Sosyalist Dayanışma Dergisi Şubat 2011 4. Sayı

Page 1

Adalet İçin, Eşitlik İçin, Özgürlük İçin; İsyan Çağrısını Büyütelim! Seçimlere Doğru Kürt Sorunu Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

YIL: 1 SAYI 4 ŞUBAT 2011

AKP’nin Kültürel Kodları Marksist İktisatçı E. Ahmet Tonak:

“Büyüme Çelişkileri Derinleştiriyor” Ücret Eşitsizliğine, Sendikal Barajlara Karşı İsyan! Güvence Sizsiniz Ortadoğu’da Kıyamet Zamanı Yeni Gerçeklik? Bay Belge’nin Son İcatları Üzerine Emekçi Kadınların Venezüella Çıkartması Bizim Ekonomik Programımız Ne Olacak?

Ayağa kalkan halkların yolundayız

Adaletsizliğe Karşı İsyandayız!

Arap Dünyası “Kaderlerine” İsyan Ediyor Vurgunculuk Gıda Fiyatlarını Yükseltiyor Mısır Ayaklanmasında 3. Dönemeç


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

Ostim’de İş Cinayeti:

Bir günde 20 İşçi Katledildi!

3 Şubat 2011 günü Ankara’nın OSTİM de ve İvedik Organize Sanayi Bölgeleri’n meydana gelen iki ayrı patlamada top lam 20 işçi hayatını kaybetti, birçok işçi de yaralandı. Aynı gün içerisinde birbiri ardına gerilçekleşen bu patlamalar tesadüf değ a dir. Bunlar, iş güvenliği ve işçi sağlığın önem vermeden, imalathane bile deız nilemeyecek merdivene altı, ruhsats engüv , ıtsız mekânlarda, insanları kay cesiz, gece gündüz köle gibi çalıştırmayı kendine hak gören kapitalist düzenin işlediği cinayetlerdir. Türkiye’de işçi katliamları bitmek bilamiyor. Tuzla, madenciler, kot taşl Biz yor. ma işçileri… Liste uzayıp gidi “Dur!” demezsek uzamaya devam ede cek. : Hep birlikte yüksek sesle haykıralım İş Cinayetlerine Son!

MESELE YOKSAYILANLARIN ÇIĞLIĞI OLABİLMEKTE! 2011, dünya halkları açısından umut saçan isyanlarla geldi. Önce Tunus, ardından Mısır ve diğer Ortadoğu ülkelerinde yaşanan isyanlar, sonu nereye varacak olursa olsun insanlığın isyan, direniş, daha insanca bir düzen ve yaşam için mücadele yönlerini bir kez daha en belirgin biçimde ortaya koyarak ezilenlerin yüreklerine su serpti. Bugün kimse dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğu konusunda tereddüt sahibi değil. Fakat bu adaletsizlik karşısında nasıl bir tutum alınacağı konusunda kafalar karışık. Sosyalizmin yaşadığı sarsıntılar, yaşadığımız cehennemin yerine ne koyabileceğimiz konusunda kafaları karıştırdı. Ezilenlerin bu kafa karışıklığı, şu anda dünyanın kanını emen kodamanların en büyük servetidir. Fakat çözümleri hep birlikte mücadelenin içinden çıkarmalıyız. Sosyalizmin sorunları salt masa başı tartışmalarıyla, çözümü olmayanların çözüm niyetine birlikler oluşturmasıyla değil, büyütülen isyanların ortaya çıkaracağı ihtiyaçlara yanıt üretilmesiyle çözülebilir.

Sosyalist Dayanışma Aylık Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 4 Şubat 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Estet Matbaacılık Adres: Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı- İST Tel: 0212 565 17 74

Dünyada kapitalizm kapsamlı bir şekilde sorgulanıyor, ülkemizde ise neo-liberal saldırı tam gaz devam ediyor. En son Torba Yasa özelinde sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü köleleştirme seviyesine çıkarmak için yapmayı düşündüğü dönüşümlerle ilgili bir aydınlanma oluştu. 3 Şubat’ta Ankara’da ortaya konan direniş, isyanın gelişebileceği yön ile ilgili bir fikir verdi. Bugün halkın en önemli yaşamsal gündemleri üzerinden, adaletsizliklere karşı isyanı büyütebilmek gibi bir görevle karşı karşıyayız. Tunus ve Mısır’da yaşananlar, buna uygun bir ruh halinin yaratılmasında büyük bir rol oynadı. Şimdi bizlere düşen, büyük bir dikkat, uyanıklık ve ısrarla isyana açılabilecek kapıları bulmak, yaratmak ve açılmaya zorlamaktır. Gün geçtikçe ağırlaşan AKP tahakkümünü aşmanın en sağlıklı yolu, halkın adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerine sokaklarda yer açmaktır. AKP’nin güçlenmesi karşısında solu CHP’ye ve ulusalcı enkaza taze kan haline getirme arzularının meşrulaştığını, haklılık kazandığını düşünen aklı evvellere de en güzel yanıt böyle üretilmiş olur. İsyan yolunda “akılları açabilecek” bir sayı yapabilmiş olmanın


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

ADALET İÇİN, EŞİTLİK İÇİN, ÖZGÜRLÜK İÇİN; İSYAN ÇAĞRISINI BÜYÜTELİM!

T

ürkiye, yeni yılla birlikte hızla seçim menziline girmiş durumda. Partilerin aldıkları pozisyonlar ve öne çıkarttıkları argümanlar, seçim sürecinin nasıl seyredeceği hakkında güçlü ipuçları veriyor. Diğer bir yandan da dünya olağanüstü bir hareketlenme yaşıyor. Ardı ardına patlayan halk isyanları, haber bültenlerine “son dakika” haberleri olarak düşüyor. Bu süreçte bizleri nasıl bir politik atmosfer bekliyor?

AKP, Yine Bildik Oyununu Oynuyor

AKP, seçim sürecinde kendisini güçlendirdiğini düşündüğü bildik argümanlarıyla yürüyecek. Hükümetin “sis makinası” sadık medya da görevine soyunmuş durumda. Çözümü süründürülmüş, ertelenmiş, rafa kaldırılmış bir yığın toplumsal sorunun, gerilimin üzeri, yine büyük bir sisle kaplanacak. Dünya isyan dalgasıyla sarsılırken ve yolsuzluğa, yoksulluğa, despotik liderlere karşı ezilen halkların “iş, aş, özgürlük” talepleri yükselirken, ülkemizde “ucube” tartışmalarının medyayı işgal etmesi, klasik bir AKP icraatı. Ve halklarımız ekranları kaplayan bu illüzyona dikkat kesilmişken, birilerinin ellerinin ceplerinde gezindiğini fark edemiyor. Çalışma hayatını tamamıyla sermayenin “insafına” terk edecek “torba yasa” hazırlıkları böylece karambole getiriliyor. Ucube tartışmalarının ardından “Ergenekon” konusu birden yine gündemin en ön sıralarına tırmandırıldı. Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Müdürlüğü’ne yapılan baskında gizli bölmelerde bulunduğu iddia edilen 10 çuval belge basına servis edildi. Peşinden artık ezberlediğimiz “Poyrazköy kazılarında ele geçen mühimmat” görüntüleri geldi. AKP, Cumhuriyet’in -baskılanan toplumsal dinamiklerin zorlamasıyla- değişim sancısı yaşadığı bir süreçte askerle giriştiği dalaştan kazançlı çıktığını görü-

yor. “Cumhuriyet’in değişmez değerlerinin bekçisi, statükonun koruyucusu Ordu’ya karşı, değişimin, demokrasinin, özgürlüklerin bayraktarı AKP…” Bu denklem tutuyor ve bu denklem üzerinden “darbe karşıtı” bir söylem yine öne çıkartılıyor. “Demokrasi ve özgürlükler” denilince sol akla geldiğinden, “sol”dan birilerinin de AKP’nin demokratlığına “yetmez ama evet” demeleri, bu illüzyonu daha inandırıcı kılıyor. AKP, içinden çıkılamayan iş yükünü gerekçe göstererek yüksek yargıyı dizayn etme konusundaki adımlarını hızlandırdı. Konuyla ilgili olarak CHP kanadından gelen “direniş” çağrısını, Erdoğan “eşkıyalık” olarak niteledi. “Ucube” tartışmalarının ardından gündemi “eşkıya” tartışmaları kapladı. Bu atışmalar da seçim sürecinde zihinlerimizi epeyce meşgul edecek. Kürt sorununda tüm oyalamalarının sonuna gelen ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin hamleleriyle köşeye sıkışan AKP, bu konuda birden milliyetçi söyleme sarılıyor. Demokratik Toplum Kongresi’nin düzenlediği “Demokratik Özerklik Çalıştayı”nın ardından AKP’den gelen “tek dil, tek tarih, tek millet” yanıtını, hükümetin Genel Kurmay’la yaptığı “olağan dışı terör zirvesi” izledi. Milliyetçi söylemi öne çıkartmanın bir diğer nedeni, hükümete “bölücülere taviz veriyor” noktasından vuran MHP’ye milliyetçi oyları kaptırmamak; hatta MHP’den oy devşirmek. Seçim sonrası meclis aritmetiği açısından bu hesaplar önem taşıyor. Fakat milliyetçi söylemi yükseltmenin de bir sınırı var. Devlet, “Kürtlerin asıl büyük partisi biziz” iddiasındaki AKP’nin, Kürt halkıyla arasını çok da fazla açmasını istemeyecektir. Zaten AKP’nin Kürt halkı üzerindeki etki alanı daraldıkça, bir yandan tasfiyeye dönük farklı seçenekler devreye sokuluyor; Hizbullah parlatılarak “Kürtlerin HAMAS’ı” yaratılmak isteniyor. Diğer yandan da “iyi po-

lis” Abdullah Gül’ün farklı tonda demeçleri geliyor. Hatırlanacağı gibi beklenti yaratan “güzel şeyler olacak” açıklaması da Gül’ün ağzından dillendirilmişti. Cumhurbaşkanı, şimdi de hükümetin rafa kaldırdığı “Anayasa değişikliği” konusunu “önümüzdeki 100 yılın

Anayasasını yapmak zorundayız” sözleriyle gündeme taşıdı. Türkiye’nin dış politikada attığı “başarılı” adımlar da seçim sürecinde öne çıkartılacak argümanlar arasında. Erdoğan’ın “Ulusa Seslenişi”nde ifade ettiği “Türkiye, bölgesel bir güç haline gelirken, küresel denklemlerde vazgeçilmez roller üstleniyor” sözleri, bu yaklaşımı özetliyor. Lübnan’da yaşanan hükümet krizinde Türkiye’nin oynamaya çalıştığı rol, bu anlayışın bir gereğiydi. Mısır’da yaşanan halk isyanı sonrası Obama’dan gelen “işbirliği” çağrısı da -çağrının içeriğinden ve çağrıcının niyetinden bağımsız olarak- “vazgeçilmezliğin” kanıtı olarak sadık medya eliyle halka sunulacaktır. AKP, seçim sürecini yine muazzam açılışlarla geçirecek. Bir yığın şantiyede hazırlıklar seçime yetiştirilmek üzere hızlandırıldı. İlk şovlar Ardahan, Batman ve Ağrı’da gerçekleşen toplu açılışlarla başladı. Medya, seçim süreci boyunca bu şovları yine öncelikli haberler olarak halka yansıtacak. Yaşadığımız imaj çağında bu illüzyon oyunu, açılış şovlarıyla tamamlanacak.

Salih İNCESOY

Dünya isyan dalgasıyla sarsılırken ve yolsuzluğa, yoksulluğa, despotik liderlere karşı ezilen halkların “iş, aş, özgürlük” talepleri yükselirken, ülkemizde “ucube” tartışmalarının medyayı işgal etmesi, klasik bir AKP icraatı. Ve halklarımız ekranları kaplayan bu illüzyona dikkat kesilmişken, birilerinin ellerinin ceplerinde gezindiğini fark edemiyor. 3


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

Oyunu Bozacak Yüksek Gerilim Hatları

Ekonomik kriz derinleştikçe, krizin yarattığı sonuçlara karşı isyan da büyüyor, yaygınlaşıyor. Ve durum giderek daha köklü sistem sorgulamalarına yol açıyor. Yıllanmış kapitalizmin üzerine inşa edilmiş tüm siyasi, kültürel kurumlar, düşünceler, değer yargıları, yıllardır sınıf çelişkisi fay hattında biriken gerilimin fayları artık krizin hareket ettirmesiyle sarsılıyor. Ekonomik krizin tetiklemesiyle açığa çıkan isyan dalgası, salt iş, aş talepleriyle kendisini ifadelendirmiyor. Sistemin dokunulmazlık taşıyan alanları mercek altına alınmaya başlıyor, halklar “özgürlük” istiyor. Erdoğan, “Gelişmiş ekonomiler 2010 yılını durağanlıkla ya da daralmayla kapatırken, biz dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri, Avrupa’nın da en hızlı büyüyen ülkesi konumuna yükseldik” sözleriyle kriz sürecini nasıl başarıyla kat ettiğimizi ifade ediyor. Türkiye, yüksek faizle iştahı kabartılan sıcak para ve artan ithalatı sayesinde “büyüyen” ekonomisiyle, başta Kürt sorunu olmak üzere çözülmemiş, süründürülmüş, çözümü rafa kaldırılmış bir yığın gerilimiyle, gittikçe derinleşen toplumsal adaletsizliğiyle “bu isyan dalgasının ne kadar dışında kalabilir?” Ekonominin nasıl büyüdüğü, büyümenin nasıl paylaşıldığı ve krizin nelerin pahasına yatıştırıldığı konuları son derece problemlidir. Türkiye burjuvazisinin ve AKP başta olmak üzere onların siyasi partilerinin bu soru karşısında fazla iyimser yanıtlara sahip oldukları düşünülmemelidir. Kürt halkının oyalamalara tahammülü kalmamıştır. Ve artık kendi çözümlerini fiilen inşa etme sürecini yaşıyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi, başarılı hamleleriyle oyalama ve tasfiye politikalarını boşa düşürüp etki alanını büyüttükçe, “devletin Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye projesi AKP” sıkışıyor, sıkıştıkça hırçınlaşıyor. Ve AKP’nin özgürlükçü söylemi, ezilen halkların taleplerinin başladığı noktada yerini bildik faşist dile bırakıyor. Abdullah Öcalan’ın son avukat görüşmelerinde yaptığı “Mart’a kadar somut adım atılmazsa aradan çekilirim” açıklaması da AKP’yi epeyce sıkıştıracaktır. Düzen artık bu gerilimi bildik tasfiye ve oyala-

4

ma politikalarıyla taşıyamayacaktır. Kürt halkı, AKP’nin ve devletin oyununu bozacak bilinçte ve kararlılıktadır. Türkiye, “bölgesel bir güç haline gelerek, küresel denklemlerde vazgeçilmez roller üstlenme” konusunda da eskisi kadar “bağımsız” hareket etme alanı bulamayacaktır. ABD ve AB’nin yitirdikleri konumlarını tekrar kazanmak amacıyla NATO şemsiyesi altında yapacakları müdahalelerin gerilimi, “eksenler arasında kendisine görece bağımsız hareket alanı yaratarak etkin roller üstlenme” niyetindeki Türkiye’yi zorlayacaktır. Bu sürecin ilk güçlü işareti Lizbon’da yapılan NATO Zirvesi’nden çıkan “füze kalkanı projesi” olmuştur. Komşularla sorunlarını sıfırlamak isteyen Türkiye, en başta komşusu İran’a karşı emperyalizmin füzeleriyle donatılacaktır. Doğu ve batı komşularımız Ermenistan’la Yunanistan’ın “stratejik işbirliği” kararı aldıkları yakın zamandaki görüşmelerinde Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’ın Türkiye’yi kastederek sarf ettiği “aynı barbar tarafından kesildik” sözlerine bakacak olursak, komşularımızla sorunlarımız hiç de sıfırlanmış gibi görünmemektedir. Yine, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, Güney Kıbrıs’a ziyaretinde Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünde Türkiye ve Kıbrıslı Türkleri sorumlu tutarak “Güney Kıbrıs çözüm için elinden geleni yaptı ama Türk tarafı buna karşılık vermedi” açıklaması da uluslararası ilişkilerin nasıl seyredeceği konusunda bir işarettir. Kuşkusuz dünya eski dengeler üzerine oturmamaktadır ve bugünkü güçler dengesinde ABD ve AB’nin müdahalesinin bir sınırı olacaktır. Zaten Türkiye’nin dış politikadaki stratejisi, uzun süredir var olan bu gerçeklikten hareketle oluşturulmuştur. Son isyan dalgası ise yeni bir müdahale süreci başlatacak olan ABD ve AB’nin işini büsbütün zora sokmuştur. Batı’nın Ortadoğu’daki müttefikleri sarsılmaktadır. Lübnan’da Hizbullah’ın, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in pozisyonunu güçlendirmesi ABD’yi epeyce düşündürmekte, “sınırımızda bir İran hükümeti olacak” açıklamasını yapan İsrail’i ise çileden çıkartmaktadır. Fakat yine de Türkiye belli bir gerilimin

içine girmekten kaçınamayacaktır. Başbakan Erdoğan’ın, Merkel’in açıklamasına karşı “İslam dünyası kendisine yeter” yanıtı, “dış ticaretinin önemli bir kısmını AB ülkeleriyle yürüten Türkiye profili” göz önüne alındığında yeterince inandırıcı görünmese de bu söylemin Türkiye kamuoyunda ciddi bir pozitif karşılığı vardır. Görünen o ki, Batı’nın Türkiye’yi zorlama girişimlerine karşı AKP’nin kafa tutuşları da seçim sürecinde kamuoyunun gündemine sokulacaktır. En son AB’ye yönelik olarak hükümet kanadından ardı ardına gelen “reste karşı rest” niteliğindeki açıklamalar böyle okunmalıdır. Dış politika alanındaki gerilim hattında “emperyalizm karşıtlığına bulanmış milliyetçi bir dil,” seçim sürecinde AKP tarafından zaman zaman öne çıkartılacak gibi görünmektedir.

AKP, İşçileri, Yoksulları, Ezilenleri Daha Ne Kadar Oyalayabilir?

AKP, kapitalizmin bekası açısından adeta alternatifsiz bir şekilde önemli roller üstlenmiş ve başarılı olmuştur. Bu başarılı çizgisinin karşılığında da burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından kendisine sunulan büyük bir krediyle bu günlere gelmiştir. Şimdi de yine yola devam edebilmek için patronlar örgütü TÜSİAD’ın kapısını çalmış, “başlarını ağrıtmadan onların sadık hizmetkârları olacağının” garantisini vermeye çalışmıştır. Zenginlerin partisi AKP, işsizliği, yoksulluğu, sefaleti dayanılmaz boyutlara taşıyan neoliberal uygulamalar zehirini, halklarımızın canını acıtmadan bünyelerine enjekte etmeyi başarmıştır. Zehir bünyeye yayılıp etkisini göstermeye başladığında da yardım paketleri adı altındaki ağrı kesicilerle yoksul halk sadaka bağımlısı haline getirilmiştir. Burjuvazinin direktifleri doğrultusunda eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten ulaşıma kadar tüm kamu hizmetlerini meta haline getirerek piyasaya açan AKP, “paran kadar sağlık,” “paran kadar eğitim,” “paran kadar güvenli gelecek” anlayışına halklarımızı mahkûm etmiştir. Şimdi de çalışma hayatına dair geçmişten gelen kazanılmış hakların tüm kalıntılarını da gasp ederek, emekçileri tamamıyla burjuvazinin dizginsiz sömürüsüne terk

edecek yasal düzenlemeleri meclisten hızla geçirme gayretindedir. Özgürlük ve demokrasi havarisi kesilen AKP, özgürlük talebini yükselten toplumsal kesimlerin ağzına bir parmak bal çalarak onları yatıştıracağını, köklü tarihsel sorunların üstesinden böylece geleceğini düşünmüştür. Kendisini, Kürt sorununu Kürt halkı olmadan, Alevilerin sorununu Aleviler olmadan “çözme” kudretine sahip hissetmektedir. AKP’nin çözümünün ne menem bir şey olduğunu da haklarımız yaşayarak görmektedir. AKP, YÖK’ü ele geçirene kadar YÖK karşıtı, sonrasında ise “YÖK’e hayır” diyen gençlerimize karşı düzenin, statükonun bekçisidir. Onlar, Jaguar’lı “uslu çocuklarla” toplantılar yaparken, hakkını arayan gençlerimiz, “AKP demokrasisi”nin coplu, biber gazlı saldırılarına maruz kalmıştır. Bayramlarını kutlamak isteyen işçilerin sendikalarına 1 Mayıs’ta düzenlenen panzerli, gaz bombalı saldırı görüntüleri ve ardından Erdoğan’ın “ayaklar baş olunca” açıklaması hafızalarımızdadır. Ekranlar karşısında ağlamayı huy edinen Başbakan’ın, “anamız ağladı” diyen çiftçiye” “ananı al da git” kabadayılığı unutulmamıştır. AKP’nin demokrasi anlayışı işte bunlardan ibarettir. Halklarımız oyalanmış, sorunlarının çözümü konusunda tek bir adım bile atılmamıştır. Bu oyunun sonuna gelinmiştir. AKP’nin özgürlük anlayışı, halklarımızın seslerinin duyulduğu yerde bitmektedir. İşte o noktada, halk düşmanı, özgürlük ve demokrasi düşmanı buyurgan bir dil kulaklarımızı tırmalamaktadır. Kürt halkına yönelik askeri operasyonların vizesi, “darbe karşıtı” AKP’den çıkmamış mıdır? Bu kadar oyalanma yeter! İşçiler, işsizler, yoksullar ve tüm ezilenlerle zenginler arasındaki yüksek gerilim hattı, zenginlerin partisi AKP tarafından daha fazla kontrol altında tutulamayacaktır. AKP’nin “demokrasicilik” ve “halkçılık” oyunu, yoksulların, ezilenlerin, bugünden yarına büyütülecek isyanıyla bozulacaktır. Tunus’ta, Mısır’da, Avrupa ülkelerinde büyüyen isyan görüntülerini izlerken korktukları şey onların da başına gelecektir. Yarınlar, zenginlere de, zenginlerin partisi AKP’ye de zehir olacaktır.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

SEÇİMLERE DOĞRU KÜRT SORUNU

S

eçimlere kadar Kürt sorununda bir gelişme olması mümkün görünmüyor. Ancak bu gerçeklik seçimlere kadar olan sürenin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine seçimlere kadar yaşanacaklar seçimler sonrasını önemli ölçüde belirleyecektir. “İki dil” ve “demokratik özerklik” tartışmalarıyla gündemin üst sıralarına oturan Kürt sorunu geçici bir durulma sürecine girmiş görünüyor. Bu durumun seçimlere kadar sürmesi çok zayıf bir olasılıktır. Kürt sorunu nerede kalmıştı? Hatırlamakta yarar var. Hükümetin Kürt açılımı, esas olarak ABD ve Irak yönetiminin “yardımlarına” bağlı olduğu için, ortada kaldı. Sadece Başbakan’ın ağzında bir söyleme dönüştü. Bu açılımın kalbinde ABD ve Barzani’nin yardımlarıyla Kandil’in tasfiyesi yatıyordu. Bu yönde gelişmeler olduğu oranda hükümet bazı adımlar atmaya cesaret edebilirdi. Hükümetin bu beklentisi, daha doğrusu Kürt açılımının odak noktası, “Habur skandalı”ndan beri çökmüştür. Bu çöküşten sonra sancılı ve çatışmalı bir süreç başladı. Gerilimli günlerin bir noktasında “İmralı ile görüşmeler” öne çıkmaya başlamıştır. İşlerin bu noktaya gelmesi aslında Kürt Hareketi açısından bir mevzi kazanımı anlamına geliyordu. Fakat AKP, “hükümet değil devlet görüşüyor” gibi, cesaretsiz ve ikiyüzlü bir tavırla bu yola girdiği için, görüşmelerden de bir sonuç alınamadı. Sonuç olarak, bu görüşmeler de iktidarın seçimlere kadar yürütmeye kararlı olduğu oyalama taktiğine dâhil edilmiş oldu. Oyalama taktiği bir amaca yöneliktir: AKP’den beklentileri arttırmak! İktidar partisi seçimlerden ne kadar güçlü çıkarsa, Kürt sorunu, yeni anayasa gibi çok önemli sorunları çözmek için eli o ölçüde güçlenecektir. AKP seçimlere kadar bütün gücüyle bu taktik üzerinde yoğunlaşa-

caktır. Ancak bu taktiğin geçerli olması, siyasal ortamın sakin, özellikle Kürtlerin sessiz olmasına bağlıdır. Bu nedenle, “iki dil” ve “demokratik özerklik” tartışmaları AKP’yi fazlasıyla tedirgin etmiştir. Hele bunların sadece bir siyasal talep olarak değil, fiili uygulama olarak gündeme getirilmesi hükümeti açmaza sokmuş ve öfkelendirmiştir. Bu noktada uzun süredir ilk kez ordudan da uyarı gelmiş; böylece Kürt Halkının talepleri karşısında AKP iktidarının ordunun çizdiği sınırlar içinde kaldığı gözler önüne sergilenmiştir. Kürt sorununun seçim öncesi yeni bir tıkanma noktasına gelip dayandığı bir anda birden “Hizbullah tahliyeleri” gündeme bomba gibi düşmüştür. Türkiye 90’lı yıllardaki topyekûn savaş günlerinden çok farklı bir siyasal atmosfere evirildi; aynı zamanda Hizbullah da belli ölçülerde değişti. Birkaç yıldır özellikle Siyasal İslamcı ve liberal köşe yazarlarının vurguladığı gibi, Hizbullah “güneydoğunun en güçlü sivil toplum örgütü” haline gelmektedir. Tahliyelerin örgüte yeni bir moral vereceği açıktır. Hizbullah’a çıkan bu piyangonun arkasındaki güçlerle ilgili spekülasyon yapmak yerine, seçim sürecinde Hizbullah’ın konumuna bakmak daha doğru olur. Bugünkü haliyle Hizbullah, seçim sürecinde hem Kürt Özgürlük Hareketi’ni, hem de AKP’yi zora sokacak taktikler izleyebilir. Bu konuda bazı ipuçları olsa da henüz seçim döneminde Hizbullah’ın izleyeceği taktik netleşmemiştir. Ancak Hizbullah özel olarak, AKP iktidarına karşı, örneğin ilköğretimde türban gibi, zorlayıcı taktikler içine girmezse, bu otomatik olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı bir duruş anlamına gelir. Büyük olasılıkla seçim sürecinde Hizbullah’ın tavrı bu yönde olacaktır. AKP seçim sürecinde en kritik konu olan Kürt Sorunu’ndan mümkün olduğu kadar uzak

durmayı tercih ediyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak konuları gündeme taşıyıp, esas zorlu sorunları seçim sonrası vaatlerine ertelemek iktidar partisine en uygun düşen taktiktir. Hizbullah, AKP’nin çizdiği bu sınır içinde kalırsa, bunun siyasal anlamı dolaylı ittifaktır.

Bu dönemde, Kürt Hareketi için en uygun taktik, “iki dil” ve “demokratik özerklik” tartışmalarıyla başlattığı süreci derinleştirmektir. Böyle davranıldığında AKP’nin vaatlerinin boş laf olduğu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Kürt hareketi kendi talepleri doğrultusunda sadece propaganda yapmakla yetinmek gibi bir konumda kalmayıp, bunun örgütlenmesini ve uygulamasını pratiğe geçirerek etki alanını büyütmektedir. Seçim sürecinde uygulanabilecek en kötü taktik, klasik propagandayla yetinmektir. Böyle bir durumda bir yandan AKP, diğer yandan Hizbullah, Kürt Özgürlük Hareketi’nin zeminini bütün güçleriyle kemireceklerdir. Fakat yılların deneyine sahip Kürt Özgürlük Hareketi böyle bir hataya düşmeyeceği gibi, karşı taktiklerini ustalıkla uyguluyor. Bu seçimlerin öncekilerden bir farkı olmalı, Kürt özgürlük Hareketi ile Türkiye Devrimci Hareketi’nin ittifakını güçlendirip, yaygınlaştıracak sonuçlar yaratabilmelidir.

Yakup KADİR

Bu dönemde, Kürt Hareketi için en uygun taktik, “iki dil” ve “demokratik özerklik” tartışmalarıyla başlattığı süreci derinleştirmektir. Böyle davranıldığında AKP’nin vaatlerinin boş laf olduğu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

5


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

AKP’NİN KÜLTÜREL KODLARI M. SİNAN

Yoksulluk ile mücadele ya da çalışma koşullarının düzeltilmesi ile ilgili neo-liberal dogmaları zorlamadan söylenebileceklerin sınırları oldukça daralmıştır. Hele de AKP’nin yoksullara dönük sadaka ekonomisi siyasetine alternatif bir sosyal demokrat çizgi bugün artık finans kapitalle belli oranda karşı karşıya gelinmeden savunulamaz.

AKP

tam da seçimler sürecine girilirken tartışmaları yeniden büyük oranda kültürel zemine çekti. Bunu oldukça bilinçli bir şekilde yaptı. AKP’nin kurduğu seçim stratejisi böylesi bir tavır alışı gerektirmekteydi. AKP, referandumda ortaya çıkan şekillenmeyi veri alarak EVET oylarını AKP’nin

tartışmalara yol açabilir? Kıvılcımlının yazılarında sık sık vurguladığı antika-ultra modern kırması toplum hali farklı kılıklara bürünmesine rağmen hala çok önemli bir gerçeği vurguluyor gibi gözüküyor: Kemalizm’in gerçekleştirdiği keskin üstyapı dönüşümlerinin toplum içinde çok ciddi saflaşmalara yol açmış

oyuna çevirme hedefiyle hareket ediyor. MHP’nin baraj altına itildiği ve AKP’nin sağın tek büyük partisi haline geldiği bir noktaya ulaşabilmek için de toplum içindeki kültürel fay hatlarını sonuna kadar çalıştırmak gerekiyordu.

olması, yan yana yaşayan fakat birbirinin kültürel değerlerinden neredeyse korkan ya da bihaber olan sosyal grupların ortaya çıkmasına yol açtı.

Ucube, Muhteşem Süleyman, içki, seks vs. tartışmalarında olduğu gibi İslamcı-milliyetçi söylemlerin kesişebileceği alanlarda at oynatmanın sandık getirisinin ve yaratacağı sempatinin sınırlarını Haziran’da göreceğiz. Kürt Sorunu’nda AKP’nin reformcu bir görünümden yeniden tek devlet-millet ajitasyonunu merkeze alan bir pozisyona çekilmesi de bu öncelik siyasetine uyumlu gözüküyor. Kültürel kodların bu kadar etkin bir takım sonuçlar yarattığını varsayabilir miyiz? Abuk sabuk bir dizi tartışması örneğin nasıl olur da bu kadar ateşli

6

Kemalist dönüşümleri içselleştiren kesimlerde Batı toplumlarının düşünüş ve hareket tarzları kısmen kendisine taraftarlar bulabilirken, görece daha kırsal kesimlerde ne bu dönüşümler tam bir karşılık yaratabildi ne de anılan tarzda bir düşünsel dünya hâkim olabildi. Bu yüzden toplumun bu farklı kesimleri arasında birbirinin dilinden anlayamama ya da birbirinin davranışlarını tamamen kendi algı kodları ile yorumlama gibi bir sonuç ortaya çıktı. Dolayısıyla bu hal, antikaultra modern kırması toplumsal yapı zeminini sürekli olarak yeniden üretti. Son 80 yılda yaşanan nerdeyse tüm toplumsal olayların fonu, böylesi bir zemindir; bu yapı, çatışmaların ana se-

bebi olmasa da tüm çatışmaların gidişatına öyle veya böyle şekil vermiştir. Bu tespit bugün için de doğrudur. Bugün önümüzdeki en önemli sorunlardan birisi sınıfsal algının olağanüstü zayıflamış olmasıdır. Bu durumun hizmet kapitalizminin gelişimi ve popüler kültürün etkinliğinin artması ile açıklanabilecek birçok boyutu mevcut ama AKP iktidarı ile kamuoyunun esas gündemini işgal eden çatışma konularının, türban başta olmak üzere kültürel konular etrafında şekillenmesinin de sınıfsal algının pozisyon kaybetmesinde en azından ülkemiz özelinde önemli bir etkisi olduğu düşünülebilir. Daha doğrusu ülkemizde neo-liberal hegemonyanın kökleşmesinde çok önemli bir rolü bulunan AKP, bu başarısını büyük oranda kültürel kodlarına borçludur. Şerif Mardin, AKP’nin seçim başarılarından bahsettiği bir konuşmasında Erdoğan’ın “sınıfsal, kültürel ve dinsel bir karışımı” temsil ettiğini ve başarılarında bu karışımı halkı ikna edecek bir biçimde gerçekleştirebilmesinin çok önemli payı olduğunu söylemişti. Oldukça doğru bir tespit gibi gözüküyor. Referandum sonrasında AKP’nin tartışmaları keskin bir biçimde kültürel alana doğru çekmesinin önemli siyasi gerilimleri örtme işlevi olduğunu görmek gerekiyor. Özellikle İran’a karşı kurulacak füze kalkanı sistemine Türkiye’nin ev sahipliği yapacak olması, AKP’nin kendi tabanı içinde de aynı 1 Mart tezkeresi dönemindekine benzer bir çatlak yaratabilecekti. Davutoğlu’nun dış siyaset açılımının “Yeni Osmanlı” rüyalarının sınırları daha belirgin bir biçimde ortaya çıkacaktı. AKP’nin İsrail’in bölgedeki güvenliğini esas alan bir emperyalist politikanın yürütülmesi anlamında İran’a karşı Batı ile sürdürdüğü


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

işbirliği sorgulanabilir hale gelecekti. Fakat AKP’nin kamuoyunu inşa etme becerisi bu riski en azından şimdilik savuşturmuş gözüküyor. Yine CHP’nin Kılıçdaroğlu aracılığı ile işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk gibi sosyal meseleleri esas alan bir siyasete çekilme girişimlerini baltalamanın en garantili yollarından biri de kültürel tartışmaların körüklenmesi olacaktı. CHP böylece geleneksel tabanının da baskısıyla Baykal dönemindeki çizgiye doğru daha kolay çekilebilecekti. Gerçekten de AKP-CHP polemiklerinde birkaç istisnai durum dışında tartışmalar genelde AKP’nin çizdiği çerçevede gelişiyor, Kılıçdaroğlu da sosyal demokrat bir görüntü verebilmek bir yana gün geçtikçe Baykal’a benziyor. Kültürel meselelerin politik ortamda bu kadar ön plana çıkmasının bir diğer sebebi de neoliberal çizginin neredeyse tüm politik partiler tarafından kayıtsız şartsızca kabul edilmiş olmasıdır. Durum bu olunca üretim, paylaşım konularında partilerin hareket alanı giderek daralmakta, buralarda siyasi söylem üretmekte zorlanmaktadırlar. Yoksulluk ile mücadele ya da çalışma koşullarının düzeltilmesi ile ilgili neo-liberal dogmaları zorlamadan söylenebileceklerin sınırları oldukça daralmıştır. Hele de AKP’nin yoksullara dönük sadaka ekonomisi siyasetine alternatif bir sosyal demokrat çizgi bugün artık finans kapitalle belli oranda karşı karşıya gelinmeden savunulamaz. “Zenginlerden daha çok vergi alacağız” diyemeden “Benim adım Kemal” komiklikleriyle Baykal’ınkinden farklı bir CHP profili ortaya konabilmesi zor gözüküyor. Dolayısıyla CHP de toplumun kültürel tartışmalar ekseninde politikleşmesinden rahatsız olmuyor, tam tersine riskli bir lider değişikliği sürecinde tabanını kendine oldukça sıkı bir biçimde bağlamış oluyor. Peki, sosyalist devrimci solun AKP’nin bu kültürel abuk sabuklamaları karşısında ne gibi bir ta-

vır alması gerekir? TKP, Halkevleri, ÖDP gibi kesimler uzunca bir süredir CHP-Baykal söylemine yakın bir dille bu meselelerin içine boylu boyunca dalıyorlar. Bu durum aslında toplumun kültürel fay hatlarıyla bölünmüş bir kesiminde kalmaktan rahatsız olmamanın işaretini veriyor. “Sol Kemalist” ittifakı fazlasıyla önemseme hali maalesef bir türlü zihinlerden atılamıyor. Bu tavır, kültürel bölünmenin ne kadar ciddi bir tarihsel arka planı olduğunu okuyamıyor, bu durumu fazlasıyla hafife alıyor. Bu anlamama ve bir adaya sıkışma hali, solun toplumsallaşması önündeki en önemli engellerden birini oluşturmaya devam ediyor. Öte yandan da AKP’nin hegemonyasını giderek büyüttüğünü göremeyen, iktidar temsiliyetini giderek arttırdığını yeterli düzeyde algılayamayan bir çizgi de bugünkü toplumsal muhalefet potansiyeli ile buluşamayacaktır. En son Ankara’da gerçekleşen ‘Torba Yasa’ eyleminde emekçilerin en yoğun attığı sloganların başında “Tayyip sonun Mübarek olsun” sloganının gelmesi tesadüf değildir. AKP’nin sanat karşıtı, özgürlükler karşıtı, sol karşıtı, kadın karşıtı söylemine karşı eksenimizi şaşırmadan ama güçlü yanıtlar üretmek durumundayız. Sosyalistler adalet ve eşitlik taleplerinin olduğu kadar, özgürlük taleplerinin de savunucusu olabildiği zaman bir iktidar alternatifi haline gelebilir ancak. Kültürel yarılmaların AKP tarafından istismar edilerek, hegemonya aracı olarak kullanılmalarına karşı doğru politik çizgi bu istismar karşısında özgürlükleri sonuna kadar savunarak ama temel gerilimleri tüm kültürel öbekleri kesen yoksulluk-zenginlik hattına çekmeyi, bu zeminde isyanı büyütmeyi başararak yaratılabilir. Ezilenleri adaletsizliğe karşı isyana çağıran çizgimizin genel çerçevesi budur.

Gebze’de Ulaşım Zamları Protesto Edildi

“Haklarımız İçin, Geleceğimiz İçin İsyandayız!”

Başbakan ve Maliye Bakanı ekonomimizin iyi gittiğini açıklarken, Kocaeli’nin AKP’li Belediyesi ulaşıma yüzde 34 oranında zam yaptı. Ulaşıma yapılan zam, Kocaeli’nin Gebze ilçesinde gençler tarafından protesto edildi. Gebze Tarihi Çeşmesi önünde 6 Şubat Pazar günü saat 13.00’de bir araya gelen Çayırova’lı gençler, “Ulaşım Zamları Geri Alınsın” yazılı bir pankart açarak yapılan zammı sloganlarla protesto etti. Eylem boyunca gençlerin attığı “Ulaşım Haktır, Satılamaz,” “Ulaşım Zammı Geri Alınsın,” “Susma, Sustukça Yeni Zamlar Gelecek,” “AKP, Zammını Al Başına Çal,” “Herkese Ekmek, Herkese İş; Zafere Kadar Direniş,” “İş, Ekmek, Adalet” sloganları, eylemi izleyen Gebzeliler tarafından alkışlandı. Yaptıkları basın açıklamasında “yaşamlarımızı daha da yangın yerine çeviren ulaşım zamlarına karşı isyan ediyoruz!” diyen gençler, tüm halkı bu isyana davet etti. Gençler açıklamalarında, ulaşım zammı geri alınana kadar mücadelelerine devam edeceklerini belirtti.

7


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

Marksist İktisatçı E. Ahmet Tonak:

“BÜYÜME ÇELİŞKİLERİ DERİNLEŞTİRİYOR” Röportaj

S

osyalist Dayanışma: İlk konuşmak istediğimiz konu 2008 krizinde gelinen nokta. ABD ve Türkiye açısından bakarsak son açıklanan verilerle bir iyimserlik pompalanmaya, krizden çıkılmış gibi bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Ancak aynı zamanda Avrupa Birliği içinde yüksek mali açıkları dolayısıyla batmakta olan ülkeler var. Bir de bunun bir uzantısı olarak alınabilecek Tunus’ta yaşanan sosyal olaylar var. Sizin değerlendirmeleriniz ışığında 2008 krizinde geldiğimiz nokta nedir? E.Ahmet Tonak: Krizin ne kadar süreceği ile ilgili sağlıklı öngörülerde bulunabilmek için ilkin yaşanan krizin nedenleri ile ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. Krizin sebeplerini açıklarken Marksist çerçeve içinde kalmaya özen gösterenler hem Türkiye’de hem de dünyada, bunu sermayenin aşırı birikimi noktasından kalkarak yapmaya çalışıyorlar. Sermayenin aşırı birikiminden de farklı şeyler kastediliyor. Mesela kimileri ‘eksik tüketim’ vurgusunu öne çıkartıyor, kimileri ise sermayenin karlı yatırım alanları bulamayışı yüzünden yatırımlardaki azalmaya vurgu yapıyor. Ben ise, Türkiye’de görece azınlıkta nitelenebilecek bir grup Marksist ile birlikte kar oranlarının düşme eğiliminden hareketle kapitalizmin yapısal, uzun dönemli krizlerini açıklamak yanlısıyım. Kar haddi değişik nedenlerden düşebilir. Örneğin işçilerin çok örgütlü olması sonucu yüksek ücret taleplerinin gerçekleşmesi yüzünden karlılık düşebilir, başka nedenlerden de. Burada benim vurguladığım temel husus sermaye-emek çelişkisinin yanı sıra küreselleşme süreciyle daha da azgınlaştığı ve derinleştiği halde, genelde görmezden gelinen sermayeler arası

8

çelişkidir. Bu çelişkinin beklenen sonucu olarak ortaya çıkan bir kar haddi düşmesinden bahsediyorum. Tabii ki, bu tespit, emek-sermaye çelişkisinin ikincil olduğu anlamında algılanmamalı. Yine çok yaygın olan ve sorgulanmaksızın genel kabul gören bir başka görüş de kapitalizmin geliştikçe tekelleştiğidir. Bu görüşün ima ettiği sonuç da kapitalizmin tekelci evresinde rekabetin ortadan kalktığı, tekellerin her istediklerini yapmaya kadir oldukları şeklindedir. Bu yoruma da karşıyım. Evet, sermaye merkezileşmektedir, yoğunlaşmaktadır, tek tek sektörlere baktığınızda şirket sayıları azalmaktadır. Bazen şirketler bir sektörle yetinmeyerek başka sektörlere de atlamaktadır. Fakat bu durum rekabetin ortadan kalktığı, tekellerin birlikte hareket ederek fiyatlar ve piyasa koşulları üzerinde tam hâkimiyet kurabildikleri şeklinde yorumlanmamalıdır. Tam tersine, aralarındaki rekabetin bir savaş haline dönüştüğü, çok daha şiddetli ve derin bir nitelik kazandığı görülmelidir. Bence sorulacak soru şudur: Rekabet, tek tek şirketlere ne yaptırtmaktadır? Rekabet, şirket sahiplerine iradeleri dışında empoze edilmiş bir durumdur; rekabetin, şirket sahiplerini ne yapmak zorunda bıraktığı üzerinde çok ciddi durulması gerekir. Keşke, Türkiye’de kapitalizmin tarihi bu bakış açısı ile yazılabilseydi. Şirketlerin elinde son tahlilde en etkili olan bir tek silah vardır. O da teknolojilerin yenilenmesidir. Ama üstün teknoloji sever oldukları için teknolojik yenilemeyi tercih ederler demiyorum. Üretilen malı daha ucuza üretme ve dolayısıyla da maliyet avantajı ile rakipleri alt etme imkânı sağladığı için teknoloji yenilenme tercih edilir demek istiyorum. Böylesi bir rekabet tekil şirketleri kurtarabilir ve onları uzun ömürlü kılar; aksi halde, 100-150 yıldır varlığını sürdürebilen çok uluslu şirketler olmazdı. Geçerken ekleyeyim,

bu krizin şiddetinin bir göstergesi de 100 küsur yıllık şirketleri bile batırmasıdır. General Motors bunun en tipik örneğidir. Tekil şirketlerin paçayı kurtarmasını sağlayabilen bu birim maliyetleri düşürerek rekabet üstünlüğü elde etme mecburiyeti makro düzeyde ise kar hadlerini düşürme yönünde etkiler yaratmaktadır. Dolayısıyla kendilerini kurtarabilen şirketlerin bile bu makro etkiye direnecek yöntemler araması doğaldır. Bu süreç maliyetleri düşürebilecek diğer unsurlara yönelmek anlamına gelir. Tabii ilk olarak akla ücretlerin azaltılması gelir. Maliyetin kaçınılmaz bileşenleri olarak ulaşım masrafları, ucuz hammadde kaynakları, yeni ve dengeli piyasalara erişme gibi boyutlar da bu arada gündeme gelir. 80’lerden sonra özellikle azıtan hem neo-liberal uygulamalar hem de küreselleşmeci eğilimler bu perspektiften bakıldığında son derece anlaşılır olmaktadır. Hem Amerikan sermayesi hem de diğer gelişmiş ülke sermayeleri dünyada erişilmedik bölge bırakmamışlardır. Çok daha entegre, çok daha küresel bir ekonomi ortaya çıkmıştır. Fakat bunun arkasında 60’ların sonundan itibaren derinleşen acımasız rekabet hali ve uzun dönem eğilimi olarak kar oranlarının düşmesi vardır. Şimdi biliyorsunuz herkesin ağzına sakız olmuş neo-liberal iktisat politikaları diye bir şey var. Bunların tartışılmasında sık rastlanan tarz şudur: “Bir takım gözü dönmüş kapitalistler, bunların siyasi temsilcileri, partileri var. Bunlar yüklendikçe yükleniyorlar işçilere. İşte başımıza İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan çıktı, Türkiye’de de Özal.” Bu, gözlem olarak doğru. Ama bir sonuç olarak doğru; bunları bence demin söylediğim 60’lı yılların sonundan itibaren iyice açığa çıkan yapısal nedenselliklere bağlamak, bu saldırının yoğunlaştığı alanlara ve kendisini açığa vurduğu göstergelere bakmak lazım. Bundan şunu

kastediyorum: Benim çalıştığım alanlardan biri de, artık değer oranının somut bir ekonomide ne olduğu sorusuna yanıt aramaktır. Hangi seviyededir bu oran? Mesela %100 müdür? Yani üretilen

katma değerin yarısını patronlar yarısını işçiler mi almaktadır? Genellikle bu konuda nedense ampirik çalışma geleneği Türkiye’de zayıf, bu tür temel Marksist göstergelerin hesaplanması ihtiyacı çok fazla yaygın değil. 60’lı yılların sonundan itibaren metropol ekonomilerde kar haddinin uzun dönemli düşme eğilimi gösterdiğini söyledim. Ondan sonra, Batı sermayesi, Amerika ve Avrupa sermayesi dünyanın orasına burasına kaçarak da bu düşme eğiliminin etkisini bir şekilde dengelemeye girişti. Bizde Özal’la, İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan’la özdeşleşen neo-liberal iktisat politikaları denen şeyin somutlanışı şu oluyor. Bir bakıyoruz, Amerika‘da 70’li yıllarda artık değer oranı %150 iken bu uygulamalarla %200’lere çıkartılıyor. Bu tür kapsamlı ve ciddi bir hesaplama Türkiye için yapılmamıştı. Nihayet, SBF’den genç bir arkadaşımız, Yiğit Karahanoğulları Marx’ın Değeri Ölçülebilir mi? kitabı ile bu ihtiyacı karşıladı. “Neoliberal iktisat politikaları emekçileri eziyor” dediğimiz şey Marx’ın en temel kategorilerinden biri ile


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

somutlanmış oldu. Kar haddinin düşme eğilimini dengeleyen, karşı koyan faktörlerden biri olarak, Marx’ın Kapital’in 3. Cildi’nde dile getirdiği, sömürü oranının 80’lerden sonra yükseldiğini görmüş olduk. Yaşanan krizin geri planı bu. Bu krize ilişkin bir başka gelişme daha oldu gelişmiş ülkelerde, bir ölçüde Türkiye’de de. Şimdi, bilindiği gibi finans sektörü, ticaret sektörü tanımları gereği değer üretmez, üretilen artık değerden

pay alır. Dolayısıyla artık değer üreten, gündelik dilde reel sektörler denilen karlılığın düştüğü alanlar sermaye açısından cazibesini yitirdikçe, sömürü oranlarını artırmanın yanı sıra neoliberal iktisat politikalarının bir başka veçhesi daha yaşandı. Finans sektöründe parayla para kazanmanın imkânlarını liberalleştirme, özgürleştirme yolları bulundu. Borcunu ödeyemeyecek şirketlere ve kişilere borç vermek, sonra da bu borçları adeta alınır satılır meta haline dönüştürmek ve bunlar üzerinden bir takım spekülasyonlar yapmak gibi. Sonra spekülasyonların spekülasyonları ve bu spekülasyonların istendiği şekilde gerçekleşmemesi halinde de bu spekülatörlerin zarar görmemesi için bunların sigortalanması. Dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG şirketinin batmasının nedeni bu saçmalıklar. Medyada, yaşadığımız krizin asli tetikleyici nedenleri olarak önümüze konduğu neydi? Borcunu ödeyemeyecek orta sınıf altı kişiler ev sahibi olmak için ipotekle kredi almışlardı, bu borçlar ödenemeyince de finans sektörü

krize girmişti. Ödenemeyen kredilerin, beklenen getirinin sağlanamadığı spekülatif yatırım araçlarının, kriz sürecini tetiklediği doğru, ama bizatihi bu faktörlerin yapısal nedenler olarak anlaşılması yanlış. Neo-liberal politikaların krizin dışa vurumunu geciktirdiğini ve finans sektörünün bahsettiğim yollardan cazip hale getirilmesinin reel sektörlerden karlılığı yeterli görmeyip kaçan sermayedarların işine yaradığını görmemiz gerekiyor. Son 30 yılın karakteristik özelliği bu. Burada ilginç olan yepyeni bir çelişkinin tezahürüdür. Finans ve ticaret sektörlerinin, karlılığı giderek azalan üretim sektörlerinin yarattığı artık değere bağımlılığı ve ister istemez bir noktada finans ve ticaret sektörlerini taşıyacak kadar artık değer üretilemeyişi. Bu çelişkinin bir yerden patlak vermesi de zaten beklenen bir şeydi. Böylesi derin bir kriz nasıl aşılır, geldiğimiz yer nedir? Nereye evriliyoruz? Bakabileceğimiz eski örnekler var. Herkesin bildiği 29 Buhranı denilen 40’lara kadar devam eden dönem var. Bu buhrandan savaşla çıkıldığı medyadaki yaygın kanı. Bu tam doğru değil bence. Tabi, savaştan sonra kapitalizm daha önce görülmedik şekilde bir altın çağ yaşadı, ama eğer 29’dan sonra, şimdi olduğu gibi o zaman da dünya ekonomisinin motoru olan Amerikan ekonomisinin neler geçirdiğine, özellikle Roosevelt döneminde hangi iktisat politikalarının uygulandığına bakılırsa görülecektir ki, esas olarak Keynesçi politikalarla krizin tahribatı azaltılmıştır. Fakat bu politikalarda ısrarcı olunmaması yüzünden indi bindiler olmuş, savaş krizden nihai olarak çıkışın nedeni olarak görülmüştür. 40’lara gelene dek 2 yıllık, 3 yıllık yüksek büyüme hızları yakalanıyor. Sonra bu politikalardan vazgeçiliyor. Tekrar krize giriliyor. Yani indi bindilerle yaşanan bir dönem. Dolayısıyla bir ölçüde şimdiki duruma benziyor. Ama daha modern bir örnek de var bu yaşadıklarımızın uzun süreli olacağını bize gösteren. O da Japonya’da yaşananlar. Japonya 90’lı yıllarda girdiği krizden bir türlü çıkamadı. O krizin tetikleyicileri de günümüzdekilere bayağı benzer. Em-

lak sektöründeki spekülasyonlar, finans sektörünün şişmesi ve de en önemlisi üretim sektöründe kârlılık düşmesi o krizde de vardı. Adeta küçük bir laboratuar gibi 90’larda Japonya’da yaşananlar. Ve hala kurtulamamış durumda. Sürünen bir ekonomi halinde. Onun için beklenmedik siyasi gelişmeler olmazsa –ki, ihtimalleri ayrıca değerlendirmek gerekir- kendi haline bırakılan bir kapitalizm ne olur diye sorulursa, bence, uzunca bir süre sürünülür ve o süreçte batan şirketler vd. yollardan sermaye değersizleşir. Hem üretim kapasitesi hem de finansal ölçek olarak muazzam bir değere tekabül eden General Motors gibi bir şirket yok olur. Şirketler çok ucuza kapatılır. Makineler, binalar, üretim kapasitesi yok olmuyor. Ucuza kapatılan şirketler bir şekilde yoluna devam edebilir. Dayanamayan yok olur, kalanlar yollarına devam eder. Bu arada ne tür iktisat politikaları uygulandığına bağlı olarak indiler bindiler olur. Bir iki yıllık düzelmeler olur. Ama uzun süreli bir değersizleşme, iflaslar, işsizlik, sefalet kriz döneminin esas karakteristiği olarak kaçınılmazdır. Krizden hızlı bir çıkış olacağını kesinlikle düşünmüyorum. Aslında bunu görmek için Marksist olmaya gerek yok. Üniversitelerde okutulan iktisadı icra eden ekonomistler ki bunların medyada en popülerleri Amerikalı Roubini denilen adam, biraz daha sol liberal olan Paul Krugman filandır, onlar da bunları söylüyor. İzlenen iktisat politikalarına bakacak olursak özellikle Amerika’da, bir ölçüde de AB’de, daha çok finansal kurumları kurtarmaya dönük uygulamalar. Devletin doğrudan istihdam yaratan, özellikle üretim sektörünü hedefleyen ciddi harcamalar yapması henüz gündemde değil. Hâlbuki böyle bir şey olsa ilk elden işsizliği, sefaleti bir ölçüde düzeltebileceği gibi, kapitalizmi kapitalizmin sınırları içinde canlandırma olasılığını bile yaratabilir. Bunu ister miyiz, o ayrı bir konu, ama kapitalizmin sınırlarının henüz tüketilmediğini düşünüyorum. Ancak bunu yapabilecek siyasi iradenin oluşmadığı görülüyor, bankaları, finans şirketlerini kurtarmak hedeflenmiş durumda. Dış borçları veya kamu borç-

ları yüzünden Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi ülkelerde tam bir panik hali var. Avrupa Merkez bankası ve IMF olanı bir şekilde sürdürülebilir hale getirmek için para pompalama derdindeler. Bu tür tercihlerle bu iş düzelmez. Daha kötüleşir. 10-15 yıl daha devam edebilir. Ama buna siyasi gelişmeler izin verir mi nerede ne şekilde çatlaklar olabilir onu bilemiyorum. S.Dayanışma: Son dönemde yeni değerlendirmeler oldu. Türkiye’nin artık yükselen piyasalar içinde daha görünür hale geldiği şeklinde. Türkiye gerçekten dünya emperyalist işbölümü içinde bir üst lige mi geçti? Sanayi alt yapısında değişiklikler mi var? Yoksa bu uluslar arası finans piyasalarına verilen manipülatif bir işaret midir? Bu tamamen bir illüzyon değil. Bir maddi tabanı var. Ama abartıldığı kadar veya bizim ileriye umutlu bakmamızı sağlayacak kadar da sağlıklı, ciddiye alınacak bir ekonomik yapı yok. Şunlar açık: Ben kendi 60 yıllık hayatımdan biliyorum. Türkiye’nin daha 30-40 yıl öncesine kadar ne ürettiğini, ulaşım imkânlarının ne olduğunu, kaç uçağa, kaç otoyola sahip olduğunu, Koç’un Anadol marka otomobilinin kalitesini vb. biliyoruz. Şimdiki durumla kıyas kabul etmez. Bunu gören göz görüyor. İnkâr etmek abesle iştigal olur. Milli gelir hesaplamalarında yapılan bir takım numaralarla yüksek gösterilen kişi başı milli gelir AKP’nin söylediği kadar artmasa da geçmişe göre artmıştır. Bir kere bunları görelim. Türkiye’de yetişmiş bir insan kapasitesi var. Kapitalist anlamda sınır tanımayan, dünyayı ele geçirilecek bir piyasa olarak gören bir müteşebbisler katmanı var. Dolayısıyla Türkiye’nin son 30 yılda, önceki 30 yıl ile karşılaştırılamayacak oranda sanayileştiği, birçok alanda at koşturduğu, birtakım ülkelere ciddi miktarlarda yatırım yaptığı, hizmet verdiği, şunu bunu sattığı açık. Şüphesiz muazzam bir bölgesel ve sektörler arası eşitsizlik ve dengesizlik de mevcut. Ve bu durumun tezahürleri bir sürü sorun yaratıyor. Bence, bu tür bir büyüme kapitalizmin asli çelişkilerini, sosyal ve kültürel çelişkilerini çok daha açık, dayanı-

9


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

10

lamaz şekillerde ortaya çıkartıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin değişik sınıf ve tabakaları “ekonominin büyümesi”nden nasibini almadığı gibi, bizzat büyümenin çelişkilerini çok derinden yaşıyor ve isyan ediyor değişik şekillerde. Üçüncü dünya ülkelerinde patlamaya hazır büyük şehirler olgusu var. İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirler saatli bomba gibi. Bunun bir yanı da şununla ilgili; Türkiye gibi ülkeler de, patlama yapamayan üçüncü dünya ülkeleri de, önceleri bir şekilde kendi tarımlarıyla var olabiliyorlardı. Ama dünya tarım üretiminin şekli ve bu sektördeki verimlilik öyle bir arttı ki, dünya piyasalarına tamamen gelişmiş ülkeler hâkim oldular. Ayrıca, kendi tarım şirketlerine verdikleri sübvansiyonlarla, ucuz

Kürt sorunu geliyor. Türkiye’nin sanayileşmesinin yarattığı bir sorun değil ama en acil sorun olarak karşımızda. Evet, Türkiye dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri haline gelmiştir ama bu aynı zamanda Türkiye’nin iç çelişkilerini daha da keskinleştirmiştir S.Dayanışma: Son dönemde yaşanan kapitalist gelişmelerin çok ciddi sosyal sorunları biriktirdiğini dile getirdiniz. Ama belki de AKP’nin ustaca manevraları sonucu bu tarz sosyal meseleler son yıllarda ülke gündemine ağırlığını koymuyor. Mesela Tekel direnişi dışında gündemin ilk sıralarında yer alan sınıfsal gündemler olamadı. Onun da başka sektörlere sıçraması gerçekleşmedi. Yeni bir rüzgâr estirme iddiasıyla çıkan

kredilerle bizim gibi ülkelerin tarım kapasitesini güdükleştirdiler. Kendine yeten, tarım ürünleri ihraç eden ülkeler, biliyorsunuz, ithal bağımlısı hale geldi. Ve bu da şehirlere göçü çok hızlandırdı. Eskiden şehirlere göç, şehirlerde iş imkânı olduğu için ve bu iş imkânları kırsal alana göre cazip olduğu için gerçekleşirdi. Şimdi yaşayabilmek için akın akın insan geliyor. Bu şehirlerin patlama potansiyeli buraları saatli bomba haline getirdi. Türkiye ekonomisinin büyümesi ve sanayileşmesi reel bir durum ama öte yandan çelişkileri derinleştirdiği ve özellikle şehirlerde yaşanacak yeni bir takım açmazları ürettiği de kesin. Türkiye tabii kendi özel tarihinden ve etnik yapısından kaynaklanan başka bir takım sorunlar da yaşıyor. Biliyorsunuz bunların başında

CHP de örneğin Ecevit dönemine benzer bir şekilde bir sol çizgiye giremiyor. Din meselesi, etnik meselelerle toplum saflaştırılıyor ama bir türlü sınıf meselesi gündeme gelemiyor. Aslında bu saflaşmalar sınıfsal farklılıklar üzerinden yükseliyor ama bir türlü kendi gerçek renginde ifadesini bulamıyor. Sınıfa karşı sınıf pozisyonları alınamıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bunun hem uluslar arası nedenleri var, hem de Türkiye’nin kendi özelliklerinden kaynaklanan nedenleri var. Öncelikle genel nedenlerden söz edeyim. Dünyada Sovyetler Birliğinin yıkıldığı, sosyalistliğin, solculuğun değer kaybettiği bir dönem yaşandı. Bu dönemin dünyanın her yerinde hem siyasi hem de akademik ve teorik planda etkileri oldu. Aka-

demik alanda postmodernizm dediğimiz ekoller çıktı. Kimlik siyasetleri, etnik siyasetler, bunların daha inceltilmiş varyantları üzerine son derece sofistike, kompleks, özellikle gençlere cazip gelebilecek görüş ve tahliller geliştirildi. Ve akademyada, itibar kaybeden sosyalist, Marksist görüşlerin yerini aldılar. Fakat bu sürecin siyasi alandaki tezahürleri de çok ciddi oldu. Bir şekilde, benimsesin benimsemesin, reel sosyalizmler sol partiler tarafından, o deneyimlerin şu ya da bu yanı itibariyle referans olarak alınıyorlardı. Sosyalist rejimler ortadan kalkınca, bu sol partiler, odaklar da bir itibar yitirdiler, zayıf düştüler. Yeni kadrolar sağlayamaz hale geldiler. Ayrıca “demek bu iş bu kadarmış, kapitalizm yeniden hâkim oldu; kapitalizmi yıkmayı gerektirmeyen çelişkiler de var” şeklinde yaygın bir kanaat oluştu. Türkiye’de de bunlar yaşanmakla beraber başka şeyler de oldu. Bir kere sol kadrolar darbeler aracılığıyla fiziki olarak tahrip edildi, yok edildi. Bunun ötesinde Türkiye’de ayrıca –liberal kesimler tarafından çok abartılsa bile- bir ordu vesayeti, devlet dokunulmazlığı vb. şeyler de var. Bu özel durumun yarattığı çelişkiler uluslararası fikrî moda akımlarla temas edince, solun da küçüldüğü bir ortamda Türkiye’de kimlik temelli siyasetlerin çok ilgi görmesini sağladı. Belki birçok yerden daha abartılı biçimlerde, Türkiye’de Cumhuriyet döneminin kazanımları olsun sosyalist teorinin itibarı olsun hoyratça eleştirildi. Kürt sorununun vardığı safha da etnik meseleyi öyle bir ortaya koydu ki, bir ölçüde doğru olan, “onu çözmeden hiçbir şey yapılamaz” halini yarattı. Tekel direnişi gibi direnişlerin başka sektörlere de sıçrayarak gelişememesi birçok şeyle ilgili. İlki, Türkiye’nin kendi tarihinde yaşadığı son 20 yılın sendikal hareketi ve sol hareketi çok zayıflatmasıyla ilgili. Muazzam bir örgütsüzlük var. Tekel direnişi tabandan gelen kendiliğinden bir hareketti. Kendiliğinden olan bir hareketi yönlendirmek, başka sektörlere sıçratmak, momentum kazanmış bu hareketi geliştirmek sosyalistlere düşen bir şeydir. Güçsüzlüğümüz

ortada. Dolayısıyla Tekel direnişinin neden gelişmediği sorusu güçsüzlükle açıklanabilir. Etnik ve kimlik bazlı siyaset yapan akımların güçlülüğünden çok, Türkiye’de sendikal hareketin ve sol siyasetin güçsüzlüğü esas belirleyici oldu. Yoksa bence, başkaldırmanın maddi zemini mevcut. Başka sektörlerde de her an patlamaya hazır durumlar var. Ama Türkiye’nin ne kadar sendikalı işçisi olduğu belli, konfederasyonların nasıl birbirine düştüğü ortada. Sol siyasetler arasında hakiki bir birlikteliğin, örgütlü bir biçimde koordine bir strateji izleyerek kendiliğinden işçi hareketlerini yönlendirme kapasitesinin gelişmemişliği açık. S.Dayanışma:Bu güçsüzlük, örgütsüzlük dinamiklerin daha güçlü bir şekilde siyaset sahnesinde yer almasının önünde bir sorun oluyor, bu doğru. Peki, nasıl sizce kırılır bu kısır döngü? Buradan nasıl çıkılabilir açıkçası bilemiyorum, kimsenin de hazır reçetesi olduğunu sanmıyorum. Herkesin gündelik reel politikayla ne kadar uğraştığına bağlı olarak kimi subjektif değerlendirmeleri olabilir. Benim de yakın olduğum kimi çevreler var, arkadaşlarım var. Mesela şu kadarını biliyoruz; kimi sol çevreler BDP’nin merkezinde olduğu bir sol blok oluşturma çabasındalar. Bunun dışında kalan bir blok da var. Ama kendiliğinden olan patlamalar blokların tekâmülünü beklemiyor. Tunus’ta kimse blok oluşsun diye beklemedi, Mısır’da da. Türkiye de böyle patlamalara gebe. Yarın Tunus’ta olanlar burada da olur demiyorum, ama yarın olmazsa öbür gün olabilir. Dolayısıyla, sol içi örgütlülük arayışları aslında ifadesini, bir ayaklanmanın başını çekebilme kapasitesini böyle infiallerde gösterecektir. Birlik masa başında çözülmeyecektir. Türkiye’deki patlama muhtemelen, Tunus’taki gibi rejime karşı çıkış, ekonomik gidişata, işsizliğe karşı emekçi ağırlıklı bir karşı çıkış gibi olmayacak, Kürt sorunu etrafında bir sertleşme şeklinde olacaktır. Dolayısıyla o süreçte, Türkiye sosyalistlerine, kitleleri sosyalist bir kanala, politikaya akıtacak bir yaratıcılık işi düşüyor. Ne olacağı hareket içinde ortaya çıkacaktır. Çok teşekkür ederiz.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

Ücret Eşitsizliğine, Sendikal Barajlara Karşı İsyan! BATİS

Genel Başkanı Metin Burak, “ücret eşitsizliği” ve “sendikal barajlar”la ilgili yakın zamanda başlattıkları mücadeleyle ilgili olarak sorularımızı yanıtladı. Kamu ile özel sektör arasındaki asgari ücret eşitsizliği konusunda dava açtınız ve mücadele başlattınız. Konunun seyri hakkında neler söylersiniz?

Asgari ücret nedir? Öncelikle bunu iyi kavramak gerekir. Asgari ücret, her çalışana, normal bir çalışma günü karşılığı, gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için verilmesi gereken ücrettir. Peki, o zaman kamuda en alt kademede hizmetli olarak çalışan bir emekçi ile özel sektörde çalışan emekçinin aldıkları asgari geçim ücreti neden eşit değil? Özellikle 2000’li yıllardan itibaren asgari ücret konusuyla ilgili olarak kamu ile özel sektör arasında farklı uygulama hayata geçirilmeye başlanmıştır. 2000 yılının Ocak ayında asgari ücret 82,42 YTL iken, aynı tarihte kamuda en alt kademede hizmetli olarak çalışan memur için belirlenen maaş 119,67 YTL ve aradaki fark da 37,27 YTL 2011 yılının Ocak ayında kamuda en alt kademede hizmetli olarak çalışan emekçi bir memurun maaşı 1.460 TL, özel sektörde çalışan bir işçi için, asgari ücreti 629,95 TL olarak belirlendi. Gördüğünüz gibi, aradaki fark ve eşitsizlik 830,05 TL’ye çıkartılmıştır. Bu konuda, ILO sözleşmeleri, Anayasa’nın ve 4857 Sayılı İş Kanunu’nun eşitlik ilkesinden yola çıkarak, asgari ücretin, kamuda en alt kademede hizmetli olarak çalışan memurun bu yıl almaya başladığı 1.460,00 TL olması için mücadele başlattık. Ve emekçiler arasında farklı uygulamada bulunan Asgari Ücret Komisyonu’nun bileşenleri Çalışma Bakanlığı, TİSK ve Türk-İş’i bu konuda so-

rumlu tutarak 27 Ocak günü Bursa 6. İş Mahkemesi’nde dava açtık. Şu anda duruşma gününü bekliyoruz. Bu ülkede gerçekten sosyal hukuk devleti ve adalet varsa, biz bu davayı istediğimiz şekilde kazanacağımıza inanıyoruz. Asgari ücretle ilgili açtığımız bu dava, Türkiye’de 1.460,00 TL aylık ücretin altında çalışan tüm yurttaşlarımızı ilgilendirmektedir. Bu davanın sonucu, emeğiyle geçinen en az 10 milyon çalışanla, en az 5 milyon emeklinin aylık ücretini etkileyecektir. Davanın kazanımla sonuçlanması için tüm işçileri, işsizleri, kamu çalışanlarını, emeklileri davaya sahip çıkmaya çağırıyoruz ve “bu dava, sizin davanızdır” diyoruz.

TİSK yöneticilerinin %0,5 taleplerinde anlaşma sağlanamaması sonucu toplantıyı bir başka tarihe ertelediklerini açıklayarak suç işlemeye devam etmektedirler. Bu konuda da tüm sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunulması da dâhil olmak üzere bir seferberlik başlattık. Sendikal örgütlenmenin tamamen yok olmaması için, sendikaların örgütlenmesine, işçilerin sendikalara üye olmasına engel olan %10 işkolu ile %50+1 işyeri barajlarını savunan; işçilerin noter vasıtasıyla üye olma zorunluluğunu kaldırmayan; SGK’daki kayıtlı sigortalıların sayıları ile gerçek sendikalı işçi sayısına göre istatistikleri daha

önce eksik açıklayan; 2010 ve 2011 yılı istatistikleri hiç açıklamayan; yaklaşık 3,5 milyon olan sendikalı sayısının 650-700 bine düşmesine neden olan, Çalışma Bakanı Ö. Dinçer, Türk-İş Başkanı M. Kumlu, Hak-İş Başkanı S. Uslu, DİSK Başkanı S. Çelebi ile TİSK Başkanı T. Kutadgobilik hakkında, yakalanarak cezalandırılması için, 4 Şubat günü Bursa Cumhuriyet Baş Savcılığı vasıtasıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na 2011/193 Kayıt Numarası’yla suç duyurusunda bulunduk. Sendikal barajların ve noter masraflarının kalkması için başlattığımız bu hukuki mücadelemize, emekten yana olan yurttaşlarımızı destek vermeye çağırıyoruz.

Sınıf sendikalarının gelişmesinin önünü tıkayan en büyük engellerden biri de işkolu barajı. Konuyla ilgili olarak yürüttüğünüz çalışmaları ana hatlarıyla aktarabilir misiniz? 2000 yılından bu yana %10 işkolu barajını aşamayan sendikalara yetki veren hükümet ve Çalışma Bakanlarıyla, %10 işkolu barajlarını savunan sendika konfederasyonu yöneticileri, 80 öncesi 44 milyon nüfuslu ülkemizde yaklaşık 3,5 milyon sendika üyesi varken, bugün 74 milyona yaklaşan nüfus karşısında sendikalı sayısının 650700 bine düşmesine neden oldular. Türk Ceza Kanunu’nda 21.07.2004 tarihinde yapılan değişiklikle, TCK’nun 118. Maddesi ile sendikaların örgütlenmesine, işçilerin sendikalara üye olmasına engel olmak suç sayılarak, bu suçu işleyenler hakkında 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası getirilmiştir. Sendikal örgütlenmenin önüne baraj engelinin konulması TCK’ya göre suçtur. Barajları kaldırmayanlar suç işlemektedir. İşçi ve işveren örgütleri temsilcileri, en son Çalışma Bakanı Ömer Dinçer başkanlığında yaptıkları toplantıda, Türk-İş yöneticilerinin öne sürdüğü %1, DİSK, Hak-İş ve

BATİS ve BAMİS'ten Asgari Ücret Davası

"İnsanca Yaşamaya Yetecek Asgari Ücret!"

BATİS ve BAMİS, açlık sınırının altında kalan asgari ücretin, kamuda en alt kademede çalışan hizmetli bir memur için Ocak ayından itibaren geçerli olan 1.460 TL seviyesine çekilmesi için dava açtı. 27 Ocak Perşembe günü öğlen saatlerinde Bursa Adliyesi önünde bir araya gelen sendika üyeleri, "Her Çalışana Eşit Asgari İstiyoruz" yazılı bir pankart açtı. İşçiler adına basın açıklamasını BATİS Genel Başkanı Metin Burak yaptı. Burak açıklamasında, "emeğimizin karşılığını almak için, işçileri, işsizleri ve yoksulları BATİS-BAMİS saflarında mücadele etmeye çağırıyoruz " dedi. Açıklamanın ardından Bursa 6. İş Mahkemesi'ne dava açıldı.

Sendikal Barajlar İçin Suç Duyurusu

BATİS ve BAMİS üyeleri, sendikal örgütlenme önündeki baraj engeliyle ilgili olarak da 4 Şubat Cuma günü saat 13.30’da, Bursa Cumhuriyet Baş Savcılığı aracılığıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu. Bursa Adliyesi önünde bir araya gelen sendika üyeleri, suç duyurusunun ardından yaptıkları basın açıklamasıyla suç duyurusunun içeriğini kamuoyuyla paylaştı.

11


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

GÜVENCESİZLER “ÖRGÜTLENMEYİ” TARTIŞTI 15-16

Ocak Tarihlerinde İstanbul’da Güvencesiz Çalışanların Sorunları ve Örgütlenme Perspektifleri konulu ‘Güvencesizler Forumu’ gerçekleştirildi. Yeni liberal politikalar sonucu çalışma yaşamının iyiden iyiye esnekleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi, işçi sınıfının çeşitli biçimlerde parçalanması saldırılarına karşı

Ev işçisi kadınlardan, göçmen işçilere, kamudaki güvencesiz çalıştırmadan merdiven altı işyerlerine kadar pek çok güvencesiz çalışma alanındaki örgütlenme sorunları tartışıldı. İşkolu sendikacılığının bu alanlardaki sınırlılıkları tespit edildi. Ara örgütlenme formları ve sendikalar ilişkisi değerlendirildi. Bu koşullar altında nasıl bir sınıf örgütüne ihtiyaç olduğuna dair belirlenimler yapıldı. 12

‘güvencesiz alan’da örgütlenme çabası sürdüren BATİS’in de aralarında yer aldığı çeşitli sınıf örgütlerinin ortak çağrısıyla gerçekleştirildi etkinlik. Uzun süren hazırlık çalışmalarının ardından ilk gün atölye çalışmaları yapıldı. İşsizlerin ve güvencesizlerin örgütlenme sorunlarının ve çözüm önerilerinin ağırlıklı görüşüldüğü atölyelerde altı başlıkta tartışmalar yürütüldü, deneyimler paylaşıldı. “Değişen emek süreçlerinde güvencesiz çalışanlar, işsizler benzerlikler/farklılıklar”, “İşkolu sendikacılığının güvencesiz alandaki deneyimleri ve açmazları”, “Güvencesizler forumu göçmenler atölyesi: sorunlar, eğilimler”, “Kadın emeği ve kadın çalışanların örgütlenme pratikleri”, “Örgütlenme biçimlerinin olanak ve sınırları: işkolu ve işyeri sendikacılığı, dernek, kooperatif, merkezi sendika”, “Nasıl bir sınıf örgütü?” başlıkları altında yürütülen

atölye çalışmalarında ev işçisi kadınlardan, göçmen işçilere, kamudaki güvencesiz çalıştırmadan merdiven altı işyerlerine kadar pek çok güvencesiz çalışma alanındaki örgütlenme sorunları tartışıldı. İşkolu sendikacılığının bu alanlardaki sınırlılıkları tespit edildi. Ara örgütlenme formları ve sendikalar ilişkisi değerlendirildi. Bu koşullar altında nasıl bir sınıf örgütüne ihtiyaç olduğuna dair belirlenimler yapıldı. Birinci günün sonunda bütün atölyeler oluşturdukları raporlarla tartışma ve vurgu noktalarını belirleyerek ertesi günkü foruma sundular. 16 Ocak günü yaklaşık 200250 kişinin katılımıyla TMMOB salonunda gerçekleştirilen forum çağrıcılar adına yapılan kısa bir süreç bilgilendirmesi ve atölye raporlarının sunumuyla başladı. Sabah 10.30’dan 17.30’da kadar deneyim aktarımı, sorunların paylaşımı ve çözüm önerilerinin tartışılması şeklinde süren forumun temel sorusu “Nasıl bir sınıf örgütlenmesi?” idi. “Güvenceli” çalışma mantığı üzerine oturan ve işkolu bazında örgütlenen sendikal anlayışın sınırlılıklarını aşan, farklılıkları zenginlik olarak barındırabilecek, işsizleri de örgütleme perspektifine sahip olan, fiili meşru mücadele alanında kendisini inşa edecek bir “emek odağına” ihtiyaç olduğu hemen hemen bütün katılımcılarca dile getirildi. Böylesi bir odağın nasıl bir şey olacağı ve hangi aşamalardan geçilerek inşa edileceği daha fazla tartışmaya ve belki deneyim biriktirmeye muhtaç olsa da forum, bu irtibatın sürdürülmesi konusunda bir kararlılıkla sonlandırıldı. Çağrıcıların önemli bir kesiminin imzaladığı bir tebliğ ise daha geniş kesimlere ulaştırılma hedefiyle birlikte katılımcılara sunuldu.

Güvencesizler forumuna Sunulan Tebliğ:

Her türlü güvencesizleştirmeye karşı sigortasız, sendikasız, esnek çalışmayı önlemeyi hedefleyen, İşsizliğe karşı mevcut işlerin, ücretler düşürülmeksizin, çalışabilir nüfusa pay edilmesini ve iş saatlerinin düşürülerek herkese iş verilmesini amansızca savunan, Her işçinin çalıştığı kayıtlı, kayıtsız, işkolu ve işyeri barajına bakmaksızın, toplu sözleşme hakkından yararlanması ve böyle bir sendika yaratmanın önünde yasal ve fiili engellerin kaldırılmasını amaçlayan, İşçi sınıfı içinde; ücret, cinsiyet, ırk-etnisite, din, yöre, kıdem, kültür ve vatandaşlık farkları üzerinden yaratılabilecek her türlü ayrımcılığa karşı uyanık ve tavizsiz bir mücadele yürüten, Üyelerin aidatını elden ödediği, temsil gerekli olduğunda seçilenlerin her an geri çağrılabildiği, işçiyi örgütüne yabancılaştıran her türden bürokratlaşmanın demokratik ve yatay bir işleyişle önlenebileceği, Bir tek işsiz, bir tek sigortasız, bir tek sendikasız işçi ve sendikasız işyeri kalmamasına bağlı olarak, kendi varlığına son vermeyi hedefleyen, İşsizler ve Güvencesiz Çalışanların Kurucu Sendikal Odağını Yaratmak İçin Bir Araya Gelelim İmzalayan Kurumlar; Yeni Demokratik Sendikal Birlik (YDSB), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Hakları Derneği (Çalış-Der), Göçmen İşçiler Dayanışma Ağı, Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (İst. 1 nolu Şube), Devrimci Sendikal Birlik, İmece Kadın Dayanışma Derneği, Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS), İmece Gündelikçi Kadınlar Birliği, Dayanışma Evleri, Sosyal Haklar Derneği, Katılımcı Sendikal İnisiyatif (KSİ), Ev İşçileri Dayanışma Sendikası Girişimi İmzalayan Kişiler; Zafer Dize, Alaadin Kesim, Kamil Dalga, Gaye Yılmaz, Demet Dinler, Belgin Kesim, Firdevs Can, Tolga Tören, Filiz Arslan, Mahmut Fidan, Ferda Köymen, Ayla Baran, Vehbi Özer, Suat Yalçın, Hasan Erzincan, Perihan Uluğ, Selma Karaman, Berrin Yenice, Cevher Tosun, İsmail Kızılçay


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

KONGREYE GİDERKEN KESK’TE NE YAPALIM? KESK

kurulduğu günden bu yana en etkisiz, en silik yılını neyse ki tamamladı. 25 Kasım 2008’de gerçekleştirilen “grev”, alanlara çıkan emekçi sayısı itibariyle başarılı gibi görünmüş olsa da KESK’in örgütlü inisiyatifinden ziyade politik konjonktürden (ve AKP’ye dönük tepkiden) beslenerek gerçekleştiği için örgüte dönük bir katkı sağlayamadı. 2009 yılında ise TEKEL Direnişi’nin açtığı muazzam alana rağmen KESK’teki atalet aşılamadı. Görünürde TEKEL’le dayanışma eylemlerine sadece KESK ciddi destek vermiş gibi olsa da bu eylemlerin hiçbirinde 25 Kasım seviyesine ulaşan bir performans sergilenemedi. 2009’da yaşanan dağınıklığın belki de en önemli sebebine biz tabii ki çok sonradan vakıf olabildik. Fakat 2010 toplu görüşmelerinde Sami Evren tarafından yapılan “açılım”, yaşanan sıkıntılı tablonun dibe vurduğu anın en açık tezahürü olmuştur. Son dönemde yaşadıklarımız içinde belki skandal deyimini hak edecek en acı hadise “grevsiz toplu sözleşme” yutturmacasının böylesine fütursuzca takdis edilmesi olmuştur. Referandum sürecinde sol içinde yaşanan çatallanmanın en şiddetli biçimde KESK yönetimini sarsması ve taciz skandalı ise örgütü bütünüyle paralize etmiştir. Zaten yoğun rekabetin tahrip ettiği ilişkiler yaşanan şoklarla birlikte tam bir düşmanlaşmaya dönüşmüştür. Kendilerini KESK’in temel bileşenleri olarak gören siyasi grupların katlanamadıkları bir şey var. Muhalefette kalmak. Geçtiğimiz kongrede yaşanan sonuç üzere muhalefette kalan gruplar 3 yıllık faaliyetlerini örgütü kilitlemek, tüm toplantıları genelde anlamsız tartışmalarla karar alamaz hale getirmek ve örgütlenme çalışmalarına uzak durmak biçiminde yürüttüler. Böylesi bir iç kargaşanın örgütü zafiyete uğratan en önemli etken olduğunu söylersek abartmış olmayız. “Ana dinamiklerin temsilini, normalleşme” olarak gören anlayışların ürettiği “Genel

merkeze giden bileşenler şube yönetimlerini de oluştursun” önermesinin dışlayıcı içeriğinin örgütteki yabancılaştırma etkisini izah etmeye gerek yok. Bu anlayış bir kast sistemi anlayışıdır. Grupların “örgütü yönetmeye yazgılılar ve yönetemezler” şeklinde kastlara ayıran bir bilinçle hareket etmesinin güncel bir politik tespitten kaynaklanmadığı açıktır. Personel Reformunun kapıda olduğu, iş güvencemizin hiç olmadığı kadar tehdit altına alındığı, toplu sözleşme yasasıyla belki de hepimizin fiilen Memur-Sen’li olmaya zorlanacağı bir döneme girilirken çok daha kapsayıcı olmak gerekmez miydi? Bugün sosyalist kadroları gerçekten heyecanlandırması gereken konu KESK’i kimin yöneteceği değildir. KESK’i çevreleyen sorunlar, yönetim bileşiminin değişmesi ile çözülecek sorunlar değildir. Sorunlar yapısaldır. KESK’ i kuran atmosfer, Bahar Eylemleri ve 12 Eylül’den çıkış ruh haliydi. Sendikanın dönüştürücü etkisine güvenen kitleler, o ruh hali ile kuruluşa omuz verdiler. Solun tasfiyesinin bugünkü boyutlara ulaşmamış olduğu dönemlerde de görece diri kadrolar dönemin yükünü omuzlayabildiler. Bugün bu iki etken açısından da büyük geri çekilmeler söz konusudur. TEKEL Direnişi’nin KESK içerisinde neredeyse hiçbir dalga yaratamaması ve oldukça belirgin bir ataletle izlenmesi ( Sakarya’daki en cansız çadırın KESK çadırı olması tesadüfle açıklanabilir mi?) gelinen noktayı göstermiştir. Gelinen noktadan ciddi bir kaygı duymadan, kökten çözüm önerileri ortaya koyamadan “yönetim sende bende” tartışmaları ile bir dönemi daha kaybedecek miyiz? Görünen o ki öyle yapılacak. EMEP-ÖDP ekseni, kongrelere gidilirken referandum sürecindeki tartışmaları diri tutmaya çalışarak, “Kürtler her yeri ele geçiriyor” endişesini kaşıyarak bir zemin tutmaya çalışıyorlar. CHP’ye yakın taban üzerinden bir delege ağırlığı yarat-

maya gayret ediyorlar. Bu ittifak, ikna edebilirse temsiliyeti sınırlanmış bir Yurtsever grupla birlikte yönetimleri paylaşabilir. Fakat bu durum KESK için ne anlam ifade edecektir? Dahası böylesi bir bileşimle KESK’in birikmiş sorunlarını çözecek bir irade inşa edilebilir mi? KESK, kendi içinde bir kolektivizm havası yaratamadan önündeki sorunlarla başa çıkabileceği bir enerji üretemez. Sınıf hareketinin önemli bir merkezi olan KESK’in içindeki bulunduğu sıkıntılı süreçten çıkabilmesi, sınıf hareketinin yeni bir çıkış yaratabilmesi ile mümkündür ancak. KESK, böylesi bir çıkışın yaratılmasında nasıl bir rol oynayabilir? Kendi hantal yapısını aşacak, öncelikle kamu sektöründe kadrolular dışındaki kesimleri örgütleyebilen, sonrasında da sınıf hareketinin uç veren tomurcukları ile harmanlanmaya kendisini açabilen bir özne haline dönüşebilir mi? Kongre sürecinin şu ana kadarki kısmında hiç de böylesi bir tartışmaya tanık olmadık. Sendikanın nasıl ayağa kaldırılabileceği ile ilgili tek bir inandırıcı, uğruna gece gündüz çalışarak sonuçları sınanabilecek bir model ortaya konamamaktadır. Var olan siyasi gruplar, kendileri iktidar olduğunda neyi daha iyi yapacaklarını hiçbir şekilde ortaya koymuyorlar. Onlar işlerin son birkaç yıldır gittiği gibi gideceğini düşünüyorlar. Oysaki tablo bu minvalde değildir. Kamu Personel Reformu ve yakında gündeme gelecek Toplu Sözleşme Yasası, rutin günler alışkanlıklarımızı değişmeye zorlayacaktır. Böylesi bir dönemin dayattığı görevler ancak sağlıklı bir yeniden yapılanma ile karşılanabilir. Bu yeniden yapılanmanın temel adımları şöyle olabilir. 1- Tek bir enerjiyi bile yabancılaştırmayacak bir Nispi Temsil sistemi. Temsilci kurullarının karar alma organı haline gelmesi. Yönetim Kurullarının yürütme görevini üstlenmesi. Yerel yönetim odaklarının oluşturulması.

Delegelik sistemi yerine tüm üyelerin oy kullanabileceği bir düzene geçilmesi. 2- Tabanda tüm işçilerin kamu, özel, işsiz, taşeron, sözleşmeli, güvencesiz ayrımı yapılmaksızın Ortak Emek Meclisleri oluşturulması. Bu meclislerin örgütlenmesinde sendikanın bilfiil işin içinde olarak destek vermesi. Bu meclislerin adım adım sınıfın yeni döneminin kurucu öznesi haline taşınması. Sınıfın tüm imkânlarını birleştirerek, öncülerini yaratacağı sürecin örgütlenmesi. 3- Sendikanın her bir şubesine bir avukat atanması. Hukuki destek konusunda oluşan tüm boşlukların kesinkes giderilmesi. Sendikanın üyelerine dayanışma sunabileceği mekanizmalarını zenginleştirmesi. Sendikanın çalışanların yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasında ilk akla gelecek odak haline getirilmesi. 4- Kadın sekreterlerinin kadınlar tarafından seçilmesinin bir ilke haline getirilmesi. 5- Özellikle Eğitim-Sen’e düşen bir görev olarak da alternatif bir eğitim anlayışı geliştirilmesi ve düzenin eğitim anlayışına karşı mücadelenin de kapsanması. Bizce KESK’in yeniden diri bir sendikal odak haline gelebilmesi için soyunulacak böylesi görevlerin altından bürokratik, 4688’ci bir kafayla kesinlikle kalkılamaz. Enerjisi olanların dışlanması, yabancılaştırılması şu anda en fazla sakınılması gereken durumdur. Dolayısıyla liste pazarlıkları yerine nispi temsile göre davranılarak, gerçekten açık kafalı, enerji sahibi, bürokratlaşmamış, sınıf eksenli düşünebilen, memurlaşmamış kadroların yönetime taşınacağı bir sonuç yaratılmalıdır ki kongrelerde de “nasıl yeniden ayağa kalkarız? Yeniden bir mücadele örgütü oluruz” sorusunun cevabı aranabilirsin.

13


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

GÜVENCE SİZSİNİZ Sevgi EVREN

Y

eniden karanlık çağa dönülüyor. Çalışma yaşı düşüyor. Çalışma saatleri uzuyor. Ağır iş ayrımı kalkıyor. Ücretler çok düşük, asgari ücret ev kirası kadar yok. Barınma hakkı ortadan kalkıyor, konutlar asgari koşulları taşımıyor, ya yağmurda göl oluyor ya

16 saat çalışmak zorundasın, çünkü işsiz kalırsın… Emniyet halatı olmadan, baret olmadan gemiye tırmanmak zorundasın, yoksa işsiz kalırsın… Sigorta isteme, işsiz kalırsın… İtiraz etme işsiz kalırsın… İşsizlik korkusu emekçileri uzun çalışma saatlerine, iş güvenliğinden yoksun işyerlerine, örgütsüzlüğe, güvencesizliğe mahkûm ediyor.

14

depremde un. İşsizlik kocaman bir kartopu, emeklilik yaşı 65’i buldu ama 35’den sonra kimse iş bulamıyor. İşi olanlar artık “şükredemiyor” bile, her an tehdit altında, patronlar o kadar şımardı ki onlara kimse dur diyemiyor. Karanlık iyiden iyiye bastırıyor. Ortaçağ yangınında yanan kadın işçilerin, göçüklerde can veren madencilerin, iş bulamadığı için intihar eden öğretmenlerin ruhları aramızda geziniyor: Uyan! İşin yaşamındır!

İş Yaşamında “Güvence” Ne Demektir? Ortalama 70 yıllık ömrümüzde kendimizi en güvencede sayacağımız anlar herhalde anne karnında geçirdiğimiz zamandır. Hayata adım attığımız andan itibaren kıyasıya bir yarışın içinde okullarda, fabrikalarda, mahallemizde büyük çoğunluk olarak hep bir yoksullukla, hep bir yoksunlukla sınanarak “az imkânları” paylaşmaya çalışıyoruz. Bu arada “çok imkânlar” bir grup azınlığın kullanımında çoğu zaman israf oluyor. Üreten ve o “çok imkânları” yaratan emek-

çiler olarak mevcut haklarımızın her geçen gün elimizden alınmaya çalışıldığı bir düzende yaşıyoruz. Esnek çalışma, taşeronlaşma, sigortasız sendikasız çalışmanın yaygınlaşmasıyla artık çalışanların hemen de büyük kısmı güvencesiz. İşçiler (kamu kurumlarında çalışan taşeron işçileri, sigortasızsendikasız-merdiven altı çalıştırılanlar, gündelikçiler, ev eksenli çalışanlar vs), memurlar (öğretmenler, sağlıkçılar, 4-C’liler vs), emekliler toplumun hemen her kesimi tam bir belirsizlik içinde her an işsiz-aşsız kalma endişesiyle kölece çalışma-yaşama koşullarına razı oluyor.

nekleri üzerinden uluslararası pazarı olan MARKALAR bu yöntemi tercih etmekte ve üretim zincirinde işçiye karşı hiçbir sorumluluk yüklenmemektedir) = “Kendi namına çalışıyormuş gibi göstererek” düzenlenen kişisel iş sözleşmeleri (yasal boşluklardan yararlanarak asgari ücrete çalışan işçileri birer müteahhit gibi göstererek, iş kazası, sosyal güvenlik gibi sorumluluklarından kaçmak için işverenlerin çok sıklıkla başvurdukları yöntemdir)

Güvencesizlik kavramı çok geniş bir kesimi içine alıyor. Ama yine de yaşadığımız güvencesiz çalışma biçimlerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

= Kötü niyetli deneme süreleri (Belirlenen deneme süresinin sonunda işçiyi hiçbir hak tanımadan işten çıkarabilme yetkisi veren sözleşme maddeleri vs)

= Kayıtsız sigortasız çalıştırma

= Çağrı üzerine, günlük çalışma

= Geçici iş sözleşmeleri ile çalıştırma

= Yasadışı ya da gönüllü olmayan part time çalıştırma

(Burada işveren belirli ya da sınırlı sözleşmelerle ya da amaçlarla işçiyi işe almakta ve sürenin sonunda ya da amacın gerçekleşmesinin ardından hiçbir sorumluluk taşımadan işten atabilmekte.)

= Eve iş verme

= Özel istihdam büroları, ajansları ya da işçi simsarları yoluyla çalıştırılma (Organize sanayi bölgesindeki büyük sermayeli şirketlerin işçilerinin kâğıt üzerindeki A Güvenlik Ltd Şti üzerinden işe alınmasından tutun da, temizlik firmalarının her gün bambaşka çalışma koşullarında görevlendirdiği gündelikçilere, tekstilde günlük yevmiye ile işe götürülen sigortasız işçileri organize eden aracılara kadar çok geniş bir sömürü alanı) = Dışarıya iş verme ve bu şekilde sözleşme yapılmasını sağlama (Özellikle tekstil alanında yaygın olan fason üretim ör-

Ve daha birçok yöntem her geçen gün sıradan işçi-işveren ilişkisinin yerine geçerek yaygınlaşıyor, kurulan her ilişkide yeniden tanımlanıyor. İşçinin muhatabı belirsizleşirken işverenler birçok sorumluluktan kurtuluyor. Güvencesiz çalışma koşullarından en çok etkilenenler genç işçiler, kadın işçiler, vasıfsız işçiler ve göçmen işçiler. Halen genç işçileri asgari ücretin altında çalıştıran işletmeler var. Kadın işçiler yangında ilk çıkarılacak işçiler oluyor. Hamile kalan işçiler doğum iznine 2 gün kala kapı dışarı ediliyor. Göçmen işçiler bırakın sigortayı, yatacak yer, yiyecek ekmek karşılığında köle gibi çalıştırılıyor. Patronlar güvencesiz işçilere karşı sosyal yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınıyorlar. Sosyal sigorta ve emeklilik, annelik ödemeleri ve aile desteği ödemeleri,


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

fazla mesai ödemeleri, izinler, iş güvenliği ve işçi sağlığı önlemleri patronların artık hiç dertleri değil. Geleceğe olan umutsuzluğu katmerlendiren ve birbirine güveni tamamen ortadan kaldıran bu güvencesiz çalışma biçimleriyle işçiler birbirinin düşmanı haline getiriliyor. Güvencesiz çalışan işçilerin çoğunun ücretleri kadrolu işçilere oranla daha düşük. Bu sebeple kadrolu bir işçinin örgütlenme çalışmasına katılmasının ya da işten atılan bir işçi arkadaşına destek olmasının da önü kesiliyor. Örneğin öğretmenler arasında yaygılaşmaya başlayan bu ayrım nedeniyle kadrolu öğretmenler, ücretli öğretmenlerle aynı odayı kullanmak istemediğini açıklıyor.

Güvencesizlik Nasıl Kural Haline Geldi? = İşsizlik rakamları, kem gözlere şirin görünmek isteyen resmi verilerde bile azalmayan artan seyriyle güvencesizliği neredeyse kurallaştırıyor. 16 saat çalışmak zorundasın, çünkü işsiz kalırsın. İş sözleşmelerini imzalamalısın, yoksa işsiz kalırsın. Emniyet halatı olmadan, baret olmadan gemiye tırmanmak zorundasın, yoksa işsiz kalırsın. Sigorta isteme, işsiz kalırsın. İtiraz etme işsiz kalırsın. İşsizlik korkusu emekçileri uzun çalışma saatlerine, iş güvenliğinden yoksun işyerlerine, örgütsüzlüğe, güvencesizliğe mahkûm ediyor. = Söz patronların ağzından bir kere çıkıyor. Her dediklerini yapıyorlar. 5-6 yıldır işyerlerinde ücretlere zam verilmiyor. Asgari ücret belirleme komisyonu işverenlerin insan kaynakları departmanı gibi çalışıyor. = Mevcut yasalar AB reformlarıyla makyajlanmaya çalışılsa da boyalar çabuk akıyor. İş yasasında 2003 yılında yapılan değişiklikle getirilen İŞ GÜVENCESİ işverenlerin talebiyle tehdide dönüşüyor. İşten atılan işçiye dava açma hakkı veriliyor. İşçi dava açıyor. Ortalama 2 yıl süren yargılama sonunda davayı kazanıyor ama

onu işe alıp almama yetkisi işverene veriliyor. İşveren işe iade davasını kazanan işçiyi işe geri almıyor. İşçi işine geri dönemiyor. = Örgütlenmenin önündeki engeller her geçen daha da artıyor. Mevcut sendikalar yasası güvencesiz çalışanları kapsamıyor. En büyük memur sendikası güvencesiz çalıştırılan öğretmenleri örgütlemiyor. Sigortasız, kayıtsız, çalışan işçiler zaten sarı sendikaları ilgilendirmiyor. Güvencesizleri örgütlemeyi hedef alan bağımsız sendikaların sendikalar yasasına göre toplu iş sözleşmesi yapma yetkileri yok. Devrimci sendikalara üye olan işçiler yaka paça işten atılıyor. Sözde anayasal güvece altına alınmış olan örgütlenme hakkı işçiler için kuru gürültüden başka bir anlam ifade etmiyor.

Güvencesiz Çalışmak Kaderimiz Değil Oysa iş yaşamında güvencenin yolu örgütlenmeden geçiyor. Güvencede değiliz, çünkü örgütsüzüz, yalnızız, yarından umutsuzuz. Oysa sermeye sahipleri, sendikaları, dernekleri, odaları, borsaları ile örgütlüler. Emek sahipleri ise aynı cehennemi yaşarken, aynı karanlığa doğru itilirken yalnızlar. Aynı menfaatlerle hareket etmesi gerekirken düşmanmış gibi birbirlerinden kaçıyorlar. Ve bunu bir kader gibi kabul ederek, itiraz etme haklarını, grev yapma haklarını, isyan etme haklarını unutuyorlar. Minibüste cüzdanı çalındığında hırsızı linç ederken, cebinden emeğini, ekmeğini çalan patronlara ve düzenin egemenlerine ses etmiyorlar. Haklarımızı bilmek ve ona sahip çıkmak örgütlenmenin ilk adımıdır. İş’imiz bizim. İşten atıldığımızda, hakkımız yendiğinde bunu bir kader gibi kabul etmek yerine işimize sahip çıkmalıyız. Güvencesizliğin, örgütsüzlüğün dayatıldığı düzeni kabul etmeden, bulunduğumuz her yerde işimize, ekmeğimize sahip çıkarsak insanca çalışacak iş, insanca yaşayacak ücrete sahip olabiliriz. Bu yüzden güvence biziz.

Örma Tekstil yine saldırdı!

Sendika hakkımız engellenemez!

7 Şubat günü saat 7.30’da İstanbul Esenyurt’ta Kurulu bulunan Örma Tekstil Sanayi ve Tic. Aş. (Örma 1) önünde işçileri bilgilendirmek üzere BATİS bültenleri dağıtan sendika aktivistlerine, Örma güvenliği ve yetkilileri saldırarak BATİS üyelerini engellemek istedi. Örma Tekstil; Örma 1 ve Örma 2 çatısı altında yaklaşık 20 taşeron firma ile H&M gibi dünyaca ünlü markalara çalışmaktadır.Bundan 2 yıl önce Örma Tekstil adresinde Gizem Tekstil adı altında faal olan taşeron firma 180 işçisini sokağa atmış, Örma Tekstil işçilerin kendisine ait olmadığını iddia etmişti. BATİS’e başvuran işten atılan işçilerle fiili eylem ve hukuki mücadele başlatılmış, 2 yıl süren mücadelenin ardından Örma Tekstil’in asıl işveren olduğunu iş mahkemelerince de kabul edilmiş, Bakırköy İş Mahkemesi tarafından taşeron kadar Örma Tekstil de işçilerden sorumlu tayin edilmişti. Mücadele eden işçinin kazandığını işçilere anlatmak ve taşeron sistemine son vermek üzere çağrı yapan BATİS üyeleri Örma Tekstil yetkilileri tarafından ilki 26 Ocak ve ikincisi 7 Şubat tarihinde olmak üzere 2 kez saldırıya uğradı.

15


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

Y Mehmet YILMAZER

akın zamana kadar Ortadoğu’da yeni savaş olasılıkları tartışılıyordu. İran’a bir İsrail saldırısı veya Lübnan üzerinden yapılacak bir savaşla, bölge dengelerinin İran aleyhine zorlanması, bölge haritasına bakılınca en yakın ihtimaller olarak görülüyordu. Savaşlarıyla ünlü Ortadoğu’da beklenmedik gelişmeler oluyor, bölgede bu kez isyan dalga dalga yayılıyor. Sanki bir “bölgesel devrim yaşanıyor”. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Sosyalist Sistemin de etkisiyle önemli bölge ülkelerinde krallıklar devrildi, Arap Sosyalizminin güçlü rüzgârı esti. Bu rüzgâr özellikle Mısır, Suriye ve Irak’ı etkiledi. Ayrıca Filistin Kurtuluş Hareketi’nin mücadelesi de büyük bir hız aldı. Yine bölgede Fransız egemenliğine karşı Cezayir ve Tunus’ta bağımsızlık mücadeleleri yürütüldü. Bu döne-

Ayaklanmalar, Ortadoğu’nun çürümüş ve neredeyse tarih öncesinde kalmış rejimlerine büyük bir uyarıdır. Bu tespitten doğrudan ve kısa zamanda “demokratik” rejimler çıkmaz. Fakat köhnemiş rejimlerin de artık eski yönetim biçimleriyle varlıklarını sürdürmeleri imkânsız hale gelmektedir.

den bir birliğin Enver Sedat’ın bulunduğu tribünlere ateş etmesiyle öldürüldü. Hüsnü Mübarek o günden beri Mısır’ın başkanıdır. Müslüman Kardeşlerin bu eylemi Mısır’da şok yaratsa da, düzen bu şok dalgasını emmeyi ve bastırmayı becerdi. Mısır’ın İsrail politikasında bir değişiklik olmadı. Mübarek, ABD’nin bölgedeki en güvenilir müttefiki olmayı sürdürdü. ABD, 70’lı yılların sonlarına doğru Mısır ile gücünü arttırırken, bölgenin bir başka köşesinde Washington’un hesaplarını boyordu. Bunun en derin yaşandığı ülkelerin başında Mısır ve Suudi Arabistan gelmektedir. Mısır bölgenin en güçlü ülkesidir, orada yaşananlar bölgeyi kaçınılmaz bir şekilde etkiler. Şimdi herkesin sorduğu soru, etkinin hangi yönde olacağıdır?

min en ilginç ve en son gelişmesi Libya’da Kaddafi’nin “yeşil devrimi” ile yaşandı. Bu dalganın önü, 1970’li yılların ikinci yarısında ABD’nin Mısır’da “Sovyet varlığı”nın sonunu getiren girişimleri ile kesilmeye başladı. Siyasal İslam’ın güçlendirildiği, sosyalizme karşı “yeşil hat” projelerinin yaşama geçirildiği yıllar da aynı yıllardır. Ancak İslam’ın güçlendirilmesi her zaman sadece Amerikan politikalarına hizmet etmedi. Enver Sedat, Mısır’ın Sovyetler ile ilişkisini tümüyle kestikten sonra, 70’li yılların sonlarında İsrail ile ilk barış anlaşması imzalayan ve İsrail’i ilk ziyaret eden Arap ülkesi başkanı oldu. Ancak bunun bedelini yaşamıyla ödedi. Bir merasim sırasında ordu için-

16

ORTADOĞU’D ZAM

zan bir devrim patlak vermişti. İran’da 1979 yılındaki “molla devrimi” bölge dengelerinde köklü değişimlerin işaretini veriyordu. Amerika, İran’ı kaybederken, Mısır’da 1981’de Enver Sedat’ın öldürülmesini fazla sorun yaşamadan atlatmıştır. Amerika’ya bu hizmeti 1981’den beri Hüsnü Mübarek veriyor. Ancak İran molla devriminden sonra bölgedeki güç dengelerinde yavaş da olsa ABDİsrail hattı aleyhinde gelişmeler yaşanmaya başladı. 82’de İsrail’in Lübnan’a saldırısına ve daha sonra Irak’ın işgaline rağmen bu gelişme devam etmektedir. Özellikle Mısır’da yaşanan ayaklanma ile bölge, 1980’li yılların başlarındaki gibi yeni bir döneme giriyor. Son otuz yıldır, bölgede ABD eksenindeki ülkelerde kesif bir çürüme yaşanı-

Ayaklanmalar, Ortadoğu’nun çürümüş ve neredeyse tarih öncesinde kalmış rejimlerine büyük bir uyarıdır. Bu tespitten doğrudan ve kısa zamanda “demokratik” rejimler çıkmaz. Fakat köhnemiş rejimlerin de artık eski yönetim biçimleriyle varlıklarını sürdürmeleri imkânsız hale gelmektedir. Bölgede ABD desteği sayesinde, en acımasız rejimler bile on yıllardır ayakta durabilmiştir. Bu tablo ilk darbeyi İran molla devrimi ile yemişti. Mevcut ayaklanmalar bölge dengelerine yapılmış ikinci büyük darbedir. Ancak durum İran devrimi yıllarından oldukça farklıdır. ABD artık dünyada en güçlü ülke değildir. Irak’ın işgali ve son büyük ekonomik krizle birlikte bataklıkta debelenen bir “büyük güç” haline gelmiştir. Dolayısıyla son ayaklanmalar otuz yılın birikimi yanında, önemli ölçüde bölgede Amerika’nın itibar ve güç kaybından hız almaktadır.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

’DA KIYAMET MANI İsyan bölgede henüz radikal sonuçlar doğurmasa da, Mısır’ın bölgedeki politikalarında kaçınılmaz açı farklarına yol açacaktır. Hüsnü Mübarek karşıtlarının siyasal dağılımı ve güç durumu henüz belirsizdir. Bu sivil güçlerin orduya rağmen ne ölçüde politika yapabileceği de belli değildir. Daha doğrusu bütün bunlar yeni bir siyasal mücadele döneminde belirlenecektir. Ayaklanma, Mısır’da ve dolayısıyla bölgede yeni güç dengelerinin oluşması yolunda fitili ateşlemiştir. Bütün bu belirsizlikWashington’un tüm dünyaya dayattığı neoliberal politikalar geri ülkelerde büyük ekonomik ve sosyal yıkımlar yaratmaktadır. Ortadoğu, bu yıkıcı gelişmeden nasibini en ağır şekilde almıştır. Öte yandan, bölgede ayaklanmalar dünya güç dengelerinde önemli kaymaların yaşanmakta olduğu bir süreçte patlak vermektedir. Bu nedenle, belirgin siyasal rengi ve hatta somut hedefi yoktur. Ancak bu durum sadece ayaklanmaların başlangıcı için geçerli olabilir, olaylar aktıkça isyanların rengi de, hedefi de belirginleşecektir. Mısır’daki isyanın hangi yönde ilerleyeceğini henüz bilmiyoruz. Ancak yaşanan olayların değil sadece bölge dengelerinde, dünya güçler dengesinde bile çok büyük etkileri olabilir. Bir an için Mısır’da bir “eksen kayması” hayal edelim, Ortadoğu’da İsrail’in varlığından Suudi Arabistan’ın geleceğine kadar her şey değişmeye gebe hale gelir. Mısır’daki “kıyamet” Ortadoğu’da Amerikan varlığını tehlikeye sokabilecek potansiyele sahip olduğu için, Washington açısından olağanüstü bir öneme sahiptir. Amerika, Mübarek’i değil ama Mısır’ı kaybetmemek için tüm gücünü seferber edecektir. Bu kadarı çok açıktır.

lere rağmen, Mısır’ın Mübarek sonrası dönemi öncesinden farklı olacaktır. Mısır’ın bölgede durduğu yer o kadar hassastır ki, politikasındaki küçük değişimler bile bölgede önemli sonuçlar doğurabilir. Daha doğrusu İsrail ile Arap dünyası arasındaki ilişki bugüne kadar büyük ölçüde Mısır tarafından belirlenmiştir. Bu noktada başlayacak küçük değişimler bile, bölgede büyük kaymaların yolunu açabilir. Bütün bu hassas dengelerden dolayı son gelişmeler sırasında Washington Ankara’ya özel bir ilgi göstermiştir. Ankara’nın en küçük hatası, daha doğrusu Mısır’daki isyanı Gazze’deki gibi desteklemesi her şeyi altüst edebilirdi. Bu nedenle, Washington Ankara’ya sürekli övgü yağdırmış ve aynı zamanda ayar vermiştir.

Türkiye, Mısır isyanı sırasında Amerika’nın söylediklerinden öteye bir tek farklı cümle bile kurmamıştır. Bölgede “düzen kurucu” olmakla övünen Türk dış politikasına Mısır gibi olaylar fazla büyük gelir. Sonuç olarak, son gelişmelerle bölgedeki ABD-İsrail ekseni bir büyük darbe daha yemiştir. Son otuz yıldır ilk büyük darbeyi İran devrimi ile yemişti. Ardından bölgede ABD-İsrail eksenine karşı gelişmeler güçlendi. Hatta Irak işgali yıllarında Türkiye bile bu eksenden kısmen uzaklaşmaya başladı. Mısır ayaklanmasından sonra bölgede ABD-İsrail ekseninin manevra alanı iyice daralacaktır. Bu durum, bölgede yeni bir tarihsel dönemin başlangıcına işaret ediyor; ancak aynı zamanda bu dönem, içinde savaşların da saklı olduğu yüksek gerilimli bir süreç olmaya adaydır.

Ortadoğu güçler dengesinde köklü bir değişim sadece Mısır için değil, dünya için “kıyamet” alametidir. “Kıyamet” antik toplumlarda devrim veya devrim beklentilerine verilen addı. Antik toplumlardan hala derin izler taşıyan Ortadoğu ülkelerinde, postmodern- neoliberalizm, döküldüğünde asidin bir cismi eritip bozması gibi, benzer etkiler yarattı. Ekonomik, sosyal, kültürel tüm yapılar asit etkisiyle eridi, çürüdü, içinden çıkılmaz bulamaca dönüştü. Bu çürümeye karşı bölgede “kıyamet” başlamıştır. Bu “kıyamet”ten sosyal bir devrim çıkıp çıkmayacağını göreceğiz. Ancak hiçbir koşulda “kıyamet” öncesine dönüş olmayacaktır.

Yaşanan olayların değil sadece bölge dengelerinde, dünya güçler dengesinde bile çok büyük etkileri olabilir. Bir an için Mısır’da bir “eksen kayması” hayal edelim, Ortadoğu’da İsrail’in varlığından Suudi Arabistan’ın geleceğine kadar her şey değişmeye gebe hale gelir. Mısır’daki “kıyamet” Ortadoğu’da Amerikan varlığını tehlikeye sokabilecek potansiyele sahip olduğu için, Washington açısından olağanüstü bir öneme sahiptir. Amerika, Mübarek’i değil ama Mısır’ı kaybetmemek için tüm gücünü seferber edecektir. 17


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

Yeni Gerçeklik? M. AKYOL

İşin en yakıcı yönü ise genç kuşakların işsizliği. Bir yanda eğitimini bitirmiş gençler arasında çığ gibi artan işsizlik, bir yanda işverenlerin ‘kalifiye eleman bulamıyoruz’ feryadı. Burada kuşkusuz bir yanlışlık var.

18

B

u yıl Davos’ta toplanan 41. Dünya Ekonomik Forumu’na katılmayan ABD Başkanı Obama, Davos’tan bir kaç gün önce Davos gündemi konusunda şunları söyledi: “İnsanlığın büyük bir kısmı için dünya acı verici bir şekilde değişti, işlerini kaybettiler ve oyunun kurallarının değiştiğini fark ettiler.” Davos’tan “The West isn’t working” adı altında yayın yapan

ABD televizyonu CNBC’nin “batı çalışmıyor” tespiti, ona göre herhalde iki ayrı manada olmalı. Forumu açış konuşmasında WEF Başkanı K. Schwab aynı konuya değindi. “Yeni gerçekliğe uyan ortak değerler” lazımdı. Evet değişen bir şeyler olduğu açık, ama değişen ne? Söz konusu ekonomi olunca ister istemez değişenin 30 yıldır hüküm süren “yeni liberalizm” olduğunu tahmin edebiliriz. Reagan ve Thatcher’in sahneye koyduğu, duvarın yıkılmasıyla bir anda zafer arabasına binen ve kendisini dünyanın tek hâkimi ilan eden bu “yeni liberalizm,” aradan çok kısa bir süre geçmesine rağmen çatırdıyor. İşte ekonomik krizin gölgelediği, dile getirilmeyen asıl değişim bu. Değişimin bir yönüne, yıllar sonra tekrar Davos’a yolu düşen Meral Tamer dikkat çekiyor; “katılımcıların yarıya yakını bildiğimiz beyaz tenli insanlar değil; Çinliler, Hindistanlılar, Afrikalılar hemen göze batıyor”larmış. Üstelik düne kadar Davos’a “yardım dilenmeye” gelenler, bu sefer

kime yardım edeceklerine karar vermek için Davos’talar. Rusya Başkanı Forum’daki açılış konuşmasında bunu açıkça dile getirdi, “bizim kimsenin akıl hocalığına ihtiyacımız yok” diyerek. Ve bu “yeni egemenler,” bildiğimiz “yeni liberalizm” kalıplarına pek sığmıyorlar. Onların “kapitalizmi,” eski egemenlerin deyimi ile daha çok bir “otoriter kapitalizm.”

Yeni Liberalizm Sonrası

İçinde yaşanılan ekonomik krizin çıkış noktasına bakıldığında, yeni liberalizmin neden bu kadar çabuk eskidiğini görmek mümkün. Yeni liberalizm çarkını döndüren üretim değil aşağıdakilerin aleyhine yeniden paylaşımdı, paradan para kazanmaktı. Aşağıdakiler yoksullaştıkça ya gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi borçlanarak yaşamaya başladılar, ya da Üçüncü Dünya’da olduğu gibi açlık sınırının altına düştüler. Borçlar ödenemez duruma gelince mali sistem altüst oldu, ama yıkılmadı. Açlığa itilenlerse şimdi son takatlerini kullanıp isyan kıvılcımı çaktılar. İsyancıların iktidar perspektifleri yok, ama gene de sermaye şimdi diken üstünde oturmakta. Ve “yeni liberalizm sonrası” üzerine ürkekçe de olsa düşünmeye başladılar. Post-Neoliberalizm’in önünde duran sorunlar 30 yıl öncesine göre daha zor görünüyor. Yeni liberalizm, Keynesçi büyüme modelinin iflasının ardından, “işgücünün maliyetini azaltma” ve “üretim için gerekli hammadde ve enerjiyi daha ucuza temin etme” üzerinden yeni bir model anlayışı olarak doğdu. İşgücünün maliyetini düşürmek için iki yol vardı; çalışanların haklarını kırpma veya üretimi işgücünün daha ucuz olduğu bölgelere kaydırma. Ucuz hammadde ve enerji içinse bir yandan Irak’ın işgali gibi “petrol savaşları” yürütüldü, diğer yandan başta Afrika olmak üzere hammadde depoları yeniden sömürgeleştirildi.

İlk çatlaklar da tam bu noktada oluştu; Yeltsin sonrasında Rusya, hammadde kaynaklarına sahip çıkmaya başladı. Putin’nin adıyla anılan bu dönüşe burjuva ekonomistler hemen bir ad buldu; “hammadde milliyetçiliği.” Onlara göre, küresel kapitalist üretim için gerekli hammaddeyi ucuza satmayı kabul etmemek düpedüz “milliyetçilik”ti. Ve Putin, bu görüşe göre “kötü örnek” oldu. Chavez ve Ahmedinejatlar da onun yoluna girdiler, felaketin ilk işaretleri oldular. İkinci çatlaksa üretim için ucuz işgücünün olduğu yerlerde ortaya çıkan gelişmeler oldu. Çin gibi ülkelere yapılan yatırımlar sonucu bu ülkelerin elinde büyük dış ticaret fazlalıkları oluşmaya başladı. Başlangıçta bu devasa sermayeyi ABD kendi mali ihtiyacını karşılamak için kullandı. Ama bir noktaya geldikten sonra artık bu durum “Batı’nın” kontrolünden çıkmaya başladı. Amerikan Doları’nın değeri ile oynamalar ters tepki verdi. İşin başka bir boyutu ise bu ülkelerdeki üretim şartlarında oluşan değişimdi. Bir yandan vahşi kapitalist sömürüye karşı sınıfın pasif direnişi büyürken, diğer yandan bu ülkelerin ihtiyaç duyduğu hammadde ve enerji ihtiyacı artmaya başladı, çevre sorunları arttıkça arttı. Başka bir deyişle “bu gidişin de sonu gelmeye başladı.”

İnsan İşgücünün imhası

Kapitalist metropollerde ucuz emek temin etmek için çalışanların haklarına karşı başlatılan saldırının sonuçlarıysa henüz bir patlama noktasına varmadı. Ancak bu saldırının ilk sonuçları hissedilmeye başladı, işverenler artık çalıştıracak kalifiye eleman bulamamaktan yakınıyorlar. Davos öncesi, PWC danışmanlık firmasının yaptığı bir araştırmaya göre, işverenlerin üçte ikisi kalifiye eleman bulamamaktan şikâyet ediyorlar. Düz mantıkla gidersek, “batılı ülkeler son 30 yılda eğitime ayırdıkları paraları kıstılar, bu


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

nedenle yeterince kalifiye eleman bulamıyorlar” diyebiliriz. Oysa bu, gerçekliğin sadece küçük bir parçası. İşgücünün sürekli bir işsizlikle nasıl imha edildiğini son dört yılın işsizlik rakamları açıkça göstermekte. AB ülkelerinde 2010 sonu itibarıyla işsiz sayısı 23,2 milyona yükseldi. Daha önce Temmuz 1998 de %10,1’e yükselen işsizlik yine %10’lara çıktı. 2010 yılı içinde, AB ülkelerinde GSMH %1,8 artmasına karşın işsizlerin sayısı 430.000 arttı. 25 yaşın altında olanlar arasında ise işsizlik oranı 2010 yılı içinde % 20,1’den % 20,4’e kadar çıktı. İspanya’da bu oran % 43’le en yüksek düzeyde. Onu % 29,1’le İrlanda, %29’la İtalya takip ediyor. Başka bir deyişle “ekonomik krizden çıkıyoruz iddiaları hoş bir seda.” İşin en yakıcı yönü ise genç kuşakların işsizliği. Bir yanda eğitimini bitirmiş gençler arasında çığ gibi artan işsizlik, diğer yanda işverenlerin “kalifiye eleman bulamıyoruz” feryadı. Burada kuşkusuz bir yanlışlık var.

örgütlerin “etkisiz” hale gelmesi ile sendikal hareketin yüzyılı aşkın mücadele sonucu kazandıkları haklar birer birer ellerinden alındı. Taşeronlaştırmadan esnek çalışmaya, çalışma süresinin uzatılmasından ikramiyelerin kısılmasına, emekli-işsizlik haklarının budanmasından işyerlerindeki göz açtırmayan kontrollere kadar her alanda çalışanların nefes alma boruları tıkandı. İşyerlerindeki bu pratik saldırılara “post modern” yaşam tarzını dayatan ideolojik saldırı eşlik etti. Artık “her koyun kendi bacağından asılmaktaydı.” İnsancıl değerler yerlerini giderek bencilliğe bırakmaya başladı, her türlü değer ayaklar altına alınmaya başlandı. Çalışan için çalışmanın değeri silikleşti, anlamsızlaştı, yabancılaşma yeni bir boyut kazandı. Artan işsizliğin baskısını da buna ekleyin ve bu mantaliteden işverenin istediği randımanı bekleyin bekleyebildiğiniz kadar. Yeni liberalizmin bu maddi ve manevi “işgücü kıyımı”ndan sonra şimdi işverenler, “işinin hakkı-

AB de İşsizlik 23.2 Milyon Aralık 07 Aralık 08 Aralık 09 Aralık 2010 Euro ülkeleri (E16)

7.4

8.2

9.9

10.0

AB (E27)

6.9

7.7

9.5

9.6

Almanya

7.9

7.1

7.4

6.6

Fransa

7.8

8.4

9.9

9.7

Yunanistan

8.0

7.9

10.2

12.9

İngiltere

5.1

6.5

7.7

7.8

İrlanda

4.8

8.5

12.9

13.8

İtalya

6.6

6.9

8.4

8.6

Hollanda

3.3

3.1

4.4

4.3

Avusturya

4.0

4.2

4.6

5.0

Polonya

8.3

7.1

9.1

10.0

İspanya

8.8

14.9

19.1

20.2

İşverenlerin asıl sorunu, istedikleri gibi çalışan kalifiye eleman bulamama. Neden? Şimdi dönüp bakalım, çalışanların haklarına saldırı ne sonuçlar doğurdu? Söz konusu saldırıyla ilk hedef çalışanların örgütleri oldu. Başta sendikalar olmak üzere sınıfın tüm örgütleri neredeyse silinme noktasına gelmiş durumda. Bunda kuşkusuz, duvarın yıkılmasının da önemli bir payı var. Çalışanların haklarını koruyacak bu

nı verecek” işgücü bulamamaktan şikâyet ediyorlar. Deyim yerindeyse “kendilerinin yok ettikleri değerlerin, neden bulunmadığını anlayamıyorlar.” Sorulan soruların özünde, imha edilen bu değerlerin yerine nelerin konulabileceği var. Onların, bu değerlerin restorasyonunu düşünmelerini zaten bekleyemeyiz. Bu restorasyon, yalnızca sınıfın sendikal mücadelesi ile kazanılacaktır. Diğer sorunlar bir yana, “dü-

zenin kafasını yoran asıl sorun bu” dersek pek mübalağa etmeyiz. Bugün ekonomik krizin neden çıktığı, krizden çıkışın nasıl olacağı tartışılıyor. En azından görünürdeki tartışmaların ekseninde mali sistem var. Krizi fişekleyenin “mali kriz” olduğu açık. Ama kriz mali sistemle sınırlı değil. Hatta “mali krizin yukarıda belirtilen çatlaklardan çıktığını” söylemek bile mümkün.

Ya Sendikal Hareket?

Yukarıda belirtildi, sendikaların kapitalist metropollerde artık esamesi okunmuyor. Krize karşı önerdikleri tek şey “Keynesçiliğe geri dönüş.” En çok talep edilen ücret artışına gösterilen gerekçeyse eski bir sakızın çiğnenmesi adeta. Çalışanların eline çok para geçerse, çok harcama yaparlar; bunun sonucu üretim artar, işsizlik azalır ve benzeri. “Keynesçi politikaların günümüzde ne kadar uygulanabilir olduğu” sorusununsa cevabı yok. Yol gösterici olması açısından bu sorunun cevabını araştıralım. Bu cevap bize aynı zamanda yeni liberal politikaların sonrasında tutulabilecek mevziler konusunda da ışık tutucu olabilecektir. Keynesçi politikalar esas olarak, “devletin teşviki ile üretimin önünü açmak”tır. Yeni açılan üretim alanları tüketimi kamçılar. Yine devletin desteğiyle sağlıktan eğitime temel ihtiyaçların karşılanmasıyla bir refah toplumu yaratılır. Bu şekilde daha çok insan üretim sürecine katılır, üretilenlerin tüketilmesi, devletin temel ihtiyaçları karşılaması sonucu çalışanların elinde yeterli satın alma gücü kaldığından bir sorun olmaz. Bu çark, devlet giderlerinin -daha doğrusu borçlarınınekonomik büyüme ile yeniden finanse edilmesi ile dönmeye devam eder. 1970’li yıllara geldiğimizde bu büyümenin sınırları görülmeye başlandı. Hem hammadde kaynakları sınırlı idi, hem de çalışanlar tüketime doymaya başladılar. 68 başkaldırısı aslında insanlığın bir “tüketim hayvanı” yapılmak istenmesine isyandı. Bu durumda düzenin önüne iki yol çıktı; ya üretkenliği, yani kâr oranlarını arttıracak yeni üretim organizasyonlarını yaratmak, ya da ucuz

işgücü ve ucuz hammadde ile kârları arttırmak. 70’li yıllar bu iki yolun sınanmasıyla geçti. 80’li yıllardaysa yol seçildi. Ve duvarın yıkılmasıyla iki yol arasındaki tereddüt de sona erdi. Tek hâkim kapitalizm, tek yol yeni liberalizm oldu. Günümüz şartlarındaysa her şeyden önce “sınırlı hammadde kaynakları Keynesçi büyüme yolunu tıkayan ilk engel” durumunda. Tüm değerleri ayaklar altına alınan işgücüyle yeniden Keynesçi çarkı işletmek de pek mümkün görünmemekte. Ufukta görülen ilk ihtimal ise 80’li yıllarda terk edilen ikinci yola geri dönmek, yeni üretim organizasyonlarını yeniden devreye sokmak. Ucuz üretim için üretimi başka ülkelere kaydırmaktan geri dönüş olası bir gelişme. Üretimi yeniden kendi ülkelerinde yapmak zorunda kalacak olanlarınsa zorunlu olarak yeni teknik ve üretim organizasyonlarına ihtiyacı olacağı da kesin. 1980 yıllarında “yalın üretim” adı altında başlayan yeni üretim organizasyonları konusunda sendikalar sessiz kaldı. Bu yeni üretim organizasyonlarının, sendikal örgütlenme için yeni imkânlar yaratacağı akıllara bile gelmedi. Yöntem esasta, “ucuz işgücü yerine üretim maliyetini düşürme” anlamına gelir. Sendikal hareket bu ihtimale karşı daha şimdiden, gerek “çalışma süresini kısaltma,” gerekse de “üretim sürecinde çalışanların söz ve karar sahibi olmaları” taleplerini gündeme getirmelidirler. Buna ek olarak, ürün seçiminde önceliğin kâr değil, insan ihtiyaçlarına cevap verme, üretimin çevreyi tahrip edici sonuçlar vermeyecek şekilde düzenlenmesi, asgari enerji ile üretim yapma kriterleri öne çıkarılmalıdır. Bütün bunların “tahrip edilen işgücünün yeniden restorasyonu” anlamına geleceği, ancak bu şekilde üretimin ihtiyaç duyduğu “kalifiye işgücünün” yeniden sağlanacağı akıldan çıkarılmamalıdır. İkinci bir Çin olma yolunda olduğu iddia edilen Türkiye içinse bu taleplerin birer fantezi olmadığı bu bakış açısı ile değerlendirilmelidir.

19


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

BAY BELGE’NİN SON İCATLARI ÜZERİNE M. SİNAN

En ufak sokak kıpırtısını “askeri göreve çağırıyorlar” diye itibarsızlaştırmaya çalışan Akit-Yeni Şafak çizgisine tez servisini yine kimselere bırakmıyor. Yumurta eylemleri tüm dünyada demokratik hak ama Türkiye’de darbe kışkırtıcılığı, 68 her yerde özgürlükçü ama bizde darbe çağırıcı.

20

AKP,

h e g e m o ny a s ı n ı geliştirirken bir şey daha yapıyor. Ülkenin tarihini yeni baştan yazmaya çalışıyor. İktidar bloğundaki yeniden yapılanmayı okuyabileceğimiz bir diğer alan da bu tarih tartışmaları. Tarih yeniden yazımında en büyük iştahla görev alanlar ise Taraf gazetesi ekseninde toparlanan liberaller. Bunların etrafında her dediklerine inanan, ağızları açık ne dediklerine bakan bir budala kitlesi de oluşmuş olmalı ki zaman zaman gerçekten ne dediklerini bilmez bir şekilde esip gürlüyorlar. Bu işler olurken söz konusu yeniden üretimin ağır topu Murat Belge geçtiğimiz aylarda yazdıkları ile yeni acayiplikler yaratma konusundaki üstün başarısını bir kez daha konuşturdu. Gelecekte Türkiye Solu’nun tarihi biraz daha sağlıklı bir biçimde yazılırken muhakkak ki Murat Belge’ye çok özel bir yer açılması gerekecek. Hep bir şekilde solun yanında, yamacında durmuş ama hiç durmaksızın zarar vermeye, içini oymaya, etkisizleştirmeye, egemenlere öfkeyi yumuşatmaya, pasifleştirmeye çalışan bu zatın örnek bir tarihi şahsiyet, hep çağdaş kalmayı başarmış bir Rasputin olarak yerli yerine oturtulması gerekecek. Bir taraftan neredeyse kendisini günümüzün Hegel’i olarak sunabilecek bir entelektüel birikim edasıyla ortalıkta arzı endam eylemek bir taraftan da içinde sola, devrimciliğe karşı taşıdığı büyük öfkeyle sürekli bir biçimde sola karşı düzenin ideolojik aygıtı rolünü oynamak kolay bir iş değildir. Bay Belge babasının açtığı yoldan, solu iktidarın bir aracı, bir fikir karmaşası, eylemsizlik etiği haline getirme noktasında özellikle AKP iktidarı ve Taraf Gazetesi’nin yayına başlaması ile birlikte büyük bir atılım gerçekleştirdi. Bugün çok

atıp tuttuğu 12 Eylül döneminde solun silinmesi, sivil toplumculuğa dönüşmesi açısından bugünküne benzer bir rolü oynamaya çalıştığını kaç kişi hatırlayacaktır? 12 Eylül faşizminin zulmünün etkisiyle geriye savrulan devrimcileri liberalleştirme görevini etkin bir şekilde becermiştir. Bu rolüyle pek farkında olunmasa da aslında 12 Eylül sonrasında sol kadrolar üzerinde en fazla etkisi olan isim olmuştur. Solun tarihinin yeniden yazılması girişimlerinde gençliğin devrimci önderlerinin itibarsızlaştırılması çok önemli bir hedef olarak ortada duruyor. Zaman zaman işine geldiğinde THKP-C ile bağlantısını hissettirmekten pek hoşlanan Belge, şimdi hiç utanıp sıkılmadan gençliğin 68 ayaklanmasını bir tür darbeye aracılık etmek olarak lanse edebilmek için büyük bir çaba içerisinde. “12 Mart öncesindeki öğrenci hareketinin önemli bir bölümünün son analizde bir askerî darbeye (“sol” bir karakter taşıyacağı umulan) zemin hazırlama amacıyla davrandığı inkâr edilemez.” 12 Mart’ın astığı ya da katlettiği devrimci önderlerin darbeci olarak gösterilmeye çalışılması, genç devrimci adaylarının karşısında itibarsızlaştırılmaya çalışılması sanılmasın ki salt iyi niyetli bir ideolojik tartışmanın bir noktasında söylenen bir sözdür. M. Belge’nin ana tezi her zaman devrimciliğe karşı olmuştur. 70’lerin en hareketli günlerinde Türkiye soluna Althusserci bir platformdan öznesizliği, iradesizliği ve sükûneti vaaz etmiştir. 80 sonrasında bozguna uğrayan sola sivil toplumculuk cennetini işaret etmiştir. Fakat tabi dibin dibi bulunmamaktadır. Solun likidasyonu ilerledikçe M. Belge’nin yaratıcılığı da akıllara ziyan noktalara doğru taşınmaktadır. En ufak sokak kıpırtısını

“askeri göreve çağırıyorlar” diye itibarsızlaştırmaya çalışan AkitYeni Şafak çizgisine tez servisini yine kimselere bırakmıyor. Yumurta eylemleri tüm dünyada demokratik hak ama Türkiye’de darbe kışkırtıcılığı, 68 her yerde özgürlükçü ama bizde darbe çağırıcı. Belge’nin itibarsızlaştırma çabaları sadece gençlik liderleri ile sınırlı değildir. Onların akıl hocaları esas suçlanması gerekenlerdir. “Böyle olması, Türkiye’deki ’68 gençliğinin kendi buluşu sonucu değildi. Bu gençlerin “feyz almak” için baktıkları daha yaşlı kuşağın “sosyalist” olarak tanınan aydınlarının onlara gösterdiği yöndü bu.” Böylece Kıvılcımlı başta olmak üzere dönemin tüm zorluklarını, yalnızlıklarını aşarak genç kuşaklara ulaşabilmiş, devrimci fikirlerle buluşabilmelerini sağlamış “en eski sosyalistler” de darbecilik çuvalına dolduruverilir. Bütün darbelerin sorumlusu soldur, solculardır, devrimcilerdir. Ama bu darbeler neden hep sola saldırmıştır da bugün bizim Belge’nin


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

ve şürekâsının pek hayran olduğu AKP’nin atalarının önü hep açılmıştır? Bunlar “darbeci”, “Ergenekoncu” kafaların ürettiği sorulardır. 68’in solcuları aslında enternasyonalist olan bir sosyalist hareketi almışlar ulusal bir zemine çekmişler. “’68 dünyada genç kuşaklara ‘yeni bir dünya’nın müm-

kün olduğunu gösterdi, demiştim. Türkiye’de bir bakıma bunun tersi oldu, çünkü hareket büyük ölçüde “bilinen” hedeflere yöneldi. Çünkü değindiğim o kuşağın “yol gösteren” kişilikleri temelde uluslararası olan bu hareketi ulusallaştırdılar.” O dönemde tüm dünyada anti-emperyalist dalganın ne kadar güçlü olduğunu, anti-emperyalizmin ulusal kimi değerlerle, özellikle devrimci hareketlerin ilk birikim günlerinde doğal olarak bir alışveriş içinde olmasının makul karşılanabileceğini hatırlatmak Belge nezdinde bizleri de İttihatçı-darbeci çuvalına tıkıştırır belki ama tarihsel gerçeklerin bu derece zorlanmasına da tahammül edilemez. Belge’nin geçtiğimiz aylardaki esas bombası ise Özal’la ilgili olanları. Belge şimdi de Türkiye Sağı’nın ne kadar öngörülü ve değişimci olduğunu ispat etme derdine düşmüş durumda. Ne de olsa T. Erdoğan kendi atası olarak Erbakan’ı, Seyyid Kutub’u değil Menderes ve Özal’ı gösterme peşinde. O zaman ne yapmalı, Özal’dan bir devrimci yaratmalı:

“Türkiye’nin, kendini otuzlara gömen 12 Eylül icraatına karşı mücadele vermesi, bu mücadelede de “sol”un öncü bir rol oynaması beklenirdi. Bunların ikisi de olmadı. Daha doğrusu, kısa dönemde böyle bir şey olmadı. Süreç daha karmaşık gelişti. Birçok bakımdan 12 Eylül’ün ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz Turgut Özal 12 Eylül’ün getirdiği düzene karşı en etkili olacak dinamikleri harekete geçiren kişi oldu. Bir kere daha, ülkenin tarihine damgasını vuran dönüşümler sağdan geliyordu.” Gördüğümüz gibi sol darbecilerden dayak yiye yiye darbecilikten vazgeçmez ama sağ darbelerin dalgasının üzerinde sürekli darbeleri, darbecileri döver. Belge’nin elinde diyalektiğin bile başını döndürecek bir zıtların birliği fantezisi yazılıveriyor. Akılsal melekelerine ne kadar güvenebileceğimizi bilemediğim K. Evren’in kafasında nasıl bir Türkiye vardı, bu bilinmez. Fakat Özal’ı öne iteleyenlerin -Koç’un Evren’e, Özal’ın görevlendirilmesi için yazdığı mektup unutulmamalıdır, Dünya Bankası’ndaki mesaisi de- kafasında tam da bugün içinde yaşadığımız bir piyasa cehennemi yok muydu acaba? Belge’nin kafasında kapitalizmin her ne pahasına olursa olsun geliştirilmesi dışında bir seçenek tarihinin herhangi bir döneminde hiç mevcut oldu mu? Biz daha gencecik çocuklara “12 Eylül, 24 Ocak kararlarının çerçevesini çizdiği sosyal dönüşümü gerçekleştirmek için yapıldı” diye anlatıyoruz da Sayın Belge bütün bu bağlantıları kurmayı neden akıl edemiyor? Belge, sola, devrimciliğe, kapitalizm karşıtlığına olağanüstü bir öfke besliyor. Bu vakanın tam anlaşılabilmesi için gerçekten psikanalizin ciddi biçimde devreye girmesi gerekiyor. Ankara’daki Torba Yasa eylemi de gösterdi ki özellikle gençliğin AKP’nin yalanlarına, düzenin cehennemine karşı öfkesi büyüyor. Bu öfkelerin gerçek bir devrimci kopuşmaya sıçrayabilmesi için toplumumuzun devrimci birikiminin çok önemli bir işlev oynamakta olduğu açıktır. Bu ülkenin gerçek devrimcileri darbe-

cilikle de liberal şarlatanlıklarla da yollarını ayıra ayıra kendini var etmeyi ve isyan ateşini o veya bu seviyede yanar halde tutmayı başarabildi. Bir genç devrimcinin ilk öğrendiği Perinçek’in solcu olmadığı olmuştur uzunca bir süredir. Kürt meselesi başta olmak üzere ülkenin en temel demokratik meselelerinde solcular

dışında kimse oralı bile olmamıştır. Sosyalistler, tüm eksikliklerine rağmen Türkiye’de demokrasi mücadelesinin öncü müfrezesi olmuştur. Belge’ler yeni nesille bu ülkenin devrimci damarının ilişkisini kesmeye çalışıyorlar. Ama güneş gerçekten balçıkla sıvanamıyor.

1 Mayıs Mahallesi’nde Torba Yasa’ya Karşı Halk Toplantısı

“Torba Yasası Emekçiyi Soyup Soğana Çevirecek!” Ateşehir 1 Mayıs Mahallesi’nde SODAP’ın çağrısıyla bir araya gelen DHF, BDP, KÖZ, ESP, PSAKD ve Partizan’ın birlikte düzenlediği “Torba Yasası Emekçiyi Soyup Soğana Çevirecek Forumu,” 5 Şubat Cumartesi günü gerçekleştirildi. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği toplantı salonunda gerçekleşen etkinliğe, DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası TİS Uzmanı İrfan Kaygısız ve Tekstil-Sen Genel Başkanı Engin Gül konuşmacı olarak katıldı. İlk olarak söz alan İrfan Kaygısız tarafından yasanın içeriğine ilişkin detaylı bir sunum yapıldı. Kaygısız, yasanın sermaye tarafından krizden fırsata dönüşmenin adımı olduğunu, 2009 yılında TİSK, TOBB ve TÜSİAD’ın hazırladığı rapordan dayanak aldığını, bu üç patron örgütünün “yasayla kendi hazırladıkları raporun % 70 oranında uyuştuğunu” ifade ettiğini ve asıl saldırının seçimlerden sonra geleceğini belirtti. “Birleşik, fiili mücadele hattından yürümek gerekiyor” Foruma katılan diğer konuşmacı olan Tekstil-Sen Genel Başkanı Engin Gül ise konuşmasında özellikle Torba Yasa’ya karşı ne yapılması gerektiği konusuna değindi. Gül, mevcut sendikaların durumunun ortada olduğunu, devrimcilerin ise yasayı topluma anlatamadığını, Torba Yasa’ya karşı protestocu ruh halinden çıkıp birleşik, fiili mücadele hattından yürümek gerektiğini dile getirdi. Forum, yasaya karşı yerellerde ne yapılması gerektiği üzerine konuşmalarla sona erdi.

21


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

a t ’ t ar 8M

Emekçi Kadınların

4-8 Mart 2011’de Venezüella’da gerçekleşecek Dünya Kadın Konferansı’na Türkiye’den katılacak kadın örgütlerinden biri olan İmece Kadın Dayanışma Derneği’nden Berna Yüce ve Yıldız Ay ile Konferansı konuştuk:

22

Sosyalist Dayanışma: Nedir bu dünya kadın konferansı? Ne için toplanıyor? Berna: Dünya Kadın Konferansının yapılması fikrin ilk kez 2006 yılında bir toplantı sırasında çıkıyor. 2011 yılının sıradan kadınların yılı olması ve uluslar arası boyutta bir mücadelenin zemininin oluşturulması üzerine odaklanılmış. Tartışmalar sonucunda tüm kadın hareketlerinin ürünü olarak bu konferansı örgütleme fikri ortaya

hareketinin yaratılması ve güçlendirilmesi anlamında bu konferansın önemi çok büyüktür.

çıkmış. Bütün kıtalardan güvencesiz, yoksul emekçi kadınları ve onlarım mücadele deneyimlerini bir araya toplamayı hedefliyor. 8 Mart 2011 Dünya Emekçi Kadınlar Günü tüm dünya kadınları için çok anlamlı bir buluşma olacak. Emperyalizme, kapitalizme, erkek egemenliğine, neoliberal politikaların yaptırımlarına karşı mücadele veren tüm dünyadan kadınların sorunlarına ortak çözümler, çareler aramak için bir araya gelinecek. Dayanışma, ortak mücadele ve uluslar arası kadın birliği yaratılması sağlanmaya çalışılacak, milyonlarca kadının ekonomik, politik, kültürel, sosyal hakları için ortak arenada buluşma zemini yaratılacak.

dınların ekonomik bağımsızlığının önünü açmada yoksul ve sıradan kadın için önemli bir destektir. Konferans Venezüella’nın başkenti Karakas’daki Bolivya Üniversitesi’nde yapılacak. Üniversitenin 40 ayrı salonunda gerçekleşecek ve 4 gün boyunca seminerlerin yanı sıra değişik gruplar da çalışmalar organize edecekler. Venezüellalı sendika ve insan hakları kuruluşlarının da destek vereceğini ve konferansın açılışının ise Nuevo Circo Arenası’nda düzenlenecek bir kutlama şeklinde olacağını biliyoruz. Bir kent kadınlara 4 gün boyunca konferans için seferber olacak.

Yerellerdeki mücadelelerden daha çok daha evrensel bir mücadeleye kadının ulaşması gerektiğinden yola çıkıldığını düşünüyorum, yani Enternasyonal bir Devrimci kadın

Kimler nasıl katılıyor? Tüm dünyadan 8 Mart dünya emekçi kadın gününün anlamını ve önemini bilen bağımsız ve her sıradan kadın kişisel olarak katı-

Neden Venezüella’da? Çünkü Venezüella her şeyden önce biliyorsunuz bugün emperyalizme karşı mücadelede sembol ülke konumundadır ve yoksul halktan yana bir yönetim biçimi var. Bu da yeterlidir bence. Dünya ekonomik krizi yaşarken Chavez’in ev kadınlarına maaş bağlamış olması da ka-

labiliyor öncelikle. Diğer yandan ülkelerin kadın örgütlerinden her ülkeden 5 delege olmak kaydıyla, delege kadınlar konferansta söz sahibi olabilecekler, sorunlarını dile getirebilecekler. Türkiye’de Hazırlık sürecinde neler yapıldı? Hazırlık sürecinde öncelikle Ortadoğu’da Türkiyeli kadınların da katılımıyla bir hazırlık konferansı örgütlendi. Türkiye, Kürdistan, Irak, İran, Suriye, Lübnan, Filistin gibi ülkelerin dâhil olduğu Ortadoğu kadın grubu, Venezüella Dünya Kadın Buluşması’na hazırlık kapsamında 24–26 Aralık 2010 tarihleri arasında bir toplantı gerçekleştirmeye karar verdi. Ve biz Türkiye’den 12 kadın olmak üzere Kerkük’te toplantıya katıldık. İmece’yi temsilen de ben katıldım. 3 gün boyunca yaptığımız toplantıdan ortak alınan kararlar ve sonuç bildirgesiyle ayrıldık. Döndükten sonra Venezüella DKK’da neler yapabileceğimiz konusunda diğer kadın kurumlarıyla ortak etkinlikler planladık. İlkin kadın sorununa ilişkin belirlediğimiz başlıklarda atölye çalışmaları için kolları sıvadık. Geçtiğimiz cumartesi günü kadına yönelik şiddet ve kadın emeği konularında ilk atölye çalışmasını gerçekleştirdik. Bundan sonraki hafta yine 3 başlıkta belirlediğimiz atölye çalışmasını yapacağız. Venezüella yolcuları için bir uğurlama da planlıyoruz. Ortadoğu’daki Hazırlık Toplantısı’nın ortaya koyduğu kadarıyla kadın mücadelesinde hangi dinamikler öne çıkıyor bölgede? Tabii “Ortadoğu sorunu” ağırlıklı bir toplantı oldu. Suriyeli, İranlı, ,Iraklı, Kürdistanlı kadın örgütleri kendi ülkelerinde bölgesel yaşadıkları sorunları ve ortak yaşanan evrensel kadın sorunlarını ülke raporlarında istatistikî rakamlarla

dile getirdiler. Raporların ortaya koyduğu gerçeklik bu coğrafya’da kadınların tek kelimeyle erkek vahşeti yaşanan bir iklimde ‘yaşamaya çalıştığını’ gösteriyordu kanımca. Öncelikle emperyalizmin, kapitalizmin ve ulus devlet yapılanmalarının, erkek egemen sistemin yaşattıkları ve doğurduğu sonuçlar bakımından kadının sorunlarının benzer ve değişmez olduğunu bir kere daha değerlendirdik. Recmin, muta nikâhının, kadın sünnetinin bölgede en üst seviyede yaşanması kadın mücadelesi anlamında öne çıkan öğeler. Savaş, din, sürekli değişen rejimler ve kadın varlığının tanınması mücadelesi bölgenin temel sorunları. Ülkelerdeki yasaların zayıf işlemesi, silahlı çatışmalarda kadınların sürekli hedefte olmaları ya da ailesindeki üyeleri kaybetmeleri, adeta sıradan olaylar bu bölge kadınları için. Bölgede uzun yıllar mücadelede deneyim kazanmış kadın örgütleri mevcut ve acilen desteklenmeleri gerekmektedir. Bu yüzden Venezüella’da Ortadoğu sorunu Türkiyeli kadınların da desteğiyle genel kurulda gündem maddesi olacak ve oradaki kadınların desteği istenecektir. Toplantı elbette bununla sınırlı kalmadı; Kadının örgütlenmesinin aynı zamanda emperyalizme ve kapitalizme karşı olması gerektiği, devlete karşı ulus üstü yapılarla kadın örgütlerinin yaratılması gerektiği ve dünya ezilen kadınlar ağının oluşturulması için çalışmaların başlatılması gerektiği gibi konular o toplantıda ön plana çıkan başlıklardı.

Venezüella’daki konferansın “sıradan kadın” vurgusu neyi öne çıkartıyor? Tabandan gelen örgütlenmeyi kapsayan bir ifade olduğunu düşünüyorum. Bildiğim kadarıyla kapitalizmi kökten yok etmek isteyen kadınlar savaşsız, sömürüsüz eşit ve özgür bir dünya için Zetkin’den bu yana böyle bir Dünya Konferansı yapmamıştır. Tarihi bir öneme de sahip bu yönüyle. ‘Dünyayı değiştirmek kadınların öncülüğünde olacaktır!’ şiarıyla yola çıkılıyor.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

Venezüella çıkartması İmece Kadın Dayanışma Derneği olarak siz hangi sorunları ve örgütlenme dinamiklerini taşıyacaksınız Venezüella’ya? İmece Kadın Dayanışma Derneği 2001 yılından buyana İstanbul Esenyurt’da faaliyetlerini sürdürüyor. İlk kurulurken merkezlerde olmayı değil varoşlarda olmayı seçtik ve yoksul emekçi kadınların örgütü olmayı, yoksulların temsilini yaratmayı hedefledik. Biz Dünya Kadın Konferansına 10 yıllık birikimi taşımaya çalışacağız. Ev kadınlarının, ev eksenli çalışan kadınların, ev işçilerinin, göçmen kadın işçilerin, tekstil işçilerinin soluğunu götüreceğiz Karakas’a. Ev işçileri ile ilgili uzun bir süreden beri örgütlenme çalışmamız var. Son derece zor gelişen bir süre. Ancak önemli mesafeler kat ettiğimizi düşünüyoruz. Bu çalışmanın sonucu olarak İmece Gündelikçi Kadınlar Birliği oluştu. Gündelikçi kadınların öncülüğünü yapan Yıldız abla delegemiz olarak Dünya Kadın Konferansında esnek, kayıtsız, güvencesiz çalışan kadınları temsil edecek. Kayıt dışı istihdamda çoğunluğu oluşturan kadınların üretime katılmalarını, evlerinde güvencesiz ve esnek çalışma koşullarında değil güvenceli ve statülü konumlara sahip olmalarını, üretime ve yönetime katılma koşullarını gerçekleştirme çözümlerine ilişkin bir ortak paylaşımı sunmayı da düşünüyoruz. Ayrıca orada bir etkinlik düzenleme hazırlığımız da var. “Gündelikçi” belgeselinin gösterimini yapacağız. Ardından yönetmen Emel Çelebi ve Yıldız Ay ile söyleşi olacak. Sonuç olarak şunları söyleyebilirim. Kadınlar erkelerle eşit değil. Bütün dünyada mülk sahibi, statü sahibi ya da ekonomik gücü olanların ağırlıklı çoğunluğu erkekler. Ancak kadınlar kadınlarla da eşit değil. Bunun da altını çizeceğiz. Yani sadece kadın ve erkek arasında eşitlik değil aynı zaman da köklü bir toplumsal dönüşüme ihtiyacımız olduğunu ve bunun için çok azimli, mücadeleci bir kadın hareketine ihtiyacı vurgulayacağız.

Yıldız sen İmece’den delege olarak katılıyorsun. Konferanstaki “Sıradan kadınlar” vurgusu ne anlatıyor sana? Kadın sorunu benim de görebildiğim kadarıyla okumuş, hayatta belli bir yer edinmiş kadınların ilgilendiği bir konu gibi görülüyor çoğunlukla. Ama aslında daha büyük sorunları yaşayan yoksul, eğitimsiz, bizim gibi güvencesiz kadınlar pek görülmüyor. Biz mücadeleye yaşamımızda pratikten başlıyoruz. Bizim gibi tabandan gelen kadınlara sesleniyor gibi geliyor bana. Siz neden katılıyorsunuz bu konferansa? Bizim İmece’den bir arkadaşımız daha önce Venezüella’ya gitmişti. Oradaki mücadeleyi anlatmış, Chavez’in ev kadınlarına sosyal haklar verdiğini söylemişti. Bunlar bizi heyecanlandırmıştı. Bizim de bütün çalışmamızdaki ağırlığımız “Kadın emeğinin görünürlüğünü ve haklarını almasını sağlamak” olduğundan bütün arkadaşlar benim gitmemi önerdiler. Benim de hayalimdi bu. Seve seve kabul ettim. Orada ev kadınlarına haklar verilmiş, biz ücretli çalıştığımız halde sosyal haklarımız verilmiyor, hiçbir hakka sahip değiliz. Biraz da onlarla deneyimlerimizi, sorunlarımızı paylaşmak istiyorum. Onların bakış açısı ile bizimkileri karşılaştırarak çözüm önerilerini geliştirmek gerekiyor. Biz gündelikçiler olarak bir kampanya başlattık, burada ev işçileri, ev kadınları, göçmen işçi kadınlar ve evde parça başı iş yapan kadınlar için taleplerimiz var devletten. Yaptıklarımızın iş olarak görülmesini, sosyal haklarımızın verilmesini istiyoruz. Bu taleplerimizi oradaki kadınlara da anlatacağız, onlardan deneyimlerini paylaşmalarını ve desteklerini isteyeceğiz. Biz gündelikçiler olarak görünmez emeğimizi oraya taşıyıp, görünür olması için verilecek mücadeleleri tartışacağız. Kadınları örgütlemek, ev işçilerini örgütlemek çok zor. Çünkü herkes dağınık, tek tek çalışıyor. Fabrika gibi değil. İşçi olarak görülmüyoruz. Kendimiz bile kendimizi işçi olarak görmüyoruz. Biz mü-

cadele içinde bilinçlendik. Oysa sen oraya emek veriyorsun, emeğinin karşılığını istiyorsun. Ayrıca evde de emek veriyorsun karşılığını istemeyi bile düşünmüyorsun.

Kaç yıldır mücadelenin içindesin? Ben 1994’te Özgür Kadın Dergisi’nden kadınlarla tanışarak mücadeleye başladım. Önce kendi hayatımda erkek baskısına, şiddetine karşı baş kaldırdım. Gündelikçi olarak evlere temizliğe gidiyorum. Son 10 yıldır İmece’de kadın emeğinin görünmesi için mücadele ediyoruz. 2008’de İmece çatısı altında Gündelikçiler Kadınlar Birliği’ni oluşturduk. Gündelikçi kadınların, ev işçilerinin örgütlenmesi ve haklarını alabilmesi için uğraşıyoruz. İş olarak dahi görülmeyen bir işte çalışıyorsunuz. Zor olmuyor mu mücadele etmek? Kadınlar bu meslekte birçok meslek hastalığına yakalanıyor, ama meslek olarak görülmediği için hiçbir hakka ve güvenceye sahip olamıyor. Bir arkadaşım var. 25 yıl her gün aynı eve temizliğe gitti. Geçen gün kanser olduğu ortaya çıktı. Çalışamaz durumda. Sigortası bile yapılmadığından şimdi eş dostun desteğiyle tedavi olmaya çalışıyor. İşte bizler kocaya, çocuklara, eşe dosta muhtaç olmamak için bu sosyal haklarımızı almalıyız. Bu yüzden bu mücadeleyi gücümüz oranında her yere taşıyacağız. Daha önce Türkiye’de çeşitli illere gittik örgütlenmek için. “Gündelikçi” belgeselini göstererek sorunlarımızı paylaştık. 2007’de “Gündelikçi” belgeseli Viyana Kadın Filmleri Festivali’nde gösterileceği zaman beni de davet ettiler. Viyana’ya gittim. Oradaki gündelikçiler saatli çalışıyorlar, o saatler için sigortalılar, saatlerini aşarsa ek ücret alıyorlar. Bizim buradaki koşullarımız ise çok ağır hem ücret hem de saat olarak. Girişimiz belli çıkışımız belli değil. Haftada bir gittiğim evde bir haftalık bütün işi bir günde yapmam bekleniyor. Ben mücadele ettikçe haklarımı öğrendim ama bunları tek başına kazanmak hem mümkün değil hem de hep beraber kazanıp düzeni değiştirmedikçe garantisi yok. O yüzden zor da olsa başarmak zorundayız.

23


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

LİSELİ GENÇLİK SINAV ADALETSİZLİĞİNE KARŞI İSYANDA!

Ü

lkemizde eğitim öğretim, neredeyse 1. sınıftan başlayarak belli başlı sınavlara hazırlanmak üzere veriliyor. İlköğretimde SBS (bir kaldırıp bir vazgeçseler de)’ye hazırlığa 1. sınıftan başlayanlar var. Daha 7 yaşındaki bir çocuk testler dehlizinde buluyor kendini. Okuma-yazma öğrenir öğrenmez atılıyor arenaya. Büyük yarışa bir an evvel hazırlanma kaygısıyla gerek veliler gerekse de öğretmenler bu sürecin aktörleri oluyor. Yardımcı kaynak ve eğitim siteleri pazarlamacıları, ortak sınavlar yapan firmalar okullarda fink atıyor. Her şey ama her şey aslında iyi bir üniversiteye girmek için. İlköğretimde elenmeyip kendisini bir liseye atanlar için ise asıl kâbus yeni başlıyor. Dershaneler, testler, deneme sınavları… Tabii parasını verebilen için dershane. Parası verebilenlere aynı zamanda özel okullar, özel dersler... Parası olmayana ise kullanılmış test kitapları, gazetelerin deneme sınavı ekleri, herkese bol kaygı ve stres... Adaletsizlik çocuk daha okula adımını atar atmaz başlıyor. Birilerinin çocukları 20 kişilik sınıflı özel okullara giderken yoksulların çocukları 50-60 bazen de 70 kişilik sınıflarda eğitim almaya çalışıyor. Birileri bizim vergilerimizle oluşturulan zenginliklere el koyup lüks içinde yaşar ve kıyak okullara giderken biz anne babalarımızın vergileriyle yapılan devlet okullarında ayrıca para ödemek zorunda bırakılıyoruz. Hem eğitimde özelleşmeyle zenginler parayı bastırıp istedikleri okullarda okuyorlar, hem de devlet okullarında bizden para isteniyor. Üstüne üstlük aynı sınava girerek üniversiteyi kazanmaya çalışıyoruz. Onlar özel okul, özel ders ve dershaneyle ciddi takviyeler alırken bizim bazılarımız hem okuyup hem çalışmak zorunda kalıyor.

24

Ülkemizde neredeyse her ilde üniversite var. Taşradaki üniversitelerin pek çoğu, sadece üniversite ve üniversiteli sayısını artırmak ve belki biraz da o şehre gelir kaynağı olması amacıyla yapılıyor. Buralardan mezun gençler, diplomalı işsizler ordusuna katılıyor, en az iki yılını ve binlerce lirasını harcamış olarak. Üniversiteler, asıl amaçlarından uzaklaşmıştır. Bilimsel üretimin yapılması gereken üniversiteler meslek edinme kurumlarına dönüşmüştür. Aslında meslek edinmenin yeri meslek liseleri olmalıdır. Eğitim öğretim, çocuk okula adım atar atmaz onun yeteneklerini, ilgilerini açığa çıkarıp toplumsal üretime katmaya dönük olmalıdır. Her bireyin toplumda üretici olabileceği bir ilgisi ve yeteneği vardır. Eğitimin asıl işlevi bireyi bu doğrultuda yönlendirmek ve eğitmektir. Kapitalist sistemde ise eğitim elemek amacıyla kullanılır. Kim %10’a girecek? Geri kalan % 90, sistemin çöplüğüne... Çünkü sistemin genç nüfus içinde sadece %10’luk bir eğitilmiş işgücüne ihtiyacı var. Hele sistem krizleriyle üretimden daha da koptukça “eğitilmiş” iş gücüne ihtiyacı daha da azalıyor. İşsizliğin geldiği boyut düşünülürse %90’lık kesim için en pespaye işler bulması bile hayal haline geliyor. Ülkemizde üniversite mezunlarının bile %30’u işsizdir. Varın gerisini siz düşünün. Biz LDG olarak üniversite sınavlarındaki ciddi adaletsizliğin farkındayız ve buna isyan ediyoruz! Biz LDG olarak eğitimin elemeci mantığına karşı isyandayız! Bize hiçbir gelecek sunmayan sisteme karşı isyandayız! Eşit koşullarda eğitim almak istiyoruz! Herkesin toplumsal üretime katılabileceği bir işi olmasını istiyoruz!

Kâğıthane Lisesi Öğrencileri Polis Şiddetine Karşı Eylem Yaptı

“Liselerde Kışla Düzenine Son!” Kâğıthane Lisesi öğrencileri, okullarında bulunan polislerin psikolojik ve fiziksel şiddetine karşı protesto eylemi gerçekleştirdi. 14 Ocak Cuma günü okul önünde bir araya gelen Kâğıthane Lisesi öğrencileri ve Liseli Direnişçi Gençlik (LDG) üyeleri, “Baskıcı Polis Liselerden Defol” yazılı bir pankart açarak yürüyüşe geçti. Polisin yoğun önlem aldığı eyleme, öğrenciler ve halk alkışlarla destek verdi. “Öğrenciye Kalkan Eller Kırılsın,” “Asker Değil Öğrenciyiz,” “Baskıcı Polis Liselerden Defol,” “Yalçın’la Aramıza 45 cm Yetmez,” “Liselerde Kışla Düzenine Son” sloganları eşliğinde Nurtepe Sokullu Caddesi’ne kadar gelen öğrenciler, caddeyi trafiğe kapatarak yürüyüşlerine bir süre de burada devam etti. Yürüyüşün sonunda öğrenciler adına İrem Yıldız tarafından basın açıklaması yapıldı. Yıldız, yıllardır okullarındaki polislerin keyfi bir şekilde psikolojik ve fiziksel şiddetine maruz kaldıklarını belirttiği açıklamasında, isminin “Yalçın” olduğunu bildikleri bir sivil polisin öğrencilerin korkulu rüyası haline geldiğini ifade etti. Yıldız, bu baskıcı uygulamalara karşı yılmadan, korkmadan mücadele edeceklerini ve çözüme ulaşana kadar olayın peşini bırakmayacaklarını vurguladı. Yıldız açıklamasının sonunda, polisi iyi tanıdıklarını, karakollarda öldürülen gençleri unutmadıklarını belirtirken, Nurtepe halkını kendilerine destek vermeye çağırdı.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

Bizim Ekonomik Programımız Ne Olacak? Mehmet ÖZGÜR

T

unus ve Mısır isyanları bir kez daha sosyalist bir programın ya da taleplerin gerekliliğini ortaya koydu. Kapitalizm ve neoliberalizm her gün başka başka biçimlerde sorgulanıyor. Amerika’da başlayan krizden tutalım derelere yapılan HES’lere karşı mücadeleye kadar sistem yapısal sorunlar ve yeni muhalif hareketlerle kapitalizmin cilalı görüntüsü gün geçtikçe siliniyor. Antikapitalist ve devrimci yaklaşım ise artık yaşadığımız sorunlardan ve neoliberalizm eleştirisinden ileri geçmeyi, savunma konumundan ileri bir ufka sahip olmayı ve buna yönelik somut programlar ve çözüm önerileri üzerine düşünmeyi ve tartışmayı gerektiriyor. Bu konuda sol olarak eksikliklerimiz oldukça fazla. Örneğin son olarak ESP’nin yaptığı miting ve yaklaşık 1 hafta sonra Marksist Bilimler Akademisi’ndeki Ibrahim Okçuoğlu söyleşisi, aslında genel tespitlerin ve ekonominin durumuna ilişkin çıkarımların yapılabilmesi noktasında başarılı idi fakat somut ve öngörülebilir, kapitalizmi aşma yolunda önemli kazanımlar sağlayacak talep ve programlar konusunda son derece eksikti. Somut öneriler yapmanın hem sosyalist alternatiflerin mümkün olduğunu, ütopik olmadığını göstermek hem de halkın doğrudan temel sorunlarına çözümlerimizin olduğunu ifade etmek açısından anlamı büyüktür. Bu program ve talepler uzun erimli bir dönüşümün önemli başlangıçları olabilir. 1. İç borçlar ve faizleri ertelenmeli/ödenmemelidir. Bu borçlar 330 milyar TL civarında olup yıllık faizi 80 milyar TL’ye ulaşmaktadır. Bu faiz sermayedarlara kesintisiz ödenmektedir.

2. Özelleştirmelerin durdurulması ve özelleştirilen kuruluşların yeniden kamulaştırılması vazgeçilmezdir. Telekom, TÜPRAŞ, Enerji işletmeleri temel ihtiyaçlarımızı kar konusu yapmış, halkın vazgeçilmez ihtiyaçlarını patronların kar kaynağı yapmıştır, kamulaştırılmalıdır. Demokratik ve katılımcı bir toplumsal mülkiyet modeli ile ucuz ve kaliteli ürün sağlamaya yönelmelidir. İnternet, su, telefon, elektrik, temel gıda gibi asgari vazgeçilmez ihtiyaçlar kamusal olarak karsız sağlanmalıdır. Bu alan fahiş kar ve zamlardan kurtarılmalıdır. Temel ihtiyaç maddeleri üreten her şirket halka sattığı ürünlerin maliyetini ve ayrıntılı maliyet unsurlarını açıklamak zorunda olmalıdır. Yeniden kamulaştırma sadece Venezuella, Bolivya gibi sosyalist yönetimlerin olduğu ülkelerde değil, İngiltere’de demiryolu, Kanada’da enerji tekelleri başta olmak üzere dünyada çeşitli şekillerde uygulanmıştır. 3. Et fiyatlarındaki son durum piyasanın halkın temel ihtiyaçlarını çözemediğinin en büyük göstergesidir. Kamusal kurumlar olan Halk Ekmek nasıl piyasadaki ekmeğin yarısı fiyatına ekmek üretebiliyorsa, Et Balık Kurumu bugünkü kuşa çevrilmiş haliyle bile en ucuz eti satabiliyorsa, demek ki ekmek, et, süt ürünleri, temel besin maddeleri konusunda kar etmeden iş yapacak kamusal işletmeler ve kooperatifler hızla büyütülüp yaygınlaştırılabilir. Halk Ekmek sadece İstanbul’da 1300 noktada satış yapabiliyorsa; devlet ve katılımcı toplumsal işletmeler aracılığı ile her mahallede et, süt, un, tahıl, şeker üretim ve satışı da kar gütmeden yapılabilir. Piyasa konut sorununu çözemiyorsa, mevcut piyasacı AKP gibi yönetimler bile “TOKI” gibi bir işletme

yaratmak zorunda kalıyorlarsa, TOKI -taşeronlaşma ve kentsel dönüşüm politikalarından kurtarılıp- kar etmeyen bir şekilde emekçilerin gereksindiği konut üretimini üretecek şekilde geliştirilip büyütülebilir. 4. Birinci ve ikinci madde ile birlikte açıkça en az 500 bin insan kamusal işlere ilk aşamada yerleştirilebilir. Tarım, gıda, eğitim, sağlık ve konut yapımında kamusal yatırımlar hepimiz açısından çok büyük bir ihtiyaçtır ve büyük işgücü gerektirmektedir, böylece temel ihtiyaçlar karşılanırken işsizlik azaltılabilir. Uzun vadede ise, iş gününün kısaltılması önemlidir bu tam istihdama yani işsiz insanımızın kalmamasına giden yolu açar. 5. İşten atmalar, ilk aşamada kar payı dağıtan şirketlerde doğrudan yasaklanmalıdır. Zarar eden ve işverence işletilemez denerek işçilerin sokağa atılmaya çalışıldığı tüm işletmeler kamusal kontrole ve işçi katılımlı yönetime alınmalı, topluma kazandırılmalıdır. 6. Dolaylı vergiler halkı soymanın bir yöntemidir. Bu soyguna son verilmeli, sermaye ve rantiyeler vergilendirilmelidir. 7. Finansal işlemlerden alınacak vergiler yanında servet ve gelir vergileri ile yukarıdaki uygulamalar finanse edilebilir. Finansal şokları ve spekülasyonu engelleyecek şekilde finansal işlemlere ve yatırımlara ve şirket borçlarına sınır konması gereklidir. Dünyada pek çok ülkede bu önlemler uygulana gelmiştir. Kamusal bir finans sistemi ve bu amaçla gerçekleştirilecek kamulaştırmalar, yapılacak yatırımlar açısından hayati önemdedir. 8. Yoksul iller, varoş bölgeleri ve Kürt illeri başta olmak üzere işsizliğin bir anda büyük yatırımlarla çözülmesi imkânsızdır. Bu anlamda koşulsuz gelir desteği

aile ya da fert bazında mutlaka devreye sokulmalıdır. Yerel ihtiyaçları çözen toplumsal örgütlenme ve kooperatiflerin zemini de buradan çıkabilir. Bu toplum kesimlerini güçlendiren ve kararlara katılımlarını sağlayan mekanizmalar açısından bu tip destekler anlamlıdır. 9. Geliştirilen ve büyütülen kamu işletmeleri tüm dünyada yatırımlar yapıp uluslararası karşılıklı dayanışma ve adil ticaretin önemli örneklerini verebilirler. Ekonominin kontrolü, finans kurumları dâhil olmak üzere aşama aşama saydam, katılımcı işleyen bir kamusal denetime geçmelidir bunun yolu toplumsal mülkiyeti hâkim kılmaktan geçer. Toplumsal mülkiyet ve katılım biçimlerini çeşitlendirmek ve bunun üzerine düşünmek gerekmektedir. 10. Kapitalist büyümeyi yani karlara kar katmayı değil, ekolojik ve adil gelişmeyi öne çıkaran modeller önemlidir. “Mali Kural” uygulaması türünde uygulamalar gündemden kaldırılmalı, hızlı, kirletici, uluslararası rekabete dayalı, refah sağlamayan, tüketime dayalı ve adaletsiz kapitalist gelişmeyi öngören bu model yerine insan özgürlüğü adalet ve ekolojik etkileri gözeten bir gelişme modeli tasarlanmalıdır. 11. Güvencesizlik ve taşeronlaşmanın hakim olduğu enformel sektörde işçi örgütlenmeleri ve kooperatifleri desteklenmelidir. Taşeronlaşma ve güvencesizliği yasaklamanın etkisi ancak böyle sağlanabilir. Bu uygulamaları kaldırmak hedeflenmeden sömürüyü azaltmak, iş sürecinde kafa-kol, kadın-erkek, amirmemur ayrımlarını aşmak de mümkün değildir. Ekonomi aşama aşama demokratik, katılımcı plan ve toplumsal mülkiyete dayalı bir biçimde kapitalizmi aşacak şekilde şekillendirilebilir.

25


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

MISIR AYAKLANMASINDA 3. DÖNEMEÇ Ayşe TANSEVER

M

ısır halk ayaklanmasında çeşitli dönemeçler alınmıştır. Birinci haftaya girerken 3. dönemeci almaya hazırlanıyor. Artık Mübarek’in halkın istediği gibi uçağına binip ülkeyi terk etmesi bekleniyor. Ayaklanma, en başından itibaren çok kararlı başladı. “Tunus olaylarının arkasından Mısır gelecek” deniyordu. Gerçekten de epey önceden 25 Ocak Polis Kutlama gününde protestoların başlayacağı ilan edildi. Dendiği gibi o gün başladı ve her gün şiddetlenerek devam ediyor. Son yıllarda görülen en şiddetli gösteriler yapılıyor.

Halk ayaklanması böylece ikinci dönemecine girdi. Cuma günü öğle namazı çıkışı protestolar daha yükselerek başladı. Mübarek’in sokağa çıkma yasağı yine delindi. Halk bu kez karşısında polis yerine askerleri buldu. Polisin çekilmesinin 2 nedeni olabileceği söylendi. Ya polis halk saflarına geçmişti ya da sokağa çıkma yasağını koruyamadığı için daha fazla yıpratılmak istenmedi, geriye çekildi. Cuma günkü gösterilerde halk daha cesaretli ve kararlı bir şekilde “Mübarek uçak seni bekliyor” demeyi sürdürdü. Bu kez Mübarek TV’ ye çıkıp “ekonomik ve politik reform” sözü verdi. 30

lerle halk kucaklaştı. Ama ona rağmen ünlü Tahrir meydanında toplanan halkın üstünden helikopterler ve savaş uçakları alçak uçuş yaparak halka gözdağı verildi. Bu kez banka, market gibi yerlerin yağmalandığı, hapishanelerde isyan ve halk saldırısı ile tutukluların kaçtığı anarşik bir gösteri başladı. Polisin olmamasının yaratacağı anarşik durum ile sanki halka başka türlü bir gözdağı verilmeye çalışıldı. Ama halk ne reformları ne de yeni atamaları benimsedi. “Mübarek rejimi gitmelidir” sloganları eşliğinde ayaklanmanın 3. dönemecine girildi. 31 Ocak pazartesi günü, halk 1 Şubat Salı günü 1 milyon göstericinin katılacağı mega protestoya çağrıldı. “Mübarek uçak seni bekliyor” demeye devam ediliyor.

Önemli Sorun

Mübarek yolcudur. Bavullarını hazırlıyor olmalıdır. Ayaklanma birinci hedefine ulaşmış görünüyor, ama başka sorun başlıyor. Nasıl bir iktidar kurulacak? Halkın talepleri nasıl yerine getirilecek?

Polis başta çok sert davrandı ama salı günü başlayan gösterileri engelleyemedi, sokağa çıkma yasağını uygulatamadı. Böylece 1,4 milyon olduğu söylenen polis gücü, halk ayaklanması tarafından işlevsiz hale getirilmiş oldu.

26

yıllık iktidarında ilk kez kendi cumhurbaşkanlığı görevine bir yardımcı ve yeni bir başbakan atadı. Mevcut hükümet yenisinin kurulması için istifa etti. Ordu polisten farklı davrandı, ayaklananları karşısına almadı. Asker-

Halk, yaşam koşullarının iyileştirilmesini istiyor. İş, aş istiyor. Demokrasi istiyor. Yolsuzlukların bitmesini istiyor. Talepler etrafında tüm halk birleşmiş gibi ama bir temsilci, bir örgüt, lider veya parti yok. Yıllardır 1,4 milyon polis ile öyle bir baskı rejimi uygulanmış ki halk kendi sesini duyurup bir örgütlenme yapamamış. Bu koşullarda talepler böyle patlıyor. Tepedeki finans kapital güçleri iktidar dizginlerini kaybetmeden nasıl bir hükümet kuracaklar, talepler ile kendi çı-


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

karlarını nasıl bağdaştırıp ayakta duracaklar? Mısır eski politik hattında nasıl tutulacak? Mübarek gittikten sonra bunlar hangi mekanizma ile başarılacaktır? Öne çıkan sorun budur. İki tane olasılık üzerinde duruluyor. Birincisi BM Atom Enerji Örgütü eski başkanı El Badarey’dir. Ama kendisi bir politikacı değil diplomattır. Finans Kapital ve Batı güçlerinin çıkarlarını bu zor koşullarda ne kadar temsil edeceği belli değildir. Bush’un Irak’a girmesine karşı çıkmış, İran’da nükleer konusuna pek Batı yanlısı davranmamıştır. Batı kendisine şüphe ile bakıyor. Ayrıca arkasındaki halk desteği bilinmiyor. Mısır’da en örgütlü ve iktidarın en korktuğu örgüt, Müslüman Kardeşler örgütüdür. Bu örgüt yıllardır müthiş bir baskı altında idi ve binlerce üyesi ve sempatizanı cezaevlerine konulmuştu. Bu nedenle olsa gerek, başta gösterilere resmi bir destek vermedi. Ama protestoların yükselmesi sonucu Cuma günü onlar da protestolara katıldılar. Hatta cezaevlerine yapılan saldırı sonrası 34 tane önde geleni firar etti. Şimdi onlar da devreye girdiler ve El Baradey’i desteklediklerini söyleniyor. Onun öncülüğünde 10 kişilik bir temsilci seçildiği haber veriliyor. Bunlar iktidar çevreleri ile toplanacaklardır. İktidar çevreleri şimdi bu örgütü de karşısına alma durumundadır. Baradey tercihi böylece daha itici bir duruma girdi. İkincisi ve Batı açısından en olası, en istenen iktidar adayı Ordu gibi görünüyor. Zaten 4 eski başkan ordudan gelmiş. Ordu Batı açısından çok tehlikeli bir seçenektir. Kendi çıkarlarını temsil etmesi açısından arayıp da bulamayacağı bir iktidar olur ama, işte aması var. En başta halk kabul eder mi? Geçen gün sokaklarda asker halk kucaklaşması bir deneme idi. Mübarek iktidarının baskı aracı polisti. Ordu gizli kalmış kapalı bir kutu olarak saklanmıştı. Ama halk Ordu’nun iktidar ile yakınlığını elbette biliyor ve ordunun geçici olarak iktidar olmasını benimser mi, bilinmiyor.

Ayrıca ordular siyasette hep yıpranır. Tüm dünyada bu böyledir. Geçici hükümet bile olsa yıpranması kaçınılmazdır. Daha da önemlisi ordunun parçalanmasıdır. ABD Kahire elçiliğinden bir süre önce yollanan ve Wikileaks ile ortaya çıkan belgede Mısır ordusunun parçalandığı, alt kademelerin üstlerini dinlemedikleri yazılmıştı. Siyaset parçalanmayı derinleştirip hızlandıracaktır. Çünkü iktidardaki ordu yine çıkar guruplarının çıkarını koruyacaktır. Finans kapital ve Batı güçlerinin en çok korktuğu şey, şimdiye kadar Orta Doğu’da İsrail destekçisi olarak beslenip geliştirilen, dünyanın 10. güçlü ordusunun kendi denetimlerinden çıkmasıdır. Bu güçte bir ordu Orta Doğu’da kendilerine karşı bir iktidara teslim edilemez. Ordu’nun geçici de olsa politik bir çözüm oluşu büyük sorunlarla doludur. Ama şimdilik iktidar güçleri ve Batı açısından başka bir çözüm yoktur. Salı günü mega protesto sonrası girilecek dönemeç nasıl alınacaktır? Mübarek gittikten sonra finans-kapital ve Batı çıkarlarını temsil edecek bir iktidar hangi aldatmaca ile bu isyan halindeki haklara sunulacaktır? Bu iktidar hangi politikalarla halk taleplerini karşılayacaktır. Yeni liberal politikalar ekonomide tüm ipleri zenginlere verdi. Bu yapılanma kapıları halk çıkarlarına kapadı. Konumları gereği şimdiki iktidar güçleri bunu tersine çeviremezler. Ayrıca bunu bilmiyorlar. Halk temsilcisi değiller. Halklar adlarını vermeseler, bilmeseler bile Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi bir süreçle mutlu olabilirler. Batı yanlısı hiçbir iktidar bunu gerçekleştiremez. Artık Mısır ve Orta Doğu’da ok yaydan çıkmıştır. İnişli çıkışlı da olsa yeni bir dönem başlamıştır. Halk ayaklanmasında alınacak daha çok dönemeçler olacaktır. 31 Ocak 2011

Mısır’da İktidar ve Muhalefet Masaya Oturdu Mısır’da iktidar ile iktidarın görüşmeye çağırdığı muhalefet grupları, anayasada değişikliklerle ilgili olarak Mart ayına kadar bir komitenin kurulmasında anlaştı. Sokağı bastırmak için birkaç gündür yoğunlaştırılan psikolojik harp ve şiddet eylemlerinin ardından gelen bu müzakere sürecinin rejim kontrolünde sistemin yenilenmesini sağlayacak bir eklemlenme süreci şeklinde planlandığı anlaşılıyor. NTV’nin haberine göre Hükümet sözcüsü Magdi Radi, önümüzdeki ayın ilk haftasına kadar anayasada yapılması gerekli değişiklikleri hazırlayacak bir komitenin kurulacağını açıkladı. Sözcü, yargı erkini ve bazı siyasileri kapsayacak bir komitenin kurulmasında anlaşma sağlandığını belirtti. Hükümetin muhalefetle görüşmesine Müslüman Kardeşler ile 25 Ocaktan bu yana düzenlenen gösterilerde yer alan bazı gruplar katıldı. Mısır’da bugünkü görüşmeyle, 50 yıl sonra ilk kez iktidar, Müslüman Kardeşler ile masaya oturmuş oldu. Gelişmelerin hangi doğrultuda seyredeceği plan yapıcılar tarafından bile tam olarak kestirilemez durumda. Tahrir meydanından “Mübarek bırak git” sloganları yükselmeye devam ediyor.

27


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2011

ARAP DÜNYASI “KADERLERİNE” İSYAN EDİYOR Ayşe TANSEVER

Tunus’ta başlayan ve tüm Arap tutucu rejimlerine sıçrama özelliği taşıyan bu devrim son zamanlarda görmeye alıştığımız “renkli meyveli devrimlerden” farklıdır. Berlin duvarının yıkılmasından sonra Batı’ya doğru koşan, onlar tarafından desteklenen devrimler dönemi kapandı. 28

T

unus devrimi henüz tamamlanmadı. Geçici hükümetin istifası için gösteriler devam ediyor ve son günlerde Ben Ali’nin polislerinin de göstericiler arasına katılarak yaşam koşullarının düzeltilmesi talebini dile getirdikleri görülüyor. Tunus halkı her gün biraz daha örgütlenip, sayıları artarak daha güçlü bir şekilde iktidar kurumlarına vuruyorlar. Tunus, halk devrimi olma yolunda ilerliyor, devrimin çalınması koşulları giderek zayıflıyor.

Tunus devrimi ülkesi dışında dünyada da birçok açıdan önem taşıyor. Tunus’ta başlayan ve tüm Arap tutucu rejimlerine sıçrama özelliği taşıyan bu devrim son zamanlarda görmeye alıştığımız “renkli meyveli devrimlerden” farklıdır. Berlin duvarının yıkılmasından sonra Batı’ya doğru koşan, onlar tarafından desteklenen devrimler dönemi kapandı. Hatta bu “devrimlerde” geri dönüşler bile başladı. Tunus devrimi bu devrim dalgasından farklıdır. Bu devrim Batı güçleri tarafından desteklenen bir devrim değildir. Aksine Batının desteklediği iktidarlara ve onun getirdiği sosyo-ekonomik düzene karşı bir devrimdir. Bu

nedenle, bu yeni kuşak devrim dalgası, devrim kavramına uyan sol içerik alabilecek bir potansiyel taşıyor. Devrimin Tunus’ta başlamasından sonra Batı gıkını çıkarmadı. ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton, Ben Ali’nin Suudi Arabistan’a kaçtığı gün bölgedeydi ve “ülkenin iç işleridir, karışmayız” yollu laflar etti. Hatta ‘olayları bastırması için Ben Ali’ye milyonlarca dolarlık silah yardımı yaptığı’ dünyadan saklanmaya çalışıldı. Göstericilere karşı kullanılan silahların çoğunda ABD damgası vardı. Fransa aynı şekilde eski sömürgesindeki ‘iktidar ile sürekli dayanışma içinde oldu ve deneyimli güvenlik görevlilerinden yollama teklifi yaptı’. Kurtaramayacağını anlayınca da son anda Ben Ali’yi ülkesine kabul etmeyip yüz üstü bıraktı. Tunus ekonomisinin %40’ı Fransız şirketlerinin denetimindedir. Bu nedenle devrim kök salmaya başlayınca Sarkozy özür dilemek zorunda kaldı. Bu özrün bir şey değiştireceği yoktur. Diğer Avrupa ülkelerinden hiç biri devrim sırasında ağızlarını açıp bir şey söylemediler. Boyalı basınları bile olaylarda haber değeri görmedi. Oysa İran ve Fildişi sahilleri halk ayaklanmalarında böyle miydi? İran’da sokağa dökülen gençlerin her adımları abartılarak verildi. Maddi manevi destek, göstericilerin istemediği kadardı. Bu olaylara karışmayı nedense bir ülkenin iç işlerine karışmak olarak görmediler. Ahmedi Nejat iktidarını devirmeyi teşvik etmek bu ülkenin iç işlerine karışmak değildi, ama Tunus’ta öyle oldu. Çünkü Batı sonuna kadar Ben Ali baskı rejiminin baş destekçisi oldu.

Batının demokrasi ikiyüzlülüğü apaçık ortadaydı. Tunus’ta başlayan ve tüm Arap dünyasına, hatta belki de dünyaya yayılabilecek bu devrimin arkasında Batı güçleri yoktur. Tunus’un güneyindeki bir kasabada yoksul bir üniversite mezununun kaderine küserek kendini yakması, gırtlağına kadar yoksulluk içinde olan, ezilmiş, baskı zulüm görmüş halkları örgütlemeye yetti. Kendi ülkesinden taştı ve adım adım tüm Arap dünyasına yayılıyor. Dünyamız sanki yavaş yavaş yeni bir halk devrimleri dönemine giriyor. Olaylar belki bir rastlantı, belki de yeni liberal politikaların vardığı son konak olarak Arap dünyasının çok karışık olduğu bir dönemde gelişiyor. Bölgeye yönelik Batı politikaları çoktan çöktü ve henüz yeni bir politika da şekillenmedi. Filistin olayında Batı’nın önerdiği, önerebileceği bir çözüm kalmadı. Tüm çözümler tıkandı. Hatta Al Cezire sitesinin son açıkladığı gizli belgelerle Filistin halkları sokaklara dökülme kararında. Gerici Abbas rejiminin İsrail’e ne biçim tavizler vermeye niyetli olduğu bu belgelerde ortaya çıkıyor ve Filistinlileri öfkelendiriyor. Yani Batı destekli Abbas iktidarı var olan itibarını da, desteğini de yitirme yolunda. Bu olay Orta Doğu dengesini tamamen Batı ve İsrail aleyhine döndürme potansiyeline sahip. ABD, Irak’tan çıkmak zorunda kaldı ama kendi çıkarlarını koruyacak bir iktidarı hala oturtamıyor. Sünni Şii çatışmasını yükseltmek, ekmeğine yağ sürmedi. El Kaide öcüsü yetmedi. Son günlerde Hıristiyan Müslüman ayrılığını gündeme getirmeye çalışıyorlar. Irak’tan sonra Mısır’da da bu oyun sahneye sürüldü.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

gibi iki parçaya bölünme yolundadır. Sokaklara dökülen halkı bastırmaya artık ABD desteği yetmeyebilir. Salih iktidarı korkusundan son zamları geri aldı ve vergileri düşürdü. Gıda fiyatları sıkı bir şekilde denetlenecek.

Diğer yanda Kürt devleti kanalı ile bölgede güç kazanma işinin de öyle kolay olmadığı, Türkiye gibi bölge güçlerinin baskısı ile ortaya çıktı. Lübnan’da Hariri sahte raporu ile bir atak hazırlandı, ama Hizbullah bu oyunu bozdu. Lübnan’da da Batı karşıtı bir başbakan koltuğa oturabilir. İran’ı dize getirip petrollerini kendi çıkarlarına bağlama başarısını hala gösteremediler. Ahmedi Nejat başarılı bir şekilde Batı emellerine direniyor. Söylendiği gibi İsrail İran’ı vursa bile artık bu Orta Doğu’da değişen dengeleri tekrar Batı’dan yana çevirmeye yetmeyecektir. Arap halkları her yerde Batı güçlerine karşı ayaklanmaktadır. Sırada Batı’nın desteği ile ayakta duran diğer iktidarlar vardır. Onlar da zaten elleri kulağında, doğumun eşiğinde gibidir. Tunus devrimi işte bu değişen dengenin göbeğine oturuverdi. Batı destekli gerici Ürdün iktidarına karşı binlerce yoksul, son iki Cuma namazından sonra “Ekmek ve özgürlük” sloganları ile sokaklara döküldü. Kral ve gerici iktidarı Samir Rifai’nin istifasını istiyorlar. Gösteriler başkent dışındaki diğer kentlerde yaşanıyor. Gösterilerden korkan kral ve iktidar, Arap dünyasının en pahalı ülkesinde yiyecek maddelerine yapılan sübvansiyonları arttırdı. Memur maaşlarına her hafta yeni zamlar yaparak iktidarda kalma uğraşı veriyor. 1992 yılından beri özel koşullar nedeniyle toplu gösterilerin yasak olduğu Cezayir’de yoksul halklar bu yasakları dinlemeden

sokaklara dökülüyorlar. 5 kişi öldü, 800 kişi yaralandı, 1000’nin üzerinde insan tutuklu durumda. Devlet ayakta durmak için burada da gıda fiyatlarına yapılan zamları geri almak zorunda kaldı. Buna rağmen kendini yakmalar ve protestolar devam ediyor. Mısır’ın yoksul milyonları Ben Ali’den sonra sıranın Mübarek’te olduğu umudunu taşıyor. Her yıl büyük protestolara sahne olan 25 Ocak Ulusal Polis günü bir şeyler olacak deniyor. Facebook’a üye 80 bin kişi bu günkü büyük protestoya katılacaklarını ilan ettiler. Muhalif tüm güçler Mübarek karşısında cepheleşmiş durumda. Alternatif halk parlamentosunun kurulduğu söyleniyor. Olayların önünü almak için Mübarek’in parlamentoyu dağıtması isteniyor. Mübarek yürüyüşe izin vermedi ve yasalara uymayanları tutuklayacağını açıkladı. Yazıyı kaleme aldığımız şu sırada göstericiler ile polis çatışma halindeydi. Mısır bölgenin hem en Batı yanlısı, hem de en kalabalık ülkesidir. Burada yapılacak bir devrim bölgeyi tamamen etkileme özelliği taşır. Arap dünyasının en yoksul ülkesi Yemen de Tunus olaylarından çok etkilendi. Gerici Salih iktidarını devirmek için zaten ülkede silahlı bir mücadele vardı. İktidar ABD askeri yardımları ile ayakta duruyordu. Güney ayrılıkçıları, kuzeyde Houti aşiretinin isyanı ve El-Kaide güçleri ile dövüşmekten Salih iktidarı çökme durumunda. Tunus halk direnişi burada da büyük bir yankı buldu. Ülke aynı Sudan

Batı destekli Suudi Arabistan ve Emirliklerin geleceklerinin ne olabileceği konusunda çeşitli düşünceler var. Bu iktidarlar ülkelerinde olayların çıkmasını engellemek için halklarına çeşitli maddi destek vaadinde bulundular. Örneğin Kuveyt, her bir aileye bin dolar kadar yardım yapacağını açıkladı. Batının buralarda kral dışında destekleyebileceği bir güç olmadığı söyleniyor. Bunun tedirginliğini taşıyorlar. Bura halklarının da çok sıkı polis denetimine rağmen protestolara başlaması durumunda ülkelerin bölünebileceği tahmin ediliyor. Yanı Batı bölerek yönetmeyi deneyecektir. Tunus halkının devrim kıvılcımı yukarıda yazdığımız gibi tüm Arap dünyasını ateşe vermiştir. Şu anda iktidarlar gıda fiyatlarına yaptıkları sübvansiyonları arttırdılar, zamları geri aldıklarını açıkladılar. Arap ülkelerinde gıda fiyatlarına sübvansiyonların her kaldırılmasında halk isyan etmiş ve çoğu zamanda bunları geri aldırmıştır. Şimdiki ayaklanmalar da bu yolla durdurulabilir mi, sorusu akla geliyor. Bu ayaklanmaların eskisinden farklı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü bu kez taleplerin içinde yalnız ekmek yoktur. Özgürlük, işsizliğe, yolsuzluklara ve baskıya son gibi başka talepler de vardır. Bu anlamda Arap halklarının bu ayaklanmasının boyutu değişmiş ve derinleşmiştir. Ayrıca Batı son politikaları ile artık tüm değerini yitirmiş ve bir umut olmaktan çıkmıştır. Adeta gıda fiyatlarına yapılan zamlar artık bardağı taşıran son damla oldu ve Arap halkları kendi düzenlerini kurmak istiyorlar. Kaderlerine başkaldırıyorlar ve kaderlerinin başkaldırıya boyun eğip değişeceği umudunu taşıyorlar.

Tunus’un güneyindeki bir kasabada yoksul bir üniversite mezununun kaderine küserek kendini yakması, gırtlağına kadar yoksulluk içinde olan, ezilmiş, baskı zulüm görmüş halkları örgütlemeye yetti. Kendi ülkesinden taştı ve adım adım tüm Arap dünyasına yayılıyor. Dünyamız sanki yavaş yavaş yeni bir halk devrimleri dönemine giriyor. 29


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2011

VURGUNCULUK GIDA FİYATLARINI YÜKSELTİYOR Ayşe TANSEVER

Gıda fiyatlarındaki artışa karşı pek çok devlet “serbest pazara” karşı bir takım önlemler alıyor. Ama vurgunculuk bu sistemin yarattığı bir sorundur ve sistem kalkmadan da devlet müdahaleleri ile sorun kesin olarak ortadan kalkmaz. Sistemin mantığı onu üretir.

30

M

ozambik’te gıda fiyatlarının artması sonrası başlayan ayaklanmalar dünyanın gözünü bu yükselişe yöneltti. 2008’de yaşanan benzer olayda 30 ülkede çeşitli ayaklanmalar yaşanmıştı. Bu nedenle dünya finans kapital çevreleri meraklandı. BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO yeni yıla girerken bir rapor yayınladı. Buğday, pirinç, arpa, et ve şeker fiyatlarındaki yükselişin 2011 yılında da süreceği tahminini yaptı. Fiyatlar aralık ayında rekor düzeye çıkmıştı. BM, bu yükselişin şu anda dünyamızdaki 1 milyar aç ve yoksul insanı daha da yoksullaştıracağı ve çeşitli ülkelerde ayaklanmalara yol açacağı uyarısında bulundu. Yoksullar zaten gelirlerinin %65’ini boğazlarına harcıyorlar. Raporun çıkmasının ardından Arap dünyası karıştı. Halklar birer birer sokaklara döküldüler. Fiyatların yükselişine iklim değişikliğinden, petrol fiyatlarının artmasına kadar birçok neden gösterilebilir. Ancak en temelli neden, birçok yetkilinin de kabul ettiği gibi gıda pazarındaki vurgunculuktur. Vurgunculuk ise bu düzenin ürünüdür. Sınırların indirilmesi, devletin ekonomiden elini çekmesi, tarıma yapılan sübvansiyonların kaldırılması, pazar ekonomisinin tüm alanlara yayılıp küreselleşmesi gibi yeni liberal politikalar gıda vurgunculuğunun zeminini yaratıyor. Tarım ve toprak artık çok uluslu şirketlerin, finans kapital güçlerinin hâkim olduğu bir alan haline geldi. Hatta günümüzde finans, tarıma “yeni altın” gözüyle bakıyor. İnsanlar buzdolapsız, arabasız yaşayabilirler ama yiyecekleri olmadan yaşayamazlar. Bu nedenle gıda maddelerinde vurgun yapmak vicdansızların en kolay para kazanma yoludur. Fiyatların yükselmesi gıda ile ilgili şirketlerin örneğin gübre ve tohum satan şirketlerin kârlarını arttırıyor, borsa değerlerlerini yükseltiyor. ABD şirketi Cargill, dün-

yanın en büyük gıda ticareti yapan şirketi, kârlarının 3 kat arttığını açıkladı. Şirketin yalnız Eylül ve Kasım 2010 arasındaki kârı 1.49 milyar dolar olmuş. Hatta küçük gıda sanayine yatırım yapan küçük şirketlerinin değeri bile artmış. Gıda fiyatlarındaki vurgundan elde edilen kârın, “2000 yılında 5 milyar iken 2007’de 175 milyar dolara çıktığı” söyleniyor.

Karşı önlemler

FAO raporu, “vurgunculuğu ortadan kaldırmak için kural gerekli” diyor. Fransız devlet başkanı Sarkozy de “para piyasalarına kural getirmeye çalışıyoruz, aynı şeyi gıda maddeleri için neden yapmıyoruz?” diye sorguladı. Gıda fiyatlarının getirebileceği protestolara karşı iktidarlar pazar kurallarını çiğneyen kararlar alıyorlar. Kendi getirdikleri yeni liberal politikalara karşı kurallar almak zorunda kalıyorlar. Vurgunculukla mücadele etmeye çalışıyorlar. Güney Kore’sinden Hindistan’ına Filipinlerden Endonezya, Cezayir’ine kadar çeşitli ülkelerde gıda fiyatlarındaki artışa karşı ithalattan alınan vergiler kaldırıldı. Hatta Kore hükümeti durumdan korkarak kendi ticaret şirketini kuracağını açıkladı. Yani devlet olarak tahıl satın alacak. Suudi Arabistan tahıl rezervlerini arttıracağını açıkladı. Yani her yerde “serbest pazara” karşı bir takım önlemler alınıyor. Vurgunculuk bu sistemin yarattığı bir sorundur ve sistem kalkmadan da devlet müdahaleleri ile sorun kesin olarak ortadan kalkmaz. Sistemin mantığı onu üretir. Elbette ki seller ve kuraklık tarımsal üretimi olumsuz etkiler. Ancak bunlar da kapitalist sistemin yarattığı iklim değişikliği ile görülmedik boyutlara çıktı. Daha çok tüketim, daha çok üretime ve ozon tabakasının incelmesine, dolayısıyla dünya ısısının artmasına yol açıyor. Dünyamızın doğası, kapitalizmin tüketimci yaşam an-

layışı ile ölüyor. Bu sistemden kurtulmadığımız sürece doğayı tahrip ederek intihar ediyoruz. Yine düzenin kârı esas alan mantığı sonucu, büyük tarım alanları yiyecek maddelerine değil, petrol yerine geçen ve arabalarda kullanılan ethanol ürünlerine ayrılmaya başladı. Yoksulların açlıktan ölmesi pahasına zenginlerin arabalarında gezmesi için tarım politikaları yapılıyor. ABD, Ethanol üretimi için mısır ekim alanlarının %30 unu ayırdı. Brezilya ise güzelim yağmur ormanlarını kesip bu ürünleri ekiyor. Dünya Bankası, DTÖ ve IMF ise tarımda liberalleşme istiyorlar. En kârlı tarım ürünlerine ağırlık verilerek diğerlerinin dışarıdan ithal edilmesini zorunlu kılıyor. Ülkelerin kendi karınlarını doyurma olanağı kalkıyor, dışarıya bağımlı hale geliniyor. Çevre kirliliği artıyor. Örneğin, bizim yiyecek etimizi Avustralya ya da ABD’den getirtmemiz gibi sonuçlar doğuruyor. Onların taşınması çevre kirliliğine yol açıyor. Petrol kullanımı artıyor. Pahalılaşıyor. Bu politikalar Afrika kıtasındaki açların sayısını daha da artırdı, artırmaya devam ediyor. Sonuç olarak, bir milyarın üstündeki aç insanın karnının doyurulması için, vurgunculuk en büyük katliam olarak kabul edilip, vurguncular en büyük insanlık suçlusu olarak yargılanmalıdır. Vurgunculuğu besleyen, iklim değişikliğine yol açan, doğamızı tahrip eden bu sistem yıkılmalıdır. Eskiden olduğu gibi küçük çiftçi tarımı, atalardan gelen bilgilerle donanmış çiftçilerin tarım bilgisi üzerine kurulu tarım canlandırılmalıdır. İhracata dayalı tarım politikaları kalkmalıdır. Tarım reformu yapılmalı, kırdaki büyük burjuvalaşma, Çok Uluslu Şirketlerin tarım alanlarını almaları engellenmelidir. Devlet sübvansiyonları ve devletin kıra yatırımı arttırılmalıdır. Tarımda çok çeşitlilik yeniden kurulmalıdır.


Şubat 2011 / Sosyalist Dayanışma

YENİDEN DOĞMAK İÇİN BUGÜNÜ YAKMAK AKP

tarafından yaratılan ve medya tarafından da sürekli pompalanan sahte iyimserlik hali, gerçekliğimizin üstünü kalın bir şalla örttüğünden beri toplumsal çürümenin ulaştığı boyut neredeyse hiçbir yerde tartışılmaz hale geldi. Kar hırsının, her ne pahasına olursa olsun tutunma gözü karalığının, insani ilişkilerin büyük bir yabancılaşma içerisinde tamamen araçsallaştığı ve sahteleştiği, büyük çoğunluğun bu yüzden bunalımdan çıkamadığı, mutsuzluğun her yeri kapladığı coğrafyamızda borsadaki yükselişin herkesi coşturması bekleniyor. Kapitalizm lanet olası bir ilişki ağı dayatıyor hepimize, insanların gerçek ilişkiler kurmalarını imkânsız hale getiriyor. Bu tablo aslında belki de düzene karşı en sahici muhalefetin geliştirilebileceği bir imkânı da sunuyor bizlere. İnsaniyetin ve masumiyetin bu şekilde tasfiye edilmesinin yarattığı büyük acılar ve güvensizlik ortamının, insanın bu derece yalnızlaşmasının ruhlarda yarattığı büyük yıkım kapitalizmin en büyük tahribatı olarak da okunabilir. Dolayısıyla bu yıkımın anlatılabilmesi ve tüm bu umutsuzluk tablosundan bir umut yaratılabilmesi iyi sanatın da işi olmalı. Ayfer Tunç tarafından kaleme alınan “Yeşil Peri Gecesi” böylesi bir sanat eseri. Bir edebiyat eleştirmeni değilim ama kitabı okudukça ne kadar iyi çalışılmış, iyi kurgulanmış bir eserin karşısında olduğunuzu anlayıp heyecanlanıyorsunuz. Okuru çok ciddiye alan bir yazar Ayfer Tunç. Yoksa bu kadar eksiksiz bir roman yazılamazdı. Gerçi son bölümde insanda bir eksiklik hissi oluşuyor. Kitap o noktaya kadar o kadar sıkı bir biçimde ilerliyor ki

sondaki gerilimin çözülüş biçimi okurun sahicilik hissini en fazla zorlayan kısmı oluşturuyor. “Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikayesidir Yeşil Peri Gecesi”. Soyunma meselesi kitabı biraz daha pazarlanabilir kılmak için öne çıkarılmış gibi gelmişti fakat kahraman için bunun nasıl bir “eylem” anlamı taşıdığını görünce böyle düşünmekten bütünüyle vazgeçtim. Gerçekten de koşulların bir insanı nasıl da belirlediğine dair bu kadar güzel bir örnek olay aktarımı yapılabilmesi çok şaşırtıcı. Düzenin dayattığı orta sınıf ahlakının en belirgin yanı sürekli makulü arama telaşı. Ne olursa olsun makul olmaktan vazgeçemeyen bir ruh hali taşıyor orta sınıflarımız. Bin türlü hesap kitap, herhangi bir tutkunun peşinden koşmayı kendini harcama gibi algılanması, hep bir kendini koruma, küçük dünyasını her şeyden kıymetli görme, kendini her şeyden sakınmaya çalışma, cildi kırışmasın diye gülememe hali gibi gariplikler. Hayattan

bilinçli bir istifa hali. Kitaptaki kahramanımız da bu çeperde yaşamasına, orta sınıfın-hatta üst orta sınıfın- bir mensubu olmasına rağmen -hatta hiç çalışmadan bunu başarabilen- aymış biri. Kendisini kandıramıyor. Sahte ilişkileri inanarak yürütemiyor, midesi bulanıyor. Adaletsizlikleri sessizlikle karşılayamıyor. Öfkesine yol verebiliyor. Patlayabiliyor. Kendisine acı çektirenlerden hesap sormasını seviyor. Sineye çekemiyor. Bir işlere kalkışabilecek kadar kendisine de güveniyor. Öyle bir plan yapıyor ki öyle bir altın vuruş gerçekleştiriyor ki muhafazakar hükümetin çok sevgili, geleceği parlak emniyet müdürünün –kayınbiraderinin yol verdiği, kocasının görmezden geldiği– kendisine tecavüzünü tüm ülke kamuoyunun gündemine yerleştiriveriyor.

Mert BÜYÜKKARABACAK

İnsanlar günümüzde yaşadıklarına kitapta denildiği gibi “bedenleriyle ruhlarını ayırarak” katlanabiliyorlar. Bu parçalanmayı yaşamadan var olabileceğimiz bir hayat imkansız mıdır? Düzene karşı yürüttüğümüz mücadelenin önemli bir kısmı da bir tam insan olma, bütünlüklü davranabilme, düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz diyerek yaşayabilme temelinden doğmuyor mu? Sonuç olarak iyi bir kitap okumak isteyenler Yeşil Peri Gecesi’ni okusunlar. Kitabın bir yanı da güzelim şiirlerle bezenmiş olması. Kitabın meselesine en çok uyanlardan bir tanesi ve hiç kuşku yok en güzeli ile bitirelim: “Gökyüzü gibi bir şey çocukluk / hiçbir yere gitmiyor” Edip Cansever

31


“YA SOSYALİZM YA BARBARLIK” ÇIĞLIĞI YENİDEN YANKILANIRKEN

ROSA YAŞIYOR! DEVRİM İÇİN SAVAŞIYOR!

“B

ugün önümüzde duran soru demokrasi mi, yoksa diktatörlük mü sorusu değildir. Tarihin gündeme koyduğu soru burjuva demokrasisi mi, yoksa sosyalist demokrasi mi sorusudur. Çünkü proletarya diktatörlüğü sosyalist anlamda demokrasi demektir. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmin ajanlarının bilerek çarpıttığı gibi bombalar, darbeler, kargaşa ve “anarşi” değil; tüm politik iktidar aygıtının, sosyalizmi gerçekleştirmek ve kapitalist sınıfı mülksüzleştirmek için proletaryanın devrimci çoğunluğunun iradesi aracılığıyla, yani sosyalist demokrasi ruhuyla kullanılmasıdır.” (24 Kasım 1918) “1789 Fransa’sında burjuvazinin ilan ettiği Liberte, Egalite, Fraternite burjuvazinin sınıf iktidarının yıkılması sayesinde ilk kez gerçek olacak. Ve bu kurtuluş eyleminin ilk sahnesi olarak, tüm dünyanın ve dünya tarihinin önünde şunları haykıralım: Bugüne değin eşitlik ve demokrasi olarak kabul edilenler, yani parlamento, kurucu meclis ve eşit oy hakkı, yalan dolandan başka bir şey değildir! Kapitalizmin alaşağı edilebilmesi için devrimci bir silah olarak, tüm iktidarın emekçi kitlelerce ele geçirilmesi-işte gerçek eşitlik, gerçek demokrasi budur!” (17 Aralık 1918) “Tembel, dikkatsiz, bencil, düşüncesiz ve umursamaz insanlarla sosyalizm kurulamaz. Sosyalist toplumun, diğer insanlar için en zor görevleri aşk ve coşku, fedakârlık ve duygudaşlık, cesaret ve dayanıklılıkla başarmaya azmetmiş insanlara ihtiyacı vardır… Bugünün devrimi için kazandığımız maharetli savaşçılardan, yarının yeni düzenini kuracak olan sosyalist işçileri kazanacağız” (4 Aralık 1918) “İşte emekçi halk yığınlarının devrimin hedefleri uğruna politik güçlerle donatılması, proletarya diktatörlüğü ve bu nedenle de gerçek demokrasidir. Halkın kandırılmadığı gerçek demokrasiye; ücret kölesinin kapitalist, toprak işçisinin büyük toprak sahibi yanına oturup, sahte bir eşitlik içerisinde hayat sorunları hakkında parlamenter tartışmalar yürüttüğü zaman değil, milyonlarca proleter devlet iktidarını nasırlı ellerinin içine alıp, savaş tanrısı Thor gibi çekicini egemen sınıfların beynine indirdiği zaman ulaşılır” (14 Aralık 1918)

“Canlarım, acının sizi esir almasına izin vermeyin, evinizde hep parlayan güneşi bu felaketin arkasına gömmeyin. Hepimiz kör kaderin esiriyiz. Tek tesellim, belki de çok yakında her yanda pusuda bekleyen karşı-devrimin bir kurşunuyla öbür dünyaya gönderilecek olmam” (11 Ocak 1919, Yoldaşı Brandel Geck’in katli ardından ailesine yazdıklarından) Devrim düşmanları 15 Ocak 1919’da son darbeyi indirdi. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Berlin-Wilmersdorf semtinde Mannheimer Sokağı 43 adresinde Marcusson ailesinin evinde kıstırıldı ve oradaki milisler tarafından tutuklandı. Akşamüzeri Yüzbaşı Pabst komutanlığındaki Muhafız Süvari Tümeni’nin komuta merkezi Eden oteline götürüldüler. Pabst telefonla Noske’den fiili bir cinayet izni almıştı. Karl Liebknecht ağır işkencelerden sonra Tiergarten’de kalleşçe vurularak öldürüldü. Bundan hemen sonra Rosa Luxemburg Moabit hapishanesine aktarılacağı bahanesiyle otelden dışarıya sürüklendi, hakarete uğradı, keskin nişancı Runge’nin dipçik darbesiyle yere düşürüldü, dövülerek bir arabaya koyuldu ve arabaya atlayan Denizci Teğmen Hermann W. Souchon tarafından vurularak öldürülüp Landwehr kanalına atıldı. BZ am Mittag ertesi gün iğrenç bir yalanla, haberi şöyle verdi: Liebknecht kaçarken vuruldu- Rosa Luxemburg kalabalık tarafından linç edildi. Cesedi 31 Mayıs 1919’da Berlin Landwehr kanalındaki Freiarchen Köprüsü’nün savağında bulundu. 13 Haziran 1919’daki cenazesi, devrimci işçilerin görkemli bir gösterisine dönüştü. “Vardım, varım, var olacağım” (Basılan son sözlerinde DEVRİM’den bahsederken) (Annelies Laschitza’nın Levent Bakaç çevirisiyle Yordam Yayınları tarafından basılan “ROSA LUXEMBURG Her şeye rağmen, Tutkuyla Yaşamak” adlı eserinden yararlanılmıştır)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.