak, patronun işveren olmadığını söylediler ve “küçük bir esnafımız” diyerek işçinin hakkını ödemeyen patronu kolladılar. Hatta işçiyi karalamaya dönük özel hayatını hedef alan sözler sarf ettiler. Kurduğumuz bu mahkemede DHF patron adına pazarlık yürütmeye devam etti ve son sözleri “biz 7 bin TL den fazla veremeyiz” oldu. Peki sorun nasıl çözüldü? “Bizim muhatabımız kendine devrimci bir kurum diyen ama patronun avukatlığını yapan DHF değil, işverendir” diyerek görüşmeye son vermek zorunda kaldık. Bundan sonra geri adım attılar ve DHF temsilcileri rakamı 11 bin TL’ye yükselttiler. Ağzımızı açık bırakan bu tekliflerine karşı patronun korumaları gibi davranan kurum temsilcilerine tekrar eleştirilerimizi ilettik: “Burada 2 patron veya 2 aile arasındaki sorun söz konusu değil, ezen ve ezilen 2 sınıf arasındaki sorunda işçinin hakkını arıyoruz, böyle bir olayda bu uzlaşmaya kendine devrimci diyen bir kurum asla aracı olamaz” diyerek konuşmayı sonlandırdık. Sokak sendikası meclisi olarak toplanarak tüm süreci derli topu değerlendirdik ve son sözümüzü de patrona deklare ettik. Ve o hafta içinde işçinin

mecliste belirlenen tüm alacağını patron ödedi. Devrimci bir kurum neden böyle bir hak alma mücadelesinde patron için aracı oluyor olabilir? Sınıf mücadelesi verdiğini iddia eden ve kendine devrimci diyen bir kurumun aslında sınıflar mücadelesinden ne kadar koptuğunu gösteren bir örnek bu. İkiyüzlülük-fırsatçılık almış başını gidiyor. Burada 2 tüccarın kavgası yok. Burada sınıf savaşı var ve devrimci bir kurumun tarafı belidir. Bizim sempatizanımız diyerek, bize iyilikleri var denilerek bir patronu işçiye karşı savunmazsınız, hangi koşulda olursa olsun işçinin hakkını vermeyen bir patronu sahiplenemezsiniz. Bunun adı geminin pusulasını yitirmesidir. Son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir? Sokak Sendikası işçi sınıfının içerisinde hiçbir ayrım yapmaz. Sektörlerin tamamından işçiler bize başvuruyor. Yevmiyeci, aylıkçı, tekstilci, metalci. Bu doğrultuda faaliyetleri yürütüyoruz. Sokak Sendikası sigortasız çalışanların sigortasıdır, geleceğidir. Güvencesiz çalışanların güvencesidir. Bu anlamıyla Sokak Sendikasını büyütmeye devam edeceğiz. Bu perspektifte çalışan tüm sınıf örgütleri doğal ittifakımızdır. Eşit, sömürüsüz bir üretim sistemi kurduğumuzda bize gerek kalmayacak. Bize gerek kalmayacak günlerin özlemiyle tüm sınıf yoldaşlarımızı selamlarız.

23


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

PODEMOS (YAPABİLİRİZ) Ayşe TANSEVER

P. Iglesias Haziran başında Vatandaş Meclisi fikrini ortaya attı. Tepeden kurulan Podemos Vatandaş Meclisini toplayarak partinin halkla kaynaşacağını düşündü. Bu meclis partinin politik ve örgütsel ilkelerini ve alacağı kararları tartışmalı ve belirlemeliydi. Meclisi toplama işini yürütecek 25 kişilik bir liste açıkladı.

24

A

vrupa’da ekonomik durgunluk, yolsuzluklar, kemer sıkma politikaları, son yaşanan kriz halkları düzen partilerinden koparıp yeni arayışlara yöneltiyor. Bunun sonucu Yunanistan’da Syriza ve son olarak İspanya’da da Podemos partisi doğdu. Podemos’un dilimizdeki karşılığı “yapabiliriz”dir. Halkları kendilerine güvenmeye yönlendiren bir isim izlenimini edindik. Podemos 12-13 Ocak 2014’ de yani daha 10 ay önce “Avrupa seçimlerine mutlaka katılmalıyız. Bu işi değiştirmek istiyorsak o zaman Avrupa parlamentosuna soldan baskı yapılmalıdır.” diyerek bir Manifesto ile seçim sahnesine çıktı. 4 ay gibi kısa bir sürede %8 oy alarak 5 milletvekilini Avrupa parlamentosuna yolladı. İspanya’da yer yerinden oynadı. Podemos ülkenin gündemine oturdu. 2 Kasım 2014’de sosyal demokrat El Pais gazetesinin yaptığı kamuoyu araştırması oyların % 27’sini alarak Podemos’u birinci parti konumuna yükseltti. Diğer iki partinin 10 ayda oy kaybı 5 milyonu geçmektedir. Bu Podemos’un başarısının rakamsal göstergesidir. İspanya burjuva partileri erimektedir. 6 yıllık kemer sıkma politikaları halkları başka arayışlara itmiştir.

Kuruluş

Podemos 2011 yılında ülkenin içine düştüğü krizin halklara aktarılmasının doğurduğu öfke ile ortaya çıkan “Kararlılar” ya da başka adıyla M15 hareketinin partileşmesidir. İçlerine evlerinden atılanlar hareketi, işsizler hareketi, eğitim ve sağlık personeli örgütlenmeleri, beyaz akım ve yeşil akım gibi hareketleri de aldılar. Antikapitalist sol ve bazı çevreci örgütler de katıldılar. Podemos 30 kişinin imzası ile kuruldu. Kurucularının çoğu Madrid’de Complutene Üniversitesinde akademisyen olarak çalışmaktadırlar. Başına Pablo İglesias adında bir akademisyen getirildi. İglesias anayasanın 128’inci maddesinin hayata geçirilmesi gerektiğini savundu. Bu maddeye göre “Ülkenin bütün zenginliği kimin mülkiyetinde olursa olsun her hali ile halkların çıkarına tabi kılınmalıdır.” Böylece Podemos temel duruşunu belirlemiş oldu. P. Iglesias Haziran başında Vatandaş Meclisi fikrini ortaya attı. Tepeden kurulan Podemos Vatandaş Meclisini toplayarak partinin halkla kaynaşacağını düşündü. Bu meclis partinin politik ve örgütsel ilkelerini ve alacağı kararları tartışmalı ve belirlemeliydi. Meclisi toplama işini yürütecek 25 kişilik bir liste açıkladı.

Bir liste daha seçimlere katıldı ve 12-13 Haziran tarihlerinde internet üzerinden yapılan oylamayı Iglesias’ın 25 kişilik listesi kazandı. Bu listedeki kişiler 18-19 Ekim tarihlerinde Madrid’de yapılan ilk Vatandaş Meclisini topladı. Meclise 8000 kişi katıldı. 150 bin kişi de internet üzerinden meclisteydi. 2 gün boyu sunulan karar tasarıları ve tüzük tartışılarak kabul edildi. Oylamaya bina içindekilerin dışında internet üzerinden de katılındı ve en çok oy alan 5 karar kabul edildi. Bütün bu süreç Podemos’u daha da ünlü yaptı. 18-19 Ekimde parti üyesi 130 bin idi ve üç gün sonra 170 bine çıktı yani 40 bin üye daha kazandı. 14 Kasımda üyesi 250 bine yükseldi. İspanya genelinde birden 900 tane kendiliğinden yerel örgüt, çember kuruluverdi. Bu rakamlar Podemos’un ne kadar çabuk kitle kazandığını göstermesinin ötesinde, ülkedeki politik durumun ne kadar kırılgan hale geldiğinin de kanıtıdır.

Program Eleştirileri

Podemos’un parti programı Syriza’ya çok benzer. Avrupa Birliğine, NATO ‘ya bakışları ve borçlar konusundaki duruşlarının hemen hemen aynı olduğu söyleniyor. Syriza gibi Podemos’un da başta söylediklerini sonraları yumuşattığı ve sağa kaydığı söylenebilir. Örneğin başta “NATO’dan çıkacağız, dışarı asker yollamayacağız”, diyorlardı; şimdi “referandumla halka soracaklarını” söylüyorlar. “Özel bankalar millileştirilecek” diyorlardı, şimdi ise “bu bankaların kamulaştırılmasının borçların halkların sırtına yıkılması anlamına geleceğinden” başka bir formül bulmaya çalışıyorlar. Başta “büyük şirketlerin sosyalleştirilmesi” derken, şimdi “stratejik sektörlerin çoğunluk hisselerinin kamu konseyi yönetimine alınması, kamu denetiminin sağlanmasından” söz ediyorlar. Haberleşme, enerji, gıda,


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

taşımacılık, sağlık, ilaç ve eğitim bu alanlar olarak tespit ediliyor. Başta “şirketlerin kar amacı ile işçi çıkartmasına karşı durulacaktır” denirken, şimdi “zarar ettiklerinde işçi çıkarabilecekleri” düşünülüyor. Aynı Syriza gibi başta “AB’den çıkacağız” derken, şimdi “yeniden yapılandırılmasından” söz ediyorlar. Borçlar konusunda ise yolsuzluk dışında yasal olanlarını üstlenecekler, gerisi ödenmeyecektir. Syriza Yunanistan’da borçların ancak %5’inin yasal olduğunu tespit etti. Podemos başta “35 saatlik haftalık iş günü ve emeklilik yaşı 60” diyordu, şimdi bununla ilgili bir şey yok. Eğitim konusunda da başta söylediklerinden farklı şeyler söylüyorlar. Bu durumda Podemos’u nereye koyacağız? Tabi radikal sol bu kaymaları çok eleştiriyor ve Podemos’u bir burjuva partisi olmakla suçluyor. Podemos’un lüks bir otelde işverenle toplantı yapmasını ve işverenlere “bizden korkmanıza gerek yok” demesini de tefe koyup çalıyor. Podemos’un sosyal demokrat PSOE’e ile görüşmeler yaptıklarından kalkarak sağa ne kadar kaydıklarını kanıtlamaya çalışıyor. Podemos, “popülist bir partidir” diyorlar. Evet, bu eleştirilere bakıldığında hak vermemek elde değildir. Podemos popülist bir sol partidir ya da değişik bir sol partidir. Bize göre birçok şeyden ders çıkartmış yeni sol parti biçimidir.

bir rejim krizi ile karşı karşıyadır. Çoğunluğu kendini gönüllü yeni politik istem şeklinde ifade eden popülist sol için koşullar vardır. Bu popülist sol rejim içinde kendine sembolik yer arayan değil, başka gruplanmalar, bölünmeler yaratan bir popülist sol olmalıdır.” (Spains Podemos, İnigo Errejon, Revolting Europa 27 Temmuz 2014) Podemoscular 2011 yılında Madrid ve büyük kent meydanlarını işgal eden Kararlılar ya da M15 hareketi içinden doğdular. İçlerinde çeşitli kampanyalara katılmış kitleler vardı. Örneğin askere değil işsizlere para verilmesini savunanlar, bankaların evden atmalarını protesto eden kitleler, beyaz ve yeşil akım denilen öğretmen ve sağlık personelleri vardı. Podemoscular bunlara politik tercihini kaybetmiş yeni arayış içinde olan kitleler olarak bakıyorlar. Ama mutlak olarak sol olarak görmüyorlar. Bu kitleyi örgütlemek için popülist söylemlere gerek olduğu görüşü taşıyorlar. Podemos öyle bir sol olacaktır ki, eski partiler gibi kendine sembolik bir yer değil aksine var olan kitle içinde yeni bir grup yaratacaktır. Ya da kitleyi başka, kendi deyimleri ile “çapraz” olarak bölecek, kümeleştirecektir. Podamos lider kadrosu bu perspektifi şöyle gerekçelendiriyor:

Podemos değişik bir sol parti görünümündedir. Kurucuları çeşitli şekillerde sol içinde çalışmakla kalmamış içinden çıktıkları ortamdan da dersler çıkartmışlar. Genelde gençtirler ve çoğu Madrid Complutense Üniversitesinde akademisyendir.

“Ancak bu kitleler eğilimlerini mutlak olarak seçimlerle ifade etmiyor. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde elitlerden hoşnutsuzluk oy kullanmama, geleneksel partilerin birinden diğerine geçme ya da aşırı sağ kanata oy vermek ile sonuçlandı. Bu bize politikada bir “yer” kalmadığını ama bir takım duyarlılıkların ortaya çıktığını ve birbiri ile karşı karşıya geldiğini gösteriyor.” (ay)

Aynı üniversitede politik sosyal bilim okumuş ve halen araştırma görevlisi olarak çalışan 1983 doğumlu Inigo Errejon, Podemos’un çok yeni bir girişim olduğunu ve temelinde aydınlar ve onların politik hipotezleri bulunduğunu yazıyor. “Bu hipotez şöyledir: İspanya özellikle politik uzlaşmanın kırıldığı ve geleneksel kimliklerin yer değiştirdiği

Doğrudur düzene karşı olan kitleler Avrupa’nın hiçbir yerinde mutlak olarak sola kaymadı. Ya oy vermiyor, ya gidiyor aşırı sağa oy veriyor. Az sayıda kesim sola oy veriyor, mutlak olarak sola gelmiyor. Podemos bu kitleleri örgütlemenin yolu olarak “popülist bir sol” diyor. Ancak bu tür sol kitleleri başka bir şekilde gruplamayı, bölmeyi becerebilir, becerebilme-

Değişik Sol Parti

lidir. Podemos bu varsayımının tehlikeli olduğunun farkındadır. Ama girişkenlikleri ile tehlikeyi göze alıyorlar ve seçmen kazanmayı beceriyorlar.

Başarılarının Nedenleri

Kazanacakları kitleyi böyle tarif edince onu kazanmak için eğitmek gerektiğini ön görüyorlar. Eğitmek , anlatmak. “İkinci bacak teorik-iletişim pratiğidir. Yerel televizyon kanallarına özgün programlar yapıldı. Bu kitlelerin çok beğenisini kazanan ve ünlenen La Tuerka ve fort Apache gibi programlarda karmaşık politik tahlil ve tahminler anlaşılır halde anlatıldı. Podemos başkanının medya görüntüleriyle direkt hikâyeler olarak yayınlandı. Bazı sol kesimler tarafından ‘basitlik” olarak eleştirilse bile duyguların ve sembollerin çok ağırlıklı olduğu bir kampanyada önemli bir stil oldu….Politikanın mutlak olarak sosyal koşullardan doğmayan ortak duyarlılıklar mücadelesi olduğu inancımızdan yola çıkıldı. Bu açıdan politika sadece dinlemek değildir. Aynı zamanda konuşmalı ve yaratmalıyız. Riskler almalı ve pratiğin doğrulayıp doğrulamadığını kontrol etmeliyiz.” (ay) Podemos kitlelere kendilerini tanıtmak ya da eğitmek için yerel televizyon ve radyo kanallarını çok iyi kullanıyor. Önemli tespitler görüyoruz. Yerel kanallarda sosyal olayları basit dille anlatıyorlar. Bunu yapan, halkın kabul ettiği sevdiği bir lider var. Ayrıca ortak bir duyarlılıktan söz ediliyor. Sanırız bu halkların öfkeleri, yaşadıkları ortamın, acılarının, duygularının paylaşılmasıdır. Podemos böylece sırf bilgi vermiyor onlarla bir duygu bağı kuruyor. Anlıyor. Üzülüyor. Paylaşıyor. Online olarak facebook, twitter üzerinden sürekli olarak kitlelere bağlılar. Iglesias Podemos lideri olduktan sonra ve özellikle Avrupa seçimleri sonrasında ilgi odağı olmuş. Hiçbir program kaçırılmıyor. Daha Mayıs ayında Facebook’ta 600 bin destekçisi vardı. Sitelerine 2,6 milyon kişi giriyor. Kitleleri çok çekiyorlar. Iglesias’ın çıktığı program kanalları seyirci rekorları kırıyor. Bir

keresinde bir kanalda 3 milyon; diğer bir kanalda 5 milyon kişi izlemiş. Kampanyada kullandıkları ikinci özelliğin temeli sol tabuların yıkılmasıdır. Kitlelere ulaşmak için bunu gerekli görüyorlar. Inigo Errejon solun “sosyal” kitlelere bakış açısını da eleştirdiklerini yazıyor. Sola göre bu işte kestirme yol yoktur. Sol, “kitleler içinde önce güç birikimi yapılır, sonra bu birikim sandıkta ortaya çıkar” der. Partinin tabandan kurulduğunu ve tepeye yükseldiğini savunurlar. Ama Podemos tepeden kurulup kitlelere inerek bu sol tabuyu yıkıyor. Onlara göre kitleler mutlak olarak önce kimlik edinir, sonra seçime gitmez. Seçim sırasında hatta sandık başında kimlik seçerler. Podemos politik liderlik konusunda da geleneksel soldan farklıdır. “Liberal düşünenler ve köklü sol karizmatik lider imajının gerçek demokrasi ile uzlaşmadığına inanır. Podemos için Pablo İglesias’ın medyada kullanımı politik umudun kristalleşmesi için olmazsa olmaz bir koşuldu. Bu dağınık halk gücünün bir araya getirilmesini halk cephesinin örülmesini sağladı.” (ay) Podemos, Pablo İglesias kişiliğinde karizmatik bir lider çıkarıyor. Kampanyanın başından sonuna kadar onu her yerde kullanıyor. TV programlarından, radyolara, internetten facebooka o vardır. İspanya tarihinde bir ilk gerçekleştirerek İglesias’ın fotoğraflarını oy pusulalarına bile koydular. Onu sembol yaptılar. Halkın kurtuluşunun bir simgesi haline getirdiler. Amaçları kararsız seçmenleri sandık başında çekmekti. Seçmen adını bile bilmediği kişileri görsel olarak tanıyabiliyor ya da kendine yabancı hissetmiyor. Bu olgunun politik sürecin merkez öğesi olduğunu düşünüyorlar. Podemos başka bir tabuyu daha yıkıyor: siyasi terminolojide değişiklikler yapıyorlar. Örgütlemek istedikleri kitleyi iyi tanıyınca onun ihtiyaçlarını daha iyi anlıyorlar. Sol jargondan uzaklaşıyorlar. Siyaseti başka sözcüklerle

25


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2014

anlatmaya başladılar. Yeni söyleyiş biçimleri yarattılar. En başta sağ ve sol ayrımını bırakarak halkı böyle bir bölünmeye zorlamadılar. Zaten İspanyol tarihinde sol PSOE ile özdeşleşmiştir. Sol denen geçmişin sosyal demokratı şimdinin liberali değil midir? Halklarda kafa karışıklığı azaltıldı. İglesias sorunu “tartışma sağ sol arasında değil diktatörlük ve demokrasi arasında” olarak koydu.

Inigo Errejon, Podemos’un çok yeni bir girişim olduğunu ve temelinde aydınlar ve onların politik hipotezleri bulunduğunu yazıyor. “Bu hipotez şöyledir: İspanya özellikle politik uzlaşmanın kırıldığı ve geleneksel kimliklerin yer değiştirdiği bir rejim krizi ile karşı karşıyadır. Çoğunluğu kendini gönüllü yeni politik istem şeklinde ifade eden popülist sol için koşullar vardır. Bu popülist sol rejim içinde kendine sembolik yer arayan değil, başka gruplanmalar, bölünmeler yaratan bir popülist sol olmalıdır.”

Pablo Iglesias en başından beri iktidar güçlerine “kast” demesi ile ün kazandı. Bu kastları alaşağı etmeliyiz diyor. Kast dediği finans- kapital güçleridir. Kastların karşısına da vatandaşı koyar. Vatandaş ve kast karşı karşıyadır. Vatandaş kelimesi onun kendini finans kapitalden ya da oligarşiden daha iyi ayrıştırmasını sağlar. Demokrasi kelimesinin karşıtı oligarşidir. Halk demokrasiden yanadır. Oligarşi onun karşı tarafıdır. Hatta yeni ve eski olarak da bir ayırım yaptılar. Yöneticiler ne yapıyorlar demokrasi diyorlar ama akıllarında diktatörlük var. Halka refah diyorlar akıllarında kendi refahları var. Bu karışık durumu solun terminolojik aydınlatması açıklamıyor. Podemoscular siyasete yeni terminolojiler getirerek çaprazdan girdiklerini ve böyle kitleleri başka şekilde grupladıklarını söylüyorlar. Kelimelerin geçmişten gelen anlam zenginlikleri vardır. Halkların çoğu bu zenginlikleri bilmiyor. Kendi sorunlarından buna vakitleri, ilgileri yok. Hatta Podemosculara göre bazen kitleler bu dile düşman olabiliyor. Kendilerine yabancı itici buluyor. Bazı sol kelimeler halkların kafasında kirlenmiş, geçmişten gelen başka çağrışımlarla dolu. Podemos kitleleri kazanmak, olayları anlatmak için daha temiz bir terminoloji kullandı. Kitleleri kendine göre şekillendirdi. Inigo Errejon bu farklı terminoloji kullanmayı Lenin’nin ünlü ‘yamaçlar arasında yürüme’ yazısından ders olarak çıkarttıklarını söylüyor. “Politik terimlerin dini değil ‘seküler’ kullanımı kampanyada bir ayağımızı zamanın

26

belirli duyarlılıklarına diğerini de kurtuluş perspektifine koyarak geniş bir anlatım yapabilmemize olanak tanıdı. Lenin “politika yamaçlar arasında yürümektir” der. Podemos böylece kampanyasını iktidarsız çoğunluklar ve sistemle tam bütünleşme arasında hala durgun olmayan dengede tutmayı becerebildi.” (ay)

Latin Amerika ile Bağlar

Podemoscular Latin Amerika’daki derin değişimleri çok yakından inceliyorlar. Errejon bunu şöyle anlatıyor. “Podemes’un birçok lideri Latin Amerika’ya gitti ve orada ne olduğunu gözlemledi. Latin Amerika deneyleri eğer yerinde öğrenilmezse, bu yeni politik deneyin İspanya’da olamayacağını anladılar. Ve işte oradan öğrendiğimiz deneyler ışığında hoşnutsuz İspanyollarla bağ kurmak, onların kendilerini içinde hissedecekleri bir anlatım sunmak için geleneksel solun bazı tabularından uzaklaşmamız gerektiğini anladık.” (ay) Partinin önde gelen isimlerinden Juan Carlos Monedero 20002005 yılları arasında Chavez’in danışmanlığını yapmış. Diğer başka liderler de 21.yy sosyalizmi uygulayan ülkelerde danışmanlık görevlerinde bulunmuşlardır. Kitlelerin Bolivar projesindeki gibi nasıl harekete geçirileceği üzerine kafa yormuşlar. Bir de bunları uzmanlık alanları olan politik sosyal bilimlerle birleştirince ortaya Podemos’un başarısı çıkmış. Podemos’un gelecekte İspanya’nın Küba 26 Haziran Hareketi ya da Venezuella’nın Bolivar Hareketi olabileceği söyleniyor. Sağ güçler Podemosu karalamak için Venezuela’dan maddi destek aldıkları şeklinde propaganda yapıyorlar. Alıp almadıklarını bilmiyoruz ama alsalar ne olacak? Podemos Chavez’ten çok esinlenir. Chavez’in başlarda kurduğu Bolivar çemberlerini şimdi Podemos dta kuruyor. Yerellerde 900 tane çemberi var. Temmuz belediye seçimlerine kadar çemberleri tüm ülke yerellerine yaymayı hedefliyorlar.

Solun yönelttiği anlaşılır olmama, programlarındaki kayma eleştirilerine Latin Amerika deneylerinden aldıkları dersler ışığında yanıtlar veriyorlar. Örneğin Chavez ilk başa geçtiğinde hep 4. Cumhuriyetten kopmalıyız onu tarihe gömelim diyordu. Üçüncü bir yol çizeceğiz diyordu. Sonraları 21.yy sosyalizmi dedi. Ama bunların ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bunlar sonradan ortaya çıktı. Yani Chavez de halkların bilinç seviyelerine göre sol terminoloji kullanmadan, doğruları görmelerini sağlıyor ve belki de kafasında çoktandır şekillendirdiği bir yola korkutmadan çekiyordu. Podemoscular da şimdi aynı şeyi savunuyorlar. Bir yandan halkların bilinç seviyesini yükseltmeye, diğer yandan onları bir yola sokmaya çalışıyorlar. Bu doğrultuda da çok temkinli davranıyorlar. Anlayacakları dilde, adım adım bir yerlere çekiyorlar sanki. Bu sol popülizm midir? Olabilir. Ama başka tür bir sol popülizm. Şimdiye kadar işe yaramış gibi görünüyor. Elbette kitleleri kazanmak için yapıyorlar. Sonra onları 21.yy sosyalizmine taşıyacaklar mı? Sorun burada sanırız. Bu biraz da kitlelerin istekleri ile bağlantılıdır. Acıları ile bağlantılıdır. Latin Amerika halklarının canı yeni liberal politikalardan çok yandı. Onu çok vahşi şekilde yaşadılar. O nedenle de büyük çalkantılar ayaklanmalar yaşamak zorunda kaldılar. Şu anda Avrupa kıtasında halkları bu derece ayaklanmaya iten durum yok gibi gözüküyor. Onlar daha sokaklarda protesto etmek, meydanları işgal etmek seviyesindeler. Henüz sistem karşıtı haline gelmediler. Podemos da buna uygun taktik hat çiziyor. İşverenleri korkutmuyor, AB’den çıkacağız demiyor, aynı Syriza gibi, çünkü aynı Latin Amerika’da olduğu gibi önce bir ikili iktidar dönemi yaşamak durumunda görünüyorlar. Program sapmalarını bizce böyle yorumlamak gerekiyor. Podemos bunları görüyor olmalıdır. Bu hali ile eski soldan daha umut verici, halkları daha iyi tanıyan, onunla kucaklaşabilen bir parti izlenimini veriyor. Başarılar dileyelim.


Aralık 2014 / Sosyalist Dayanışma

Meksika Baharının 43 Fidanı

E

ylül sonundan beri Meksika’nın dört bir köşesinde giderek artan protesto gösterileri yaşanıyor. Güney Batı eyaleti Guerrero’nun başkentinde adliye binasını ateşe verdiler. Hava alanını kapattılar. İktidar partisinin yerel binasını yakıp yıktılar. Yüzleri maskeli yüzlerce protestocu merkezde yürüdü. TV kanallarından gördük, boş meclis binasının toplantı salonunu ateşe verdiler. Dışarıda park etmiş arabaları yaktılar. Eyalet başkentinin eğitim bakanlığını yaktılar. Yolları kapatıyor, çok uluslu şirketlerin kamyonlarına zarar veriyor, geçişlerini engelliyorlar. Yüz binleri bulan gösteriler, yürüyüşler tüm ülkede yaşanıyor. En ilginç olaylardan biri de bir eyalette 2 AVM’yi işgal etmeleri. Yoksulluğa dikkat çekmek için, yenilecek ne varsa halka dağıtmaları ama elektronik aletlere ve pahalı mallara hiç dokunmamalarıdır. Olaylar protestonun çıkış nedeninin ötesine geçmiş, iktidarın yeni liberal politikalarının eleştirisi haline dönüşmüş durumdadır. Nedir bunlar? Meksika ulusal petrolünün özelleştirilmesi, maden çıkarımında yaşanan ölümler, muhalefete uygulanan baskı, kamu güvenliğinin olmayışı, açlık, gelir dağılımındaki bozukluk, sağlık ve eğitim harcamalarının kısılması, sosyal güvenlik devletinin parçalanması her şey her şey protesto için bir gerekçe haline geldi.

Olayların Nedeni

Olaylar Guerrero eyaletindeki bir okulda, öğrencilerin ve öğretmenlerin eğitim harcamalarının kısılmasına karşı protestosu ile başladı. Bölgenin ünlü okulu özellikle bu uygulamanın sürekli kurbanı haline gelmişti. Ayotzinapa öğretmen okulu aslında “ünlü” bir okuldur. Okulun duvarlarında Che, Lenin, Marks gibi ünlü liderlerin posterleri asılıdır. Asılıdır çünkü okul 1920’den beri yoksulların kurtuluşunu hedefleyen bir eğitim uygular ve okuldan devrimci öğretmenler çıkar. Öğrenciler genellikle çevre

yoksul çiftçi, yerli halkların çocuklarıdır. Guerero bölgesinin 2 gerilla lideri bu okuldan mezun olmuştur. Radikal sol, okulu eğitim alanı yapmıştır. Okul yıllardır bu nedenlerle baskı altındadır. Devlet okula verdiği paraları sürekli kısmaya, okulu kapatmaya çalışır ama devrimci öğrenci ve öğretmenlerin mücadelesi nedeniyle bunu başaramaz. Eylül sonlarında öğrenciler yakın bir eyalette 1968 Tlatelolco öğrenci katliamını anma etkinliğine gitmek isterler. Ancak otobüs terminaline geldiklerinde paraları bilet almaya yetmez. Onlar da 3 otobüse el koyarlar, yola koyulurlar. Emniyet valiye ne yapalım diye sorar. Vali ne pahasına olursa olsun otobüslerin durdurulması emrini verir. Yerel polis otobüslere ateş açar. 6 öğrenci vurulur ve 25 kişi yaralanır. Öğrenciler kaçmaya başlar. Sonunda 43 tanesi yakalanır ve işkenceye alınırlar. Ve sonrası işte tartışmalıdır… Anneler ve yakınları günlerce çocuklarını aradılar ama ne ölü ne diri bulunamadılar. Sonuçta baskılar karşısında polis öldüklerini söyleyip mezarlar gösterdi ama bu mezarlardan çıkarılan cesetlerin kayıp çocukların olmadığı anlaşıldı. Ve toplu mezarlar devletin işlediği suçları gün ışığına çıkartmış oldu. Annelerin baskıları, direnişleri sürdü. Ülke ayağa kalktı. Baskılar sonucu yetkililer çocukların uyuşturucu çetelerine teslim edildiğini söylediler. Yakalanan çeteciler çocukları polisten alıp öldürdüklerini, cesetlerini yaktıklarını ve küllerini de nehre attıklarını itiraf ettiler. Ancak henüz bunlar ispatlanmadı. Emri veren eyalet valisi kaçtı sonra bir yerde bulundu. Emniyet amiri yakalandı. Bu olaylar ülkeyi ayağa kaldırdı. 43 gencin öldürülmesi birçok ülke gerçeğini ortaya çıkarttı. Gencecik çocukların katliamı kendi başına bir olaydır. Ama diğer önemli olay polis ve devlet ile uyuşturucu çetelerinin arasındaki işbirliğidir. İşte bu durum, ülkenin yıllardır yaşadığı terörün, baskının kaynaklarını ve devlet yapısının işleyişini gözler

önüne serdi. Bilinen bir gerçeklik ilk kez ispatlanmış oldu. Gerçek şudur: Devlet yapısı en tepedeki politikacılarından, partilerinden valisine, yereldeki uzantılarına, polisinden ordusuna, bankasından çok uluslu birçok şirketine kadar hepsi bu mafya çeteleri ya da Meksika’daki adı ile kartelleri ile bir bağ içindedirler. Karteller birçok çetenin bir araya gelmesinden oluşurlar. Ülke böyle yönetilmektedir. Devletin elindeki polisi, ordusu ile halkı yönetemez kartellerin şiddetini, vahşetini kullanır. Tüm ülke bir uyuşturucu kartelinin elindedir. Aslında dünyaya soldan bakanlar Finans-Kapital güçlerinin devlet kurumları ile iç içeliğini bilirler. Bu çok yabancı bir şey değildir. Ama Meksika’da bu yasadışı olguya, gizli örgütlenmeye bir de uyuşturucu kartelinin hesap vermezliğinin eklenmiş olduğu ortaya çıkmıştır.

Narco Devlet

Meksikalılar, sokaktaki protestocular bu devlet yapısına narco yani narkotik devlet diyorlar. Bilindiği gibi ABD yıllardır “uyuşturucu ile savaş” politikası ile tüm Latin Amerika ülkelerindeki halk hareketlerini bastırma, devrimcileri öldürme politikalarını uyguladı. Günümüzde terörle mücadele politikası uyuşturucu ile savaş politikasının hık demiş burnundan düşmüşüdür. Uyuşturucu ile savaş diyerek bir yandan da uyuşturucu ticareti yapılır. Şimdi de terör ile savaş denerek tüm dünyada terör yaratıldığı, beslendiği gibi. Meksika bu uygulamanın ana vatanı gibidir. Aslında oraya bakarak terör ile savaşın alacağı son biçimi kestirmek olasıdır. Meksika’da iktidardaki Pena Nieto hükümetinin yeni liberal politikalarına karşı çıkanlar yakalanıyor, işkenceden geçirilip öldürülüyor. Bir yerlere gömülüyorlar. Sonra suç uyuşturucu kartellerinin sırtına yükleniyor. Ya da 43 gençte olduğu gibi bu iş onlara yaptırılıyor. Gerçeği görenler yok ediliyor. Herkes sanki uyuşturucu çeteleri arasındaki kavgada gitmiş süsü ve-

riliyor. Her yerde her gün işkence görmüş, insanlıktan çıkmış cesetler bulunuyor. Cesetler korku salmak için kent meydanlarına asılıyor. Devlete karşı gelirsen sen de böyle olursun, konuşursan sonun budur korkusu veriliyor. Suçlular çeteler içinde gizleniyorlar. İnsanlar politik nedenlerle kaybolan, öldürülen yakınlarını, uyuşturucu ticareti ile damgalanmaktan korktukları için arayamaz oluyor. İnsanlar uyuşturucu kartellerinin esiri durumuna gelmişler. Devlet her terörünü, katliamını onlara yüklüyor ve onlara dokunmuyor. Devlet astığı astık kestiği kestik olmuştur, karşı çıkanlar kartelin kurbanı olur. 2006 yılından beri uyuşturucu kurbanı denilenlerin sayısı resmi açıklamalarda 60 bin olarak gösterilse de, bunun 2 katı hatta 200 bin olduğunu tahmin edenler var. Bu rakamları ve kartellerin vahşetini iyi bilen ama sesini çıkartamayan Meksika ilericileri kartellerin denetledikleri, kullandıkları adam sayısı ya da askerinin, kafa kesmek türünden vahşetinin, maddi gücünün, adam kaçırmalarının IŞİD’ı solda sıfır bıraktığını rakamlarla ispatlıyorlar. Gerçekten bu uyuşturucu kartelleri devlet içinde devlet değil, devletin kendisi olan bir karteldir. Meksika halkı Narco devlet yapısı içinde olduğunu bilmiyor mu? Biliyor elbette ama bunu açık açık söylemek ölümlerden ölüm beğenmek demek olduğundan susuyordu. 43 gencin ölümü artık devletin bu gerçekliği gizleme olanağını elinden aldı. Her şey ortadadır. Protestolar bu iktidarın gitmesine kadar süreceğe benziyor. Öyle diyorlar. Elbette devlet kadrosunun tümü yerle bir olmadan bu iş düzelecek değildir. Tunus’ta bir işportacı gencin yoksulluğu ve düzeni protesto etmek için kendini yakması tüm Arap ülke halklarını ayağa kaldırdı. Birçok diktatör devrildi. Şimdi bu 43 fidanın ölümü Meksika’da da böyle bir sonuç doğurabilir. Olayların akışı o yöne gibi görünüyor.

27


enternasyonelle kurtulur insanlık

Arîn Mîrkan

Suphi Nejat Ağırnaslı (Paramaz Kızılbaş)

Kader Ortakaya


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.